29 Eylül 2019 Pazar

ATLANTİS ÜZERİNE YOLCULUK

  
Söze yazılanlara yönelik bir eleştiriden başlamalıyım, çelişkiler var görüşlerinizde, birbirinin aksi şeyler söyleyebiliyorsunuz diyorlar. Gerçekte doğrudur bu, bir ideolog olamayacağıma göre, öncelikle bir yazın severim ben ve bir okurum. 'Ben' demeyelim diye büyütüldük biz, bunun yanlış olduğunu düşünüyorum, ben demek bir yanlışa dönüşünceye kadar onu kullanmak zorundayım. Çelişkiye düştüğümü ya da düşeceğimi biliyor ve görebiliyorum. Ama tam aksine amacım bütün bunları anlatabilmektir, deyim yerindeyse, çok başlı bir ejderha bu dünya, çelişmek yazgımız ve zorunlu, salt gerçeği algılama yolunda!.. İnsanlık tarihinde çelişkiler cirit atarken, onun yokluğu ya da bir kesinlemeyle sanki bir olmazlığı varmış gibi, savununun katılığının bizi bu duruma sürüklediğini ileri sürebilirim. Örneğin basit bir biçimde, siyah beyazın zıddıdır diyelim, ama bir yerde beyaza yakınlığıyla tanımlanabilen şey siyahtır ve bu da doğrudur dediğimizi düşünelim, iki uç yani, ikisi de gerçektir ve beyazın arıtılmış siyah, siyahında koyulaştırılmış ya da alışılmış deyimle kirletilmiş beyaz olduğunu ileri sürelim, doğru değil mi... Her ‘izm’ biraz faşizm barındırır demişti İsmet Tarık, katılıyorum. Ayrıca şunu ileri süren biride çıkabilir aramızdan, demokrasi hakların paylaşımı, verimi, yerine getirilmesi uğruna, zamana yayılabilen bir beklenti, bekleyim ve gecikmenin ürünüdür. Çünkü analiz, deneyim ve eşitsizlik yapma korkusuna uzak durmaya çalışır bir oluntudur diyelim. Faşizm ise kestirmecidir, bunlar uğruna beklenti ve beklemeyi gecikme sayan ve hak verimi ve teslim edilirliği adına seri hareket edebilen bir erkin adıdır desek -yanılsama diyebilirsek de- sivil bir düşünce paylaşımı adına, tarih ve gelenek gözetmeksizin, bir yanıyla kabullenilebilir bir öngörü ve mottoya yol açmaz mı bu... Faşizm doğası gereği, bir yanıyla, kestirmeci, demokratik dille yargısız infaz değil mi, ırkçı, zümrevi, nobran bir idedir belki ama demokrasi içinde, demokratörlüğe kayabiliyor diyebiliyoruz. Çünkü onunda dogmatik yanları var, yoksa demokrasi kavgası diye bir kavram olamazdı, hem de demokrasi içinde, öyleyse her şey gelişmelere bağlıdır diye düşünebiliriz, bunu düşüncenin sınırsızlığı adına söylemek isterim, dünyamızın durumu adına, bugünlere faşizm ve demokrasi el ele geldi, bir sorun varsa dünyamızda, tümümüz sorumluyuz, bütün bir düşünce yapımız. Bu durumda çelişen kişiyi kaçınılmaz bir son bekliyor, düşüncenin enginliği, her görüşü dile getirebilmek ve kutsal yargılarımız adına... Her düşünsemeyi dinlemeli, görmeli, tartmalı ve bilinç evimizi açabilmeliyiz ona, çelişki dediğimiz bu mu... Ayrı ayrı ülkelere bölünmüş gezegen demek kolay, öldürümler bundan yararlanıyor, düşünceye saygımız yok... Bir yazınsal figür, düşünsel bilgilenim ve varyantları sergilemekle sorumludur, çünkü dünyamız bir yakadan olunamayacak kadar karmaşık, bulanık ve acımasız olabiliyor. Bunun yararı nedir diyebiliriz ama bunu söyleten her alanda görülen bu yararsızlık işte…
Dolayımla, belli bir görüşü değil, düşünceler yelpazesi sunmak istiyorum ben, engin bir akışı. Örneğin, hakların, doğruların kesişmesi, dirilip, yönlendirilmesi adına günoğulcu -oportünist- olabilen, hatalarla dolu olabiliyor demokrasi, belki de oligarklar ad değişikliğiyle toplumları sakinleştirmenin yolunu arıyorlardır kim bilir, dünyamız adına tanrıdan bile kuşkulanıyorum bu noktada ne yazık ki!.. Adlandırmanın bir yol açıcı müsekkin olabileceğini de yaşamıştır insanlık tarih boyunca, Antuvanet gitti, Napolyonlar geldi örneğin, ne değişti dersem naif ve gülünç olacağımı da biliyorum, bilisizde diyecekler ama söylemek sessizlikten yeğdir, iyidir daima... Ve dünyamızın bugünkü durumu, konumu hangi ideolojinin ya da yönetim biçiminin dört işlemden geçirilmiş sağlamasını yapabilmiş ki, dört rüzgârı birden estirerek ve yeryüzünün toplumlarına sonsuz barışa dayalı -söylemesi bile dilimizi tutuşturuyor!- cennetsi bir sükunet sunabilmiş ki, dünyamız eşsiz biçimde, barbar çağlarını yaşıyor, kötülük çoktan ışık hızına kavuştu ve Hiroşima Sendromu var artık gizil ruhlarımızın bir köşesinde, daha önce asla düşleyemediğimiz. Savaş pazarlıkları, ölümcül çığırtkanlıklar en güzel şarkılarımızdır artık bizim, marşlarımız yaşamak için öldüreceksin dizeleriyle donanmış, her an iç içeyiz onlarla, görkemle süslü kibir dalgalarımın içinde, pozitiv ya da negativ!.. Faşizmi bırakın, demokrasi götürmek gibi tanrısal, göksel ayetlerle göz alıcı masal dünyalarımız var artık bizim, çağdaşlık, demokrasi adına dökülen kan, ne yazık ki denizleri taşırıyor günümüzde... Sömürü ve barbarlığın iz süren versiyonları hiç olmadığı kadar ölümcül, ıstırap verici ve nasılsa, her şey bir aşk söyleminden parçalar olabiliyor artık. Bir bölüm toplumların yaşadığı bu günümüzde ve tapınmaları da yalnızca bu söylemler üzerine olabiliyor, demokrasi havariliği iş üstünde günümüzde ve iyi niyetle döşeniyor cehennemi trafik, söylemler hep Halep'i işaret eden ok olmuş güçsüzler için!.. Faşizm geriledi, kraliyet ortalıktan çekildi, tanrımız yoksulları ziyaret etti ve ama ne değişti dünyamızda!..
Öyleyse şöyle düşünebiliriz artık, çelişmeliyim, çelişmelisiniz, çelişmeliler!.. Ve bu öyle sonsuz ve sınırsız olmalı ki diyalektik yolda, hiç bir kişinin diğer kişi üzerin de düşünsel hegemonya kurmadığı kuramadığı bir dünyaya doğru gidilebilsin, düşünce zincirlerinden boşansın, bir şey değişmeyecekse, kuramlarla avunan ya da aldatının dolambaçlarına savrulan bir hominid olmaktan uzaklaşalım hiç olmazsa... Açık çelişki bütün oyunların anlaşılır olmasına yardımcı bir unsur olabilecektir belki de. Her şey bir oyun gibi geliyor bana, bunun en basit versiyonu açınlamalarımız ve adlandırmalar. Biz düşünce zehirlenmesiyle ömrü geçen yaratıklar ligiyiz. Faşizm ya da demokrasi kavgası, komünal toplum ya da biyosferik hümanizm, doktrinel yarışlardan öte uygarlık biçimimiz kökten değişmeli bizim, insanlığın kurtuluşunun bir klişeye dönüşmekten başka, yeryüzünün ve evrenin kurtuluşunun bir olasılık dahi taşıyamayacağını düşünüyorum, hatta kurtuluş kavramı bir fable dönüşerek gönüllü kobaylık rejisiyle sürüp giden bir dünyanın özlemiyle, bir primatlar yığını olacağımızdan kuşkulanıyorum artık.
Uygarlık biçimimiz değişmeli gerçekte. İlk insanlar mağaralarda yaşıyordu ve belki de yerinde bir tutumdu yaşamsal yöntemleri, biz geriledik sanılanın aksine ya da bir sapmaya doğru gidiyoruz açıkçası, mağaralarda yaşıyorduk evet ama, uygarlığımız doğadan yararlanmaktan uzaklaştı, onu öldürdü ve Platon'un alegorisini bırakarak yapay mağaralar üretme uygarlığına geçti, bir ‘avm’ ve rezidans uygarlığı artık dünyamız. Homodolor ya da homoconsumer -tüketici- diye adlandırabileceğimiz bir maymunsu gelişmişliğe evrildik sonuçta. Beton Otlaklar'dır uygarlığımızın logosu ve evrensel skalada gezegenimizin tanımı, plakası da budur şimdilik. Biz tanrının önderliğinde, aciz ve usa vurumdan yoksun bir primatlar yığınıyız. Tanrı da iyi bir sürücü değil ne yazık ki, demir atıp, sığındığı liman kırık dökük bir yıkıntı, dünya!.. Ve gezegeni bir kıyamete doğru sürüklüyor!.. Yolcuları da ona iman eden bir kimesne topluluğu ne yazık ki... Ve öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, tanrının yol göstericiliğinde, her an buharlaşabiliriz biz, patlayıcı bir nükleid olmayı çoktan başardık ve düşüncelerimiz ve tüm yetersizliğimizle, hınçla konuşmaya koşturan varlıklarız yine de... Öyleyse faşizm, örtülü faşizm, sıradan faşizm, demokrasi, demokratörlük, uygarlık götürme, kültürel enjeksiyon, düşünceyi bloke etme veyahut tüm seçenekler ve yolların tümü barbarlık ve insan kaynaklarının sömürülmesi adına, emperyal viyadükler geliştirmek gibi geliyor bana ve demokrasilerin ölümcül kayıpları ara sıra gezegenimizi ziyaret eden, orka faşizmi dalgalarının çok üstünde doğrusu... Göreceli ilerleyim ve yüzeysel barış algılarıyla mutluluklar ve hatta teknolojik atılım, dünyamızın kimi uluslarının diğeri üzerinden kadim Truva Atlığı'nın imajını ve kararlılığını ortadan kaldırmıyor. Öyleyse ideolojiler saçma geliyor artık yaşayan varlığa ve gerçekte çelişen dünyamız aslında ve insanlığın tüm çağlardan daha umutsuz ve kölecil olma açısından en acımasız çağlarını yaşadığı kanısındayım. Çelişme uğruna şunu da diyebilirim, geçmiş çağların köleleri her şeye karşın insandı ama bugünün köleleri, insan olma fırsatı ve olağan yaşam alanı bile bulamadan, siborglaşıyor, robotlaşıyor ve hatta ne olduğunu bile anlayıp, tanımlayamadan -ürkünç olanda bu- yok olup gidebiliyor. Ölüyor dilimiz Türkçesiyle!.. Acımasız, barbar, et ve kan uygarlığının, en azılı biçimi günümüz dünyasıdır ve insanlık artık bir anomali olduğunu düşünmek bir yana, sayrı bir bünye ve tinsel dengesizlik içinde yüzüyor.
Barbarlık, teknolojik üstünlüğü de ele geçirdi ne yazık ki... Batı uygarlığı, et ve kan uygarlığıdır ve ideolojisinin adı barbarizm olabilir. Demokratik barbarizm!.. Vandalizm, el koymacılık, sınırsız sömürü, uzaysıl cinnet diye uzatabiliriz adlandırmaları, dileyen hayır batı değil, biz Çin'iz onlar doğumuzda kalıyor diye bir uslamlamaya da baş vurabilir. Kuzey veya güneyde olabilir o, değişebilir de, öyle ki haklar ve haksızlıklarda kimlik değiştiriyor, manipülasyona uğrayıp yönlendirilebiliyor günümüzde, sen bir soykırımcısın, sen öldürücü bir ırksın, sen cinai bir topluluksun gibi.
Düşünün Yuval Harari kitabının yalnızca ülkemiz baskısında Ermeni soykırımına ilişkin ibareler koyuyor, bu adlandırmayla, peki Harari kendi ülkesi için ne diyebiliyor, tek bir satırı var mı çağımızın günahkâr Şeria Vadisi için (ve iç dünyanız da onlar masum gibi bir algı yerleşmiş biliyorum)... Orada yaşananlar adına... Amerika adına, batı uygarlığı adına... Onlar için şunu söylüyor ama; Çok şükür yine de emperyal kapitalizm bugünkü uygarlığımızı yarattı ve bize bağışladı. İşte çağın amansız ikiyüzlülüğü, karşı koymanın dayanılmaz işbirliği ve vulger çelişkinin kimlerden, nerelerden başladığına bir örnek. Bizim çelişkilerimiz, çelişkilerimizin çelişkisini hepimizin yüzüne vurmak içindir. Tanrı vardır ve yoktur, sömürü vardır ve yoktur, ölümün ötesi vardır ve yoktur, salt bizim uykucul alışkanlığımızı artırmak içindir ve onu dışa vurabilmektir amacımız. Salt Harari değil, çağımızda hemen bütün entelektüellerin görevi kültür borsacılığına soyunup, emperyal vurgunculukla dayanışmadır ne yazık ki... Böyle aydın ve hümanizm yanlısı sanat olur mu... Geniş spektrumun tarafsız, manipülasyondan uzak, beyinsel formatların can alıcı gölgeleriyle avunmadan yaşamayı öğrenebilmeliyiz!.. Uygarlığımız, bir oyun içinde oyun görüngüsü uyandırıyor yazık ki... Bu insani bedenlerimizi değil, ruhlarımızı tutsak eden ve sinir sistemlerimizi felç eden bir yöntem, gizenç dolu bir alışkanlıktır dünyamızda... Anti gereksinirlik peşindeyiz biz, bu sonsuz doğru ve salt barışı aramak değil, et ve kan uygarlığından uzak, çığlıksız bir doğum bizim özlemimiz... Çok mu karamsarız. O kadarda değil ha! Ama vandalizm daima kazanıyor ve birer tutsağız biz!..
Savunduğumuz bir şeyde yok, biz yakınan kesimiz ve görüşlerimizi ortaya koymaya çalışıyoruz. Emel güllerinin açabileceği bahçeler uğruna bir çaba göstermek istiyoruz ve biz insan oğlu hatta o da değil, dünya tarihi ve biyoevrenimiz adına... Artık Lilith adildi, Havva ile eşitsizlik başladı, Kabil ile özümsendi gibi yaklaşımlar gülünç, evet cennetten kovulan bir canlı türüyle karşı karşıyayız, tanrı pişmanlıkta duyabilir yaptıklarından ve hatanın büyüğü onda olabilir, sözde yadsınan din ve bilim kardeşliği adına, (Big bang dini bir kuramdır oysa! ol dedi ve oldu demiyor mu tanrı buyruğu, ilahi emirler!.. Düşsel evrenimizin gücü bu kadardır belki de, patlayan yanardağdan esinleniyorsak, tanrı niçin var olmasın ki, bir tür koyutlayıcıdır belki, her yerde var, ateş gibi, su gibi, patlayan bir marmelat, bir balsam, içinde düşünce barındıran!..) Bu tür yaklaşımlar barbarlığın kodlarına, bir onama ve katlanılırlığın özümsenir, benimsenir olmasına götürüyor bizi.... Tanrı otokrat bir varlıktır, buyurucudur, faşizan bir örgütlenmedir, uygarlık biçimimizin yaratmak zorunda kaldığı bir hiçlik ve içinden doğal ve insani yasalar fışkıran anomali!.. Gerekirse tanrıyı terk edebilmelidir insanoğlu ya da kıyamet kültüründen uzak, ütobik, Robensonik açınlar deneyebilmelidir. Yasak meyvenin erişilmezliği ve kulluk ve boyunduruğa dayalı kültürü ve sömürü, yağma ve talana dayalı -yok etme, terminatöristik kangren!- uygarlığı geride bırakabilmelidir insan türü. Komitrajik bir ‘trump tik tak’ anlayışını terk etmeliyiz. Havva-Ana temelli bir toplumu deneyebilmeliydik öncelikle biz. Bir yarımız kadınlar, diğer yarımız onlardan doğma değil miyiz... Sükunet çağlarını yaşatabilecek bir tür yöntem deneyip, geliştirebilmeliyiz. Bizler sahip olabildiğimiz veriler, var olan, kültür ve uygarlığımız doğrultusunda düşünen ve düşünce üretebilen varlıklarız, Düşleyemediğimiz bir yöntemi bulup yaratacak ve ileri sürebilecek bir güç ve yetenekten yoksunuz. Anlağımızın sınırları dışında neler var, neler olabilir ve düşünce oralarda nasıl bir gelişim içindedir bilemiyoruz, düşleyemiyoruz, belki de bir kafesin içinde ötüşen kuşlarızdır biz. Adlandırdığımız düşünceler, kozmitrajik birer göstergedir belki de, ki çok olağanüstü olamayacaktır o hiç bir zaman, var olan hiç bir şey, bir tansık ve olağanüstü sayılamaz ve değildir de... Öyleyse kendimizi kaçınılmaz biçimde geliştirmek zorundayız biz, bilinmeyenle böylelikle baş edebiliriz. Belki de!..
İnsanlık, insanlığı bulmuş karşısında tarih boyunca, 'düşüncenin üretimi' bu değildir sanırım. Kendimizi aşabilmeliyiz. Kendimizden kurtulabilmeliyiz. Derimizin altında yüzen çiplerle olabilecek bir şey değil bu. Kiliseleri satışa çıkarmakla da olabilecek değil. Top yekun genlerimiz değişime uğramalı, mutasyon geçirmeliyiz. Ama bu bile bize sonsuz kobaylığın kapılarını açabilir, onun için çelişmekte ve doğrularımız çelişkilerimizin içinde ilerlemekten kurtulamıyor. Barış için savaşmalıyız diyebilen primatlarız biz. Düşünebilen bir canlı türüne evrildiğimiz de söylenemez. Havva’dan üremişiz ama adımız insanoğlu! ..
Bir çelişkiye düşmeyi deneyelim, kurtuluşumuz olanaksızdır diyelim ve olanaksız değildir diyerek düşüncemizi kesinleyelim. Sanalitik bir çağdayız biz . Sanalite çağı. Homohome, ev hapsinde yaşayanlar çağı. ''Yeryüzü eğri, demir bir kafes, biz tutsağıyız körpe deneyin!..'' Dört duvar insanlarının çağı. Bir kafes kuşuyuzdur belki de. İçinde otların yeşerip, suların şırıldadığı... Artık onu bile arıyoruz. Geleceğimiz gerçekten kafes için de olacak ama nasıl ve nerede kim bilir... Anti tekilliğimize ve her tür yalnızlığımıza çözüm bulmadıkça, umarsız bir yaratığız biz. Kalabalıkların yalnızlığından da kaçınmalıyız. Geleceğimize ipotek koyduk. Bir tutsağız biz. İşkence bile gelecekte düşselleştirilebilir, kabuslar içinde yaşayabilir, dijitalleşebilir ve matriksleşebiliriz. İnsanlık kendini yadsıma aşamasında, oraya doğru gidebilir, kavramlar o denli yer değiştirecek ki ne düşlerimiz kalacak, ne insan, ne de yeryüzü, tanrı kim bilir ne çok sevinecektir, bir kıyamet dünyası yaklaşıyor bize doğru, insan nasıl insan oldu değil, insan nasıl kendisini yitirdi… Soru bu!.. Karl Marx bile -merkantilist- çağların hominidi olarak anılacak gelecekte, çünkü 21. yüzyıl insansı varlığın, insangillerin son yüzyılı, sonrasında düşsel bir karabasan içinde başkalaşmış, metamorfoza uğramış bir eARTh bekliyor bizi. Sömürü ve barbarlığın usa sığmaz versiyonunda, cesur yeni dünya!.. Kim bilir!.. Öyle çünkü, Bosna savaşında Emir Kusturica bile Sırplardan yana tavır koymuş. Hani sanat özünden dolayı ilericiydi, hümanistti, işte insanlığın, sanatın ve idelerimizin gün batımı... İnsan, diğerlerini insan olma noktasında engel görebilen bir varlık. Hiç bir şeyin, hiç bir şeyi değiştiremediğini söylemek istiyorum ben, umutsuzum ve evren gibi çelişkiler içinde olmak hakkım!.. Çelişki değil onlar, insanlığın bütün hallerini sunmak görevidir sanatın diyenler kim?..
Atlantis’de, tanıdığımız yazarların eleştirileri var, ülkemiz dışından, yabancı yazarlarında... Eleştiriler dolaylı olsa bile yazarları, sanatçıları, hatta bilim adamları ya da müzisyenleri aynaya tutarak akıp gidiyor. Tanrı, aşk, zaman ve ölümsüzlük üzerine deneme ve eleştirel metinlerde var. Bir kaç Büyükada öyküsü ve bilimkurgu şiiri de var ama parodi olarak, sevdiğimiz şiirlerin parodisi var, çeviri değil tabi, şiirin ruhu ya da müziği -ritmi- üzerine yeni bir versiyon geliştirmek, ne kadar doğru bilemem ama, müzik endüstrimiz yıllardır yapıyor bunu, gerçekte çalıntı ruhun vodvilleri gibiyse de yazında bu hoş görülebilir, çünkü yazın baştan başa versiyondur. İlyada'nın bile versiyonu vardır dünyamızda, öykünme temel alışkanlıklarından biridir yazının. Şiirdeyse, Andora diye bir şiir okudum çocukluğumda adı Sıtkı'ydı sanırım şairin, Annabel Lee’nin versiyonuydu şiir, çok sevildiği için o yıllarda, şair kendini alamamış benzeri bir şiir yazmış sanırım, yazınsal geçmişiniz yoksa, olmadığında, fabl tarzı bir statüde kalabilir bu anlayışınız, unutulur belki de… Yaşam gibi sanatta acımasızdır!.. Versiyonlar ilkinsil ve primitif örnek elbette, ama bilim kurgu şiirini deneyenler için anlayışla karşılanabilecek bir yararlanma türü... Bir yapıntıya biz öncülük edebilir miyiz düşüncesi var bilimkurgusal şiirde, geleceğimiz gerçekten 'Science Fiction' çağı olacak diye düşünüyorum, bilim kurgu yaşamımız olacağı için adlandırmalar çoğalabilir pekala...
İnsanın insana yabancılaşmadığı, çarmıhsız bir dünya özlemi sonuçta bizimki Azrailgillerin lügatlerden silindiği bir yeryüzü, kozmik bir dünya, yerellikten kurtulmuş, gerçek gökselliği amaçlayan, cezalandırıcı olmaktan sonsuzca uzaklaşabilmiş bir biyosfer, minimal söze indirgersek ceset kapitalizminin sona erdiği bir dünya... Bilimin, sanatın, teknolojik ve medyatik canavarlığın, bir ezimin olmadığı, sömürenlerin yanında yer almadığı bir dünya -karşı koymak bile bir çeşit işbirliğidir- mottosunun son soluğunu verdiği, vereceği reel, başka bir dünya... Korku imparatorluğunun, terörize edilmiş insanlığın, ölümün kutsandığı bir vandalizmin, kanibalizmin kanıksanmadığı bir dünya...
İnternet çağına yeni girmedi insanlık, her zaman vardı o, abaküste bir internetti, matematik yoksulları sömürmenin bilimsel yolu diye bir söz var, göz bağcılığın her türü baştan beri dijitaldi, İskender doğuya uygarlık götürdü safsatası bir sanalite, sanalitik bir uygarlığın sürümüdür, (Pers uygarlığı, Hint uygarlığı hiç olmamış yokmuş gibi).Ömer Hayyam, Sabbah'ın akıl hocasıydı ( bir matematikçiymiş Ömer Hayyam, hayyamda çadır demekmiş.), Nizamülmülk hançerle şehadete ermiştir, sanalitik dünyanın varlığına birer örnektir. Elbette Kolombus’da bir kaşif değildir, Eldorado peşinde koşan bir maceraperest, hayalci bir misyoner, kralın uzaktan kumanda edilen bir konkistadoruydu o...
Bizim edebiyatımıza gelince, eşsizdir bir noktada, Nazım henüz dünyada aşılabilmiş değil, bizde Farsça olanaklarıyla, Türk şiirinden üstündür gibi, geçmişin divani düşünceleriyle haşır neşir, çağdışı -gerileyimci- aydınlar var hâlâ... Fransız şiiri içinde ileri sürebilirlerdi bu tür hurafeyi, böyle derinliği olmayan belirtkeleri, var böyleleri, İrani şiir kendi içinde iyidir belki ama Fransız şiiri Türk şiirinden niçin ileride olsun. Çağın yeniliklerine bir an önce kavuşmak, uygulayım yazın da her şey değildir, yüz yıllara bakarak değerlendirme zorunluluğu vardır. Ekonomi değildir tüm sanat... Türk şiiri ya da Anadolu şiiri hiç bir şeyle kıyaslanamaz, eşsiz ve o denli güçlüdür ki Yunus türü bir şiir ve bakış açısını yineleyebilen dahi henüz görünmedi, denemiş olabilirler belki. O felsefeye şiirin ruhunu üfledi, şiiri felsefede eritti, ilk örnek onun dur yeryüzünde, Örneğin Lucretius salt anlatıcıdır, bilgi aktarır, bir orijin yaratmış olabilir ama Yunus ruh ve müzik kazandırmıştır felsefi şiire, şiir dediğimiz de budur. Şiir anlak içiyse eğer, dünyevidir ve vasattır deyim yerindeyse, Yunus uhrevi-tinsel şiirin atasıdır, büyüleyici bir ruhanilik vardır şiirinde, anlayan için elbette... Dante onun yanında azılı gerçekçi ve betimleyici bir ozan konumunda kalır. Düşsel gerçekçilikte olasıdır yazında ve vardır. Cehennemden söz etmek bir tür gerçekçiliktir verili dünyamızda. Ne ki onu dünyevi değil ruhani bir gökselliğe taşıyabilirseniz türü değişir. Bu da söz ve müzik olarak bildik sınırların dışına taşmakla olur. Betimleme yetmez. Yunus işte odur. Şiirin göklerdeki son durağı yalın ve en az sözle en çok anlam içereni, evreni tümüyle içselleştirebilenidir deyim yerindeyse, Yunus belki de odur. Sonsuzbirsaflık.
Yaşar Kemal'de eşsiz ve aşılması zor biridir, örneğin bu tür yazın erlerinin(ermişlerin) hiç okunmaması bile sorun değildir, antik çağında tüm yapıtları okunmuyor ama yerin de duruyorlar, onlar insanlığın var oluş cevherine dönüşürler. Dünya uygarlığına yazınsal anlamda katkımız küçümsenemez kısacası, nasıl diyene verecek yanıtımız var çünkü. Ama bilinmezlik gerçekte dünyamızın diğer adıdır.
Eğer Fransa, İngiltere, Almanya gibi, Fransız, İngiliz ve Alman diyecek-diyebilecek olursak, Türk demekten çekinmeyeceksek, yazın sanatımız eşsizdir. Ama uygarlığın dört ayağı var, bilim, sanat, sınai-teknoloji ve sosyo-ekonomik alt yapı; sosyal ve ekonomik bütünlüklü göstergeler. Biz ne yazık ki tek ayaklı bir sandalyeyiz, üç ayaklı sandalye bile olmazken. Yazının -sanatın- dışında varlığımız söz konusu değil ne yazık ki, geri kalmışız bu varyantlarda nedenlerini biliyoruz ama söyleyemiyoruzdur belki de… Bun dan ötürü çağdaşlaşmamız uzun zaman alacaktır, bu gerçekte bir ilahilik barındırıyor ama, öteden beri böyledir bu, tüm gücünüzü bir şeye verirseniz o konuda başat olmanız kolaylaşır, yazınımız son derece etkilidir, evrenseldir ve ama batı uygarlık bayrağını eline geçirebildikten beri bize yazınsal beceriler kaldı ne yazık ki... Zamanla değişecek, her şeyin sonu yaklaşıyor ve uygarlıklar kendi içine çökme gibi bir kozmik bir yasanın ürünüdür, süpernovalar gibi. Belki anakronik bir tutum ama sanat doğuya bırakılmıştır, bilim batının tekelindedir bugün. Medya ise ultrasonik biçimde batının elindedir. Bayrak değiştirme zorunluluğu vardır ama ne yazık ki…
… Atlantis genelde eleştiri ağırlıklı, Büyükada öyküleri, bilimkurgusal şiir denemeler var demiştim, yadırganmamalı, hepsi bir bütün diye düşünüyorum, türler diğerleri gibi bir tavır geliştirmeye çalışmaktır sonuçta, insanın her sözü pozitiv-negativ bir eleştiridir gerçekte, öykü, roman, şiir tümü eleştiridir sonuç olarak, dolayımla olsa bile... Harp ve Sulh eleştirel bir yapıttır. Don Kişot batı dünyasının ilk eleştirisidir, roman aracılığıyla, bir fabldir gerçekte ve bir ilktir biliyorsunuz. Sonuçta her kitap bir eleştiridir. Kapalı ya da gizil bir yola başvurmadan yaparsınız, biz adını koyarız yalnızca. Kutsal kitaplar yeryüzünün ve göksel olanın baştan sona bir eleştirisidir gerçekte… Atlantis hacimli bir kitap, yorucudur düşüncesi yanlış bir kanıdır, kısa parçalarında yer alabildiği, oluşturduğu bir kitap bu, bir roman gibi bütün değil, her sayfası ayrı bir bakış açısı, çelişkilerle dolu bir düşünceler kumpanyası!.. Bir oturuşta okunacak ya da roman gibi bütünlüğü kaçırılmadan bitirmek gerekir gibi zorlamalar yok. Baş ucunda ara sıra dönüp baktığın, okuduğun ya da kullandığın bir müsekkin gibidir bu tür kitap, ema yani, gereksinim duydukça kullanılabilecek bir dünyevi betik... Oku diye başlıyor insanlık, çünkü önce söz vardı!.. Bütün kitaplar aynıdır dünyada, okumaktan hoşlanırsınız ya da sıkıcı gelebilirler, gerçekte okur kendini okur çünkü... Kendini bulabileceği kitabı okur. Ara sıra başka dünyaları ziyaret etmek bir sonraki aşamadır. Okumanın son aşaması da hangi kitabı okuyacağını bilmek ya da okuması gerektiğini anlamaktır. Çünkü; Ars longa vita brevis.
Sanat uzun hayat kısa!..
Ama; Huş ağacı küspesi kullandık, selülozu nanofibrillere ayırdık ve sert bir yapı iskelesine hizaladık. Aynı zamanda, selülozik ağa yumuşak ve enerji harcayan bir örümcek ipek yapışkan matrisi ile sızdık. İyi değiliz biz, şu tümce gelmiş geçmiş tüm önermelerimizden daha değerlidir belki de, çünkü plastisite dünyamız ve naylon ruhlarımız için bir çözümü anlatıyormuş!..
















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder