24 Ağustos 2019 Cumartesi

AYNA





Gördüm...
Orada, Şam yolunda gözleri kör olan Saul'ü gördüm.
Karşı koymanın işbirliği olduğunu.
Orada Dede Korkut mezarlığını
Orada, Orhun'un anıtlarını gördüm.
Su sıçanı çığlık attı, İblis kuşu gene çınladı işte
Orada Vatikan'ı, Kudüs'te ağlayanı
Orada Filist denizini
En büyük günahkâr hiç bir şey yapmayandır diyeni
Yuşa'yı gördüm.
Orada putperest heykelimiz Kabe'yi gördüm.
Orada geçip giden zamanları, yinelemeyi gördüm.
Orada akıp giden tarihi gördüm
İnsan mezarlarını, sararmış kemikleri ve bin bir çeşit kemirgeni
Çıyanları, kurtları, kırk ayakları ve solucanı
Orada kafataslarının içindeki, ceylanı gördüm
Orada çalılıklar arasında çiftleşenleri, ölümden iğrenenleri
Bebek eti yiyenleri ve gözleri görmeyenleri gördüm.
Orada katıksız soyutlama, linç ve illüzyon, sonsuz manipülasyonları gördüm
Orada, merkantif cehennemin basamaklarını, Zirkon gezegenini
Mormonların dilini, Silikon vadisini gördüm.
Orada Kezban'ın sol göğsünü eriten kanseri gördüm
Meşhed çobanlarını gördüm orada, Nagazaki kurbanlarını,
Hiroşima mutantlarını...
Barış için savaş çığlığı atanları, boşluğa bakanları
Yalvarılar içindeki şeytanla, meleklerin melekutunu gördüm.
Orada imansız dindarları, cinsiyetsiz yurtları,
Sevgi Bakanlığı'nı gördüm.
Orada Anti Dühring okuyanları
Hitayları, Akatları, Peru'yu,
Orada Quetzalcoatl'ı gördüm.
Orada Chomsky'yi, Harari'yi, Che'yi
Babasız İsa'yla, Meryem'i gördüm.
Orada Adorno'nun 'Söz Ne İşe Yarar'ını gördüm.
Orada Puvatya'yı, orada Katharlar'ı, Isfahan'ı
Orada Tanrı bolluktur, yaşam boşluktur diyenleri,
Orada Mevlana sevenleri, Yemen'e gidenleri gördüm.
Orada Gazali'yi orada Suhreverdi'yi, Kum kentinden dönenleri gördüm.
Gökyüzünde uçanları, Halep'e inenleri,
Mollaları, papayı, zangoçlar ve havraları
Orada alevle tutuşan medreseleri gördüm.
Orada hatim indiren, çölü geçeni, bataklıkta yüzenler ve borç içinde gezeni gördüm.
Orada Şiraz'ı, orada Hafız'ı, ikonoplastları, palimsestleri, direkçi Simonları gördüm.
Orada topalı gördüm, inmeliyi gördüm.
Orada vebayı, sarayı, sarı humma ve kuduzu gördüm
Orada şirk soyundan gelenleri; bir peçeyi beğenenleri
Orada cihat yolunda kazananları, haçlılardan ağlayanları, 'Ağlama Duvarı'nda yas tutanları
Orada öbür dünyayı bekleyenleri, kederle, kahırla gelip geçenleri gördüm.
Orada O'nu, konuşan hayvanı,
Orada insanı,
Orada kendimi gördüm.


***


FÜRUĞZAD
(Parodi)
Şiir nedir diyorsun?..
Mavi kanatlarınla gözlerime bakarken...
Şiir nedir diye soracak mıydın sen?..
Canımın canı içindeyken.
Ey gecelerin yasemeni, aşk bahçelerinin gülü
Şiir nedir biliyor musun?..
Yalnız ve yalnızca sen...






















15 Ağustos 2019 Perşembe

MEHMET SİYAHKALEM

ADI MEÇHUL
‘Siyah Kalem’
Che Guevara, Küba’dan ayrılırken, Celia’ya yazdığı mektupta; ‘Artık Rozinante’ın sırtına atlayıp bir kez daha uzaklara (devrimlere) açılma zamanı geldi’ gibi bir deyi kullanır. Bir çoğumuzu etkileyen bu çağdaş mit aynı zamanda ona özenen-öykünen pek çok yeryüzü insanı yarattı. İşte ironikde olsa bende İstiklal Caddesi’nde Rozinante gibi sıska atımın (ayaklarım) üstünde Guevara denli mağrur değilse de, bir şehir Robensonu gibi hodbin ve de meccani sağa sola yalpalarken; beni asıl bedbinleştiren, yaz boyunca azar azar çoğalarak yakıcılığını ta boğazıma kadar sürdürüp, yaşamımı berbat eden tinsel doyum gereksinirliği,‘ekinsel açlığın’ ruhumda açtığı yaraları onarmaya çabalıyordum ki; Galatasaray’ı geçer geçmez Kâzım Taşkent Sanat Galerisi’ne doğru süzüldüğümde, Barthelmy Diaz kulağıma, sanki ‘Ümit Burnu’na varmışta, derdime bir umar bulunmuş gibi ‘kara göründü’ diye haykırdı!.. Ve sonunda görsel ve tinsel açlığımın son sınırına gelip doyum sürecinin başladığını anladım!..
Söz konusu görüntü bir sergi duyurusuydu ve (11 Eylül-20 Ekim 2004 arasında) ‘Ben Mehmed Siyah Kalem, İnsanlar ve Cinlerin Ustası’ başlığıyla sunulan bir minyatür (resim) sergisiydi. Resimleri; Doğu ve Batı dünyasında efsane haline gelmiş, kimliği üzerindeki tartışmalar bütün canlılığıyla sürmekte olan Siyah Kalem’e ait bu resimler ilk kez izleyenlerin karşısına çıkıyormuş.
Söylenecek çok şey var ama belleğin esirgediklerinden söz edebiliriz ancak... Bir kere galeriye girer girmez bir çarpınçla kendimden geçtiğimi söyleyebilirim, çünkü izleyici için bilinçle düzenlenmiş mekân, öyle dolambaçlı ki insan yolunu yitirmekten korkuyor. Doğunun karanlık ve gizemli katmanlarında ürküntüyle yol alırken, kırpışan yıldızların bir an için ifritleri ve çaşıtları aydınlatan karanlığında başına bir şey gelmeden dehlizleri geçerek; ama hayran olduğu resimleri de görmeden edemeyerek, bir ikilem içinde, ezoterik-fantastik duygulanımlarla sürüklenip, içine girdiği bir labirentin karaltısında ortaya çıkan cellâdımsı, tuhaf görüntüye kendini gerçekten teslim etmeye hazırlanırken, bu köşesinde büzülmüş, yürek durduran ‘ecinninin’ gerçekte tamda serginin ve bir anlamda izleyicinin de varlığından sorumlu ve sandalyesine oturarak sadakatle görevini yerine getiren bir güvenlik görevlisi olduğunu anlıyorsunuz.
‘Güvenilir bir güvensizlikte’ üst kata çıkarken, gülümsemek istiyorsunuz ama devasa minyatürlerin sergilenme ciddiyeti ile sizin anlayışınız arasındaki tinsel bağın hayranlık ile şaşkınlık arasındaki gel-giti bunu sizden alıkoyuyor. Üst bölümde de aynı güzellik ve görkünçlükte minyatürler (digital kopyalar) sizi sarıp sarmalayarak içinde bulunduğunuz dünyadan koparırken, asılmış levhalar bir o kadar ortama denk ve konuyu açımlayıcı bilgiler içeriyor.
Öncelikle doğuda (bizde); Bozkırların Asyası’nda da, olağanüstü biçimde sanatın yeşerdiğini, her yörenin sanatının kendine özgü olmakla biricikliğini asal saymak gerektiğini, ekinsel hegomonyanın yapay, diğer bir deyişle sanal bir yaklaşımdan öteye gidemeyeceğini düşünürken; Mehmed Siyah Kalem’in Topkapı Sarayı’ndan ilk kez ruloları alınarak 1910 yılında Münih’teki bir sergide Max van Berchem’in girişimiyle dünyaya tanıtıldığını öğrenince, gene de hayıflanmaktan kendinizi alamıyorsunuz.
Düşünün ki o tarihlerde bir başka Alman Heinrich Schliemann Anadolu’nun yurdunu savunurken ölen ilk kahramanı Troyalı Hector’un yaşadığı yörede kazı yapıyor, yöresel, arkaik ve eşsiz ne kadar buluntu varsa hepsini kendi ülkesi Almanya’ya taşıyordu. O zaman sözünü ettiğiniz düşünceyi de, bir kez daha gözden geçirmek zorunda kalıyordunuz.
Yaşadığı yerkürede, geçmişin kalıtına sahip çıkma-çıkamama gibi bir sorunu var doğunun, bu durum yalnız geri kalmışlıkla açıklanamayacağı gibi, egemen güçlerin tutumunun da bu vandalizme katkısı olduğu kadar; yaşam felsefesinin, dinsel fatalizmin yeryüzü yaşamını göz ardı eden ilkeleri (mantalitesi) ve en küçük ünitelere dek sokulan kişiden kişiye ve topluma, toplumdan topluma; ve kişiye yönelik eğreti ve düşmanca tutum diğer sorunlarla birlikte ekin olgusunu da sahip olamama, üretememe (çağın gerisine kayma) ve değerlendirememe gibi belirtilerle baş başa bırakıyor... Örneğin bizim Zeus Sunağı Berlin’de (ya Kersepteles’in tacı!), Afganistan geçen yıllarda Budist Tapınağı’nı kendisi yıktı, ‘Büyük Birader’ Washington, Irak’ta Ulusal Müze’yi yerle bir etti evet ama halkta müzeyi yağmalayarak bu duruma katkıda bulundu. Sizin zaaflarınız varsa düşman göklerden bile gelebilir. Aynı şeyi örneğin Japonya’da gerçekleştiremezsiniz, çünkü onların bu konuda ekinsel bilince sahip ‘Kamikaze’ bir toplum olduğu söylenegelmektedir.
Gene de sergide büyük bir mutluluk içinde dolaşırken, Ortaçağın sonlarında yaşayan Flaman ressam Hieronymus Bosch’un, Mehmed Siyah Kalem’den sonra yaşadığını, yaşamış olabileceğini (minyatürlerde şamanist, budist, Çin, Uygur öğelerinin yer aldığı ve yaşadığı dönemin -belki- Fatih’le ancak çağdaş olabileceği savlanıyor) düşünerek bir erinç duydum. (Tarih uyumlar yasasını kurgulamaktır bir ölçüde!.. Bunu egemen-emperyal olanın tavrında açıkça görebiliriz).
Çünkü Bosch’un resimleri ve düşgücü Siyah Kalem’inkiyle benzerlikler gösteriyordu (farkları ise Bosch’ta biçimler dehşet vericiyken, Siyah Kalem’in özellikle biçemi dehşet vericiydi.), hatta ortaçağın kimi ressamları Brueghel veya çok sonraki Füssli bile sanki ressamımızdan etkilenmişe benziyorlardı. Öyle olsa da olmasa da bu tip resmin öncüsü en azından Siyah Kalem olmalıydı.
Sergide büyütülmüş minyatürler çok etkileyici olmakla birlikte, gerçek boyutlarıyla karşılaşınca düş kırıklığı yaratabilir; ama düşününki Mona Lisa bile kitaplarda neredeyse gerçek boyutlarından daha büyük sunuluyor bize, çünkü Louvre Müzesi’ndeki Mona Lisa aslında büyütülmüş bir vesikalık fotoğraf kadarmış. Ne ki; resim sanatında beğeniye ilişkin ‘küçüldükçe becerinin yükseldiği’ gibi belki de gizlenmiş bir kural vardır.
Siyah Kalem’in minyatürlerinde mistik bir dünyada yaşayan toplumlara özgü karabasan, ürkünün, dehşetin ve görünmeyen bir ‘Vahşi’nin egemenliğinde sürüp giden bir yaşamın havası solunuyor. Bunun nedeni Asyatik yaşam tarzı diyebiliriz, sosyal güvencenin (lonca anlayışı) yüzyıllarca geliştirilemediği, site (şehir) devletlerinin doğuya özgü bir despotizmden ve tiranlardan geçilmediği, kervanların (ticaret mekanizması) yaratana havale edildiği, bozkırın, çölün uçsuz bucaksızlığındaki serapta, devlerin, hinlerin, cinlerin (Hindu ve Çini) icat edildiği, varlığın-yokluğun iki dudak arasında olup bittiği, topraktan gelenin, toprağa gittiği, herkesin ve her şeyin eni sonu hiçlendiği bir yaşam düşünün... İşte Siyah Kalem bütün bu hay huyun ve tanrının kılıcının -yalnız- hükümdarlarda parıldadığı yüzyılların ortasında son derece gerçekçi ve dürüst bir yaklaşımı, bir o kadar us dışı ve sürreel bir anlayışla rulolara geçirmiş.
Toplumcu sanatı, sosyal gerçekçiliği, gerçekleri olduğu gibi aktarmak ve onu herkesin anlayacağı bir dille göstermek olduğunda ısrar edenler için, Siyah Kalem’in resimleri dilerim iyi bir örnek olur. Olağan dille, tuvaldeki realizmle elbette sanat yapılır, bu bir bakış açısıdır, ama bunun dışındaki örneğin fantastik bir dil ya da görüngüyü toplumculuktan uzak saymak, sakıncalı bir yetersizlikten öte bir şey değil. Bu nedenle Siyah Kalem çağının en büyük sosyal gerçekçisi, toplumcu ve dürüst bir aydını ve zamanına ayna tutan bugün hayranlıkla izlediğimiz kült bir ressamıydı sanırım...
“Şamanın büyüsü, keşişin duası, dervişin asası, ilahi gücün esirgeyen kanatları, Aryanın dili, Asya’nın kalbi, Kalenderiler, Budist hacılar, Fergana vadisi, zorlu coğrafyanın kıstağında mayalanan Adem ruhu, diyar-ı Herat, iyiyle kötünün karmaşası, şarkılarla yün eğirmenin kaotik şatafatı; işlerin değirmeni, tutsak olanın minneti (cinneti mi demeli), gölgelerin cenneti arasında salınan, kör kuyularda ağarmış cevahirin parlattığı, adı üstünde Siyah Kalem, atların ve atalarının coğrafyasında; donup kalmış resimler...”
Sergideki açıklayıcı metin diyor ki;
“Güneşin doğduğu topraklarda yaşadım. Asya haritasını tutuşturan hükümdarların savaşlarını gördüm. İnsanlar ve cinlerle aynı yazgıyı paylaştım. Adımı, çağımı ve kimliğimi belleğin ihanetine teslim eden zaman, hep hayatımın üzerinde sürüdü saltanatını. Yalnızca resimlerim başkaldırdı bu mutlak dünya yasasına. Ürkütücü, çekici ya da şaşırtıcı olmadan, yalnızca insana ait hayatın izini sürdüm İpek Yolu boyunca. Onlara dikkatle bakın, yaşarken unuttuklarınız, size kendilerini hatırlatacaklardır.”
Bir kez daha belirtelim ki, Siyah Kalem’in yaşadığı çağa ilişkin bugün tam bir görüş birliği yokmuş, resimlerini Türk, İran, Çin ve Moğol etkisinin kesiştiği, Altınordu, Özbek Hanlığıyla, Türkistan topraklarında yaptığı kabul ediliyormuş. Resimlerin bulunduğu rulonun bir bölümü yitmişse de, kalanlar Fatih ve Yavuz Selim döneminde Topkapı Sarayı’na getirilmiş. Sonuçta; kimliği, çağı ve yaşadığı toprakları tarihin sildiği, gizemli bir sanatçıyla karşı karşıyayız. Tam doğu mistisizmine uyan bir görüngü...
Bütün ağıtlar, ne gariptir ki sanatın en güzel, en soylu dalı olan şiirden çıkmıştır. Yaşamın parçalayıcı ırasının pençesinden kurtulup, esin tanrılarıyla dost olabilmiş, tarihin bu adsız cengaverini bir şiirle uğurlarken, sayalım ki onun kaotik yaşamı adına ve resimleri için yakılan bir ağıt olsun. “Hüthüt kuşunun dibinde borusunu öttürüyor İsrafil / Üflüyor rüzgarı da, Thika’nın ateş ağaçlarına doğru / Kenan yurdu Ahdi Atik ve Tekvin’e bölünmüş orda / -ayırıp da kasığını- oturuyor. / Ham, Sam ve Yafet paralıyorlar kendini / ataları Nuh’a lanet yağdırıp / döküyor bir leğenden / içiyorlar irini. / Karısı; Sara ve Hebron yöresini takas ediyor / -bir başka kavim- ötede, / sığınıp pazar yerine / tozlu bir Kuran’ıda kucaklayıp / Gazza, Askod, Aşkelon, Gat ve Ekron’u sayarak / boynunda gümüş, Beyta’nın evlerini yakıyorlar. / Araf! Ayn Hil kampı toz oluyor karanlıkta / büyüyor gagasındaki kin, / -ışıktan kılıç- / Ve Salang tünelinde bitiyor büyük çekilme / ve bir toplanıp bir parçalanıyor gene Nil!.. / Araf; Son değil! / Orada; / Tavus tüylü, kartal gözlü melikeye soruyorlar gene de / bu tarih öncesi bitmeyecek mi!..”
Yüzyıllar gelip geçiyor ama; ‘Siyah Kalem’ gene de sizi Kâzım Taşkent Sanat Galerisi’nde bekliyor…

*
ATLANTİS / Ulus Fatih / CİNİUS YAYINLARI / Eleştiri / 919 Sahife