25 Mart 2010 Perşembe

FATİH DİVANI



MAHZUN

''Arap tarihini yazan bazı kâhinler, bir tarihte Cidde'de bir koyunun konuşacağını yazdılar. Çin tarihinin kâhinleri, Pekin'de, dört gözlü bebeğin doğacağını yazdılar. İsrailoğulları'nın kâhiniyse, günün birinde; Hayfa'da bir kurdun şiir okuyacağını, sonra da kusacağını yazmışlardı.''

Bir zamanlar, güneşin doğduğu  yerde, belki Eleşkirt, belki Erbil’de, bereketli hilâlden gizil bir yurtluk, bir cihan toprağında; Geceleri mehtabın yükseldiği, yıldızlara doyurulmuş dağların arasında; Kendince akan pınarların, servilerin, kavakların; Acem kılıcı kaşların, hançer kıvrımı kirpiklerin süslediği, ceylan bakışlı gözlerin nazar eylediği, kızıl ışıklar saçan, bulutları buğular yayan ulu bir konakta; Avlusu iman sümbülleriyle dolu, baygın reyhanlardan görünmez yolu, İrem güllerinden kokulu; nice odalardan birinde, Mahzun adında bir köle yaşarmış.
O zamanlar Tanrı, aydınlığı karanlıktan ayıran, ışığın yüzü, Harun-ür Reşit’de her iki cihanın, eşi bulunmaz bir cihangiriymiş. Kinayeli öngörüler nedimi bir sufi, dildar mesellerin vakanüvisi Eba Müslim-el Veli kaleme alırmış bu sözleri…
Mahzun, Moritanya’dan mı, Kordofan’dan mı; balta girmemiş ormanlardan, susuzluktan kavrulan çöllerden mi bilinmez; güneşin hiç batmadığı, karanlığın hiç gitmediği bir toprağın vatanındanmış. Öyle aç, öyle susuz bir dünyanın gurebasındanmış ki, ne anası, ne de babası varmış. Dağın, taşın, uçan kuşun, ıssız geçitlerle, haramilerin boyundan; şişeden cin çıkaran Ali Babalar’la, berduşların; düşmüşlerle, eşkıyaların soyundanmış.
Ah ki o zamanlar, Dünyazat’la, Şehrazat’tan güzelliğini almış, bir zülf-i yar için bağışlanmış Bağdat’da; Bir diyarlar diyarı, şehirler şehrinin anasındanmış ve sürçü lisan etmeyelim ki, Harun’da, gün batınca kapısına kilit vurulan, surlarının gölgesinde aşka durulan bu şehriyarın, halifeler halifesi bir hükümdarındanmış.
Gelgelelim adını her zikredenin ağızlarını yakan, bir bakışta mil çekilmişçesine gözlerini kavuran bu Abbasi Sultanı'nın sarayındaki köleler, halayıklar; sakilerle, sabiler, muhafız ve hasekiler tüm Bağdat’ın nüfusundan da çok imiş. Ama o yine de sih'r içinde ‘Binbir Gece’, ayağı halkalı bir köle, ilahi gövdesinin gereksinimlerini dindirecek cariye, büyülü bir kuşbaz, düzenbaz, gözbağcı bir hokkabaz arar imiş.
İşte Mahzun’da bunlardan biri olacakmış ki, Nil Suyu civarında bir gece yarısı, mahdumu olduğu bir kervanın peşinde, ayın yoldaşlığında dolaşırken, toz fırtınasından zayi mola sırasında, yazgısını paylaştığı Faris adlı candaşıyla, İbni Hakan'ın -cenbiyeli muhafızlarınca yakalanıp- dillere destan sarayına götürülesiymiş!..

Anlatının burası pek sakıncalı, serap gibi düş karıştırıcıymış. Mahzun ve Faris tam menzile varıp, ey yaşam; işte kölelerin kölesi olduk, belki de dünya-ahret kurtulduk diye mesrur olacakken, şeytana uyup yine kaçasılarmış ve öyle bilisiz, öyle bir ehliyetsizlik içindeymiş ki bu iki arkadaş, nereye doğru kaçtıklarını bile bilemezlermiş; yağışlarla beslenmiş timsahlı sulara; Ramses ırmağına mı, cennet mevsimlerine inat, Eden Bahçeleri'ne nispet, cirit atan Anadolu toprağına mı, Dofar ya da Bağdat tarafına mı, Şam ilinden, Halep-Sur yollarına mı, bir türlü karar veremezlermiş.
Mahzun ve Faris pare pare olursan, sonunda görünmez olursun darb-ı meselince, yollarını ikiye ayırasılarmış. Mahzun bilisizce (öykümüzün başında olduğu gibi), Eleşkirt'teki konağa varmış, binlerce büyük baş hayvan, dağların, ovaların, ırmakların efendisi, Mazdek Ağa diye bir tımar sahibinin, malsız, mülksüz marabası; Faris’te nasılsa oralarda, bir yol geçen hanının, üç kaşlı eşkıyasına kul olasıymış.

Mahzun bu yeni yurtlağında, zamanla balta girmemiş ormanların tinini, çayırların yeliyle birleştiresi, saf bilisizlikten, sonsuz boşlukların bilgeliğine eresi, 'Ezel Nakkaşı'nı güz dilinden anlayarak, yakıcı vesveseden kurtulası ve pek çok ağıt, mersiye, risale, kaside, gazelle, naat ve methiyeler üretesiymiş... Düş kitabında; dünya gailesine zihin yorası, cehalet denizinden, sefalet çöllerine savrulası, bin bir düşüncelere kavuşası ve bellek defterine olan-biteni kopyalayasıymış.
(Mahzun, konakta Arabi yazıyı sökmüş, cumbalar arasından kumru ötüşlerini ayırt etmiş, hangi halayıkların sesi Kurani’dir bilmiş ve envai çeşit bülbül ötüşünün, hangisinin Cezayir’den, hangisinin Adalar’dan ya da Boğaziçi’nden şakıdığını anlar olmuştu!.. Ama bir de her şeyleri unutup, hay huyla ve zamanın hızıyla geçen şu yaşamında; dünya ahret gönül verdiği, karşılıksız sevdiği bir halayık varmış ki; aşkla döktürdüğü, yürek burkan nice gazeller yazmıştır ona....)

İşte Bir Sungu; 
''Ey Rabia... Sen rabbimin lütfu, göz alıcı bir süsü, gönül bağlarının ele geçmez bir gülüsün.
Senin bakışın görmeyen gözleri açıyor; dokunuşun canlara can, dillerin dermansızlara dermandır.
Sen sevenlerin maşuğu, sevilenlerin aşığısın.
Sen dünya ahretliğinden bir can, muhtaçlara, zayıflara canan, günahla taşından toprağından geçtiğimiz, suyundan içtiğimiz şu aleme, şanlar-şerefler bağışlayansın.
Karşılıksız sevene kalbini açan; yaralı ruhlara şifa ve seçilmişlerden bir zişansın...
Rabbimin gözdesi sensin. Senin salınışın yeri titretiyor. Bakışların kalpleri eritiyor.
Senin geçtiğin yollar, ağaçlar, dallar; huşuyla önünde eğiliyor.
Sen kullar arasında yürüyen, adı rağm olmuş, yeryüzü insanlarının kalbinden geçensin...
Düşler timsali, gönül çağlarının, kalp evlerinin kapısından süzülen, hanlar hanı bir cihanın nihanısın sen.
Sen cennetin tubası, bahtsızların duası, küsmüşlerin figanısın.
Kalbin bütün n'isyanların kalbidir.
Onlar ki sana emanet.
Her kim sana sığınacak, mahzunları, masumları elest aleminin bu bal gözlü, bereketli sultanı koruyacaktır.
Senin kalbin, yalnız ruhların evidir.
Senin ruhun, yalnız kalplerin tesellisidir.
Sen rabbimin müjdesisin. Üzülmüşlerin Kâbe'sisin. Meleklerin cariyesi, o güzel ayetlerin bildirenisin.
Onları gümüşlerden alımlı, zambaklardan çalımlı, kuş seslerinin hanı duyumlar evine; O fısıldıyor.
Sen çilelerimizi kucaklayan, sevinçlerimize kanat geren, umutlarımıza yol gösterensin...
Rabbim seni imtihan ediyor. Güzelliğin acılarıyla sigaya çekiyor.
Sen müjdelenensin, yürüdüğün yollara güller serpilecek ve O seni kullarına, haberci tayin edecektir.
Sen sabredensin.
Ey güzellikte eşi bulunmayan.
Gülüşleri şifa dağıtan.
Ey periler divanı. Canlar alıp, canlar sunan.
Ezelin ebedi, bir gül-ü gonca...
Armağanlar armağanı, Mahzun'un sühanı,
Sultanlar sultanı,
Rabia...''

Derç edip, başkaca merak edenler vardır bu deruni köleyi, bu çılgın hergeleyi, imrenti ve kindarlıkla gözleyenler, ibretle yolunu bekleyenler olur deyu; elbette kanaat rehberine düştüğü tarikte vardır diyerek ve işte gerçekte, ötüşen tropik bir kuştur o deyu, bir demet akil-baliğ, bir tutam mücevher sunulur, bereket ve misk-ü amber niyetine, bir dirhemde olsa akıtılır, adı Mahzun olanın katmerli dünyasından…
‘‘Esirgeyen, bağışlayan rabbimin adıyladır. Hayy olana... Göklere ve sessizliğe iman ederim. Zambak boyunlu kızla, efendinin buyruklarına boyun eğerim... Keşişler, dervişler sevgilim oldu. Vaatleri Vaat Edenlerin Vaadiyim. Bilirim ki; Dünya boşluk üzerine kurulmuş, büyük bir boşluktur... Bilgelik edinilebilir mi? Reşit'in çalar saati ‘Digito ergo sum’ a çoktan geçmişti.

Cem olan, dijifreniydi!.. Ve engin gün batımlarının Fas Sultanı'da çalar saat istemişti. Tanrı’nın gözlerini göremeyiz ama; O bizleri görüyor!.. Sultan el Malik üz Zahir El Bundukdari bir gün dedi ki; 'Şu dünya belki de, başka bir dünyanın cehennemidir...'. Sanat, gerçekte sanat değildir. 'Karmatiyiz, Karmatisin, Karmati!..' Fizan ne işe yarar ki... İmla imleri, bir kaosun notaları değil mi?.. Fırtınanın gözüne bakabilmeliyiz!.. Sonsuz kumların sayısı nedir? İsa'ni ve insaniyiz...
Sabah köpüklü dalgalar yüzünü karaya döndü, geceleyin ay çıktı ve deniz söndü.
Ekron ilâhı Baalzevuv ne idi? Güzel dizlikli Akhalar savaşçıl idi! Babil'in Asma Bahçesi, Asurlu Sanherib'indir!.. Sultan Sencer, Alamut kalesini kuşatmaktan neden vazgeçti!.. Onlar ki hançerle öldürendir!.. O,  'Biz üzüm kanı içeriz, sense insan kanı / İnsaf et, hangimiz zulümdar, hangimizin masum canı' beytini vermiş ve Sabbah ‘Eyleme dönüşmeyen arzu, ölümcül bir sayrılıktır’ demişti. 

İşte gelecekteki, peykani levhanın, El Yazması kodeksi; 'Fatih, Vadisseyl savaşını yitirir mi, Avusturya-Macaristan arşidükü şaşırır mı, İlteriş Kağan ortaya çıkar, Küfî yazı mürekkebi kurutur mu... İblis bu dünyanın Hakan'ı olacaktır. İçtihat ve fıkıh ilmi bizdendir. Tus, Keykavus'u barındırdı!.. Rey'in, reyi olmadı ama; Alamutlu elini kaldırdığı an, fedailer kendini uçuruma bırakırdı.

Dünyanın örfü budur!..'

Rab olan şiiri aradı; insan-ı kâmili yarattı. İnsan-ı kâmil şiiri aradı; Rab olanı yarattı. Çağlar geçti... Nedir Peştuca'nın gizi?.. 
'El Cezeri, büyük yeteneği ile önceleri hiç bir akım kullanmadan, hiç bir yardım almadan, otomatlar, mekanik parçalar yapmış bir dehhaniydi. Romalı öyle büyüktü ki, ateşli silah olmadan, semada kurşun görmeden; Kudüs'ü dize getirmiş ve İkizler'e yeni utkular vaat etmişti'. Ey Vedûd'u, ey Mecid'i, kader mührü kapalı, çaprazi bir eseme bu!.. 
(Hayyam'ın, Pascal üçgeni der ki; En büyük heykeltıraş Tanrı'dır, biz sonsuz güzellikte Havva çocuklarıyız; Ne ki, iki paralel doğru gibi, erdem ve ifrit sonsuzlukta birleşir, belki de Şeytan, Tanrı'nın kötü yanı ve kaprisleridir. Günah ve masumiyet bizimdir ama, 'Yüce Olan'ın terazisi göklerdedir. Ulysses, diyesim Uluses bir sözlüktür. İnsan, sair hayvanat gibi münferiden yaşamayıp bast-ı bi zatı medeniye ile yek diğerine muavenet ve müşarekete muhtaç olduğundan, akıl hanelerinde adil bir nizamdan haleldar olması için bir takım kavanin-i müeyyide-i şer'iyeye muhtaç olur. Saltık susku erdemin doruğudur...)

İşte Rufai'nin Lubiyat'ı; Binbir yüzlü El Gûhel, gecelerin cini ve çöllerin kumu, bizi sıcak tutsa da, çağlar boyu ikon para birimi Bitcoin'i tanısa da; Adem Oğlu yine 'Kanatlarına Sığınacak' ve yine 'Kendi Bütününün Bir Parçası' olacaktır. Bugün insanlık birbirinin kölesidir!.. Alem için, gerçek olan arayıştır. Arayışın ruhunu yakalayamayan, özgür olamaz. Cennet bir kusurluluk, dahası bir kusurdur. 'İrem Bağı' arayışın özüdür ve ‘Kendisi’ olmalıdır. Yaşadığımız dünya, kalabalıklar ve katmanlaşma, Havva'dan doğanı, köleye ve sürüye dönüştürdü… Yeni ülküler ve yeni düşlerin olmayışı insanlığı dermansız dertlere koyacaktır; Onulmaz sayrılıklara bulayacaktır.
Zincirleme çemberler içindeyiz, tüm gailelerimizin devasını bulsak, tüm gereksinimlerimizi gidersek de; Demir zırhın içindeki insan; Sayrı bir insandır. Ve o 'Demir Kafes', dünyadır!..
Vaazlarla yücelten o ki; Musullu İshak-ül Nedim, ta oralardan Mazdek’in toprağına geldi; öyle bir Kuran okuyor ki, kıraat sırasında odalar kumru sesleriyle doluyor, uzak diyarlardan duymaz denilen bizonların, çığlıkları duyuluyor. Tinlerimiz huşu ile göklere savruluyor ve ey inananlar, kuşlar kurtlar mest oluyor ki; İşte o an; O buyurmuştur; 'İnanın!..'

Yeni bir ülkü, bir düş, bir gelecek, bir arayış, bir ufuk ve bir demet umuttur bizleri ayakta tutan… Sayrı bir düzlemde, sapkın düşlerin esiriyiz. Yeryüzündeki her tür yaşam biçimi, her tür dalgasız deniz, bizleri nevrozlu olmaktan sağaltamaz!.. Arayış zamanın gizidir; bizi yaşama bağlayan tutku, ruhlara sinen cevher bulutu işte bu!.. Saksağan otu, su sumağı, deniz börülcesi ve şeytan minaresi yenir mi? Varsıllıklar, kafesine kıvrılandır. O da tutsak; O da esir!.. Defneleri koklayamadığımızda, dünya ahretinin köleleriyiz!.. Meyvesi insan olan ve altın bakışlı kuştan başka dünyalar var mıdır?.. Tanrı’nın, Tanrı olduğunu kim bilebilir? Bedenimin ülkesi dokunulmaz olmalıydı ve yine de diyorum ki onlara; Bedenlerimizi ele geçirebilirsiniz ama 'Ruhlarımızı' asla!..’’
...

(Faris, bir zamanlar yaşanmış bir olay yüzünden Mahzun’a minnet borçluydu. Bir gün Sudan civarından Mısır ırmağına doğru giderken, kervanın hız aldığı bir sıra, çöl rüzgârında sarası tutmuş, kervancı başı, tam Ticaniler gibi prangasını söküp yüzüstü bırakacakken, Mahzun onu sırtına alarak ölümden kurtarmıştı. Gecenin ifritinde, bir zaman yol almış ve bir vahada, o güne dek tek bir yaratık görmeyen; ağaçlarla alay eden ve sürekli parmaklarını sayan bir kabileye varmışlardı!.. )

Mahzun konakta yıllarını geçiriyor, giderek aydınlanıyor, içi içine sığmadığı günlerde; Benliğinin eridiği gecelerde, derin bir elemle, dünyanın alabildiğine erdemden uzak, korkunç bir makine, kan suyuyla çalışır, vahşi bir mekanizma olduğuna inanıyordu. Çağatayca bilmenin, alizeler görmenin, bir tür umarsızlık olduğunu düşünüyordu. Bir gece çektiği ıstıraplar, ruhunu pare pare eden yaralar, dayanılmaz bir  hal alıp tüm benliğini kaplayınca; kafesinden bir an bile dışarı çıkamadan, yaşamın tevlit ettiği acılar katlanılmaz olunca; Bilgeliğin yüceliğini, köleliğin alçaklığına yeğ tutmayı bırakmış ve konakta canlı namına ne varsa; hepsini can kafesinden ayırmış, deyim yerindeyse boğazından budamış, gırtlağının tadına bakmıştı.
Yalnızca beyaz bir ata kıyamamıştı!..
Nasıl bir dünya idi ki bu, eli bile titrememiş, gecede tek bir çığlık bile duyulmamış, canhıraş tek bir feryat bile sessizliğe karışmamıştı.
Mahzun büyük sırrıyla, gecenin sessizliğinde, konağı ve ölüleri geride bırakmış, günahlarından arınmak istercesine, beyaz ata binerek, önce Semerkant’a ulaşmak istemiş, artık bu dünyaya ait olmayan acayip bir yaratık, bir Tepegöz gibi dağlardan, tufeyli ovalardan geçerken, yönünü yitirmiş, kuş uçmaz, kervan geçmez yollardan, suskun, göz gözü görmez illerden uçarak ta Dofar’a, sakinlerinin balık yemeyi bile bilmediği bir kıyı kasabasına ulaşmıştı. Orada gizlenmiş, Meryemina adında, azizeler azizesi yaşlı bir kadına, bir anaya kulluğa durmuş, yıllar yıllar içinde, kalbur saman içinde; gün gelip uçan kuştan bile haberdar demir zırhlı halifenin peşine düştüğünü öğrenince, bir gece yarısı ahaliyi üzmeden, uyuyan analığının elini öpüp, gözyaşlarıyla helallik isteyerek, Cihangir'in askerleriyle, Bermeki'nin pençesinden kurtulmuş ime time karışmıştı!..

Her maceranın bir bitişi, her ruhun bir 'Son İç Çekiş'i vardır. Günü gelince Bağdat’ta cezasını çekerek asılacağı, amel defterinde alnına yazılmış olan Mahzun, kan çekercesine Bağdat çarşılarında, aşka aşık olanları buluşturan ‘Dört yol ağızlarında’ bir serseri gibi dolaşırken, artık yaşamı kavramış ama uyanık bir subaşı tarafından bir çeşme başında yakalandığında; kimi zaman yaya, kimi zaman sabi sübyanla, yerdeki karınca bile görsün bu azgın caniyi diye; devrin ucubesi devasa, hörgüçlü bir devenin sırtında meydana getirildiğinde; zamanın alemine düstur veren Mehdi'nin Oğlu, onun önce idamını, sonra da boynu vurularak kanının akıtılmasını istemişti. Bu 'Kerrat' cezasının belki de bir kölenin asi ruhunun, isyanını durdurabileceğini düşünmüş ve gerçekte kendi içindeki gemi azıya almış şiddeti avutup, dindirebileceğini sanmıştı.

Varsağı bitmemişti!.. Cellat, 'Yatağanın Tanrısı' adına Mahzun’dan son isteğini sorunca, Mahzun hiç çekinmemiş ve yakıcı bir dille, Dofar’da, kıyı kasabasında yaşayan analığına son bir kez sarılmak ve gören gözleriyle bir kez daha helâllik almak istediğini belirtmişti. Tanrı’nın yeryüzündeki elçisi, yüceler yücesi, bağışlayıcı cihangir; Bağdat'ın Ulu Hünkârı'da, üç vakit izin vermiş, lakin yerine candan öte bir arkadaşını rehin bırakmasını istemişti!.. İşte o an Mahzun, Faris’in hiç yoktan idamına neden olabileceğini; hiç düşünmemişti!.. Ve ama minnet borcuyla yıllardır yanıp tutuşan Faris, uçarcasına gelmiş, sorgusuz sualsiz onun yerine geçmiş ve Dofar’daki kıyı kasabasından iblisten önce döneceğine antlar içerek, bağıtlar vermişti!..
Evdeki hesap çarşıya uymadı! Mahzun, azize Meryemina’sının ellerini öpmüş, son bir kez sarılmış, bir kez daha helâllik istemiş ve gözyaşlarıyla uğurlanarak Bağdat’ın yolunu tutmuştu ama; yolda haramilerle, uğrular aman vermemiş, ıssız dönemeçlerden, dağlardan geçip, zehirli sulardan içmiş, bataklık ve ırmaklarda boğuşmuş, başıbozuk çeriler yolunu kesmiş ve tam gün batımına yakın, umudu tükenip, mühlet-i devriyesi sona erecekken; Hak adına kalkan el, Faris için (Yaratan'ın Buyruğu gibi) inmek üzereyken; ‘Yettim yâ Harun’ diye ortalığı sarsan bir nara atarak, Faris’in asılmasının, heman önüne geçmiş, 'Melik Olan'ın keyfini kaçırmış ve ahalinin şaşkın bakışları arasında bu zalimce ve yakışıksız faciayı engellemişti. Cellat Mansur hasır tabureyi tepememiş, maktulün yakınları bir gün olsun bayram edememiş; Cani solucanlar gibi debelenmemiş ve Faris ne idüğü belirsiz bir yaratık, batan güneşte sallanan bir yaprak, ipe dolanmış bir mısır koçanı gibi titrememişti!..
El Reşit öylesine şaşırmıştı ki, Mahzun’un sözünün eri olmasına, neredeyse kekelemiş, küçük dilini yutarak, bir şaşkınlık ve buğu içinde, ölüme yemin ve sadakatla bağlı bu iki köleye dönerek; ‘Bana arkadaşlığın, ne olduğunu öğrettiniz, bundan sonra ikiniz değil, üçümüz arkadaşız’ demiş ve büyük bir baht ve kara bir ruhla, nihayet bağışlarla beslenen 'Erdem Irmağı'nın suyundan içmişti!..

Her yolun bir sonu var. Zamandan ve mekândan Azade Tutulmuş Tanrı; Pagan çağlarını yarattı. Sezar'ın geçtiği, garibin su içtiği, çaşıtın at koşturduğu yollarda; O'nu yadsımak için inançsız olmanız istenmiyor!.. Ameliyle ademin naturasını görmek ve faturasının nelere yol açtığını bilmek, kul için yeterlidir!.. Şirk koşmak ve rabbe layık olmak nedir ki… Anısı kalmayacak olanlar, Isparta’daki zayıflar gibi, hep ezilmeli mi?..
Meltemler yine esmeli!.. Karanlıkta günahlara gark olan, aydınlıkta dünya gailesine savrulmamalıdır. Ve bahçeler yine güllerle dolmalı; O sonsuz sükun, yeryüzüne inmelidir!..
...

Bahar dalıyla süslenmiş odaya, bahar dalından güzel, bir genç kız girdi. Avludaki kumruların sesiyle aydınlanan kitaba dalmış; 'Ak Sakallı' adama; 'Ne okuyorsunuz efendim dedi?..’ Adam başını kaldırmadı, bezginlik ve keder içinde; ‘Klişeler, klişeler, klişeler!..’ dedi.

Halik’in sitareden aldığı cevher, Yunus’un midesindeki inci midir?.. Göz nuru; O'nu arayanların üzerine olsun!
...

Belki başka bir yerde de okunmuşluğu vardır.
 


(10.04.2013)




*



SON İÇ ÇEKİŞ


 ‘Tanrı yoktur ve bu açımın tanrısı da Dirac’tır’
 
 
 
Olanları, olmuşu ve olacağı bilen benim. Gıybeti, gaybı ve riyayı gören benim…
 
Metal yorgunu gezegende, çimenler üzerinde, beyaz bir yelkenli gibi süzülüyordu salyangoz. Uzakta, kırmızı gölgeler üzerinde; sonsuz çöl, çıldıran elma ağacı; ve suyu kırıştıran el vardı.
Anılarımız, zümrüdankanın yüreğindeki kuştur.
Sonsuzlukta; dünün saklı olduğu bir kovuk barınıyor.
Büyük göz ağdıkça silikonların kıpırdaştığını görüyorum. Gözlendiğini anlayınca, yapı değiştiren gluonları tanıdım. Gözlerine tanrılar yansımıştı.
Eğer bir sona doğru gidiyorsak, sonsuzluğu geçmişte aramamız gerekmez mi dedim. Sözgelimi; Tanrının tanrısını…
 
Lesbos’ta son doğumu, okyanusların; zamanı yutan ağını, sabanla sürülmüş Eti toprağını gördüm ben.

Ve birden o; yere doğru sarktı… Boyu iki yay uzunluğu kadardı.
Mavi Venüs’ün damladığı sularda bir sessizlik tanrısıydı gördüğüm.
Nekrofil hayvanın bizlere neden güldüğünü çözemiyorum.
Ama gecelerin ardındaki deltoit şeytanı görüyorum.

Onlar, Yakup’un merdiveniyle iniyorlar
Aynada kendini tutabiliyorlar.

İşsizmin yüzyıllar içindeki tek kuram olduğunu söyledim.
Ölüs atlas çiçeğini, kuru incirler gibi kutsal otların arasından gelişlerini, gözyaşlarıyla Havva’ya yükselişlerini ve koruluklardan, kalkan ve alınlığıyla, Styks’ın salınışını görüyorum.
Hoşçakal Oregon diyen kalabalıkları, kovuğunda gizlenen taş hayvanları, altın yeleleriyle aslanları ve iyi yıldızlar size diyen insanları görüyorum.

Gülünç yücelikler içinde oyalanışlar, umarsızlık içinde yüzen kogniteryalar, hadron çarpıştırıcıları ve yeni bir cins yaratılacak diyenler var.

Maddeye nasıl davranıyorsanız, madde de size öyle davranıyor…

Rüyasında robot puma görenleri, ne Muvattali ne ben ve son soluğuyla; kuzeyin kuzeyin de ne var diyenleri görüyorum. Ölü yıldızlar ve kentler, buzevler ve piramitler, tortulaşmış, bembeyaz yüzüyle Sodom’dan gelenleri görüyorum…
 
Uygarlık evcilleşme, modernizm köleleşme dedi. Medyen tarafına yöneldik. Fermilab’ın tevatronu karşıladı bizi. Bozon ikizleri, spekülleme tuhafçıkları, pek şirin tanrıcıklar, önsöyümler,  annemin yuvağından çıkıp, tanrının yuvağına giriyoruz söylemleri, varlayıcı ve işaretçilerdik.
 
Müzik tanrının düşüncesidir dedim. Bir melek ayağını denize sokabilir, bol bol insan eti öpebilirdim dün. Kâbe’yi sel basınca, şavt çekip tavafını yüzerek yapan Zübeyr gibi,
S boyunlu balıkçıllar gibi; sevişirken gözlerimden kan gelir.
Bluzunu aç ve Hürmüz boğazından geçen sincabı gör sevgilim.
 
İşretî gibi, Girit’de miydim, Minos’da mıydım bilmem; taklar ve geçitlerden, fener alayı ve meşalelerden, Cundişabur’a indim. İki rekatta Teb şehrine geçtim. Sardunya’ların, Korsika’ların, orkidelerin kokusunda, bir Sezar tafrasında, esse est percibi, carpe diem sesleri arasında, yedi kapılı Teb’den, üç tapir adımıyla Kaliningrad’a girdim.
 
Sütlerin kardeşliği ve çırpınan güzellikler arasında içeri vardığımda, Kiros silindiri, Asoka fermanları asılıydı duvarda… Tuba’nın dalları arasından uçurumlara bakıyordum, onlar da bana bakıyordu. Sonsuzluğa açılan güllerden; ateş kuyrukları vardı…
 
Ve birden zamanın yüzünü gördüm orada, Merope bulutsusunu, Knidlileri gördüm. Kızıl balıkçılı, Devlerin el kitabı, Şapur’un yasalarını gördüm. Multan’dan trene binenleri, İsis’in kanı, sıcak buz içenleri, açılınca kapanmaz, kapanınca açılmaz Titan kapısını gördüm.
 
Balçığın soluğa dönüştüğü anı, varlık ve yokluğun ikiz kardeşi; ışığı ve karanlığı gördüm. Çin Seddi bitince duvarcılar nereye gider diyenleri, olanaksız bir aşk için kır kedisinin gözlemleri, cennetin yarısını görenleri ve yüzü belirsiz olanları gördüm.
 
Ve yıkıntılar arasında ilâhiyi söyleyen ve gölgeleri gizleyenler arasında; uyumsuzdu karbon kuşağı, erişilmez prokyonlar, distopyalar, plâtin düşlerimiz, kahredici; o bildik atomlar değil miyiz biz diyenleri gördüm. Orada göremediğimi, orada; gördüğümü gördüm.
 
Ve ilk gülümseyişle, son iç çekişi!..




*




UROS


Geyik kokusuyla yüklü yele özlem duyduğumu biliyorum.
Karla dolu yamaçlara ve vadilere koku yayan çiçeklerle, ağaçlara.
Kentlerden biri ateş altında, kucağında çocuk taşıyor biri,
dudakları kan içinde ve mitralyözler ötüşüyor, kuşlar gibi.
Tapınaklardan doğru biri çıkıyor, çok sakin,
çoluk çocuk ardından koşuyorlar ve çok mutlular.
Kuzey Buz Denizi’nden, bir gemi yaklaşıyor dönenceye,
el sallıyor güvertedekiler, kıyıdaki balinalar yunusları karaya sürüyor.
İzlanda’da bir gelin ağlıyor, papyonlu biri koluna giriyor
ve ikisi geceyi ateşler içinde geçiriyor.
Bir besici var güneyde, sığırları çamurun içinde uyukluyor,
köpeğini seviyor adam ve mutsuz olduğu gözlerden kaçmıyor.
Bir yelkenliden, tuhaf çığlıklar geliyor Çin Denizi’nde,
bir kalabalık var ve ‘Gangnam Style’ oynuyorlar.
Silah sesleri arasında Filistin diye bağırıyorlar
ve bir haham ağlama duvarına alnını dayıyor
ve Tel Aviv’de yankılanıyor elem denizi.

Akvaryumda dönüp duruyor balıklar.
Alacakaranlıkta bir araba devriliyor.
Zigana Geçidi'nde belirliyorlar olay yerini,
içindekiler sıkışmış, konuşamıyorlar.
Helikopter eşliğinde, bir uydu iniyor uzak bir yere,
birileri çıkıyor içinden, beyaz giysileriyle.
Cayman adalarında yapayalnız samanyolunu gözlüyor biri.
Arizona yakınlarında, kayalar üzerinde sevişiyor iki kişi.
Ve Yeni Zelanda’da gazete okuyorlar parkta.
Ağaçlarda bir saksağan çınlıyor ve büyüleyici sessizlik bozuluyor.
Bir yer sıçanını izliyorlar Amazon’da.
Malaya’da esmer bir kadın, güvenli adımlarla yürüyor kulübesine
ve timsahların olmadığı Haliç’te bir tersanede
-son iç çekişle- nargile tüttürüyor biri.

O an Göklerin Tanrısı'nın umarsızca bizleri düşlediğini düşlüyorum.
Ve gelecek çağlar boyunca, onun bildiklerini bilemeyeceğimizi biliyorum.




*





ZÜLEYHA
  
(18.07.2013)
 
(Züleyha'yı sevmek için, Züleyha dışındaki her şeyi sevmelisin...)
 (Ey sevenleri ayıran, soyların yıkıcısı, mezarların yapıcısı, acımasız ve sakınılmaz olan!..)

Senin güzelliğin Mardrus'u çıldırtıyor.
Ruhun nazarı, ak uyluklarına uyum sağlıyor.
Duru göğüslerin İrem bağlarının zümrüt salkımıdır.

Seni gören kalpler, göğüs kafesinde raks ediyor!
Yokluğun gecesinde; kuğuların birleştiği gibi birleşeceğiz!..

 Kâbe'nin meliki üzerine yemin ederim ki, güzelliğinin eşi yoktur.
Böğrü narin incilerle süslü kısrak gibisin.
 Karanlık suların ay ışığı sana nazire yapıyor.
 Hicaz udu; dilinin musikisi yanında hiç kalır.

 Ey sağ eliyle küpeşteyi
 Sol eliyle feraceyi tutan. 

Masumların kalplerini titretip
Hilkatine boyunlar uzatılan!..

 Meleklerin biçtiği mehr ellerimi yakıyor.

Senin boynunu saran kalpler kırılsın
Mazlumların ahından, gözpınarı kurusun.

Senin teninin lezzetini göklerde duydu!
Taberiye'de bedeviler, ceylan avına çıktı!..

Baldan tatlı pelüzeler sensin.
Sen Marahil'i seversin.

Uduma ikinci telde bir seyrek koma
 Sen Mesrur'un kusurlarını bağışladın.

Gökte ki kız kardeşler, dolunaylar gibisin.

 Ey gecenin kanatlarını, tan atımında uçuran.

Doğunun örtüleri arasından ay yükseliyor
 Gelinlik gibi çölü aydınlatıp, yüzünü gösteriyor.

 Sen Isfahan topraklarının kızıl nar çiçeğiydin.
 Kader senin için udunu çalıyor.

Sen Harar'da büyüyen, kum zambağı Habeşî'mdin!
Ey galiz düşmanlarımın elde ettiği utkular!..

Ve orada hiç bir şey yokken aşk vardı
Hiç bir şey kalmadığında, aşk olacaktır
dediğim!

Ey makus talihim!..

Bir gün adam öldürdüm; Tanrım izin verdi
Bir gün hırsızlık yaptım; Tanrım izin verdi
Bir gün aşık oldum; İzin vermedi
dediğim!..

Ey Icaza'da,

Kör bir dilenci gibi sevdiğim...


 
*



KARGIŞ

Hepimiz, görünmeyen kulelere, ejderhalara, denizlere, meleklere, çocuklara, ırmaklara, kulübelere, kadınlara, kuşlara, yıldızlara, şeytanlara, erkeklere, bulutlara, kentlere ve tanrılara düşmanız!..




*




TEİN

Bir sorunu yaratan bilinç, o sorunu çözemez, çözebilmek için, o sorunun üstünde bir bilinç olması gerekir biçiminde bir açını düşünelim...
Tüme varım, tümden gelim ve türümüz açısından her tür çözümsellik soyutlama alanları yaratırsa da, bir sorunu sonuçta, o sorunsalı yaratan, yaşayan, algılayan bilincin çözebilmesi gerekir diye düşünebiliriz, bir üst bilinç olarak kendini aşsa bile, köklü çözüm, öz bilincin türevleriyle olasıdır, bir üst yükselen bilinç midir, yoksa tanrısal olanı arayışa yönelecek bilinç midir, bunu bilemiyoruz.

Bir üst bilincin sorunu çözdüğünü ya da ortadan kaldırdığını düşünelim, sorunun öznesi için bir kesinlemeyi gerektirmiyor olsa da, yardımlaşma, dayanışma ve ortak bilinci çağrıştırıyor ve ayrışma, bölünme ve üstün güce tapınma mottosunu da öncelleyebileceği için, sonsuz bekleyiş, hiççilik ve kozmik tapınma alışkanlığının sürmesine yol açabilecektir.

Her us bir başka elementtir. Gerçekte sorunu çözemeyecek bilinç, onu yaratamaz diye düşünebilmeliyiz, bilinç öyledir ki bazen baş edilmezleşen sorun, çözümden daha komplike, daha yüksek bir düş gücünün ürünü olabilir. Örneğin, ateşi bir solukta söndürmek, ateşin egzistanse oluşu ya da sorunsallığından çok daha minimal bir tavır içerebilir.

Diyesim sorun çözümden daha karmaşık bir yapı içerdiğinde ki olabilir, onu çözen bilinç üreten bilincin bir alt bilincine de dönüşebiliyordur, sorunu kavrayamayan bilinç, onu çözemez diye düşünebiliriz, sorunun üstünde bir performans göstermeliyiz amaçlı bir söylem ise, olağan ve gerektiğinden de yalın bir yaklaşım olabilecektir artık ve elbette kabulü gereklidir ama, sorun durağanlaşmış, ötelenmiş ya da ortadan kaldırılmış olsun diyelim, ne ki, gerçek şu ki çözüm, o sorunu yaratan bilinç tarafından gerçekleşmiş olmadıkça, çözülme tanımının alanı içinde kabul edilme olanağını veremeyecektir, sorun kendini yaratan bilincin özdeşidir, çözüm de o bilinç tarafından sağlanmadığı sürece, kozmik etkileşim ve tepkileşim noktasında bağlaşıksız bir bağlanım, evrensel töz açısından bir gerçellik hatası, yapıntı düzensizliği, somut inandırıcılık kavramında zaaf ve bozum, sonsuz düzlemde öze ilişkin yeknesaklıklar içerir.

Çözüm özün paralelidir, sorunun öznesi sorunu üretiyor ama çözemiyorsa, gerçellikte, sorunun öznesi olmaktan da çıkar, bu noktada çözüm üretemediğinde, sorunu sorgulaması da doğaldır, çünkü sorunu üreten, çözümü üretemiyorsa, sorun kendisinin bağlaşıklığı temelinden çıkacaktır özünde, sorun algı ve bilinç alanından çıkacak, içerikte sorun niteliğini yitirmiş olacaktır, kötücül olan, sürekli bir üst bilincin çözdüğü sorun bir yazgıya, bir alışkanlığa dönüşecektir, yalın anlamda kendini geliştiren bilinç ise bir üst bilinç değil, sorunu çözümleyen bilinçtir, bir üst bilincin çözdüğü sorun tanrısal olana yaklaşım ve yaslanma bilincini doğuran bilinçtir ve sorun gerçekte çözülmüş değil özümsenmiş, absorbe edilmiş olur ki bu yaklaşım bizi doğa üstü davranışları ululamamıza yol açacak bir yaklaşım biçimine de dönüşebilir.

Elbirliği, ortak bilinç ve soruna karşı geliştirilmiş yüksek bilinç kavramları göz alıcı bir empati oluştursa da, varılan kozmik noktada, tapınma, hurafe ve hiyerarşik gerilimi kışkırtacağı ya da sürekli varsayacağı göz önüne alınacak olursa, bu yaklaşımın sakıncalarını kabul edebilmeliyiz, sorun varyasyonlarla ve pekala onu olgulayan bilinç tarafından çözülebilmeli, arayış kavramımızı çelişik ve çatışık düzlemde sapmalara yol açmayacak bir çağrışımı edinmemizi sağlayacak açına dönüşebilmelidir, bu sorunu yaratan bilincin küçümsenmesi ve durağanlığın kutsanmasına yol açmayacak denli önemli bir argümandır, çünkü, üst bilinç içinde benzeri kavramlar üretilebileceği açıktır, önellik noktasında insanın bilinci her sorunu çözebilecek olan bilinçtir kavramından hareketle tümevarıma ulaşmalı ve bu nedenle, savlanan yaklaşıma tam bir güvenç duyulamıyorsa ve aksi tanıtlanmış da olsa, böyle bir yaklaşım açınların değişkenliği, çözümünde değişkenliğini gerektirir kuralı uyarınca, belirtmeye çalıştığımız gibi ileri sürülebilirliğini koruyabilmelidir.

Çünkü o zaman, tanrının, varlığın içinde olan başka bir varlığın görüntüsü ya da onun görüntüsünün içindeki, sezilmez bir varlığın yansısı olduğunu mu düşüneceğiz çözümün!.. Bu bizi sonsuza dek öz güvenden yoksun bırakacak ve sürekli çözümün değil sorunun varlıkları olduğumuza ilişkin bir algı kapısının açılmasına yol açacaktır.

Bu nedenle, bir üst bilinç tanımlaması, dayanışma ve çabanın yüksekliği, bilincin ilerleyişi gibi kavramları çağrıştırıyor olsa da, yoldan çıkma, savrulma, olağanüstü güçlere tapınma ve anlakta sorunun sürekli yinelenmesi olasılığını da çağrıştırdığı için, dilin ve tekniğin evinde sorunu çözecek olan ancak öz bilincimizdir kavramını da yerleştirmeye çalışmamız, tanımlamayı yeniden yapmamız ve öz güven açısından bakışımızı bu biçimde değiştirmemiz, olasılıklar açısından daha iyicil sonuçlara yol açacaktır diye bir öngörü geliştirebilmeliyiz.

Sonuçta yinelemelerle de olsa felsefe, popüler fetişizm ve ruhani söylemlere uzak, sezgi ve dil gelişimi sağlayarak bir değişkenliğin öncüsüdür, görevi de budur ama, tanrıyı anlayan var mı ki, onu yeryüzüne indirebilelim diye düşünebilirsek de, sürekli göklerde aranan bir tanrının hiç bir zaman yanımızda olamayacağını da düşünebilmeliyiz.
(15.07.2013)

(Çözüm... O sorunu yaratan bilincin üstünde bir bilinç gerçekleştirebilir demek, çabayı ve kendimizi geliştirmeyi öneriyor ama bir üst bilinç sorunu çözecektir kavramına da açık kapı bırakıyor, tarihi ve geçmişimizi düşünelim. Her şey olumsuz değildir ama bakış açısı geliştirmeye çalışmak hem üst bilinci doğruluyor, hem de onu eleştirmeye çalışıyor, bir paradoks gibi. Dairenin başlangıç noktası son noktasıysa, her şey bir döngü de olabilir diyebiliriz, üst bilinç efendi-köle, tanrı-kul ilişkisi midir, var olan şey, bir kabul ve bağlanma adına değil, düşünmek ve onu yadsıma adına olmalıdır. Başka bir evren yaratabilmeliyiz. Temel gerçeklik ''eARTh''dır, yeryüzü düşünmek ve sanattan bileşik bir yapıntı ve evren yalnızca bir kurgudur.  Üst bilinç, bizden uzaklaşan bilinç, bizim yerimize çözecek olanın veya tanrısal olana yaklaşanın bilincini çağrıştırabilir. Sorun gerçekte, sorunu üreten bilinç tarafından çözülmedikçe, çözülmüş olamaz, bir sorunun çözüldüğünü ya da bir üst bilincin onu çözdüğünü varsaymak için, örneğin kıyım, yokluk, yoksulluk, yoksunluk kavramlarının ortadan kalkması gerektiğini düşünmemiz gerekirdi. Üst bilinç olsaydı savaşlar ortadan kalkmış olurdu diye bir klişe düşündüğümüzde, sorun hep olacaktır ve insan için vardır, üst bilinç onu çözecektir, örneğin, savaşlar ortadan kalkmadığına göre bu bir klişedir düşüncesine varırız ve bu kısır bir döngüye yol açacaktır. İnsanlık için bilinç kavraneli sonsuz sayıda da olabilir, ayrışma ve birleşme, tüme varım, tümden gelim birer yöntemsemedir. Bu durumda Truva Atı bilinci de bizler için bir bilinç sayılabilmelidir, bilinç zehirlenebilir, çiçeklenebilir, durağan ya da akışkan olabilir, efendi-köle, tanrı-kul kavramına uygun bir bilinç, üst bilinç kavramına uygun bir görüş üretebilir, çözümler sunabilir belki ama alt bilinç üretimi bir görüş olmaktan kurtulamaz diye düşünebilmeliyiz, öyleyse bilinç öz bilincimizin türevi olsa bile, üst bilinç kavramına sığındığı sürece, belki de bir alt bilinç kavramı ve üretimi olmaktan kurtulamayacaktır, paradoksa dönüşebilecek çıkarsama budur.)




*



KAYS

Düşler içinde, ufuktan gazaba kapılmış aslana benzer çöl Arapları, toz duman içinde atlılar sökün etti. Bir esire vardı aralarında; Hint Şahbanu'su gibiydi. Vahada, kuru ağaçların yaprağını köklerinden ayırdım, silkeleyip, araladım. Bir sarnıç kapağı belirdi, tunç çerçeveli, kaldırayım derken tozlaşıp, dağılıverdi. Çekinmeden aşağı indim, bir kapı çıktı karşıma, cüruf ve toprak ve kesif bir duman kokusu yayılmıştı. Çürümüş sular, bataklıklar, kırmızı gözleriyle bakan ejderhalar vardı, ama kıpırdamıyorlardı. Uzaklarda, güzellikte eşi benzeri olmayan bir sultan belirdi, yanıma gelerek, kolları ve ayakları canavar gibi uzayan, bir ifritin kapatmasıyım dedi, zifaf gecesinde kaçırdı beni, bu diyara getirdi. Dört bir yanımız çimenlik ve yeşildi.

Aşağıda, kıstakta bir çağlayan gördük, çırılçıplak soyunduk ve yıkandık. Geceyi safirlerle süslü, kuş tüyü bir yatakta geçirdik. İfritin esiresi, kurtar beni diye sanki gözlerimin içine bakıyordu. Ağlayarak, kırmızı kanımı uçan halı gibi ayaklarının altına sereyim, gözümün siyah kadifesini giysi diye vereyim, körpe yanaklarım dilinin amberi olsun, ipek uyluklarım, kar fırtınalarından korusun, ey gece yolcusu, senin yerin göz kapaklarımın, ok kirpiklerimin üzerindedir, yeter ki beni kurtar dedi.
Ama duvardaki sülüs yazıya dokununca, dev gibi ifrit yarıktan çıkıverdi. Sandallarımı giyeyim ve baltamı aceleyle alayım derken, ikinizin aşkına meftun olayım, şol leyla ile mecnunu ben de bulayım diyerek bizleri bağışladı. Gözlerle konuşarak, beni anladı.
Sevinçten, birden kendimizi göklerde buluverdik, rüzgârda süzülüyor, buluttan buluta savruluyorduk ki, yeryüzü altımızda, bir su çanağı gibiydi. Bir tuz denizine vardık; Ay çıkanda, ninemin bağında güller kızarır ve yokuşu elim belimde çıkarım diye, hoyrat şarkılar söylüyordu biri, ahşap bir ut coşkuyla tınlıyor, garip bir kalabalıkta eşlik ediyordu. Kuşlar hallerinden mutlu, ötüşerek kanat çırpıyorlar, melekler tanrıya şükreder gibi uçuşuyorlardı. Süt beyazı taylarda çayırda dolaşıyordu. Büyüleyici narinlikte, minicik bir çocuk belirdi ortada, öyle güzeldi ki, sağ elim, Kaasip'in gözyaşları gibi kurusun diye haykıranı göremedim. Çevremizi nice bağlar alıyor ve altın renkli üzüm salkımları soylu bir Acem prensesinin parmakları gibi parlıyordu. Havadan, kır çiçekleriyle dolu mavi bir tepsi süzülerek yaklaştı ve gümüşi bir aydınlıkla dört bir yanı sardı...
Düşlerin dilinde, uyanmaz uykulara  vardığımızı, ancak anlayabildim. Ve iki cihanın mecnunu, ölümlülerden ölümlü Kays olduğumu, o zaman bildim!..
(30.07.2013)



*



 YAKARIŞ


(Rebilüevvel ayının on altıncı, 2 Temmuz 622 tarihinde, bir Cuma günü, Selman kölesi bulunduğu bir Yahudi’nin bahçesinde, Yesrib dolaylarında yüksekçe bir hurma ağacının tepesinde bulunuyorken, efendisi olan Yahudi’de, öğleye doğru bu hurma ağacının gölgesinde oturmuş dinleniyordu. Tam o sırada bu Yahudi’nin bir amcası oğlu gelerek, son derece kızgın bir şekilde şöyle demişti; ‘Şu Evs ve Hazreç’in Allah belalarını versin, şu anda onlar Kuba’da, Mekke’den gelmiş ve peygamber olduğunu söyledikleri birisinin etrafında toplanmışlardır.)

I
Ey insanlar arasında O’na benzeyen. Ey seven, ey sevilen. Ey Kureyş’i deniz köpeğiymiş zanneden. Ey yabani mantarım. Yer elmasım, papatyam. Ey Yesrib yamaçlarında, sütleğenler gibi parıldayan. Kum tepelerinin ardındaki ürkek ve narin ceylan. Ey yağmur göletlerinin siyah balığı. Hanzala otunun güneşli çiçeği. Ey jerkovem.

II
Ey kar ve ateşi birleştiren, berhudar ol denilen. Ey çobanlık yapan yalvacım. Ey iki kaşı arasında yüzlerce yıl yol gidilen. Cehennemde giydiğim ateşten pabuç. Ey düşler kaynatan. İnanç kılıcım. Keder yılım. Ey Kureyş ulusu. Ey firavunların iman ettiği putlar. Yaban yağmurlar.

III
Ey kefensiz ayakları ishir otu ile örtülen. Ey mahzun kalplere okla yürüyen. Ey Tihame kabilesi. Ey deve karnındaki sülbünden oğlak. Altın buzağı. Ey kızıl keçim. Kulaksız at. Ey Vakkas’ın oku ve ey Buvat. Ey sırattan sırat. Ak gerdanların incileri gibi dökülen gözyaşlarım. Ey Arami dilim. Hicaz tüccarım. Sevgilim!..

IV
Ey Mekke’nin gölgesiz ağaçları. Umeyye oğulları. Medine hacıları. Ey yol ayırtlarının su dağıtıcıları. Ey sürahiden alımlı. Ey bal yapan arı kovanım. Büveyhi hükümdarım. Ey genç kızların sivri sözlerinden delici. Ey İbrahimî olan. Ey Semud kavmini çıldırtan.

V
Çölde kumlar şarkı söyler!.. Bir udun tellerindeki nağmeler gibi. Ey esrarlı ninniler. Cinleri perileri ürküten!.. Rüzgârları deli divane eden ey.

(Bazen bu tacir kafileleri, kendilerine gülüp onlarla alay eden ve korkutan cinlerin seslerini işitirim korkusuyla, bazı garip vadilerden geçerken develeri süratle koştururlardı. Eyle şehrinde, Yahudi kabileleri, aşırı şirke daldıkları, cumartesi yasağına uymadıkları için mesh edilmiş yaşlıları domuz, gençleri de maymun kılığına sokulmuştu!..)

VI
Ey Suriye hududunun Busra ili. Siyer kitabım. Ey meleklerin kanat gerdiği Ficar savaşım. Ey Ukaz panayırı. Kusem dilim. Ey Baraklid’im. Hevazin kabilesi. Ey haram ayları. Ey bereketli hilal. Ey Mekke’de parıldayan dolunay. Ey Necid çölleri. Medyen vadileri. Halep muhacirlerim. Ey Avrupa şehrine şan olmuş bağlar. Ey Taif. Acem elim. Ey gökyüzünde gezen yıldızlar. El Emin'im ey..

VII
Ey Kabe’nin sütresi. Hubel putum. Ey Huzaa Emiri’m. Ey baksı oklarının yakut uçları. Ey Kezzabe güneşim. Suya atıldığında ağlayan taşlar. Ey Hacer’ül-Esved’im. Hira dağım ey. Ey insanların enyarı, eryarı. Ey utkun olan. Ey inançsızları en iyi anlar imam. Ey sevdacı, tan sözcüsü. Kavimleri kavuşturan.

VIII
Bedenleri yarı çıplak çobanlar!.. Çölün sarı tozları. Ey Ebu Kubeys dağları. Güneşin ışıkları. Ey ürperen ağaçlar. Mekke taraçaları. Ey karanlık yıldızlar. Ey su kuyuları. Çöl kapıları. Çadırlar. Ey ateş çemberleri. Gönül hırsızları. Ey narin hilâl. Bedr'in aslanları ey. Ey gecelerin yıldızı Tarık. Burçlarla dolu göklere andolsun ki; O kalplerin ziyaıydı!..

IX
Ey simgeler simgesi. Gölgelerin ötesi. Ey kayalar. Uçurumlar. Ey hiç değişmeyen, hiç değişmeyecek olan!.. Ey yoklukları var eden kan pıhtısı. Ey Ebu Kuhâfe. Ey gönül yelpazesi. Mushaflardaki risaletim. Ey Ebu Leheb’in kuruyan iki eli. Ey Mekke delileri. Saçaklar ucunda yükselen toyrak. Ey kanla sulanan dikili taşlar. Ey hamurdan putlar. Herat kapıları.

X
Ey sağ elinde güneş, sol elinde ay olan. Ey Mardin kapılarını şiddetle çalan. Ey göğsün üzerinde kayalar. Herakleion!.. Ey Hüsrev Perviz. Ey pervaneler, viraneler!.. Ey karanlıklar evi. Işıklar kümesi. Ey Şiruyeh. Semur ve kunduz. Ey parsı gemleriyle tutanlar!.. Ey tazılar. Ey Şiraz. Ey halılar!.. Ey Medine illerinin demir lalesi... Köleler!.. El İsra ey. Ey gecede günahlara garkolan.

XI
Ey Yakup kayalığı. Ey Azrail. Ey dünya gailesine savrulan. Bakır yüzlü öç meleği. Ey devrilen testilerin dökülmez suyu. Ey Cebrail kanadı. Dehşet veren dağlar ey. Ey kavruk kayalar. Mina Çiçekleri. Kurak vadilerin Yesrib gülleri!..

XII
Ey mağara ağızlarının dişi kuşu. Lav sahraları. Ey çağıran güvercin. Ey Necid bedevileri. Şam entarileri. Ey mavi atlar. Ey Habeş Necaşisi. Ey kılıç gölgesinde uyuyanlar!..

XIII
Ey cennet sülbünden narin keçiler. Ey Bulak'ın ıssız mahallesi!.. Ey zırhlara bürünmüş. Ey göğsünde kuş tüyleri gezdiren. Ayakları kum lalesi ey!..

XIV
Ey putlar önünde eğilmeyen. Ey lekesiz. Ey veçhesi nur olan. Ey azaları parıldayan. Hazreçliler!.. Gatafan kabileleri. Ey kayadan yontulmuş beden. Baalbek kâhinleri. Ey Uzza. Ey avreti gözüken. Ey yalancı peygamberler. Ey kaya yarığından çıkan. Ey hörgüçlü develer. Ebabiller!.. Ey Müseylemetü’l-Kezzab. Hayır ve şer. Ey Ren dağlarında gerçek, ötesinde batıl olan. Ey Hicaz çöllerinde dolaşan. Ey Hadramut. Ey sahra hırsızları. Ey hurma şarabım. Arı su. Ey ashab, ey ensar, ey muhacirler!.. Ve ey velemyekûnlehû!..

XV
(Ve bunun üzerine o ashabtan bir grup arkadaşı ile birlikte aniden Medine’den çıkıp Necid bölgesine doğru geldi. Ama sıcak son derece aşırı idi. Her tarafı kasıp kavuruyordu. Ve develere de sıra ile binebilmekte idiler. Ayakları üzerine bezler ve hurma lifleri sarıyor, kumların yakıcı sıcaklığından ve taşların keskinliğinden korumaya çalışıyorlardı. Hatta Ebu Musa’nın bu yolculukta şiddetli sıcaktan dolayı ayak parmakları düşmüştü... Ama onların son soluğuna da tanığımdır. O sıra yanımda bulunan ensardan bir arkadaşım da tanıktır. Gerçek tanığın kim olduğunu da, yalnızca Allah bilir. Eğer tanık bensem, Rasulullah (sav) dan sonra insanların en hayırlısı olan Hamza İbn Abdulmuttalip’in de, insanların en şerlisi olan Müseylemetü’l-Kezzab’ın da imanımın indinde; Solgun bir gül olmaları benim yüzümdendir!..)

Ey iki cihanın efendisi, sonsuz göklerin büyük yargıcı; Şu fani alemde, sülb-ü Adem'den de olsa; Kul hakkını ödeyen, güneşler önünde müjdelenenler var mıdır!.. Varsa kim?..

İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi Raciûn.


*



ZEHİRLİ UYKU

Mihâliki kuşları havadaysa
kırmızı çam ağaçlarının arasında
küçük kuşların ışıltısı gezinirdi yaprakları.

Sevgililer birbirinin kollarında
kayaların altında
'Altın Kumsal'a uzanır

Ve tam denizler tanrısı Poseidon
azgın dalgalarıyla çıkıverecekken yeryüzüne

Uyku Tanrısı Hipnos yok mu
-çıt çıkarmadan gelir-
'bu gecenin oğlu, ölümün kardeşi'

Sevinin denizinde koşuşanların alınlarına
sihirli değneğiyle dokunup
acınçlar serperken yüzlerine

Ve boynuzuyla sessizliğin soluğunu üflerken göğüslerine

Kayaların altında, defnelerin dibinde
-kimi zaman-

Sonsuz bir uykuya dalıverirdi
yar sevgililer...

Ve kara kanatlarıyla; usulca uzaklaşırdı Hipnos!..




*



KÖTÜCÜL İYİMSERLİK
(10.07.2013)
  Sanatta nasıl söz sahibi olabiliriz ve sanat nasıl gelişir, değişir?.. Yabancı kuruluşların boğduğu kentler, hoteller, tümü dışalım ürünü milyonlarca oto ve onların uğruna yapılan köprüler, yollar, ekonomik, sosyal ve kültürel anlamda kuşatılmış alanlar ve toprak...
Tek bir felsefecinin olmadığı, felsefe dersinin olmadığı bir öğretim yöntemi... Nasıl olabilir ki, alıntılarla ...yazısını süsleyen onlar, akımları taklit eden ressamlar ve batıyı izlemekten yorgun şairler, yazarlar.
Rüzgârda titreşen yapraklar için diyorlar ki, Guernicalar böyle doğdu, ama salt Guernica değil ki batı, üretilen Ferrariler, aya, Merih'e gidişler, yüz yıl önce altyapısı bitmiş kentler, uçaktan hızlı giden trenler...
Sanatta yazık ki söz sahibi olamayız, bunlar bir puzzle'ın parçaları, bir mozaik, felsefeciniz yok, ressamınız var; müzisyeniniz yok, yazarınız var, doğu parçalanmış bir yapı olmaktan kendini kurtaramıyor, ekonomik sorunları çözmeden, sosyal atılım olabilir mi, sosyal atılım olmadan ekonomik göstergeler neye yarar!..
Garip bir bileşen ama bilinmesi gereken bir şey var ki, Kierkegaard'ın yurttaşının dediği gibi; Her şey var ama hiç bir şey tam değil ve tam olabilmesi son derece güç, olanaksız...

Salt direnişin sanatta atılım ya da söz sahibi olmayı getireceğini sanmak, kişiyi yanılgısıyla baş başa bırakabilir. Hiç bir akım, hiç bir yeniliğin öncüsü olamadık biz, sanatın atılım yaptığını düşünün, trafiğiniz cehennem, uzayda yol almaya kalkışsak, milyonlarca kara taşıtı başkalarının!..
Bizim sanatımız, Dubai'nin, Arabistan'ın, Suriye'nin belki önünde olabilir, ama kara Avrupası'nın daima kuyruğuna tutunmak zorundadır. Yüzyılımızdaki fason yapılanma, dış satımın, dış alımı geçemediği, sanayisi yerli üretimi benimsemediği, benimseyemediği sürece, kültür ve sanatta da tüketici konumdan, üretici; gerçek deyimiyle yönlendirici, söz sahibi konuma geçemez, arada yıldızın parladığı anlar olur mu, olur belki ama; bütün sorun zaten bununla avunur olmaktan kaynaklanıyor. Mısır'dan çok sonra Nobel almak, sinemada İran'ın gerisinde kalmak, klasik müziği salt yorumlamak, tiyatro diye komedilere boğulmak...
Umarsızlık düşündürüyor ki, acaba bu fason yapının, eklektik kentsoylunun, yapay, sun'durma sanatçının; bütün bunları ya da bu anlayışı ortadan kaldırmaya çalışanlarla, gizli ve kimselerin kavrayamadığı biçimde sürüp giden bir savaşı mı var!..
Tüketici tekellerinin, döviz transferlerinin, olan biten her şeyi denetlenmiş, belki de ele geçirilmiş bir toprağın direnenleriyle, direnmeyenlerinin kozmik çorbaya dönüşmüş kaotizmini kim çözecek, bu formülasyon çözülmediği, sorunlar partizanca bir paylaşım kavgasına dönüştüğü sürece, güden değil, güdülen, dahası güdümlü toplum olmanın önüne hiç bir zaman geçemeyeceğiz....
Sokrates'in bir meselinde, insanlıktan umut kesilmez diye düşünen bilge, yine de kargaşaya ve olan biten hırgüre us erdiremediğinden, çevresine kötü davranırmış; insandan umudunu kesen, idealist bilgemizde, bu pesimist tavrından dolayı herkese alabildiğine iyi davranırmış... Sokrates, bu bir paradoks mu bilinmez ama, bu bilgelerden gerçekte hangisi hümanist diye soruyor?..
Çağımız, her şeyin birbirine karıştığı, neyin gerçek, neyin insani olduğunun belirsiz ve ölçülemez olduğu bir çağ ve her tür devinim ve devrim belki de bir illüzyon artık...
Çünkü, sanal ve gerçeği ayırt etmek, illüzyonların hangisinin arkasında, inanılır bir yapı, hangisinde sağlıklı ve gerçek bir ruh var, artık bilmek olanaksız!..




*




KUTSÖZ

Tam on bir yıl önce, bir kuşluk vakti
kalbin sessizce durdu.
Kimseye yük olmadın yaşamında
bir ışık gibi onurlu
bir buğday gibi verimliydin.
Ve sonsuzluğun kapısından
gene kimseye yük olmadan
-bir kuş tüyü gibi-
sessizce girdin.
Şimdi kuşsun, ağaçsın, güneşsin o sonsuzlukta
İnsandın, dünya oldun.
Nur içinde yat...

(Çocukların.)


*


RABİA

Ey Rabia... Sen rabbimin lütfu, göz alıcı bir süsü, gönül bağlarının ele geçmez bir gülüsün.
Senin bakışın görmeyen gözleri açıyor; dokunuşun canlara can, dillerin dermansızlara dermandır.
Sen sevenlerin maşuğu, sevilenlerin aşığısın.
Sen dünya ahretliğinden bir can, muhtaçlara, zayıflara canan, günahla taşından toprağından geçtiğimiz, suyundan içtiğimiz şu aleme, şanlar-şerefler bağışlayansın.
Karşılıksız sevene kalbini açan; yaralı ruhlara şifa ve seçilmişlerden bir zişansın...
Rabbimin gözdesi sensin. Senin salınışın yeri titretiyor. Bakışların kalpleri eritiyor.
Senin geçtiğin yollar, ağaçlar, dallar; huşuyla önünde eğiliyor.
Sen kullar arasında yürüyen, adı rağm olmuş, yeryüzü insanlarının kalbinden geçensin...
Düşler timsali, gönül çağlarının, kalp evlerinin kapısından süzülen, hanlar hanı bir cihanın nihanısın sen.
Sen cennetin tubası, bahtsızların duası, küsmüşlerin figanısın.
Kalbin bütün n'isyanların kalbidir.
Onlar ki sana emanet.
Her kim sana sığınacak, mahzunları, masumları elest aleminin bu bal gözlü, bereketli sultanı koruyacaktır.
Senin kalbin, yalnız ruhların evidir.
Senin ruhun, yalnız kalplerin tesellisidir.
Sen rabbimin müjdesisin. Üzülmüşlerin Kâbe'sisin. Meleklerin cariyesi, o güzel ayetlerin bildirenisin.
Onları gümüşlerden alımlı, zambaklardan çalımlı, kuş seslerinin hanı duyumlar evine; O fısıldıyor.
Sen çilelerimizi kucaklayan, sevinçlerimize kanat geren, umutlarımıza yol gösterensin...
Rabbim seni imtihan ediyor. Güzelliğin acılarıyla sigaya çekiyor.
Sen müjdelenensin, yürüdüğün yollara güller serpilecek ve O seni kullarına, haberci tayin edecektir.
Sen sabredensin.
Ey güzellikte eşi bulunmayan.
Gülüşleri şifa dağıtan.
Ey periler divanı. Canlar alıp, canlar sunan.
Ezelin ebedi, bir gül-ü gonca, armağanlar armağanı,
Sultanlar sultanı;
Rabia...



*



PARODİ


‘ Delia Elena San Marco’ya’

Çocukluk çağlarından birinde karşılaşmıştık.
Güneşe doğru giderken sana bakmak için dönmüştüm;
sen de dönmüştün, ‘Kalplerin görebileceğini söylüyordun’
ve bana el salladın.
Aramızdan zamanın duru tadı ve bir insan ırmağı geçiyordu,
Yakup’un Düşleri’nden bir gün batımıydı.
Bu anın sonsuz bir ayrılık olduğunu, hepimizin birer
‘Araf Yolcusu’ olduğunu nasıl bilebilirdim.
Birbirimizi bir daha göremedik ve bir yıl sonra ölmüştün.
Şimdi o anıyı arıyorum ve bir yanılsama olduğunu,
küçük bir elvedanın ardında, sonsuz bir ayrılık olduğunu düşünüyorum.
Bu gece ‘Elem Denizleri’ni kucaklamak istedim,
olanları anlamak için Attar’ın ustasının, dudağına yerleştirdiği
öğretiyi yeniden okudum.
Bedenin öldüğünde, ruhun özgürleşebileceğini okudum.
Şu an gerçeğin bu yakıcı melankolide mi,
yoksa o sonsuz elvedada mı olduğunu bilemiyorum.
Ruhlar ölümsüzse, ayrılıklarında sessizce olması iyidir.
Elveda demek ayrılığı yadsımak, yine görüşeceğiz demektir.
Bugün ayrılır gibi yapıyoruz, ama yarın yine bir araya geleceğiz.
İnsanlar, ayrılığın oyunlarını bilemediler, çünkü ölümsüz
olduklarını sanıyordular, her ne kadar kendilerini sıradan
ve gelip geçici sanmış olsalar da; Bunun için üzünçle
ve özlemlerle dolular.
Gönül; Bir gün yeniden görüşeceğiz ve şu belirsiz söyleşiyi
sürdüreceğiz ve ‘Sonsuzluk Irmağı’nın kıyısında, bir zamanlar
Fatih ve Gönül’müydük diye birbirimize yine soracağız.


*


SAN’AT


Boş bir çerçevenin sanat sayılamayacağını düşünebilir miyiz?.. Sanatın sonsuz bir okyanusun yansısı / yankısı olduğu kabullenildiğinde, düşüncemiz bizlere sığlık ve kolaycılığın kıyılarında yüzmekten öte bir şey sağlamayacaktır. Sanat vandallığı ya da fobisi belki de bu sayılacaktır artık.

Sanat sülüs bir hat, küfre bulanmış sayfalar veya at kuyruğuyla tuvale serpiştirilen bir görsellik olabilir.

An'ın içinde bütün bunların sanatsal işlevinden söz edilebilir, ama işlevin varlığını, sanatçı, iş ya da izleyici gibi değişken unsurlar belirleyemez, tüm bu öznellik ve nesnellik içinde oluşan bireşim, toplu dışavurum -eğer varsa- sanatsal bir algı ya da duyumun varlığına yol açabilecek veya ardışık bir iç içelik oluşturabilecektir.

Savaşta, hiçlik duygusunun baskın öğeye dönüşebileceği düşüncesiyle, boş bir çerçeve gerçekten etkileyici bir sanat ikonuna -pekâlâ- dönüşebilir.

Günümüzde ise, sürgit, kapitalist alışverişin anlamsızlığını veya bu doğrultuda işlevsizleşen ya da özünde yıldırıcı gelebilecek sanatsal eylemin varlığını, içsellikle protesto için boş bir çerçeve belki de anlamlı bir anti-eylemsellik sayılabilir. Niçin olmasın.

Her iki durumda da gerçekten sanatsal bir tavır söz konusudur ve böylelikle boşluğun içeriği, anlamın uçuculuğunu (hafifliğini) düpedüz ortadan kaldırmakta ve ilginçlikle; boşluk tümüyle anlamın yerini doldurmaktadır.

İşte sanatta olağanüstülüğe bu nedenle yer yoktur, bu nedenle sanatın büyüsü gerçekte var olan algılanan yalınlığın kimi zaman ta kendisidir. Çarpınç olan artık aranmaz, sanat elbette dolu dizgin bir ırmaktır ama Doğu’nun anlayışı; Sihir ve keramet duygusu, güce tapınma ve yüzyılların alışkanlığıyla, boş bir çerçeve sanat değildir tuzağına -kimi zaman- kolaylıkla düşebilmektedir. Her zaman buna benzer, bıktırıcı düzeyde ve de türevi sayılabilecek görüşler ileri sürülebilmektedir.

Sanat, olağanüstülüğün gerçekte düşmanıdır, olağanüstü yaşamın; dikta, despotizm, insanlığı yoksayacak her tür eylemsellik (karşıteylem), yine sanat; gerçekte sıradanlığın dostudur, barış, sevgi, iletişim, kardeşlik...

Sanat tümel anlamda, zamanın ve uzamın içinde, yaşamın elverdiği araçlarla yaratılan ya da oluşturulan bütün formasyonların (biçem ve biçim) anlakta yarattığı, algısal, düşünsel devinim ya da imgeler bütününün izdüşümüdür



*


(Science Fiction Poems)




CALLİSTO

Babel'i irrite eden planetlerde bowling oynuyoruz.
Parabolik bir eğri çiziyor siliyer ve iris.
Üveit tabakası ayın içlerine doğru gidiyor.
Eşikte kapitülasyonlardan söz ediyoruz.

Güneş sisteminin sınırında, stres altında yaşayanların
Lugero etkisini düşünüyor Helios...

Helyopoz gülümsüyor.

Yıldızlararası uzay diyoruz, ne gülünç, ne gülünçmüş
Ne büyük bir yanılsama değil mi Techne!

Paleologlar gerçeği çözdü, Kiropedia'da yazılıyor olanlar.
Beş sigma düzeyi besin ağları, Go canlıları
Hidrotermal uçurumlar, teleport ve ağlar...

Bulutlardan beyaz, tan atımından diri
Ve gün batımı denli üzünçler veren Gallipoli...

Günah çıkartma katedralleri, siy'ak delikler
Maddeyi içine çeken, püskürten, görünmeyen gerçekler.
Parodi evrenler, yurtluklar, yansımalar, gökadalar...

''Yeryüzü bir sınav yeridir, gerçeklik başka yerde
Gerçeğin olmadığı yerde, nasıl var edebiliriz gerçekliği...''

Makyavel geldi!..
İşte format çağları, eşyanın duru tadı
Hamam böcekleri, Kafkalar
Örücü, bükücü Argonotlar
Tuğrul kuşu, amipler
Ufuklardaki us yorucu!..

Zaman yaşamdan değerli
Delice isterler, duyu bahçesi
Satrap Ardeşir
Sonsuzca ayakta duran ölümsüz Bukait.

Boşluğun yansısını yankılıyor Ardıç kuşu!

Evren; dönen, sonsuzluğu içine çeken, kıvrılmış
Savrulan, iç bükey ve dış bükey bir aynanın yansısı.

Yokluğun varlığı...




*

DEMANS

(08.08.2013)



                                                  'Doris Maria Weigl'e

 


Mavi duvarda, cesedimi görüyorum...
Ayak parmaklarımız düşüyor!
İnsanlar çocuk yaşta ölüyor...

Hızla hareket halinde karidesler.
Denizin içinde, binanın üçüncü katı duruyor.

Duvarlar midye ve tunikatlarla kaplı

Deniz yıldızları!..

Dalışa eşlik eden kalorifer petekleri, su boruları.
Çamaşır makinesi, kolonlar.

Bulantı içinde çınar ağaçları.


Kumlar, deniz marulu, salyangozlar.
Evsel-endüstriyel atık, deniz atları, iğneler.

Görüşü karartan mercan, kalamar yuvaları...

II
İnorganik maddeler, petrol yağları, su altı çayırları.
Ommatidium gözler, taban zarı, tarım atıkları.

Silindirik kolon.

Hipparion, elastomerik polidimetilsiloksan
Esnek silikon.

Fotodiyot, osteokondüktif gereç
Biyobozunur polimerikler, pikseller.
Spinal füzyon, kolojen.

Plaklar, kafesler, vidalar.

III

Polivinil klörür, fosforesans, parabolik rotalar!
 Deniz dokuzgözlüsü, Türkmen çıngırağı, siyanokrilat.
Simülasyonlar.
 Simulakr.
 eARTh!..

 Demansif hard.
 Dişil damar, aşkın eril cenini, hipokondri.
...
 Mavi duvarda cesedimi görüyorum.
 Ayak parmaklarımız düşüyor!
İnsanlar çocuk yaşta ölüyor!..





*





KONUK

Mikroalgler, chlorella ve protozoalardayız
Orman faresi ve çayır köpeğiyle
Çoklu evren sorunsalını konuşacağız.
Çelyabinsk'i özeleştiri eşiğinde
Siyanobakteriler, klorofitler, haptofitler
Şatodan düşen leğeni soruyor.

Torero ve Madrid, Paris ve parisien
Longin ve Londra, pelerin ve Berlin,
Del Kano ve Merkator, Nippur günlüklerinde.

Sibir tundrası siborgu, orman atları,
Dağ otları, Trafalgar'ı sorguluyor.
Vespuci banliyölerinde kanibalizm artıyor
Korkuyor Paul ve Virginie...

İskandinav inuiti dış satımda
İnsan öz beninin parçası ama
Yeni para birimimiz Bitcoin ile
Maykop vazosunun periskobu yitti.

Fukushima'nın su altı planörü çalışıyor
Helyum ve etanol yoğun
Ponomarenko sağlığına kavuştu
Kan hücresi sayımda,
Digital kitaplar sonsuz hızda
Sıfır gigabayt ve sıfır data tek amaç

Sinir sistemleri, android telefon
Ve omurga dizileri uydu parçalıyor
Protectorlar önlem almıyor

Asetilkolinesteraz, inhibisyonlar
Zehirli pestisitler ilgi odağı
Auroraborealis, auroraaustralis
Sarin almacı, nöron sinapsı, eritrosit
Ve organofosfat, total etnik ayrılıkçılar.

Lir yıldızı ve alveolat kolonisi
Heterokontlar ve yedi uyurlar, konuklar.
Hovercraft gezdiriyor onları.

Nöromüsküler parçalı bir dünya var
Biri Çin'de, her an paralize olabilir
Her an birleşebilirler.

O büyük çözüm bekleniyor yaşlı gezegende.



*


AZINLIK RAPORU

Az gelişmiş toplumlar hep bir kurtarıcı bekler, bir diktatör, bir paratör, beyaz atlı prens ya da prenses… Kurtarıcı hiçbir zaman gelmez, zaten kurtarıcı diye bir şey yoktur; Onun için az gelişmiş toplumun, yüzü gülmez, naturası mutlandan uzak, suratı asıktır. Kurtarıcıdan kurtulmak diye bir şey var sonra; Kurtarıcı hep beklenecektir bu yüzden, sonsuza dek.

Samuel Beckett, psikanalistik düzeyde, beklemenin anlamsızlığını, boşluk ve hiçliği yinelemekten başka bir işe yaramayacağını bildiği için, gerçekte; Salt bekleyişin bir eylem olduğunu, beklenenin gelmesi durumunda bile, hiçbir şeyin değişmeyeceğini, kozmik skalada kavrayıp, sezinlediği için, salt bekleyişi kutsayan bir oyun yazmıştır. Tanrısal olan kurtarıcı değil, bekleyiştir yani!..

Gelecek olan, beklenen, bekleyişin kendisi kadar önem ve değer oluşturmayacağı için, ‘bekleyişle’, onun salt kendisiyle sınırlamıştır oyununu… Ama bunu anlamak o denli belirsiz bir iz düşümdür ki, Beckett bunu açıkça belli etmeye bile gerek duymamış ve anlamsız bir boşlukta bırakmıştır oyununu… Dileyen belki tam tersini bile ileri sürebilecektir, çünkü bekleyiş özünde her olasılığı barındıran bir edimdir ve Beckett haklıdır!..

Az gelişmiş toplum, sürekli bekler bu yüzden, ama bunun anlamsızlığını ve hiçbir işe yaramayacağını kavramak istemez, anlamamakta ya da kendini bu oyuna kaptırmakta direnir. Örneğin sosyal medyada, sürekli kurtarıcı olarak, o işe uymayacak, uzaktan yakından ilgisi olamayacağını düşünebileceğimiz kişiyi, gerçekte yaşamın bir parodisi sayabileceğimiz insanları, komedyenleri, oyuncuları, neredeyse sirkte çalışmış bir jonglör veya bunca yıllık yaşamında bir hara bile görmemiş ‘seyisleri’ paylaşır!..

Bu şunu düşündürüyor, karikatürsel olarak veya toplumun bilincinde diktatör; sürekli alay edilen, taklidi yapılan veya hakkında küçültücü söylentiler üretilen biri olmuştur. Acaba bu yüzden; Toplumun bilinçaltında yer eden bu görüngü yüzünden mi toplum, sürekli popüler, komik ve belki bir kokteyli bile yönetemeyecek, bir komedyeni, yankıdan ibaret bir figürü ya da bu konuda deneyimi olması düşünülemeyecek kişileri paylaşır.

Bilinçaltındaki kurtarıcı, gerçekte bir diktatör olduğu ve bu kişiyi, hep komikleştirdiği, bir gülüte dönüştürdüğü veya Stockholm Sendromu -burası önemli- uyarınca, gerçekte bağımlı olduğu, özlemini çektiği kişiyi, spritüel olarak çağırdığı, eğretilediği için mi genellikle komedyen türünden insanları paylaşıyor.

Düşündüğümüzde demek istiyor ki öznemiz; Bir diktatör yok mu bizi kurtaracak, süblime ediyor istemini… Psişik olarak şunu düşünelim artık, az gelişmiş toplumda, neden ülke sorunları üzerine söyleşiler hep aynı tümceyle bitiyor, şöyle; Gerçekte bize bir cellat, bir ali kıran baş kesen gerek! Bu tümcenin, elbette sayısız versiyonları vardır!..

Ama Beckett bunun hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini ama toplumun düzeyini ve demokratik formasyonunu anlamada yardımcı bir veri olabileceğini söylüyor.

O zaman paylaştığınız kişiler bizi kurtarmayacak, bunu biliyoruz, ama bilinçaltımızda totaliter, güdülmeye alışkın, sınıfsal hiyerarşiye uyum içinde, pederşahi bir toplum ve bireyler olduğumuzun tanımı ve gizil özlenci yatıyor bu paylaşımlarda… Bu gün gibi açık, ne acı demeyi gerektirmeyecek kadar, çünkü gerçel olan var olanın kendisidir ve bir açımlamayı gerektirmez!..



*



SODYUM

                              'Aylin Güven için...'

Anılarımız tanrılar gibi soyut
ve moleküllerimi görüyorum.

Kara madde, tanrı parçacığı,
yürüyerek geliyorlar
ve hologramda beliriyor görüntüm.

Evren, onlar ve ben
ve ikili sarmal
bir bilgi yongasıyız.

Umarsız matriks yığını.

İşte planörlerimiz uçuşta,
zeplinlerimiz yeli bekliyor.

Oksijen yurtlukları, dijifreni
ve kampüslerimiz

Nitrojen ülkeleri,
Sealand ve devletlerimiz…

İşte, İsa Reis gambotu bulutlarda,
on knot hız yapıyor.

Art taret yuvası; uz evrende yaralı.
Genoalı leventler, Utarit’te yüzüyor.

Beş sigma sayısal anlamlılık,
durgunluklar denizi
ve ağların akışında,
dönüp duran Pön incisi...

Ebabiller çekirge ayağı getiriyor Sultan’a
Kırlangıçlar su taşıyor Süleyman’a,

DNA.

Ve işte ölümsüz Soğdlular bakıyor;
Birgün ve Monark kelebeği
Buran yeli, buzağı, tuz ve buz.

Ve beyazın değişik tonlarıyla,
Merton’un bilgeleri.

Ve işte soruyorum onlara
ve işte böyle, işte göründüğü gibi, böyle;

Çorak ve susuz

Mutsuz muyuz!..


*


PROFİL


Hermes mavisinin, ay beyazı uyluklarını, kutup ışıklarıyla parıldarcasına süslediği gecenin sabahında, Mesih’in saçlarını sıvazlayıp kanala çıkan genç kızların, defnelerden çelenklerle gönendiği, İsis’in vergi memurlarına bir cebirle aşkı belletip, Yakup’un, ırmak ötesi sularında gezindiği, sunaklarda yazılı buyrukların, yeryüzü halklarına, o mutlanlı günlerin yaklaştığını bildirdiği, konsüllerin kara gölgelerinin surlarda gezinerek, ada çayları gibi kokulu; Sumatra köylülerinin, ortaçağ derebeylerinin, ayak uçlarında zambaklar açan Türkmen kızlarıyla, kentleri yıkan azgın suların, bentlerden aşarak, deltalara kavuştuğu, Hicret’in 23. yılının Bermahat ayında, şol yüzünü gösterdiği, içinden ateş geçen gül fidanlarının, Hemedan’da toprağa kavuşup; Tanrıların tapınmaya durduğu gezegenlerde, meleklerin yakarılarıyla, kuş arabalarıyla, göklerin cennetine ulaşınca, kementlerle boğulan cariyelerin, son iç çekişinde; Yakut gözlerinde yanıp sönen nurlar gibi, ilâhi bedenlerinden yayılan ve insanları çıldırtan yalımlar gibi; İman diyarlarında açan sümbüller ve Venüs gibi peçesinden sıyrılarak, gizem dolu ülkeleri tutuşturan yasemenler gibi!..
...

Sevmiştim seni!..


*


ANTİTEZ


‘İki kuğu karşı karşıya gelince, kalp işareti oluşurmuş, demek ki tanrı var.
Savaşta iki taraf, aynı tanrıya yakarırmış, demek ki tanrı yok.’

Bir kanalda filozofun resmi ekranı kaplamış, burun altı tüyleri çenesine dek sarkmış, görüşleri okunuyor, düşünceleri dile geliyor, art arda aktarılıyor.

Bir oda da beş kişi var, tümü de büyük bir sessizlikle dinliyor filozofu…

O ise, yeryüzünü, yaşamı, evreni, varlığı, yokluğu, tanrıyı; onun doğumunu, ölümünü yorumluyor. Her bir şeyi, usa sığmaz, büyük bir ağırbaşlılıkla kurgulayıp izleyiciye sunuyor.

Ama devasa burun altı tüyleri öyle dikkat çekiyor ve öyle ilginç geliyor ki insana, yüzünün bir yarısını -ağız ve dudaklarının- tamamını, bütün bütüne örtmüş, ekranın büyük bölümünü neredeyse kapsıyor!..

Beş kişi var odada ve tümü büyük bir dikkatle dinliyor onu…
Sonra içlerinden beş yaşında olan en küçükleri, birden çınlarcasına bozuyor sessizliği;
‘Bu adam nasıl yemek yiyor?..’


*




MESEL

Küçük Meryem rüyasında İsa'yı görüyor.
Mesih bir çeşmenin başında durmuş, Meryem'se testisine su dolduruyor. Testi dolduğunda, İsa, Meryem'den testisini istiyor...
Meryem şaşkınlıkla bakıyor ve İsa; 'Susadım' diyor.
Çaresiz veriyor. Mesih testiyi ağzına götürürken, içinden çayırların arasına dökülen bir çeşmenin şırıltısı geliyor ve suyun başında, dünyanın en güzel kuşlarının ötüşü duyuluyor...
Küçük Meryem, İsa Mesih sudan içerse çeşmenin suyu bitecek, kuşların da sesi kesilecek korkusuna kapılıyor ve birden rüyasında O'na, 'İçme' diye bağırıyor... Ama o kadar bağırıyor ki, yazık ki kendi sesine uyanmak zorunda kalıyor!..
Kenan ilinde, neden her güzellik yarım kalır diye insanlar birbirine sorduğunda; bu mesel anlatılırmış...



*



EARTH


Sonsuz karmaşada, geçmişte kalan yılları ararken, geleceği Sibirya’da buluyor, madenlerde göklerin mesihini kucaklıyorduk. Kuiper kuşağının yörüngeleri geçit vermiyor, Vladivostok’ta yıldız konukları ve besin zinciri kırılmaları, koşut acunların sarı göllerini kırbaçlayarak aşıyordu. Dotcom balonu, gama ışını patlamaları ve Baktun 13’ü arayışımız sürüyor ve tüm idelerimiz eşitler arasında eşitliktir ve karanlığın yaratıcısı gözlerimizdir diye göz yaşı döküyordu Valerie!..

Kırmızı solgun deniziyle, umudumuz Haumea’ye varıyor, ak delikler konveks şeyler, kara delikler konkav süsleridir diyorduk. Castle Bravo için yas tutuyor, neyin var olacağını bilmiyor, neyin var olması gerektiğini söyleyemiyorduk ve kurşuni koridorlarda durmaksızın gülümsüyordu Bay Klein.

Mono gölü sanrıları ve ikonlarıyla bize doğru koşuyor, Cumbre Vieja volkaniği ve ilk vikont Canterbury melekleri öyle umarsız ve nepenthesler, ostrakodlar eşliğinde, hidroyitler sanki buz prensesleri gibi süzülüyordu artık.

Einstein ve genel görelilik kuramına ilişkin formülü bağdaştıramıyor, zaman nedir, uzay nedir, son ve başlangıç nedir, bir türlü anlayamıyorduk. Toplam torkun sıfır olmadığı sürece, protein demetleri mavi ışın yayamıyor, defneler beyi, yabani manolyalar ve gülleri histeriyle koklayamıyordu.

Dört duvar arasında kalan ve yaşamı boyunca dışarı çıkamayan bir homini, betiklerde görmediği, hiçbir yerde duymadığı ve tümüyle öznel çıkarımlarla balıkların var olması gerektiğini söyleyebilseydi, ne denli şaşırtıcı olur diyorduk.

Konjugasyon ve ötrofikasyon gecikiyor, yaratılmışlar kahverengi cücelerde toplanıyor, deniz tavşanları, biyolitler, tükenmiş soylar; Jiguan uzay üssü, parafin ve yapay uydular sönüp gidiyordu.

Ve orada; belimizden ağır silahlarımızı çekip, revolverlerimizin horozunu kaldırarak, o gün bu gündür deyip, neşeyle tanrıları öldürüyorduk artık.



*



UROS


Geyik kokusuyla yüklü yele özlem duyduğumu biliyorum.
Karla dolu yamaçlara ve vadilere koku yayan çiçeklerle, ağaçlara.
Kentlerden biri ateş altında, kucağında çocuk taşıyor biri,
dudakları kan içinde ve mitralyözler ötüşüyor, kuşlar gibi.
Tapınaklardan doğru biri çıkıyor, çok sakin,
çoluk çocuk ardından koşuyorlar ve çok mutlular.
Kuzey Buz Denizi’nden, bir gemi yaklaşıyor dönenceye,
el sallıyor güvertedekiler, kıyıdaki balinalar yunusları karaya sürüyor.
İzlanda’da bir gelin ağlıyor, papyonlu biri koluna giriyor
ve ikisi geceyi ateşler içinde geçiriyor.
Bir besici var güneyde, sığırları çamurun içinde uyukluyor,
köpeğini seviyor adam ve mutsuz olduğu gözlerden kaçmıyor.
Bir yelkenliden, tuhaf çığlıklar geliyor Çin Denizi’nde,
bir kalabalık var ve ‘Gangnam Style’ oynuyorlar.
Silah sesleri arasında Filistin diye bağırıyorlar
ve bir haham ağlama duvarına alnını dayıyor
ve Tel Aviv’de yankılanıyor elem denizi.

Akvaryumda dönüp duruyor balıklar.
Alacakaranlıkta bir araba devriliyor.
Zigana Geçidi'nde belirliyorlar olay yerini,
içindekiler sıkışmış, konuşamıyorlar.
Helikopter eşliğinde, bir uydu iniyor uzak bir yere,
birileri çıkıyor içinden, beyaz giysileriyle.
Cayman adalarında yapayalnız samanyolunu gözlüyor biri.
Arizona yakınlarında, kayalar üzerinde sevişiyor iki kişi.
Ve Yeni Zelanda’da gazete okuyorlar parkta.
Ağaçlarda bir saksağan çınlıyor ve büyüleyici sessizlik bozuluyor.
Bir yer sıçanını izliyorlar Amazon’da.
Malaya’da esmer bir kadın, güvenli adımlarla yürüyor kulübesine
ve timsahların olmadığı Haliç’te bir tersanede
-son iç çekişle- nargile tüttürüyor biri.

O an Göklerin Tanrısı'nın umarsızca bizleri düşlediğini düşlüyorum.
Ve gelecek çağlar boyunca, onun bildiklerini bilemeyeceğimizi biliyorum.


*


UROS


Geyik kokusuyla yüklü yele özlem duyduğumu biliyorum.
Karla dolu yamaçlara ve vadilere koku yayan çiçeklerle, ağaçlara.
Kentlerden biri ateş altında, kucağında çocuk taşıyor biri,
dudakları kan içinde ve mitralyözler ötüşüyor, kuşlar gibi.
Tapınaklardan doğru biri çıkıyor, çok sakin,
çoluk çocuk ardından koşuyorlar ve çok mutlular.
Kuzey Buz Denizi’nden, bir gemi yaklaşıyor dönenceye,
el sallıyor güvertedekiler, kıyıdaki balinalar yunusları karaya sürüyor.
İzlanda’da bir gelin göz yaşı döküyor, papyonlu biri koluna giriyor
ve ikisi geceyi ateşler içinde geçiriyor.
Bir besici var güneyde, sığırları çamurun içinde uyukluyor,
köpeğini seviyor adam ve mutsuz olduğu gözlerden kaçmıyor.
Bir yelkenliden, tuhaf çığlıklar geliyor Çin Denizi’nde,
bir kalabalık var ve ‘Gangnam Style’ oynuyorlar.
Silah sesleri arasında Filistin diye bağırıyorlar
ve bir haham ağlama duvarına alnını dayıyor
ve Tel Aviv’de yankılanıyor elem denizi.

Akvaryumda dönüp duruyor balıklar.
Alacakaranlıkta bir araba devriliyor.
Zigana Geçidi'nde belirliyorlar olay yerini,
içindekiler sıkışmış, konuşamıyorlar.
Helikopter eşliğinde, bir uydu iniyor uzak bir yere,
birileri çıkıyor içinden, beyaz giysileriyle.
Cayman adalarında yapayalnız samanyolunu gözlüyor biri.
Arizona yakınlarında, kayalar üzerinde sevişiyor iki kişi.
Ve Yeni Zelanda’da gazete okuyorlar parkta.
Ağaçlarda bir saksağan çınlıyor ve büyüleyici sessizlik bozuluyor.
Bir yer sıçanını izliyorlar Amazon’da.
Malaya’da esmer bir kadın, güvenli adımlarla yürüyor kulübesine
ve timsahların olmadığı Haliç’te bir tersanede
-son iç çekişle- nargile tüttürüyor biri.

O an Göklerin Tanrısı'nın umarsızca bizleri düşlediğini düşlüyorum.
Ve gelecek çağlar boyunca, onun bildiklerini bilemeyeceğimizi (*) biliyorum.
...
(*) Umudun adı belki de bilebileceğimiz olsun.



*


PROFİL




Hermes mavisinin, ay beyazı uyluklarını, kutup ışıklarıyla parıldarcasına süslediği gecenin sabahında, Mesih’in saçlarını sıvazlayıp kanala çıkan genç kızların, defnelerden çelenklerle gönendiği, İsis’in vergi memurlarına bir cebirle aşkı belletip, Yakup’un, ırmak ötesi sularında gezindiği, sunaklarda yazılı buyrukların, yeryüzü halklarına, o mutlanlı günlerin yaklaştığını bildirdiği, konsüllerin kara gölgelerinin surlarda gezinerek, ada çayları gibi kokulu; Sumatra köylülerinin, ortaçağ derebeylerinin, ayak uçlarında zambaklar açan Türkmen kızlarıyla, kentleri yıkan azgın suların, bentlerden aşarak, deltalara kavuştuğu, Hicret’in 23. yılının Bermahat ayında, şol yüzünü gösterdiği, içinden ateş geçen gül fidanlarının, Hemedan’da toprağa kavuşup; Tanrıların tapınmaya durduğu gezegenlerde, meleklerin yakarılarıyla, kuş arabalarıyla, göklerin cennetine ulaşınca, kementlerle boğulan cariyelerin, son iç çekişinde; Yakut gözlerinde yanıp sönen nurlar gibi, ilâhi bedenlerinden yayılan ve insanları çıldırtan yalımlar gibi; İman diyarlarında açan sümbüller ve Venüs gibi peçesinden sıyrılarak, gizem dolu ülkeleri tutuşturan yasemenler gibi!..

...

Sevmiştim seni!..


*

PARA'DOKS

İnancın ön plana çıktığı kesimden yeterince güçlü sanat ve sanatçı çıkmaz!.. Bu bir klişe, nedeni ise, algımızın 'dindar-laik' ayrımıyla biçimlenmiş olması, dindarlığın karşıtı laik olmak değil, laik bir kişi de dindar olabilir çünkü, çevrenize bakın göreceksiniz.
Laiklik bir durumun açımlanması, dindarlık ise bir iş, bir eylem ya da mantalitenin kişide varlığını sürdürebilmesi. Dindar kişi, dindarlığını yaşayan, bir eylem olarak onu ortaya koyan kişi, karşıtı ise laik kişi değil, aksine dini hiç bir eyleme girişmeyen, kişiliğinde böyle bir iş ya da devinim barındırmayan kişi demek.
Bu onun laik olduğunu da göstermez, sadece laik diyebildiğimiz durum kategorisinin içinde değerlendirebileceğimiz anlamına gelir.
Geçmişte batının, rönesansın bütün sanatçıları, bilim insanları neredeyse dindardı, dinsel çatışma, kavramsal yenilik sanatı da körükledi.
Günümüzde dindarlık kişinin o alana varlığını adamasına yol açıyor, onun sanatı, var olma biçimi dindarlık, sanatla uğraşı yerine, deyim yerindeyse dindarlık diyebileceğimiz işlevsellikle varoluşunu arıyor, onu önelliyor.
Laik sanatçı diye bir şey yok, çünkü onların ritüel olarak dindar sayılmayan görüntüleri gerçekte çoğunun tanrı inancı ve dine saygınlık noktasında belki de dindar ya da onlardan çok bir inanca taşımasına engel değil.
Arılaştırırsak, dindarlık işlevsel bir durum, bir adanma, bir iş, bir eylem olduğu için, sanatçıyla benzeşen bir işlevsellik barındırıyor, diyesim insana ne iş yapar dediğinizde, sanatçıdır, resim yapar denilebildiği gibi, bir başkasına dindardır, tapıncaya adamış kendini, dahası bize bozunmuş gibi gelen bir deyimle dindarlık yapar diyebiliriz.
Dindar kişi sanata uzak ve soğuktur yaklaşımı ise, düşünsellikte bir seçilim göstergesi, bir belirtge olmakla birlikte ötesinde; faşizmin kendisi dışındaki edimlere ya da sosyalizmin Tarkovski filmlerine kısıtlar, bir irite, itinç içinde olması veya kendi sanat anlayışını dikte ettirmesine benzer; fundamentalizm'de erke dönüştüğünde, kendi sanat anlayışını dikte ettirecektir, bu laik bir sistemde de, doğallıkla bir takım ayrışmaların olabileceği anlamına gelir ki, dindar kişinin, dindarlığın sanatı kendi anlayışına sürükler yaklaşımına benzeş, ufuktaş durumlarla karşılaşabiliriz. Örneğin laik sistem Nazım'a alışma dönemine bir bakışım, bir refleks gösteriyor, şeri bir sistemin Hallaç veya Haccac'ı tanıtlar ya da bir paye vermesi gibi. Geçmişte sanatçılar ölüyor, hatta Turan Dursun gibi teizmin iç yüzünü açığa vuranlar yok ediliyordu. Her sistem kendini korumak için klişeler üretir.
Sanat, onu domine eden toplumların sanatıdır gerçekte, bir de her şeyde olduğu gibi sanat gözle görünmez ama güçlüden yanadır, Marks'ın sözünü ettiği gibi bir kapital, sermaye içi bir edim, bir devinimdir, muhalefet ya da karşıtlık dediğimiz şey olmazsa olmaz noktasına varamadan sönüp giden bir gece feneridir, dönüp geriye bakınca bu görülebilir. Batının tüm herşeydeki total üstünlüğü, sermayeci-kapital'ist sistemdeki ezici üstünlüğüne yaslanır ve sanılanın aksine sanat içerikte güçlü ve ikonikse de, muhalif olma açısından zayıf bir görüntü ve cılız sonuçlar verir ve paratorlar ve parokrasiyle doğallıkla bir bütünlük içindedir. Nitel muhalefet sertçil görünür ama anlayış sınırı verevine geniştir, birbirini içtenlikle tetikler, batı dışında, sanatsal muhalefet göreceli olarak abartılı ama gerçekte nicel ve nitel zayıflık gösterir, ne ki anlayış sınırı dikeydir ve birbirini gönülsüzce de olsa zorlar ve açıkça dışlamaya çalışır. Biçimsel de olsa güç, güçlü muhalefet demektir.
Sanat elbette muhaliftir ama hiç bir düzen de sanıldığı kadar us dışı değildir, yoksa her sanatçı bir deccal, her düzende anarşizan bir karmaşım biçiminde algılanmaktan kurtulamazdı. Dolayımla yaşamımız kadar sanatımız da kusurludur, sanatımız kadar yaşamımızda, sanat gelecekçi, hümanist bir arayış biçimidir, ütobik bir arayışın yaşamın verileriyle, çağrışımlarıyla harmanlanan dışavurumudur. Gerçellikte, gelecek yaşam için bir ufuk, sanat ise gelecek için bir umuttur...



*



TLÖN
(18.05.2013)

Karbon ışıldaklarıyla aydınlanan gecemiz.
Nosebo-plasebo etkisinde geçen günler.
Septisemi.

Hidroid koloniler, avcı canlıları, zehirler.
Antartika uçullarında kamp kurduğumuz çadır.
Yüz elli bar ozmotik basınç.

Hattuşa.
Sentetik elmas kürü.
İki yüzlü kertenkele, silolar.
Beş milyon G akselerasyonda yüzen karaca.

Ağlarda dal budak salan klonlar.
Morfinman jaguar, konuşan karınca, alkolik kalamar.
Bulaşıcı ve sağaltımsız dudak ödemi.

Penneria disticha'ya yolculuk.
Yavru ağzı nilüferler, tüfler.
Koltukta uyuyan Astra.

Bir bentik hidrozoa.
Kontaminasyon yöresindeki kalkışma.
Kombinesi bulunmayan No tiyatrosu.
Çıkışı olmayan metodolojik viyadük.

Animalia kingdomu.
Taşikardinin yok ettiği mandıralar.
Epileptik sahra.
Ve tünellerde izlediğimiz doyumsuz peyzaj.

Buz hokeyinden ölen canlılar.
Tüyler, elektronik malarya...

Sussex'teki glayöllü nişan töreni.
Beşinci Kennedy caddesi.
Eritoran kombinasyonu;
Kongo'daki.

Turritopsis nutricula.
Uzayıp giden Azak Denizi.
Endokrin reprodüktif surlar.

Siborg tarlaları, robotik ahırlar.
İmmün sistemlerinde yüzen çadır.
Bloglar.

Altın buzağı.
Pisi otları.
Kepler'deki ofisimiz.

Ve her yitişinde
Yeniden ürettiğimiz;
Sevgilimiz!..



*



DENİZİN AYIRDIĞI SEVDALI
        (Halkidikya Şarkısı)


Bir gün geleceksin
böyle mavilikler içinde
güneş sularda erinip duracaktı...

Ağlayacağım
hep bir geçmişi yaşadım,
burada
denizin derinliklerinde...

Halkidikya nerede,
İyonya’da geçti mi hiç günlerin
artık sormayacaksın bana

Ağlayacağım bir kez daha
şurada
yosunların dibinde
yan yana, koyun koyuna...

Yaşlı Diyonizos gelip çalacak kapımı
-bir sevda elçisiydi-
iyi zamanlarda...

Ama ben çıkmayacağım kulübemden
ıraklardan gelen o kırmızı balıklar
-girene dek cennet bahçeye-
ağzımı bıçak açmayacak.

Rüzgârlar uğuldayıp,
denizin sesi gürlese de göğsümde
dalgalar okşayıp yalasa da saçımı
gitmeyeceğim artık
ilk hayatlardaki ışığın peşinden...

Umarsız,
köpükler içindeki
cansız başımı,
vurup dursa da su perileri
denizdeki şu kabrime

Son dileğimdir;
seni ağzından öpmek isteyeceğim
-son kez-

Ve artık hep uyuyacağım
-sonsuza dek-
gülümser,
aydınlık içinde olacağım…



*



OTOMAT

1
 2
  3

 4
  6
    4

 2
   2
     2

 3
   7
     9

 5
   5
     8

 1
    8
      1

 0
 0
 0
 0.



*




IQ



Elektromanyetik tayflar ülkesindeyiz

Kelvin derecesi ölçerlerimiz;

Fahrenheit 451!



Roche Sınırı ayın

Ve mehtap

Apollon’un!..



Sevilla’nın sevgisi yetmiyor

Proxima Centauri çok yakın

Elektriksel ark ve Milkomeda

Başedilmez konveksiyon duruluk

Ve mantoda unuttuğumuz Kerala!



Işık küreleri kaçıyor işte

Flareler- Usdışı parlamalar

Evrenus, renk delileri...



Ufukta Deştikebir şehri

Ve imansız çölyak kitleleri.



Hegzaflorid

Aşkabat aşkı tanımlayamıyor!



Nitrus oksit

Maktul Sühreverdi

Ve reenkarne üç kanadıyla

Tünüyor, Tus’lu Gazali



Tahâfut ul- Felasife

Tahâfut ut -Tahâfut

Mitokondrik opera

Vanderbilt!..



Minos kültü,

Kaçışan kabile, sinikler

Bulutlarda koşuşan kavim

La ilâhe!



Ve gezegende bıraktığımız

Mecelle!..



*




3. TEKİL KİŞİLİK


‘Tüm evreni zehirliyor / o altınsı sarılık. / Ve kurt deliklerinde işte / güneşleniyor som varlık!..’

O kaosun ejderi
sonsuz yoklukların
yok varlıkları.

Aksiyomatik kanıtlar
elemanter sistemimiz
asal sayılar.

Utarit gezginleri
İrrasyonaliteler
Ulam teoremleri

‘Zamanın her anında,
birbirinin zıttı iki yerde,
birbirinin aynı iki şey var!..’

Cebirsel topoloji
Hipotezler, tanıtlar...

Yüzü yok Apeiron'un!..

Nesturi astrolabı
Fields madalyası aldı.

Aeropeum betiği
som-kül renkli!

Poincare
İndex teoremi,
Perelman
Duns Scottuslar!..

Kanımda lenfoma geziyor,
güneşimiz Aziz Killer,
altınçağ!..

Yüce Yara'dan bana,
ölüs yüzlü Alfonso’ya
sormuş olsaydı eğer;

Verimlilik geni;
kanatlarla gelir

Girit tekerleği
Akreditasyonlar
Rekonstrüksüyonları
Mikail’e benzetirdim.

Ey pleurodiralar!

‘Zamanın her anında
birbirinin zıttı iki yerde
hiç esmeyen iki rüzgâr var…’

...


Biliyor musun Morpheus
gölgelerdeki yaşamımız;

Döner boyunlu kaplumbağalar!..


*


3. TEKİL KİŞİLİK


Ahi-evreni zehirleyen, o altınsı sarılık, kurt deliklerinden sızıyor işte, orada güneşleniyor som varlık. Kaosun ejderi, Falcon-Dragon kapsülünde, sonsuz yoklukların, yok varlıkları; fulleren molekülü içmekte…

Orada, Ebul İzz, aksiyomatik kanıtlar ve elemanter sistemimizin asal sayılarını elinden kaçırıyor!.. Utarit gezginleri, irrasyonalitelerle, Ulam teoremlerine ağıyor ve püsküren kızıl korlar arasından Eyjafjallajokull diyor ki; ‘Zamanın her anında, birbirinin zıttı iki yerde, birbirinin aynı iki şey var!..’

Cebirsel topoloji haykırıyor, neye yarıyor bunlar, hipotezler, tanıtlar ayakta duruyor!.. Civan perçemi sorularla çoğalıyor ve görüyorlar ki; ‘Yüzü yok Apeiron'un!..’

Nesturi astrolabı, Fields madalyasıyla ödüllendiriliyor, Aeropeum betiği, som-kül rengini açıyor ve gözyaşlarını tutamıyor Bleda!.. Poincare, İndex teoremi, Perelman beraberce bekliyorlar orada ve gülümseyen ellerini öpüyor Duns Scottus, cinsiyetsiz yarı tanrının!..

Çağatay Hanı Tarmaşirin, Hz. Ali'nin bahçelerinde geziyor ve kanında lenfoma yüzdüğünü söylüyor, güneşimiz Aziz Killer, dayanamıyor ve başlatıyor altın çağı!..

Kovuğundan çıkarak diyor ki o; Yüce Yara'dan bana, şu yaşlı Alfonso’ya sormuş olsaydı eğer; Verimlilik geni, kanatlarla gelir, Girit tekerleği, akreditasyonlar, rekonstrüksüyonları, Mikail’e benzetirdim!..

Ölüs yüzüyle bağırıyor Mutasım ve çağlıyor birden; Ey pleurodiralar, döner boyunlu kaplumbağalar! ‘Zamanın her anında, birbirinin zıttı iki yerde, hiç esmeyen iki rüzgâr var!..’

Biliyor musun Morpheus, Milkomeda’da umarsızlık içindeyiz ve soyumuz tehlikede…

Ve yazık ki işte, yıldız adaylarının içinde ağlıyorlar;

Döner boyunlu kaplumbağalar!..


*


GELECEĞE AĞIT
   (Z KUŞAĞI)

Mekatronik bir zaman içinde,
-konuşan maymunlar-
ve ortografik şifrelerimiz.

Harf kombinasyonları
sayımsallar
ve işte Alice’in Harikalar Ülkesi’ndeyiz.

Üçüncü evre sona eriyor artık
siber uzay simülasyonları
second life, microsoft, avatar
ve bal kuyularında uğuldayan arılar!..

Yaklaşan sisin bilinci varmış gibi
son didaktilosu uygarlığın
bilgeler ve zalimlerimiz…

Alfa, beta, zeta
zirkonyum ve zerolar yaklaşıyor işte
atropin ve belladona
ve yengeç yürüyüşü yapan sensörlerimiz!..

Melezleştirilmiş gerçeklik
ölümsüz tek tanrısı radyasyon meleğinin
hipoklorit, peroksit çalkalama
kuzenimin üç ayağı madura!

Sahibesini gezdiren kedi
komşu ziyaretine giden köpek
hydralar, Venüs kuşu, tazılar!

Yaklaşıyor siyah gecelerimiz
Yanan ormanlar içinde geyikler ağlıyor...

Ve tanrı parmağından yoksun ellerimiz!..


*


MÜZİK

Katedraldeki orgdan yayılan müzik
elden ele, dilden dile
kentin bütün kiliselerini dolaştı
bütün mahzenlerini
incecik bir sızıyla
derin...

Vatikan'da Pi'nin ayaklarına kapanan
Henry'yi anımsattı bana bu müzik
-lapa lapa yağan karda-

Talmudlardan kalan İncil ilmihallerini
Davudileri, mühür kimdeyse Süleyman ondaları
dönüklüğün en yücesine ermiş rahibe erkekleri
aftosluk olmuş erselik kadınları
Bilitis kızları, oğlanları

Şeytan çanaklarını, yılancık otları,
kedi tırnaklarını
Manastırın gün ışığı alan en gizemli yerinde

Vergilius ölümüne satırlar yazarmış
O söyledi;
-Christmus ekinine öncüllüğünü bilmeden-

'Oğul, dünya evi ve sonsuz ateşin
acısını yudumladın
ve artık benim bile erişemeyeceğim yerdesin!..'

Milattan Önce
77.


*


İKİLEM

Hindistan’ın tropik ormanlarında, gövdesi bitki, dalları etsi bileşenden bir ağaç bulunmuş; geceleri yer değiştirebiliyormuş. Biyologlar bunun ana yapısı ve gövdesine bakıldığında bitki sayılması gerektiğini ileri sürmüşler. Zoologlarsa evrildiği biçim göz önüne alınırsa; hayvansı bir tür sayılabileceğini söylemişler. Tartışmalara son noktayı koyansa eyalet valisi; Biliyoruz ki bu bir kıyamet belirtisi!..


*


O

Horoz dünyanın en güzel canlılarından biridir. Sağrısından aşağıya doğru sarkan, tavusu bile kıskandıracak tüyleri, güneşte parıldar. Çukurova’dan bir çiçek gibi balkır!.. Yalımları tüm dünyaya yayılır… Horoz gören her Havva çocuğu, doğanın tansığını; güzelin kutsalı ve estetin yüceliğini, ilk kez güneşle; ötüşen bir horozun masalsı görüntüsünden alır...
O tanrının bağışladığı bir armoni, ilahi sanatın sunduğu; meleksi, bin bir renkli ve görülesi bir kursudur!.. Çıldırtıcı renkler, insan yavrusunun gözünde, yeryüzü yaşamının sonsuz çeşitlilikte olabileceği iminin ilk uzantısıdır. İnsanoğlu için; bir hoşgörü denizinde büyümesi gereğinin ilk dersidir!..
Lâl rengi ibiği, yaşamda bazen onurunda gerekli olabileceğini duyumsatır bizlere, bayrak gibidir. Ayak pençeleri hakkını aramaya, boynunun güzelliği bu uğurda adil olmaya davet eder insanı…
Dik duruşu, yaşamda bağışlanmayacak tek şeyin, bundan vazgeçmek olduğunu ima edebilir. Kuyruğu yanı başımızda yüzen, uzak deniz yelkenlisi gibidir, bizi başka yurtluklara, emel denizlerine ve erişilmez, us dışı biçemlere sürükler…
Ne mutlu onların güzelliğiyle yaşamış olanlara, ne mutlu horozlar şehri güzelim Tonguzlu’ya… Ve övgüler olsun anılarımızı; renklerin ve düşlerin deniziyle sarmalamış, o eşsiz horozlara!..


*


MESUT ENGİN

Sessiz ama duyabileni de öldürecek derinlikte bir çığlıkla elveda dedi!.. Beyoğlu’nda, kaldırım diplerinde, insanları, sanki bir düşün içinden süzülüyormuşçasına izlerdi. Ben de ona bakmak isterdim, bu garip çatışkıyla ikimizde, gözlerimizi başka yönlere çevirirdik.
Kim bakılmayı hak ediyordu!.. Ona göre ben, hayatın anlamsızlıklarını hiçe sayarak, en ufak bir tepki göstermeksizin, sinir krizlerinin eşiğinden uzak, vurdumduymaz, gamsız, tasasız, vicdansız yaşayıp gidiyordum... Ve o şaşıyor, hayretler içinde kalıyordu, benim demir perdeden daha kalın olan onmazlığıma, donukluğuma... Bana göre o, bu denli naif olmanın çıt kırıldımlığıyla, kenara itilmeyi, horlanmayı ve sarhoş sofralarında son bir tadımlık gibi harcanmayı hak ediyordu!..

Aramızdaki savaş, her seferinde küçücük bir piyes, acımasız, minicik bir roman gibiydi. Silahlarımızı sallıyor ve asla yenilen taraf olmak istemiyorduk. O sonsuza dek savunmada kalmış olmanın ezikliğiyle; direnmek istiyor, üzünç ve kederin de bir utkuya dönüşebileceğini, olabilecek en nazik bir gülümsemeyle, sanki karşı tarafa yansıtmak istiyordu. Beni anlatmaya ne hacet!.. Büyük yengimi, nasıl bir ağırbaşlılıkla, nasıl bir ölçüyle kutlamalıydım; tek sorunum buydu... Ve kutlamalarımın bir gün olsun tadına varamadan, buna olanak tanımadan, hiç ummadığım bir anda yarıştan çekildi!..

Bana büyük utkuların zamanla, korkunç yenilgilere yol açabileceği ürküsünü bırakarak;
Gitti...


*


ÖLÜ
Nurhan Hanım diyor ki, geçen gün gittiğim kokteylde, vitrinime koymaktan kendimi alamadığım kadeh kırıldı!.. Onu evimin arka balkonundan İtalyan Konsolosluğu'nun bahçesine attım. Öldüğünde bedeninin İtalyan topraklarına defnedileceğini, hiç bir zaman düşünmemiştir sanırım.


*


ANDROİDLER


‘Androidler, elektronik koyun sever mi?..’

Evimizin ilerisinde yükselen engebeli arazide, sayısız apartman var. Biz oraya karşı mahalle diyoruz. Onları bizden ayıran, yalnızca ortadan geçen yol ve bir iki duvar. Bazı geceler, solgun ışıklar altında, o yakaya bakarken buluyorum kendimi. En uzakta, tepede, diğer apartmanlardan oldukça ayrıksı, gökdelen gibi sivrilmiş, sarı bir bina var. Arada pencerelerde solgun gölgeler duruyor ve geceleyin, tek tük ışıkların yandığı dairelerde, hiç tanımlayamadığım karaltılar dolaşıyor… Oranın, giderek şaşırtıcı bir görünüme büründüğünü anladığımda, sanırım iş işten geçmişti!.. Boş yere hayıflanmışım, geçen gün, haklılığım kanıtlandı.

Uykunun tutmadığı o gece, balkondan durgun şafağı izlerken, birden gözlerim o binaya takıldı; bir hareketlilik vardı!.. Neler oluyor derken, büyük babamdan kalma dürbünle, yapıyı gözetlemeye başladım. Gecenin bu yarısında, belirsiz, ürkünç görüntüler ve sanki androide benzer, yarı insan-yarı hayvan yaratıklar bina içinde koşuşturup duruyordu ve elbette platinsi, metalik bir parıltı yayıyorlardı.

Donup kalmıştım, şaşkınlığımdan zamanı unutmuşum, sonra ne olduysa, -bir an gözlerime inanamadım- bir şey bana doğru koşarak, daha doğrusu dürbünün içinden; dalgalar halinde yayılarak yaklaştı ve acayip bir çınlayışla; Ne yapıyorsun, diye bağırdı!.. Asıl inanılmaz olan şey şu; biri kulaklarımdan sanki yırtarcasına asıldı!..
Ödüm kopmuştu.

O günden sonra, boşluğun gölgelerden oluştuğuna ve meleklerin bulutlarda dolaştığına inanır oldum. Duyduğuma göre, androidlerin gözleri kartal gözü gibi uzaklara odaklanabiliyor ve izlendiklerini anlarlarsa, manyetik biçimde hareket eden uzuvları, elleri, kolları sayesinde, dilediğini yanlarına bile alabiliyorlarmış!.. Şaşırtıcı olansa, şimdilik bana yalnızca bağırmaları ve uyarmış olmalarıymış!..

Aman tanrım, düş mü görüyorum ben!..


*


APOCALYPSE
(Songün)



‘Güneş güneşliğini bilirse de yaşamak üzünç verir’


Lotüs çiçeği burnunda, dönüyor gizil kalyonlar
ışığın cinsel hızında, içiyorlar beyaz kanı.

Elam topraklarına kargışla iniyor yağmurlar
belirsizlik relasyonuna geçenleri
Buran yeli ısıtıyor.

Takyon gölgeler, atomistik iyonlaşma odasında
stratosfer katlarında, müon ölüleri.

Bir leylak ışıltısı kırpışıyor, Titan burcunda
Bitinya ezgisiyle, yas tutulur orada.

Onlar kılıçlarla, saralı koristlerle, kuşatıyor gezegeni
ksilofon sesleriyle, düşlerinden düşüyor Demeter!
menekşeli ovalardan, kibirle yükseliyor Jüpiter

Kızıl ötesi, ulu sanrı, Hafız ve Yunus
karışıyor birbirine

Düşleyen okyanus, helyumlar, karbonlar
ve yüzü belirsiz olan;
Geliyor yine!..


*


METRONOM

I
Uzayda oluşan hurda genlerimiz, bellek dolu odalarda, baryonik akustik salınımlarda, karanlık enerjilerde geçen günlerimiz.

Kozmolojik akıntılarda, görünmez maddede yüzen ejderha; golgi cisimciği, kuasarlar ve gökadalar. Spiraller ve spektrallerimiz…

Doğumunu izlediğimiz Plutarkhos, odaklanan polarizasyon, Kefren’le gelen İskender, çoğalan yıldız doğumları ve uzaklarda plasentalarla dolu ışık kirliliği!..

II
Hindibalar ve aslan pençeleri, gölgelerde, hijyenik dokusuyla baş döndüren komşumuz, ölümsüz Smyrna çiçeği.

Dokulardan oluşan nükleosentezler, düşlerden kısa süren nötron, soluduğumuz pus, kanatlanıp sönen gaz, kozmik arkaplanı gökadamızın…

Ölümcül ışımalar, Topal Halit ve Demirci Umar ve Mehdi’nin çığlığında, mutsuzluk ve umutsuzluklar

III
Boş notaları madrigallerin, altüst olan sinir uçları, kış üçgeninin incileri, gerçel sayınç, Panteon’da dokunan gökpar kümeleri ve Satürn büyüklüğünde tanrılar!..

Yörüngenin dışındaki gökadamız, yükselen zeppelin, görkül safralar, yavruağzı rengindeki gezegen, unutulmuş evren ve sanrılarla yücelen, yürekleri sızlatan anılarımız…

Wilkinson ölçerleri, yön bağımlılığı, dorukta gülen boomerang, örümcek ağlarıyla tozlu balyalar, geçmişi canlandıran şey ve ölümsüz Planck cihazıyla; dolunay yüzlü güneyli…

Güneşin karanlığında duran diyapozon, Pers aslanı, ölüs pars, yeşil yılan ve çivi çakılırken kanayan duvar…

IV
Kafesinde kükreyen ornitorenk, altın gagalı; ve uçsuz bucaksız yurtlağımız Tetis denizi.

V
(Yıldız kalıntısı gözyaşlarımız ve uzay tanrılar yaratır deyişimiz, bellek adaları, somvarlıklar, opak davranışlarla golgi aparatını adımlayan nörobilimler, doru kefre, organeller ve bose partikülleriyle, kukla ve kobaylarla, pleurodiralar ve peteklerin arasında salınan antivarlar, evrenuslar ve Mora'daki sonvarlık; nükleer gizin uyuttuğu, burçlarda soluyan, deltoit gözlü Grekler ve Morpheus!.. )

Trans yüzlerimiz, endoplazmik reticulum, vezikül ve sistemalar ve ağıtlarla oyalanıyorduk!..

Rab proteinleri, sulfatalar, kinin ve gümüş iyodürlerle, Lûti Tarihi elimizde, dört nala koşan atların önündeydik.

Nörodejeneratif yaşam, potasyum, ölümsüz Argon, kuaternal ve komformal tavır, hipotetik dedüktiflik ve sisternalar bizi yiyip bitiriyordu.

Ve öğle üzeri duldalarda ve gölgelerde, analitik matematikten yemeğimiz verilirdi!..

VI
Herkesin bildiği o çılgın kuark, kansız, görklü takyon ve güneşin yokluğunda
Detroit’den gelen adam ve işte kanat çırparak uzaklaşan, güzelim Ankara’mız…

Biruni Sultanlığı yayını kitap, Nobel ödüllü grafen, Physics World,
Fulleren molekülü içeren ve bağ evlerimizde kaotik, çılgın sesiyle ötüşen,
çalı horozu!..

Piezoelektrik dünya, dönüp duran nitrat kristali, üzünçler veren Josephson denklemi, fibula kemiği aperatifimiz, soluyan dizkapağı, eklem ve kapasitörlerimiz.

Cooper çiftlerine yağan kar, sıçrayan Neptünel flüt ve yalıtkanların değiştirdiği, şeytansı doğa…

VII
Sırıtkan Feurbach çözümlemeleri, gözbebeği siborgların; gecenin derinliğini belirsizce adımlayan Musevi, Santa Barbara ekimozu, söylem kümeleri, akıntılar, yaralar, dişil bedevi, sarı yıldız, hangarlar ve meteorlar…

Gözleri ayetlerle çakışan ordu, melanj ruj, eskil tanrılar ve arkalarda gezinen, yaratılmışlar eskizi, o büyük tanrı!..

Tanrı parmağının materyalleri; labirentteki tanrı ve işte o… Tanrı’ya başkaldıran tanrımız!..


VIII
Doğudan gelen messenger orduları, sırtında sarnıcıyla susamış tanrı, sıkılan, çocuk tanrı, bölük pörçük geliyorlar, sular üstünde işte, öpüyor altın ayağını, titandan yayı, gülen yüzüyle, cenkçiler atası Hero!

Ve kurtuluşumuzun simgesi… Birbiriyle çatışan, 'iki zıt siyah renk' sanrılarla, tamtamlarla!..

İçiyor sıvıcıl dalgalanan otu, tek monarkı sonsuzluğumuzun, kırmızı gözlü Sullalar!

Ve işte, tutsaklığın sonsuz yüzü; görkünç ve tapınçla boyun eğdiğimiz, Amon Ra’lar!..




*




HÜCREDEKİ ADAMIN BALADI

Kapalı bir odadayım

boş, bomboş.

Bunu neye söylüyorum ki

Kapalı bir odadayım

Duvarlar…

Renk bile belli değil ki.

Kapalı bir oda

Karanlık olur

Duvarlar renkte vermez.



Kapalı bir oda

Karanlıkta olmaz ki

Kapalı bir oda

Aydınlığa açılmaz ki

Karanlık olsun

Bilsin karanlığı…



Kapalı bir odadayım

Boş, bomboş.

Bir hiçim ben burada

Bunu neye söylüyorum ki

Kapalı bir oda

Hiçliği tanımaz ki…



*



AMARCORD

(Atalarının toprağına sıktıkları kurşunlarla edindikleri servet üzerinden, insanlık için; hümanizm, erdemlilik ve özgürlük adına söylev veriyorlardı!..)


Bunca acı çekmemiz,Tanrı’nın yokluğuyla açıklanabilir!..

Agamemnon’un maskesi ve bir Degas atının silueti korkutuyor bizi.

Hiperbasitizm’i öğreniyoruz.

Kerülen deltası, Zela Cengi ve postülalar sorun yumağı!..

Nörolojik hasarlar onarılmıyor.
Udumbara çiçeği hepimizden uzun yaşıyor.

Başparmağım yoksandığında, hiçbir işe yaramıyor elim.

(Kumruların gizlendiği diz büklümlerin, küçük bir ninni, minicik bir soneydi... Giyotin boynunu incitmeden, 'Van Houten Kakaosu' içiniz diye bağırmıştın!.. Umarsızdın. Deştikebir’de yakalandın. Kurbandın biliyorum ve Belucistan’a kaçtın. Ey şehinşahım, mavil kanatlım, cihanım, ellerin bu viraneye uzanmayacak mı, şol yasemenler rahvan olmayacak mı… Eyy suruna yüz sürdüğüm, eyy sureler suresi, gönüller nuru! Sen benden geçtin ama -toprak bedenim olsa da- ben senden geçemem ki!..)

Gondwanalılar geldi!
Yeryüzünün en kısa öyküsüyle;
İnsan ölüyor!..

Serap ve şarap şimdi bir anı.
Mekanik beyin, organiğe uymuyor!
Parazitler kişiliğimiz.

İnkübatörler koruyucu magmayı görmüyor
Elam küpleri, aşkın cebirini bilmiyor!

Bir Akad heykelciği ki yurdumuz;
Metropolitan artık!..

Mastodontlar, iyon motorları ve karanlıkların ölümüyüz biz.

Evren; Tanrı'yı sorgulamamız için yarattı!
Ve zaman satıcıları diyor ki;
Her şey evcilleşebilir ama diliniz yabansı!..

Ve işte Sargon geldi!
Kiliselerimiz Eleni seslerle çınlıyor.

İsrail İsa dili!..
Diyakozlar, vokasyonlar, vulgerizm kalübela!

Orada
Hazar’ın altından, Sami ovalarından, leylaktan atlar geldi...

Yarın
İskender’i bir filin hışmından,köpeği Peritas kurtaracak!


-Sonsuzluğu sonsuz bir tanrı duyusu doldurabilirdi!..-
Elektronik etle beslenen bir evrenin, evreniyiz biz!..
Matta diyor ki, 'Yaratan bil ki yaratılandır...'

Lazerlerimizle yağmur yağıyor.
Holifar bulutlardan öte!..

Boğulmayan filler ve cebrin Cebrail’i de!..

Her şey yolunda artık…

Ölüyüz

Ve

Son

Susuz!..


*


FİCTİON


‘Kuantum mekaniğine göre
birbirinden çok uzaktaki cisimler
davranışlarını birbirine
göre belirliyor.’

Ölülerden duyumlar alıyoruz. Pseudomonas putida’yız biz. Kolumuzu üç metil grubu parçalıyor. Bakteriyel çoğalmaya uğruyoruz. Iowa’da -yapısı- enzim dolu kardeşlerim var. Ben test kurbanıyım.

Fareleri seviyorum, Michael Salvatore karşı çıksa da… Tau balina ve Epsilon’da dopamin salgısı artıyor. Hücrelerim ölüyor, ama beni yiyen bakterinin canlı olması gerekiyor...

H. Pylori’yi fareler yok etti, hepsi kütlesiz, işe yaramazlar artık. Sonuçlar hep aynı, konakçıların kolesterolünü üretiyoruz. Amiyotrofik Lateral Skleroz’a yol açan toksin, saunada bulundu…

Ziller bozuk, tropikal tahıl yiyoruz günlerdir. Araştırmalar var, diferansiyel dönüşten geçilmiyor ki!..

Kedilerin tümü ensest, Adem ve Havva gibiler. Opera kastrato, Droctulft, Avlonya’dan Irakeyn’e belagatı, Bow şoku, elektral dipol momenti, optik kovuklar, filtreler… Beklendiği gibi hiçbiri konuşmuyor artık. Üreyemiyoruz.

Plastike ormanlarda, metal pumalar başkaldırmış. Van Allen kuşağını sildiler. Güneş tacı, kütle atılımları, fırtınalar, hep aynı şey, aynı şey, aynı şey...

Dünya dışı varlıklar, bizlerle, tanrımızı yok edecek!.. Dna’mız soruyor, sayısız oymaklarla, Fermi paradoksu çalkantıları tek umut...

Ölülerimiz geri döndü, otuz derece ısı yayan samurların yanına; oraya yirmi çentavolukları koyduk. Sonuç ne olur, ısıtaç düzeneği bozulur mu?..

Oh, Arecibo mesajı geldi!..



*



AFORİSTİKALAR

I
Karanlığa övgüler olsun, çünkü o bize düş kurmasını öğretti.

II
Kelebek uçmaz, kendini doğanın aritmetiğine bırakır.

III
Gagalı bir fil görebilmeniz için; varsayımı var saymanız yeterlidir.

IV
Nokta statükocudur.

V
Kadere inanırım... Örneğin, Büyükbabamın kanserden öleceği, Kolomb'un 1492'de tütünü Avrupa'ya getirmesiyle alnına yazılmıştı!..

VI
Şiir, anarşik bir duvar üzerinde, kuyruğunda tenekeyle koşan kedinin, tuval üzerinde bıraktığı izdir...

VII
El bombası niçin beyine benzer?..

VII
Umudun olmadığı yerde düşünce yoktur.

VIII
Bir insan öldüğünde, gerçekte yitip giden bir kütüphanedir.

IX
Erişemediğimiz şey sanat değildir...


X
Yalnızlık bumeranga benzer.


XI
Düş gücümüz, dilimiz kadardır.


XII
Tarih, kapladığımız alan değil, bulunduğumuz yerdir.

XIII
Bilgi uçurumda uçmaktır, saltık mutsuzluk!..

XIV
Okumak için yazmak gerekmez, ama yazmak için okumak gerekir.

XV
Herkesin aynı anda, aynı yerde kullanabildiği şey bilgidir.


XVI
Mutsuzluğun panzehiri, antimutluluk...


XVII
Yaşam hepimiz, ölüm birimiz...


XVIII
Bilgi bilgiyi doğurur,öğrendikçe bilisizliğimiz artar.



XIX
?
Dünyanın sonunu orak getirecek!..


XX

İnsanoğlu güzellik, korunma ve etik amaçlarla giyinir. Bilinmeyen bir gezegende vücudun çevresinde oluşturulan manyetik alan, her tür korunma ve görselliği sağlıyor, kişinin beğenisine göre de renk değiştirebiliyormuş. Bu aşamayı henüz gerçekleştiremeyen ilkel dünyalılar, Levh-i Mahfuz, Waikiki ve 'Baba Mukaddem'in Öğütleri'ne göre giyindiği için; Tanrı gülmekteymiş!..


XXI
Dünya o kadar sıradan bir yer ki bütün binalar birbirine benziyor.



XXII
Şiir anomalidir. Sanat, Kâbe'si olmayan din.

*




SANRI


Bilgi çağından imaj çağına geçmekte olan yüzyılımız yine de bilgiyle, şiirle, baharın gelişiyle mutlu olabiliyor mu?.. Şiir yazan robotları ve okurlarıyla buluşan siborgları göreceğiz yakın bir zamanda!.. Alınganlık ve depresyonlarla yaşayacağız loş koridorlarda, beyin ürünü, son organik metin, her tür düşünsel ürün, saf dışı, gündem dışı olacak artık...



*



AŞK VE ÖLÜMÜN NE ZAMAN GELECEĞİ BELLİ OLMAZ

Siraküza'da dolaşıyordum.
Havada bir gerilim vardı. Askerlerin bir adama saldırdığını gördüm; parça parça ettiler.
Adamın adı Arşimet'miş. Şaşırtıcı olan tam bir teslimiyet içindeydi ölürken ve ilgisizce
'Kendinizi öldürüyorsunuz' dedi askerlere!..

Ölüsü belki de kalplerindedir artık.




*



DÜŞLER DÜŞÜ

Bir binanın içindeyiz. Kırk dokuz katlı; içinde küçük ekmek fabrikaları, seralar, karanlık kafeler var. Dolaşırken çıkmak istiyor ve aşağılara iniyoruz. Üçüncü katta merdivenler bitiyor. Kimseler yok. Ufuksuz, ıssız. Uzaktan bize doğru ele benzer, kara bir pençe imgesi uzanıyor... Kalabalığız da sanki, arada bazılarımız görünmez oluyor, belki de yok ediliyor!.. Derin bir sıkıntı ve ürküntü içinde dolanıp duruyoruz.

Uyanarak kurtuluyorum...



*



KISA BİR ÖYKÜ

Kafede oturuyordum. Gözümün önünde birine saldırdılar. Argolar havada uçuşuyordu. Ayırdılar. Bir süre sonra, saldırıya uğrayan garip bir şey yaptı. Ötekilerin dizinin dibine bir ‘Kitap’ bırakarak, çekti gitti!..



*



EZGİLER EZGİSİ

I
Ey Havva kızı, Lilith’in gizi, Sarah’tan güzel, ezgiler ezgisi!..

II
Güneşin Helena’sı, ayların Selene’si, ey yitik ülkem.

III
Ey yıldızlar kümesi, düşlerimin ‘Kûn’ sesi, umarsız Babil’in asma bahçesi

IV
Ey Semiramis, ey Apis!..

V
Ey 'Kana Düğünü', ilk varlığın düğümü, balkıyan doğa!..
Yılan burçlarının Aden sızısı, Ehram diyarının İştar kapısı…

VI
Ben tüm gecelerimde seni arıyor ve karanlıklarda kendime sarılıyorum ve senin varlığında, özlemler içindeki kendimi görüyorum…

VII
Ey benim Mu uygarlığım, Çökelez dağı vadilerim, esen yelim; böğürtlenler, pırnallar arasındaki, görünmeyen kuş sesim…

VIII
Sen benim yitip gitmiş Atlantis’im, bulutlar ötesindeki, kutsanmış kadınlar kentimsin.

IX
Ey yamaçların çiğdemi, derelerde çağıldayan su, tepelerde yankılanan yel; gümrah göğsüne mavi sümbüller doldururdu!..
Orpheus’un sana, sabahın sularında, defnelerle gelir, güneşin altın ışıkları kapını çalar ve papatyalar, nergisler, menekşeler ışıltıyla dolardı…

X
Ey çiçek tozlarıyla yüreği kızıla boyanmışım, sunakların kırmızısında tanrılara adanmışım ey!..

XI
Sen ikindi güneşinde salınan gölgelerim, gazel yapraklarının gizençli sesi, inleyen gecelerimdin... Ey tanın çiğ dolu ıtırı, kuytulardan akan su, dili ballandıran yaban yemişlerinin, yürekleri yakan dağ gelinciklerinin korusu!..

XII
Ey sevgili, akşam alacasında oğlaklar koynunda uyur ve ben alevi yaran gözlerle, yangınlarda yanarken, sen bahar doğumlarının dermanı derdi ve can verici melekleri gibiydin!..

XIII
Ey yüreklerin amentüsü, göklerde gecenin dolunayı yükseliyor ve işte yıldızların yıldızından flüt sesleri geliyor…

XIV
Aşkım kızıl güneşte yanan doğu zambakları, iki göğsünün arasında solan Lübnan sümbülleriydi... Ey bakılışı, Hermon dağının çiçeklerinden güzel, ey gözleri, Filist denizinin balıklarından alımlı!..

XV
Dilşadım, gecelerimde hep sen vardın... Ve çıldırtıların umarsız ruhu, Şeria ırmağının suları gibi, düşlerimde hep sana doğru akıyordur. Ey Şaron gülüm, gümrah salkımlarla dolu bağlarımın bekçisi, ruhların şahbanusu, incisi ey!..

XVI
Yeruşalim kızları, siz onun yanında hiç kalırdınız!.. Ey nar çiçeği... Güzellikte, sümbüller arasındaki ceylan sürüsünü yıldıran. Golan tepelerinin el değmedik sütleğeni. Ey nazenin goncalar, tomurcuklar… O size benzer!.. Ey açılmadık zambak, koklanmamış yasemen, bir bakışlık gelincik, biricik süsen…

XVII
Pınarların mühürlüdür senin. Dağlardan köpüklerle aşar, yamaçlardan süzülerek gelirsin. Günnükler arasındaki mür kokusu... Sen arzular bağışlayıcı ve seçilmişsin. Bal kovanı ağzın yıldızlar saçar, dağ gülleri şerha şerha açarken, bir ayet gibi korulardan yükselirsin. Ve bilip bildiririm ki; sen tanrının düşlerisin!..

XVIII
Senin dilinin tadı orman yemişleridir. Saçlarının kıvrımı çam reçineleridir. Gümüş gerdanın Gilead dağının sürülerinden beyaz. Sen nardin fidanlarının arasında açan gül fidelerisin. Petra vadilerinde uçan kuş seslerisin. Ey umarsız gönüllerin, baldan tatlı, elmas kratlı prangası, ey sevi anahtarlarının yeşim kapısı!..

XIX
Boynu fildişi kulesinden, saçları; kuzey yelinden dalgalı, gözleri güneyin güneşinden yakıcı yâr… Senin dudaklarında, hurmalardan, Kıbrıs turunçlarından gayrı bereketler var!.. Gilgal elinin güvercini gibisin; dizin dibinde, sahra diyarının aslanları bekler!.. Ey Kenan ilinin ceylanı, ak kalçaların firavun arabasına koşulu atlardır, göğüslerin, ikiz oğlaklardan beyazdır senin!..

XX
Ey doğmuşların, doğacakların belleği…
Kafeslerden uçan kekliğim, taflanım
Ey gölde yansısına sarılırken ölüp gittiğim
Kır tavşanları kıskanıyor bakir tenini…
Ey firavun kısrağı, Kedar’ın çadırı
Salkımları ferahlatan kına çiçeğim.
Ey sazı bol, çayırı bol su boyları, binbir gece soyları
Yeşil halıdan yataklarında döl verdiğim.
Ey gece yarılarında açan çiçeğim, furkanım, baştacım
Ey tanrılarımın ataları, yıldızlara kavuşturan, cellâdım, kurbanım
Celile kanaryaları, ey samanyolunda yuvasını bulan Beyrut kuşları
Ey içimdeki uçurum, Süleyman mabedinde ilâhlara kurban olduğum
Gönül tacirim, Arami İncili’m, ecem, esirim
Ey İman diyarlarının cima sümbülü!..
Günahım, günahkârım, her iki cihanda; kapısına vardığım…
Ey Ravalpindi racasının koynundan aldığım!..
Gönül indiren, ahım, onyedi yaşım, yüreklere saçılan inci
Gönüller güvercini, sarı kovandaki bal arılarım, tapıncım
Ey tan atımlarında Pencap kaplanı gibi sarıldığım!..
Ey doru kefre, Petronas kuleleri; çölde gizlenmiş firuze denizleri
Ey Faust şiiri!.. Nil’in gölgesine uzanmış Mısır sarayları senin evindir!..
Süreyya Kandili’m, dağlarda göveren bahar ayları, ey beyaz tepelerin Amana’ları…

XXI
Ey sevgili
Seninle biz, ikizdik!..
‘Ol’ deyince olurduk,
‘Öl’ deyince ölürdük.
Aşkımız öyle büyük ki,
Şu peri masalı ona yetmez
Şu gökyüzü onu örtemez…
Ey zehirler zehiri, ağum, kuğum, içtiğim…
Ey sıratından geçerken, ‘Dünyalardan’ geçtiğim!..
Gecenin damlasıyla, çiyler ve kâküllerin, gönülleri süsler...

XXII
Bugün canımdan kan damladı
Güller, fesleğenler saçıldı kapımın eşiğinden ve entarin açıldı birden
Peçelerinden süzülen aşkın zerresi; pare pare hüzmesi dolaştı odaları…
Havada bal veren arılar, kelebekler uçuştu, serçeler ötüştü sevinçle, kumrular sevişti.
Nergis girdi kapıdan, altın lüleli saçları elime dolaştı
Çiçek tarhları arasından gülümseyerek geçtim
Nisan geldi nazlanarak yanıma, mayıs koluma girdi
Çarıklarım yeri göğü inletti, emîr kızlarının göğsünü yardı
Başakların arasından göklere vardım, yağmur bulutu, serin bir ıtır yaydı
Güneş açtı, salkımlar fildişi kulelerden sarktı, dudakları, ağızları paylaştı.
Güller patladı, goncalar; berzah alemleri gibi yayıldı mürdüm diyarlarına!..
Ve ben pişmanlıkların ülkesine geldim
Ve gökkuşağının içinde, cinnet tırpanlarının gölgesinde
Akheron’un şol kayığına bindim.
Gören gözlerim görmez oldu…
Ve ey sevgilim, sisler içinde o görkünç elest alemlerine
Bilinmeyen bir yüz, görünmeyen dünyalara doğru yitip gittim!..



*



GOTİK

Anna Karantina, putperest bakışlarıyla; akraba akbaba dedi!.. Duydum dedim. Helen tapınaklarının ötesinde, uçurumun ağzındaydık ve ceset elimizle dokunabileceğimiz kadar yakındı. Ve kurtlar karnında yıldız kümesi gibi parlıyordu!.. Gece karanlığında samanyolunu görüyor, Sirius göz kırpıyor, ölüden metalik renkte, irinli sular akıyordu. Güvercin gurultuları vardı ve eğrelti otlarının arasındaki kızıl sülünün, yanıp sönen göğsünü seçebiliyorduk. Görkünç duygularla tepelere baktık...

Ağır rüzgâr yitik bir ruh gibi inledi, başımıza tüy hafifliğinde bir şey sürtündü ve geçti. Belki iki gün önce penceremizi yoklayan yeşil eldi o!.. İşte yaşlı porsuk ağacının dallarına karakuş yine kondu, karanlıkta, yırtık-siyah bir pelerin gibi kanatlarını açarak, çirkin sesiyle ötüp durdu!..
Cesetin üzerinde dalgalanan otlarla uyuması; zamanı unutup, yaşamı bağışlıyor olması, belki de ölümün güzel olabileceğini duyumsattı bize… Uzakta ki gölde, ay ışığında pulları parıldayan balıklar vardı. Gecenin yarısında baykuş sesleri duyuluyor ve içlerinden biri, gözalıcı, ürkünç gözlerle bana bakıyordu!.. Dağın altından sapkın tacirlerle, bir Nubyeli köle, atlarıyla geçip gitti. Kaknus tüyünden sorguçlarıyla kara dağlılar ve çağının barbarı Romalılar tepelerde otağ kurmuştu.

Aşağılarda bir vadiden geçiyorduk ve kuru bir ağaç çiçek açmıştı. İçimizden biri ona dokundu ve birden eli kurudu. Presbiteryen ve Borgesyen bir gecede ağular içiyorduk. Şangırdayan camlar ve raflardan düşen fincanlar arasında sofrayı; tazı eti ve kaz ciğeri süslüyordu. Ve ta arka sıralarda nara atan bir satrap, ilahilerle ecesini kurban ediyordu. Samaris kızları inleyerek yas tutuyor, Sabinler gözlerini oyuyor ve vahşi parıltılarla, billurlar saçıyorlardı…

Ceset kıpırdadı!.. Ağzından su tanrılarının izniyle, kara bir pıhtı fışkırdı, onu bir kaseye dolduran Satürnlü coşkuyla içerken, barbar dalgalarıyla bir ortaçağ denizi güldü. Deniz maviydi ve üzerinde kral yürüyordu, son iç çekiş töreni yaklaşırken, uzun yeşil sakallarıyla Tritonlar, şeytan minarelerini hınçla öttürüyorlardı. Şakayıklar kayalara tutunmuş, sülüneler yürümüş, mercanlar ve balinalardan buzlar sarkıyor, azgın deniz; yüzgeçleri, saçakları, köpüklü-mavi pençeleriyle, dev bir canavar gibi yaratıklarını arıyordu. Kalyonların omurgasına istiridyeler, bin bir çeşit canlılar yapışmıştı. Deniz atlarının yelesi dalgalanıyordu ve kısrak bacaklı Sibanlar bizi kucaklıyordu. Çıldırmış ya da zehirli bir ot yemiştik sanırım…

Ceset sırtını rüzgâra verip sağ tarafına döndü. Organları fırlıyor, yüreği çarpıyordu. Bunu gören faunuslar ormanın içlerinden, vahşi naralarla geliyordu ki, kaçıştık. En öndeki canavar bir elinde baldıran demeti tutuyor ve diğer eliyle bir androidi sıkıyordu, androit eğilmiş onun iri butlarını kemiriyordu... Lükres üzülme, havanda kurbağa döver, sulu sepken çorba yapar, ölü eliyle karıştırır, sende içersin dedi. Bir cadı yaklaştı ve kocaman ayı bahçeye indirerek, ölümümü gösterdi ve at kuyruğuyla, ağları çeken balıkçıya da acımasızca vurdu. Gagasında çiçek sürgünleri, mor renkli bir kuş çığlık atarak yuvasına döndü, eşindi ve yine birden göğe yükselerek, kum tepeleri üzerinde daireler çizdi. Bir yabani; gece oraya git, gürgen ağacının altında dur ve siyah bir tazı sana doğru koşarsa, ona söğüt dalıyla vur, baykuş konarsa eğilerek kaç ve kömürlerin üzerinde bir mine çiçeği yak, duman kıvrımlarının arasından bak, beni göremez ve önüne ejderha çıkacak olursa sayısız kere ulu dedi…

Geceleyin yarasalar geldi ve pöf diye sesler çıkararak dallara kondular, koruya doğru koşarak ıslıklar çaldım, gümüş koşumlu, küçücük bir İspanyol atı defnelerin arasından gelerek durakladı ve bir adam eyerinin üstüne sıçradı, bana baktılar ve at erguvan ağacının dallarından doğru uçtu gitti. Kukuletasıyla bir Moğol, kumların üzerinde hayali bir Yunan heykeli gibi doğruldu ve gümüş harfli ayetlerini meleklerin süslediği Furkan koltuğumun altında, Stratonike’ye vardım. Halk arı oğulu gibi üstüme saldırdı, bir kuş kanadını değdirerek suyu güldürdü. Yaşlı cadının, kral yakutuyla, Girit lalesi, kızıl engerekle, mine saplı kaması sıçrayarak karşımda durdu... Bir adam yaklaştı, sesi flütü andırıyordu ve sanki bir uçurumdan geliyordu. Ürktüm, Sabinler borularını öttürdükçe, küçük denizkızları onlara yaklaşıyor ve kanlı dudaklarından hırsla öpüyorlardı.

Yedinci gün Tatarlar ülkesinde bir tepeye geldik, ceset yanımdaydı ve uyuyordu. Öğleyin ufuktan irinli bir toz bulutu yükseldi, bunu gören leventler, sipahiler ve gencecik cengâverler renkli yaylarını gererek, atları kamçılayıp, dörtnala ilerlediler. Kadınlar çığlık çığlığa sağa sola kaçıştı, tahta arabaların yanındaki, keçe perdelerin ardına saklandılar. Bulut üstlerine gerildi, bir mağaradan üç çakal çıktı, burunlarını havaya dikerek çevreyi kokladılar ve kıvrılarak kendi içlerine doğru gömülünce, güneş tüm kızıllığıyla ortaya çıktı. İki sansarla, bir sırtlan bunu gördü. Ay yükseldi ve ateş yaktık. Bir tüccar kafilesi ateşin çevresinde meseller anlatıyordu. Sırtladığı cesedi, su deposunun yanında, ağaçlık tepenin ardındaki, bağ evine bıraktığını söyledi biri. Domuzlar kazıklara bağlanmıştı. Tan ağarınca yola çıktık, tüyleri saman renginde bir tek hörgüçlüye binmiştim, eli mızraklı bir ulak önümde yürüyordu. Ayı lanetleyenlerin ülkesine vardık. Yarı kartal yarı aslan Grifonları, geniş kalçalarıyla kutsal gergedanları, renk denizinin içinden fırlayan devasa tavusları gördük.

Piramitten çıkıyordum ki ceset yanıma geldi. Çığ düşmesin diye soluğumuzu tuttuk, gözümüze tül bağladık. Davul sesleri arasında, ağaç kovuklarından oklar yağıyordu. Yılanların burçlarına varınca, pirinç kaselerden süt dağıttık onlara, sallar üstünde ırmağı geçtik, Hydralar üstümüze saldırdılar, aslanlarımız bile titriyordu. Kaplandan doğduğunu savlayan Şunoklar, Bizans renginde Laktroitler, ölüleri ağaç tepelerine bırakan Auranteler, timsahlara yeşil camdan küpeler veren Krimniler, köpek suratlı Kharonlar, ayakları at ayağı olan ve attan hızlı Sibanlar’la çarpıştık, tam yüz adamımızı boğazladılar ve gırtlaklarında kızıl zambaklar açtığını gördük. Kafile bozuldu ve kaçmamız için beni çekiştirince, taşların altından boynuzlu bir yılan çıkardım, beni ısırdı ve bir şey olmadığını görüp, delicesine hücum ettiler. Zamanın beşinde İllel kentine geldik, hava bunaltıcıydı ve ay akrepten çıkıyordu.

Ağaçlardan Hindistan cevizi topladık, coşkulu lağımlardan içtik, nakışlı, dev çıyanlarla uykuya daldık. Tan ağardı, kent kapısını çaldık. Kapı kara tunçtandı, deniz ejderi oyulmuştu kanatlarına, nöbetçiye Suriye ülkesinden geldiğimizi söyledik. Bir kaçımızı kestiler ve öğleye dek bekleyin dediler. İçeri alındık, akın akın insanlar bizi görmeye geliyordu, bir deniz borazanıyla haber salındı. Zenciler desenli kumaş balyaları çözdüler, cesedi kumaşa sardılar ve düşe sığmaz işkencelerle yardan aşağı attılar. Aşağıda Tsor'un dev sürüngenleri vardı. Sidon'dan mavi duvar halıları, kehribar kupalar, tuhaf çanaklar vardı. Kentin kadınları evlerin çatısından onlara bakıyordu. Birinin yüzünü görünmez bir canavar süslüyordu, rahipler, soylular, sanatkârlar ve köleler toplandı. Sari giysili Sihler arkalardan süzülüyor, siyah mermer döşemenin üzerinde; tanrıların yaşadığı kızıl sarmaşıklar, güllerle dolu evler arasından dev sansarlar yükseliyordu. Boğalarla, Anka kuşu kabartmaları vardı duvarda, dilsiz güvercinler uçuyordu, içi kanla dolu havuzun önünden geçerken, süngere benzeyen bir rahip yanımda durdu. Onu cesedin kendisi sanıyordum. Sahanlığa varınca tanrıyı görmek istediğimi söyledim. Tanrı avlanıyor dediler. Hangi ormanda onunla at koşturayım dedim. Eliyle yumuşak püsküllerini taradı. Parçalanmış bir oğlan etiyle beslenen putu gördüm, tanrı bu mu dedim, bu dedi. Kan dizlerine damlıyordu, bana tanrıyı göster, yoksa seni öldürürüm dedim. Bağırarak yüreğime dokununca, birden canım çekildi. Yalvardım. Üfleyerek canımı geri verdi. Tanrıyı göster diye fısıldadım, eliyle gözlerimi kapattı, kör oldum, gene yalvardım, soluğu yel gibi geçti üstümden, tanrı bu dedim.

Gözümü açtım ve bir ayna gösterdi, tanrı işte bu dedi. Piramittendi. Güneye döndüm. Tapınakları geçip, yedi kapılı Teb'e doğru gidiyordum. Bedeviler ve dağlardan inenleri görünce kişneyen Tekboynuz’lu duruyordu kapıda... Meleklere, Mekke'ye üzerine gümüş harflerle Cebrail tarafından Kuran’ın işlendiği, yeşil peçeli kente ulaşmam gerektiğini söyledim. İçeri aldılar, kelebekler yüzüme hücum etti. Sokaklarda pars tırnağı, kolyeler, zümrüt küpe, halka satanlar ve afyon içenler vardı. Harem ağaları azman gibiydi ve bedenleri yürürken dalgalanıyordu. Sarı göz kapaklarının altından cesedi süzenler vardı. Kör bir imparator aslan postu sedirde oturuyordu. Kolunda bir doğan duruyordu. Arkasında sarıklı bir zenci vardı, bileğinde yılan dövmesiyle bizi gözetliyordu. Şehrazat işareti verince zenci palasıyla saldırdı, kılıma bile zarar vermeden içimden geçti pala, dişleri birbirine çarpmaya başladı, silah dolabından bir mızrak fırlattı, mızrağı iki parçaya ayırdım, ardından bir ok attı, elimle havada yakaladım. Kral, bu utancı birilerine anlatır korkusuyla, hançeriyle kölenin boğazının tadına baktı, gözümün önünde bir solucan gibi kıvrandı köle, göğsünden yılanlar püskürdü, genç kral sen doğudan gelen yalvaçsın dedi, sustum, parmağındaki küçük bir yüzük karşılığında olanları unutacağımı söyledim. Anlaştık. Arpa ekmeği ve kişniş tohumlarıyla dolu sofraya oturduk, tütsüler yükseliyor, kokudan çıldırıyorduk.

Samaris'den gelen rakkaseler önümde kıvranıyordu. Göğüs kafesinden organları görünen bir makak sedirlere tünedi. Gözleri sürmeli, saçlarında kanaryalar öten sakiler gelip geçti. Ulaşılmaz zevk vadisinde dolanıyorduk. Açlığı ve vebayı tanıdık, kara bir yıldız peyda oldu. Tritonların borusu ortalığı çınlattığında, diyakozlar gelip kralın tacını çıkardılar, sarı denize doğru yürüdük. Ormanın cinleri yanıma geldi. Yaprak aralarından bakan, minik, parlak gözlü yaratıklardı. Hep birlikte bölünüyor ve çoğalıyorduk. Bir ada olduk, hepimiz mutluluk ve zevk içinde altın denize doğru yürüdük. Zamanın ölümü başlayacak dediler, tanrıları neşeyle öldürüyorduk, kıvılcım gibi dağılıyorlardı. Sonunda uyanmayı başardım. Bir mezarın içinde yapayalnızdım. Sağ omuzum ağrıyordu, ceset gülerek koluma yapıştı, kucaklaştık, tanrı nerede diye sordum, birden yok oldu. Çaresiz sırtımı döndüm ve uyudum.



*



KERBELA
(Kötülüğün El Değiştirmesi)

“Hüthüt kuşunun dibinde borusunu öttürüyor İsrafil / Üflüyor rüzgârı da, Thika'nın ateş ağaçlarına doğru / Kenan Yurdu; Ahdî Atik ve Tekvin'e bölünmüş orda / -ayırıp da kasığını- / oturuyor. / Ham, Sam ve Yafet paralıyorlar kendini / ataları Nuh'a lânet yağdırıp / döküyor bir leğenden / içiyorlar irini!.. / Karısı; Sara ve Hebron yöresini takas ediyor / -bir başka kavim- / ötede, / sığınıp pazar yerine / tozlu bir Kur'an'ıda kucaklayıp / Gazza, Askod, Aşkelon, Gat ve Ekron'u sayarak / boynunda gümüş Beyta'nın evlerini yakıyorlar. / Araf!.. / Ayn Hil kampı toz oluyor karanlıkta / büyüyor gagasındaki kin / -ışıktan kılıç- / Ve Salang tünelinde bitiyor büyük çekilme / ve bir toplanıp bir parçalanıyor gene Nil!.. / Araf: Son değil! / Orada: / Tavus tüylü, kartal gözlü melikeye, soruyorlar gene de / bu tarih öncesi / bitmeyecek mi...”
(Gutenberg saraylarında yaşamaktan uzak, amorfik bir kolaj yaratmanın özgürlüğünü yaşayalım. )
Ker, kuvvet kudret demek, doğruysa, Kerbela’da büyük bela, başedilmez felaket gibi anlamlara gelebilir. Kerbela, kalübelâdan beri islamiyetin, Habil / Kabil meseli gibi, insansı nifakın yüceltilerek, göz yaşı şişesine döküldüğü, acı ve kedere gark olduğu ve elem denizlerine dönüşüp, kutsandığı bir metne dönüşmüş. İnsan / lık, kuyruğuyla beslenen, yedikçede kuyruğu yeniden üreyen bir canavara benziyor. Bu bakımdan menkıbenin sonu gelmediği gibi, sonun menkıbeside bir türlü yazılamazmış gibi görünüyor, umut umutsuzluğa dönüşürken, umutsuzlukta umuda dönüşüyor ve acının bitimsizliğinde, umut alevlerin arasında yükselirken, acılarda gene yeşermek üzere, lavların arasında yok olup gidiyor… Ne görkemli bir sevinç, ne korkunç bir acı!..
Kerbela’da olan biten söylenceye dönüştüğü biçimiyle şu;

(Hz. Hüseyin Peygamberin torunu ve Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın ikinci çocuğu idi. O zamana kadar Araplar arasında pek görülmeyen bu adı ona Hz. Muhammed vermiş idi. Bazı kaynaklarda Hüseyin doğduğu zaman Hz. Muhammed’in kulağına; ‘O cennet çocuklarının efendisi (Seyyid)dir’; diye seslendiği yazılıdır. Peygamber Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’i çok severdi. ‘Bunlar benim oğullarımdır, kızımın oğullarıdır; Allahım ben onları seviyorum, sen de onları sevenleri sev.’ dediği bir çok kaynakta yazılıdır.
İmam Hüseyin’in çocukluğu Peygamberin derin sevgisi ve sevecenliği içinde geçti. Ancak bu durum kısa sürdü. Daha 5 yaşındayken büyükbabasını yani Hz. Muhammed’i ve kısa bir süre sonra da annesi Hz. Fatıma’yı kaybetti. Bu durumun onu oldukça etkilediği bilinmelidir.
Hz. Ali’nin şahadeti sonrasında büyük kardeşi Hz. Hasan’I büyüğü bildi. Çünkü babası ölürken ona uymasını vasiyet etmişti. Ancak onun Muaviye’nin hileleriyle zehirletilerek şehit edilmesinden sonra yaşanan gelişmeler onun o zamana kadarki durumunu değiştirdi. Yezid’e biat etmemekteki kararlılığı onun bu yolda sonuna kadar gideceğini gösteriyordu.
Muaviye ölmeden önce çeşitli hile ve tehditlerle halkı oğlu Yezid’e biat ettirmiş; Hz. Hüseyin ve bazı ileri gelenler biat etmemişlerdi. Yezid ilk iş olarak babasının yarım bıraktığı bu işi tamamlamak üzere, Velid’e yolladığı mektupta ‘her ne suretle olursa olsun Hz. Hüseyin, İbn-i Zübeyr ve İbn-i Ömer’in biatlerinin sağlanmasını, eğer bu olmazsa, boyunlarının vurulup, başlarının kendisine gönderilmesini istiyordu. İktidar hırsının fütursuzlaştırdığı Emeviler’in yapamayacakları iş yoktu. Babası Muaviye’nin izinden giden Yezid, gerekirse Peygamberin sevgili torununun dahi başını kesmeye, Ehli Beyte zulüm etmeye kararlıydı.
Doğal olarak Hz. Hüseyin, Yezid’e biat etmedi ve Velid’in çabaları sonuç vermedi. 4 Mayıs 680 gecesi kardeşi Muhammed Hanefi’nin de önerisiyle bütün aile fertleriyle birlikte Mekke’ye gitti. Ayrıca bu sırada Hz. Hüseyin’in Mekke’ye gittiğini öğrenen Kufeliler de Hz. Hüseyin’e elçiler göndererek Kufe’ye davet ederek kendisini halife olarak tanımaya hazır olduklarını bildirdiler. Bunun üzerine Hz. Hüseyin de amcaoğlu Müslim b. Akıyl’i oradaki durumu yerinde görmek ve uygun bir zemin sağlamak üzere Kufe’ye gönderdi. Önceleri Müslim Kufe’deki çalışmalarında başarılı oldu ve Hz. Hüseyin de bunun üzerine Mekke’den Kufe’ye doğru yola çıktı.
Bu arada Müslim’in çabaları Yezid tarafından haber alınınca, Kufe Valiliğine zalim Ubeydullah getirildi ve Müslim yakalanarak idam edildi. Ubeydullah’ın Kufe valiliğine atanması şüphesiz anlamlıydı. Çünkü o Muaviye’nin Irak Valisi Ziyad b. Ebih’in oğluydu. Zalimlikte babasından aşağı değildi. Ubeydullah’ın Kufe Valiliğine atanmasıyla Hz. Hüseyin’i davet eden onbinler korku ve tehditle sindirildi.

Hz. Hüseyin, Mekke’den Kufe’ye doğru yola çıktığında amcaoğlu Müslim Yezid’in adamlarınca öldürülmüştü. Hz. Hüseyin kafilesiyle ilerlerken yolda, ünlü Arap Şair Ferezdak ile karşılaşıldı. Hz. Hüseyin ondan Kufe’deki durumu sorunca, Ferezdak, ‘Halkın kalbi seninle, kılıçları ise Beni Emeviler iledir; kaza ise gökten iner ve Allah dilediğini işler.’ dedi. Hz. Hüseyin de ‘Doğru söyledin, Rabbin dediği olur.’ dedi ve yola devam edildi. Hz. Hüseyin Müslim’in Yezid’in adamlarınca acımasızca öldürüldüğünü yolda öğrendiğinde oldukça üzüldü. Kufelilerin kalleşliği ve dönekliği ortada olduğu, Müslim’e oynanan oyun her şeyi gösterdiği halde, hatta kendisi için baş koyduklarını söyleyenler dağılıp kaçtığı halde o, Mekke’den yola çıkan ailesi ve dostlarıyla, yola devam etmekten çekinmedi. Hatta ordunun geldiğini haber alınca yanındakilere zaman varken kendisinden gece ayrılabileceklerini söylediysede, yanında bulunanlar ‘hayatlarını kurtarmak için onu terk etmek alçaklığını yapmayacaklarını bildirdiler.
Hz. Hüseyin ya başarıya ulaşacak, insanları eşitlik, kardeşlik ve adalet ülküleri içinde yaşatacak, Yezid’in saltanatına son verecek ya da bu yolda boyun eğmeden şehid olacaktı. İşte Hz. Hüseyin, bu soylu duygularının esiri olarak adım adım Kerbela’ya, her neye mal olursa olsun gidecekti.
Burada ele alacağımız bu olay, sadece islam tarihinin değil insanlık tarihinin de en kara ve acıklı sayfalarını oluşturur. Peygamberin cennetin efendileri olduklarını söylediği iki sevgili torunundan Hz. Hüseyin’in acımasızca şehid edildiği bu olayı Emevi yandaşlarının açıklarken nasıl kılıktan kılığa büründüklerini ibret ve hayretle görüyoruz.

Hz. Hüseyin ve beraberindekiler Kerbela’ya geldiklerinde hem susuz bırakılmış, hem de binlerce kişilik ordu tarafından sarılmış durumdaydılar. İnsanlık değerlerinden yoksun Kufe Valisi zalim Ubeydullah, Hz. Hüseyin’in geri dönmek, Yezid’le görüşmek veya İslam sınırlarından herhangi birine gitmek isteklerinden hiçbirini kabul etmedi. Esasen onun görevi Yezid’in emrini yerine getirmek yani Hz. Hüseyin’i şehid etmekti. Çünkü biliyordu ki, Hz. Hüseyin yaşadığı sürece efendisi Yezid’e huzur yoktu.
Şimdi sözde Müslümanlardan oluşan koskoca bir ordu, kendi dinini kuran Hz. Muhammed’in her yönden üstün yaratılış ve niteliğine sahip torununa ve onun ailesine saldırıyor, öldürmeye çabalıyordu. Karşılarındaki bir avuç insan ise günlerdir susuzdu. Hararetten insanların dudakları çatlamış, dilleri kurumuş, bağırları yanmıştı. Fakat karşılarındaki paralı askerlerde insaf yoktu, acıma bilmiyorlardı, kana susamışlardı, şan ve şöhretin esiriydiler. Meğer insanoğlu, servet, şöhret ve makam için sırasında ne kadar küçülüp, alçalabiliyordu.
Sonunda 10 Ekim 680 (Hicri 10 Muharrem 61) günü Hz. Hüseyin son hazırlıklarını yaptı ve Yezid’in ordusuna yaklaşarak onlara hitab etmek istedi. Ancak bu çok veciz konuşma gözleri dönmüş azgınlardan oluşan bu orduyu pek etkilemedi. Hz. Hüseyin’in bu sözlerinin edebi bakımdan da ayrı bir değeri vardır. Allah’a hamd ve sena, Hz. Muhammed’e, meleklere ve nebilere sonra şöyle diyordu:

Hz. Hüseyin atını sürerek iki ordu arasında bir yerde durdu ve Yezid’in ordusuna hitaben: ‘Ey Kufe halkı benim kim olduğumu ve sonra da vicdanınızın sesini dinleyiniz. Ben Peygamberin torunu değil miyim? Benim katlim size helal olur mu? Peygamberin hadisini ne çabuk unuttunuz. O, bizler için ‘Siz ehlibeytin seyitlerisiniz’ diye buyurmuştu. Bunu bilmiyor musunuz? Ben o büyük Peygamberin kızının oğlu, vasisi ve amcazadesi olan zatın oğlu değil miyim? Şayet bu hadisi unuttu iseniz, içinizde bunu size hatırlatacak kimseler vardır. Benden ne istiyorsunuz? Medine’de Resulullahın ravzai mübarekesinin yanında kendi halimde yaşarken beni orada bırakmadınız. Mekke’de itikafa çekilmeme izin vermediniz. Davet nameler göndererek, yakarıp, yalvararak beni buraya kadar çağırdınız. Ben sizin bu davetiniz üzerine buralara kadar geldim. Şimdi beni öldürmek istiyorsunuz. Bu akıbete varmak için ben sizlere ne yaptım? İçinizden birisini mi öldürdüm? Yoksa birinizin malını mı gasbettim? Eğer beni istemiyorsanız bırakınız gideyim. Bu ne gaddarlık ve bu ne hilekarlıktır!
Hz. Hüseyin’in bu hitabı sonrasındaki gelişmeleri Fuzuli şöyle nakleder: ‘Cemaat bir ağızdan yaptıklarını inkara kalkıştılar. Hazreti İmam, mektupları onların önüne koyup böylece inkara mecal bırakmadıktan sonra mektupları ateşte yaktırdı. O zaman Ömer b. Sa’d gelip:
- Ey Hüseyin! dedi, yaşananlardan bir sonuç çıkmaz. Ya Yezid’e biat edersin yahut da ölümü göze alırsın.! Bu sözleri söyledikten sonra eline bir ok alıp:
- Ey Kufe halkı, şahit olun ve Ubeydullah b. Ziyad huzurunda da şahitlik edin ki, Hz. Hüseyin’le savaşa tutuşan ilk defa ben oldum.
Bunları söyleyerek o oku Hz. Hüseyin’e doğru fırlattı. Hz. Hüseyin sakalını eline alarak:
- Ey kavim Allahın gazabı yahudilere ‘Aziz Allahın oğludur!- dedikleri zaman son şiddetini bulmuştu. Ve yine Tanrı’nın kahrı, Hıristiyan kavmine ’Mesih, Allahın oğludur’; dedikleri zaman, indi. Allahın Gazabı bugün de size Al-i Resule (Ehli Beyt’e) kastettiğiniz için erişmektedir. Bedeninizdeki her kıl, demirine su verilmiş bir hançer olsa ‘Allah sabırlıları sever, emrinden dışarı çıkmam. Ve her biriniz ayrı ayrı bana kastetmek için kin tutan askerlerden olsanız, ‘Allah sabırlıları sever! buyruğunu bırakmam. Rivayet ederler ki, Yezid’in askerleri İbni Sağd’ın gayretini gördüğünde ona uyup Hz. Hüseyin’i öyle bir ok yağmuruna tuttular ki atılan oklardan güneş görünmez oldu. Hz. Hüseyin bu hücum karşısında süvarilerine dönüp yanındakilere şunları söyledi:
- Ey yoksul ve yoksun arkadaşlarım ve benim için canlarını ortaya koyan insanlar! Kavgaya kendinizi hazırlayın ki, kanların döküleceği zamandır.
Çok dengesiz bir şekilde başlayan savaşta Hz. Hüseyin’in 23 süvari ve 40 piyadeden oluşan askerleri öğle üzeri olduğunda iyice azalmış durumdaydı. Hz. Hüseyin de bu az sayıda susuz ve bitkin insanla yaya olarak savaşıyordu. Sonunda Şimr’in emriyle her yandan hücum edilerek Hz. Hüseyin şehid edildi. Peygamberin torunu Hz. Hüseyin’in vücudunda otuz üç ok, otuz dört kılıç ve kargı yarası vardı(10 Muharrem 61-10 Ekim 680).
“Düştü Hüseyin atından Sahra-ı Kerbela’ya. Cibril var haber ver Sultanı Enbiyaya.”
Sonra çadırlar ve kadınlar yağma edildi, hasta ve yatakta olan İmam Zeynel Abidin Ali de öldürülmek istendi. Bu kanlı savaşın bitiminde İmam Zeynel Abidin yatak ve yorganlara sarılarak saklanmıştı. Hz. Hüseyin’in şehid edilmesi sonrasında çadıra koşan Şimr ‘Hüseyin’in bir oğlu daha olacak o nerede?’ diye aramaya başladı. Çadırın her tarafını arayıp çocuğu buldu. Fakat bu esnada çadırda bulunan kadınlar Şimr’e hücum ederek Zeynel Abidin’i bu caninin elinden kurtardılar.

Bu çirkin şavaşın en küçük kurbanı ise daha altı aylık bir bebek olan Hz. Hüseyin’in oğlu Ali Asgar’dı. Hz. Hüseyin’in yanındakilerden şehid olanlar yetmiş iki kişi idi. Yezid ordusunun komutanı, bu şehitlerin başlarını Vali Ubeydullah’a gönderdi. Hz. Hüseyin’in kızları, kız kardeşleri ve çocuklar da Kufe’ye Ubeydullah’ın huzuruna getirildiler. Ubeydullah’ın Peygamberin soyuna karşı davranışı çok çirkin ve kaba idi; kendilerine hakaretler ve tehditler savurdu, hatta İmam Zeynel Abidin’i öldürmek dahi istedi. Ubeydullah bundan sonra İmam Zeynel Abidin’in ellerini bağlatıp, Kerbela’da öldürülenlerin kesilmiş başlarını, çoluk çocuğu Şam’a, Halife Yezid’in yanına yolladı. Şam’a vardıklarında onları götüren Züheyr, Halife Yezid’in yanına girip başarıyı(!) müjdelemiş ve Kerbela savaşının ayrıntılarını anlatmıştı.
Hz. Hüseyin’in ailesini getiren kafile Yezid’in sarayına getirilmişti. Kısa süre sonra ehlibeyt kadınlarını Yezid’in huzuruna çıkardılar. Kadınlar İmam Hüseyin’in kesik başını Yezid’in önünde görünce feryad ve figan etmeye başladılar. Kadınlarla birlikte zincirli bir şekilde İmam Zeynel Abidin de Yezid’in huzuruna getirilmişti. Manzaranın dehşetinden Yezid’in yanında bulunanlar bile dehşete kapılmışlar ve bunu açıkça belirtmişlerdi. Yezid Hz. Hüseyin’i ortadan kaldırdıktan sonra artık güvende sayılırdı. Şimdi Ehli beyte yalandan da olsa saygılı davranabilirdi. Derhal Zeynel Abidin’in zincirlerini çözdürdü.

Yezid’in kadınlarıda Ehli beyt kadınlarını teselli etmeye çalışıyorlardı. Artık Yezid yaptığı kötülükleri ve cinayetleri unutturabilmek için Ehli Beyt’e iyi davranıyor, sarayda onlarla konuşuyor, her isteklerinin yerine getirileceğini belirtiyordu. Daha sonra Numan bin Bekir komutasındaki bir muhafız kıtası eşliğinde onları Medine’ye kadar götürdü. Yezid, Zeynel Abidin’i uğurlarken şu yalanı bile uydurabiliyordu: ‘Allah, İbni Mercame’ye lanet eylesin. Vallahi ben olsaydım babanın her isteğini yerine getirirdim. Lakin kaderi İlahi böyle yazmış ne yapalım!
Ne Allah’tan korkuları vardı, ne de Peygamberden çekinmeleri vardı, ne de utanma biliyorlardı. Şu da muhakkak ki, yeryüzünde Yezid gibi ahlak yönünden düşük insana az görülür. Onun bu işleri yapan eli Ubeydullah ise kötülük ve ahlaksızlıkta, zalimlikte efendisi ile yarışırdı. Şunu da bilmek gerek ki, Kerbela’da hak yolunda kendisinin yüz katı bir orduya karşı duran Hz. Hüseyin’in bu kahramanlığına da şaşmamak imkânsızdır. Sonuç olarak Kerbela Olayı yüzyıllara damgasını vurmuş hüzünlü bir destandır.
İmam Hüseyin’in ve yanındakilerin Kerbela’da böyle feci şekilde katledilmeleri ve Peygamber sülalesinin akla gelmedik şekilde ihanete uğraması halkı o kadar etkiledi ki, adeta Emevi saltanatı kökünden sarsıldı. Olay İran ve Hicaz'a duyulunca halkta Emevilere karşı büyük bir kin ve ayaklanma istekleri başladı. Bu durum karşısında da Yezid’in paralı kulları büsbütün kudurdu. Zulüm yolunda hiç çekinmez oldular.20 Yezid’in, Hz. Hüseyin’e, Hz. Ali soyuna ve yandaşlarına yaptıkları, Mekke ve Medine’ye saldırması İslam tarihinin en kara sayfalarını oluşturur. Emevi zalimleri Hakkı tanımamışlar, azgınlaşmışlar ve Peygamber’in Ehli Beytine olmadık şeyler yapmışlardır. Bütün bunlar sonrasında Emevi saltanatı kökünden sarsıldı ve yıkıldı. İslam alemi yüzyıllardır Peygamber füruuna yapılan bu zulmü unutmadı. Sonunda Muhtar isimli bir kahraman arkadaşları ile birlikte ayaklandı. Kufe şehrindeki Ömer bin Sa’d ile Kerbela Olayına katılanlardan 210 kişi kılıçtan geçirildi. Bu karışıklıklar sırasında kaçmaya çalışan Hz. Hüseyin’in katili Şimr de yakalandı ve katledildi.

İslam tarihinde Muharrem ayı içerisinde gerçekleşen bu facia her yıl canlandırılır. Ehli Beyt için ağıtlar, mersiyeler söylenir, matem tutulur. Hz. Ali’nin türbesi Necef’tedir. İmam Hüseyin, Ali Ekber, Ali Asgar ile birlikte Kerbela’da şehid düşen 72 kişinin mezarı vardır.Hz. Ali’nin türbesinin bulunduğu yere Meşhed-i Ali denir. Meşhed bir şehidin şehid olduğu yer demektir.
Kerbela İmam Hüseyin’in şehadetinden bu yana İslam Dünyasında özellikle Anadolu Alevileri için büyük bir kudsiyete sahip olmuştur. İran ve Türk Edebiyatlarında Maktel-i Hüseyin adı altında bir edebi türe de yol açan bu facia yüzyıllardır hafızalardan silinmemiştir. Kerbela Şehri, Bağdat’tan 80 km. Ve Fırat’ın 25 km. Batısında bulunmaktadır. Hem Şah İsmail hem Kanuni, Necef’le birlikte Kerbela’yı ziyaret etmişler ve İmam Hüseyin’in türbesine karşı çok saygı ve bağlılık göstermişlerdi.
Bugün dahi Şii halk arasında bu türbenin civarında gömülenlerin Cennete girecekleri inancı yaygındır. Bu yüzden birçok yaşlı ve sakat Şii, hayatlarının son günlerini yaşamak üzere bu türbe civarına gelir öldüklerinde, türbe yakınlarına defnedilir.)

Sonuç; insanlığın yaşadığı haksızlık ve felaketlerden biri, geriye ne kalıyor, kan ve gözyaşı…
O zaman umarsızca ve ama dizelerle şifa bulmaya çalışalım…
Kûfe’ye Varmadan / ‘Vuslat’ / ‘Yel tazılarına binip bütün gece / uçup durduk Betlehem’de’
“Eski / sarı surlar / Rüzgârsız / kuşun kurdun olmadığı / daracık yollar / Köhne / taş duvarlar… / Tozlu tepe / sükun içinde yatan yaşlı fundalık / Mezarlık. / Leşlerinde sırtlanların uyuduğu develer / Zağarlar /
Ebabiller / Miraç ve minyatürler. / Tüyleri yoluk elif kuşu / El yazmalar / Hacer taşı / Ve alçıdan / her an karşımızda duran / boğuk bir kadın / Ve ırak / bulutsu bir yolda / kolsuz ayaksız / dev bir örümcek gibi parıldayan / El Medine!.. / Ve alabildiğine uzanmış / hırpani bir tabiat. / Hırpani tabiatı / ölü huylu bir köpek gibi geçip / Dayrül Zaferan’dan / yorgun argın / Kûfe’ye vardığımızda / Anladık ki / çöl ve çığlıktı artık / akıp giden zaman / Uzanıp bir dilim aldıkta zamandan / bir hâl olup / Bab-ı El’e (Büyük Kapı) ulaşınca! / Sinirle asasını toprağa vurdu İshak / Zülâl gibi su fışkırdı kara topraktan / Kana kana içip yunup yıkandık / o çok yüce / ve çok rahim olandan / Ve şehre girmeden geceye kalıp / şehrayin olup suyun başında / kollarımız yastık / eller boyunda / yıldızlara dalmıştık… / Baktık ki / harlı / kubbeyi yara yara / -seyyareyi kucaklar- / bir sahtiyan ışık akıyor gökte / bir çılgın mızrak gibi de ışılıyor / pul pul /
Sadi terkisinde Şehrazat’ı kaçırıyordur belki de / -büyük aşkını- / diye düşünmüştük. / (Burak sırtında gök -Zülfikâr elde / çöl ve yeldir de!) / Meğer / Kagoşima’dan atılan bir uydu / değil miymiş bu / kederle ışılıyor / temren ucuna takılı Kur’an yaprağı gibi de / uçuşuyordu; / ucunsuz gök yuvarlarda. / O sıra /
ilâhi bir şey okunur gibi oldu kulağımıza / iniltisi çalındı / sesini duyduk, / bir inleyiş / bir soluk verişti sanki / Ah ah!.. / ‘Akıp giden şu birkaç zamanda / Kûfe’den yıldızlara varmıştı hayat’ / Ziril ziril ağlıyordu İshak! / Muhammet’le, Yakup / göklerdeki bu peyzajı / göremeden gittiler diye! / Ve bütün gece; / kardeşlerim diye haykırıp / duvarlara vurmasın mı kendini / alkan içinde havaları dövmedi mi yumruğu!.. / …Ağladık artık biz de, / -sonsuz- / kederle…”

‘Tarih ezeli bir tekerrrürdür’ demiş atalarımız, burada gerçek sorun, kan ve gözyaşının hiç bir durumda değişmediği, hiç bir yaşam biçiminin acıları ve şiddeti dindirmediği ve aslında bir yinelemeden öteye gidemediğimiz olgusunun, bilinçlere çarpan acımasız yankısı… ‘Öyle günahlar işledim ki / Binlerce yıl tövbe etsem / Cehennem kapısı yine de kapanmaz. / Seni şu ellerimle boğup öldürsem / Cezalarımı biraz olsun artırmaz.’
Öyleyse ne yapmalıyız?.. Bilebilseydik dile getirilmesine gerek kalmazdı… Ve Babil kulesinde dilimizi ayıran tanrı, elimizi, gözümüzü ve kalplerimizi de ayırmış… Tanrı güçlüden yana olacaksa, olmasına ne gerek var. Ve Bedir’de yenenlerde, yenilenlerde inançları uğruna öldüler ne yazık ki…
...
Marks, (Nihil humani mihi alienum) İnsana ilişkin her şey kabulüm demiş, belki tüm suçlar bizim olduğunda; hepimiz günahkarız, ayrımız gayrımız yok dediğimizde, hepimiz masum olacağız, bunu zafer el değiştirsin diye değil, ölümsüz yaşama layık olmak, adil bir insanlık kurabilmek için söyleyeceğiz…
Ütopya diyoruz ama her ütopya kendi ütopyasını doğuruyor ve daha ürkünç olanı, her birimizin kendi ‘Otopia’sı var şu dünyada…Leibniz, ‘Olabilecek dünyaların en iyisinde yaşıyoruz’ demiş, en iyisi belkide, ölüm ve öldürmeden uzak, olabildiğince kişinin özgürlük alanını genişleterek ve bu varsayımları olumlu biçimde (sonsuzca?) çoğaltarak yaşamaktır diyebiliriz, ama içimizdeki coşku ve zaptedilmez düşselliği doyuramayacağımızı da biliyoruz. Bu durumun, kızıl yeleli atlarıyla bir süvariler grubunun ya da nereden geldiği bellisiz bir roket silsilesince veya uçsuz bucaksız çölde parlayan ışın demetiyle bozulması da her zaman olası…
Tanrı böyle istiyor deyip işin içinden çıkabiliriz ya da birgün kusursuz ve ölümsüz yaşam biçimine kavuştuğumuzda, insana da tanrı payesi vereceğiz diye alkış tutabiliriz veya olasılıkları artırmayı sürdürebiliriz… Ne varki umarsızlıklar içinde, karalar bağlamışız biz. Tanrım, sen yine de ‘Varsayımı var say!..’

Göğün altında yeni bir şey yoktur, Pavlus'un Mektupları, İncil… Yeryüzünde hep göçebe, hep sürgün, hep yurtsuz yaşayan, tarih boyunca sırf doğmuş olmaklığın masumiyeti, salt yaşıyor olmaklığın kışkırtısıyla, Habil ve Kabil çatışkısıyla acaba kaç insan, hiç yoktan Erebos'un karanlık uçurumlarında yok oldu, acaba kaçının ağzında demir para vardı... Salt Kharon elversin, Kerberos dokunmasın, Akheron'dan esenle geçebilsin diye... Ve kaç insan İskender, Grek kültürünü taşıdı, kısa boylu atları Attilâ'nın, Roma'yı tanıdı diye, sevilerden uzak, yaban bir toprakta, hiçlikler hiçliğinin dolambaçlarında ölüp gitti, acaba kaç cenkçi Puvatya'da, kaç haçlı Demirbaş Şarl komutasında, kaç Kızılderili doğudan gelen tanrıların sunağında, kaç Provence'li Vaterleo'da, kaçı Austerlitz'de, kaçı Moskova'da çelik gibi yağan karın altında ölümün kanlı hummasını tanıdı, insanlık kaç kez cesetlerinin üzerine basa basa holacaustlar, kaç kez toplu kıyımlar, hilâl ve salip adına kaç kez cihatlar yaptı, kaç kez ölülerinin kanıyla paktlar imzaladı... Gangaumela, Herakleion, Dandenakan, Mohaç, Preveze, Zitvatorak, Yüzyıl Savaşları, Normandiya Çıkarması, Hiroşima, Pearl Harbour, Nagazaki, Treblinka, Vietnam, Irak... Tarih hâlâ şiddet, kuşatım ve soykırımlarla taçlanarak sürüp gidiyor ve hâlâ Stalinist mantığın ürünü; bir ölü cinayet bin ölü istatistik, sayılıyor!.. İnsanlık hâlâ gurur ve şatafata, despotizm ve görkeme, ölüm ve kan içmeye yaslanan bir tarihle avunuyor...
Öyle günahkâr ve öyle karalar bağlamışız ki; Baba Mukaddem'e göre insan 'Ölü sözlerinden geviş getiren bir hayvan', İsa'ya göre; Ölüm cezasına çarptırılmışa ilk taşı atan! Nietzsche'ye göre; Tanrıyı yadsıyarak usun kavşaklarından alıp, uçurumlara savurandı. Ve öyle ilâhlarımız vardı ki düşünceye durgunluk veren, günahlarımızı çoğaltmaya yarayan, Meduza, Janus, Şeytan...
İşte H. Cibran'ın her şeyin yeryüzünde olup bittiğini, tüm acıların, tüm kötülüklerin ve ikiyüzlülüğün bizde başlayıp, bizde bittiğini ima eden anlam dolu kıssası: Yeni doğmuş çocuğun sütannesi eve geliyor ve diyor ki, "Ne kadar gürbüz, ay parçası gibi, nur yüzlü bir çocuğun var, keşke annesi ben olsaydım." Çocuksa hemen haykırıyor; "Son derece mutsuzum, emdiğim süt acı, üstelik öksürünce burnumdan geliyor." Yazık ki çocuğu kimse duymuyor. Eve bir başka gün rahip geliyor, vaftiz sırasında "Böyle Hristiyan bir çocuğun annesi olduğun için gurur duymalısın diyor." Çocuk gene haykırıyor; "Kime sordunuz, Hristiyan olduğumu nereden biliyorsun, yaşamın avuçlarından, nereye savrulacağımı nasıl bilebilirim" diyorsa da gene kulak asan olmuyor. Ve bir gün eve falcı geliyor, hûşu içinde anneye diyor ki; "Bu çocuğun çok büyük bir adam olacağına ant veririm, güzelden güzel ve bahtı açık bir çocuğun olduğu için ne denli mutlu olsan azdır." Çocuk gene atılır, "Ben yalnızca bir müzisyen olmak istiyorum, öyle büyük adam olmak gibi bir düşüm yok, nereden çıkarıyorsunuz bunları" dese de gene duyan olmuyor. Aradan geçen yıllarda çocuk bir müzisyen olarak sokaklardan geçerken falcı karşısına çıkıyor ve diyor ki; "Senin bir müzisyen olacağını her zaman bilmişimdir, toprağı bol olsun annene bile muştulamıştım... " Ve çocuk; "Hiç sesimi çıkarmadım, çünkü onlar gibi konuşmasını, artık bende öğrenmiştim der!.."
İşte Kasr-ı Arifan'da da doğsak, zayıf enerjinin Keşiş Dağı'nda da yaşasak, bu kıssa da olduğu gibi yaşamımız bir düzen, bin bir kurgu ve de önceden belirlenmiş yalanlarla kurulu dostlarım.

Ve Borges'in bir şiirinde yeryüzünden, yaşamdan umudunu kesen bir masumun, umarsız fısıltısı; 'Saltık karanlıktan ayrılacak olan / eşsiz bir ışıltı mıydı. / Gece onu kollarıyla saracaktır. / Ölümü özlüyorum ve benimle / Yeryüzünün katlanılmaz acıları dinecek / Piramitler madalyonlar silinecek / anayurtlar gölgeleri örtünüp / yaşayan tüm çehreler ölecektir. / Yıkıntılar arasında ilâhisin Tanrım / tin ve tüne karışacak tarihin / Şimdi son güneşin batımını izliyor / son kuşun ötüşüyle avunuyorum / arzunun karanlık nesnesinden / hiçliğin kollarına savruluyorum.'
"Barış" nedir, insanlık katsayısıyla yüklü tarihsel birikimin, kronolojik ufukta beliren çarpımlar tablosu mu, toplumsal benliğimize gizil biçimde yerleşen ve bizim kapalı zamanımsımızı eğip, dinamizmi yok eden ve geriye işleyen bir çarkın tekerleği mi, adı üstünde pasifizm mi...
İnsanlık tarihi boyunca barış içinde geçen yılların toplamı yüzü bulmuyormuş, beslenme zincirinde bir diğerini yok eden, aslanla geyiğin, kunduzla balığın, kartalla sülünün kardeşi olan bizler, etçil otçul hepçil olmanın tutsaklığında; biz ölümlüler için lüks / etik bir kavram mı barış...
Gizençli benliğin bile haykıramadığı açın, utançla gizlemeye çalıştığı düşkü belki de şu; savaş bizi ileriye fırlatan raket, barış çiseleyen yağmurun boşalttığı can sıkıntısı!..
Ve koşut olarak aşkta, körü körüne bir barış duyusu, kromozomlarımıza işlemiş (gizil) yok etme arzusu ya da süjesinin gölgesine sığınmış bir ölüm duygusu mu...
Bakalım yılan yastığıyla dizanterinin, İncil gravürleriyle Sfenks kedisinin içinden geçen insanlık aşkın / barışında hangi sonla buluşacak...

Homohomini lupus, insan insanın kurdudur, ne yazık ki tarih boyunca böyle olmuş, insandan başka hemcinsini bile isteye yok eden başka bir canlı yok. Olaya hangi açıdan bakarsak bakalım sonuç aynı, zaman değişiyor ama yaşam değişmiyor, yoketme güdüsünün boyunduruğunda yüzyıllarımız geçip gidiyor. Örneğin teizmin inançlarımıza ilişkin kurallarının değişmesine hepimiz karşıyız, bu usçul ya da mantıklı değil ama, ölülerini terk edemeyen canlılar gibi, hakçıl ve içler acısı bir sonun dramatik göstergesini sunuyor sanki, oysa Habil, Kabil’den beri düzeltebildiğimiz bir şey yok, ölüm ve öldürme tutkusunu yok edemiyoruz, bazı canlılar salt otçul yaratıldığı için, etçil olana karşı yaşam savaşını yitiriyorlar, insan ise hepçil, bütün canlılara üstünlük sağlamış, kendisi dışında ama, kendisine egemen olamıyor ve herkes günü geldiğinde birbirini acımasızca, tensel ya da tinsel biçimde yok edebiliyor. Irak’ta beş bin kişinin kimyasal yolla canını alan modern Sulla’nın cezası, milyon + beşbin kişiyi yok etmek oldu!.. Tiranın, tiranlığını bitirmek için tiran aradılar, mantıklı bulduk, sesimizi çıkarmadık, doğal karşıladık!..
Bakın Erternasyonal marşının ‘Batıl inançlarımızdan, tabularımızdan kurtulalım’ dizesini, ‘Zincirlerimizden kurtulalım’ diye çevirmişiz biz, tabularımıza tapınmayı o denli alışkanlık haline getirmişiz ki yanlışta olsa, mantığa uymasada, onunla yaşamayı kutsal bir görev ve zaptedilmez bir duygunluk addediyoruz. İnançlarını herkes kendi dilinde öğrense, şarkılarını kendi dilinde söylese, bunun toplumbilimsel bir gerçeklik olduğunu düşünse… Bilmediği dilde, kitabını hatmetmeden, anlamadan sürüklenen milyonlar, bu durumda cennetin tapusu sanılırda, satılırda, çünkü bilenlerin bilmeyenlere egemen olması; yüzyıllardır süren bir gerçellik... Sizin bilmeniz gereken şeyi, sizin yerinize bilenler, cennetteki yerinizi hazırlayabilirler, üstelik kendilerinden önce ve elan gönderilmeniz kararınıda bizzat verebilirler, konu salt bununla sınırlı değil ayrımındayız; ama erenlerimiz demiyor mu bilenle bilmeyen bir olur mu, kitaplar bunu söylemiyor mu... Kadınların giyimini ataerkil toplum dizayn ederken, erkeklerin giyimi hiç kimseye sorulmaz. Görünen o ki tanrı erk’in (dileyen yanına bir ‘ek’ yapabilir) ve eril olanın tanrısı, dişil olan ve bereketin tanrıçası tarihin karanlığına çoktan gömülmüş, fütühat ve sömürü, sermaye ve şatafatla süslenmiş ve uzayın boşluğunda, kozmosun hiçliğinde, ışık hızında yürüyen, koşturan bir insanlık ve şadırvan, tahtırevan ve kehkeşanın sefahatı ve sefaleti, gecenin derinliğini dizginsizce adımlıyor bedevi, dörtnala gidiyor zamanın eğrisinde, uçsuz bucaksız uçurumlarında, yeni bir ütopyamız olmadığı takdirde, bir yere çarparak son bulacağı besbelli… Yeni kurallar daha büyük ayrışmalara yol açabilir, devinimler sakin ve özümsenerek olmalı diye düşünebiliriz, gelenekler yerini çağdaşlığa terk ederken, birbirimizi incitmemeliyiz, bütün bunlar belki doğru ama ya sonuçlar… Sonuçlar ne yazık ki bizi yalanlıyor, nükleer reaktörlerin gölgesinde bir yaşam için, inançlı inançsız herkes uygundur vaazı verebiliyor ve batılı bir ülke doğulu bir ülkeye biçem veriyorda, doğu, henüz batı için bir dizayn yetkisi elde edemiyor, bir biçem sunamıyor, kötülük el değiştirebiliyor ama; Abbasiler, Emeviler ve Osmanlılar, İngilizler, İspanyollar, Birleşik Devletler derken, zaman gene değişecek, ama insanlığın kötü yazgısı belki de ve hiçbir zaman değişmeyecek… Ağıt yakmak, göz yaşı dökmek, ölümlere güzelleme çekmek, silahlar ve madalyonlar üretmek onun başlıca yazgısı…

(Doğuş… Garip bir selintinin, devintisi içinde sürüklenen, kimi tansıklı açıngılar, düşlemleri olanı doyurmaz. Ürkül uzamda, bir kasınç içinde gelen ve düşünsel olanın izleği üzerinde durakoyan insanoğlu; aynaşık ve bakışımsıl ortamla, sayrımsı ve belgit olanı, karasıl ve durağan olanın kayağanlığıyla özdeşler. İnsan cılızdır, bunun gibi üzücül durumlarda, bir ürküşüm ve gerim içinde, kendi adını ünleyen ve gehennavi bir bekleyim sanısıyla, tek tip düzlem içinde bulunmayı sevecek olan organizma, zamanın dışında, iyicil, umulası hiç bir sonuç elde edemez. Tan esiminin kızıl çakıntısında, şiddet çizgilerinin büküntüsü kayşar ve büyük bir istençle gök dürülür ve bulutlar çözümsüzlük içinde bürgülenir. Kırçıllaşmış pöstekide, soluğun ve tozun cirit attığı anaç yüzyıllar, gelecekte ki anılarımıza dönüşecek terminlerle kolkola,yumuşak iniş yaparlar. Derişik ve kayağan bir irintide, gezegenin leylâk büklümlerini bir burgu gibi delen yürek, kendi kanının kapsantısı içinde köpürüp, sürüklenerek gelir ve bizcileyin çığlık atan ayırtkan sığır sürülerinin kasçıl boynuzları üzerinde tiksinçle durur. İnsan doğmuştur...)

(Tarih… Metafizik bir sorguyla tozun içinde, kemikler yuvarlanıyordu. Betimde; Osmanlı hidivleri, Kıpti patrikler ve sufî kadınlar vardı. Geometrinin bitimsiz estetinde, tinin tinselliğinde, Miken parası gibi buruşuk, sarı ve solgundular. Sıfırın altındaki bir zamanda; 'dokuz' diye bağırmak istiyorlar, ama gırtlaklarından ancak 'tokuz!' sesi çıkarabiliyorlardı. Yine de senkronizeydiler. Bulutsuz bir Flaman göğünde, baktığı şeyden kaçmaya çalışan melek, onlara yardımda bulunmak istiyor, Demir Atlar Ülkesi'ne vardıklarındaysa, bir yalvaç önlerini keserek; 'Burada hiç bir şey yokken aşk vardı ve her şey yok olduğunda gene aşk olacaktır' diyordu. Ürkütücü ıssızlıkta, evcil hayvanlara dönüşen iki ayaklılar, kör kelebeklerle, yarasaların sevişmelerine tanık oluyorlardı. 'Bakır arılar, çinko yılanlar ve iblisin iğrenç kuşları' sütleğene övgü diye bağırıyor, atlı tatarların sırtına binmişler, Zinderud ırmağının kartalı gibi suya inmişler, erklerin tek karşıtı, gündüzün terörüdür diye çığırıyorlardı!.. Akreplerin kokular süründüğü, zigguratları gölgelerin bürüdüğü bir zamandı!.. Epiktetos dehşetle önerince, usuna düşen herkese parola soran azatlı köle; Roma avlularında ki -boynu vurulacak!- ölüm cezasından kurtulacaktı. Demir pabuçlu hayaletler dolaşıyordu... Elen ruhlu stoacı, bir galeri dibinde bana yaklaştı ve Einstein eşittir, Marx çarpı; Camus üzeri Camus diye bağırdı! Puhu kuşundan bir mesih gözlerimi gagalıyordu. Kenter biçemle, ey kaplanlar; biz ak bulutlara kandık, ak toynaklara inandık dediğimde, suları bol Tarnak ırmağını geçen Bukefalos, canhıraş bir sesle Kandehar'a vardık diye haykırdı ve keçi şarkılarıyla birlikte, körpe kapılardan geçip, ün, şan ve fener alaylarının içinde; sessizliğin sesinde, yüzyıllar ve yüzyıllar süren uykumuzdan uyandık!..)

(Araf ... Darius karılarını ve çocuklarını bırakıp Baktria'ya kaçtı. Karanlık gökte Mars parıldadı!.. Kanatlı bir atın gölgesi düştü, defne dolu avluya!..
Düş içindeydik! Bir Moğol şehzadesiyle, irem bağlarında geziniyorduk. Ilık bir hava vardı, dumanlı güllerden göz gözü görmüyor, sandal ayaklarımızla sümbüllere basmamak için, yavaşça yürüyorduk. Tatarların hakanıyla, Cezayir dayısının gönderdiği birkaç kişi daha katıldı aramıza... Güllerin başucunda; kırmızı ahşap uduyla kör bir adam, suzinaklar, semailer çalıyordu. Dillerin dili denilen Meghalayam dilinde, 'Emel Denizine Sürükleniyorum' adlı bir şarkı söylüyordu, mavi gözlü cariye... Mora püreni yiyenlerimiz, kevser şarabı içenlerimiz vardı. Andra Pradeş kalesini, Delhi surlarını gösterip, tavşanların savaşını canlandıran bir sihirbaz, alkışlar alıyordu.
Sularına balığını geri verdiğimiz Teselya ırmağında, onmaz gözyaşlarına boğuluyorduk. Suyun gövdesini ikiye ayıran Yezidîler yine cenkleşiyordu. Yıldız biçeminde bir üçgenin içinden, cenbiyesi sayısız gırtlağın tadına bakmış, bir adam fırladı birden. Kim o dedik, anda Merv reislerinden Haris Abdurrahman'dır dediler. Sustuk. Atlas'ın yüküyle berkli, Devâmend Emiri, Ebu Bekir El Şıblî yanımıza geldi. Hüseyin Şirokko şehit oldu mu dedik... Yâ dedi!.. O an Malik'in gözbebekleri toprağa düştü. Gökler denizinde sallanıyorduk. 'Sahalin Toprakları' uzaklardan gözüktü. Kürekçilerimiz, Araplar ve Basra'da yetişmiş Pers leventleriydi. Deniz durulduğunda, güverte şenlenir, sezarımız Karakalla ufka bakar, zambak gözlü hünsalarla, ilâhi gövdesinin gereksinimini dindirir ve çılgınca avunurdu. İrem bağlarına yolu düşenin, rüyası buydu!..)
Oysa yalnız şöyle bir şarkıyı terennüm edebilseydik
“Neşideler neşidesi; Süleymanındır. / Beni kendi ağzının öpüşleriyle öpsün; / Çünkü okşamaların şaraptan daha iyidir. / Kokuca ıtırın ne güzel; / Senin adın kabından dökülen ıtır gibidir; / Bundan ötürü seni kızlar seviyor. / Beni kendine çek; biz senin ardınca koşarız; / Kıral beni iç odalarına götürdü; / Seninle biz ferahlanıp seviniriz; / Senin okşamalarını şaraptan ziyade anarız; / Seni sevmekte onların hakkı var. / Ben karayım, fakat güzelim, / Ey Yeruşalim kızları! / Kedar çadırları gibi, / Süleyman çadır etekleri gibi. / Kara olduğuma bakmayın, / Çünkü beni güneş yaktı / Anamın oğulları bana kızdılar; / Beni bağlara bekçi ettiler; / Fakat kendi bağımı beklemedim. / Ey sen, canımın sevdiği bana bildir. / Sürünü nerede otlatıyorsun, / Öğleyin onu nerede yatırıyorsun? / Çünkü arkadaşlarının sürüleri yanında, / Niçin yüzünü örten bir kadın gibi olayım?/ Ey sen, kadınlar içinde en güzel kadın, / bunu bilmiyorsan, / Sürünün izlerine çık, / Ve çoban çadırları yanında oğlaklarını otlat./ Firavunun arabalarında koşulu kısrağa / Seni benzetirim, ey sevgilim! / Yanakların saç örgüleriyle, / Boynun gerdanlıklarla ne güzel! / Sana– altın dizileri yapacağız, / Gümüşten düğmelerle. / Kıral sofrasında otururken, / Benim sümbül yağım güzel kokusunu yaydı. / Memelerim arasında yatan. / Safi mür çıkınıdır, bana sevgilim. / En-gedi bağlarında, / Bir salkım kına çiçeğidir, bana sevgilim. / Ah, ne güzelsin, sevgilim, / Ah, sen ne güzelsin; / Gözlerin güvercinler! / İşte, sen de güzelsin sevgilim, hem ne şirinsin! / Ve yeşilliktir yatağımız. / Erz ağaçlarıdır evimizin direkleri / Tavanımızın oymaları da serviler…”

Hali ahvalimiz şu ki; ‘Cilvegözü sınır kapısından çıkıp / Hac yolları gözüktüğünde artık / hiçbir Abbasi cengâveriyle karşılaşmayız dedik. / Ama o ne! / kimi serpuşlar başlarında, peçeler gözlerinde / -durduruyorlar bizi!- / Ve gördük ki; / binlerce yoksul insan, bir başka hac yollarında / -Kudüs’e doğru- / Ve anladık ki artık, bir anlam koyamazsan yaşamına / ölüm var bir, / bir tek son... / Ve gökteki tek avcıda Orion!.. / Sırtımızda Araf yorgunluğu / gönlümüz tavaf bezginliğiyle dolu / Bizler! Bir sürü güruh, nihayet boşa saydık; / Müzdelife’deki çılgınlığı, / Medine’deki us dışılığı / Ve Mina’da / dillerden düşmeyen / o baş başa yalnızlığı…’

Bir gün, kıyamet kopacak, son gün gelecek, kutsal kitapların en iyi bildiği şey bu, çünkü tanrı içimizdeki kötülüğün zaptedilmez olduğunu görüyor ve biliyor, o zamanda geriye, çocuklarımızdan yalnızca; kimselerin duyamayacağı, sessiz, içli bir şarkı kalıyor!..
“Kapıları çalan benim / kapıları birer birer. / Gözünüze görünemem / göze görünmez ölüler. / Hiroşima`da öleli / oluyor bir on yıl kadar. / Yedi yaşında bir kızım, / büyümez ölü çocuklar. / Saçlarım tutuştu önce, / gözlerim yandı kavruldu. / Bir avuç kül oluverdim, / külüm havaya savruldu. / Benim sizden kendim için / hiçbir şey istediğim yok. / Şeker bile yiyemez ki / kâat gibi yanan çocuk. / Çalıyorum kapınızı, / teyze, amca, bir imza ver. / Çocuklar öldürülmesin, / şeker de yiyebilsinler”
Şu dizeler gene bir beyhudeliğin yankısıyla, insanlığın acılarını görelim ve yakılan ağıtları yinelemeyelim diyedir.
"Ey yolcu, -kör değilsen eğer- burada her gece, Samarra Cezvak sarayında, sayısız şamdanlar, avadanlıklar, mürekkep hokkaları ve minyatürler uyur da, kimseler görmez... Yine her gece burada, inceden inceye, gönülden gönüle bir gurbet türküsü okunur da, kimseler duymaz... Dost, düşmeye gör!.."
Caminin mihrabı öyle güzel ki / Mihrap; Bizanslı tekfurun, Abdurrahman El- Nasr'a gönderilmiş, mozaik ve altınlarla kaplı. / Mavi, yeşil sütunlar, eşsiz desenler ve ağaç oymalar var. / Şu minber yeryüzünde bulunmaz, bu minberin üstüne, yedi yıl çalışmış marangozlar. / Şu gümüş kupalar, şu şamdanlar / Misk, amber ve irem kokularıyla, özel yapılmış kaplar, zencefil, zeytinyağlar... / Burada, Ramazan'ın yirmiyedincisi, Kadir Gecesi, pırıl pırıl avizeler yanar. / Ve sonsuz rayihalar. / Ve "Osman'ın kanı bulunan" mushafın dört yaprağı… /
Ve eyy Kurtuba semalarının ulu camii... / Sıcak bir yaz günü girmişler Kurtuba'ya / Kilise olmuş o cami, Meryem tasvirleri, İsa heykelleri asılıymış havaya / Zangoçlar öd ağaçlarını yakıyor: Koro, pazar ayini için akort yapıyormuş. / O mabetden eser yok!.. / Ne bir şamdan, ne avize, ne bir kandil / Öd ağacı, küf kokusu var, heykeller ve çarmıhtaki İsa'dan akan kıpkızıl kanlar... /
Kurtuba bir daha zaptedilir mi? / Sevilla'ya bir daha ne zaman gidilir ki?.. /
Gerçek şu ki, camiyi yıkmak, kiliseye dönüştürmek kadar firâklı değil!.. / Ama İbn Rüşd, İbn Meymun heykelleri var / Bir de Medine fü'z Zehrâ sarayı. /
Ve Endülüs ve Emeviler... / Ve canını zor kurtaran, bir prens yaptırır burada, Şam saraylarını / Ve 'oradan’ getirttiği hurmaları diktirip, geçip karşısına der ki; / "Rusafe'de gezinirken bir hurma fidanı ilişti gözüme / Hurmalar diyarından gelip, Endülüs toprağında düşmüş gurbete / Dedim ki: Sen de bana benziyorsun gariplikte / Sen de yaşamak için çırpınırsın bu yabancı toprakta / İçimi kemiren endişeleri duyabilseydin / Sen de benim gibi ah edip gözyaşları dökerdin. / "Bahtım ve Abbas oğullarının kini, / Vatandan ayrı bıraktı beni. / Gözyaşlarım, Fırat kenarındaki hurmaları sular! / Ama, ne o ağaçlar sakladı acı hatıramı / Ne de sessizce akıp giden o Fırat nehri..." / Malaga, Sevilla ve Gırnata'da da duyduk aynı acıyı / Don Kişot, 'Ey yolcu Gırnata'ya gidilmez, o sizi kendisine çeker' demiş, bu güneşler kenti için. / Eyy sırtını Sierra Nevada'ya yaslamış, -yeşil dumanlı Gırnata- bağları, bahçeleri, ah bâr-ü Gırnata... /
Ve yavaş yavaş gelinirdi Elhamra'ya / -Ancak- görülüp yaşanacak olan El-Hamrâ'ya / Ve birbirini yiyip bitiremeyen, Yemen, Şam ve Arap kabileleri / Ve Malazgirt'den ondört yıl sonra Hristiyanların Tuleytule'yi zaptedişi / Ve kadîmi şehir 'İstambul'un alınışıyla / Endülüs'ün yok oluşu / 'hâkir-i mürûr-u zamandı' / Ve Ebu Abdullah es- Sağir ki Gırnata Emiri'dir / Ağlayarak verir şehrin anahtarlarını Ferdinand'la, İzabella'ya / Ağlar... / Bugün dahi "Arabın ağladığı yer" denir oraya / Ve yeşil Gırnata ve El-Hamrâ ve tüm güzellikler geride kalır. / Ağlayan emire der ki anası / "Oğul, vatanı için çarpışmayana, kadınlar gibi ağlamak yaraşır...” / Şimdilerde, Lübnanlı Yâkubi, merakla geziyor burayı / Ve kokluyor kimi müselman, küskün sarayı!.. “
Son söz de şu olsun…
‘O zaman, Aurelianus Cennet'te, Ulu Tanrı'nın gözünde kendisi ve Pannonyalı Yohannes'in (Ortodoks ve sapkının, nefret eden ve nefret edilenin, suçlayanın ve kurbanın), aynı insan olduklarını anladı demek daha doğru olur dedim, bu demir paranın turası da, yazısı da, Tanrı biliyor ya aynıdır…’ &



*



GÖRECELİLİK

İnsan oğlu, kızı öyle güçlü, öyle modern çağlara ulaşmış ki, erişilmez denilen yıldızlara varmış, us dışı bambaşka gezegenler görmüş ve oradaki üstün, tanımlanamaz canlıları, düşe sığmaz yaratıkları yenilgiye uğratarak, yurtluklarına el koyup, yeni kolhozlar, koloniler edinerek, gözde madenleri işleyip, fotonsu, sanalitik hızlarda, ilkinsil ve de artık korkunç güçlerle berkiyip, düşlerden aşkın, sonsuzluk ardılı ve tanrıların da ötesinde bir yaşam biçimi geliştirmiş.

Böylelikle, kuşatarak ele geçirdikleri yeni gezegenler ve kozmolojik yuvalarda, kolaylıkla çoğalabilen, yapıları arı mineraller ve besin değeri yüksek jellerle dolu canlıları kurban ederek, hedonizmlerine, sadizmlerine, yeni çeşniler, egzotik tadlar ekleyip, yüzyıllar yılı, bıkıp usanmasız, ezgilerle, naralarla, alaylarla, ilâhi bedenlerinin gereksinimlerini gidermeyi başarmışlar…

Sonra zamanlar geçmiş; yıldızlar yollarını yinelemişler ve tadılmamış günahların eşliğinde, vahşet ve kanla süslü altarlardaki gösterilerini, taklarla, defnelerle, taçlarla süsleyerek, geçip giden çağlara ağıtlar yakmış, destanlar var etmiş ve geleneklerini sürdürüp, törelerini koruyarak, yaşamlarında yeni maceralara, olumlara ve daha da ötelere, hançerenin ta köklerine, evrenler dışı, sonsuzluğun da sonsuzluğuna yelken açarak, zamanlar ötesi yolculuklarını sürdürüp gitmişler.

Ama birde Himalayalar’ın gölgesinde yaşayan bir dağ keçisi varmış, doğumundan bu yana bin bir renkli otlarla beslenir, çayırlarla dolu uçsuz bucaksızlığın, yeşil denizlerinde yatar, karların, buzulların arıttığı kaynaklardan içer, geceleri ateş böcekleriyle görklü gökyüzüne dalar, renkcil zambaklar, sümbüllerle süslü, çıldırtıcı seslerle yüklü, yüceler yücesi yamaçlarda, kokusul, şol bayırlarda dolanırmış.

Ayların yükseldiği ve baharın kaynaşıp, çiçeklerin oynaştığı üreme döngülerinde mutlulukla çiftleşir, klânın yeni doğmuş, minicik üyeleriyle gezinir, kayalardan seker, çiçeklerden böceklere, oradan ağaçlara, dallara, elden ele, koldan kola, binbir çeşit kuşlara, dilin dönmediği varlıklara, çınlayışlara dalarak, güneşin ve gecenin doğumlarında, bulutların ve yağmurun gizeminde, sis ve pus, kırağı ve kar, ormanla rüzgâr ve göklerin masalsı aylasının altında, hişt hiştler arasında, meleksi, düşten güzel yaratıklarla yaşar gidermiş.

Gün gelmiş, bu yamaçlardan yamaca uçan dağ keçisi, yeryüzü güzelliklerinin doyumuna ermiş, tanrısal bağışların sonuna varmış ve kadife gibi yayılan, ışıltıyla dökülen ve kuzeyin kuğusunun, prenseslere fısıldadığı masallar gibi dağılan karın altında, rüzgârın savurduğu tozanlar, tüycükler ve uykulu bedenleri esriten gülücükler; inciler, gözalıcı sürmeliklerle dolu, göz gözü görmez uğultu ve uçsuz bucaksız beyazlıklarda; us oyunlarıyla süslü, iremlerin serpildiği, nice sevdaların boyun eğdiği, yaratılmışların bilemeyeceği, düşlerine giremeyeceği, ölüm ve yaşam sarmalında gizlerin döküldüğü, bitimsiz geçmişle, varılmasız geleceğin bağışlandığı, her şey ve hiç bir şeyin birlikteliğinde, dile gelmez olanla, tin ve tün ötesinin muştulandığı düşler arasında, pericil uykulara dalarak; ululuk ve bilinmezliğin kollarına, piramidin ta yüreğine; sonsuzun ve unutuşun uyumuyla, hiçliğin o herşeyden güzel, uçsuz bucaksız uçurumuna benliğini açarak yitip gitmiş…

Şimdi, bitimsiz bir yolculukta, yeni yurtluklara ulaşan ve evrenle; tanrısallığın da ötesine kavuşan bir insan mı olmalıydım, yoksa Himalaya eteklerinde, göz alabildiğine uzanan karlar ve yıldızlarla dolu gecelerde, çiçeklerin böceklerin arasında, güneşin altın renkli ışıltıları içinde; soruların sorusuna kavuşarak, gizemlerin gizemine ererek mi yaşamalıydım?..



*



LEDA

Değirmenleri geçip ırmak kıyısına vardığımızda, esen rüzgârda eğreltiler yatışıyordu, birden kuşlar havalandı, sonra yukarıya doğru tırmanmaya başladık. Çalılıkların arasından keçi yolunu izleyerek, öğle üzeri düzlüğe varabildik. İşte Taygetos tepesindeyiz! Leda, sabah ki ölü kumrular yüzünden hâlâ ağlıyor mudur...
Çayırda ne denli oyalandık bilmiyorum, güneş battığında uyuyakalmışız, sonra çamlara yaslanarak karanlığın çökmesini bekledik...
Uzaklardan ay yükseldi ve gölgeler insansı, tuhaf hayaletlere dönüşünce; Leda yumurta biçemli yuvasından çıkarak, karanlığın içlerine doğru süzüldü ve az sonrada üzerimizden kanatlarını açarak uçtu gitti. Ateş böcekleri fısıldaşıyor ve gecenin çığlıkları garip iniltilere dönüşerek, korulardan, sazlıklara, oradan da tüm ovaya yayılıyordu.
Durgun gölde, suların içinden gürültüyle bir nympha yükseldi ve pırıltılı geceyi aydınlatınca, tanrılar birbirine ‘Bakın, bakın ırmak perisi!’ diye bağrıştılar.
İao, Oai!.
***
Leda, düşünde ince kumun üzerinde kederli ayak izleri ve kayalıklarda can çekişen balık türleri görüyordu. Tüyleri mavi kuyruklu cadılar, menadlarla sevişiyor ve boynuzlu satirin omuzunda kırlangıç cıvıltılarıyla dolu, minik bir yıldız parlıyordu ve onun içinden başka yıldızcıklar fırlıyor, havalarda uçuşup, saçlarda, gözlerde, dudaklarda süzülerek, sülüs harelerle yitip gidiyordu…
(Cadı, bir Attika sevicisiydi ve kabul edelim ki şiirde bir tanrıdır ve bizleri o yaratır diyordu. Kızıl tuğ, püskül ve elektral saçıntıyla, amfibik hayvancıklar, biçem ve düşünce, ses ve sessizlik bir aradaydı. Kurnaz yalancılar, dinsel görümün duyarlı dokunaçları, inancılığın (fideizm) yönlendirmesini hor görme, kurgul us, pedantry (bilgiçlik), resim ve müzik, modern bir inak olan bilim, estetik çilecilik; ‘Yaşam parmaklarımızın arasındaki kuma, saatlerde usumuzdan uçup giden dumana dönüşürler’ deyisi, jonglörler sitesi, madrigal ve epik şiir parçaları vardı. Ve gecenin derin musikisi, deniz dalgaları gibi silsilelerle, kulaktan kulağa yayılıyordu.
Arkadaşlarımızdan Hypparkos, güzellik ve estetikle, şiir düşüncesini evrenden aldığınızda geriye başıboşluk ve kuru bir hiçlik kalır dedi ve gelenek dediğimiz evrensel kalıntının epifanyası (ortaya çıkışı), mitik geometri, uzak çağların gizil güneşi polaris, kozmik eğretileme, modernlik ki eleştirinin yaygınlaşmasıdır, ozansı kibir, atomik soykırım, öykü; tarih, şiirse tarihte bir kahramandır deyisi ve suyu kurbağalar içer biçemindeki, Frengistan yakarısı, İran denizi, tayfın diğer ucu, her duyumun gerçekleşeceği bir zaman, her zamanın gerçekleşeceği bir duyum vardır saçmalığı, yeşil gözlü ağaçlar, Meryem’in yüklüyken yaslandığı hurma dalı, sınıflı toplumların yazgısı ölmemek için öldürmektir lafolojisi, peri Perikles, Yannopulos’un kısrağını Salamis denizine sürüp canına kıyışı gibi sözler yineliyordu.
Peki dedim, radiyal-lahu anhüma’mıydı kötülük yapmak isteyip de isterinden dönene tam bir sevap yazılması ve şu ki, iyi bir şey düşünmekte gerçekten iyilik değil midir...
Basra valisi, Minerva’nın baykuşu, şiir kendini unutmakla başlar deyişi, Babür bahçesi, Meymüne ki annemiz, bir gün tefsir, bir gün siyer ve megazi, bir gün güzyazın, bir başka gün Arapların meşhur savaşları Eyyamül-arap okuyuşumuzda mı, bizlere bu kadar uzak olmalıydı, diye sürdürdüm!..
Ve Ladino diliyle mezmur söyler, Ferrara Tevratı’nı elan hatmeder, Marranolar ülkesine gider, Hindustani’yle ilgilenir ve Zanzibar’a varırdık ki her dil dilimiz, her belâgat rehberimizdi!..)
***
Tan alacasında, sabaha yakın bir başka ırmak perisinin çayırlardan doğru, sudan yükseldiğini görüverdik!.. Aman tanrım nasıl bir büyü; Venüs işte bu!.. Saçları, filizlenen ışıltıda siyahîden sarıya, gazelden erguvaniye dönüşürken, kirpiklerden süzülen damlalar, gözlerinin akında ince çizgilerle, ışıltılara dönüşüyor ve sanki gözkapağı, inanılmaz hızlarda kırpışarak elmas parıltılarıyla dolu, rengistani harelere yol açıyordu.
Saçları beline dek uzanıyor, zümrüt yosunların, kuru yaprakların ve altın sarısı kumların sarıştığı aylalarla, sonsuzca bir güzellik yaratıyordu ki, işte düşlerden de güzel ve onlar gibide büyüleyiciydi!..
Helios diye bağırınca ışık yukarıda durdu ve onu geri çağırdı ve o geri döndü ve işte sevgisi de böylesine güçlüydü...
Sağrıları ay gibiydi, karanlık gökte bir sunak, bir tahtırevan gibi parlıyordu. Göğüsleri tepede, ay ışığıyla yıkanmış manolyalar, beli incecik ve kışkırtılmış defnenin, uzak deniz sonelerini içinde taşıyor gibiydi. Gözleri alevlerle yanıyor, duvağından minicik yalazlar, kıvılcımlar saçarak ortalığı aydınlatıyordu.
Bronz çağının arabaları geçiyor, metalik kişneyişler, naralarla atlar, uçurumlardan dörtnala uçarak gözden uzaklaşıyorlardı. Mekke şerifiyle, Asur amirali, Cezayir dayısıyla, Brötanya kontu hepsi oradaydı ve yukarıda Eltanin ki yeni güneşimiz; tanrısal, tüm yakıcılığıyla, kristaller gibi parlayarak, göklerden doğru yükseliyordu...
Su perisi yanımıza yaklaşıyor, görkül, dev adımlarla bir bereket tanrıçasına dönüşüyor, onun gölgesine sığınan yoksulları tek tek öpüyor ve saçları arasında, vulvasının orasında burasında, koltuk altlarında yaşayan bambaşka acunlar ve canlılar dünyasının olduğunu şaşarak görüyor, hatta omuzunun üzerinde nedensizce kaçışan yüzlerce ceylan, sincap, gelincik ve balıklarla dolu yaratıklar uçurumlardan kayar gibi, birer birer aşağıya düşüyor, biz de çayırların içinde, menekşeler, sümbüller, laleler arasında onları arıyor ama bir şeycikler bulamıyorduk…

Düşler içinde, düş görüyorduk!..



*



MİTOLOJİ

Sirakuza Kralı'nın (belki de Hieron'dur) buyruğuyla, işlediği suçtan dolayı, halkın gözleri önünde idama mahkum edilen Filyos adlı kölenin son arzusu sorulduğunda, annemi görmek isterim der. Kral üç gün sonra cezanın infaz edileceğini söyler, kefil olarak bir arkadaşını bıraktığında sana izin vereceğim, gelmezsen o gün arkadaşın idam edilecek diye belirtir. Köle büyük bir hızla Sirakuza'dan, Mora yarımadasındaki annesini görmeye gider, köyüne ulaşır ve annesine olan özlemini giderdikten sonra olanları anlatarak, dönmek zorunda olduğunu açıklar. Annesi gözyaşlarıyla onu uğurlar, ama geri dönüş yolunda büyük zorluklar beklemektedir. Gemi büyük bir fırtınaya yakalanır, karaya çıkınca, kasırga, yağmur, çamur alabildiğine hızını artırır, taşan ırmaklarda sürüklenir, azgın sellere kapılır, canını zor kurtarır ve gün batımına doğru tepeleri aşarak, kent meydanına güç bela ulaşabildiğinde, arkadaşı idam edilmek üzeredir, uğultular arasında kalabalığı yararak, elini kaldıran krala 'Geldim!' diye haykırır. Sözünü tutmuş arkadaşıda kurtulmuştur. Kral büyük bir şaşkınlık içinde kalabalığa; Bugün, arkadaşlığın ne demek olduğunu öğrendik, bundan sonra ikiniz değil üçümüz arkadaşız der!..

Bu olayı anlatmamın nedeni, sık sık neden mitoloji diye sorulmasıdır, mitoloji insanlık tarihinin parçası olup, insan nasıl insan oldu yaklaşımının özgül bir öğesini kapsamaktadır. Bu bakımdan, Euripides, Aristofanes, Lucretius (Evrenin Sırları adlı kitabı belki günümüzde bile aşılamamış bir yapıttır), Platon, Aristo, Çiçero, Gılgamış, Sümer tabletleri, Babil'in asma bahçeleri, Semiramis, Ramses, Musa, İdris, Habil-Kabil ne varsa çok büyük bir kültürün bizim yolumuzu aydınlatan parçalarıdır.

Gerçekte mitoloji (söylence) çağımızda da sürüp gitmektedir. Bağımsızlık Savaşı bizim için mitolojidir, Hitler çoktan mitolojinin bir parçasıdır, Paylaşım Savaşları'da öyledir. Avrupa'nın ölçülerine göre ray aralığını beş santim geniş tutarak, Alman lokomotiflerinin henüz Belarusya'da toprağa çakılıp kalmasına neden olan Stalin'de bir mitolojidir. Sabahattin Ali, Nazım, Sait Faik, Yılmaz Güney herbiri çağımızın mitik birer yüzüdürler. Marilyn Monroe, postmodern çağın Afrodit'idir, Jackie Kennedy bir Medusa, prenses Diana, Kassandra, Maria Callas, Medea'dır. Tarkovski bir sinema ilahı, Voznesenski bir şiir prensidir. Dolayısıyla mitoloji sözcüğü kimseyi şaşırtmamalıdır, yaşam ve insan sürekli mitoloji üretir, hatta buna gereksinir ve bizler söylencelerle besleniriz.

Hz.Davut (sanırım) bir çocuğu paylaşamayan iki kadına son olarak çocuğun ortadan bölünerek paylaşılmasını önerir, kadınlardan biri susarken diğeri hakkından vazgeçtiğini söyler, Davut'da çocuğu ona verir, bilir ki gerçek bir anne böyle bir şeyi isteyemez. Sonuç olarak, mitoloji yüzyılların içinden gelen bir kültür, bir etik ve insanı insan yapan anlamlar bütünüdür bizim için. Hz Ali'nin kılıcı Zülfikâr, Harun Reşit'in çağdaşı Şarlman'a gönderdiği çalar saat hepsi birer mitolojidir. Efes'teki Artemis tapınağını yakan Herostratos nedeni sorulduğunda yüzyıllara adımın kalmasını istediğim için yaktım demiştir. Bu da insan ruhunun ne dramatik bir yapı barındırabileceğine iyi bir örnektir. Timur, Ankara savaşını yitirerek, esir düşen Yıldırım'ın sırtına basarak atına binermiş, Yıldırım Beyazıt'ı, kale komutanı olan Doğan Bey'e atıyla gece karanlığında düşman içinden geçerek 'Bre Doğan, bre Doğan' diye seslenen bahadır olarak tanıyan bizler için, trajik bir durum, ama işte bu bizim güç ve kibirin, yiğitlik ve cesaretin de yenilgiye uğrayabileceğini düşünmemize yol açan ve belki de barış duyularımızı alabildiğine körükleyen bir ayladır artık. Tarih kitaplarında Yıldırım'ın at üzerinde görkemli bir resmi vardır, o kitap çocukluğumun büyüleyici bir anısı olarak kırk yıldır yanımda duruyor. Mitoloji işte böyle bir şeydir, bizi tutsak edip besleyen olağanüstü gerçeklikler...

Konuyu uzatmadan, kitap adı olarak seçtiğim Andromak sözcüğüne ilişkin söyleyebileceğim ise şunlardır; bilindiği gibi Andromak, Fransız trajedi yazarı Racine'in yapıtının da adıdır. Mitolojik anlamda ki açını, Troya savaşının talihsizi kahraman Hektor'un karısı olmasıdır ve onun kardeşi, bir delphoist ve Truva atının tuzak olduğunu sezen Kassandra denli bahtsızdır. Büyük bir felaketle sonuçlanan savaşta Andromak, her acıyı tadar, çocuğunu, eşini ve tüm yakınlarını yitirir. Euripides'in trajedisine göre de, Hektor'u öldüren Aşil'in oğlu Neoptelemos'un tutsağı olarak anayurdundan ayrılır ve hiçliğe dönüşen yaşamıyla birlikte, yurtsamanın yarattığı boşluk tüm vücudunu kapladığında, yazık ki ruhu da son iç çekiş köyüne ulaşır. Bundan büyük bir acı var mıdır.

Son olarak çocukluğumdan kalma bir anı olarak, Ezop'un Androkles adlı kısacık masalında geçen dramatik bir olayla bu meseli kapatalım, kıssada bir erkek ve bir köledir Androkles, bir gün zincirlerinden boşanıp, kaçmayı başarır ve ormanda dolaşırkan ayağına diken batttığı için inleyen, yaralı bir aslanla karşılaşır. Dikeni aslanın ayağından çıkarmak cesaretini göstererek yoluna devam eder. Bir zaman sonra yakalanan ve kolezyumda aslanlara yem olmak üzere sırasını bekleyen Androkles, aslanın kafesten salınıp ortaya çıkmasıyla; onunla yüzyüze gelir ve sezarla birlikte binlerce kişinin şaşkın bakışları arasında yaklaşan aslan, ayakları dibine uzanarak, mırıltıyla Androkles'e sürünür. Çünkü o; ormanda Androkles'in, ayağından dikeni çekip çıkardığı aslandır. Bu konuda geçmişimden gelen bilit ve anım budur ve böylelikle mitoloji zamandaki yolculuğunu durduraksız sürdürür, mesel ve kıssalarla bir öğretiye dönüşerek, düşüncelerimizi eğitir ve düşlerimizi de avutur durur...



*



SONSUZ KÜS AİAS'A

Homeros'un günümüze kalan İlyada ve Odysse adlı iki yapıtı var biliyorsunuz. İşte Odysse'de bir bölüm var ki can alıcı bir duyarlık içeriyor. Odysseus, Troya savaşından sonra İthaka kralı olarak yurduna dönerken, azgın dalgalar ve kasırgalarla yolunu yitirir, yirmi yıl boyunca denizlerde İthaka'yı arar durur. Belki Malta açıklarında, belki Kiklat adalarında büyücü Kirke'nin eline düştüğünde, her istediğini kendisine aşık eden bu cadı, Odysseus'a, İthaka'ya kavuşabileceğini ama bir koşulu olduğunu söyler. Umarsız Odysseus ülkesine dönebilmek için her koşulu kabul edeceğini söylediğinde, kendisine Hades, 'Ölüler Ülkesi'nin yolu görünmüştür bile...

Odysseus, destana göre Herakles Sütunları'nı (Cebel-i Tarık Boğazı) geçip Atlas Okyanusu'ndan Afrika (Fas) kıyılarına döner dönmez Hades'e gelmiş ve Ölüler Ülkesi'ne varmıştır artık. Sanki okyanusun altından Erebos'a, bu Karanlıklar Ülkesi'ne geldiğinde, bütün ölüler Odysseus'a koşar ve herkes gerçek ve yaşanılır dünyadaki dostlarını, arkadaşlarını, anne, baba ve çocuklarının durumunu sorar Odysseus'a... Odysseus sırayla gönül alıcı şeyler söyler ve herkese iyilik dolu haberler iletir. Ne var ki, bütün bunlara karşın bir kişi; kendisinden uzak duruyordur. Issız ve puslu karanlığın içinden bütün çağırmalara, yakarmalara karşın gururunu yenemeyip gelmeyen bu kişinin adı Aias'tır. Tüm çabalara karşın gelmeyen ve bu olağanüstü fırsatı değerlendirmeyen Aias'ın kararlılığını gören Odysseus üzülerek Asfodel Çayırları'ndan ayrılır ve bir kez daha yeryüzüne döndüğünde, Kirke'nin verdiği sözün gerçekleşmesini bekler... Ve sonunda İthaka'sına kavuşur.

Aias'a öteki ölüler kızarak, bu davranışının nedenini sorduklarında; o, onlara, kahredici ve yürek dağlayan, o en yakıcı yanıtı verir; 'Benim buraya düşmemin nedeni, Odysseus'un kendisidir, benim ölümüm, onun yüzünden' der!..



*



BİR BAHAR AYİNİ
( H e r m a f r o d i t )

I
Defnelerin taçlandırdığı başım her döndüğünde, ıhlamurların altında uyumuş kalmış olarak buluyorum kendimi ve esen yellerle uyandığımda, bir erkek tavşanı koklarken buluyorum incecik bızırımı...
Bazen aşağılardan mırıltılarla geçen yolculara bakıyorum, taş atıyorum onlara, ürkütüyorum hayvanlarını ve en önde ak bir tay üzerinde duran önderleri diyor ki; ‘Yukarılarda dağ keçisi olmalı, yoksa nereden sıçrar ki bu taş yağmurları.’ Sonra ağaçlara tırmanıyorum, alıçlar, böğürtlenler topluyorum, bademlerin yosunlu ıslak dallarına uyluklarımı yaslayıp, daldan dala geçerek, bodur ağaçlardan erik koparıyorum. Ormanın uğultusuna kapılıyorum. Yalnızım ve orman cinsleriyle kucak kucağa hep böyle yalnız kalacağım. Su birikintilerinde yusufçuklar boru çiçeklerine her konduğunda, mavi kanatlarını tutup çekiştiriyorum onların, çayırların üzerinde çocuk kalbi gibi titreşiyor böcekçik. Öğle üzeri örenleri dolaşarak, tepelerde yaban arılarının yuvalarına çomak sokuyorum, ardıç dalı renginde, sarılı kırmızılı şeritlerle, ürkütücü, incecik sokaçları dışarıda, uçuşuyor arılar. Yaprakların arasında kovalamaca oynayıp kaçışıyoruz ve peteklerden değneğimle sıyırdığım ballarını yalıyorum onların. Bal ağzımın kıyılarına dökülüp yayıldıkça; kelebekler, minicik böcekler gelip konmak istiyor dudağıma. Sonra aşağılardaki boğaza iniyorum, gün burçlardan süzülüp, yarıklardaki ejderhanın kucağına düşmeden sulardan çıkmıyorum, ağaç kabuğundan sandallarla yüzüp dolaşıyorum. Kabarık, gümrah toprakta dolaşan orman cinsleri, mutluluk ve şaşkınlıkla beni izliyorlar, üzerlerine gidersem geri çekiliyor, karşıya geçersem de hemen toplaşıp, yine merakla bekleşiyorlar. En çokta kuşlar ötüşüyor yıkanıp dökünürken, iskeçeler, sarı gagalar, çatal kuyruklar, çulhalar. Kırmızı kanatlı çayır çekirgesinin bile çıtırtısını duyuyorum çağıltılar arasında.

II
Yapraklara yürüyen su, kutlu bahar tanrıçasının gözyaşlarıdır. Aşağılarda köylüler, tarladaki ürünlerini çapalayıp ter akıtırken, yorgunluk çökünce, komşularıyla yarenlik yapmaya başlıyorlar. Akşam dönerken, binitleri yolun sapağında bir görünüp bir yitiyor. Sesleri, orman cinlerinin, su perilerinin seslerine karışıp, tuhaf aksanlara dönüşerek kulağıma dek geliyor. Tatlı, dertsiz uğultularla söyleşiyorlar eyerlerinin tepesinde. Kimi zamanda hava dönüyor; uzakta, ovalarda birden patlayan bir hareketlilik gözlüyorum. Fırtına, bastıran yağmurla, her şeyi katıp katıştırarak, karman çorman ediyor, eşyayı ve insanları hırçınlaştırıp bozup dağıtırken, kızışkın bir belirsizliğe yol açıyor. Dallar hışımla eğilip doğruluyor, otlar saç saça baş başa kalıp, toprak karışıyor ve buğday dolu düzlüklerde şimşekler çakarak, ova bir o yana, bir bu yana savrulurken, sesler ürkücül bir heyulaya dönüşüp, tümsekleri aşarak, uzakta kararan gölgeler ve burgaçların homurtusuyla, ıssız dağlara doğru yükselip gidiyor. Ve birden ortalık umulmadık biçimde durularak, doruklarda çamların dikenli taçlarının, pırnalların, kedi tırnaklarının arasında güneş açıyor, az sonrada, yine hiç bir şey olmamışçasına, dağın karanlıkları arasından sızan ışıklar, kovuklarda kıpırdaşan uyuşuklarla kol kola, sanki işitilmez sessizlik dolu oynaşlar içindeymiş gibi, yavaş yavaş batıyor.

III
Serin mayıs sabahında çiçekler açmış, parmaklarım çiçeklerin kırmızısına bulaşmış, lagünün sisleri arasında, umarsızca çırpınan kuşlarla, düşte gezer gibi süzülen tazılar görüyorum. Dağ köylerinin kurnaz bakışlı tazıları, ağaçların yere yakın dallarında, uçamayan yavrular, kabarıp kösleşen toprakta kara tavuklar, çamların kovuğunda çılgın renkli tavuslar, düşten güzel kuşlar varmış gibi, bir kral edasıyla salınıp gidiyor. Ve mavi benekli tazının ağzındaki yabanıl kumru, kanatlarını çırpa çırpa, sağa sola çarpa çarpa tükenerek, bu yaşam sarhoşu, kıvıl kıvıl canlıların dünyasına veda ediyor.
Şafağın bitişini muştuluyor keskin uluyuşlu yırtıcılar. Ve ürpertici sabah yelinin şımarttığı çayırlarda, yaprak gözlü karacalar suya inmekte ve alaca tüylü uzun kuyrukların tuhaf çığlıkları var sabahın sesinde. Kırlarda Venüs
çiçeklerini koklayarak dolaşıyorum, koruların baygın kokusu burnumda tüterken, ulu bir ağacın dalları altında, birden gürültüyle bir sanduka düşüyor tepeden. Gümüş kapaklı minicik bir kutu, içinde gönüllerin saklandığı, altın
simlerle döşeli, kadife tenli dörtgen piramit. İçini açıyorum, küçük mü küçük haberci Merkür, -Hermes kılığında!- sadağında oku, elinde yayıyla, anileyin sıçrayıp karşıma geçiyor ve karanlık bastığında, her zamanki gibi, Atena’nın sevişme vaktinin geldiğini söylüyor bana.

IV
Ormanın içlerine doğru uçarcasına koşuyorum, pembecil bulutlarla örülü, mavi yıldızlarla süslü kulübeden içeri giriyorum. Atena kuş tüylerinin havalarda uçuştuğu, diri bedenlerin üzerine, iri basenlerin ötesine berisine üşüştüğü, yumuşak, rengarenk yatağında beni bekliyor. Sarılıyorum ona, nilüferli göllerden süzülen çiğ dolu damlalarla, siyah zülüflerinden sümbüller sarkan, yasemin kokulu saçlarına elimi atıyorum. Teninin buğdaysı kokusunda, rüzgarda yapraklar gibi, dilimi gezdirerek, avlaklarına, ağaçlık derelerine, ırmaklarının dar boğazına, çayır tüylü, çiğdemlerle süslü kıstaklarına doğru hoyratça iniyor ve doruklardan aşağı, elimi kolumu sallaya sallaya, Atlantis’de sözü edilen Platon’un dev mağarasına giriyorum.
Kulak oyuklarına, boyun uzantısıyla, omuz boşluklarına, yanak gözeleriyle, çene çukurlarına, orman yemişlerinin tüm tatlarını, tüm kokularını, tüm gizlerini fısıldayarak onu kışkırtıyorum. Ansızın dönerek altına alıyor beni, gözlerim kararıp, kulağım uğuldarken, gizlerle dolu uçurumlarında, el değmeyen yükseltilerinde, altın sunumlu renkler içinde, kayarcasına dolaşıyorum. Görülmemiş, us dışı ışık oyunlarıyla süslü, güneş gözlü, mavil sislerin perdelediği, renkli tüylerle bezenmiş, sincapların yaramazlıkla gezindiği ormanlarına dalıyorum. Güzelim hayvanlarla, alabildiğine kıvrak taylarla, ak tüylü akbabalar, vahşi filler ve benekli kaplanlarla oynayıp coşuyorum. Ve çene gülü gibi bir tünelin ağzından; çift ağızlı bir tünelin ağzından, yıldırımlarla girip çıkarak, koşarak, hızlanarak, düşe kalka, çarpa çurpa, bağıra çağıra, ağlaya sızlaya, yalvara yakara güneşe varıyorum. Körelen bilincimin kösnül aydınlığında, haykırışlarla eriyip, alev alev parçalanarak, bir güneş oluyorum!..

V
Sabah olmak üzereyken, aslan kükremeleri ve vahşi böğürmelerin tan atımında harmanimi topluyorum. Düşlerin kulübesinden çıkarak ormana dalıyorum. Soğuk ve mavimsi bir bahar göğünde, ayın soluk ışığının, öylesine erinç ve dinlence vaat eden ormanın içlerinde gezinişiyle, eğrelti otları ve at kuyruklarına basarak, -sırtımı kuzeye verip- bir sedir ağacına yaslanıyorum. Ormandaki kaynaklardan dökülen suların çağıltısında omuzlarım ürperiyor, hayatın ve ölümün amansız baskılarını benliğimde duyumsayıp, ağaçların arasında -kaplan gözü gibi- parıldayan sabah yıldızına bakakalıyorum.
Karşıma çıkan ilk çağlayanın kollarına bırakıyorum kendimi, funda yapraklarıyla kalçalarımı ovuyor, incecik kaburgalarımı ve göğüs kafesimin minicik incirlerini hafif hafif kırbaçlayarak, diri bedenimin özlemle yüklü kalmasını sağlıyorum. Sonra geyiklerin dilini vurduğu derelerden kabımı dolduruyor, gergedan kuşlarının sevişmesine tanık oluyor ve Attika baharlarının temiz havasını içime çekip, batıya doğru yürüyerek, uzakta Perillos’un heykelleriyle süslü, sığır kuyruğu biçeminde yayılmış, altınsı bir göz gibi yalımlanan, boğalarıyla ünlü Phalaris kentinin (güneşli) görüntüsüyle baş başa kalıyorum.

VI
Sarı taç yapraklı, çiçeklerle dolu bir ırmağın kıyısında, söğüt ağaçlarına asılı kalmış yarasalara bakıyorum. Yarasalardan biri; ‘Kendimize ilişkin, kendi hayaletimizden, katıksız süresi türdeş uzama yansımış, renksiz bir gölgeden başka hiçbir şey algılamaksızın mı yaşarız’ diye garip bir şey söylüyor. Şimdi yaşıyoruz hepimiz gibi. Şimdi geleceğin en beri noktası, bir başlangıç, geçmişinde en öte noktası bir sondur. Ölümsüz ve ‘Asıl dokunulamaz olan şimdidir.’ Geçmiş ölü, gelecek doğmamıştır. Ölünce, -un ufak olup- bitimsiz bir geçmiş ve sonsuz bir gelecek olur, zamanı sileriz diyor. Orman içlerinden çokça uzaklaşmam, bu garip düşü görmeme yol açarken, kaçarcasına ormana dönüyorum. Yeraltından yükselen bir patırtıyla kendime geliyorum, yıldız biçeminde büyük bir kütle çıkıyor önüme ve bir zambak gibi açılarak, içinden tuhaf mı tuhaf yaratıklar çıkıyor: Kerberoslar, pegasuslar, kentauroslar, gorgonlar, feniksler, meduzalar ve daha niceleri beni aralarına alıp el çırparak oynatmaya çalışıyorlar. Kötücül olmadıklarını düşünerek; birlikte oyuna çağırıyorum onları, dolunay çıkıncaya dek dans ediyorum onlarla, sonra bir çemberin çevresindeymişçesine toplanıp oturarak aya bakıyoruz. Sanki bizi izleyen birileri var orada, sanki birbirimizle bakışıyoruz. Ve yaktığımız ateşin sisi ayın önünden dalgalanarak geçiyor. Oradakilerin ateşi, gizemli bir yalaza dönüşüp, gözlerimizin içinden bir hayal gibi akıp gidiyor.

VII
...Sabah çift gövdeli bir palamudun çatalında uyurken buluyorum kendimi, tüm gördüklerimin düş olduğuna karar verdim, ne denli acıktığımı düşünerek, mantar aramaya başladım, içinden garip sesler gelen tatlı su midyelerinden topladım, sonra onları gene ırmağa bırakıp, akşamdan kalan küllerin içinde bulduğum korları üfleyip püfleyerek yeniden tutuşturdum. Ormanın tinine dualar okuduktan sonra, sırım gibi dallardan edindiğim çubuklara mantarları dizerek, taşların arasında közledim ve kendime hedonist ruhların bile kıskançlıkla gözleyeceği bir ziyafet çektim. İlerde, dalların arasında peşinde bir geyikle dolaşan Artemis’in gölgesi ateşe düşünce, hemen gizlenerek, onun gizemli gülüşü ve hayvanları büyüleyişine tanık olmak için, soluğumu tutarak bekledim. Geyik, Artemis hızlanınca hızlanıyor, yavaşlayınca da durup sanki onun adım atmasını bekliyordu. Ormanın tüm hayvanları onu görünce ya soyluca bir duruşa geçiyor, yada alabildiğine güzel bir ötüş yada meleyişle serzenişte bulunuyor, musalar gibi şarkılar söylüyordu. Yakınlardan geçip gittiğinde, onun bu şarkılar alayına benim içimden de katılmak geldiyse de, kendimi güçlükle dizginledim. Taşların arasında iki yeşil yılan bile, uykularını bırakıp otların içinden, onun ardı sıra süzülüp gidiyorlardı...
Sonsuzca yaşam biçimi olsa da, ormanda yaşıyor olmaktan çılgınca bir sevinç duyuyorum. Göğsüm mutlanla dolu, başımı yukarılara kaldırıyor, coşkulu bir koroyla uçup, Artemis’e eşlik eden apak kuş sürülerine doğru dalıp gidiyorum.
...
Defnelerin taçlandırdığı başım her döndüğünde, ıhlamurların altında uyumuş kalmış olarak buluyorum kendimi ve esen yellerle uyandığımda, bir erkek tavşanı koklarken buluyorum incecik bızırımı...



*



HYKANDROS


"göz gözeydik ve kara
ak meni boşaldı çukura
girdi yarığa dülger balığı
ruh aradı Avernus’u"

ve;






Tepedeki kulübemde, Patraslı ecnebileri ağırlayıp uğurladıktan sonra, ormana odun toplamaya çıktığımda, gül parmaklı şafakla; incecikten başlayan yağmurun, giderek, çam diplerinden, tepelerden nasıl bir tan seli oluşturduğunu görüyor, gizlendiğim kovuktan taşkınları izleyerek, musalarla elele nice tansıklar, olağanüstü düşler kuruyor, günlerimi böylece geçirip gidiyordum...

Ama bir gençlik hatasıyla Hekabe ile nişanı bozduktan sonra, İda dağında kaz gütmeye başladım. Söğütlerden usa sığmaz güzellikte flütler yapıyor, meşelerden esen yel Zeus’un soluğunu sonsuz güzellikte epopelere dönüştürüyordu. Nymphalar, çimenlerde tavşanlarla hoplayıp zıplarken, kimi zaman daldan dala atlayarak, kuş gibi ötüşüyorlardı. Dağın ürpertici doruğundan kaynak suları içiyor, ceylanlarla sevişiyor, uçurum başlarından soluğumu tutarak ovayı izlerken, çoğu zaman kayaların altında uyuya kalıyordum...

Bir gün, -hasat ayında- koynumda flütle bir kayanın başında uyurken, Poseidon’un sevdalısını bile kıskandıracak güzellikte bir gölge belirdi başucumda, düş görüyorum sandım, koynumdaki flütümü çıkarıp gün dönene dek çaldı; tek ağızlı testisinden arada bir su içiyor, gökyüzünden inci dizileri gibi bulutlar geçiyordu... Bulutların kuştan kanatları vardı ve dünyalar güzeli bir tanrıçayı, yücelerden yücelere götürüyorlardı. Saçları topuklarına dek uzanan başucumdaki gölge, o sıra ayağa kalktı ve altın arabasıyla bulutlardan geçen altın saçlı tanrıçayı selamladı.

Bense binbir zorluk ve çaba içinde uyanmak istiyor ama uyanamıyordum. Güttüğüm kazlar dünya güzeli erkeklere dönüşüyor, tapılası gölgeyle oynayıp coşuyor, kutlu sevinçlerle dolup taşıyorlardı. Bir kıskançlık ateşiyle yanıp tutuşuyordum. (Kassandra, Oidipus, Elektra’yı düşünüyor) Gölge o güzel erkeklerin dudaklarını ısırdıkça, dudaklardan balık biçiminde pullar dökülüyor, hemen yerde geniş mavi gölcükler oluşarak, bu Antares ve Eros kalabalığı "gölde yüzüşüp oynaşarak" kaçışmaya başlıyorlardı.

Çok sonra yorgunluktan hepsi uyuya kaldılar. Bıçağımı yanıma aldım, Styx gibi kararlılıkla gölgenin yanına doğru süzüldüm, Eros sürüleri, kıllı göğüsleri ve diri erkek organlarının yarısını dışta bırakan harmanileriyle, uykuya dalmış birer Herkül gibiydiler.

Gölgenin yanına vardım, heyecandan titriyordum, zümrüt yeşili, incir yapraklarıyla bezeli bir üstlüğü vardı. Defnelerden örülmüş tacı hafifçe yana kaymış, sanki oda uykuya dalmıştı. Az önceki yorgunluğundan olsa gerek, kumruları bile imrendirecek yumuşaklıktaki göğsünden, billur gibi ter damlaları, gümüş bir saydamlıkla dökülüyor; gül açığı kıvrımlarından, utlarına, uyluklarına doğru akıp gidiyordu. Heyecanım giderek artıyordu.

Avına yaklaşan bir avcı gibi, uçurum sessizliğinde sokulup tam bal sürümlü, hilal görünümlü dudaklarının kıyısına vardığımda, soluğu soluğuma karışıyordu ki: Uyandım! O da uyandı! Dağ zillerini çalıyordu!..
Ve sonsuz bir ürpertiyle herşey birbirine akıp gidiyordu... Bakışlarımdaki bulanıklık yitip usum yerine gelince, onunda bir; Nympha, benimde; Eros sürüsünden mavi gözlü bir oğlan olduğumu görüp, elini tutarak, yalımlanıp duran yanıbaşımızdaki göle atladım ve onunla gözden uzak maviliklere doğru; yitip gittim...


*


VULVACORTAZAR



‘Güneş göllerinde yüzüyor, Tarık ile Diana’m / Buzdan kafeslerde yaşayan Samanyolu leoparı / Ve Neptün’de serçeler kanadını okşuyor Budjak’ın. / Her sabah kollarımızı açtığımızda İsa oluyoruz / Tanrı aramızda oturuyor ve tüylerini yalıyor leoparın. / Zamanın kuzeyden geldiğini söylüyorlar, / Elektronik serapta canlanan anılar / Ve işte neon ışıklarında beliriyor teyzem... /
Arayış ne güzeldir, sayısız varsayım, olasılıklar / Gece vakti altın anahtarın kilidimde şıkırdıyor /
Buz tutmuş ateş ve gözlerden oluşan ejderhalar. / Zaman yelinde geçen yıllar ve sonsuzca beklentiler / Bizi yakalayan bakış / Kuğu tüylerinin atomaltı dengesi anileyin / Hamile bir kadına dönüşen burnumdaki gölgeler. / Denizin sırtında adaya gittiğimiz gün / Cantor kümeleri, doğadışı gerçekler / Kanatlı ceylan soylu karamsarlığın simgesi, / Yer çekimini durdurabilen Lezgi, / Ölü Toronto, bizon kılıç, at İskender, / Rabat’ta çoğalan sütler / Ve deniz ifriti!.. / Güneş çöllerinde gülüyor Tarık ile Diana’m / Reenkarnasyonal tavırlar / Tanrıya yaklaşabiliriz ama asla dokunamayız diyor Zeus / İnsan bir bilgisayar. / Avcının astığı kuş, / Ceres’te yürüyen canlı, Satellit. / Çembersi olan; tanrısız evrenin ürkütücülüğü / Ve gezegende kelebekle kilitli kalan bir kelebek ne yapar. / Menandrolar ve nemfomanlar yaklaşıyor işte aleluya / Gece vakti altın anahtarın içimde şıkırdıyor!.. / Uzakta Sirius doğuyor, güneş batıyor, evrenler usulca çarpışıyor. / Anılar…’

Biz tepedeydik… Pencereden aşağı baktığımda, kentin tüm ışıkları, sözde uslu bir gezegenin endüstriyel yadsınçları gibi yanıp sönüyordu. Benim, senin tenine olan sevdam, varlığıma, varlığımıza ve varoluşlarımıza olan kuşkum-tutkum getirmişti beni oraya, daha anlaşılmaz bir sürü garip duygu içindeydim biliyorum. Orada bulunuşum, yaşamımın ve yaşamın her anından bir parçasının gerekçesini, gereksinmesini ve kendiliğinden oluşumunu taşıyordu.
Yalnız kaldığımızda, hemen yanına sokuldum. Az da olsa bu alışkanlığın deneyimlerini edinmişti ruhumuz. Ve sen, sürgit anlatmaya başladın; O herkes için kendi kraterinde, sonsuzlara dek patlamasını sürdüren, sönen, direnen, teslim olan -olmayan- ve yaşam denen, o vefasız yosmayı!..
Sonra duyumlarımızın, yeryüzündeki tüm nesnelerden öne geçtiği saatlere geldik. Sen hâlâ anlatıyordun ve bunların ayırdın da olmak istemiyordun. Bense bildiğimiz, ama düşüncelerimizin nedense bizi -harı- içine sakladığı, o duyumların, artık kaynağından çıkmasını, akıp akışmasını ve bir akrep gibi gözlerde ölüşüp-doğuşmasını istiyordum. Aynı şeyi isteyen, ama aynı eylemselliği barındıramayan iki düşünce, karşı karşıya ve belki de çatışma içindeydi kim bilir…
Aradan yıllar geçti. Ben, o gün senin, küçük, hangi kral ve kraliçelerin, ölümün güzel bahçelerinde hüküm sürdüğünü bilmediğim, en büyülü, en gizil yaşamların, yaşanılırlığı içindeki; arı bir tomurcuğu andıran tümülüslerini, biçimli piramitlere benzeyen idollerini, mermer toroslarını okşamıştım, hem de saatlerce, hem de sabırla…
Kral ve kraliçelerin uyanacağından kuşku duymaya başlamıştım, gizil yaşamların olamayacağını düşünüyordum ki, senin ırmakların, birden büyük bir gürültüyle çağlamaya başladı. Şaşırdım, korktum ve hızla kendinden geçme evresinin basamaklarına doğru, yitmeye başladığımızı düşündüm.
O sıra saydam sular, alevler içinde toynaklı atlar, sonsuz bir soğuklukta kaynayan titansı topraklar, katı ıssızlığın ortasında yeşile kesmiş; uçsuz bucaksız buzullar, gökadalar, yıldızlar ve tanımı olanaksız kalabalıklar; insanlar, insanlar, insanlar ve sonsuz çeşitlilikte, kaplanlar, filler, sürüngenler, Boschlar, yani senin anlayacağın, bir canlı denizinde yüzmeye başladım.
Şimdi yıllar sonra, bu tür bir sanrıyı, pencereye doğru uzanışımızdaki, kentin ışıkları mı sundu bize, o mu aldattı bizi, yoksa artık senin çıplaklığındaki -erleyik- dünyanın en güzel iki volkanik dağından, aşağıya doğru inerken, koyakların bitti diye düşünüldüğü yerde, birden gizemli bir derinliğin, tarih öncesinin mi, sonrasının mı belli olmayan, ultra doğal ve bir o kadar yabansı mağara ağzının, kırk haramilere açılan, büyücül kapaklar gibi -kızıl ötesi ışıklarla yanıp sönmesi mi- beni bu yaşamlar üstü sanrılara itti bilemiyorum…
O gün doyunçlarımızın, var olmaya ilişkin evrensel devinimleri, -gerçek miydi- onu da bilemiyorum, hatta şu anda, anımsadıklarımla, anımsamadıklarım, o günün içinde, öylesine bir kozmik yumak oluşturmuşlar ki, -hiç bir şeyi- ne tam olarak anımsayabiliyorum, ne de anımsayamadığım tek bir şey var o günden!.. Belirsizlik, anımsadıklarımla birlikte, us denizinden akıp gidiyor, yalnızca o kadar…
İşte orada, zamanlar sonra birbirinin içine çöken iki ayrı dev, tinsel ve maddesel olmanın sınırsız çelişikliğinde, birbirinde erimeye karar veren, iki ayrı göksel varlık gibi, ölümsüzlüğün paradoksal uykusuna ulaştığımızda, biliyorduk ki artık, bu ölü bedenlerin, en umulmaz, en beklenmedik iki noktası arasında, o küçük devlerden, o göksel varlıklardan, yeni ve sonsuz bir evren doğuyordur ki; bu tüm bilgilerimizin, tüm tozanlarımızın, tüm varoluş biçimlerimizin üstündedir.
O en güzel, en sonsuz olandır.
O, ‘Yaşamdır’ doyamadığım…



*



GEZGİN

(‘Nerede’ yazıyor bu eski sağrakta, gizil bir göktaşı, / erkil bir kaya, orada kıstakta, ıssız ağaçlar altında / Siborglar geçiyor dağ köylerinden, kırmızı demon kolonileri, / Lâlelim Dor işlemeleri, Pessoa dizeleri, zülüflü baltacılar. / İnci salip atlaslar, zaman zaman içinde hunhardı büyük ataları. / Han soyundan kuğu kanı içer bir Moğol, gezegen irisi atları / Aşıkâne bir kuark, safkan kirpikler, öyle soyluydu ki onlar; / Atomdan ayaklarla, kutuplar aşmışlardı / Narodnik budunlar, kitap çiftlikleri, nalları ters voyvodalarla / Mars’a ulaşmışlardı!..)

Şamanizmin Çalçepen adında bir peygamberi varsa, bir zamanlar Curcan kentinde de bir gezgin varmış. Gerçek yola çıktığında yalan dünyayı dolaşmış olur demezmiş ama, aslında bir derviş, bir evliya, ermiş kişiymiş. 1’i kendine bölerseniz 7, 8’i ortayından böldüğünüzde sıfır, 6’yı tutmayı başarabilirseniz 9 elde edersiniz gibi belirtkeleri, tümceden; yalnız bir harf ekleyip ya da eksilterek (özneyi veya zamanın boyutunu değiştirip) suçluyu ya da aşığı başkalaştırmak gibi değişkeleri veya ‘Tanrı gücünü nereden alıyor’ yahut da ‘Madde varsa tanrı vardır diyebiliriz ama tanrı varsa madde vardır diyemeyiz, çünkü onun ne yaratacağını bilemeyiz’ gibi zındıklara yaraşır aforizmaları, arayışları, hünerleri varmış. İroniyi de severmiş, bir keresinde en büyük filozoflar kuşlardır, çünkü karınlarını doyurduktan sonra yalnızca düşünürler demiş.

Günün birinde gezgin, geçmiş günlerde olduğu gibi, yine diyarlar dolaşmak, sufîlere yakışır bir abdallıkla kendinden kurtularak, bambaşka ellere, derin ve anlamlarla dolu bir hava solumak içinde, derbederlik ve çıkmazlarla büyülenmiş yollara, onulmaz ufuklara yelken açmak istemiş.

Aşkabat aşkından, Sevillano sevgisine, Allahabad elmasından, Delhi mihracesine, Mekong deltasından, Hanbalık ötesine, Ulanbator bozkırından, Kuşhan illerine, Frenze küffarından, Kahire ülkesine, Urumçi bucağından, Hindiçini’ne dolaşarak, her bir yöreyi, her bir eli, en görklüsünden, iğne deliğine dek, âlâi vâlâ ile bir kez daha tanımak, Hotan’dan Karabalgasun’a, oradan tüm cihana bir kez daha el sallamak istemiş.

Gezginin düşüncesine ortak olan yoldaşları, meserretten arkadaşları, müritleri, tilmizleri kim varsa başında toplanarak, ellerinde avuçlarında ne varsa mecidiyeden akçaya, gümüşten altın kaplamaya dervişe bahşederek, konakladığı hanlardan, geçtiği kervansaraylardan kendilerine uygun bir armağan; yekpare Kaşgar gömleği, olmadı koku, olmadı Cezeri ibriği gibi durduraksız bir hacırevan alması için bir şeyler ısmarlayasıymış.

Ve Odysseus gibi, ne Lestrigonlardan korkup, Kikloplardan kaçmadan ve öfkeli Poseidon’un gazabına uğramadan, Fenike çarşılarına girip, Mısır illerinde dolaşarak, ejderhalar görüp, ölümsüzlük bağışlayan ırmaklarda (Ganj) yüzerek, meyvesi yeşil kuş olan ağaçlardan ve taç yapraklarında ‘Tanrıdan başka yoktur tapacak’ yazan gülhaçlardan geçerek, gerçekte ruhunun derinliklerine açılmak ve dostlarından her birine ayrı ayrı ant verip, eşi benzeri olmayan mallar, kimine sedef, kimine mercan, kimine abanoz, kimine kehribar, kimine de baş döndürücü kokular vaat ederek yollara düşesiymiş.

Ama biri de varmış ki gezginin çevresinden, o denli yoksulmuş ki, gezginimize ancak 1kuruş verebilmiş, kendisine bir anmalık alabilmesi için, dostlar; ders olsun ve unutulmasın ki, fenafillah yalnızca kesir tamamlar 1 kuruş verebilmiş gezginimize bu yoksul, hiçbir şey beklemeden, hiçbir şey ummadan, hırpaniliğine aldırmadan ve belki de bir kıssa, belki de bir hiç uğruna…

Ve gezgin bir Cuma günü, Cem Sultan gibi mavi suları gerilerde bırakıp, yadellere doğru adım atarken, derler ki o gün, gökte de bir Kur'an kuşu uçuvermiş. Gün batısından gün doğusuna doğru tuhaf ötüşlerle, bir boydan bir boya çınlayışlarla süzülüp, ufuklara doğru yitip giderken, bin bir renkli ve hayranlık verici yalımlarla, mavi boşlukta kanat çırpıvermiş.

Gezgin nice yurtluklara girmiş, nice doruklarda ‘Samanyolu gülleri’ görmüş, Cennetabad’a uğramış, Kazvin’e geçmiş, yalnızca gölgesi görünen bir varlıkla dertleşmiş, inci korsanlığı yapan bir harami çetesinin masum prensesiyle söyleşmiş, yaşamını Tiber ırmağında yıkanmaya adayan Alba Longa kralıyla karşılaşmış, kekre, paldımsız, tatava insanlarla ağlaşmış…

Frenze küffarında Alighieri derler birinin evinde ‘Herod’un kılıçlarını karşılamak için doğmak en kötüsü / Afrika’da ki en uzun ağaçlara çarpıyor gök gürültüsü’ gibi rüzgârın uz dilini ve şiirin yönünü şaşırtacak şeyler dinlemiş. Göğsü güzel hanım ey diyen kızlar, Prypyat’a uğrayanlar, Petropolis’te oturanlar, Lishan dağına çıkanlar, Weishui ırmağına dalanlar (bir daha yeryüzüne çıkamaz kendilerini ayda bulurlarmış), Mekke mumu gibi kuş ağırlığında kadınlar, kofracılar, çuhacılar, Dacia’ya yolu düşenler, iki afalina yunus ve mutur görenler, adalet aşkına yüzbaşı Habip olup Kırım’a gidenler, tanrılara sunulan erkek keçiyle şarap içenler, ağaçları yapraklarının sesinden ayırt edebilenler, Hint ineği sidiğinin görkemli bir sarıya dönüşebileceğini bilenler, bir kayın ağacının yanmış kabuğunda sanki büyü yapılmışçasına; Van Dyck tablosunda ki gölgeleri görenler, harf heykellerinin içinden son kaplanı seçenler, beneklerinde evrenin gizemini arayanlar, Guadalquivir'e girenler, Puvatya çiçeği koklayıp zamandan önce gök nasıldı, sonsuzluk gülünün altın mırıltıları nasıldı diyenler, karların, güneşin ve rüzgârın oyunlarıyla Mars’a çevirdiği tepelerden geçenler, Arap hanedanlığı hadarîliğin ve debdebenin türlü türlü yollarını tutarak, çölden gelip kasaba ve şehirlere yerleşmiştir diye düşünenler, gezginin dünyasından bir bir geçip gitmişler.

Her şey olmuş, her şey bitmiş, her şey yolunda gitmiş, alacağı vereceği bütün işlerini halletmiş ve gezgin ‘Kavi ve aziz olan Allah’tır’ diye şükredecekmiş ki, sizlere başından geçen iki vakayı anlatmadan edememiş, işte o vaka ki ruh mürekkebiyle yazılmıştır diyor gezgin.

II
O sıra Semerkant’ı, belki de Buhara’yı geçip, Artemis’le kargışlanan üzünçler satrabı gibi, Isfahan’a (ki dünyanın yarısıdır) doğru gidiyordum. Isfahan sultanı kucağında o güne dek görmediğim kısamsı bir kulağı ve bacakları olan, gözleri güneş gibi yakıcı, ay gibi aydınlatıcı, yırtıcı bir hayvan seviyordu. Hayvan biblo gibi, kimi zaman minyatür bir aslan, kimi zaman cücemsi bir kaplan, pars ya da leopar yavrusunu andırır bir şeydi. Tüyleri uzunca, bakışları nazlı, beli kıvrımlı, adımları sülün gibi çalımlıydı, mırıltılar çıkarıyor, arada bir sahibinin kollarına kıvrılıp uzanarak, tüylerini yalıyordu.

Pek hayran oldum, sultandan bahşederlerse bu hayvancıktan sahip olmak istediğimi söyledim. Sultan bu canlının Isfahan dışına çıkarılmasının yasak olduğunu, böyle bir girişimde bulunacak olanların idamla cezalandırılacağını söyledi, ama bir de baş edemediği bir dertten söz etti. Hazinesinin her hazinedar, her maliye nazırı, her defterdar tarafından yağmalanmaktan kurtulamadığını ve böyle giderse tamtakır olup boşalacağı bir yana, sultanlığının da çöküp yok olmaktan kurtulamayacağını, çok güç durumda olduğunu söyledi. Bir yol gösterecek olur, hazineye güvenilir bir vekil atanacak olursa, Isfahan’ın biricik hayvanından kulunuza bağışlanacak bir çift olup olamayacağını sordum. Hünkâr gözlerini kırptı. Dedim ki, şehre tellâl sal, çığırtkan; hazineye vekil arandığını duyurmalı…

Kısa keseyim, binlerce insan başvurdu, sıygaya çekip içlerinden onunu ayırdık ve hazinenin içinden geçtikten sonra, hakanın önünde raks edip, en güzel bir donunda oynayanın vekil olacağını söyledik. Sırayla dokuz kişi hazinenin önünden geçerek huzura geldiklerinde o denli berbat, öyle cansız, yürürsüz oynadılar ki, sanki hiç kıpırdamadılar. Pek karamsarlığa kapıldım, umudumu kesiyordum ki, onuncu kimesne beni ziyadesiyle şaşırttı, öyle güzel, öyle çılgınca figürler çalıp sergiledi ki, boşlukta kavisler çiziyor, bir cambaz, bir gözbağcı gibi acayip devinim, parendeler, jest ve mimikler, ritme uygun kalça ve kıvrımlarla hepimizi hayran bırakıyordu. Mest olmuştum. Vekil bu dedim!..

Çünkü diğerleri nefislerine yenilmişler, hazineden doldurdukları altın, gümüş ve çeşitli mücevheratla değil hoplayıp zıplamak adım bile atamaz olmuşlardı. Gitanjali'yi hatmetmiş, Şehnâme’yi sanki içmiş en dürüst maliye nazırı, işte ayağımıza geldi gibi bir duyguyla sevinçlere gark olmuştuk doğrusu!.. Bunun üzerine sultan çok takdirde bulundu ve kentin dışına çıkarılması yasak olan hayvandan iki yavruyu sembolik bir ücretle ‘1 kuruşa’ verebileceğini, kuruşunda hazineye irâd kaydedileceğini buyurdu (yoksulun 1 kuruşu böylece işe yaradı ve hararetle uzatarak iki yavruyu sahiplendim, Isfahan Hanı da, divanı da pek memnundu.)

Büyük bir saadetle, yanımda iki yavru, dönüş yolunda bahtım İnguş imparatorluğunun kalbinden geçecekmiş ki, payitahtta veba salgını olduğunu söylediler, merak ve şifa dürtüsüyle apansız yönümü, efsanevi surlarıyla meşhur, ulaşılmaz kente çevirdim, kral beni huzuruna kabul etti, ziyafetler tertipledi, vebadan halkın kırıldığından dem vurarak, soylarına kıran girmesinin yakın olduğunu, bu gidişle imparatorluğunun da helâk olacağını sözlerine ekledi.

Çok acındım, insanlar inanılmaz sefillikte yaşıyor, sessiz bir çılgınlıkla sarnıçlardan su içiyor, uğursuz felâketin pençesinde bir bir kırılıyordu. Haşmetmeaplarına dönerek, bir umar, bir yöntem bulursam ne bahşedebileceğini sordum. Yetkileri sonsuz kralın boynu bükülmez mi (bir kez daha elem denizlerinde boğuldum). Sepetimden iki kedi yavrusunu çıkarıp; bu tür, sokaklarda cirit atan fareleri yok ediyor, bu ateş feşan gözler ortalığa bırakıldığı takdirde; telef olmaktan kurtulacaklarını, salgının yok olacağını, imparatorluğun ilânihaye bir belayı savuşturacağını, gözümde yaşlarla dile getirdim. Kral çok şaşırdı, kafesten bırakırcasına kedileri ortalığa saldığında, farelerin nasıl kaçıştığını, bir bir nasıl da çığlık attıklarını gördüler. Ve 1 kuruşa aldığım hayvanı, 1000 altına alıkoyarak, koca bir sandukayı boşaltıp, bir torbaya doldurmak suretiyle, emanetime verdiler.

Geri döndüğümde, herkes koşuşup armağanını, anda; ısmarladıkları her bir şeyi almıştı bile… Mutluydular. Bir kişi dışında. 1 kuruşu veren o meczup, yoksul dışında. Zira 1 kuruşa ne alınır ki diye düşünüyor, kendisini mahcup, beni de zorda bırakmamak için, doğrucası gelmiyor, uğrayamıyordu. Onu çağırttım ve herkesin gözleri önünde; senin verdiğin 1 kuruş, İnguş imparatorunun 1000 altınına mazhar oldu, hayırlı olsun diyerek, bir torba altını yersiz yurtsuza teslim ettim.

Söylemeliyim ki yoksulun şaşkınlığı anlaşılacak türden değildi.
Kavi ve aziz olan Allah’tır.
Bitti.




*




KALAMAR

Andrei Tarkovsky'nin günlüklerini okuyordum ki, odaya girdi, “Sokrates'in, Sokrates'in Savunmasını okudun mu?” diye sordu; evet dedim yavaşça, okumamışsın; çünkü o Platon'un dedi. Ne demek istediğini anlamıştım, onu gerçekten, uzak geçmişte okumuş, gelen konuklara o kitabı okuduğumla tanıtılır olmuş, şaşırtı ve sevince kapılmıştım. Geçen gün, anıların uğruna o kitabı gene aldım, kapağında Platon yazıyordu, bellek kayması sona erdi ama, gerçekten sorsalar, Sokrates'in derdim o kitap için. Neyse, yaşamımız bu tür yanılsamalarla doludur, Fikret Mualla ve Elif Naci'yi kadın sanmak, Muazzez Tahsin Berkant'ın ne olduğunu bilmemek, Kerime Nadir üzerinde karar verememek, büyük yazar Don Kişot'tan söz etmek, George Sand erkektir, Rilke kadındır demek, Baudelaire'i aynen hecelemek geçmişin yanılsamaları arasında esip giden poyraz yelleriydi inanın, onun için öğrendikçe, bilmediklerimiz çoğalır der dururum.

Tarkovsky'yi severim, seksenli yıllarda, Beyoğlu Sinema Kafe'de, bazen bir eşlikçiden bile yoksun, daracık mekânda ve alkolün zorbalığında filmlerini izlediğim olmuştur!.. Sinema sanal bir şey, Lumière Kardeşler'in bir gösterisinde perdeye doğru yaklaşan lokomotifi gören izleyicilerin salondan kaçıştığını biliyorsunuz. Bundan mıdır bilemem, Tarkovsky hep ruhsal, spritüel sinemanın öncüsü olmuştur, onun aktörleri, aktrisleri, öylesine sıradandır ki, olayları (anlatılanı) izlemekten, sunucuların (rol sahipleri!) yüzüne bir kez bile bakamadan film biter. Stalker'de öyle usdışı görünümler vardır ki, akar suyun, değirmenin, sahipsiz köpeğin başka bir gezegenden geldiğini sanırsınız. Solaris'in müziği öyledir ki sizi filmin bir parçası haline getirir, bir izleyici değil, olayın kıyısında durup olup biteni gözleyen bir ölümlü gibi kâh uyuklayıp kâh uyanarak ve filmin bir parçası olarak, olağan ötesi yaşananların bitmesini beklersiniz...

Kuzenim yine odaya girdi, Tarkovsky'yi sevmiyorum, sinema bir yanıyla eğlenceli olmak zorundadır, kitap yazarak söylenecek şeyleri film yapmanın bir anlamı yok dedi (meğer Stalker'in senaryosu da 'bir ikili' Arkadi ve Boris Strugastky'nin The Roadside Picnic adlı kitabındanmış, keşke çevirisi yapılsaymış, ama adı, Issız Yolda Piknik konulabilirse, daha uygun olurmuş!). Tartışmaya girmem (unutmadan söyleyeyim, sinemanın başat bir sanat olduğunu savlayanlar, zaten sinemanın yazın’ı kapsadığını ama yazın'ın sinemayı kapsamadığını ileri sürebildikleri için bunu dile getiriyor), tartışma herkesin kendi görüşlerini açınlayabilmesidir, bu konuda görüşlerimi uzun yıllar onunla paylaştığım için sustum. Söz dönüp dolaşırken, beslenme konusu açıldı; vejetaryenlikten, onun sınırlarından, çocukların bazı besinleri almak zorunda kaldığından, son okuduğum şeyler arasında, bitkilerin de düşünüp-konuşuyor olabileceğinden filân söz ettim... Hepimizin kan içici birer Drakula olduğuna hükmetmemize az kalmıştı ki, akşam yemeğinin hazır olduğunu söylediler, belleği şaşı, iki gözü, elleri ve ayakları olan, garip birer yaratık gibi, sofraya dizildik...

Sonraları, besin zinciri konusu, çocukların bazı gıdaları almak zorunda olduğu yaklaşımı ilgimi çekti. Balık diye hep hamsi, istavrit yediğimizi (bir İstavrit kitabevi vardı, İstavrozla karıştırdığım, aniden kapandı gitti!), fasulye ve benzeri şeyler, pirinç lapası, çorba, Amerikan patatesi, Urfa minaresi yemekten başka bir şey bilmediğimizi düşünür oldum ve giderek, o güne dek hiç almadığım şeyleri almak gibi bir merakım oluştu, yengeç, karides getiriyor, bilinmez dikenli otlar kaynatıyor, brokoli, avokado gibi zamanla alıştığımız şeyleri, göz korkutan bir kavga gürültü arasında çocuklara da yedirmeye çalışıyordum. Alışkanlığımın sonu gelmeyeceğini anladım, yaşam gibi yiyeceklerin de sonsuz olduğunu, bu merakım sonucu öğrenmiş oldum. Artvin'den Anzer balı getirtiyor, aktarlardan; lumbagodan, artık görülmeyen, soyu tükenmiş olsa da lekeli hummaya (yüz yıl önce, Kabil'in suçunu tadabilmek için, seçtiği kurbanlar arasında yazık ki büyük babam da vardı, bu yüzden tifüse kinim vardır…) kadar, iyi gelecek acayip yiyecekler, içecekler alıp duruyordum. Zamanla alışkanlığımı terk ettim, gene bildiğimiz istasyonlardan, alışılmış şeyleri alarak, öz ruhuma dönüyordum artık. Şu ulu çarkta, eski dişlilere dönmemin nedenleri arasında, evden aldığım ağır eleştiriler, siyasi (bu emperyallerin malı) ve dini (bu inancımızca mekruh sayılır gibi) bazı uyarıların önemli bir payı olduğunu söylemem gerekir.

Bir gün evdekiler hep birlikte şehzade Fatih'in ülkesi Trabzon'a gittiler!.. Yalnız kaldım, birkaç gün sonra, yiyemediğim, gözümün kaldığı bazı şeylerle günümü geçireyim, kurduğum sofrayla, yarı sosyetemsi, az biraz aristokrat bir ruha bürünerek, şu yaşamdan, evden, semtten, sokaktan, söylemesi güç belki usul ve fürudan, hatta hep eleştiren, ağzımla kuş tutsam beğenmeyen dostlardan, hasılı varıyla yoğuyla, Galile Yuvarlağı'ndan öcümü alayım dedim. Yıllar önce (nefritin, olağan bir bedeni ziyaretinden ötürü), akşamları pek çok şeyle birlikte, içkiyi yasaklamışlardı, gündüz içilmeyeceğini düşünerek. Bu orijini çözen Conrad Aiken gibi kurnazlıkla, akşamı değil geceyi bekleyecektim artık, akşam yasaksa gece de yasak değildi ya!.. Her şeyi aldım, hayran olunacak tadı damağımızda kalacak, ruha yakın, mideye uzak ne varsa aldım!.. Son olarak etimsi, balığımsı bir şeyle taçlandırmaya kalmıştı iş sofrayı (cariye peksimeti, sülün ciğeri, sultan pastırması ve şahpadi buğulaması yoksa da), Kabalcı'nın yakınında ki balıkçıya uğrayıp, o güne dek nedense almaya sıra getiremediğim nesneyi, buruşuk ıslak bir kâğıtta kargacık burgacık; kalamar ve altında ederinin yazıldığı, minicik, kuyruklu yıldız görünümlü şeyleri almaya karar verdim, aldım ve eve geldim. Yaz günü olduğu için zaten epeyce geç kalmış, sofrayı da ehlikeyfçe hazırlarım derken saat karanlığın kuytusuna varmıştı... Eskinin Apulia Yolu, şimdinin Sardunya Sokağı'ndan, eve adımı mı atar atmaz, bir rüzgâr esti ve salonda okuduğum kitabın yaprakları uçuştu, kaldığım yeri kaybettim, ancak yalnızlığın üretebileceği türden bir espriyle, bahtıma çıkan şu sayfayı bir okuyayım dedim, Milorad Pavic'imsi, Arjantinli'nin tütsüsü gezen, ruhuma hitap eden bir sayfa çıkmasın mı...

Omnipotans paradoksu gibi, o an arktik bir ölüm öpücüğü gezindi benliğimde, surların üzerinden yaklaşan Akhalar'a bakıyordum, Akhilleus birliklerinin başında güney kapısına doğru ilerliyor; güneş batmış, ay doğuda dağların karanlığından, kimselerin duyumsayamayacağı bir sessizlikte yükseliyordu... Yanıma Büyük Romulus geldi; Shantel bu gece Venue Maslak'ta ki Smirnoff Experience Russian Disco için çalacak duydun mu dedi. Biliyor musun dedim, insanlık henüz iki yüz bin yıldır yeryüzünde, bu ne demek, insan ömrü yetmiş yıl desek, art arda (teke tek!) üç bin kişi gelip geçmiş dünyadan, Colesium'a bile yakışmaz kara bahtlılar kalabalığı, doğrusallık belli, kanımca bu sanılır; ha var, ha yok dedikleri!.. Erguvana, İsa Ağacı derim ben. Belki de evren bir hayvan ya da tek bir mineralden. Napolyon Louisiana'yı satmasaymış, Amerika'nın dili Fransızca olacakmış diyorlar. Cansız maddeden, canlı maddeye, canlı maddeden düşünceye geçmişiz biz, ama Tutmosis zamanından beri düşünceyi kullanmayı da bellemişiz. Voltaire gibi, hoşgörülü olup, servetini, köle ticaretine yatırmış teyzeniz! Din bilginleri tanrının dikkatini, şu sözcükleri yazan sağ elden bir an bile çekmesi halinde, elin o an, sanki alevsiz bir ateşle tutuşmuşçasına hiçliğe gömüleceğini ileri sürerler. Yazlıkta oxymoron oynadık derler, sözcüklerin önüne, onun karşıtı olan bir sözcük konularak yeni bir sözcük üretme oyunu... saydam sis, yanmaz ateş, inançsız kul, kara güneş gibi; şimdi veronal içti uyudu, zira göz savunmasız ve açıkta duran tek iç organımızmış. Bir gerçeklik sonunda bir soyutlamaya dönüşebileceği gibi, bir soyutlama sonunda bir gerçekliğe dönüşebilir ha! Metafizik bilginin olanaksızlığına örnektir şu; taş bizim için yüzyıllardır taştır, taşa göre, düşüncemiz değişebilir, ama bir soyutlama olan tanrı düşüncesi, bize göre; sosyal durumumuza göre değişebilir ancak, taş varlığıyla düşüncemizi yönlendirebilir, tanrı düşüncesinin gelişimi ise yalnızca yaşayanlarla, bizlerle değişebilir. Bilir misin, Ayasofya'nın gerçek adı Fethiye Camisi'dir. Nietzsche ölmeden; Tanrı öldü demiş, Nietzsche ölünce Tanrı; Nietzsche öldü, demiş!.. Noktalama işaretlerini değiştirerek La Manchalı'yı felsefi bir yapıt haline getirebilirmişiz. Mezarlıklar insanlar gibi yaşlanır ve ölür, zulmette bir Mughal İmparatorluğu büyür. Arap atasözüdür; insan, zamandan korkar, zaman da piramitten. Boşluğuna bakıyor boşluktaki! Abdülaziz zamanında halk trene Padişah Gemisi dermiş. Ve onlara, umarsızca başkaldıran tüm canlılara diyorum ki; kardeşlerim, belki bir sabah güneş gene doğacak ve belki de anlayacaksınız artık, bedenler ayrı olsa da ruhların bir olduğunu... İşte insanın kozmolojik serüvenindeki tek umudu ve baş tacı, tanrının yeryüzündeki gölgelerine, put sever tehlikelerine başkaldıran tek umuru; Kitap!.. O kurtuluşunuz, o kılavuzunuz olsun! İşte soykırımdan, kıya ve zulümden kurtulamayan insanoğlunun, kozmirajik, evrensel serüvenindeki başyapıtı ve tanrının yeryüzündeki biricik sureti; günahlarımıza otacı, gazaba bulanmış, cennetlerden kovulmuş ademoğlunun özbeni ve yalnız ve yalnız onları anımsatan, onulmaz, yıkılmaz putu; Kitap!.. Onu yakın, onu yok edin dedi!.. bitti.

Yalnızlık ürkütücüdür. Derebeylik çağlarımda (beş ve altının, karesi civarı diyelim) yalnızlığı çok severdim, ama yıllar ilerledikçe onun katlanılması güç ve insanı sonsuza yakınlaştıran bir şey olduğunu anladım. Yalnız insanın zamanı ve uzamı tozludur, köhnemiş bir görüntü verir, başka bir dünyadan konuşur gibi bakar insanın gözlerine, kapıyı bin bir güçlükle ve boş yere uğraştırılıyormuşçasına açar ama gerçekte yitip gitmiş duyguların, özlemlerin kuyusundan, gizençli, görünmez bir çığlıkla haykıran, doyasıya sarılmak isteyen de odur. Ne ki bunu hiç belli etmeyecek kadar karanlık bir ruhun ve onmaz bir gururun pençesinde, kendi özbenine; ihanetsi kayıtsızlığını sürdürür. Yalnızlık gittiğin yoldan gelir diyen ozan gibi, bu paradoks gibi gözükse de, insan artık nevrotik bir tutsaklığın sarmalında; Derdimin zehri dermanımdır dercesine, sizi istemez ve tek çözümün bir insan sesinin varlığı olduğunu bile bile, kaygısız ve öylece; o sonsuz ve anlamsız yalnızlığına çeker gider...

İşte yalnızlık ve yorgunluktan olsa gerek kitaba dalmışken, uyumuş kalmışım. Nedendir bilinmez yarıgece; güzelim sofrayı kuramadığım, yapmak isteyip de yapamadığım şeylerin şaşkısı içinde uyandım, sağa sola yalpalarken, derin bir sessizliğin içinde, bir yerlerden çıtırtılar geldiği duygusuna kapıldım... Kapıyı tam olarak kapatmayı unuttuğumu anladım, aralayarak, koridora baktım, hiçbir şey yoktu, birileri olamazdı, daha önceleri karanlıkta devasa carabuslar, hamam böcekleri, bir keresinde de kulakkaçan ve akreple karşılaştığımdan ürkmüyor da değildim. Ayrıca eve, yılan bile girebilir kanımca, ağaçlardan tırmanarak, pencereye yakın dallardan, açık camlardan girebilir, geçen gün, ışığı yakınca büyücül bir kertenkeleyle karşılaştım, epey bakıştık ve hamle yapınca kütüphanenin arkasına kaçıverdi, şimdi belki de yarıgülüt, orada Darwin'i okuyordur artık!.. Yalnızlık ürkütücü; önceleri hiç yaşamadığınız olaylar sizi bulur, cinlerle perilerle konuşur, geçmişte ki ölülerle bile yüz yüze gelirsiniz...

Çıtırtı öyle sessiz ve derinden geliyordu ki, sanki kuzeyden doğru buzdağları akıyor ve karalara doğru yüzgeçli, tırnaklı ayaklarıyla garip hayvanlar yaklaşıyor, ürküsül, kimselerin duyamayacağı bir gizillikte, ıslığımsı-uyuşuk, derin bir düşselliğin içinde; kaos çağlarından gelircesine çoğalıyorlardı. Uzun süre çıtırtının geldiği yerleri aradım, yalnızlıktan mı, sessizlikten mi bilemem yön duygumu yitirdim, odalara giriyor, yavaşça banyoya süzülüyor, açık pencerelerden boşluğa bakıyor, sanki tanımsız garip canlılar derimde dolaşıyormuş gibi bir duyguya kapılıyordum ve nereye kulağımı yaslasam, ses sanki oradan geliyordu!.. Sonra saltık korkuyu yadsıyan, yalnızlara özgü bir duyguyla, her şeyi anlamsızlaştıran, mekanize-robotumsu bir kurguyla; evi bir kez daha kolaçan ettim. Salondan antreye geçtim, loş ışıkta ayna çıktı karşıma; birden iç organlarım belirdi sanki!.. Korkum büyümüştü sanırım... Sonunda solmuş, çökmüş bir halde mutfağa geldim ve hiç olmazsa bir şeyler atıştırayım, belki, anlağımı toplar, uyku sersemliğim de geçer diyerek buzdolabının kapağını açtım ki; dondum kaldım!.. (Olanları gözlerim bir anda gördü, ama yazarken sıralamak zorundayım, işte dil böylesine sınırlı, yazında alabildiğine zorlu bir şey sanırım.) Karanlıkta kalamarlar, sağa sola yayılmış, ağzı bağlı poşet açılmış, kese kâğıdı bölük pörçük olmuş, mor-yeşilimsi bir ışın yayarak ilerliyorlardı. İçine düştüğüm dehşetten dolayı, uzun süre duraladım, sanki ölüme direnir gibi, bulundukları yerden kafilelerle çıkıp, fosforumsu-galaktik bir ışın saçıyor ve halifelere yaraşır zümrütler gibi de parıldayıp yurtlarının ve geçmiş yaşamlarının özlemi içinde kararlı; bir hilâl düzeninde dağılıyorlardı. Saydamsı, yapışkan duyarlıkla, sıvıcıl şeyler salgılayarak, yön arar gibi çalışmaları ve onlarla göz göze gelmem, kanımı dondurmadı desem yalan olur... Kendime çekeceğim ziyafet, yemek istediğim canlıların, bir başkaldırısına uğramamla; bir isyanla, dehşet dolu anların parodisine dönüştü. Sonsuz bir ürkü ve üzüntüyle, üzerime doğru gelmelerine fırsat vermeden kapıyı kapattım…

Hızla üstümü değişerek, sanki onların benimle boğuşmalarına hiç gerek olmadığı, sizi anlıyorum, lütfen gibi sızlanmalar ve söylenmeler arasında, hep birlikte sokağa fırladık. O insanı dehşete düşüren ışın yaymayı ve aranmayı sürdürüyorlardı. Hızlandım; gece yarısı kent tam bir sessizlik içindeydi ve kuşkunun renklerinde yalnızca iki şey vardı; onları sahile ulaştırmaya çalışan biriyle, tanrının, gerçekte tüm hünerini sergileyerek, büyük bir beğençle yarattığı, yeryüzünün kuyruklu yıldızı, gelincik çiçeği gibi alımlı; ince ruhlu, o güzelim hayvanlar...

Loşlukta çöp bidonları köşegenli canavarlar gibiydi ve amorfik melodide, her yer, her şey gözlerimde, devinen, düşünen, konuşan ve üzerime doğru koşan bir canlı silsilesini andırıyor, nereden estiği belli olmayan bir rüzgâr, önce sarılıp bir şeyler fısıldıyor ve soğurup, tenimden kayıp giderek, bir daha geri gelmeyecek, solgun hayaletleri anımsatıyordu... Sokak lambalarının altında, o garip yaratıklardan biri; onlarla dost olmak isteyen, korkak, ama iyi yürekli bir zavallı gibi ilerledim. Bir köpek peşime düştü! Hızla kaçayım derken, poşetin açıldığı duygusuna kapıldım. Köpek boğuk sesler çıkararak ve biçimsiz, garip bir yaratığın hırsla soluyarak; karşı karşıya gelmelerine benzer bir şaşkınlık içinde geride kaldı!.. Ara sokaktan mavi lambalarıyla bir araba geçti. Sahile geldim...

Denizin sesi, yeryüzünün ilk günlerini andırıyordu. Görünmez bir çalkantının, sürekli çoğalan bir canlılığın gizeminde, düşünen bir bellek, sıvıcıl, yarı bulamaç, devinen bir beyin yumağı gibi kıvranıyor, ay ışığında kükreyerek, şimdiye dek görmediğim, ucu bucağı bellisiz, her şeyden güçlü, kürküyle yatan bir hayvan, yahşi bir umman, bir kuyrukyutan gibi salınıyordu. Kalamarın anayurduna gelmiştim. Usulca, tanrısını ürkütmekten korkan, minicik bir yaratık gibi sarılıp okşarcasına yaklaştım ve onları büyük bir dikkat, ağlanmalar, sızlanmalarla dolu bir serzenişle, dalgaların ortasına, ta içlere doğru silkeleyerek, hemen uzaklaştım.

O günden sonra denize korkunç bir saygı duyar oldum, içindeki canlılara, ışıktan yalımlara, beşikten dalgalara -neredeyse- bakamaz oldum, birileri bir şeylere zorlayınca, özel hiç bir neden yokmuş gibi, sağlık, sıhhat, yasak gibi gerekçelerle; kurtulup kaçar oldum...

Pantersever bir yazın eri, tümceleri bağlıyor ki; kaplan dendikte, onu peydahlayan kaplanlar, ona yem olan geyiklerle, kumrular, o geyiğin beslendiği çimen, çimene analık eden toprak, toprağı doğuran gök de denmiştir. Şimdi insan dendik de, bunları düşünüyorum. Ve kalamar deyince; onun dünyadaki varlığını, okyanuslarda onları doğuranları, onları besleyen, çoğaltan mercanları, resifleri, onlara analık eden, kucak açan derinlikleri, derinliklerden yükselen mavilikleri, sonsuzca uzanan gökleri ve onları yaratanın adını da dile getirmişizdir diyorum...

Ve bir gün yok olup gideceğimi biliyorum. Zamanın, bir zamanlar sözcülüğümüzü etmiş sözcüklerle, yüzyıllarca bize eşlik etmiş olanın yazgısını simgeleyen sözcükleri karıştırmaması garip değil aslında... İnsan olmuşluğumuz vardır; bir zaman sonra, 'Hiçkimse' olacağız. Onun gibi, bize ayrılan kalp atışları bittiğinde, herkes olacağız, öleceğiz. Ama sözcükler, sürgün edilmiş, sakatlanmış sözcükler; saatlere, yüzyıllara ve bizlere, yol göstermeyi sürdürecek...



*



ATAVİZM

Binbirgece masallarından çıkma, Belucistan'da, Mekran'da saklı dervişler gibi; içine kıvrılıyordu artık. Son gelişmelere ilişkin ne düşünüyorsun dediğimde, gaipten seslenirmişim gibi baktığını görürdüm. Şimdi sorumu duyduğundan bile endişeliyim. Uzun yıllar bir yaşam uğraşısı içinde sağa sola koşturmuş, pek bir şey başaramamanın, boşuna çabalamış olmanın ezikliğiyle (bunu büyük bir kızgınlıkla söylerdi), yaşamında sözü edilebilecek tek birikimle aldığı küçük çiftlik evine çekileliden beri, sanki yeryüzüyle ilişkisini kesmişti. Ne söylesek ne etsek, çevresiyle, olaylarla, olup biten hiç bir şeyle ilgilenmez olmuştu, arada bir bize uğrar, bir kaç gün kalır, evde sanki hiç kimse yokmuş da yalnız yaşıyormuş gibi tavırlarla günlerini geçirir, kime neden bilinmez lânetler okur, bazen de methüsenalar ederek, bir şerpa, bir keşiş gibi salt doğrumuna, bir tek yöne inanmış, bu yüzdendir özbenine, o minicik tanrısına kanmış bir kul gibi, çeker giderdi... İşte kesinleyici bir neden olmaksızın asla kalkmayacağı, bıkıp usanmadan oturacağı o koltuktaydı gene; televizyona, kitaplara, bu evdeki vazgeçilmez eşyalara her kezinde cansız bir nesneye bakar gibi bakıyordu. Gazeteleri sıkıntı verici tomarlarmış gibi eliyle itip uzaklaştırdı. Kendisi söze girdi, elmalar dedi, geçen yıldan daha iri, daha kırmızı ve parlak, bu kez zarar etmeyeceğim... Zaten geçim derdin yok sayılır, kendini bu kadar harap etmesen, elma, kiraz filân derken zaman değil sen geçiyorsun diyecek oldum, sözümü kesti. Çok gururluyum, şu yaştan sonra sömürülmeye izin vermediğim için; doğadan üretiyor, insanlara sunuyorum, kendi piyasamı kendi çevrenimi, evrenimi oluşturuyorum, katkısız, doğal besinler; yaşamım boyunca bunların özlemini duydum, topraktan geldik toprağa gideceğiz ama ben ölmeden toprakla bütünleştim işte dedi sevinçle...

Zeytin ağaçlarının da serpildiğini, birkaç yıla kalmaz onlardan da ürün alabileceğini ağzı kulaklarına vararak söylüyordu. Arılardan, sineklerin ve aurelius aurelius cinsi haşarelerin ürüne zarar verdiğinden, kendi özel çabalarıyla bunların önüne geçmeye çalıştığından filân söz etti. Ama elleri son zamanlarda tuhaf biçimde kararmış, tırnakları uzamış çengelli, kuru kemiklerin süslediği bir kartal ayağı gibi sertleşip, pençemsi bir hal almıştı. Giyimine de dikkat etmiyordu, aynı giysiyi günlerce çıkarmıyor, iç çamaşırları sağından solundan sarkıyor, çorapları da neredeyse farklı renklerde ya da biri diğerinden daha solgunmuş gibi acayip görüntüler veriyordu. Diksiyonu bozulmuş, sözcükleri hızla yuvarlıyor, biri bitmeden diğerine ulanan heceler sanki bir kovandan çıkan tek bir homurtu gibi algılanıyordu. Ama o hiç bir şey olmamış, hiç bir şey değişmemişçesine, bir düşün sürüklediği ya da başka bir dünyanın yeni bir devinim sunan, sislerle kaplı bir haleti ruhiyesi içinde, uğraşılarından ya da ılık iklimli büyük bahçesindeki ağaçların verdiği ürünlerden başka bir şeyi göremez olmuştu.

Sırf konuşmuş olmak için; "En büyük sayı birdir, çünkü diğerleri ondan sonra gelir, bir kere nezle olan nezlesi sürekli kendisine bulaşacağı için, bir daha kurtulamaz, kulaklar gözler gibi açılıp kapanamaz, parmağını ıslatıp havaya tutarsan rüzgârın yönü bellidir, tanrı öldürmezlikten gelebilir mi, Tangut kraliçesi, ayna ve yankı kardeş midir ve her kim ki bir başkasına kinle bakmıştır, onu yüreğinde canından etmiştir." gibi konulara durduraksız girip çıktımsa da, kurulmuş bir saat gibi yinelenen tepki ve algılar içinde bana mısın demedi ve bir kaç gün kalıp, yalnızca bahçesinden, ürünlerden, satışlardan, elde edeceği küçük ama onurlu kârlardan söz ederek çekti gitti. Giderek tuhaf bir dünyanın içine hapsolduğu, bizi yaşama bağlayan kabullenir algılardan uzaklaştığı, bunun gerçekte belki iyi bir şey olabileceğini ama böyle giderse, garip bir algı bütünü içersinde kederli ve iç buran bir psikoza yakalanarak, sonunun iyi olmayabileceğine ilişkin varsayımlarla, kendisinden söz ettik durduk. Tartışmalarımızda ona hak verdik kimi zaman ve kimi zamanda ürkülerimiz ağır bastı ve kuşkuyla, uzaktan da olsa sanki hep onu gözlemledik. Bir zaman sonra gene geldi, tv de acı haberlerle, ülke sorunlarının alabildiğine ağırlaştığı, ekonomik sosyal sorunların toplumda hızla tartışılır hale geldiği bir dönemden geçiyorduk. Onunsa elleri daha bir kararmış sanki yüzü eskisine göre daha bir dağılıp, tüylenerek, difteri sarısı gibi saçı sakalı birbirine karışmıştı. Sofrada çatalı kaşığı kimi zaman unutuyor ve ayrımında olmadan elleriyle yiyordu. Bir gün, ellerini üstüne başına silerek temizlediğini gördüm, sesimi çıkarmadım, yıllarca yazgı ortaklığı yapmış, dayanışma içinde olduğumuz arkadaşıma alınabileceği bir serzenişte bulunmak cesaretini gösteremezdim. Eprimiş giysilerini değiştirmiyor, teni neredeyse kumaşın üstünden görünüyordu.

O gün dostluğumuzun hatırına, bir kaç şiir okuyup, çay içerek eskiyi anıp, yine söyleşiye dalalım istedik. 'Sesimizi geleceğe duyuramayız ki' başlıklı bir bilim kurgu öyküsünden söz ettim, hatta 'Servinin Dişleri Görünüyor' diye sürrealist bir şiir okudum, 'Sanem gelecek ve her şey düzelecek' adlı metafizik bir kıssadan söz ettim ama her şeye şiddetle karşı çıkıyordu artık, size uzun bir hava söyleyeyim dedi, söylemesi güç belki, bağırtı gibi, hiç bir şeyi umursamayan kaba saba naralarla alay etti bizimle... Hepimizin hayran olduğu kibarlığını elden bırakmış, hoyratlığın ön planda olduğu, centilmenlik dışı bir alışkanlığın, önsenmez, belki de bir hormonal bozukluğun, kakofonik ritmine bürünmüştü davranışları. Eskinin inci dişli, inceliklerle dolu adamı, kasvetli, ürküntü veren bir aymazlığın sularında, ufkun belirsiz sonsuzluğunda, hesapsız duraksız kulaçlar atıyordu sanki... Bir gün dayanamadım, (artık koku yayıyordu) neredeyse zorbalıkla yıkanmayı kabul ettirdim ona, suyu sevmediğinden değil, işlerinin ve düşsellikle sarmalanmış dünyasının dışında pek bir şey yapmak istemediğinden, hatta boşa zaman harcayacağını düşündüğünden diyeyim. Yıkanırken, kabini açık tutmasını garipsemedim ama suyun simetrik akışında (ilk kez ayrımına varıyordum), kulaklarının garip biçimde uzayıp, sivrilmiş olduğu duygusuna kapıldım, sanki kuyruk sokumundan doğru bir kabartıda oluşmuştu. Arkadaşıma ilişkin, dile gelmez düşüncelere kapıldığım sanısıyla kendimden utandım o an. Vücudunun belki daha bir kıllandığını, kocaman bir keçi, düve veya kara beneklerle süslü kartlaşmış bir sığır gördüğümü düşündüm sanki.

Gitti. Vaktiyle çeşitli işlere girip çıkmış, şarkılar türküler söylemiş, dostlarıyla eğlenmiş, sevmiş sevilmiş, tiyatroya, sinemaya, operaya gitmiş, kibarlığının ölçüsü kimilerini özlençle titretmiş bu adamın yerini; patavatsız, duygu yoksunu, diğer insanların algı dünyasını hot zot tavırlarla hiçleyen, dünya sorunlarının kayda değer hiç bir yanı olmadığına inanmış, salt kendi gerçelliğine, yalnız kendi isterlerine inanmış, bir adam almıştı. Giderek korkuyorduk, bir paravanın ardından konuşur gibiydi, kazandığı üç beş kuruşu bir tomar gibi ceplerinde taşıyor, üstünden başından olmadık şeyler çıkıyor, hırpani ve yüzü toprağa dönük, gaddarlaşmış bir adam, kendi değerler dünyasının dışına çıkmadan acımasız bir kimlik, izoletik, ürküsül bir maskeye bürünerek, tam bir ruhlar aleminde yaşıyordu.

Gene geldi. Bu kez neredeyse tanıyamadım, sakalı iyice uzamış, tırnakları kara-kaba bir görünümle ürküntü veriyor, mor dudakları sarkmış, ayak parmakları sanki perdeyle birbirinden ayrılmış, acayip bir görünümle salonda yürüyordu... Ama şu var ki biz insanların, yeterince garip bir yaratık olduğunu düşünmüyor da değilim, gerçekte ön ayaklarımız olan ve bir silaha dönüşen toynaksız eller, onların tanrı parmağı denilen başparmak olmayınca; körelmiş, zayıf bir pençe, küt bir uzuv görünümü vermesi, tüylerimiz uzadığında, giysilerimizin olmadığında cromagnon, neandertel ya da homo habilis'ten bir ayrımımızın olmayışı, alanlardaki kalabalıkların haykırışı, başımızda yüzyıllar boyu Monarklar'ın bulunuşu, her doğan bebeğin bir Tabula Rasa oluşu, Platon'un, Hobbes'in, Makyavel'in hep bir Devlet, Leviathan ya da bir Prens arayışı, beni kuşkulandırmıyor değil...

Cevizleri ellerimle topladım dedi, dişleri de sapsarıydı, taze ceviz yemenin öneminden, ömrü uzattığından, bir kez bile sayrı olmadığından, yeşille beslenmenin bin bir çeşit yararlarından karakinle söz ediyor, vecd içinde kendinden geçiyordu. Son aldığım bir kitabı gösterdim; tek kitap doğadır dedi. Espriyle Furkan'a ne diyeceksin demeyi düşündüm ama vazgeçtim. Bazı yazıların altının çizildiğini görünce güldü, gelgeç modalar, aymazlara masallar bunlar dedi. Sonra aniden beni kucaklayıp salonda dolaştırarak, doğanın kendisini ne kadar güçlü kıldığını söyledi ve bir külçe gibi koltuğa fırlatarak kahkahalar attı. Dedim ki, Stalin ray aralığını Avrupa ölçülerine göre beş santim geniş tutarak 2.Paylaşım Savaşını yengiyle bitirmiş... İkide bir söyleme, sen hâlâ bu mavallarla mı ilgileniyorsun dedi... Abur cubur bunlar, her şey çok yalın, doğal besleneceksin, yeşilleri bir günde tüketeceksin, otları tuzlu suda bekletip kaynatarak, mayhoşluğa yatırdıktan sonra sindire sindire çiğneyip yiyeceksin dedi. Ara ara konuşurken ağzından yeşilimsi şeyler fışkırır gibiydi; dişlerini fırçalamayı bırakmıştır diye düşündüm. Konuşması içgüdüsel hırıltılara, giyimi hırpaniliğe, tavırları yarı hayvansılığa evriliyordu artık. Ellerinin üzeri iyice tüylenmiş, ayaları kararmış, yüzü neredeyse moronlaşmıştı. Büfenin içinde bir tiyatro bileti gördü, bağıra çağıra parçalayıp, talan ederek sağa sola saçaladı kâğıtları... Bazen yine de kendi sesini dinlerken yakalıyordum onu, Lamia neredesin, Hazar'ın altında bir yer, Sami ovaları filân diye sayıklıyordu. Gizliden kederleniyordum.

(Bir zamanlar neler paylaşırdık onunla; adam çölde ibadet ederken, önünden bir meczup geçmiş, bağırarak geçecek yer bulamadın mı bak ibadetimi bozdun demiş, meczup da ben Leylâ'nın aşığıyım seni göremedim, sen ki Mevlâ'nın aşığısın beni nasıl gördün, kıssasından tutunda, bir şeyin varlığı kanıtlanmaya çalışılıyorsa, yokluğunun da ileri sürülebileceğinden, ölümsüz olsaydık bu duruma umar arayacağımızdan, insanın sonunu gören tek hayvan olduğundan, kara tavukların kırları bırakıp kentlerde yuva yapmalarının yüzyılın olayı sayılabileceğinden, gerçeğin yalanların koruması altında olması gerektiğinden ve kararlı tuzaklanma bölgesinin çekinikliği ve kapalı manyetik alan kuvvet çizgisinde parçacık sağanağı, nötron yıldız yüzeyinde üretilmiş olan Alfven dalgalarıyla kapalı kuvvet çizgileri boyunca ileri geri yansıyarak yayılırsa ve tuzaklanmış olan parçacıklarla etkileşir, yıldız yüzeyine doğru akan parçacıklarla etkileşen dalgaların neden olduğu iki akım kararsızlığı sonucunda ortaya çıkan radyo patlamaları, gözlemcinin bakışı doğrultusunda gerçekleşirse, radyovil sinyalleri algılanacaktır gibi soyutlamalardan, Güney'in Arkadaş filminde kendisine benzer bir karakter olduğundan, geri dönüşlü rüyalardan, tanrı kaldıramayacağı kadar büyük bir kaya yaratabilse de yaratamasa da gücü sınırlıdır çatışkısından, psikolojik cehaletten, Joyce'un koprofil olduğundan, maddenin dejenere katı, b-e sıkışması, nötronyum, kuarkgluon plazma, fermiyonik yoğunlaşma, iki kez sanal madde gibi hallerinden, pozitivizm, volontarizm, egzistansiyalizmden, sıfırın her şeyi içine alan bir hiç olduğundan, patolojik saplantılardan, literatür hangarlarından, Lilith'in, Havva'nın değil, bizi yaratanın annemiz oluşundan, Mendelyef'den, Lamarck'dan, dünyayı dolaşan ilk insanın dragoman Henry, telefonu gerçekte Meucci'nin bulduğundan, Niemandsland'lardan, bildiklerimizin unuttuklarımız oluşundaN ...)

Sonra bir yıl geçti aradan, hiç ses çıkmadı, aradık sorduk, telefonlarla ulaşamıyor, herkes hakkında bir şey uyduruyordu, iyice kuşkulanınca kalkıp çiftliğine gittik; ıssız bir iç bölgede, bir vadinin kenarında, ağaçlar arasında sanki gizil bir yurtluk gibiydi çiftlik. Çevreye saçılmış kazanlar, ateşte bir şeyler kaynatmak için kullanılan sacayakları, eskimiş sepetler, baltalar, binbir türlü ıvır zıvır kaynıyordu ortalık...

Öğle güneşinin uyuşuk tanrısından başka kimsecikler yoktu. Gündüz gözüyle bir baykuş havalandı ağaçlardan. Yeşil bir kertenkele örenlerin içine doğru kıvrıldı. Böğürtlenlerin arkasından dolanıp, içlere doğru ilerledik, sessizlikte elma ağaçları arasında otlayan bir hayvan duruyordu, sonra bir iple ağaca bağlı olduğunu gördük onun, garip bir tansıma da, çıt çıkmıyordu. Ürktüm, hiç bir şey olmamış gibi; dingin, ağzından sarkan otları çiğneyerek bana bakıyordu hayvan, gözlerini tanıyormuşum gibi geldi ama; çok hain bir düşüncenin ve megaloman bir ruhun, kasıntı ve kasıtlı duygusunun esiriymişçesine utandım... Midas'ın öyküsü ruhumda gezindi. O an başımı eğdim, binbir duygu içinde gözlerimden yaşlar boşandı, sanki onun da gözlerinden bir damla yaş süzülmüştü... Yoktu artık. Onu bulamayacağıma inanmıştım. Klanlaşan toplumu düşün demişti bana yıllar önce, ilk kez anımsıyordum...

Çaresiz bıraktım çiftliği, yukarıya tırmanırken dönüp son kez vahaya baktım, uzaklardan bir su çağıltısı geliyor gibiydi, ağacın dibinde, ikide bir kulağını oynatan, kuyruğuyla gövdesini kasıklarını döverek sürekli bir devinimi yineleyen hayvanı güçlükle seçebildim. O an ellerimle uzun süre yoklandım. Tuhaf, içgüdüsel bir korkunun pençesine düşmüştüm sanki... Aradan yıllar geçti, ne denli ürkütücü ve yüz kızartıcıysa da, zaman zaman bu durumu bilinçle mi seçti diye düşündüğüm oluyor, yoksa inanılmaz olan, arkadaşıma olan kızgınlığımı bir öç-öykü vesilesine dönüştürerek, kurgulamış mı oluyorum diye; çoğu zaman düşünür dururum...

Belki de arkadaşım haklıydı. Belki de böyle bir düşe kapılan benimdir. Belki de kendi pahasına (bir başkaldırı uğruna), hiçbirimizin beceremediği, erişilmez, kutsallıkla yüceltilmiş kaleleri ve göksel; bulutlarla sargın kuleleri-burçları yıkmaya kalkışmıştır.
Bilemiyorum…



*



MEŞHUR

‘Kirke, bak! Parnas’ın yamacından o güzel çocuk iniyor!..’
I
Avlu taşlarına mavi suyun yağdığı ev bizimki, defnelerin sarmaladığı, ışığı mavi evde Zeus’unkiydi. Güneş bir kurs gibi doğar, koyunlarla, tarlalara, bağlara iner ve akşam batarken, boyun büken gün çiçeği gibi, evlerimize, ocaklarımıza dönerdik.
Temmuz ayının ortasında alaca düşerdi bağlara, keseklerin arasında, çokakların altında alacayı arardık. Sevgilere irem olan yüce tanrının üç rengi vardı: Yeşil, mavi, kırmızı. Yeşil salkımlar, Havva yurdundan çıkarak, Gehenna aleviyle sekileri tırmanıp, evreni soluyarak, göğsü kızıl düğmeliye garkolduğu zaman arardık alacayı. Biraz sonra Meşhur, gediklerin üzerinden görkemle, bereketin Artemis’ini sallayarak, kızıl tansığın ilk sahibinin kendisi olduğunu haykırırdı. Akşama dek onu göğsüne bastırır, gümrah Dionizos çelengini, oturduğunda bile kasık aralarında saklardı, sonra ceviz ağaçlarının dibinde akşamı bekler, yukarıda dalların en yücesinde, etekleri uçuşup cevizleri koklarken; kimi zamanda dalların arasından, çılgın bir Kirke gibi işerdi. Biz de aşağıda delişmen Apollon’un, avare Orpheus’un çocukları olarak, kollarımızı, yüreğimizi, ağzımızı açardık. Aah ah, Meşhur’un o zamanlar öyle güzel gözleri vardı ki, tam üç renk vardı içlerinde; yeşil, mavi, kırmızı. O gözlerin ortayı yeşil, kıyıları mavi, derinliğine bakınca da, kırmızı alevlerin yüzdüğü elmas benekli bir küre, bir gülen nurdu. Bağların arasında pıtrakları, şeytan çanaklarını, semiz otlarını toplar, deli incirlerden, küstüm otlarından kolyeler yapardık. Meşhur, hiç yoktan akşam alacasında çatalını gösterir, biz de gölde sureti parlayan Narkis gibi, sanki hipnoz olup, şaşırır, yel yepelek kalırdık.
Çocukluğum Meşhur’a olan sevda ile yanıp kavrulmuştu. O, gümüş endamlı, kadife bedenli nymphalarla kız kızan olurken, ben de Herkül bakışlı, Pan sekişli satyrlerle yarenlik etmişimdir. Nice yortularda Meşhur ve öteki perilerle eğlenmiş, bodur boylu Suriye okçuları gibi dizilip, Sultan Selim’i bile kıskandıran kiraz küpeleriyle, nice meyveler yemişizdir. Erythrai’den gelen yabancılara, su gelini türküsünü söyleyip yıllar ve yıllar geçirmişizdir ki: Eyvah!..

II
Yürekten duymak isteyenlere tanrı anlatır. Her melek, sevenlere en candan sözcükleri fısıldar. Bir gün Meşhur’la yaylalarda sığır güdüyorduk. Benekli sığırlar akşama dek çayırlarda yayılır, arada başlarını yıldızlara çevirir ve gene birden çayırlara dönerek, öylece kalırlardı. İncecikten yağmur yağmaya başlamıştı, böğürtlenlerin kırmızı, minicik incilerine düşen damlalar, kızıl tomurcukları yakuttan alevlere dönüştürürken, ağaçlardaki hakuranlar, seke seke tüneklerine eğilip, sokularak, bir süre sonra görünmez oluyorlardı. Arada parlayan kırmızı güneş, uzakta dağların arasında, yıldırımlardan demetle çakarken, giderek kararan havada, çalı çırpıları ve minik hayvancıkları sürükleyerek vahşileşen, yağmurun seli, yaylalardan ovaya doğru köpürerek akıyordu.

O gün nasılsa yamaçta gevşeyen bir tümülüsün dereye uçmasıyla, Meşhur’un sığırlarından biri sele kapıldı. Zümrüt gözlerinde çakan şimşeği şimdi bile anımsıyorum, görkünç umarsızlığıda yüzünün utkulu güzelliğini gittikçe arttırıyordu. İşte bir killi toprak yüzünden, aşk için kendini kanıtlayacak Mecnun’a ilk fırsat o gün doğdu. Çığırışlar arasında, köy altlarında güzün cılızlaştırdığı bağlara dek koşarak, selde batıp çıkan sığırı izledim. Selin iki yanının iğde ağaçlarıyla daraldığı Kezbanbağı kesiminde, çengelli üvendiremi sığırın boynuzuna geçirerek hayvanı iğdelerin arasına çektim ve çelmeyi yiyerek bir kere ayağı yere basan sığır, iri gövdesiyle ağaçlara sürtünüp can havliyle yola çıktı ve olduğu yere çöktü kaldı. Bir kaç gün sonra kendini toplayan sığır, yine yaylalara çıktığında, Meşhur, irem dolu gözlerindeki su durusu sevinin, en gönülçelen betimiyle yanıma gelip, boynuma sarıldı... Tansıkla yıkanmış ve onun aşkıyla bağışlanıp kargışlanmıştım. O bunu biliyordu, ama ona sarılmak ve çevre köylerde bile ünlenmiş erotik kokusunu içime çekebilmek için tanrının belirlediği gün, işte o eylül sonuydu.
Şunu tüm dünya bilmelidir ki, sevenler için, ela kirpiklerden süzülen yaşların tenle sarıştığı biricik döngü, sonbahardır.

III
Kış gelmişti. Hepimiz evlerin içinde yaşıyorduk. Zeus’un köyünde karanlık çökünce, ortalık suratsız aya ve keçi ayaklılara kalıyordu. Arada bir kandillerin kırpıştığı yollarda, tek tük seslerin söyleştiği, tıpırtıların gülüşmelerle eğleştiği yolcular görülse de, güneş batınca haneylerin dip köşelerine çekilir, günler ve gecelerce Meşhur’umu görebilmek için asma kilitli kapıların açılmasını bekler, rengarenk fistanıyla yağan karda, koyunlara, sığırlara yem vermek, köpeklerini sevmek için avludan kıvrılarak terslikteki kulübeye doğru gidişini gözlerdim. Oradaki çıplak nar ağacının dibinden eve doğru yürümeye başlayan Meşhur’u görünce merdivenin taş basamaklarında durur, kutsal bir yuğdaymışçasına kımıldamaz, çarpan yüreğimle dünyalar güzelinin geçişini izler, onun gizemli bakışının gölgesi, bir an gözlerimde dalgalanınca, tanrıma yakarır gibi olur, bu mutluluğu bana yaşattığı için mezmurlar söyler, dualar eylerdim.

Karlı bir gün, tüm haneyleri dolaşan buğday sürtme işinde, sıranın bize geldiği söylenince, köyün bütün genç kızları evde toplandı, işte Meşhur’da gelmişti ama, aramızdaki gizli sevinin dışavurumu olanaksızdı. Ben öbür odada, dalıp gitmiş, ateşin oyunlarına bakarken, Zübeyde’nin sesiyle uyandım, yorulduklarını ve benimde sürtme taşını döndürmek için, el atıp yardımcı olmamı istiyorlardı. Kutsal bir şey buyurulmuşcasına el değirmeninin kulpunu tutup döndürmeye başladım, hemen ötekilerde yapışıp, giderek hızlanırken, yarı karanlıkta elimin üzerine yapışan bir elle ürperdim, kim olabilirdi ki bu, kendimi çabuk toparladım, taşın hızla dönüşünde, benim elimin üstündeki sonsuz sıcaklığın sahibi, ayaları ak, sevigen bileği seçemezdim, ta ki yorulup taşı yavaşça durdurana dek. Kollar tek tek ayrılıyordu, en son kolun çekildiğini gördüğümde, büyücül gözlü kızın, gülen yüzünde, aşk çılgını çizgileri yakaladım.
Dışarıda kar, kelebeksi titreyişlerle yağıyor, saçaklardan sarkarak, çam oyması olukları, ağızlarına dek dolduruyordu. Tanrım bu mutluluğu; dışarıda yağan kara, göz kırpıp, benekleyerek eşlik eden kandil ışığında sunmuştu bana...
Ne mutlu sevda çekenlere
Ne mutlu sevip sevilenlere...

IV
Bahar ağaçları filizlendirirken, sık sık evden dışarı çıkan Meşhur’u görüyor, onun dokunuşunun özlemiyle yanıyor, birlikte bağlara, kırlara doğru gidişimizin düşleriyle avunuyordum. Günlerden bir gün, üzüm gözlü eşeğimize binip, bağ çapalayanlara aş götürme işini bize bırakmışlardı, ben eşeğin semeri üzerinde, o ise arkamda sağrısındaydı. Yemeği torbalara koyup kaşa asmış, bakraç sesleri arasında, köy ortayından bağlara doğru gidiyorduk. Heyecandan pek konuşamıyor, yalnızca sorduğu sorulara, yürek atışlarıyla dolu yanıtlar veriyordum. Bahar gelmişti, kelebekler, minicik mavi çiçeklere konuyor, bağlarda, iri birer salkım olacak tozlu çitlimlerin buruk kokusuyla, cevizlerin dibine, eşsiz kokuların yurduna varmak istiyorduk.
Söz sevgiden açılmıştı, Aynur İrfan’ı seviyor, Fatih, Naime’yi derken: Sen kimi seviyorsun dedi bana... Hiç sesimi çıkarmadım, sonra aniden, şimdi bile şaşırdığım bir cesaretle: İnsan sevdiğini söylemez, sevilen onu bilir dedim. Bir sessizlik oldu, az sonra iki elin yavaşça belime dolandığını duyumsadım. Hiç konuşmuyorduk, bağlara gelinceye dek soluk bile almadım. Onu öyle seviyordum ki, elleri belimden ayrıldığında bir süre kendime gelemedim. Bir çağrıyla irkildiğimde, uslu bir kelebeğin, rüzgarla, önce Meşhur’un saçlarına, sonrada benim omzuma zarif dokunuşlarla konup, can alıcı renkleriyle havalarda dönerek, çırpınışına tanık oldum. Gümenin kıyısında sümbüller açmıştı, bademler pembe tomurcuklarıyla, arıları, kuşları çağırırken, kedi tırnaklarının içinden, yaprak yeşili gözleriyle, Meşhur’un beni izlediğini görünce, yüreğimin derin bir özlemle yandığını duyumsadım ve yaşamı bir kez daha epopeler söyleyip, şarkılar çağrıyarak kutsadım.

V
Yaz, Bakılan dağlarının arasından bereket tanrısının yüzünü gösteriyordu. Buğday başakları iri taneleriyle doluyor, ova giderek sararıyor, tek tük ağaçların gölgelediği büyük düzlük, çocuk çığlıklarıyla dolup taşarken, sesler öteki kuyudan, beriki kuyuya çınılayıp duruyordu. Gürbüz başakların içinde özgürce geziniyor, oradan afyon tarlalarında kozalak çizicilerinin arasında, sütleğen kokularının içinde dolaşırken, ahlat ağacında ötüşen iki dikencik kuşunun prelüdüne kulak veriyordum. Telgraf direklerindeki fincanlara, bilinmeyen dünyalarla iletişmek ister gibi, sanki karanlığı sever gibi, taş atarken, tellerde çok uzaklardan gelen arabaların sesini işiterek, susa yoluna çıkıyor, köpeğimiz Lortop renginde bir jip, uzaydan gelen tuhaf bir alet, demir bir böcek gibi yaklaşırken, tam geçeceği anda el sallayarak, önde Amenofis gibi duran yolcuyu uğurluyor, onlarda çalan klaksonun ani sesinde bizi selamlayıp, ufukta yitip gidiyorlardı.
Buğday tarlalarında, bıldırcın yuvalarıyla karşılaşmak Meşhur’u şaşırtıyor, tümseklerde açan sursalların içindeki parlak renkli böcekleri incelerken, bir mutlandan, bir başka mutlana koşuyor, dişil buğdaylar, dirim dolu halleri, gümrah salınışlarıyla bizi büyülerken, esen yelle, yanık ovanın içinde, tozan olup gidiyor, erenlere karışıyorduk.

Yine bir gün, yeni uçar bir bıldırcın yavrusunun peşine düşmüştük, kuş üç dört kulaç uçuyor, yine konuyor, yine uçuyor derken, Meşhur, buğdayların içine yüzükoyun kapaklanıverdi. Neden sonra eğilip onu kucaklarken, yüzünü bana döndüğünde, dudağının kenarında bir kan sızıntısı olduğunu söyledim, eliyle aradı ama bulamayınca, gören gözlerim kör olup: Tanrının yardımıyla onu öperek, dudaklarına bulaşan kanı görmesini sağladım. Sonra garip bir şey oldu; birden bana sarıldı Meşhur. Ve Artemis’in bereketiyle göğermiş biçime hazır buğday tarlalarının içinde, canhıraş bir sessizlikte ova alevlerle yanarken; öğleden sonra, bir güneş günü, -doğa ananın beşiğinde, melekler eşliğinde- tapınırcasına birbirimizin olduk...

Tanrı bizleri bağışlasın.



*



DOĞUŞ

Garip bir selintinin, devintisi içinde sürüklenen, kimi tansıklı açıngılar, düşlemleri olanı doyurmaz. Ürkül uzamda, bir kasınç içinde gelen ve düşünsel olanın izleği üzerinde durakoyan insanoğlu; aynaşık ve bakışımsıl ortamla, sayrımsı ve belgit olanı, karasıl ve durağan olanın kayağanlığıyla özdeşler.
İnsan cılızdır, bunun gibi üzücül durumlarda, bir ürküşüm ve gerim içinde, kendi adını ünleyen ve gehennavi bir bekleyim sanısıyla, tek tip düzlem içinde bulunmayı sevecek olan organizma,zamanın dışında, iyicil, umulası hiç bir sonuç elde edemez. Tan esiminin kızıl çakıntısında, şiddet çizgilerinin büküntüsü kayşar ve büyük bir istençle gök dürülür ve bulutlar çözümsüzlük içinde bürgülenir. Kırçıllaşmış pöstekide, soluğun ve tozun cirit attığı anaç yüzyıllar, gelecekte ki anılarımıza dönüşecek terminlerle kolkola,yumuşak iniş yaparlar. Derişik ve kayağan bir irintide, gezegenin leylâk büklümlerini bir burgu gibi delen yürek, kendi kanının kapsantısı içinde köpürüp, sürüklenerek gelir ve bizcileyin çığlık atan ayırtkan sığır sürülerinin kasçıl boynuzları üzerinde tiksinçle durur.
İnsan doğmuştur...



*



TARİH

Metafizik bir sorguyla tozun içinde, boyunlar yuvarlanıyordu!.. Betimde; Osmanlı hidivleri, Kıpti patrikler ve sufî kadınlar vardı. Geometrinin bitimsiz estetinde, tinin tinselliğinde, Miken parası gibi buruşuk, sarı ve solgundular. Sıfırın altındaki bir zamanda; 'dokuz' diye bağırmak istiyorlar, ama gırtlaklarından ancak 'tokuz!' sesi çıkarabiliyorlardı. Yine de senkronizeydiler. Bulutsuz bir Flaman göğünde, baktığı şeyden kaçmaya çalışan melek, onlara yardımda bulunmak istiyor, Demir Atlar Ülkesi'ne vardıklarındaysa, bir yalvaç önlerini keserek; 'Burada hiç bir şey yokken aşk vardı ve her şey yok olduğunda gene aşk olacaktır' diyordu. Ürkütücü ıssızlıkta, evcil hayvanlara dönüşen yarasalar, kör kelebeklerle, iki ayaklıların sevişmelerine tanık oluyorlardı.
'Bakır arılar, çinko yılanlar ve iblisin iğrenç kuşları'sütleğene övgü diye bağırıyor, atlı tatarların sırtına binmişler, Zinderud ırmağının kartalı gibi suya inmişler, erklerin tek karşıtı, gündüzün terörüdür diye çığırıyorlardı!..
Akreplerin kokular süründüğü, zigguratları gölgelerin bürüdüğü bir zamandı!.. Epiktetos dehşetle önerince, usuna düşen herkese parola soran azatlı köle; Roma avlularında ki -boynu vurulacak!- ölüm cezasından kurtulacaktı.
Demir pabuçlu hayaletler dolaşıyordu... Elen ruhlu stoacı, bir galeri dibinde bana yaklaştı ve Einstein eşittir, Marx çarpı; Camus üzeri Camus diye bağırdı! Puhu kuşundan bir mesih gözlerimi gagalıyordu. Kenter biçemle, ey kaplanlar; biz ak bulutlara kandık, ak toynaklara inandık dediğimde, suları bol Tarnak ırmağını geçen Bukefalos, canhıraş bir sesle Kandehar'a vardık diye haykırdı ve keçi şarkılarıyla birlikte, körpe kapılardan geçip, ün, şan ve fener alaylarının içinde; sessizliğin sesinde, yüzyıllar ve yüzyıllar süren uykumuzdan uyandık!..



*



ARAF

(...Darius karılarını ve çocuklarını bırakıp Baktria'ya kaçtı. Karanlık gökte Mars parıldadı!.. Kanatlı bir atın gölgesi düştü, defne dolu avluya!..)
Düş içindeydik! Bir Moğol şehzadesiyle, irem bağlarında geziniyorduk. Ilık bir hava vardı, dumanlı güllerden göz gözü görmüyor, sandal ayaklarımızla sümbüllere basmamak için, yavaşça yürüyorduk.
Tatarların hakanıyla, Cezayir dayısının gönderdiği birkaç kişi daha katıldı aramıza... Güllerin başucunda; kırmızı ahşap uduyla kör bir adam, suzinaklar, semailer çalıyordu. Dillerin dili denilen Meghalayam dilinde, 'Emel Denizine Sürükleniyorum' adlı bir şarkı söylüyordu, mavi gözlü cariye... Mora püreni yiyenlerimiz, kevser şarabı içenlerimiz vardı. Andra Pradeş kalesini, Delhi surlarını gösterip, tavşanların savaşını canlandıran bir sihirbaz, alkışlar alıyordu.
Sularına balığını geri verdiğimiz Teselya ırmağında, onmaz gözyaşlarına boğuluyorduk. Suyun gövdesini ikiye ayıran Yezidîler yine cenkleşiyordu. Yıldız biçeminde bir üçgenin içinden, cenbiyesi sayısız gırtlağın tadına bakmış, bir adam fırladı birden. Kim o dedik, anda Merv reislerinden Haris Abdurrahman'dır dediler. Sustuk. Atlas'ın yüküyle berkli, Devâmend Emiri, Ebu Bekir El Şıblî yanımıza geldi. Hüseyin Şirokko şehit oldu mu dedik... Yâ dedi!.. O an Malik'in gözbebekleri toprağa düştü.
Gökler denizinde sallanıyorduk. 'Sahalin Toprakları' uzaklardan gözüktü. Kürekçilerimiz, Araplar ve Basra'da yetişmiş Pers leventleriydi. Deniz durulduğunda, güverte şenlenir, sezarımız Karakalla ufka bakar, zambak gözlü hünsalarla, ilâhi gövdesinin gereksinimini dindirir ve çılgınca avunurdu.
İrem bağlarına yolu düşenin, rüyası buydu!..



*



DARP’IMESEL

Çok eski zamanlarda, Isfahan'da ya da Semerkant'ta tacir idim. Mehdi'nin işini bozarak, oyun oynayacak dedikleri Deccal'in
-imansız köpek!- nedendir bilinmez Delhi surları önünde, yakalanıp öldürüldüğüne ilişkin söylentinin, ayyuka çıktığı bir zamandı.

Dendiğine göre ceset yakılmaya çalışılmış ama tutuşmamış, parçalara ayrılmaya çalışılmış ama bölünmemiş ve ancak bir Fergana atının kuyruğuna bağlanarak, kümbetleriyle meşhur, serdar şehri Bikaner'e dek şehir şehir gezdirilmiş ve sonunda lime lime dağılarak ancak atın kuyruğuna bağlı ip bulunabilmiş. Ve mevtada böylelikle artık cinlere, hecinlere karışmış idi...

Bilirsiniz ki dostlarım, Hinoğlu hin Hintliler için, Cin oğlu cin de Çinliler için söylenmiş idi. Arap tüccarlar kervanlarla Çin'e, Hindistan’a gelir ve dönüşte akar ya da kâr getiren olayların menşei sorulunca, mesleki sır dürtüsüyle Cinler (Çinliler) bilir ya da sırrı şeytanın üzerine yıkmak için, Hin oğlu hin yapmıştır diyerek, bazı kurnazlıkları ve sır ehli meşguliyetlerini bu kavimlerin üzerine atarak kurtulurlar idi. Hatta içlerinden birinin, Hilkat çeşmesinden su içerek; 'Adem ki, Havva'yı doğurdu; öyleyse o da bir dişiydi' dediği söylenmiştir.

Sonra bir zamanlar, nasıl olduysa, yeşil Vermion dağının eteklerindeki Veriya'ya gelmiş idik. Yabani davar güderek, Danca, Romence konuşan dağ köylüleriyle konuşur idik. Yol kenarlarındaki bağlarda, üzüm salkımlarının, atların kaldırdığı tozlarla olgunlaştığını ve surların ve şehirlerin bu toz bulutu içinde silinip, helak olduklarını görür idik. Mehesti'ye aşık Hayyam'la da oralarda tanışmış idik. Bir karavelaya binip Hürmüz'e geçmiş, arı dalağı tilaveti ve yeşil gözlü cariyenin elinden, çöl hurması yiyerek avunmuş idik. Yont kuşunun ötüşü ve Şehrazat'ın daussılaya bakan cumbasının üzerinde ötüşen kumruların, yürek yakan sızılarıyla kavrulmuş idik…

Toprak sıçanı yiyenler, çıfıt çarşılarını gezenler ve sokak içlerinde doğum yapıp, öğürüp böğürenler de var idi. Sanki Kabil Nod ellerine gelmiş, Hanoh doğmuştu. Ve o hünsa, Neptün’de zambaklar koklar iken, Merkür'de uyuyordum ipek sariyelerle diye şarkılar söyler idi...

Su nilüferinin üzerinde Buda’yı gördüm. Kısa Pepen ve haberci tanrı Hermesciğim diye boynuma sarılanlar var idi. Sığırın ve tahılın ruhu, güneş okyanusları, kalem erbabı Nehemya ve tanrı Lahar’da yanımızda idi. Kemikten omurgalar bir 'Balzac Evreni' çiziyordu tepelerde, şol gülüşlerle sevişir idik...

Azrailin gözleri ateş donunda idi. Kuşun büyülü şakıyışı ve ozansı dilbazlığı tanrı kutsal ışıklara dönüştürüyor ve bu sesi ancak iyi kalpliler duyabiliyor diyenleri görür idik.

...

Ey kul, unutuş ki bağışlayıştır!.. O ki sana, ömür saatinde, saadetin ebedi, dillerin bereketli, arz-ı hallerin de katre katre zişân olsun buyurur ve o ateş ormanları içinde, erguvani yangınlar üzerinde oturur!..

Dönüşü olmayan yol yok!..
Ölüyor ve hiçlikler içinde
Her şey oluyorsun.
Hayy-ı lâ yemut.
Ölmeyene and olsun!..





*





DÜŞ / ÜŞ

Yaz günü, vantilatörün vızıltısından başka bir ses yoktu. Kitap okuyordum. Cehennemi sıcak, yazılanlarla anlağımın sentezini bir arada sunuyor, karmaşanın bezediği, helezonik bir boşlukta geziniyordum. Bir gölge, garip salınımlarla yavaşça aktı ve bir şeyler söylemeye hazırlanır gibi duraksayarak, beklemeye başladı!..

Okumayı bırakmayı düşündüğün an, yapacağın ilk eylem üzerine (ki sonsuzdur) seçeneklerin ve sonuçlarının neler olabileceğine ilişkin konuşabiliriz dedi!.. Belki de okuduğum metnin etkisiyle -şaşırmamış gibi- buyurun dedim…

Ben olanları kısaca özetlemeye çalışacağım;

Eğer dedi, biraz sonra biri odaya girer ve onunla konuşmaya dalacak olursanız bu diyalog (konu, üçsüz değil otuzsuz bir buzağı akşamının neferi de olsa ya da imanlı bir zalim mi yoksa inançsız bir masum mu cennete gider sorusu ya da Songhay İmparatorluğu ya da on beş dakikalığına insan olan bir kedi ya da Cugnot’nun buharlı otomobili ya da Kurman İncili ya da Luristanlı gezginler veya uyku satıcıları veya iman çıkarıcıları ya da tüm kültürlerin barbarlığı ya da sürekli kendini öldüren zaman ya da güneşi karartan sürüler ya da Atlas’ın kadife boşluğu veya toplanan baç ya da aşarın kaçlığı veya atların nazı ya da utangaçlığı olsa da…), sert bir tartışmayla sonlanacak ve us uçuran görünüm, daha yeni sona eren bir sorunsaldan ötürü, öngöremediğin ve bu çatışkıdan doğacak eyleminin de aniden yön değiştirmesiyle (şimdiki an ve ortaya çıkan anlaşmazlıktan ötürü), gelecekte öngörülemez bir bozumla karşılaşmanıza neden olacak ve sen de sırf bu nedenle yaşayacağın umutsuzlukların bellekte kalan bir kesiminin, bugün omurga veren bu olaydan kök saldığını bilemeyeceksin…

Bu sırada, tartışmanın ortasında, başlangıçta, salondayken birinciyle birlikte bekleşen, öteki kişide odaya girer ve (insan beyninin hazır bir biçimde gökten düşmediğini, en azından bir milyar yaşındaki beynin, yaklaşık bir milyon yıl önce kendi varlığının bilincine varmaya başladığını ve kararların evrimce çoktan alındığını ve bunların biyolojik birer karar olduğunu veya İzrael gece yürüyen demek, Azrail’de gece gelen demektir ya da Şehname’yi halk yargılasın veya Satan ya da çıban veya Fas diyarının kançak çığıran şarkıcıları veya Zagrep, gelinim bir su ver dese de, demese de) bu durum, diyalekti daha da kaotikleştirecek ve doğrultu, enstalasyonu bozarak, konuşmanın momentumunu tümden değiştirecek olursa;

Ebeveyninden kurtulup gelen bu yaşça küçük kişinin beklemediği bir ritüelin yinelemelerle sürecek olduğu ve salt bu nedenle yine siyahsı benzer bir sonla karşılaşacağınız için, fenomen kaçınılmaz bir öngörüden, istençsiz ve tatsız / tuzsuz, sası bir inağa dönüşerek, bu kez başkaca ama sonul anlamda yine benzeri onarımsızlıklara yol açarak, mutsuzluklarımın, gözle görülmez, duyumsanmaz oranlarda yükselip, açınımın daha da bir ivme kazanarak olumsuzluklarla süreceğini ileri sürdü.

Ayrıca biliyorsunuz ki küçük stüdyodaki üçüncü kişi sinir krizinin eşiğinde; bu trio bozuk ses düzeyinde, kakofoniyi sürdürürken, ola ki onunla temas etmek gereği duyduğunuzda, sonsuz bir ayrılığın başlayabileceğini de içtenlikle söyleyebilirim.





Şimdi sözü uzatmayayım!..

Gölge, kitabı kapatacak olduktan sonraki ilk eylemimden doğacak sonuçlar üzerine; yine böylesine sıradan ve de başkaca yüzlerce olasılık saydı, gardıroba uzanırsam, bilgisayarı açarsam, lavaboya gidersem, pencereden bakacak olursam, koltukta düşlere dalacak veya telefon edersem… Hep ve hep kötü sonuçlardan, küçük ya da büyük düzensizliklerden, eylem bozukluklarıyla süregelecek, eğreti yapılanmalardan, sanki kargir bozumda, sert esneyimli, olası yıkımlardan söz edip durdu.

Bu dedim o zaman, önceden proğramlandığımızın göstergesi olmuyor mu ve bizi hiçleyen, kendimize ilişkin bağımsız ve özgül gerçellikte bir şey üretip yaratamayacağımızın bir belirtkesi değil mi ve bizi bekleyen sondan kaçamayacağımız içinde çok üzücü, neredeyse bir boşunalık duygusu vermiş olmuyor mu, katışkı ya da katışım aramadan böyle bir anlam çıkmıyor mu bundan dedim…

Oysa Heisenberg'i unutma, bir cismin hızını ölçebildiğimizde durduğu yeri belirleyemeyiz, durduğu yeri -zamanı- belirleyebilirsek hızını ölçemeyiz, sürekli bir belirsizlik içinde yaşarız. Bu tür görülerin uzantısında, yontma taş devrindeki çakılları dürtükleyerek, İskender'in fetihlerini, Sümer’deki tahılların filizini koparttığımızda, Kolumbus'un keşfini ve Panama Kanalı'nın açılışının önlenebileceğini ya da tersinir gelişmelerin dur duraksız yaşanabileceğini mi sanıyor ve savunuyorsun sen, dahası her şeyin önceden bilinip, belirlenebileceğini...

Anlaşılır olduğunu sanmıyorum ama yine de; ben dedi, yalnızca kötümser olasılıkları aktarıyorum, insanın, insanlığın tarihi iyiliklere, sevinçlere, törelere yüz vermez, ayrıca bunun bir yararı da olmaz ve işte salt şu diyalogdan ötürü, başına gelebilecek kötücül şeylerden minimalist bir tarihin öznesi olarak belki de ders almayı başarabilirsin, bizim için bu bir ‘umu’ dedi.

Sabaha kadar konuştuysak da bir düşünce birliği oluşturamadık…

Onu öldürmeden önce, belirsizlik kesinliktir, asıl olan budur, benim kim olduğumu neden ve nereden geldiğimi biliyor musun, belki de sırf bu sonluğu yaratmak için buradayım ben, belki de tasarlanmış olan bu sahne için yaşıyoruzdur diye ekledi.

(Kendini öldüren bir son ve bunu bilerek zamanı arşınlayan bir yaratık; ilk kez görünüyor olmalı dedim... Son, kaçınılmazsa neden ürkütücü olsun ki dedi. Belirsizlikte bir kesinliktir o zaman dedim. Kesinliğin aynen bir belirsizlik sayılabileceği gibi).

Sonrası anlaşılmaz bir diyaloğa dönüştü, hiçbir şey anlayamadığım, dahası anlatamadığım ortada diye serzenişte bulundu. Evet, sanırım kötü bir yapıntı oluşturduk ama bu içinde bulunduğumuz gerçelliği yine de değiştirmeyecek, baksana dedim; savına göre, momentum asla bozulmuş olmayacak…

Ve gözümün önünde giderek soldu, titremler içinde küçülerek, manyetik bir kovuğa girercesine, ürkütücü tan atımında; şimşeklerle çarpışan tinsel bir akı, sönmeye yüz tutmuş bir kuzey yıldızı gibi tozlaşarak eridi gitti.

Kendimi göremedim.





*




DÜŞMÜŞ OLANLAR



“Ve Yeremya dedi ki; aynı düşünceye kapılanlar,
aslan kükremesinden birbirine sokulan koyunlardı.”
Tekvin. VIII D




Demir ok, mavi ormanı delerek geçti ve karanlığın ışığı tüm yeryüzünü örttü. Ölü gövdelerin, toprağın ve suların üzerini yıldız tozu kapladı. Son lotus yürekleri dağlayan bir çığlıkla parçalanarak toprağa gömüldü, yörüngenin kanatsız varlığı unutuş suyunun okyanuslarına daldı ve kan bağıyla tomurcuklanan filizler, kim bilir kimin çalgısını bıraktığı kül tapınaklarda gonga vurarak, yüzyıllar sonra, başlamakta olan güneş yıllarını duyurdu ve böylece sonsuz karanlıkların ardından başlayan ilk tanı kutsamış oldu.

Tanrının zambakları çılgın mavilere bürünmüş ve melek laleleri yanardağ kırmızıları sürünmüş; balıklar kıvıl kıvıl dolanıyor, tüm canlılar dans edip coşarak, tanrının bu ilk gününü selamlıyordu.

Saçları kızıl gezegen, gözleri zümrütten bir tanrıça gülümsüyordu.

İrem bahçesinin sümbülleri gibi siması vardı. Dudakları yanıp sönen aylalar içinde ve hilâl görünümlü kamer gibiydi. Boynu Nefertitimsi, kolları mermerimsi, samanyolu rengindeydi.

Ayakları ceylanınki gibi yumuşak ama gemi almaz arzular ve coşkularla dolu; rüzgârlarla uyumluydu. Bereket taşan, gümrah salkımlarla yüklü, uçsuz bucaksız bağlar ve bal arılarının türküsünü çağıran bal kovanlarıyla süslüydü.

Gözün gördüğü her şey soluyor ve çayırlarda yükselen buğu ışıkla yıkanıyordu. Nice bitkiler sağa sola yayılmış, otlar dağa taşa ardılmış, Mikail'in gülleri açmış, bülbüller akasyalarla sarışmıştı. Kın kanatlılarla, bin bir renkli kelebekler suların üzerinde titreşiyordu.

Gökte Süreyya kandili parlıyor, kösnül yolculara mutluluk yolunu gösteriyordu. Uzun zamandır özlemle yanan ruhlar uyku içindeydi. Tanrı kar ve kışı gönüllerin yüreğine yağdırıyor ve tepede gözyaşı döküyordu ay. Bu elem yüklü acının türküsünü duyanlar da vardı. Sonsuz iniltilerle balkıyan yamaçlarda, düşlerle bezeliydi rüzgarlar.

Tanrının zamiri Haşepsut, deniz kelebekleri, suyun melekleri, beyaz cüceler ve Hermion gaz kılıflarından kurtulan güneşler, gezegenimsi bulutsular, eski zaman astronomları, küçük teleskoplar, uzak yıldızın çevresindeki disk oluşumları, süt yolu, sönmüş yıldızlar...

"Bir profil / Elen'den kalma / Son iç çekiş / ve bir bakış / dönüyor yeryüzüyle / can alıcı ve içimize işleyen / soğuk yıldızdan / artakalan / o sonsuz bakış."

Dağ keçisi mevsimi bitmiş güz gelmişti. Bulanık bir bataklığın süslediği balçıklı göl, görkünç bir belletimle önümüzden akıyor, çürümüş cesetler ellerini uzatıyor, biri kayığa çekmemiz için yalvarıyordu.

Sakın acıma, üç başlı köpek uluyor dedim.

Gölgeler içinde Akheron geçiyor, dağ balı kaya kovuklarından sarkmış, çayır lalesi, düşmanının kanı ile dumanı tüten soğuk demire bulaşıyor, çevrede su çiğdemi, kuş tanrılar ve kaya korukları salınıyordu.

Herkül aşkına diye bağırdım. Baba iki çocuğunu yitirdi, az zaman sonrada öldü ve hemen ardından iki çocuğuna kavuşan bir baba olarak anıldı. Tolgalı akbabalar saldırıyor, yaya ve atlılarla dolu Eleusis ovası karışıyor ve Hromgla manastırı dev kapısıyla sırıtıyordu.

O denli tatlı bir erinç içindeydiler ki… Roman yazmak için öyle kendinden geçmek gerekiyordu ki, Dostoyevski'nin kapısını çalıp, Budala'nın kahramanlarından (Nekrasov) için aşağıda bekliyor dediler; ‘Giyinip hemen geliyorum, biraz beklesin’ dedi!..

Uranus'ta kokladığım çiçekleri düşündüm o an.

Bir göl geçti duvar üstünden
Güneş su içti tenekelerden

Cebrail kanadından at, İsrafil tüyünden yelpaze, Pervin derler sema öküzü... Düşman kalbi gibi, zümrüde bakan yılanın gözüne sürme çekip kör etti. Yemen sultanı Süheyl, çil keklik, davudi sesli kuşlar ve şurada öten çalı kargası!.. Sülün kanı içen güneşin dudağını yılan soktu, seher kuşu horozla, cennet kuşu melekler ağladı

Tinnitus (kulak çınlaması) sayrısı oldum sevgisinden, Ermenistanın Arguşani kralları, Armenian kralı Büyük Aşod, Kudüs'te yıkıntılar üzerinde ağlayan yalvaç Yeremya, Alpaslan Ani yi almış, Kürt Hanedanı Benî Şeddâd'a mensup Dıvin ve Gence emiri Ebulsevar'ın oğlu Fazl'a vermiş, Karanlıklar ülkesi Lemurya, palladyum ve ksenon elementi, düşlerdeki gibi anımsanmaz gamzeler vardı yüzünde, uçucu Pandas, yani titizlik tanrısı. Kısa Pepen ve Haberci tanrı Merkürcüğe dedim ki;


Su nilüferinde bir Buda gördüm, güneş arabalarına bindim, buzağının ve tahılın ruhuna erdim, sığırtmaç Habil geliyordu uzaktan, sığır tanrısı Lahar'la beraber. Kabil Nod ülkesine geldi ve orada oğlu Hanoh doğdu, tanrı oğulları insan kızıyla evlendi ve devler ve Nefilim oldu ve işte Düşmüş Olanlar!.. ın öyküsü buydu...

Yeni tiranlar uyanıyor şafakta, Napolyon uzun boylu görünmek için koltuktan ayaklarını uzattı. Karavelaya biniyoruz deniz yolunda, Sargon kralı, terzi Hermes'le konuşuyor, zamanın yağışını izliyorduk gökte... Bu bahçedeyim işte ve nasıl geldim bilmiyorum bu bahçeye…

Hazar'dan su içen bir keçi indi yanıma, bitki yasalarının işleyişini sordu, Lübnan dağları arasında, bir mezrada gömülüdür Nizam dedim. Kış bahar yüreğimdedir diyor ama inanmıyorduk, çok sevildiği için ademoğlunun çarmıha gerdiği bir adam geçti önümüzden, anlağın sınırını dinledik, çalı kasırgaları esti kederinden.

Fiyodor'a, Raskolnikov aşağıda sizi bekliyor dedim, gene inandı ve hemen giyinip geliyorum dedi. İstediğin kadar karanlık vereyim, giden geceyi durduramazsın. Humbaracı Ahmet Paşa ve Uyvar kalesi ağlıyor. Bir adam ışıltılı bir vitrinin önünde kravatlara bakıyordu, caddenin tam karşısından bir adam gelerek, mağazanın vitrini önünde duran bu adama bütün gücüyle saldırdı ve ağır yaraladı, adam kaldırıldığı hastanede uykusunda öldü ve saldıran kişi olayın nedenini açıkladı 'Onu ben sandım'.

‘Songün’ yaklaşıyordu, çünkü kaplan dendikte onu peydahlayan kaplanlar, ona yem olan geyiklerle, kumrular, o geyiğin beslendiği çimen, çimene analık eden toprak, toprağı doğuran gökte denmiştir. Çünkü cins atlarının üzerinde giden yirmi avcı ve önlerindeki yirmi av köpeğinin kovaladıkları bir tilki şöyle dedi;

Kuşkusuz beni öldürecekler, ama yaptıkları ne denli aptalca, çünkü ben yirmi tilkinin yalnızca bir adamı avlayıp parçalamak için, yirmi beygire binerek, yanlarına da yirmi kurt alacak kadar ahmaklık edeceklerini sanmam ve inanın böyle bir şeye, ölsem de inanmam!..

Tilki sözünde durdu ve ne yazık ki dediği oldu!..







*








ENTROPİ

Uzay zamanda geçmişi özlüyoruz
Mars dudaklı Apollinius’la Venüs’ten bir Ciğerhun geldi.
Gelenekler yaratarak geleneğe karşı çıkıyorsunuz diyor.

Gerçek imge saltık çağrışımlar yaratır
Kierkegaard ıstırabı, Erebos cehennemi, Aldair’in atı
Beserabya’dan elmas tacıyla
Süzülüyor bir kaya kartalı

Adenli’nin tiradı.

Her ölümüzle küçük bir evren modeli de yok olup gidiyor
Homotik yüzüyle Merih Sultanlığı’ndan bir hüdainabit;
Uzay tüccarı öldürüleceğini anlayınca
Allah diye çığlık atıyor.

Metaforun yüksek cebiri
Kaç bekerel gül kokusu istiyorsun Parcifal
Pigment molekülleri, gliyal hücreler, ekvatoryel bakışlar

Enceladus’a gidiyorsun Safina’m
Sodyum buharıyla yıkanacaksın!
Sarı ıssızlık, şeftali çiçekleri, arılar

Ve işte orada Lugones’in kitabını okuyorlar

Pitjantjatjara, kırlangıç sokağı, dolunay,
Yitirilen anlamlar...

Çınlayan arı kuşu, yapraklar, kır perileri
"He kissed away her tears"
Pers hükümdarlığından bir çocuk, su satıcıları

O dişil mavi tenin, çarpmayan elektrik, kristal aynalar…

Gözlerim kanı yeşil olarak görüyor.
Petronas kulesi, kadril dansı, Babilonya’m...

…İnsanı bir pıhtıdan yarattı
İşaretleri buldu, bölenleri böldü
Kanıtladı kendini kendisiyle
O kanatsız, mekatronik tanrılar


*



PERİFERİ

Tanrının düşlerini kısıtlayacak bir umar arıyoruz
Efere’eytümüllâte vel’uzzâ ve menatessâlisetel’uhrâ

Entropiye uğruyoruz burada
yavaş yavaş çöküyor evrenimiz...

Seni görmek istiyorum ama gözlerim bunu engelliyor
sevmek istiyorum ama kalbin bunu engelliyor
sana gelmek istiyorum ama ayaklarım buna karşı
sarılmak istiyorum doyasıya
ama kolların bunu istemiyor
dokunmak istiyorum sonsuzca;

Ama aramızda Planck Duvarı var!..

Viskozite oluyoruz, elastisite
kardeşlerimiz elimizden tutmuyor.

Zamanın sonuna atlarla gidiyoruz
entelektüel atalarımız kovuğundan çıkmıyor.

Işık yılları boyunca evrende yüzüyoruz

Isıyı elektriğe dönüştürüyor
ayaktan insan oluşturamıyoruz...

Su maymunuyuz belki de
Mahadeva tanrımız
bir postalın buyruğundayız
gözündeyiz fırtınanın!..

Renksiz yeşil düşler gibi
öfkeli biçimde uyuyoruz
susayan suyuz biz...

Elen vazoları,
kara alevlerle sarılı deniz
altın sönümlü kuşlar,
sen ve ben
kendimiziz.

Guguk kuşu kalan yaşamımız için öter
ve zamanın kuzeyden geldiğini söyler
ve hiçbir yere gittiğini...

Asimptotik belirgemiz
kuğu denizler boyunca yüzer!..

Ölüyor ve bir tanrı oluyoruz belki de
Mushaf ve Pozantı’da
ve orada, metalik renkte

Bir Moğol’un kanındayız şimdi…



*



V ÜÇGENİ

Güneş çöllerinde yüzüyor, Tarık ile Diana’m
Buzdan kafeslerde yaşayan Samanyolu leoparı
Ve Neptün’de serçeler kanadını okşuyor Budjak’ın.

Her sabah kollarımızı açtığımızda İsa oluyoruz
Tanrı aramızda oturuyor ve tüylerini yalıyor leoparın
Zamanın kuzeyden geldiğini söylüyorlar
Elektronik serapta canlanan anılar
Ve işte neon ışıklarında beliriyor teyzem

Arayış ne güzeldir sayısız varsayım olasılıklar
Gece vakti altın anahtarın kilidimde şıkırdıyor
Buz tutmuş ateş ve gözlerden oluşan ejderhalar.

Zaman yelinde geçen yıllar ve sonsuzca beklentiler
Bizi yakalayan bakış
Kuğu tüylerinin atomaltı dengesi anileyin
Hamile bir kadına dönüşen burnumdaki gölgeler
Denizin sırtında adaya gittiğimiz gün
Cantor kümeleri, doğadışı gerçekler...

Kanatlı ceylan soylu karamsarlığın simgesi
Yer çekimini durdurabilen Lezgi
Ölü Toronto, bizon kılıç, at İskender
Rabat’ta çoğalan sütler
Ve deniz ifriti...

Güneş göllerinde gülüyor Tarık ile Diana’m
Reenkarnasyonal tavırlar
Tanrıya yaklaşabiliriz ama asla dokunamayız diyor Zeus
İnsan bir bilgisayar.

Avcının astığı kuş
Ceres’te yürüyen canlı, Satellit.
Çembersi olan; tanrısız evrenin ürkütücülüğü
Ve gezegende kelebekle kilitli kalan bir kelebek ne yapar

Menandrolar ve nemfomanlar yaklaşıyor işte aleluya
Gece vakti altın anahtarın içimde şıkırdıyor
Uzakta Sirius doğuyor, güneş batıyor, evrenler usulca çarpışıyor.

Anılar…



*



NEMESİS

Ülkem diye bağırdım düşleyen okyanusa, geldi lagoslar kanat çırparak

Lamia’mıydı o, bir çayır denizinden, süzülüveren işte, aslan ağızlı yolda

Kaosun gezegeninde işler yolunda, defne kokularıyla taçlı, ikizler sokağı.


Eridanius’un ırmağı bastı geceyi, ölümsüzlüğü gördü Orion,
indi güneşten bir paraşüt; karaca.

Magnesia’daydık sonraları, dolunay parlıyordu partiküller arasından,
gizençli hiçbir şey kalmadı artık;
uykulu mırıltılar geliyor korudan…




*



HAN GEZEGENİ
(MÜLDÜRGRAT)


‘Gerçekte tanrı, yalnızca bir ayrıntıydı’


‘Nerede’ yazılı bu eski sağrakta, gizil bir göktaşı

Erkil bir kaya, orada kıstakta, ıssız ağaçlar altında

Siborglar geçiyor dağ köylerinden, kırmızı demon kolonileri

Lâlelim Dor işlemeleri, Pessoa dizeleri, zülüflü baltacılar

İnci salip atlaslar, zaman zaman içinde, hunhardı büyük ataları

Han soyundan kuğu kanı içer bir Moğol, gezegen irisi atları

Aşıkâne bir kuark, safkan kirpikler, öyle soyluydu ki onlar

atomdan ayaklarla kutuplar aşmışlardı

Narodnik budunlar, kitap çiftlikleri, nalları ters voyvodalarla

Mars’a ulaşmışlardı



*



KUSUR ÜZERİNE DİYALOG

TANRI- Seni yarattım.
İNSAN- Çok yücesin.
TANRI- Değil.
İNSAN- Bağışlayıcı rabbim, neden?
TANRI- Yaşadığımı ve varolduğumu biliyorsun, kabul ediyorsun!
İNSAN- Ne şüphe!
TANRI- Öyleyse kusurluyum!..
İNSAN- Anlayamadım.
TANRI- Ben gözleri bile sonsuz ışıltıya boğamayanım.
İNSAN- Buyursanız…
TANRI- Yaşlılıkta zayıflıyor ve kör oluyor onlar...
İNSAN- Kerim olan! efendim!..
TANRI- Yaşayan ve varolan her şey kusurludur, kusur barındırır.
İNSAN- Bağışlayıcı rabbim…
TANRI- Ve insanoğlu belki çözüm bulabilir, tüm yaratılanlar adına bir çözüm?
İNSAN- Düşünüyorum…
TANRI- Ve kusurlu göz için; kusurlu tanrı hiç olmazsa…
İNSAN- Efendim!
TANRI- …O çıkıntıyı yarattı!..
İNSAN- (Elini burnuna götürür, gözlüğünü düzeltir.)
TANRI- Kusurluluğun kusursuzluğu belki?..
İNSAN- Anladım…
TANRI- Teşekkürlerle şükretmelisin insanoğlu!
İNSAN- Lens efendim!..



*



E-MAİL



Yaşıyoruz düşünceye bağlı gerçeklikle...
Kara yazılı kabilelerin yazgısı;
Sonsuz yapaylık.

Burçlardan oklarla vuruluyoruz; gösteri sınıfı localardan.
Pasifik'ten gelen titreşimler kulak yıkıyor.
Kırmızı yoncalar tüketiyoruz, mozaik virüsler eşliğinde
Sintilatör liften müzikler dinleniyor…
Sedefler Senfonisi.

Öyküler, şiirler de yazılıyor, bellek kaydırmacayla,
başlık; Resul’un Kanatları…

Kan dolaşımı gereksiz, sanal odada Harvey Museum.
Ayrıksı komşular da var; Pupa, Pompa, Arcturus.
Gautama’nın Yolcusu sayıyor ölüleri…
Gemiyle kral geldi!
Dinleniyor çöl rengi aslanların uluduğu bahçelerde
Ve sinemalar, adım atılmayacak kadar dolu.

Bu yüzden Merih, sürekli tüketiyor gözlerimiz
Işık yurtluklarında, zaman dışına çıkıp uyuyoruz
Ve kovalent kanatçıklar salıyoruz geçmiş uygarlıklara

Umarsız olma, salt ölmekten, yaşamaktan yorgunuz
Ve burada sürgit düşünüyor, anıyor
ve arıyoruz…



*



POLARİS

Gerçeğe peçe vuruluyor burada...

Panama ayı süslüyor geceleri
mavisini sallayan engerek otları
eter tabakası boyunca
yıldızları yalayarak uzaklara
taşıdı onu.

Balçıktan atalarımız
doğum kaşıkları
ve deniz sazlarından kılıcımız
öğle güneşinin üzerinde
acımasızca yüzen
ışıktan toplarımız!..

Derin ve sonsuz gecede
kara urban atlılar
ve ağlaşan çocuklarla
matriks ve Gödel öğretileri
-kuşku duyuyorum yine de-
insan figürü onlar ruhları sakallı
ve Balancar’dan sürülüyorken işte

Yine de gülümsüyor o...

Elinde fenerler uçuran papağan
yol gösteriyor sana;
kükürte doyurulmuş yamaçlar
dikenli teller ormanlar ağaçlar
samandan taçlarıyla inliyor işte;
Adversus annulares’in son sayısı.

Ve bir gece önceki çisenti
ıslak alevler siyahsı küller
çözülmez bir dil, Yunancalar, kodeksler
iki sol bacak, hep kendini gören yüz

Yine de gülümsüyor o...

Tırnaklardan fırlayan oklar
geriye doğru uçabilen şey
demir yüzler, demir gözler, devinimler
yalağın yanı başında uluyan mutant
çürüyen zaman dönerek çöken çark
ve damarlarımızdan akıp giden çağlar
ufukta beliren aynalarda, yansımalarda
kargaşalar ve kaosların belirişi
ve akıntılarda süzülen denetsiz
bir tek ve yalnızca görebildiğim işte

Yine de gülümsüyor o…

(Söyle bana, bütün bunlar yetmez miydi!..)



*



PARADOKS

Düşünsel alışveriş anlağı döllüyor.
Dünyamız giderek bizden uzaklaşıyor.

Sankar’da açılan kuyularda
vızıldayarak ölüyor arılar.

Kör imgeler, Samsatlı Lucianos, Hürü Ana
İki Acem kılıcı gibi kaşları.
Gözler, bir yere açılmayan kapılar.

Çepelpuç; ilkel ve çağdaş voyvodamız
Deve ve serap, doğacıllığını koruyan din
Plazada uluorta asılan tüccar.

Sanrılar, insan çığlığından ölen balina
Öteki olduğunu fısıldayan Bohemyalı
Panizm…

Ve Persî bir prensteki geleceğimiz.

Tanrıdan önce gelen tek şey eseme
Otrar kentinde geçmişe yönelen zaman
Yüz yılın sonunda konuşan kedilerimiz.

Omurundan
Ceyhun’u aştık Turfan’ı geçtik
Ve Hubyarlar karşımızda işte!

Biricik bengisu ben
Bir yaratı yuvarı Avesta’mız
Ben’in tanrısı ben

Sonsuz açılım, tek tin, tek töz

Her şey kendisi.

Maddenin isteri düşünce
Düşünce ise madde!..


*



SEVDAÇEKEN

Maral bakışlı bir düş geçiyor acılardan
diyorum ben

Ağır metaller gibi, uzaysı sevi
ve ah ki bakılışı güzel

Reyhansı tözden ve süzülen,
bir Sümer koku,
arzunun karanlık nesnesinden

Alkeion ki doğrulur korulardan,
bir masal geçiyor burada,
bir taç yaprağı

Leylak büklümlü, bir kara yoru
ırmak bir peri geçiyor
ölümlerden diyorum ben.



*




GOR ÇUKURU

Ey gericil düşüncelerimiz
Kör kayalar, dağ gelincikleri.
Rameau; düşsel bir senfoni.

Geleceğimizi unuttuk
Hindolojiden gelenler;
Fransız değiliz diyor.

Yıldızlar kucaklıyor bizi;
Nişaburlular gibi.
Ey Saksonya elektörü
Kardinal Richeliu
Ve işte ay gibi parlıyor yüzlerimiz.

Orada
Korkunç geçitleri dağ başlarının
Pan’ı çıkarıyor karşımıza
Rüzgârın hışırtısı ve meşelerin ıslığı
Sağaltıyor canımızı.

Solomonaleykümler
Korint gelini
Balbal taşları
Uçuşan guguk kuşları

Tepelerden gelen uğultu…
Aspurakan kralı
Ovit dağı

Kuşun soluması,
Üç kulaklı kaplan,
Şarlotan

Akşam karanlığı
Köknarların çangırtısı
Ve ormandaki kümeleşme

Justine,
Bir Ispartalı gibi hızlı mızrağıyla
Süreyya yıldızına doğru uçarken güvercin
Ayasofya ve Yerebatan’dan geçiyor
Aşkın kanatları ne cin dinliyor, ne de Çin-i maçin

Ah çıldırtıcı çığlıkların ‘sapiensiyiz
Delicesine koşan
Düzensiz adımlarımız
Boynuzlarla, ışıklarla
Şeytanın fırtınasını parçalıyor.

İsa bu köye uğramadı yaygaraları
Tarkovski çiçeği
Behnan Şapolyo okumaları

Matriks ve döl yatağı
Engizisyon cadısı, Frankeştayn
Gagarin sokağında olup bitenler
God, Godot, Vizigot
de Tott

Pollution, mor tanrılar
Sms sinyaliyle öldürülen adam
Ve Tebriz’de
Kuyuya düşen Murat Paşa…

Dalay Lama, Cundişapur, Volapükçe
Kaldığımız Nepal oteli
Hayretle gözlemlediğimiz Roma Çukuru

Vesaire, vesaire, vesaire…



*



TASIM


Eğer dokuzu on geçe bana gelebilseydin
konuşurduk,
tanrı, sen ve ben.
Leylakların altında soluyorken
bir tür cenneti...
Arıyorken sonra, onun genlerinden süzülen
o “Son Perde”yi.

Denizleri düşlediğin yerde
seni bekliyorum ben
İnerken kalkerlerin arasından
-o sonsuz beyazlığa-

Nar çiçeklerinin, yıldızlarla döküldüğü
o ışıksız gecede
Çağanozlar yürürken kıyılara,
sürülerle, eşsiz ezgilerle, alaylarla

Eğer konuşabilseydik seninle,
suların sessizliğinde
Re diyecektim Brahms’ın,
o Slovak resmine; Re!..
tanrı, sen ve ben
koşarken;

hiçliğin o sonsuz gecesine…





*





HRANT DİNK
(Şitsorka)

H
Hasbilgiyi aradılar. Habanera yaptılar. Habiptiler. Hakir gördüler. Hakkâktılar. Halâskar oldular. Halifeler tanıdılar. Hanedanlar bildiler. Hanefiydiler. Harfendazdılar. Harezmiyi bilirdiler. Harnup yediler. Harputa gittiler. Hasenattaydılar. Havan topu kullandılar. Havraya girdiler. Harç kardılar. Hartuç sürdüler. Haç taktılar. Haca aktılar. Hazarı istediler. Hedonisttiler. Hegomonyacıydılar. Helikon çaldılar. Herbivordular. Heterodoks oldular. Heyamola çektiler. Hezareni kokladılar. Hilkattiler. Hindologtular. Hipotenüsü buldular. Horantacıydılar. Horozbina sevdiler. Horoz fasülyesi yediler. Hundular. Huruç ettiler. Hurç sordular. Huşu içindeydiler. Hûlya kurdular. Hümanisttiler. Hünerleri vardı. Hüngür hüngür ağladılar. Hûnsaydılar. Hûvelbaki dediler. Hûzmelere büründüler. Hıdırlık ettiler. Hidrofildiler. Hilozoizmi tanıdılar. Hint irmiği yaptılar. Hipotetiktiler. Hornblenti bildiler. Horoz ibiğini sevdiler. Hotozları vardı. Hunhardılar. Hurdalıktılar. Hurdahaş oldular. Hurufîye erdiler. Hûma kuşuydular. Hûmayundular. Hünkârlar beğendiler. Hünnap diktiler. Hürmetkârdılar. Hüt dağını biliyorlardı. Hûveyda idiler. Hüzzamı severlerdi. Hüzünlüydüler. Hilafeti aradılar. Hakikati sordular. Hayz görürlerdi. Hasılatı böldüler. Hülasa böyleydiler.

R
R bacaklıydılar. Rablerine bağlandılar. Rabbaniydiler. Raca ve ricacı oldular. Rahim olandılar. Radonu tanıdılar. Rahmaniydiler. Rakunu bildiler. Rekorlar gördüler. Rapsodiyi sevdiler. Rebap çaldılar. Recm ettiler. Redoksu anladılar. Rebetiko oynadılar. Remil attılar. Reomürü tanıdılar. Resuldüler. Reşittiler. Retoriktiler. Revak gördüler. Revnakı tanıdılar. Revolver kullandılar. Ringa yediler. Rikkattiler. Rodeo yaptılar. Rodezyayı aradılar. Rokforu tattılar. Ruam oldular. Rokokoya baktılar. Rondela kullandılar. Rüçhandılar. Rüsvaydılar. Ruz idiler. Remz oldular. Rüzgâra karıştılar.

A
Ah ettiler. Abayı yaktılar. Abajuru buldular. Arıları aşıladılar. Abakûsü saydılar. Abanoz kestiler. Abaşo dediler. Abaza peyniri yediler. Abdal-ı pîr oldular. Abdest aldılar. Abdûlleziz tattılar. Aborijindiler. Abrakadabra öğrendiler. Abustular. Acembuselik oldular. Acemborusu çaldılar. Ağalık sürdüler. Acem kılıcıydılar. Acem lalesi kokladılar. Acırga yetiştirdiler. Acınç içindeydiler. Ağılları doldurdular. Açıortayı buldular. Açlık grevi yaptılar. Adagio dediler. Ada soğanı ısırdılar. Adil oldular. Ada tavşanı gördüler. Ad çektiler. Âdemdiler. Atlarla geldiler. Adezyonu tanıdılar. Adrenalin yükselttiler. Afazi belirtisi verdiler. Aforoz ettiler. Afrikayı gördüler. Afsunluydular. Afyon çekiyordular. Agnostiktiler. Agoptular. Agoraya girdiler. Agrafiydiler. Agronomi öğrendiler. Ağları gerdiler. Ağıt yaktılar. Ahireti gördüler. Ahir zaman bildiler. Ahiret peygamberiydiler. Ahitleri vardı. Akabeyi geçtiler. Aktiumda savaştılar. Aktinyumu tanıdılar. Alayuntluydular. Aleksiydiler. Algarina çalıştırdılar. Alizarin kullandılar. Amnezi oldular. Analjeziye uğradılar. Ardes dağlarına gittiler. Anzarot ağacını yoldular. Apukurya yaptılar. Arkegonu öğrendiler. Arnika yediler. Adaklar adadılar. Ayetler bellediler. Asal gaz ürettiler. Ayandon fırtınası gördüler. Acılar tanıdılar. Aya çıktılar. Ahuramazdaya vardılar. Alametifarikaydılar. Allahı tanıdılar. Asiisa oldular.



N
Nakit severdiler. Nusayriydiler. Nekaistiz dediler. Nekeslikleri vardı. Nekreydiler. Nekroz biliyorlardı. Nektarı tattılar. Nemçeye gittiler. Nemruttular. Neojen devirdendiler. Neolojizmi buldular. Neon kullandılar. Neoplatoncu oldular. Nepotizm yaptılar. Neoplazma gördüler. Neptünü geçtiler. Nergisi kokladılar. Neşideler neşidesi yazdılar. Nü idiler. Nüdist oldular. Naat dökerdiler. Nahiftiler. Nakkare çalarlardı. Nakkaştılar. Nalbant oldular. Nalçaları vardı. Nal çakarlardı. Namzettiler. Nalın giyerdiler. Nalburdular. Nanik yapardılar. Nano teknolojisttiler. Nar çiçeği bilirdiler. Narenç yetiştirirlerdi. Nar balinası gördüler. Nârıbeyza oldular. Narkoz alırlardı. Nas yapardılar. Nasırları vardı. Natır kullanırlardı. Naylonu buldular. Necef taşı severdiler. Neferdiler. Nefrit çekerlerdi. Negatiftiler. Nükleonu buldular. Namekan olurlardı.

T
Taassupluydular. Tabuları vardı. Tacirdiler. Tüveyç severdiler. Taflanı kokladılar. Tahnitliydiler. Talancı oldular. Tamtam çalarlardı. Tango yapardılar. Tanrı kayrasıydılar. Tanzanyayı bilirdiler. Tapir görmüşlerdi. Tasımcıydılar. Taşçıl dediler. Taşikardi oldular. Tatar ağasıydılar. Tavan süpürgesiydiler. Teflonu tanıdılar. Tekilaycıydılar. Tekfur gördüler. Tektanrıya inandılar. Telefon ederlerdi. Tüvana idiler. Telkari yaparlardı. Tinle tündüler. Teslis okudular. Temaşaya geldiler. Taslak böldüler. Turnayı tanıdılar. Tuyuğ çektiler. Tümen oldular. Tabur soydular. Tabya takımdılar. Tecim evi açtılar. Tafra sattılar. Tahterevalli yaptılar. Tamburiydiler. Tamuya gittiler. Tanjant ölçtüler. Tantanalıydılar. Türap içindeydiler. Taoisttiler. Taraçaya baktılar. Taş devrini gördüler. Taş levreği yediler. Tatlı su içerlerdi. Tavernada oynardılar. Teğet geçtiler. Tekerleği buldular. Tekvin dediler. Tırnaklarla kazdılar. Telekleri vardı. Tellaldılar. Temas içindeydiler. Temel atardılar. Turunç yediler. Tülbent örttüler. Tümör oldular. Tabut sardılar. Taciktiler. Taç attılar. Tahıl yetiştirdiler. Tayfa oldular. Tampon kurdular. Tan ağarttılar. Tank yaptılar. Tan yeli beklediler. Tapınçta bulundular. Tarla kuşu sevdiler. Tasma taktılar. Taşıl oydular. Tavuk karasıydılar. Teke sakallıydılar. Tektoniktiler. Telef oldular. Telgraf çektiler. Telli turnam dediler. Tembeldiler. Temerküz kampları vardı. Tuvaca konuştular. Tüneklediler. Temren yaptılar. Tenya tirişindiler. Terastan baktılar. Teravih kıldılar. Terebentin sürdüler. Termit yediler. Turgor oldular. Teşrinievveli gördüler. Tevatür çektiler. Tungsteni buldular. Tımar yaptılar. Tundrayı bildiler. Tırnak kestiler. Toynak sivrilttiler. Tuğra yazdılar. Tibet sığırı sordular. Tunç gibiydiler. Tifüstüler. Tilki kuyruğuydular. Timsah gözyaşıydılar. Tirendazdılar. Tirhos vohozu yediler. Titrem yaptılar. Toharca bildiler. Topaz gördüler. Toprak kölesiydiler. Topuz sardılar. Tuğluydular. Torero oldular. Triatlon atladılar. Torpido gözüne baktılar. Toygarca uçtular. Töre tören bildiler. Töz oldular. Trakunyaydılar. Trombon çaldılar. Tirbuşonu buldular. Troçkiye kızdılar. Tersanede kaldılar. Teraziyle ölçtüler. Teres dediler. Temyiz ettiler. Teşneydiler. Teşrinisaniye vardılar. Tevrat okudular. Tınaz savurdular. Tırpan seçtiler. Ticaniydiler. Tilavet yaptılar. Tilmiz oldular. Tiramola dediler. Tirfillenme gördüler. Tiroitleri vardı. Toht yaptılar. Tolga giydiler. Topoğrafiktiler. Toprak sıçanı tuttular. Toreadordular. Torlaktılar. Tugay kurdular. Travers yaptılar. Trençkot dediler. Tröst bildiler. Tuba yarattılar. Tufana kapıldılar. Tortu içtiler. Törpü yaptılar. Tragedya okudular. Trampa dediler. Teneşire geldiler. Terane ettiler. Terapisttiler. Terbezleri vardı. Terkibibent yazdılar. Tetanos oldular. Tevarüs kaldırdılar. Tılsımlıydılar. Tırabzana tırmandılar.Trabzona geçtiler. Tiabendazol kullandılar. Tifo dediler. Tirandılar. Tirat geçtiler. Tirhandil yaptılar. Titana gittiler. Tohum ektiler. Tonozluydular. Toprak işlediler. Topuktan vurdular. Tornistan yaptılar. Tozan oldular. Tövbekârdılar. Trakeyi bildiler. Trampet çaldılar. Toteme taparlardı. Tanrı suretiydiler.

D
Döllenendiler. Dadaisttiler. Dağlıydılar. Darbe bildiler. Dağ ispinozuydular. Darbımeselciydiler. Davudi sestiler. Davul çalarlardı. Dakara giderdiler. Dekatloncuydular. Delta gördüler. Demiri buldular. Demiurgostular. Demirhindi yediler. Demirperde kurdular. Demoklesi tanıdılar. Deniz hırsızıydılar. Deskriptiftiler. Demirdikeni tanıdılar. Dil avcısıydılar. Dil atlası oldular. Dilbazdılar. Dilberdiler. Diskurları vardı. Dolmeni bilirlerdi. Dominanttılar. Dülgerdiler. Dominyondular. Düğün çiçeğiydiler. Dragomandılar. Dümendeydiler. Doğrulam tanıdılar. Dublörleri vardı. Düvel dediler. Dram yaptılar. Ditrambos gördüler. Divana durdular. Divitle yazdılar. Drahmi aldılar. Drahoma verdiler. Duyargalıydılar. Dretnot yaptılar. Duvak giyerdiler. Düş içindeydiler. Duvarlar ördüler. Düşman oldular. Duahandılar. Drosera bildiler. Durgu gördüler. Dilmaçtılar. Debbağdılar. Debdebe yaşadılar. Deccaldılar. Defineciydiler. Defne kokladılar. Dehliz yaparlardı. Dekadandılar. Dekametreyi buldular. Descartesı yarattılar. Dekovili ittiler. Demagogdular. Demirkazık gördüler. Detant yanlısıydılar. Deniz kozalağı yediler. Deniz pırasası sürdüler. Desibeli tanıdılar. Duygandılar. Diasporayı bildiler. Difenbahya ektiler. Diktafonlar kullandılar. Diktatördüler. Düellocu oldular. Dibek dövdüler. Düet yaptılar. Dinktiler. Diplarya yediler. Diploiti bildiler. Dişindirik geçirdiler. Domestiktiler. Domuzotu ezdiler. Dragondular. Donördüler. Döşleri fırlardı. Döşekte yatandılar. Dölleyendiler.

İ
İdris ağacı yetiştirdiler. İblistiler. İbranca bildiler. İbrik taşıdılar. İbrişim kullandılar. İçdenizde oturdular. İçitleri vardı. İçrektiler. İçtinap içindeydiler. İdamı bildiler. İdefiksi buldular. İlarya yerdiler. İlhanlıydılar. İlkinsil olandılar. İllüstrasyoncuydular. İlmihal okudular. İmgeyi sevdiler. İmparator karşıladılar. İmrence içindeydiler. İmroz beslediler. İnancaları vardı. İnce ağrı çekerdiler. İncitilen ruhtular. İdeayı bildiler. İdil yazdılar. İffetleri oldu. İğdiştiler. İğreti dururdular. İkbal içindeydiler. İkilemleri vardı. İkircimdiler. İklimler yaşardılar. İksir içtiler. İlbay oldular. İlenç içindeydiler. İlgeç bilirdiler. İlistir kullandılar. İllaki derdiler. İllüzyonları vardı. İmansızdılar. İmitasyon severdiler. İmrahorluk yapardılar. İmrenç duyardılar. İmsaklara kaldılar. İncil okurdular. İncik kemiği kırdılar. İndividüalisttiler. İdoller aradılar. İfriti buldular. İğ ağacını bildiler. İğrençlikleri vardı. İğ yağı içerdiler. İkebana yapardılar. İkirciktiler. İkonlar öptüler. İkonoplast oldular. İlahlar yarattılar. İlahisin dediler. İlinek bilirdiler. İlkeldiler. İllettiler. İlmek yaparlardı. İman tahtaları vardı. İmleç bulurdular. İmrenti içindeydiler. İnci severdiler. İncir kuşu sordular. İndüksiyon kullandılar. İpnoz olurlardı. İranisttiler. İrkinti içindeydiler. İrseni tanırlardı. İshal olurlardı. İskandile asardılar. İskele kurardılar. İskete dinlediler. İskorbütü bildiler. İslav oldular. İspanyol nezlesiydiler. İspenç beslerdiler. İspermeçet tutardılar. İspiralyadan bakarlardı. İstavroz çıkarırlardı. İstif yapardılar. İstralyacıydılar. İşkembe içerdiler. İşkence severdiler. İşret meclisiydiler. İşportaya geldiler. İt dirseği oldular. İyodürü buldular. İzobarları vardı. İnleyenciydiler. İpliksi giyerdiler. İris kokardılar. İroniktiler. İseviyiz derdiler. İsilik olurlardı. İskandinavyalıydılar. İskeletleri vardı. İskitçe gülerlerdi. İskorpüt olurdular. İs içindeydiler. İspençiyarı tanırlar. İspinoz sesiydiler. İspirto içerlerdi. İstençliydiler. İstikrah ederlerdi. İstrongilosu bilirdiler. İşkilliydiler. İştahları vardı. İveğendiler. İyon yuvarıydılar. İzomeri sorarlardı. İnsandılar. İrinleri vardı. İrkildiler. İrsiyetli bakıştılar. İshak kuşu gördüler. İskambil açardılar. İskarpin giyerlerdi. İskemlede otururlar. İskonto yapardılar. İspanyolettiler. İspari bilirdiler. İspendektiler. İspiyon ederdiler. İsrafili görürdüler. İsterleri vardı. İstiridye alırdılar. İşitim içindeydiler. İşkilsiz olurdular. İtalik yürürlerdi. İyoniktiler. İzotermi bilirdiler. İnsani ol derlerdi. İnsansızdılar.



N
Novayı tanıdılar. Nosyonu kullandılar. Nogay olurdular. Noeli bildiler. Nevbaharı geçtiler. Nevralji oldular. Nevroz gördüler. Nevruzu yaşadılar. Newtonu ölçtüler. Nevyunani oldular. Nörotiktiler. Nifak arardılar. Nihilist olurlardı. Nijer kaplanı dediler. Nikap takardılar. Nikbindiler. Nikeli tanıdılar. Nikris oldular. Nimbusu gördüler. Nitramiti buldular. Nitratı çözerlerdi. Nitrik asit içerdiler. Nitrogliserin yapardılar. Nümizmatiktiler. Naldökendiler. Nam salarlardı. Namahremdiler. Name yazardılar. Nalları vardı. Namerttiler. Namibyaya kaçtılar. Namusluydular. Namlu tanırdılar. Nankördüler. Napalm yaparlardı. Nara attılar. Nardenk yerdiler. Narh koyardılar. Narindiler. Narsistlerdi. Nasipleri vardı. Nasturiydiler. Navlun alırlardı. Neyzendiler. Nedrettiler. Nefir çaldılar. Norton eleğiydiler. Nehirde yüzerlerdi. Nüzuldular. Naziğiz derlerdi. Nazi olurlardı.

K
Kekreyi tattılar. Kabalayı bilirlerdi. Kabareyi buldular. Kabeyi yaptılar. Kabili tanıdılar. Kabristana gittiler, Kadril oynadılar. Kadmiyumu gördüler. Kadük oldular. Kaftan giydiler. Kağan seçtiler. Kağşaktılar. Kahhardılar. Kalemşörleri vardı. Kalubelâdan kaldılar. Kalyon bindiler. Kamarillaydılar. Kambiyoyu tanıdılar. Kambriyeni geçtiler. Kamineto yazdılar. Kançılarya oldular. Kanibalizm dediler. Keratini bildiler. Kandelayı ölçtüler. Kantara çıktılar. Kant içtiler. Kablelvuku idiler. Kaburgaları vardı. Kâbus gördüler. Kadanadan indiler. Kadavra oldular. Kadastroyu böldüler. Kamu severdiler. Kafkaslıydılar. Kâfirdiler. Kağnıya geçtiler. Kakofoni yaptılar. Kalebenttiler. Kalkanları vardı. Kalvenisttiler. Kamarottular. Kamberdiler. Kamus yaptılar. Kanıksadılar. Kantat çağırdılar. Kantona ayrıldılar. Kapriçyo idiler. Karavela gördüler. Karaimce konuştular. Kardinal tanıdılar. Karina idiler. Karlukları sevdiler. Kartezyendiler. Karyokinez bölündüler. Kastoru gördüler. Kunduzdular. Kaşmerdiler. Katafalka girdiler. Katavaşya oldular. Katedrale gittiler. Katır yılanı yediler. Kavaftılar. Kavalyeydiler. Kavram bilirdiler. Kayra idiler. Kebirlerdi. Keçeyi buldular. Keçiyi sağdılar. Kefaret öderlerdi. Kefen giyerdiler. Kehanet ederlerdi. Kelam söylerdiler. Kemiği övdüler. Kendir ekerlerdi. Kerkenez uçururlar. Kesit olurdular. Keten kuşuydular. Kethüdaydılar. Kevser içerlerdi. Kışlayı bilirdiler. Kısrak bindiler. Kışkırtanı bulurdular. Kontralto sestiler. Korida yaparlardı. Korvet sahibiydiler. Kölemendiler. Kösemeni tanırlardı. Ksenofobileri vardı. Kuartet söylerdiler. Kundakçıydılar. Kurganda otururlardı. Kuvars taşıydılar. Küf içindeydiler. Küffardılar. Kümbet yapmışlardı. Kubbeliydiler. Küraso içerdiler. Kırağı görmüştüler. Kamçılıydılar. Kırbaç bilirlerdi. Kır bekçisiydiler. Kırmızıya boyardılar. Kısır olurlardı. Kır çiçeği severdiler. Kız kaçırırlardı. Kibardılar. Konvansiyonel bilirlerdi. Korozyonu buldular. Kökenleri vardı. Karavaştılar. Kreşendo çekerdiler. Ksenon gazıydılar. Kuduzdular. Kunt oluyorlardı. Kurya sorguladılar. Kuvertür görürlerdi. Küfür ederdiler. Kükrerdiler. Külünk yaparlardı. Küsufa dururdular. Kikla bilirdiler. Kirvesi gelmiştiler. Kiyanustular. Klavsen çalarlardı. Kohezyona bağlıydılar. Kordofanda oturdular. Komanditerdiler. Kolofan sürdüler. Kondom kullanırlardı. Konglomera yaşardılar. Koral dinlerdiler. Kortekstiler. Köpek üzümü yerdiler. Köstekli saattiler. Ksilofon çalardılar. Kumpas içindeydiler. Kuran dilleri vardı. Kuranderi bilirlerdi. Kutan kuşuydular. Kuzgun kılıcıdırlar. Küfrandılar. Köknarlar keserdiler. Korsanlıkta yaparlardı. Kümültüde saklanırlar. Koralev büyütürlerdi. Kan severdiler.

(Sonra zamanlar geçti ve gökler gümbürtüyle dürüldü,
büyük beyaz taht ortaya çıktı ve onlar ateş çukurlarına doğru savruldu
ve buyrultular içinde olanla, büyük beyaz boğanın da maskesi düştü!..

Anlayamayacağınız bir zamanda geçti, burada anlattığım öykü…)



***