17 Kasım 2019 Pazar

ÖLÜ

Görüntünün olası içeriği: yiyecek

''İşte böyle yapıldı, atları iyi süren Hektor'un cenaze töreni''.
İlyada / Homeros

O tarihlerde, Truva'nın göksel merkez kabul edildiği, tüm Şehir Devletleri'nde, irili ufaklı Siteler'de, şöyle bir kural vardı; Barış karaları bırakır da, suya inerse eğer, savaşkan iki ordunun en güçlü silahşörleri bir araya gelir ve karşılaşırlardı. Kimin kaburgası toprağa değerde, öteki ayakta kalır, kimin kanı pıhtılaşır ve gözü yaşlı olurda, diğeri türkü söylerse, savaşı o taraf kazanırdı. Başlangıçta, bir takım kavgalar olurdu elbette, pusular, ikili, üçlü düellolar, adam kaçırmalar, yersiz kabadayılıklar.

Ne ki, koca karınlı gemiler, şarap rengi denizlerde, bunca insanı denizler ötesine, kara topraklara, ıssız bölgelere taşıyacak, güverteler, ambarlar bin bir çeşit levazımla, testilerle, fıçılarla dolacak ve siz insanoğlu; Gönüllüler, maceraperestler, çapulcu ve savaşçıların, bir kişinin bile boğaz kesmeden, gırtlağının tadına bakmadan, birinin bile burnu kanamadan, bir karış toprak çiğnemeden, baharın ve güzün ürünlerine el koymadan, talan ve yağmanın canhıraş feryatlarla süslü görkeminin tadına bile varmadan, kafataslar kadeh olmadan, alışılmış, o bildik yollardan geriye, evlerine, türdeş kulübelerine döneceğini umacak, elim safhalara göz yumacak, öylesi dualarla, budalalıklarla, tütsü ve yakarılarla bu beklentinin, zarar dışı, can yakmadan, ocaklar yanmadan, sağ salim, ölümsüz, güle oynaya, 'gidenin gelmediği, dönenin onmadığı', ruh yıkımsız, yürek yitimsiz ve bir anlamsız umarın kimesneleri olacaksınız. Suçun büyüğü sizde ve günahkâr olanda ne yazık ki sizlersiniz!..

İşte bu çatışmalar, çarpışmalar, toz duman içinde, yerlerde sürünen kafalardan, kargaşa, ilenç ve kavgalardan sonra, savaşçılar ve kurbanların gözü kanla doymuş, masumlar toprağı boylamış, kan ve göz yaşıyla besili toprak bereketini, kana kana ilahi gövdesine çekip, sindirmiş, kan suyu ve etle dolu yiyeceğini, kargışlanmış sayısız cesedini, tanrısal gıdasını ciğerlerine boca ederek yığmıştı ki, güneşin ateş gibi surları yaktığı, duvarlardan kezzap gibi terlerin süzülerek, sıcağın arı kovanları gibi kovuklara, çukurlara ve gölgelere aktığı bir ilkyazın son günlerinde, öğleden sonra, ikindi önlerinde, her iki tarafın en tez ayaklısı, en ağır silahlarla yüklü; ışık hızında mızraklar, ayı şak diye ikiye ayıran kılıçlar, güneşe varan oklar, gölgelere analık eden kalkanlar ve parlak, süslü toynaklar, keçeden, meşinden, manda gönünden, demirden, sağlam zırhlarla bezeli, çelik tolgalı, yıldız mahmuzlu, dev topuklarla, savaş arabalı, dizlikli, meşin çarıkları, ibrişim bağlı sandal, ceylan derisi sadak, kıvrık gagalı, arzulu yatağanlar ve bağcıklı, askılı tokyolar, tunç kargılar ve eşsiz ezgileri ve bulutlara değen, göklerde çalkalanan naralarıyla orduların en gözü pek iki yiğidi, en cesur, en cenk sever, en cengaver iki pusatlısı; Truvalı şahzade, Atlas yapılı Hektor ve Akhalı kral naibi, Herküli genç Aşil ortaya çıktılar!..

Meydan uğuldadı ve işaretler verildi... Deniz kıyılarında Helen birlikleri, Akhalar, birleşik site devletlerinin güçleriyle, 'isteksiz' gönüllüler, yersiz yurtsuz serseriler, köprü altlarını, kemerleri, susuz sarnıçları sığınak yapan aylaklar, işsiz güçsüzlerle, palas pandıras sahipsizler, pelül perişan kimsesizler, pejmürde, kurtsuz kuzusuz değneksizler dizilmiş, seyrediyordu... Truva tarafında tüm bir halk surlara yığılmış, mazgallar ve kulelerden, et yığınları, ayyaşlar, kralın yakınları, akrabalar, su satıcıları, vergi tahsildarları, şımarık çocuklar, deli dolu gençler, yaşlılar, asalı ve beli bükük kocalar, karılar ve solgun, gencecik yüklü kızlarla, karınları burnunda, abstraki, çilli suratlı, gamsız tasasız, neşe yüklü gebe kadınlar dizilmişti.

İki usta, kılıç suyunun Koçero'su, iki savaş arasının uyur gezeri denilesi, mertlik destanlarının, krallık maestrolarının çarpışması saatler sürecek ve günler birbirini izleyecek gibi görünüyordu. Yorulmak nedir bilmeyen, kanın içine doğmuş, bükülmez, çelik bilekli, şahin gözlü, çevik ayaklı, silahların ellerinde oyuncağa dönüştüğü, beceri ve ustalıklar, usa sığmaz cambazlıklarla el değiştirdiği iki yiğit; temaşayla aç ruhları doyuruyor, gönülleri titretiyor ve izleyenlerin yüreğini, göğü sarsan hançerelerle ağzına getiriyordu. Parıldayan yatağan, ışıldayan toynak ve tozluklar, yaldızlı mahmuz, katlı, kalın kemerler, kara bileklik, ardından dumanlar tüten, kıvılcımlar saçan mızraklar ve göklerde yitip giden oklar, talihli izleyicilerin düşler sepetini bin bir renk ve kişneyişlerle dolduruyor, akıl tasını doyuruyor, yüreklerine çağlayanların çelikten şarını, buzlardan buz sularını serpiyordu.

Tarih boyunca olduğu gibi, güçlülerin savaşını, soyluların kargışını; akıllara durgunluk veren, küçücük bir hata, iki cihanda düşlere sığmayacak, minicik bir aksilik belirleyecek gibi görünüyordu. Her iki kahraman, her iki cavalagöz, kuyruklu bir canavar gibi atılıyor, amansızca saldırıyor, tozu dumana katıyor, koşuyor, haykırıyor, atlar şahlanarak kaçışıyor, metal yorgunu ürken arabalar, bir sürtme, itme varmış gibi, ta aşağılara, yarların başına kadar sağa sola yalpalayarak devrilip, uzaklaşıyor, tolgalar kafa kafaya çarpışıyor derken, her iki yiğitte aradığı boşluğu bir türlü bulamıyordu.

Priamos yanlıları, çağdaş bir kentin ve ticaret erbablığının incileri, ustaları, çağın modernite bulgunu bereketli hilali, alış verişin altın kurallarının geçtiği, ortakçılığın belirlendiği, bayındırlık ve toplumsal birlikteliğin içselleşip, benimsendiği, sanki göksel bir buyruğun tüzeliğinde, mekanizma ve tekniğin, altın oranların, haktanır terazilerle işlediği düşler kenti Truva'nın; surlarını tıka basa dolduran kalabalıklar, büyük bir heyecan içinde karşılaşmayı izliyordular.

Akhalılar, buraya yağma ve talan isteriyle gelmiş Agamemnon ve korsanlar korsanı Odysseus'un yarıcısı Menelaos yanlıları, el koymacı konakçılar, çapulcular, nice gözü pek, yüreği kara serüvenci ordularıyla, sıradan insanlarda kavgayı içrek deniz kıyılarından, uzak yamaçlardan ve sağa sola serpilmiş küçük tepeciklerden, el yapımı 'tepeliklerden' rekabeti ağızları sulanarak, hızla yer değiştirip birbirine çarparak, itişip kakışıp, önlerine gelenin boğazına sarılarak, kimileri de dili kurumuş, ağzı yanık, dudağı uçuk biçimde seyrediyorlardı.

Truva'nın prensesi, eşsiz, biricik sultanı, geleceğin gözde kralı, yağız halefi Hektor'un narin ve zümrüt gözlü eşi Andromak herkesten fazla heyecanlı görünüyordu, ne ki Aşil'in hiç bir bekleyeni yoktu arkasında, o dağların, yamaçların, eteklerin çobanlığını yapan, düzlüklerde aslan hayaletleriyle boğuşan ve agoralarda ıslık çalarak dolaşan, çapulu adet edinmiş, bir kır tilkisi, bakılışı güzel serkeş ruhlu biriydi. Çarpışmanın bir türlü bitmek bilmeyişi, o küçücük hatanın, o can alıcı anın nereden geleceği konusunda insanların kendilerini, güneşin ve ayın oyunlarına, göklerin ve yıldızların kumarına terk etmesinin önünü, engelsiz ve dikensiz yolunu açıyordu.

Hava kararmak üzereydi, belki içgüdüsel bir sanıydı ama insanlar sabırsızlanıyordu, akşama kalmadan herkes evini barkını toplayacak, sığırları ahırlara dolacak, keçi ve koyunları ağıllara koyacak, sütler sağılacak, yumurtalar toplanacak, oraklarla otları kesip, şişlerle örgüler örülerek, işliklere, tezgahlara koşulacak, zeytin yağı değirmenlerine uğrayıp, küspeler, kavutlar alınıp verilecek, arpa mayalanıp, buğday ve kenevir değişilecek, haşhaş öğütülecek, çıkrıklar dönüp, demirciler, marangozlar övünecek, sular akacak, kızlar kolyeler yüzükler takacak, kalan zamanda, belki agorada, belki de taşla döşeli yollarda değiş tokuşlar, takaslar yaşanacak, yüzler gülecek, çocuklar sevinecek ve evlere dönülecekti.

Akha yanlıları ise kaygısızdı, uzak yollardan salt kapkaç için, salt kan döküp kutsamak için buradaydılar, savaş yıllarca yıllar kadar yıl sürse onların umurunda bile değildi, çalı çırpı, çift çubuk, börtü böcek, çörtü çörtlükle, dağın ve ormanların, vandal ve barbarlığın, otlayıp, sağılmanın, kızıl salkımlarla ağaçlardan atlayıp, akşam alacasında dağılmanın ve sandallarla, sandaletlerle yaşamanın saltanatıyla, bungun, sıkıcı bıkkınlığından gelen, hırçın bakışlı, kindar ve umarsız çocuklardı onlar.

İşte tam o sıralarda Zeus, topuz sertliğinde bir karar verdi, bu çarpışma elan bitecek ama savaş sürecekti. Her iki taraf için ortak bir kabullenim belki böyle olası ve böyle geçerli olabilirdi. Olaylar beklenmedik bir hızla ve göklerde akan bir yıldız kadar çabuk gelişti. Andromak ortak meyveleri olan, gelecekteki 'geleceğin' veliahdı, küçücük yavrusunu, uğur getirmesi ve yurdunun koruyucusu büyük Hektor'a, utkusunun muştulayıcısı olur umarıyla, dev surların önüne çıkardı ve çocukcağız o an ilerde, ölümüne savaşan iki kişiden birinin, yumuşak kıvırcık saçlarını özlemle okşayan, yanık tenli babası olduğunu anladı.

Çocuk bu ya, babasının düştüğü zorlukları, ölüme ramak kalan hallerini, alttan üste, üstten alta yalnızca tesadüflerle, öylesineliklerle, salt Zeus'un acınası yardımlarıyla düşüp kurtulduğunu ve çocuklara has, o bilinçdışı, garip sezgiyle, Hektor'un, Hades'e doğru giden yaşam ipliğinin kopmak üzere olduğunu anladı. Ağlamaya başladı!.. Andromak bu beklenmedik zorluk karşısında ona süt vermeye çalıştı, kucağında hoplattı, kucakladı, sarıp sarmaladı, öpücüklere boğdu ama ağlamalar kesilmedi, surların ötesine doğru atılıyor, yazgının, alın yazısıyla süslü fermanına tanık olmak istiyordu, içgüdüsel bir ürküntüyle, Andromak, son bir umarla Hektor'u işaret ederek bak az sonra, zaten baban sana gelecek dedi. Çocuğu avutuyordu. Surların dibine kadar yaklaşan iki cengaver, sanki iki ölümsüz, sonsuzluğun hakanı, zamana bekçilik yapan birer Tanrı gibi çarpışıyordu. Aşil'in kayalarda bilenmiş, denizlerde kavrulmuş elleri, ayakları, genç bir keçi gibi zıplayan bacakları, güneşte yanmış, bronz bir kursa dönmüş vandal çatısıyla, meşin kadar sert, yay gibi gerilmeye alışkın göğsü ve dağlarda çelikleşip, kararmış acımasız kollarının hücumuna dayanamayan Hektor, artık iyice surlara yaslanıp, sırtını dayayarak savunmaya, savaş terminolojisinin gizemli bilgeliğinde; kuşkulu bir dinlenmeye geçti.

Truvalılara o kadar yakındı ki Hektor, iki cengaverin hoplayıp zıplayarak ölümden kaçışında, bir ceylan gibi takla atışında, yukardakiler, ellerini uzatsa tolgasına dokunacaklar, Andromak ve minik yavrusu da, ellerini uzatsa, neredeyse tutacaklardı sanki... Oysa birbirlerine en az bir kaç mancınık yüksekliğinde, belki de sayılmasız, bilmem kaç dirsek boyu uzaktılar. Andromak; artık dayanamadı ve bir an, çocuğu mazgalların arasından aşağı doğru, iki kolundan sarkıtarak, sırf Hektor çocuğu görsün, varlığından kuvvet alıp, sunaklarda tanrılara adanmış bir kurbandan geçen, coşkulu, can veren bir güç gibi, derman bulsun amacıyla; Hektor diye bağırdı, Hektor!.. (Bazı kaynaklarda çocuğun, Baba, Baba!.. diye cıvıldadığı söylenir, savlar değişiktir.) Oysa Zeus'a yakışmayan, kahredici bir oyundu bu!..

Korkunç bir sessizlik oldu... Hektor'un bakışı bulutlardan geçti, göklerde iki akbaba dingin, kıpırtısız kanatlarıyla dönüyor, çok uzaklarda badem ağaçlarının çiçeği ılık rüzgârlarda dökülüyor ve sanki bir düşteymiş gibi, kiraz ağaçları çiçeğe duruyordu. Deniz küçük dalgalarla gidip geliyor, yamaçlarda karıncalar alışılmış, bildik yuvalarını adımlıyorlardı.

Hava ansızın karardı!.. Gökler çöktü ve Hektor yavaşladı!.. Göz alabildiğine uzanan surlar, bir yarasa sürüsü, kapkara ordular gibi süzülüp, üzerine doğru yavaşça, hışımla ve iştahayla kapandı!.. Evren yıkılmış, acayip bir ses duyulmuştu sanki... Ortalığı bir tansıma, duygulandırmayan bir sessizlik, çok derinlerden gelen bir ağıt sardı.

Ölmüştü... Fener alaylarıyla, haykırışlarla, savaş ve zafer naralarıyla ve dinmek bilmez bağırtı, canhıraş feryatlarla... Düş içinde bir düş boyutuna geçilmiş, tarih tekerrür etmişti!..

(Ama hiç bir felaket olmasın ki, karşıtlamında, onun paralel dünyasında, psişik bir süblimleme, bir süblimasyon, minicik bir ödünleme, bir bağış, armağan bulunmasın, 'ulu gökler, kara surlar, üzerine kanatlar açıp kapanmıştı ama' o yine de sonsuz bir beyazlığa, uçsuz bucaksız bir dinginliğe kavuşmuştu belki de!..)

Boynundan aşağıya horlayarak akan kan, aşağılara doğru yollar çizerek dökülüyor, yüreğinin üzerinden geçerek, yeşil çimenlere doğru, doğanın kuraklığına, susuzluğuna, kavrukluğuna, kısırlığına, coşkulu bir yağmur seli, bir bereket aylası, beklenmedik bir tufanın azgın suları gibi yayılıyordu.

Minik çocuğun ağlamalarına ve Andromak'ın haykırışlarına kulak vererek, 'Akıl'leus'dan bir an gözlerini ayırması (bir aşk uğruna, onun meyvesi adına yukarıya bakması) sonu olmuş, vahşi arzularla dolu Aşil, genlerinden ve barbar deneyimlerinden kaynaklanan, dehşetli becerisiyle hatayı affetmemişti.

Yine de sağ duyuyu hırs ve hınçla yıkıma sürükleyen, korkunç bir şey bu, bir çocuğun çığlıklarıyla, sonsuzlukta kendi varlığıyla göz göze gelen bir insanı öldürmek, tanrıyı ve evreni yadsımanın ta kendisi olmalıdır, yaşama canla başla sırt çevirmek, tanrısal tözde, karakullukçu yoksulluğu sürdürmekte ayak diremektir. Mikro evrende yok etme güdüsünün, varlığını sürdürme özgeciliğine yeğlenmesi, alçaklığın evrensel tarihinin, yaşam sevincini yok edip öldürme arzusuyla dolup taşmasından başka bir şey değildir.

Böylelikle duygu akla bir kez daha yenilmiş, hegemonik ruh, acınası yüreği gene ezmiş, talan ve yağma, simetri ve düzene üstün gelmiş, barbarlık ve vandal yakı, göz alıcı sütunlarla, yükselen kuleleri, soylu kentleri, vitrayları ve burçları gene paramparça etmişti. Barış ve güzellik bir kez daha yitirilmiş, yağmalanan, talan edilen, canlı cansız mallar, nakit ve emtialar bir kez daha istif edilmiş, tanrısal töz bir kez daha hezimete uğramış, vahşice yenilmişti.

Ama yıllarca sürdü savaş, bir çocuğun aşkından filiz veren yenilgiyi kabullenemeyen Truvalılar, canla başla direnmeye, son güçleriyle karşı koymaya çalıştılar. 'Akhilleus akıllı' 'Odysseus kurnazdı' ve son bir hamleyle kurnazlığın ve aklın şaheseri 'Tahta Atı' görkemli bir belirteç gibi Truva önlerine bıraktılar ve bilindiği üzere olanlar oldu.

Olmuş olanı Tanrı bile değiştiremezmiş. Paris hengamede öldü, Andromak Akhalar'a tutsak düştü, acınası bir prenses, gönülsüz bir gelin oldu. Priamos'u toprak çoktan almıştı, savaşın dramatik figürü o küçük prenste, küçük büyük minicik elçilerle, kargaşanın egemen olduğu bir dünyada, ölümlerden ölüm beğenmiş delik deşik edilmişti.

Hepsi öldüler. Tanrılar, kendilerini duyumsayabilmek için insanları yaratmışlardır. Olan biten, insanlık için bir dram, üzerinde durulacak bir ders, ama tanrılar için bir yuğ, bir yortu, humma ve çılgınlıkla süslü bir törendir.

Andromak, yurdundan uzakta yitirdiği düzen, yok olmuş düşleri ve yeni yaşamında yalnızca bir figür, öylesi bir varlık ve yararsız bir gölgenin yaşayan bir sureti olmanın verdiği acılar, küskünlük veren elem ve kederler içinde, hep Truva'yı özledi. İçine düştüğü 'Yurtsama Sayrılığı-Nostalghia' ve dayanılmaz özlemlerin onulmaz üzüncü, umarsızlık içinde yüzen kahrolası bedenini tümüyle sardığında, Truva'sını bir gün bile göremeden sonsuzluğa doğru uçup gitti.

Aşil, barbarlığa bağlılığının ve bir çocuktan yararlanmakla ayyuka çıkan aklının, bir cesetle kahraman edasına bürünüp surları dolaşmaya kalkışmanın ve erliğe ihanetinin cezasını, topuğundan vurulup, -Tanrı katında aşağılanarak- ödedi!..

...

Bu tip anlatıların hepsi boş söylev, çoban aldatan kuşu, kuyruk yutan, Ah'î bir cangıl, kof bir fıçı ve tümü hegemonik / emperyal bir vodvil; us kıran, ardan, hayadan uzak bir tekerlemedir!..

Çünkü, tarih bir yinelemedir...

Orpheus'u bilirsiniz, müziği ve tanrısal sesi insanları büyüler, tanrılar, doğa dışı mitolojik yaratıklar ve yaratılmış herkes onu dinler, o dinleyenleri büyüler. Ama bir yılanın sokmasıyla öbür dünyaya göçen Eurydike'sini yitirince o tüm hünerini yitirir. Tanrılara onu geri vermeleri için yalvarır. Yakarısı o kadar üzünç dolu, iç sızlatıcıdır ki, Tanrılar bu isteğini kabul ederler ve bir koşul ileri sürerler. Eurydike'yi Hades'ten çekip çıkaracak ama sonsuz karanlıkların içinden bir kez olsun geriye dönüp bakmayacaktır. Biricik aşkı ardından geliyor mudur diye... Ama o umuduna ve merakına yenik düşer ve tıpkı Hektor gibi; Bir an için geriye, aşağılara doğru dönüp bakar ve bu hatasıyla Eurydike, dipsiz karanlıkların içinde, bir kez daha yiter.

Yinelemelerde sürüp gider...

'Dostlarının sabırsız hançer darbeleriyle, bir heykelin kaidesi önünde kıstırılan Sezar, bıçaklar ve yüzler arasından, korumalığı, belki de oğlu olan Marcus Junius Brutus'un çehresini ayrımsar ve kendini korumayı bir yana bırakıp seslenir; ''Sen de mi oğlum!''

Bakışımlar, değişkeler ve yinelemeler, yazgımızın -alın yazılarımızın- hoşuna gider, yüz yıllar sonra, Antakya'nın güneyinde bir yerde, bir taşra beldesinde, kabadayının biri, diğer kabadayıların saldırısına uğrar, düşerken, büyüttüğü ve sorumluluğunu yüklendiği yetimlerden birini görür ve ağır bir hayıflanma, ürkü veren bir şaşkınlıkla (ne yazık ki bu sözcükleri, duymak gerekir) ''Aşkolsun!'' der. Onu öldürürler ve bir sahne yinelensin diye öldüğünü bilmez.'

...

Gün geldi Hektor'da öldü-öldürüldü ama o felsefeyle de ilgileniyordu, Homeros'un İlyada'sında buna ilişkin tek bir dize-satır yoktu belki, ne ki, zaman içinde İlyada'dan metinler çıkarılıp, bölümler eklendiği ileri sürülür, tıpkı korsanların; Kâşiflerin deniz aşırı haritalara, okyanuslara kendi ütopik adacıklarını yerleştirmesi gibi, her dragoman, her dil ambarcısı, antik metinlere kendi kadim kültürü, ulusal, geleneksel bakış açısına göre yeni bir aura, can alıcı bir motto, belki de yanıltıcı bir raga eklemiştir, İlyada biraz Dante, biraz Yunus, birazda Rus kanoniklerinden alıntı bile olsa, solgun bir gölgedir artık. Diyesim Truva'nın İlyada'sının makas kaymasıyla, eksen değiştirdiği bile söylenebilir, Tanrıların yansız olduğu ileri sürülen bir metinde, Homeros nasıl yanlı olabilirdi ki...

Hektor'un yaşadığı dönemde, Assos'ta felsefenin yapıldığı, alabildiğine özgür bir güneş tapınağı olduğu söylenir, bugün bile bu gelenek coşkuyla sürmektedir, bu geleneği başlatanın Hektor olup olmadığı bilinemez; ama onun yurdunu teke tek savunmaya kalkışacak denli fütursuz olduğuna bakılırsa, yazgısına boyun eğmesi, yurdunu ve ulusunu, tüm bir ahalisini sevmesi bir yana, tüm insanlığı gözünde kutsallaştırabilmesi ve ölümü hiçleyebilecek teorik coşkunluktan ziyade, 'eylemsel adanmışlığın' daha evrensel ve yüce bir tutum olduğunu düşünüp bilmesindendir.

Unutulmasın ki Hektor, gerçekte bir savaşçı, silahşör değil, döneminin yüksek eğitiminden geçmiş soylu bir prensti ve yurdu adına teke tek çarpışmayı göze alması, ölümü hiçlemesi aldığı derin ve hümanist kültürün onu etkilemesi, düşüncenin kendisini eylemde göstermeyen; bir teorik hamur olmasını göksel bulmamakla, onu yeryüzünde deneyimleyebilmesindendir.

Aşağıda onun bu görüşüne ışık tutacak, bugünün diline ve anlayışına ziyadesiyle uyarlı; Pergamon yaprağıyla berkitilip geleceğe saklanmış, belki bölük pörçük ama çağına göre ip uçları veren, ilginç sayılabilecek, ruhların sevisine yatkın, varlık-yokluk meseliyle ilgili sandığımız, yer yer boşlukları da olan bir metnini sunmaktayız. Pergamon yaprağının orijinali / aslı; Truva kıyımından kurtulan Aeneas tarafından Sabin'ler (geçmişteki Roma, şimdinin İtalya'sı) ülkesine kaçırılmış ve halen Emilia-Romagna bölgesinde 'Kızıl Şehir' olarak anılan Bulaggna'da dünyanın ilk üniversitesi kabul edilmiş, kutsanmış yapının kütüphanesinde, cam bir hazne içinde özenle saklandığı bilinmektedir. Kütüphaneyi ziyaret edenler onu görebilir.

Bu metni Evrenin Yapısı'nın yazarı Lucretius'un, Alighieri gibi aydınların, Leonardo'nun ve 'Yeniden Doğuş'u (Renaissance) izleyenlerinde okuyup, gözden geçirdiği ileri sürülebilir. Ne ki, dile getirilmez / getirilemez belki ama, mimari harikası görkemli tapınaklar, elem dolu bahçeler, amfiler, amforalar, vazolar, mermerler, serviler, galeriler ve sütunların dibinde yıldızlara bakıp felsefe yaparak, gözlerini yeryüzünden uzaklara, göklere, göksel olana çevirenler sürgit yenilir.

(Evrensel / tanrısal olanın yazgısı; -insanüstü bir denkleştirme ve cennet ve cehennemin bireşimi, uygulayımdaki 'Cehenneti' bir bulgu gibi- bu yöntemlerle belirlenir. Bir cezanın, evrenin bir başka köşesinde affı ya da hoş görüsü vardır, bir katilin; bir hınç çağırıcısı, bir öç cambazının; domino teorisi gibi, bir çığ, bir çığır gibi, zaman içinde ters yüz olan veya direk, doğrudan karşıtı sayılabilecek, kozmosun başka bir aurasında kutsanmışı veya bir masum ya da bir yetim sayılmışı da vardır.)

İşte o metin...

...

''Yokluk (türevlerinden biri ölüm olan), insansıl olanın ürettiği bir kavram olarak, varlığıyla; varlığı düşünmemize, töz ve nen olarak, tinsel alanını genişletmemize olanak tanırken, varlıkta bir dibace gibi yine kendisinin üretebildiği bir kavramsallık / bir bütünlük olarak yokluğu düşünmemize, algı sınırlarının içinde devinmemize olanak tanıyor, izin veriyor.

(Kız kardeşim Kassandra geleceği okumaya bayılıyor, Kâhine'mi demeliyim ona, Delphoi sadakacıları, oradaki yaşam dilencileri, rahip ve rahibeler gibi, salaş, salkım saçak, sanki kendinden geçmiş gibi giyinmeyi seviyor ama ben onu anlıyorum...)

Peki öyleyse, varlık ve yokluk dışında, henüz düşün alanının içinde varsayıp tutamadığımız ne, ussal kavramlarımızın çerçevesi içinde yer etmesini sağlayamadığımız olabilirliklerin, olasılıkların harmanı ne, nerde o, o kim, salt bir töz mü...

Onu tanrılar ya da metinsel bir kolaylık olsun diye, bir tekilliğe indirgediğimizde, 'Tanrı' kavramı ile geçiştirip sınırlıyor muyuz, yoksa tanrı, soyut bir kapılım, kapsanım olarak bizim görece bir erinç içinde olmamızı sağlayan, hükmeden bir araç, bir arka plan konumunda mı; Tanrıyı aşabilmek ve ötelerinde bir düşünce ya da olabilirlikler denizinin / okyanusların içinde yüzebilmek, bizi daha büyük çıkmazlara mı sürükleyecek ve yoksa bir kozada, bildiklerimiz aritmetik hızla artarken; bilmediklerimizin, tanrısal olanın, altınsı güneşin gölgesinde, 'Assos'un sütunları gibi', geometrik biçimde artmasına neden olması, verevine kırıkların, bilinmeyeni katlayıp çoğaltması, kimliğimizin bunalımlarını artıracak diye mi korkuyoruz.

Durağan konumda aşılması gereken tanrılar (tanrı) değilse, idenin kotasına, düşünsel çevrenimize, o düşsel sarnıcımıza nelerin girmesi gerekiyor, hangi düşünsel yapıyı, parçalanım, dağılım ve toplanımları anlağımızın sınırları içine buyur etmeliyiz henüz bilemiyoruz biz...

(Kral Priamos, bir gün ölecek, Paris ölecek, ben öleceğim, yeryüzünü gören herkes gibi, bütün çehreler ölecek, ama bu döngünün derin ve savaş arabalarının yok edici; ne ki değirmenlerin üretici, çoğaltan tekerleği gibi bir anlamı olmalı.)

Öyleyse diyorum ki, aşılması gereken biziz, özbeöz kendimiz. Temel sorun buysa henüz hiç bir şey bilemiyoruz demektir. Bir illüzyon ve normatif adlandırma ya da (Paris'in, doğumu / yaşamı / ölümü gibi) format çağlarında yaşamadığımızı kim söyleyebilir.

Gelecek çağlarda işliklerde su yüzüne çıkan sanat ve her tür düşünce kurumsallaşacak, bireyler yok olacak ve öbekler, gruplar ve hatta makineler kurumsal varlığımızın düşünsel devinim ve evrimsel akışına yön verip, ön ayak olacaklar. Bunu seziyorum. Düşünce kendi başına üreyen, tüzel bir kişilik olacak, başlı başına bir matriks, 'dölyatağı' ama evrenin ve varoluşun gizini, hiç bir zaman bilip ele geçiremeyeceğiz biz.

Göklere yükselen kulelerimiz, ancak görkemli gömütlerimiz olabilir, açılmaz, dudak uçuklatan, görselliğiyle büyüleyen kapılar, bizi temsil eden acınası kimliğimiz olabilir, geçersiz bir profil, düşünen bir maske olarak, tümüyle bizim adımıza devinip, konuşabilir.

Gerçekte soyutuz diye bir soyutlama girişimi değil bu, yeryüzü, 'eARTh' sürekli değişen ve gelişen bir organizma; bilgilerimizle gelişip değişen... Bilgilerimizde ona paralel olarak değişip gelişecek ve sonsuza dek sürecektir bu paradoks... Bilgi sonsuzsa ki öyledir, değişimde sonsuzdur, algıda; onunla paralel olabilen ve bütünlükle birlikte yol alabilen, bir bitimsizlik, sonsuzluk olabilecektir.

(Ölümlü Hektor bunu söyleyebiliyor.)

Günün birinde, bilgi kotlama ve bakış açısı ise eğer ve bir sınırlama ve organel ya da bedenleştirme ise bilgi, bir kısırlaştırma, 'mikroevrensilik' ya da daraltma, büzerek anlama biçimi olarak; doğmadığımızı savlayabileceğiz, değişkenlik ve öğrenim -bilgi- görecelidir, gerçekte bir soyutlama, bir tözüz biz.

Öyleyse diye sürdürelim, düşünsemede bildiklerimiz bir anlamda bilmediklerimizdir...

Çünkü form, daralmış bir sonsuzluğun tanımlanması ve bilmediklerimizde, gözün ardı, yazıt'lar evinin ya da duvarın arkası, erişemediklerimiz, belki de anlağın algılayamadığı, -ruhun dışında- ona sığamayan göremediklerimizdir. Onlar henüz bilinmeyen sınıflamasına bile girmeyen, girmesi gerekmeyen, oluşum dışı birer mekanik töz, çark birliği veya gözlerimiz ve ellerimizin amigdala ile ortak ürünleri olan, yokluğunda ötesindeki -şimdi, şu an sayıkladıklarımız gibi- varsayımları olabilir. Ne ki savın her türlüsü bir gerçekliktir ve düşünce varlıktır aynı zamanda...

Bütün bunlar bu nedenle bir düş diyebiliriz çünkü varlar. Var olan; düşlenen. Düşlenen; var olandır. Sarkaç ve pandül, ikisi bir. Ben ve o, Andromak ve küçük Hylas.

Sonuçta kendimizi aşamıyoruz, varız ama yok denecek kadarda kısırız, kısıtlıyız, kurağız, çorağız biz. Ne acı, ama belki her şey, minik ve manik ve belki her şey devil ve devasa, mo(o)n (ay tektir ve nükleik) ve moleküldür.

Aynı zamanda, korkunç bir sancı, yetersizlik içindeyiz biz...

Evet, yazıdan, tanımlarımızdan daha güçlü olan, olabilen çok şey var. Algı var. Sözcüklere sığamayan, sözün göremediği, bilemediği, sınırsız şeyler var. Bütün diğerlerinden güçlü olan bir ruh, 'tin' var örneğin, dizimizin dibinde, bize ne kadar yakın, ama gerçekte bizden sonsuzlayın uzakta o... Bedenimiz onu zapt eden bir sığlığa dönüşüyor çünkü...

(Yaşlı Priamos 'Yüce Baba'm var ama ona hiç bir zaman dokunamamak gibi bir şey bu.)

Bir ruhu / tözü, bütünüyle harflere nasıl dökebiliriz, biz bunu bile eylemsel kılıp, gerçekleştiremedik henüz, öyle sonsuz ki, biz onun trajikomik bir parçası olabiliyoruz ancak, ilkinsil örneği... Belki giz onda saklıdır, ama o bizi görüyor, biz onu göremiyoruz, bütününü görmemiz olası değil, parça hiç bir zaman bütünü algılayamaz, ama kendisini bütünden daha iyi tanır.

(Hektor, kendini bilir ama göremez.)

Öyleyse bildiklerimiz de, bilmediklerimiz de, gözün ardındaki, usun ötesinde, pergamonların ve duvarın arkasında görmediklerimiz, göremediklerimizde; bir düş olmalıdır gerçekte!..

(Truva gibi!..)

Bir ruh, tin ve töz adı ne olursa olsun; Her şey bir düş...

'Ona dil verildi, şu yalan yani / Ona et verildi, toz olan'.

Çünkü başı sonu belli olmayan her şey, ancak bir düş olabilir.

Ona düş diyen biziz ve düş kendimiziz!..

Bir tasım.

(Zeus'un, bir oyunu mu bu)

Şimdi gelin yaşamın çıkmazlarında sevgi üzerine düşünelim... Bir olmak, sevmek, sevişmek, birlikte kararlar verip yürütmeye yol açan türevleri edinmek, minik manik bir evrenin mikro bir örneğidir gerçekte, insanoğlu sevdiğinde hem bir gazap içindedir, hem de durgun, sakin. Evrende öyledir, bir yanı galaktik alevlerle parlayıp sarsılırken, diğer yanında güneşler açıp, otların, çiçeklerin bittiğini biliyorum. Kreon bir keresinde şöyle yazmıştı; 'O benim tanrımdı ey dünya insanları / Ah işte insan tanrısıyla nasıl sevişir!..' Başka bir dizesinde, 'Aşkın gücüyle yamaçta diz çöküyor işte Akropol!..' demişti. Sevgiyi bu denli abartmamızın altında minik evrenler yaratmış olmanın en yalın ve doğal örneğini sergilemenin doyuncu ve erinci vardır, bütün bunların gücüyle yaşayıp, elinde tutabildikleri için kibirlidir aşıklar. Oysa aşk yok etme arzusudur, ama bunu dediğim an bir kindarlık duygusuna kapılıyorlar, aşkı güzelliğin iyiliğin klişeleri içinde yinelemek ne kazandıracak tebaamıza, tanrı /lar/ nın varlığıyla yokluğu aynı şey diyorum, aşkta öyle, sonsuzlukta yok etme ve var etme arzusu, bir bireşimin iki parçasıdır ve ama birdir. Ne ki yaşam ve evren her şeyiyle bir bilinmezliktir yine de...

(Bu yüzden Kassandra'nın kehanete soyunması astrolojik değil, trajik bir kaygıdır.)

Her şeyi, her eylemi, her sözü, Tanrılara bir tapınç, önünde bir kapanış ve bir gönül borcu / şük'rle bağlayanlara seslenmek istiyorum, Tanrı /lar/ tüm evreni ve sizi, sözlerinizi, eylemlerinizi hep böylesine bir sunu, bir yineleyiş içinde olasınız diye yaratmış olamaz, tapınmaktan kaçının. Onlar sizden başkaca neler duyabiliriz, tansığın ruhu adına neler görebiliriz, totemin ve tütsünün yüce neni adına, sonsuzluğun çeşitlemi uğruna neler işitebiliriz diye yarattı. Yinelemelerle ölüp gidesiniz diye değil. O sizden usun almayacağı, bilincin kavrayamayacağı ne varsa duymak istiyor, görmek istiyor ve bir gün yeni bir evren kurmaya kalkışırsa eğer, ki olası olan budur, sizin sınırsız yanılsamalarınız ve olağanüstü yeteneklerinizden yararlanmak istemesinin o soycul nedeni de bu olacaktır!.. Edimlerinizin büyüleyici erdemi. Gerçekten tapınmak istiyorsak biz, tanrılara yardımcı olmak için yaratıldığımızı düşünebilmeliyiz, gerçekten yardım edilecek birileri varsa oda tanrıdır. Onlara yardımlarımızı esirgemeyelim. Yaşamın gerçek amacı budur, her insanın tapılası ve erişilmez, göksel eylemi bu ülkünün peşine düşmek olmalıdır.

(Bizim yarı tanrılar yaratmaya kalkışmamızın özündeki gerekçesi de, budur belki de...)

Ama bazı şeyleri ağırlıklı biçimde düşündüğümde, tümüyle doğallaşıyorlar ve herkesçe bilinen bir nen gibi geliyorlar artık bana ve bu konuda kayıt tutmak ne yazık ki garip geliyor... Örneğin güzellik, yalınlık, som ve soft olan; nasıl piramit yükseldikçe inceliyor ve doruk noktada sıfırlanıyorsa, som düşüncede böyle, tanrısal olanı estet olanın doruğu ve piramidin uç noktasında, saf hiçliğin, erişilmez güzelliğin doğumu ya da ölümü gibi görebiliyorum. Yüceliğin en katıksız, saltık noktası, tanrısal hiçlik.

Diyesim, sonsuz yalınlık, saflık, piramitler gibidir geniş tabanın gücü ve görkemi dorukta sıfırlanır ve som olana dönüşür, bu hiçliğe benzer ve bir zümrütanka olan, tanrısal betim, salt güzellik artık erişilmez bir boşluk, bir hiçliktir. Bu yüzden tanrının / tanrıların ne olduğunu bilmiyorum ama ne olmadığını biliyorum sanırım...

Ama yine de çalıntı ruhumun düşleriyle avunmak ne zor demekten alamıyorum kendimi...

Ölümlü ruhumun son sözü gene de şu ki, erke dönüşen her tür yargı insanları ayrıştırabiliyor, düşmanlaşıyorlar, sanatın esin perisi belki sakinleştirici olabilir ama oda bir erke dönüştüğünde, aynı sona koşan hayaletler ordusunun atlıları olacak!.. Çözüm yok ufukta!.. En iyi birleştirici toprak! Doğ, Savaş ve Öl!.. Cenine (yuvaya) dönüş.

Öldüğümde kanonu baştan sona uygulayabilen ötekiler gibi kendimi kutsamaya zamanım olmayacak. Şimdi tüm düşüncelerimi yadsıyor ve insanın yeryüzünde bir mezarının olması, onu günahkârların azizi kılmaya yeter diyorum... Her tür düşüncenin bir egoya dönüşmesiyle; kendimden utanıyorum.

Ey yok oluş, ruhun gölgemdir ve hiçliğin uçurumlarındaki düşlerim sendin!..

(Umarsızlığın umarı ve düşlerin düşüşü, işte bu).

...

Hektor'un birde şaşırtışı vardır. ''Ben 7 yaşındayım, babam 49, benden tam 7 kat çok yaşamış. Aradan 35 yıl geçiyor, ben 42, o, 84 yaşındadır artık. Tanrılar yaşam ipliğini uzatmış. Peki, neden benden 7 kat fazla yaşayan adamın, yarı yaşındayım şimdi ve sakallarım onunkinden daha beyaz. Zaman giderek yok mu oluyor. Belki de, sonsuzda tekilleşip, sıfırlanıyoruzdur.

Zaman değil, biz geçiyoruzdur.

Göz yaşlarım, sevinç sellerine karışıyor, bakışlarım keder yağmurlarıyla örtülü...''

...

Yaşam, onu sevenlerinin yanında olsun...

'Hayyû lâ Yemût' Ölmeyene Andolsun!..





























Fotoğraf açıklaması yok.

RUH

Eğreltilerin, at kuyruklarının, çalı dikenleriyle dolu yamaçların, cadı fındıklarının, deliler uçurumunun ve tilki kuyruğu çamlarıyla dolu koruluğun arasından, yukarı doğru tırmanıyorduk...

Taşların kahkahalar attığı, düz bir yola çıktık. Tozun ve hırpaniliğin dizginsiz dili, ancak buralarda geçerli olabilir diye düşündük. İlerde bağlar, minicik yaylalar ve Çökilyas dağının etekleri eşlik ediyordu artık gözlerimize...

Bir karakuş uçtu orman yemişlerinin içinde, sığırcık değil bu, başka bir şey, hiç kaçmazlar ama, hiç bir zamanda yakalanmazlar. Çünkü, kaçan yakalanır demişti bana, Eşe Bekir'in kızı Nevriye...

Çocukluk ne büyük bir dünya, ne büyük bir cenneti âlâ... Sırtları baştan başa kaplayan papatyalar, baştankaralar, taşların arasında, örümceklerin bile yaşamadığı bir köreltide, tek başına kokular yayan sümbülcükler, armut ağaçlarının, bir azizenin başında dönen bulutçuk gibi bembeyaz çiçekleri, bir türbeyi kıskandırırcasına imansız ve acımasız!..

Yürüyoruz...

Güneşin sesi, bize eşilik eden tek canlı gibi...

Siz siz siz siz siz siz siz siz siz siz siz siz siz siz siz!..

Orman masallarında ki cücelerin, gerçekte yavrularıyla geçen domuz sürülerinin, insan belleğindeki gizençli yansımaları olduğunu biliyorum. Yitip gittiler işte, el değmedik Havva yemişlerinin ve gün ışığının sızıp parçaladığı orman cinslerinin içinde...

Ama buraları bozkırla dolu ve Çökilyas dağı bilinir ki, cinleriyle ünlü, sessizliğin sesinde dolup taşan, çırılçıplak düşleriyle nam salmış bir bodurlar ordusu...

Av tanrıçasının; gözü gökyüzü görmemiş hayvancığını, ben düşledim ama...

Kırmızı topraklar başladı işte, üzüm kanıdır o, kızıl toprakta adı. Dünyanın en güzel, en tatlı, buruk kokulu üzümleri burada yetişir, köylüler bilir bunu ama bütün bir dünyada bilmez. Yaşam yazıklanmalarla, hayıflanmalarla geçer, gümüş gerdanlıklar ve gülücüklerin gamzesiyle, melankolinin bitip tükenmez sağanağında...

İşte bir akbaba yükseliyor su deposunun ardında, içinde 33 (İsa'nın yaşı) yerinden bıçaklanarak öldürülmüş bir aşığın, ölü gözlerinin saklandığı... Köylüler 'Sonuncu İsa' derdi ona!..

Aşkın, dünyamızın iyilik ve barışla dolması için tek yol olduğunu ileri süren bir dervişmiş, aşık olduğu kadının evi önünde, örenlere yaslanıp, gece yarısı yanık türküler söyleyince, içerideki hane halkı tarafından linç edilmiş. Kıranardı mezarlığında yatıyor şimdi, tozu bile kalmayan bedeninden, hâlâ İrem kokuları yayılıyor ve acıklı bir türkü mezarlığın içinden tüm köye dağılıyor...

Bu köyün adı da İsabey; İsa ile ilgisi yok gerçekte, insanları çok sosyal ve insan severdir... İsa, Musa, Mustafa hepsi birdir onlar için ve hepside bir devrimcidir. Zamanın törpüleyerek hiçselleştirdiği güneşin ayetleri ve göksel vaazlar... Köylüler dibek başında tanrının varlığını da tartışmaktan asla kaçınmazlar.

Akbaba, Çökilyas dağının arkasına doğru yitip gitti. Bilinmez, belki de başka bir gezegencik vardır orada ve belki de bu akbabayı artık, ömrüm de bir daha göremeyeceğimdir. Ne acı, kimselerin bilmediği, başka bir dünyada yaşıyoruzdur biz belki de, ama umut doğamızda var, o ölümsüzlüğün ilacı ve ulaşılmaz özlemlerimizin, damağımızda kalan buruk tadı biliyorum.

Bir fırtına, bir ağacı aldı götürdü işte, ağaçta yaşayan 'Derviş Dede'de uçtu göklere, az sonra köylüler onun bir ermiş olarak dumanlı bacalardan indiğine ve herkese bir kesecik içinde, altın birer akçe verdiğine bağıtlar sunup, ant verecekler!..

Bağlara varmak üzereyiz, dağın eteklerine yakın taşlı tarlalardır buraları, su yok, yaşam yok, yalnızca güneş var, güneşin bağışladığı ne varsa, canlılar için tek muştu da odur ne yazık ki...

Bağın içlerine daldık, deli dolu koşuyoruz sağa sola, kuru, yeşil yapraklar, kararmış toz içinde salkımlar, karıncalar, yalnızca düşlerde gezen kırmızı tavşan, gözden çıkarılmış bir heybe, uyuklayan kertenkele ve ilerde örenlerde çöreklenmiş bir yılan, unutulmuş sepet ve kurumuş pınarın yalağında kıpırdayan bir yengeç bizi bekliyor!.. Bilinmez, yengeçler sonsuza dek yaşayacak tek hayvanmış der köylüler ve işte bir anda; karanlık bir kovuk gibi önümüzde beliren, bağ evine giriyoruz.

Aman tanrım!..

Her şey gerçek, her şey bir düş ve her şey tatlı bir yalan mı bu dünyada ve cennet ve cehennemde yalnızca burada mı...

Bir kafes var bağ evinde, diplerde değil, neredeyse ortayında bir yerde... Sazdan örülmüş, özenli, göz alıcı bir dünyacık, kubbesi bile var. Çizgilerle toprağa değen dalları arasında, kafesine neredeyse sığamayan, ömrümde bir daha ne gördüğüm, ne de görebileceğim renklerle dolu, ışıltı yayan bir şey var...

Burada ne arar bu, nasıl yaşar, suyunu kim verir, açlığını nasıl giderir, ne zamandan beri buralarda yaşayan bir esire, göz alıcı bir cariye bu ve daha ne kadar yaşayacak burada, bu eşi benzeri görülmemiş, insanı can evinden vuran varlık...

Tanrı var işte, tanrı var, yoksa nasıl yaşayabilir ki, buracıkta, bu dünyalar güzeli şey!..

Onu yaşatan tek varlık tanrıdır sanırım ve tanrı, onun ta kendisidir, çok iyi anlıyorum, başka türlüsü olamaz ki, böylesi bir varlık, böylesine yaşayamaz ki...

Nasıl var olabilir buracıkta, bu gizemli yaratık, bu tanrıcık. Böylesine can alıcı güzellikte, nasıl bakabilir bize, bir söylenceyi anımsatan, cennetsi gözleriyle...

Kuyruğu, acayip bir kokunun, miski amber biçiminde uzanan kıpırtılarıyla dolu, kanatları sonsuzluğu arayan özlemlerle bezeli, gözleri nazlarla süslü, göğsü dünyanın tüm sevgileri, bin bir çeşit renkleri, tüycükleriyle kaplı, üst üste yığılı, ılık ve yumuşacık bir düş bu, sevgilinin; Kevser şarabıyla dolmuş göğsüymüş gibi sanki...

Göz göze geldim, gök kuşağı renginde, harelerle yanıp sönen bir şey bu!..

Çarpıcı, eritici, tanrısal bir güzellik...

İşte büyüleyici, bu kutsal ve yaratılmış estet karşısında; ürpertiler içinde geri çekildik.

O düşler ötesinde, görülüp, duyulmamış bir masal.

Us dışı bir canlı...

Ah çocukluk!..

Aradan nice zaman geçti ve işte bugün, bu sanrının nedeni, bir çocuğu yaşamı boyunca büyüleyen, bir gün bile elini bırakmayan o şey, o ölümsüz varlıktı...

Gökkuşağı Tanrısı...

Estet duygusunu, o gün, kök salmış güller, gümrah, kırmızı zambaklar gibi bağrıma dolduran, renklerin düşselliğiyle dolup taşarak; düş evime doluşan, o canlı melekti biliyorum.

Bugün bu özlem ve bu anıyı dile getiriyor ve ''eARTh''ın peşindeki sevda yolcuları gibi, geçip gidiyorsam elem denizlerinden, özlemler içinde, işte o yaratılmışa borçluyum, her şeyi ben...

Ama şimdi o çılgınlık, o renkler, bambaşka bir dünyanın, keder veren yazgısına; çoktan kavuşmuştur biliyorum.

Biliyorum, ancak ayrılıklar ve özlemini duyduğumuz şeyler, can alıcı güzellikte olabilir...

Ne yazık ki...

Yaşamın biricik özelliği budur, özleyiş olmadıkça, arayış olmadıkça, ne cennetin varlığı, ne de sonsuzluğun, ölümsüzlüğün bir anlamı, ne de yaşamın bir tadı olabilirdi.

Bir umudu taşımak ve onu hep yaşamaktır bu dünya ve o günden bu yana söyleyebileceğim tek şeyse; 'Hoşçakal Tanrım' sözcüğüdür.

Varlığı ruhun derinliklerinde, el değmedik gözelerinde sürüp giden ve sürgit tüm yaratılmışlara, ödünç verilmiş bir armağan gibi geçen, evrenin uçurumlarına sinen ve bir gün ışığı gibi tüm varlıkların, özüne, tözüne sızan ve sonsuza dek yaşayacak, varlığını sürdürecek olan; Tanrı!..

Güzelliğin, sevginin, yüceliğin ve sonsuzluğun saltanatı!..

Tek amacı evrenimizin, tek nedenselliği, kozmik erişilmezliğin, kavuşulmazlığın...

Bir estet peşinde tükenip gidecek kozmosumuzdur tanrı bizim ve evren saltıklıkla bir estet arayışıdır.

Artık söylemeliyim ama...

Şu dünyada,

Büyüleyici güzellikte,

Gök kuşağı gibi çekici bir şeydi o,

Evet...

Kınalı bir keklikti benim gördüğüm!

Yalnızca!..


***

           
DİLTHEY
Büyük olasılıkla  toplumsal argümanları yerine getirmek istemeyen fantastik gerilimin öksüz çocukları adına buğday silolarında beliren  küf egoizminin  deist yansımaları sonucu göksel akıntıların sürüklediği palyatif salyaların toplumun organik yapısına  bulaştığından söz ederek  yapay bir egemenlik kurma tasım ve tasalarının  Platonsu duvarlarda yansıyan gölgelerine inançla bağlanma  içgüdüsüyle beliren anomalilerin giderilmesinde evrensel bir işbirliği aranması koşuluna yaslanması sonucu yönlendirilen kitlelerin eni sonu açmaza düşerek saldırganlaştığının ileri  sürülmesi ve alınabilecek  önlemlerin kozmik kolhozlarda  kapsamlı bir  sempozyuma  dönüşmesi gerekliliğinin anlaşılmasından ötürü  algılanması güç terimler  içe dönük sözel kapsantılara başvurmadan çözümlenir bir linguistiğin normatif anlamda  kullanılabilmesi adına ivedilikle yasaların çıkarılması ve sonuçta  skolastik yapılanmalara  yol açan bu tür aşkınlığın önlenmesi konusunda uzayın her yerleşkesinde yapılanmış Kuiper kuşaklarıyla işbirliğine gidilerek  sorunun  büyümesinin önüne geçilmesi bu anlamda  tanrılarında yardımına başvurulmasına karar verilmesinin zorunlu olduğunun kabulüyle kaotizm simsarlığından  öteye  geçememiş tanrı ve şeytan işbirliğinin gizlice sonlandırılması ereğinin provokatif gölgesinde yarın  Samuel'in yaptığı gibi nobran ve us dışı açınlara yer verilmesi ayrıca  meleklerin korporatif gerilimlerle örgütlenerek gezegenleri yönetme ve  ele geçirme alışkanlıklarının denetim altına alınması özellikle Milkway'de alt kültür öbekleri olmaktan ileriye gidemeyen insansıların bu konudaki yakınmalarına dikkat edilmesiyle  mutant uygarlıklarına komşu bilinen tüm paralel yerleşimlerde  toplantılar yapılması ve kalıcı bir  çözüm  aranması miadı dolmuş olsa bile tüm  tanrıların inançlara  yönelik bağımsız yapılarının veya doğrudan bizlere  yönelik Hermes  duyurusu iyeleriyle hegemonik tanrı parçacıklarının katılımının sağlanarak interaktif girişimlerin ve bağlantıların sürekli açık  tutulması sonucunda iletişimin  eş güdümü ve bugüne dek süren ticari  kültürel ve sınai işbirliğinin onların kozmik haritanın kenar mahallelerinde sürüp giden uygarlıklarıyla da bağlantılar kurularak barışın sağlanması gibi geleceği güvence  altına almak amaçlı yatırımlara yol açabilecek kararların  gecikmeksizin alınması ve  yedi kardeşler gezegenindeki kalkışmaların bekleme modunda değerlendirilmesiyle bir süre daha olacakların laboratuvar  ve  deneysel  arboretumlarda gözlemlenmesi ve üçüncü  Ninova çağının şimdiki kralı Asurbanipal'ede isteği üzerine söz verilmesi bunun yanında stajı bile bitmeyen  Havva birliklerinin özerk yapısının tanınmasıyla kozmolojik kantonların  çoğaltılması ve galaktik yıkımların olabildiğince önüne  geçilebilmesi için periferideki düzmece tanrıların  bir    kez daha buyur edilerek sonsuzluk kavramsalının açmazları ve sınır-sinir sisteminden kaynaklanan soyutlamaların  ve ikili işbirliğinin yarattığı bitip tükenmez anksiyetelerin  bir kez  daha  geçici olarak planetimize girmesine izin verilmemesi gerektiği anlaşıldığından öncelikle sportif  giderlerin kısıtlanarak maddi olanaklar arayışının somut anlamda güvence altına alınması ve  bu çalışmalar sonucunda doğacak kompakt  giderlerin karşılanması için güneş panellerinde  öteden beri yapılandırdığımız nominal  yazılımları  başarıyla gerçekleşmiş uydulardan borç istenilmesi konusunda  Aldair'deki kapitolden  izin alınması ve gümrüklerden  geçişler  konusunda  kolaylıklar sağlanarak  efektif seviyelerde konsantrasyonun gerçekleştirilmesi sonucu şeytanın   hiç olmazsa bu yolda etkinliğinin giderilmesi uygarlığımızın  delete edileceği kuşkusuna  karşın belleklerimizin yenilenmesi çipler ve antimetalik  hedeflere yönelik çağdaşlaşma çabalarının güçlenerek benimsenmesi ve  her  şeyin yeniden elden geçirilmesiyle uygarlığımızın sürgit kendini aşarak modernleşmesine olanak tanınması  ve sonsuzluğun  ne olduğu tartışmalarına tümüyle son verilmesinden  dolayı sınır diye bir şeyin olamayacağı bu yüzden sonsuzluğunda  kadük sayılması gerektiği ve kendi kendini yaratıp eğip  bükebilen yalın bir düzenek olduğumuzunda anlaşılmasıyla tanrı melek kitap gibi  yücelimlerin egoistik görseller ve yaratılmışlar akvaryumunda sürüp giden primitif  şeyler  olduğunun  ortaya çıkması sonucu  nereden geldiğimiz ve nereye gittiğimiz sorularının salt içgüdüsel ve alter egodan kaynaklı  kozmik yaratılmışlığın kaçınılmaz  sendromları olduğunun kanıtlanması ve bu yüzden uzun sürecek bir tatil ve kozmik dinlenmeye gereksinim duyan Neoplan'ımızın  bu atılımları içeren biçimde yeniden yapılandırılması ve  girişi çıkışı olmayan anomalik sorunsallar üreterek zaman hırsızlığı ve doğal yitimlerin  önüne  geçilmesinin hızlandırılması ve  daha mutlu daha sakin  bir kozmik uygarlığın gerilimden uzak et ve kan uygarlığının mirasçısı   sayılabilecek bir tasarımın  ve genetik kalıntılarından kurtulmasının yollarını arayabilmek konusunda işbirliği  ve ortak araştırmaların sürmesine oy birliğiyle karar verildiği  ve ortak paktın paralel  evrenlerdeki tüm  komşularımıza duyurulması gelişmelerin sonuçlarından hep  birlikte yararlanılması  için sosyokuasar ve hiperpulsarların  bu konuda  kısa zamanda çalışmalara başlamasına  yönelik girişimlerin tümüyle  desteklenmesi ve   kararın  kanıtlanmış ve varlığından kuşku  duyulmayan tüm  demonik dünyalara yaşlı  ve  emekliliği gelmiş tanrılara ve tüm ortaklarına  ışık yıllarını eskiten köhnemiş bir ilkellikle beklenmedik engel ve  gecikmelere  yol açtıkları için özür dileme inceliği gösterdiklerinden dolayı kozmosun  bilinmeyen tüm görsel ve hologramlarıyla canlı statüsünde  nitelediğimiz silikonik varlıklar  ve belirlenip tanımlanamamış ya da adlandırılamamış tüm virütik  ve bakteriyel ve bunun yanındaysa atom altı dünyalarımızla hiçliklerin karanlık enerjilerine akdelik ve  karanlık maddenin  erimsiz tanımsız versiyonlarına bizim bilemeyeceğimiz ama  kendisini bilip tanıyan galaktik  veya sürkozmik bulutsularla evrenik parçacıklara ve erişilmez dalga boylarının ışık ötesindeki tanımlanamayan maddesi ve her  şeyin sonu ve başı olduğunu savlamaktan bir türlü kurtulamadığımız  karanlık enerji silolarının ışık çakıntısıyla  sık sık duyumsanır olan ve bizlere tanıdık gelen tüm biçimsel varyantlarına ayrım yapmaksızın  büyük bir adanmışlık  ve  sevinçle duyurmayı kuşkusuz kutsal bir  görev bilmekte  ve her defasında  yükümlülüğümüzü mutlulukla yerine getirmekteyiz.     


***


SONGÜN
İnsanoğlu neden kendi alanının dışındaki bazı şeyleri deliliğin edimlerine yorar veya yolunu yordamını şaşırmak ya da verim sağlayamayacağı alanlarda koşturmak olarak algılar... Cavendish kimdir merak ederim, Cartagena'ya tan vakti düşen ışığın, önündeki aydan, kütle çekim yasası uyarınca bükülerek geçtiğini, karadeliğin devasa yıldızların sönüp gitmiş bir közü olduğunu, dönen gezegenlerin, yörüngesinin de döndüğünü elden geldiğince bilmeye çalışırım. Manyetik giysileri bulgulayıp başardığımızda, tekstil sanayiinin, tilki postuyla örtündüğümüz çağların bir süreğeni olduğunun anlaşılmasını, içimizde ürettiğimiz elektriğin ledleri yakacağı günleri, mevsimleri dilediğimizce değiştirebilmeyi, sanal ormanlar değil, üç vakte kadar koru cennetleri yaratabilmeyi, beslenme ile mide ilişkisini sonlandırmayı, söz hünerlerinin bir yetenek değil kişisel uğraşlara evrilmesini, felsefenin tinsel doyumlara yol açan bir edim olmasını ve tanrıyla birebir konuşulmasını özlüyor ve bekliyorum. Kutülamare'de ölenleri diriltmeyi ve eski bir dille yeni bir şey yazılamayacağını da öğrenmeyi umuyorum.
İnsanın evrende oluşturulabilen bir varlık olmasını, canlıların boşluğun gerdanlığı olduğunu, ilahi mekanizmanın, maddenin kendi iç dinamiği ve denetimi olabileceğinin anlaşılmasını ve hemoglobin yasalarının değişmesini de istiyorum. Ölümsüzlüğün ölümde olduğunun anlaşılmasını dileyerek, kaderci bir yaklaşımında tutsağı olduğumun bilinmesini düşlüyorum. Primitif arzuların eşiğinde ve kavranılmaz evrenin kışkırtıcılığında gizemli yolculuklar hep sürsün istiyorum. Daracık odada düşlerimle baş başa, pencereden dışarı baktığımda sonsuz çeşitliliği görüyor ve düşlerin sınırsız değil, sabah serinliğinde odama sızan ot kokusunun yansımasında, bildik gerçeklerin buyruğunda cirit atan başı bozuk -kimyevi partiküller- olduğunu anlıyor ve elem dolu gözlerle boşluğa bakarak, gerçeğin kozmikomik türevleriyle oyalandığımı anlıyor ve alabildiğine kendime acıyorum artık... Bir ot bile olamayacaksın sen!..
Yaşamak ya da sanat bir deney, bir arayış, sorularla dolu bir bekleyiştir sonuçta, uygarlık yarattığı erkin tutsağı olmaktan kurtulduğunda, birbirimize düşmekten uzaklaştığımızda, kuyularımızdan çıktığımızda, yaşadığımız çağların ilkel dürtüler eşliğinde sürüp giden bir yoksunluk olduğunu anlayacağız, insanlık henüz kendini tanımaya çalışmakta, büyük boşluklardan korkuyor ve uçurumlarında iç çekerek yarattığı tanrılara sığınmayı bir ödeşkenin bileşenleri sanıyor, oysa evrenin bir parçası, bir süs, bir matruşka o, varoluşsal bir hologramda kendi kendini yok etmesi, ötekilere saldırması, onu alabildiğine gülünç kılıyor ve hala anne sütüyle besleniyor o!.. Ne zor şeymiş uçsuz bucaksız yeryüzünü paylaşmak, ne zor şeymiş, okyanusların üzerine dizilmiş çadırlarda tanrılara tapınmak, ne zor şeymiş karınca diyarının yaratılmışlarını barındırmak ve minicik tanrılarımız, annelerimizi göz yaşlarından arındırmak... Şeytan mıyız biz, cin miyiz, her birimiz birer katil ve Kan-su Gavri'nin elçileri miyiz!..
Biz düşüncelerimizin esiriyiz. Bizim tüm birikimlerimiz, inançlarımız, dinimiz, bilimimiz, ilmimiz ve alışkanlıklarımız, her tür us dışı, beceri dolu, yetenek gösterilerimiz, hayranlık veren edimlerimiz, yaşamsal verilerimizin, düşünsel sistemlerimizin, dünya, deniz ve topraklar karşısındaki tavırlarımızla oluşturduğumuz verilerden ve geçmişte ve şimdinin oluşturmakta olduğu göstergelerden kaynaklanıyor. Yanardağların patlayışı ve volkanların aleviyle, seller ve depremlerle, ulumalar ve kükremelerle içimize ürkü girdi bizim, cehennemimizi onlara benzettik, çünkü yüzyıllar boyunca onlara yenildik, tufanlarımızla insani ve etik davranışlarımıza yön verdik, Sodom ve Gomore'yi alev toplarının emrine verdik, dinimiz, inancımız, bilim ve düşlerle dolu sanrılarımız bu görsellerin eşliğinde oluşan sayfalara dönüştü...
Kitabı kutsal saydık çünkü o bizim geçmişimizin resmiydi, ona bakarak geçmişimizi öğreniyorduk. Sonunda nükleer topları icat ettik, henüz kültürümüzü değiştirmedik ama bir yüz yıl sonra Hiroşima ve Nagazaki için efsanelerimiz, Natziler için düş kıran söylenlerimiz ve peygamberler toprağı Eden yarımadası için nice yeni mesellerimiz bekliyor bizi kapıda, Buffalo Bill araya girecektir elbette, Antarktika için kim bilir neler uyduracağız, yeni Amerika oraları olacaktır belki de, o zaman cennet, soğuk sular ve denizler altında yüzen sonsuz çeşitlilikte varlıklar olacaktır bu kez, ama zaman kalırsa, Mars'ın ötesine, yeni ve başka dünyaların düşlerine kapılmazsak, yeni tanrılarımızın oluşması için vakitte olacaktır kısacası, yeni söylencelerimizin oluşması için vakit var. Düşünce eylemden sonra gelir, düşündüğümüz için doğmayız, doğduğumuz için düşünürüz, ne ki gerçekte tümüyle bir düşünceyiz biz, her şey, hepimiz...
Taş devri, maden devri, tunç, bronz, demir çağları, volkanlar, tufanlar ve doğa felaketlerine göre oluşturduk tanrılarımızı biz, kuyruk sokumunda başlangıcımızın izleri var, ellerimiz pençelerimizin gölgeleri... Geleceğin dini ve tanrıları, atom altı parçacıkların, nötronların, yüksüz dünyaların, açıklanmaz novaların, göksel protonların, nükleik vagonların, partikülden vatmanların, dijital vaatleri ve ayetleriyle dolu olacak bizim. Tanrılarımız hologramda bir bir canlanacak ve sizinle birebir görüşmelerde bulunacak. Gelecekte şimdiki tanrılarımız müzelerde yer alacak, tıpkı geçmişteki tanrılarımız gibi... Adem ve Havva sanal bir söylentinin, yüzyıllara hükmeden Nuh-u Nebileri olarak size el sallayacak, tanrılarınız biçim ve ruh değiştirecek, inançlarınız sonsuzca yenilenecek, şimdiki alışkanlıklarınızın totemleri, muska ve varyeteleri ortadan kalktığında, cennet ve cehennem; genlerinize sinmiş pagan çağların korku ve vaatleri olduğu anlaşıldığında, geleceğimiz, yeni kıyametler tasarlayıp gönüllerinize yine esenlikler bağışlayacak, tıpkı çoktanrılı dönemlere gülümseyerek bakmamız gibi, şimdiki tanrılarınıza gelecekteki bizler gülümseyecek ve geçmişteki ilkel uygarlıkların primitif canlıları olarak, şaşırtıcı ve trajikomik bulunacak ve arkanızdan göz yaşı dökeniniz bile olmayacak ne yazık ki...
Sizin tanrılarınız yarattığınız ve sahip olduğunuz uygarlıkların ürünüdür, yeni tanrılarınızda yarattığınız uygarlıkların ürünleri olacaktır. Siz var oldukça onlarda var olacak onlar sizinle değişecek ve siz yok olduğunuzda onlar evet yine var olacak, çünkü siz düşünüyor ve yargılar verebiliyorsunuz!..
Düşünce yoksa, tanrı neye yarar?.. Düşünce tanrının ötesindedir, düşünceyi yaratan tanrı olsa bile, düşünce tanrıyı kapsar, tanrı düşünceyi kapsar mı, iki kutup, orasını bilmemiz için yalnızca düşünceye gereksinimimiz var ne yazık ki... Düşünceyi kimin bağışladığı bile bir düşünceyse eğer...
Evrende her olay sui generistir, kendine özgü, devinim ve eylem yineleniyor olabilir, benzeridir evet ama her olay kendi olay ufkunun, kendi kozmik bahçesinin oluşturduğu bir yazgıdır. Yazgı; yazılım!..
Diyesim, sözü şuraya getirmek istiyorum, kutsal kitaplarda ya da kozmik varsayımlarda sözü edilen kıyamet -songün- hiç bir zaman gerçekleşmeyecektir. Evren tümüyle çökmeyecektir örneğin, bir yerde bir şey çöküyorsa, başka bir yerde başka bir şey oluşuyor, yükseliyordur devinimde...
Dünyada kıyamet kopuyor diyelim, nedenlerden biri güneşin sönmesi olduğunu düşünelim, güneş tüm gezegenlerin ve bizim sonumuzu getirdi diyelim, evrende bir nötron yığınına dönüşen milyonlarca yıldız var, her saniye kıyametler kopuyorsa, bize sıra geldiğinde bu yaşamın neden sonu olsun, o zamana dek kim bilir hangi yıldızlara konuk olacağız, kim bilir nerede varlıklar, tinler, tözler nereye göçmekte, nerde yer değiştirmekte, tanrısını göremeyen onun kullarını nasıl görsün!.. Yolun yarısına gelmeden Mars'a gidiyoruz biz, Mars'tan Kuiper kuşağına, oradan Samanyolu'nun dışına, başka yıldız yuvalarına ve başka komşularımıza, yalnız olduğumuzu düşünmek mutsuzluğumuzdur bizim, sonsuz kalabalıkların parçasıyız biz...
Belki de başka ve sönmüş bir gezegenin kıyametinden kaçmış yaratıklarızdır, altın sarısının içinde yaşadığımız bir planete konuk olmuşuz, burası metal yorgunluğuyla çökerek uluduğunda, omurgaları Süleyman'ın sütunları gibi yıkıldığında, gideceğimiz yere kültürümüzü de götüreceğiz doğallıkla ve bitip tükenmeyen bir kıyamet korkusuyla yaşayıp duracağız biz, ölümsüzlük bu korkuyu yenmemizi sağlamayacak, varlık ve yokluk ikilemi bizim vazgeçilmezimiz ve baş tacımızdır kaçınılmazlıkla...
Kıyamet korkusu, masallarımız, söylencelerimiz, ninnilerimizdir bizim. Gönüllü tasarımlarımız, tanrılarımız, büyücülerimiz, dehşet veren cadılarımız ve içgüdüsel korkularımız, tümünün dışa vurumu, yinelemenin eşiğinde durduğumuz sürece, Adem peygamberse, Havva ana tanrıçamızdır. Adem biricikti, kime yalvaçlık yaptı ki, biz onu yüceltiyoruz, sözün büyüsüne beleyerek, armağanlar veriyoruz, peygamberlik zanaatı, konuşmaya erdikten, yazı ortaya çıktıktan sonrasıysa, Adem ilk insan olabilir mi... Roma valisi ve Tibet laması değildi evet ama Adem konuşmayı bilmiyordu, cennetten kovulmuş, dili tutulmuştu bir kere... Çünkü insanoğlu son derece yetenekli ve edebiyat için, estetik ve akan zaman için, yaşayan bir kozmik bilinç o!..
Adem peygamber değil, bir sabıkalıydı gerçekte ve günahı Havva'nın üstüne yükleyerek, insanlığını gösterdi ve yeni bir düzen kurdu, şer'in üstüne, bu düzen değişmedikçe Habil ve Kabil savaşımı sürecektir. Bundandır ki gerçekte, kötülüğün türevleri ve saltanatını yıkmak için çabalıyordur tüm insanlık!..
Yaşam evrene açılan bir pencere... Elem verici konu, Çökilyas dağının yamaçlarında, gece yanan ışıklar altında, bir yunus balığı gibi kıvranan İsabey kasabasında, evlerin penceresi yok denecek kadar azdı, güneş sızardı odalara, hiç unutmam ışığın içinde tozdan bir dünya vardı sanki, kıpırdaşan, yüzen, uçuşan, dönüp duran iplikçikler, niçin bir mikro evren olmasın, şaşardım bunları içiyor, yutuyor muyuz biz diye... İçimizde onlar var belki de ve biz kendimizi bir şey sanıyoruz. Bir tozanız, bir tozan bizim gerçekliğimiz.
Bologna'da ortaçağdan kalan evler ve sokaklar varmış, bizde en eski yapı, yol, yolak, çeşme kaç yılları geçiyordur acaba... Çok üzülüyorum dünyamız ahvaline, biz neden böyleyiz; göçebeyiz, aydınlanma yaşamadık, pederşahiyiz, dinlerin kölesiyiz, hepsi saçma geliyor, bir adım ötemizde onca şey varken, Efes tapınağını görmüyor muyuz, Yedi uyurları bilmiyor muyuz, Selimiye'yi yedi ceddimiz yaşamadı mı?... Mimarimiz yok, estetik duygumuz sıfır bizim. Dağda, kırda herkes kendi evini yapıyor, 'Kırlangıç yapar yuvayı, çamur sıvayı sıvayı' . Doğuda sultan saraylarının erki, kaç yüzyıldır kedi köpek kulübeleri denli bir ziynet bile yapmıyor acaba!.. Neden şatolarımız yok bizim, neden bir sayınç ve hayranlıkla seyredeceğimiz evlerimiz yok, tahta ev yapmış çok tasalananlar geçmişte, yalnızca bir dünyayı küçümsemenin ve öbür tarafa borçlanmasız gitmenin görkemiyle açıklanamaz bu, reaya ne yapsın, 'Şalvarı şaltak Osmanlı, eyeri kaltak Osmanlı, ekende yok, biçende yok, yiyende ortak Osmanlı', Osmanlı'yı yerden yere vuran bir cehlin cennetine kim sığınmak ister ki, geçmişimizi aşağılarsak, bizi bekleyen karalar bağlamak mıdır, uyandığımızda yanımızda kimseleri bulamayabiliriz, size bıraktık dünyayı, kimsecikler olmasa da, kendinizi aşağılayacak kadar, insan sevmez, kadir bilmez, tanrı tanımaz mısınız bakalım yine de!..
Biz başkalarına bel bağlamayı alışkanlık haline getirmiş bir toplumuz, tanrı kültüne, batı kültürüne, el kapılarına... Bizim bel kemiğimiz yok mu, kim layık gördü bizi bu tutsaklığa; öncelikle kendimiz!.. Kulluk diye tutturmuşuz, kölelikten evrilme bir sözcüğe sevdalanmışız, öznesine sıkı sıkıya bağlı bir oyuncağı sonsuza dek taşıyan, deliliğin edimleriyle oyalanan bir varsayımın görünmez prangasına, dünyaya gelip de bir kalem oynatmayan, bir fidan sulamayan, bir emeği üretmeyen, var oluşun çayırlarında, panayırlarında ter akıtmayan, bir verime katılmayan, bir pergelin kadranıyla oynamayan bizden değildir. Tanrı tapınmamızı değil, el ele olmamızı, kendisine yardımcı olmamızı istiyor, kul değil adı üstünde insan arıyor ve gerçekte yerini onlara terk etmeye hazırlanıyordur. Amaçsız, değişkesiz, ufuksuz, sonuçsuz ve sürgit yenilenmesiz bir varoluş biçiminin ne anlamı var, sığlık ve durağanlık karanlığın şarkısıdır, 'Her şey değişip akmada, bu hal beni hayran bırakmada!..'
Yaşanılanlara, olmuş ve olacak olanlara bakın, tasımlayıp, düşleyin, kolaylıkla duyumsanıyor bu döngü, görünüyor, tanrının işini kolaylaştırmayanlar, ona sığınarak, tembelliğin yamaçlarında uyuklayan onu yadsıyan kurnazlardır. ... Kederimizin Efendisi penceresiz kör evlerde büyüsünler diye yaratmadı bizi, kim ki onun kulu duyumsuyordur kendini, yaşamı ve rabbini yadsıyor, hiçliyordur, biz ona bağlanmayı değil, ona sığınmayı değil, ona layık olabilmeyi, onun katına çıkabilmeyi, varabilmeyi başarmalıyız, buda insanı ve onun var ettiği dünyada sürüp giden yaşamı yüceltmekle olasıdır, gerçekte tanrı bizden bir şey istemiyor, yarattığı insanı yüceltmeyi ve var ettiği yaşamın hakkını vermemizi istiyor, o zaman ki biz ona layık olacağız ve o bizimle belki gurur duyabilecektir artık, ona sığınmak, bizim suçumuz ve onu aramak, bizim en büyük günahımızdır. Kutsanacak bir şey varsa yaşamdır ve tapılacak biri varsa insandır. İnsanı eziyor, hiçliyor ve böylelikle tanrıyı sürgit yadsıyoruz biz. Tapınmak günahlarımızı çoğaltıyor, sığınmak acılarımızı artırıyor ve onu aramak iki yüzlülüğümüzün kanıtına, utanmazlığımızın ve kurnazlığımızın onulmaz acımasızlığına dönüşüyor artık. Alışkanlıklarda değişir, biz tanrının 'gölgesini' çiğnemeyi bırakmalı ve ona, yaratana kin duyan kahredici ve pişman edici, göz yaşlarıyla dolu yaratıklar olmaktan kurtulmalı, kurtulabilmeliyiz...
Tanrı ne demek istedi kutsal kitaplarda...
Onun kutsal kitabı evren...
Ve o soruyor, düşünmekle ne yapmak isteyebilir ki insan?..