4 Ocak 2016 Pazartesi

PERA PALAS

'Eski'l bir dille, yeni bir şey yazılamayacağı...' Annemin, büyük / büyük babasının adıydı Habip... Sevgili demek... 1800 lü yılların sonuna doğru Beyoğlu'nda siyasi bir oluşumun partizanlarından bir grubun saldırısıyla ölmüş, linç edilerek... Gece karanlığında, sokak ortasında... Güneş dünyayı aydınlatırken, uzay neden karanlıktır, işte bunun yüzünden, ölüm, diğer adıyla karanlık bizim kaderimiz... Ondan kurtulmayı hak etmiyoruz. Sokak lambası yalnız çevresini aydınlatıyor, bir kaç adım ötesinde çığlıklar duyabiliriz. Işık düzgün doğrusal yayılan bir töz, etik değerleri ağır basıyor, karşısına bir engel çıktığında, yanından kıvrılarak geçiyor ama düzgün doğrusal olmakta zorluk çeken yaratıklar bunu bir eğim, sapma, kaçınma olarak algılayabiliyor. Ateş böcekleriyle dolu bu dünya, ama sonsuz karanlıkta bir nokta, parıldayan minicik bir mücevher gibiler, unutulup gidiyorlar. Kozmos uçsuz bucaksız bir gayya kuyusu, bilinmeyenlerle dolu bir krater, volkan, ona baktığınızda kendinizi bir daha anımsamayacak, sonsuzca unutacak denli bir ürkünün içine düşebiliyorsunuz. Zamanın bile akmadığı kozmik canavarlar, kurt delikleri, sonsuzluğun sonunda başladığınız yere döndüğünüz anlar, enfraruj ışıkları, mavi devler, kuasarlar, nötron yağmurları... En güzelini Jesus söylemiş; onu aradım, neredesin baba dedim, uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan başka bir şey göremedim. Uzayda palet gibi uzamış ayağı, bir ördeği andıran dev suratlarıyla, galaktik yolları adımlayan tepegözler var mıdır, at başı bulutsusunda kirayı ödeyemediği için yuvalarından kovulan yarım dünya filler ve diğer tüm canlıları yiyip bitiren aslan ve ecinniler... Giordano Bruno, evrenin sonsuz olduğunu düşündüğünde, Copernicus'in görüşleriyle sınırsızlığı ileri sürdüğünde, tanrının işini zorlaştırdığı gerekçesiyle dili koparıldı ve insanlık tarihinin resmi başkenti Roma'da, Campo dei Fiori meydanında yakıldı. Ondan bize geri kalan yalnızca şu sözcükler; "Ne gördüğüm gerçekliği gizlerim, ne de bunu açıkça dile getirmekten çekinirim. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilit ve bilisizlik arasındaki yarışa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve bilisizliğin atalarıyla, anlayışsızlığın ve körlüğün denizlerinde yüzen çoğunluğun öfkesine göğüs germek zorunda kaldım ve hep öyle yaşadım." Bilisiz çoğunluğun saldırılarında ezilmekten hoşlanan bir avare miydi Giordano... Yeryüzünün cehennemlerinde, iki ayağı üzerinde durmayı başarabilen tek canlı insan, homo erectus, ardından hemen homo sapiens geliyor, Rodin, düşünen adam!.. İki ayağı üzerinde durabilen biri, kolaylıkla yıldızlara çevirebilir yüzünü, sırt üstü uzanarak yüzyıllarca düşünebilir, korkar ve kuramlar ileri sürerek, gölgelerin dehşetine anlamlar yükleyerek, artık ürküsünü dağıtabilir ama ne yazık ki hemcinslerine, diğerlerine korku salmaya başlar, güneş tanrımız değil, dünya boşlukta rüzgar gibi uçuyor, kutuplarda ne gece var ne gündüz, dünyanın merkezinde erimiş ateş topundan bir güneş var, biz sönmüş yıldızların tozuyuz. Ürkü bedenin gereksinimlerinden biri, adrenalin salgılamak için bir pompa, ışık kaması gibi yüreğimize girdiğinde kendimizden geçer, orgazm oluruz!.. Evrenin yaşı havarilerin sayısına milyar sözcüğü eklendiğinde ortaya çıkan bir yelkovan, on üç milyar, Judas dahil!.. Bundan ötürü bazı yıldızlar o denli uzak ki bizden, genişleyen bir evrende hala ışığı bize ulaşamayan tanrı parçacıkları var ve cüsseleri -bizim evreni- katlayabilecek gök adalar!.. Uygarlık gözümüzü yıldızlara çevirdiğimizde başlayıp, hız aldı ve evrenin gizlerini bir bir ortaya çıkardığında insanlık, gelişim her seferinde biçim değiştirdi. Yanılsama, yanılgı, yanlış bilgi, safsata, yalan, bilisizlik ve kötücül yaklaşımlar sanıldığı kadar kötü sonuçlar yaratmıyor görünen dünyamızda, her kötülük, her safsata ve -skolastizm- sabit düşünce, hurafe bizi yeni düşünceler üretmeye zorluyor, karşıtların çelişkisi bu, diyalektik... Doğru bile eni sonu yanlışlanmaktan kendini kurtaramaz, Copernicus astronomide devrim yaptı, güneş dünyanın çevresinde değil, dünya güneşin çevresinde dönüyor dedi... Ptoleme çağını beklemişti!.. Bilemiyorum, uydu, ana gezegen ya da güneşinin çevresinde dönüyordur belki ama herkes birbirinin çevresinde dönüyor sonuçta, (ben Leyla'nın, Leyla Ahmet'in, Ahmet, Süheyla'nın ve Süheyla yinelemeye bir tepkime olarak canı çektiğinin!..) algı kapıları günü geldiğinde her şeyi değiştirecek ve her görüş yenilenecektir, dünya düzdü bir zamanlar, küre olduğunu anladık, ama çok daha ayrıksı bilgilere ulaştığımızda, amorf ya da göğül nesneler, geoit oluntular biçiminde varlığını sürdürürler diye, küresel görüşten uzaklaşmayacağımızı kim bilebilir. Kültür okyanusları, küresel olandan uzaklaşıp, moleküler ayrıntılara doğru yaklaştığında, dünya küre biçimindedir demek, alfabenin ilk harfi A demeye benzeyecektir, hiç bir işlevselliği olmayan bir bilit, atomik dünyalara ulaştığımız gün dünyamız göksel varlık, noktacıl bir nesne olarak tanımlanacaktır, ona küre diyenler, ahalinin hala iki ayak üzerinde durmaya çalışanları olacaktır artık!.. Direnenler kaybediyordur!.. Bilgi, birikimimizle paralel olan bir olgu, bir oluntudur, ilk çağda bir otomobil gönderilseydi Fred Çakmaktaş'a oda tatlı dilli Wilma'ya armağan etmezdi onu, doğada tuhaflıkla biçimlenmiş garip bir oluntu gibi onu parçalar ya da uçurumdan aşağı atardı. İletişime yarar bir sabun köpüğü çevremizde dolanıyor, koklayınca açlığımızı gideriyor, dokununca uçuyoruz onunla ama kimse bunu bilmiyor ve sabun köpüğüne öylesi bir uçukluk gibi bakıyor dünyalılar, böylesi saçmalıklar!.. Neden, Fred Çakmaktaş otomobile ancak böylesine yaklaşabilirdi, algı sınırlarımızın ve kültürel enginliğimizin dışında kalan her şey saçma gelir bize, tanrı yanımıza gelse dediğimizde, hepimiz bu olasılığa, saçma diye bakabiliyoruz, saçmada olsa bir gün biri çıksa, dünyanızı ben kurdum, sizleri seralarda ben büyüttüm, Cengiz Han'dan, Napolyon'dan ben gözettim, küçük baş hayvanlar, kümesteki canlılar gibi birbirinizi gagaladınız durdunuz, hep başımı ağrıttınız ama inanın zamanın akışında çok güzel şeylerde yumurtluyordunuz, onun için sizler için bir pişmanlığa, ortadan kaldırıp, yok etmeye kıyamadım ve işte bugün karşı karşıyayız, hoş geldiniz canlarım, canlılarım dese ne düşünürsünüz!.. Deliliğin edimleri bu demek, bir olasılık olarak, bizlerin deli olabileceğinin kanıtı olmaya bayağı yarayabilir!.. Çünkü her iki görüşün de bir kanıtı ve bir karşıtlamı üretilememiş, bellek evimizde... Jüpiter'i görmedikçe yok demeye benziyor, yoktur belki de ama olabilirde!.. Avareler dünyamızın gelişmesine yol açıyor, kumrular gibi düşünüp, hindiler gibi dalıp gidenler, gözlerini gökyüzüne çevirenler kuramları yaratıyor, bilgiler bilgisini aşıyor, bir yanlışa düşenler, bizi uçuruma sürükleyenler, kuramsallıkta ilerlememizi sağlıyor, çünkü o yanlışlar bizim yeni ve sonsuz denizlere dalmamızın payandaları, yeni yelkenlerin rüzgarla dolmasını onlara borçluyuz, yeni yollardaki ayrıksılığı onlar sağlıyor, o yanlış bizi yeni arayışlara sürüklüyor, kozmik canavarlar bizi yok etmedikçe, bir hiç yüzünden birbirimizi öldürmedikçe doğru yoldayız biz. Leibniz, olabilecek dünyaların en iyisinde yaşıyoruz dedi doğallıkla, doğru değildi belki ama bir kaç ayrıntı dışında, bizim düşmanımızın biz olmadığını anladığımızda, bir ok gibi ileri fırlayabileceğimizi düşünebiliriz ve geçmiş yüzyıllar, bugün ve yarın için yalnızca göz yaşlarımızı tutamıyoruz biz... Oysa her şey o kadar kolay görünüyor ki, o kadar!.. Güzellikler o denli yakınımızdaki... Gerçeğin örtüsünü kaldırabildiğimizde gerçeği göreceğiz!.. Görüyoruz ama gösteremiyoruz, söyleyeceğiz ama dilimiz tutuşuyor, umarsızca bakınıyor ve yalnızca göz yaşlarımız var artık!.. ... Habip yüzbaşıymış gerçekte, okuma yazması olan, kültürel donanımlı ve dışadönük biriymiş anlaşılan, söylentilere göre Kırım'a gitmiş, oradaki çarpışmalara katılmış, Osmanlı'nın çöküşü döneminde Dersaadet'e dönmüş ve ileri gelenlerin düzenlediği bir toplantıdan sonra, geceleyin düzenlenen baloya katılmış. O dönemin, sırmalı üniformaları içindeki her kaytan bıyıklı gibi yakışıklı, gösterişliymiş. Belki de Abdülmecit'e armağan edilen bir piyanonun eşliğinde boy göstermiş, herkesin gözleri önünde bir Ermeni kızıyla dans etmiş, onlar ne denli güzel insanlardır, kırmamış, karşı çıkanlara bile dudak bükmüştür eminim. Balo Pera'daymış, Pera Palas'da... Ama ortalık kaynıyor, bir Borges öyküsü değil ki olanlar, edebi paradokslar ve etnik, Arabi ya da mitik metaforlarla süsleyelim her şeyi... Herkes birbirine içten içe kinli, herkes yüzyılların hesabını sorabilmek için hazırlıklı ve temkinli... Gecenin ilerleyen saatlerinde Habip'in bu gösterisi bir gözdağı gibi algılanmış elbette ve iç-güdüsel bir meydan okuma... Dışarda erketede durup onun çıkışını gözleyenler, bir hançerin parıltısında, koltuk altına gizlenmiş bir kamanın sıcaklığında, onu bekleyenler bir yazgının gongu vurmuşçasına elbette muradına ermişler. Bir canı canından alanlar, bir soluğu durduranlar, bir gırtlağın tadına bakıp, bir çeşmeden akar gibi horlayan, kanın gürültüsüne kananlar, son iç çekiş köyüne yaklaşan Habip'in gözlerinde dünyaya doymamışlığın kederini görmüşler... Gecenin karanlığında, aslanın ağzında gözü parlayan bir antilop gibi görmüşler; gözlerinin dönüşünü!.. Bilinci yitmek üzereyken bir türlü anlaşılamayan bir sesi, gaipten garip bir inleyiş gibi duymuşlar boğazının hırıltısını!.. Onu sonsuzluğa yollayanlar, Ermeni komitacılar, Yunanlı efsunlar, Bulgar casuslar ya da yedi düvelden bir ayrılıkçı, işgalciler, kavgacılar olsa ne yazar... Bilimde safsatadır, barışın, güzelliğin, kardeşliğin peşinde, silahlar, gardiyanlar, krallar ve kaplanlar üretir. Yüzyılların akışında bir yinelemedir bilim, taşla saldırır insana önce, oka geçer sonra, sonra top devreye girer, sonunda kendini bile yadsır ve Hiroşima diye haykırır, yarın bilim bize ne sunacak bilebilir miyiz, öngörebilir miyiz... Biz biziz!.. Dünya merkezli bir evren düşündük, olmadı, güneş merkezli bir dünya düşündük, olmadı, evren merkezli bir süt yoluna inandık, gene olmadı... İnsan öldü, insan yandı, insan haykırdı, insan göz yaşı döktü gene olmadı!... 'Gelecek için gökten ayet inmedi bize, onu biz kendimiz vadettik kendimize!..' Habip'in bir kuşak sonrasında İlyas, kırk iki yaşında -ikinci kez- dört çocuğunu geride bırakarak, 1914 harbi için Narlıdere'ye ulaştığında, lekeli hummadan üç gün içinde öldüğünü kırk yıl sonra öğrendiler, ne ölüsü geri geldi, ne de dirisi!.. Oysa dört yaşında ki Ömer'in elini tuttuğunda, çabuk dönerim demişti. ... Olaydan önce, Pera Palas'ın revaklı salonunda atışmalar olmuş, herkes birbirine çullanmış bir ara, silahlar patlamış mı, çığlıklar havada uçuşmuş mu, bir pala savrulmuş mu bilen var mı!.. Carmen yüzünden sanabilirsiniz olayı, hayır içgüdüler, madalyalar, ayrı ayrı ülkelere bölünmüş gezegenimizde, 'bir avuç dolar', bir avuç toprak yüzünden... Gerekçeler neye yarar!.. İnsanlar, halk avcıları, hala buğday soyludur, emek kutsaldır, sevgi yücedir, barış gelecektir diye şiirler yazıp, şarkılar söylüyorlar, yinelemeler neye yarar, her kuşak aynı şarkıları dinlemekten, aynı şiirleri okumaktan bıkmadı mı!.. Ne yazık ki bir aldatı ve bir yinelemeye dönüşüyor bunlar, hiç bir şey değişmiyor, hiç bir şeyi değiştiremiyor insan yavrusu yüz yıllardır... İnsanlığın sorunu, hiç bir şeyi değiştirememek ve yinelemeyi, avunmayı yaşamı bilmek!.. Neyi değiştirebiliyor ki, ama değişmeyeni değiştirmek için, belki de unutmayı öğrenmesi gerekiyor!.. Ayrıca psişik kurtuluşu değil, maddi varlığı ve gerçekliği benimsemesi gerekiyor belki de, unutuş gerçeklik barındırmalı ve her şey açık seçik anlaşılmalı!.. Tartışılmalı, belki de umarsızlık yanılgılar üretiyordur hala!.. Düşünceye değer veren bir tanrımız ve dünyamız insana yakışır bir yer olsaydı... Habip ölmezdi!.. Bu anıların, anıştırmaların, kaygıların, acıların onunla ne ilgisi var... Olur mu!.. Dünyamız yaşayanların değil, ölüp gidenlerin uygarlığı hala... Habip, ey sevgili, günahın neydi... Bir hay huyun içinde, toprak kavgaları ve ölülerin kutsanmalarıyla dolup taşan bir mezbaha, bir kapital ve bir borsa cenneti ve artı değer talanının paylaşımında salınıp duran bir -kılıç suyu- planeti!.. O kırk bir yaşında, ömrünün baharında, hemcinslerinin naraları arasında, kolları bacakları ayrılıp, teni ekimozlar, göğüs kafesi darplarla süslü olarak, bir soğuk hava deposunun girişinde haftalarca, donmuş, yapayalnız bedeniyle, kimsesizler mezarlığına gömülmeseydi eğer... O tarihte bir ölü bir yerden bir yere taşınmıyordu, ölüm haberi zaten aylar alıyordu, olan bitenler bir hurafe, bir söylentiydi, gerçekliğin boyutlarını kimse bilemiyordu... Ama şu bir gerçek ki o, onlar ölmeseydi, Ayanlar avlusundaki sandukasında bulunan, Tercüman-ı Ahval gazetesi, bugün hala yaşıyor olabilirdi. Bir tarihin bitişiyle; görüngüsü, kültürel yapısı ve onların hayran olunası tanrısal birikimleri de yitip gitti ve her şey -eski bir şarkı gibi- yeniden başladı... Tarih sonsuzca bir yinelemedir!.. Her yıkım yazık ki, yinelenen bir yapıma dönüşüyor. Kısır bir döngüdür belki de bu. Bilinmez... Oysa yitirilmemiş bir düşünce, bir ses, bir bakış dünyayı değiştirebilirdi!..

3 Ocak 2016 Pazar

DESCARTES

Borges'den Üzünç Veren Bir Şarkı
DESCARTES / Yeryüzünün yalnızıyım ben, ama belki ne yeryüzündeyim ne de bir insanım. Belki bir tanrı aldatıyordur beni. Belki bir tanrı zamanıma hükmediyordur, şu sonsuz yanılsamaya. Ayı düşlüyorum ben ve düşlerken gözlerimde canlandığını biliyorum. Düşledim sabahın ve akşamın ilk gününü. Düşledim Kartaca'yı ve çöle dönmüş lejyonunu. Düşledim Lukan'ı. Düşledim Golgotha'nın bayırlarını ve Roma'nın haçını. Düşledim geometriyi. Düşledim, çizgiyi, yolları, yüzey ve boşlukları. Düşledim sarıyı, maviyi, ve kırmızıları. Düşledim sayrılı çocukluk çağlarımı. Düşledim haritaları ve krallıkları, ve her gün doğumundaki umarsızlıkları. Düşledim o durgunluk veren bahtsızlıkları. Düşledim kılıcımı. Düşledim Bohemya'nın Elizabeth'ini. Düşledim kuşku ve kesinlemeleri. Düşledim geçmişimi. Belki geçmiş diye bir şey yoktur, belki hiç bir zaman doğmadım. Düşlerin içindeki bir düş olabilirim. Kutupçul bir sanrıya, dehşete kapılmış olabilirim. Tuna Üzerinde ki, şu katıksız gecede. Descartes'ı düşlemeyi sürdüreceğim ve atalarına ona gönül borcum var benim.

ÖLÜ

'İşte böyle yapıldı, atları iyi süren Hektor'un cenaze töreni''. Homeros / İlyada. O tarihlerde, Truva'nın göksel merkez kabul edildiği, tüm Şehir Devletleri'nde, irili ufaklı Siteler'de, şöyle bir kural vardı; Barış karaları bırakır da, suya inerse eğer, savaşkan iki ordunun en güçlü silahşörleri bir araya gelir ve karşılaşırlardı. Kimin kaburgası toprağa değerde, öteki ayakta kalır, kimin kanı pıhtılaşır ve gözü yaşlı olurda, diğeri türkü söylerse, savaşı o taraf kazanırdı. Başlangıçta, bir takım kavgalar olurdu elbette, pusular, ikili, üçlü düellolar, adam kaçırmalar, yersiz kabadayılıklar. Ne ki, koca karınlı gemiler, şarap rengi denizlerde, bunca insanı denizler ötesine, kara topraklara, ıssız bölgelere taşıyacak, güverteler, ambarlar bin bir çeşit levazımla, testilerle, fıçılarla dolacak ve siz insanoğlu; Gönüllüler, maceraperestler, çapulcu ve savaşçıların, bir kişinin bile boğaz kesmeden, gırtlağının tadına bakmadan, birinin bile burnu kanamadan, bir karış toprak çiğnemeden, baharın ve güzün ürünlerine el koymadan, talan ve yağmanın canhıraş feryatlarla süslü görkeminin tadına bile varmadan, kafataslar kadeh olmadan, alışılmış, o bildik yollardan geriye, evlerine, türdeş kulübelerine döneceğini umacak, elim safhalara göz yumacak, öylesi dualarla, budalalıklarla, tütsü ve yakarılarla bu beklentinin, zarar dışı, can yakmadan, ocaklar yanmadan, sağ salim, ölümsüz, güle oynaya, 'gidenin gelmediği, dönenin onmadığı', ruh yıkımsız, yürek yitimsiz ve bir anlamsız umarın kimesneleri olacaksınız... Suçun büyüğü sizde ve günahkâr olanda ne yazık ki sizlersiniz!.. İşte bu çatışmalar, çarpışmalar, toz duman içinde, yerlerde sürünen kafalardan, kargaşa, ilenç ve kavgalardan sonra, savaşçılar ve kurbanların gözü kanla doymuş, masumlar toprağı boylamış, kan ve göz yaşıyla besili toprak bereketini, kana kana ilahi gövdesine çekip, sindirmiş, kan suyu ve etle dolu yiyeceğini, kargışlanmış sayısız cesedini, tanrısal gıdasını ciğerlerine boca ederek yığmıştı ki, güneşin ateş gibi surları yaktığı, duvarlardan kezzap gibi terlerin süzülerek, sıcağın arı kovanları gibi kovuklara, çukurlara ve gölgelere aktığı bir ilkyazın son günlerinde, öğleden sonra, ikindi önlerinde, her iki tarafın en tez ayaklısı, en ağır silahlarla yüklü; ışık hızında mızraklar, ayı şak diye ikiye ayıran kılıçlar, güneşe varan oklar, gölgelere analık eden kalkanlar ve parlak, süslü toynaklar, keçeden, meşinden, manda gönünden, demirden, sağlam zırhlarla bezeli, çelik tolgalı, yıldız mahmuzlu, dev topuklarla, savaş arabalı, dizlikli, meşin çarıkları, ibrişim bağlı sandal, ceylan derisi sadak, kıvrık gagalı, arzulu yatağanlar ve bağcıklı, askılı tokyolar, tunç kargılar ve eşsiz ezgileri ve bulutlara değen, göklerde çalkalanan naralarıyla orduların en gözü pek iki yiğidi, en cesur, en cenk sever, en cengaver iki pusatlısı; Truvalı şahzade, Atlas yapılı Hektor ve Akhalı kral naibi, Herküli genç Aşil ortaya çıktılar!.. Meydan uğuldadı ve işaretler verildi... Deniz kıyılarında Helen birlikleri, Akhalar, birleşik site devletlerinin güçleriyle, 'isteksiz' gönüllüler, yersiz yurtsuz serseriler, köprü altlarını, kemerleri, susuz sarnıçları sığınak yapan aylaklar, işsiz güçsüzlerle, palas pandıras sahipsizler, pelül perişan kimsesizler, pejmürde, kurtsuz kuzusuz değneksizler dizilmiş, seyrediyordu... Truva tarafında tüm bir halk surlara yığılmış, mazgallar ve kulelerden, et yığınları, ayyaşlar, kralın yakınları, akranlar, akrabalar, su satıcıları, vergi tahsildarları, şımarık çocuklar, deli dolu gençler, yaşlılar, asalı ve beli bükük kocalar, karılar ve solgun, gencecik yüklü kızlarla, karınları burnunda, abstraki, çilli suratlı, gamsız tasasız, neşe yüklü gebe kadınlar dizilmişti. İki usta, kılıç suyunun Koçero'su, iki savaş arasının uyur gezeri denilesi, mertlik destanlarının, krallık maestrolarının çarpışması saatler sürecek ve günler birbirini izleyecek gibi görünüyordu. Yorulmak nedir bilmeyen, kanın içine doğmuş, bükülmez, çelik bilekli, şahin gözlü, çevik ayaklı, silahların ellerinde oyuncağa dönüştüğü, beceri ve ustalıklar, usa sığmaz cambazlıklarla el değiştirdiği iki yiğit; temaşayla aç ruhları doyuruyor, gönülleri titretiyor ve izleyenlerin yüreğini, göğü sarsan hançerelerle ağzına getiriyordu. Parıldayan yatağan, ışıldayan toynak ve tozluklar, yaldızlı mahmuz, katlı, kalın kemerler, kara bileklik, ardından dumanlar tüten, kıvılcımlar saçan mızraklar ve göklerde yitip giden oklar, talihli izleyicilerin düşler sepetini bin bir renk ve kişneyişlerle dolduruyor, akıl tasını doyuruyor, yüreklerine çağlayanların çelikten şarını, buzlardan buz sularını serpiyordu. Tarih boyunca olduğu gibi, güçlülerin savaşını, soyluların kargışını; akıllara durgunluk veren, küçücük bir hata, iki cihanda düşlere sığmayacak, minicik bir aksilik belirleyecek gibi görünüyordu. Her iki kahraman, her iki cavalagöz, kuyruklu bir canavar gibi atılıyor, amansızca saldırıyor, tozu dumana katıyor, koşuyor, haykırıyor, atlar şahlanarak kaçışıyor, metal yorgunu ürken arabalar, bir sürtme, itme varmış gibi, ta aşağılara, yarların başına kadar sağa sola yalpalayarak devrilip, uzaklaşıyor, tolgalar kafa kafaya çarpışıyor derken, her iki yiğitte aradığı boşluğu bir türlü bulamıyordu. Priamos yanlıları, çağdaş bir kentin ve ticaret erbablığının incileri, ustaları, çağın modernite bulgunu bereketli hilali, alış verişin altın kurallarının geçtiği, ortakçılığın belirlendiği, bayındırlık ve toplumsal birlikteliğin içselleşip, benimsendiği, sanki göksel bir buyruğun tüzeliğinde, mekanizma ve tekniğin, altın oranların, haktanır terazilerle işlediği düşler kenti Truva'nın; surlarını tıka basa dolduran kalabalıklar, büyük bir heyecan içinde karşılaşmayı izliyordular. Akhalılar, buraya yağma ve talan isteriyle gelmiş Agamemnon ve korsanlar korsanı Odysseus'un yarıcısı Menelaos yanlıları, el koymacı konakçılar, çapulcular, nice gözü pek, yüreği kara serüvenci ordularıyla, sıradan insanlarda kavgayı içrek deniz kıyılarından, uzak yamaçlardan ve sağa sola serpilmiş küçük tepeciklerden, el yapımı 'tepeliklerden' rekabeti ağızları sulanarak, hızla yer değiştirip birbirine çarparak, itişip kakışıp, önlerine gelenin boğazına sarılarak, kimileri de dili kurumuş, ağzı yanık, dudağı uçuk biçimde seyrediyorlardı. Truva'nın prensesi, eşsiz, biricik sultanı, geleceğin gözde kralı, yağız halefi Hektor'un narin ve zümrüt gözlü eşi Andromak herkesten fazla heyecanlı görünüyordu, ne ki Aşil'in hiç bir bekleyeni yoktu arkasında, o dağların, yamaçların, eteklerin çobanlığını yapan, düzlüklerde aslan hayaletleriyle boğuşan ve agoralarda ıslık çalarak dolaşan, çapulu adet edinmiş, bir kır tilkisi, bakılışı güzel serkeş ruhlu biriydi. Çarpışmanın bir türlü bitmek bilmeyişi, o küçücük hatanın, o can alıcı anın nereden geleceği konusunda insanların kendilerini, güneşin ve ayın oyunlarına, göklerin ve yıldızların kumarına terk etmesinin önünü, engelsiz ve dikensiz yolunu açıyordu. Hava kararmak üzereydi, belki içgüdüsel bir sanıydı ama insanlar sabırsızlanıyordu, akşama kalmadan herkes evini barkını toplayacak, sığırları ahırlara dolacak, keçi ve koyunları ağıllara koyacak, sütler sağılacak, yumurtalar toplanacak, oraklarla otları kesip, şişlerle örgüler örülerek, işliklere, tezgahlara koşulacak, zeytin yağı değirmenlerine uğrayıp, küspeler, kavutlar alınıp verilecek, arpa mayalanıp, buğday ve kenevir değişilecek, haşhaş öğütülecek, çıkrıklar dönüp, demirciler, marangozlar övünecek, sular akacak, kızlar kolyeler yüzükler takacak, kalan zamanda, belki agorada, belki de taşla döşeli yollarda değiş tokuşlar, takaslar yaşanacak, yüzler gülecek, çocuklar sevinecek ve evlere dönülecekti. Akha yanlıları ise kaygısızdı, yineleyelim ki uzak yollardan salt kapkaç için, salt kan döküp kutsamak için buradaydılar, savaş yıllarca yıllar kadar yıl sürse onların umurunda bile değildi, çalı çırpı, çift çubuk, börtü böcek, çörtü çörtlükle, dağın ve ormanların, vandal ve barbarlığın, otlayıp, sağılmanın, kızıl salkımlarla ağaçlardan atlayıp, akşam alacasında dağılmanın ve sandallarla, sandaletlerle yaşamanın saltanatıyla, bungun, sıkıcı bıkkınlığından gelen, hırçın bakışlı, kindar ve umarsız çocuklardı onlar. İşte tam o sıralarda Zeus, topuz sertliğinde bir karar verdi, bu çarpışma elan bitecek ama savaş sürecekti. Her iki taraf için ortak bir kabullenim belki böyle olası ve böyle geçerli olabilirdi. Olaylar beklenmedik bir hızla ve göklerde akan bir yıldız kadar çabuk gelişti. Andromak ortak meyveleri olan, gelecekteki 'geleceğin' veliahdı, küçücük yavrusunu, uğur getirmesi ve yurdunun koruyucusu büyük Hektor'a, utkusunun muştulayıcısı olur umarıyla, dev surların önüne çıkardı ve çocukcağız o an ilerde, ölümüne savaşan iki kişiden birinin, yumuşak kıvırcık saçlarını özlemle okşayan, yanık tenli babası olduğunu anladı. Çocuk bu ya, babasının düştüğü zorlukları, ölüme ramak kalan hallerini, alttan üste, üstten alta yalnızca tesadüflerle, öylesineliklerle, salt Zeus'un acınası yardımlarıyla düşüp kurtulduğunu ve çocuklara has, o bilinçdışı, garip sezgiyle, Hektor'un, Hades'e doğru giden yaşam ipliğinin kopmak üzere olduğunu anladı. Ağlamaya başladı!.. Andromak bu beklenmedik zorluk karşısında ona süt vermeye çalıştı, kucağında hoplattı, kucakladı, sarıp sarmaladı, öpücüklere boğdu ama ağlamalar kesilmedi, surların ötesine doğru atılıyor, yazgının, alın yazısıyla süslü fermanına tanık olmak istiyordu, içgüdüsel bir ürküntüyle, Andromak, son bir umarla Hektor'u işaret ederek bak az sonra, zaten baban sana gelecek dedi. Çocuğu avutuyordu. Surların dibine kadar yaklaşan iki cengaver, sanki iki ölümsüz, sonsuzluğun hakanı, zamana bekçilik yapan birer Tanrı gibi çarpışıyordu. Aşil'in kayalarda bilenmiş, denizlerde kavrulmuş elleri, ayakları, genç bir keçi gibi zıplayan bacakları, güneşte yanmış, bronz bir kursa dönmüş vandal çatısıyla, meşin kadar sert, yay gibi gerilmeye alışkın göğsü ve dağlarda çelikleşip, kararmış acımasız kollarının hücumuna dayanamayan Hektor, artık iyice surlara yaslanıp, sırtını dayayarak savunmaya, savaş terminolojisinin gizemli bilgeliğinde; kuşkulu bir dinlenmeye geçti. Truvalılara o kadar yakındı ki Hektor, iki cengaverin hoplayıp zıplayarak ölümden kaçışında, bir ceylan gibi takla atışında, yukardakiler, ellerini uzatsa tolgasına dokunacaklar, Andromak ve minik yavrusu da, ellerini uzatsa, neredeyse tutacaklardı sanki... Oysa birbirlerine en az bir kaç mancınık yüksekliğinde, belki de sayılmasız, bilmem kaç dirsek boyu uzaktılar. Andromak; artık dayanamadı ve bir an, çocuğu mazgalların arasından aşağı doğru, iki kolundan sarkıtarak, sırf Hektor çocuğu görsün, varlığından kuvvet alıp, sunaklarda tanrılara adanmış bir kurbandan geçen, coşkulu, can veren bir güç gibi, derman bulsun amacıyla; Hektor diye bağırdı, Hektor!.. (Bazı kaynaklarda çocuğun, Baba, Baba!.. diye cıvıldadığı söylenir, savlar değişiktir.) Oysa Zeus'a yakışmayan, kahredici bir oyundu bu!.. Korkunç bir sessizlik oldu... Hektor'un bakışı bulutlardan geçti, göklerde iki akbaba dingin, kıpırtısız kanatlarıyla dönüyor, çok uzaklarda badem ağaçlarının çiçeği ılık rüzgârlarda dökülüyor ve sanki bir düşteymiş gibi, kiraz ağaçları çiçeğe duruyordu. Deniz küçük dalgalarla gidip geliyor, yamaçlarda karıncalar alışılmış, bildik yuvalarını adımlıyorlardı. Hava ansızın karardı!.. Gökler çöktü ve Hektor yavaşladı!.. Göz alabildiğine uzanan surlar, bir yarasa sürüsü, kapkara ordular gibi süzülüp, üzerine doğru yavaşça, hışımla ve iştahayla kapandı!.. Evren yıkılmış, acayip bir ses duyulmuştu sanki... Ortalığı bir tansıma, duygulandırmayan bir sessizlik, çok derinlerden gelen bir ağıt sardı. Ölmüştü... Fener alaylarıyla, haykırışlarla, savaş ve zafer naralarıyla ve dinmek bilmez bağırtı, canhıraş feryatlarla... Düş içinde bir düş boyutuna geçilmiş, tarih tekerrür etmişti!.. (Ama hiç bir felaket olmasın ki, karşıtlamında, onun paralel dünyasında, psişik bir süblimleme, bir süblimasyon, minicik bir ödünleme, bir bağış, armağan bulunmasın, 'ulu gökler, kara surlar, üzerine kanatlar açıp kapanmıştı ama' o yine de sonsuz bir beyazlığa, uçsuz bucaksız bir dinginliğe kavuşmuştu belki de!..) Boynundan aşağıya horlayarak akan kan, aşağılara doğru yollar çizerek dökülüyor, yüreğinin üzerinden geçerek, yeşil çimenlere doğru, doğanın kuraklığına, susuzluğuna, kavrukluğuna, kısırlığına, coşkulu bir yağmur seli, bir bereket aylası, beklenmedik bir tufanın azgın suları gibi yayılıyordu. Minik çocuğun ağlamalarına ve Andromak'ın haykırışlarına kulak vererek, 'Akıl'leus'dan bir an gözlerini ayırması (bir aşk uğruna, onun meyvesi adına yukarıya bakması) sonu olmuş, vahşi arzularla dolu Aşil, genlerinden ve barbar deneyimlerinden kaynaklanan, dehşetli becerisiyle hatayı affetmemişti. Yine de sağ duyuyu hırs ve hınçla yıkıma sürükleyen, korkunç bir şey bu, bir çocuğun çığlıklarıyla, sonsuzlukta kendi varlığıyla göz göze gelen bir insanı öldürmek, tanrıyı ve evreni yadsımanın ta kendisi olmalıdır, yaşama canla başla sırt çevirmek, tanrısal tözde, karakullukçu yoksulluğu sürdürmekte ayak diremektir. Mikro evrende yok etme güdüsünün, varlığını sürdürme özgeciliğine yeğlenmesi, alçaklığın evrensel tarihinin, yaşam sevincini yok edip öldürme arzusuyla dolup taşmasından başka bir şey değildir. Böylelikle duygu akla bir kez daha yenilmiş, hegemonik ruh, acınası yüreği gene ezmiş, talan ve yağma, simetri ve düzene üstün gelmiş, barbarlık ve vandal yakı, göz alıcı sütunlarla, yükselen kuleleri, soylu kentleri, vitrayları ve burçları gene paramparça etmişti. Barış ve güzellik bir kez daha yitirilmiş, yağmalanan, talan edilen, canlı cansız mallar, nakit ve emtialar bir kez daha istif edilmiş, tanrısal töz bir kez daha hezimete uğramış, vahşice yenilmişti. Ama yıllarca sürdü savaş, bir çocuğun aşkından filiz veren yenilgiyi kabullenemeyen Truvalılar, canla başla direnmeye, son güçleriyle karşı koymaya çalıştılar. 'Akhilleus akıllı' 'Odysseus kurnazdı' ve son bir hamleyle kurnazlığın ve aklın şaheseri 'Tahta Atı' görkemli bir belirteç gibi Truva önlerine bıraktılar ve bilindiği üzere olanlar oldu. Olmuş olanı Tanrı bile değiştiremezmiş. Paris hengamede öldü, Andromak Akhalar'a tutsak düştü, acınası bir prenses, gönülsüz bir gelin oldu. Priamos'u toprak çoktan almıştı, savaşın dramatik figürü o küçük prenste, küçük büyük minicik elçilerle, kargaşanın egemen olduğu bir dünyada, ölümlerden ölüm beğenmiş delik deşik edilmişti. Hepsi öldüler. Tanrılar, kendilerini duyumsayabilmek için insanları yaratmışlardır. Olan biten, insanlık için bir dram, üzerinde durulacak bir ders, ama tanrılar için bir yuğ, bir yortu, humma ve çılgınlıkla süslü bir törendir. Andromak, yurdundan uzakta yitirdiği düzen, yok olmuş düşleri ve yeni yaşamında yalnızca bir figür, öylesi bir varlık ve yararsız bir gölgenin yaşayan bir sureti olmanın verdiği acılar, küskünlük veren elem ve kederler içinde, hep Truva'yı özledi. İçine düştüğü 'Yurtsama Sayrılığı-Nostalghia' ve dayanılmaz özlemlerin onulmaz üzüncü, umarsızlık içinde yüzen kahrolası bedenini tümüyle sardığında, Truva'sını bir gün bile göremeden sonsuzluğa doğru uçup gitti. Aşil, barbarlığa bağlılığının ve bir çocuktan yararlanmakla ayyuka çıkan aklının, bir cesetle kahraman edasına bürünüp surları dolaşmaya kalkışmanın ve erliğe ihanetinin cezasını, topuğundan vurulup, -Tanrı katında aşağılanarak- ödedi!.. ... Bu tip anlatıların hepsi boş söylev, çoban aldatan kuşu, kuyruk yutan, Ah'î bir cangıl, kof bir fıçı ve tümü hegemonik / emperyal bir vodvil; us kıran, ardan, hayadan uzak bir tekerlemedir!.. Çünkü, tarih bir yinelemedir... Orpheus'u bilirsiniz, müziği ve tanrısal sesi insanları büyüler, tanrılar, doğa dışı mitolojik yaratıklar ve yaratılmış herkes onu dinler, o dinleyenleri büyüler. Ama bir yılanın sokmasıyla öbür dünyaya göçen Eurydike'sini yitirince o tüm hünerini yitirir. Tanrılara onu geri vermeleri için yalvarır. Yakarısı o kadar üzünç dolu, iç sızlatıcıdır ki, Tanrılar bu isteğini kabul ederler ve bir koşul ileri sürerler. Eurydike'yi Hades'ten çekip çıkaracak ama sonsuz karanlıkların içinden bir kez olsun geriye dönüp bakmayacaktır. Biricik aşkı ardından geliyor mudur diye... Ama o umuduna ve merakına yenik düşer ve tıpkı Hektor gibi; Bir an için geriye, aşağılara doğru dönüp bakar ve bu hatasıyla Eurydike, dipsiz karanlıkların içinde, bir kez daha yiter. Yinelemelerde sürüp gider... 'Dostlarının sabırsız hançer darbeleriyle, bir heykelin kaidesi önünde kıstırılan Sezar, bıçaklar ve yüzler arasından, korumalığı, belki de oğlu olan Marcus Junius Brutus'un çehresini ayrımsar ve kendini korumayı bir yana bırakıp seslenir; ''Sen de mi oğlum!'' Bakışımlar, değişkeler ve yinelemeler, yazgımızın -alın yazılarımızın- hoşuna gider, yüz yıllar sonra, Antakya'nın güneyinde bir yerde, bir taşra beldesinde, kabadayının biri, diğer kabadayıların saldırısına uğrar, düşerken, büyüttüğü ve sorumluluğunu yüklendiği yetimlerden birini görür ve ağır bir hayıflanma, ürkü veren bir şaşkınlıkla (ne yazık ki bu sözcükleri, duymak gerekir) ''Aşkolsun!'' der. Onu öldürürler ve bir sahne yinelensin diye öldüğünü bilmez.' ... Gün geldi Hektor'da öldü-öldürüldü ama o felsefeyle de ilgileniyordu, Homeros'un İlyada'sında buna ilişkin tek bir dize-satır yoktu belki, ne ki, zaman içinde İlyada'dan metinler çıkarılıp, bölümler eklendiği ileri sürülür, tıpkı korsanların; Kâşiflerin deniz aşırı haritalara, okyanuslara kendi ütopik adacıklarını yerleştirmesi gibi, her dragoman, her dil ambarcısı, antik metinlere kendi kadim kültürü, ulusal, geleneksel bakış açısına göre yeni bir aura, can alıcı bir motto, belki de yanıltıcı bir raga eklemiştir, İlyada biraz Dante, biraz Yunus, birazda Rus kanoniklerinden alıntı bile olsa, solgun bir gölgedir artık. Diyesim Truva'nın İlyada'sının makas kaymasıyla, eksen değiştirdiği bile söylenebilir, Tanrıların yansız olduğu ileri sürülen bir metinde, Homeros nasıl yanlı olabilirdi ki... Hektor'un yaşadığı dönemde, Assos'ta felsefenin yapıldığı, alabildiğine özgür bir güneş tapınağı olduğu söylenir, bugün bile bu gelenek coşkuyla sürmektedir, bu geleneği başlatanın Hektor olup olmadığı bilinemez; ama onun yurdunu teke tek savunmaya kalkışacak denli fütursuz olduğuna bakılırsa, yazgısına boyun eğmesi, yurdunu ve ulusunu, tüm bir ahalisini sevmesi bir yana, tüm insanlığı gözünde kutsallaştırabilmesi ve ölümü hiçleyebilecek teorik coşkunluktan ziyade, 'eylemsel adanmışlığın' daha evrensel ve yüce bir tutum olduğunu düşünüp bilmesindendir. Unutulmasın ki Hektor, gerçekte bir savaşçı, silahşör değil, döneminin yüksek eğitiminden geçmiş soylu bir prensti ve yurdu adına teke tek çarpışmayı göze alması, ölümü hiçlemesi aldığı derin ve hümanist kültürün onu etkilemesi, düşüncenin kendisini eylemde göstermeyen; bir teorik hamur olmasını göksel bulmamakla, onu yeryüzünde deneyimleyebilmesindendir. Aşağıda onun bu görüşüne ışık tutacak, bugünün diline ve anlayışına ziyadesiyle uyarlı; Pergamon yaprağıyla berkitilip geleceğe saklanmış, belki bölük pörçük ama çağına göre ip uçları veren, ilginç sayılabilecek, ruhların sevisine yatkın, varlık-yokluk meseliyle ilgili sandığımız, yer yer boşlukları da olan bir metnini sunmaktayız. Pergamon yaprağının orijinali / aslı; Truva kıyımından kurtulan Aeneas tarafından Sabin'ler (geçmişteki Roma, şimdinin İtalya'sı) ülkesine kaçırılmış ve halen Emilia-Romagna bölgesinde 'Kızıl Şehir' olarak anılan Bulaggna'da dünyanın ilk üniversitesi kabul edilmiş, kutsanmış yapının kütüphanesinde, cam bir hazne içinde özenle saklandığı bilinmektedir. Kütüphaneyi ziyaret edenler onu görebilir. Bu metni Evrenin Yapısı'nın yazarı Lucretius'un, Alighieri gibi aydınların, Leonardo'nun ve 'Yeniden Doğuş'u (Renaissance) izleyenlerinde okuyup, gözden geçirdiği ileri sürülebilir. Ne ki, dile getirilmez / getirilemez belki ama, mimari harikası görkemli tapınaklar, elem dolu bahçeler, amfiler, amforalar, vazolar, mermerler, serviler, galeriler ve sütunların dibinde yıldızlara bakıp felsefe yaparak, gözlerini yeryüzünden uzaklara, göklere, göksel olana çevirenler sürgit yenilir. (Evrensel / tanrısal olanın yazgısı; -insanüstü bir denkleştirme ve cennet ve cehennemin bireşimi, uygulayımdaki 'Cehenneti' bir bulgu gibi- bu yöntemlerle belirlenir. Bir cezanın, evrenin bir başka köşesinde affı ya da hoş görüsü vardır, bir katilin; bir hınç çağırıcısı, bir öç cambazının; domino teorisi gibi, bir çığ, bir çığır gibi, zaman içinde ters yüz olan veya direk, doğrudan karşıtı sayılabilecek, kozmosun başka bir aurasında kutsanmışı veya bir masum ya da bir yetim sayılmışı da vardır.) İşte o metin... ... ''Yokluk (türevlerinden biri ölüm olan), insansıl olanın ürettiği bir kavram olarak, varlığıyla; varlığı düşünmemize, töz ve nen olarak, tinsel alanını genişletmemize olanak tanırken, varlıkta bir dibace gibi yine kendisinin üretebildiği bir kavramsallık / bir bütünlük olarak yokluğu düşünmemize, algı sınırlarının içinde devinmemize olanak tanıyor, izin veriyor. (Kız kardeşim Kassandra geleceği okumaya bayılıyor, Kâhine'mi demeliyim ona, Delphoi sadakacıları, oradaki yaşam dilencileri, rahip ve rahibeler gibi, salaş, salkım saçak, sanki kendinden geçmiş gibi giyinmeyi seviyor ama ben onu anlıyorum...) Peki öyleyse, varlık ve yokluk dışında, henüz düşün alanının içinde varsayıp tutamadığımız ne, ussal kavramlarımızın çerçevesi içinde yer etmesini sağlayamadığımız olabilirliklerin, olasılıkların harmanı ne, nerde o, o kim, salt bir töz mü... Onu tanrılar ya da metinsel bir kolaylık olsun diye, bir tekilliğe indirgediğimizde, 'Tanrı' kavramı ile geçiştirip sınırlıyor muyuz, yoksa tanrı, soyut bir kapılım, kapsanım olarak bizim görece bir erinç içinde olmamızı sağlayan, hükmeden bir araç, bir arka plan konumunda mı; Tanrıyı aşabilmek ve ötelerinde bir düşünce ya da olabilirlikler denizinin / okyanusların içinde yüzebilmek, bizi daha büyük çıkmazlara mı sürükleyecek ve yoksa bir kozada, bildiklerimiz aritmetik hızla artarken; bilmediklerimizin, tanrısal olanın, altınsı güneşin gölgesinde, 'Assos'un sütunları gibi', geometrik biçimde artmasına neden olması, verevine kırıkların, bilinmeyeni katlayıp çoğaltması, kimliğimizin bunalımlarını artıracak diye mi korkuyoruz. Durağan konumda aşılması gereken tanrılar (tanrı) değilse, idenin kotasına, düşünsel çevrenimize, o düşsel sarnıcımıza nelerin girmesi gerekiyor, hangi düşünsel yapıyı, parçalanım, dağılım ve toplanımları anlağımızın sınırları içine buyur etmeliyiz henüz bilemiyoruz biz... (Kral Priamos, bir gün ölecek, Paris ölecek, ben öleceğim, yeryüzünü gören herkes gibi, bütün çehreler ölecek, ama bu döngünün derin ve savaş arabalarının yok edici; ne ki değirmenlerin üretici, çoğaltan tekerleği gibi bir anlamı olmalı.) Öyleyse diyorum ki, aşılması gereken biziz, özbeöz kendimiz. Temel sorun buysa henüz hiç bir şey bilemiyoruz demektir. Bir illüzyon ve normatif adlandırma ya da (Paris'in, doğumu / yaşamı / ölümü gibi) format çağlarında yaşamadığımızı kim söyleyebilir. Gelecek çağlarda işliklerde su yüzüne çıkan sanat ve her tür düşünce kurumsallaşacak, bireyler yok olacak ve öbekler, gruplar ve hatta makineler kurumsal varlığımızın düşünsel devinim ve evrimsel akışına yön verip, ön ayak olacaklar. Bunu seziyorum. Düşünce kendi başına üreyen, tüzel bir kişilik olacak, başlı başına bir matriks, 'dölyatağı' ama evrenin ve varoluşun gizini, hiç bir zaman bilip ele geçiremeyeceğiz biz. Göklere yükselen kulelerimiz, ancak görkemli gömütlerimiz olabilir, açılmaz, dudak uçuklatan, görselliğiyle büyüleyen kapılar, bizi temsil eden acınası kimliğimiz olabilir, geçersiz bir profil, düşünen bir maske olarak, tümüyle bizim adımıza devinip, konuşabilir. Gerçekte soyutuz diye bir soyutlama girişimi değil bu, yeryüzü, 'eARTh' sürekli değişen ve gelişen bir organizma; bilgilerimizle gelişip değişen... Bilgilerimizde ona paralel olarak değişip gelişecek ve sonsuza dek sürecektir bu paradoks... Bilgi sonsuzsa ki öyledir, değişimde sonsuzdur, algıda; onunla paralel olabilen ve bütünlükle birlikte yol alabilen, bir bitimsizlik, sonsuzluk olabilecektir. (Ölümlü Hektor bunu söyleyebiliyor.) Günün birinde, bilgi kotlama ve bakış açısı ise eğer ve bir sınırlama ve organel ya da bedenleştirme ise bilgi, bir kısırlaştırma, 'mikroevrensilik' ya da daraltma, büzerek anlama biçimi olarak; doğmadığımızı savlayabileceğiz, değişkenlik ve öğrenim -bilgi- görecelidir, gerçekte bir soyutlama, bir tözüz biz. Öyleyse diye sürdürelim, düşünsemede bildiklerimiz bir anlamda bilmediklerimizdir... Çünkü form, daralmış bir sonsuzluğun tanımlanması ve bilmediklerimizde, gözün ardı, yazıt'lar evinin ya da duvarın arkası, erişemediklerimiz, belki de anlağın algılayamadığı, -ruhun dışında- ona sığamayan göremediklerimizdir. Onlar henüz bilinmeyen sınıflamasına bile girmeyen, girmesi gerekmeyen, oluşum dışı birer mekanik töz, çark birliği veya gözlerimiz ve ellerimizin amigdala ile ortak ürünleri olan, yokluğunda ötesindeki -şimdi, şu an sayıkladıklarımız gibi- varsayımları olabilir. Ne ki savın her türlüsü bir gerçekliktir ve düşünce varlıktır aynı zamanda... Bütün bunlar bu nedenle bir düş diyebiliriz çünkü varlar. Var olan; düşlenen. Düşlenen; var olandır. Sarkaç ve pandül, ikisi bir. Ben ve o, Andromak ve küçük Hylas. Sonuçta kendimizi aşamıyoruz, varız ama yok denecek kadarda kısırız, kısıtlıyız, kurağız, çorağız biz. Ne acı, ama belki her şey, minik ve manik ve belki her şey devil ve devasa, mo(o)n (ay tektir ve nükleik) ve moleküldür. Aynı zamanda, korkunç bir sancı, yetersizlik içindeyiz biz... Evet, yazıdan, tanımlarımızdan daha güçlü olan, olabilen çok şey var. Algı var. Sözcüklere sığamayan, sözün göremediği, bilemediği, sınırsız şeyler var. Bütün diğerlerinden güçlü olan bir ruh, 'tin' var örneğin, dizimizin dibinde, bize ne kadar yakın, ama gerçekte bizden sonsuzlayın uzakta o... Bedenimiz onu zapt eden bir sığlığa dönüşüyor çünkü... (Yaşlı Priamos 'Yüce Baba'm var ama ona hiç bir zaman dokunamamak gibi bir şey bu.) Bir ruhu / tözü, bütünüyle harflere nasıl dökebiliriz, biz bunu bile eylemsel kılıp, gerçekleştiremedik henüz, öyle sonsuz ki, biz onun trajikomik bir parçası olabiliyoruz ancak, ilkinsil örneği... Belki giz onda saklıdır, ama o bizi görüyor, biz onu göremiyoruz, bütününü görmemiz olası değil, parça hiç bir zaman bütünü algılayamaz, ama kendisini bütünden daha iyi tanır. (Hektor, kendini bilir ama göremez.) Öyleyse bildiklerimiz de, bilmediklerimiz de, gözün ardındaki, usun ötesinde, pergamonların ve duvarın arkasında görmediklerimiz, göremediklerimizde; bir düş olmalıdır gerçekte!.. (Truva gibi!..) Bir ruh, tin ve töz adı ne olursa olsun; Her şey bir düş... 'Ona dil verildi, şu yalan yani / Ona et verildi, toz olan'. Çünkü başı sonu belli olmayan her şey, ancak bir düş olabilir. Ona düş diyen biziz ve düş kendimiziz!.. Bir tasım. (Zeus'un, bir oyunu mu bu) Şimdi gelin yaşamın çıkmazlarında sevgi üzerine düşünelim... Bir olmak, sevmek, sevişmek, birlikte kararlar verip yürütmeye yol açan türevleri edinmek, minik manik bir evrenin mikro bir örneğidir gerçekte, insanoğlu sevdiğinde hem bir gazap içindedir, hem de durgun, sakin. Evrende öyledir, bir yanı galaktik alevlerle parlayıp sarsılırken, diğer yanında güneşler açıp, otların, çiçeklerin bittiğini biliyorum. Kreon bir keresinde şöyle yazmıştı; 'O benim tanrımdı ey dünya insanları / Ah işte insan tanrısıyla nasıl sevişir!..' Başka bir dizesinde, 'Aşkın gücüyle yamaçta diz çöküyor işte Akropol!..' demişti. Sevgiyi bu denli abartmamızın altında minik evrenler yaratmış olmanın en yalın ve doğal örneğini sergilemenin doyuncu ve erinci vardır, bütün bunların gücüyle yaşayıp, elinde tutabildikleri için kibirlidir aşıklar. Oysa aşk yok etme arzusudur, ama bunu dediğim an bir kindarlık duygusuna kapılıyorlar, aşkı güzelliğin iyiliğin klişeleri içinde yinelemek ne kazandıracak tebaamıza, tanrı /lar/ nın varlığıyla yokluğu aynı şey diyorum, aşkta öyle, sonsuzlukta yok etme ve var etme arzusu, bir bireşimin iki parçasıdır ve ama birdir. Ne ki yaşam ve evren her şeyiyle bir bilinmezliktir yine de... (Bu yüzden Kassandra'nın kehanete soyunması astrolojik değil, trajik bir kaygıdır.) Her şeyi, her eylemi, her sözü, Tanrılara bir tapınç, önünde bir kapanış ve bir gönül borcu / şük'rle bağlayanlara seslenmek istiyorum, Tanrı /lar/ tüm evreni ve sizi, sözlerinizi, eylemlerinizi hep böylesine bir sunu, bir yineleyiş içinde olasınız diye yaratmış olamaz, tapınmaktan kaçının. Onlar sizden başkaca neler duyabiliriz, tansığın ruhu adına neler görebiliriz, düş gücümüz,totemin ve tütsünün yüce neni adına, sonsuzluğun çeşitlemi uğruna neler işitebiliriz diye yarattı. Yinelemelerle ölüp gidesiniz diye değil. O sizden usun almayacağı, bilincin kavrayamayacağı ne varsa duymak istiyor, görmek istiyor ve bir gün yeni bir evren kurmaya kalkışırsa eğer, ki olası olan budur, sizin sınırsız yanılsamalarınız ve olağanüstü yeteneklerinizden yararlanmak istemesinin o soycul nedeni de bu olacaktır!.. Edimlerinizin büyüleyici erdemi. Gerçekten tapınmak istiyorsak biz, tanrılara yardımcı olmak için yaratıldığımızı düşünebilmeliyiz, gerçekten yardım edilecek birileri varsa oda tanrıdır. Onlara yardımlarımızı esirgemeyelim. Yaşamın gerçek amacı budur, her insanın tapılası ve erişilmez, göksel eylemi bu ülkünün peşine düşmek olmalıdır. (Bizim yarı tanrılar yaratmaya kalkışmamızın özündeki gerekçesi de, budur belki de...) Ama bazı şeyleri ağırlıklı biçimde düşündüğümde, tümüyle doğallaşıyorlar ve herkesçe bilinen bir nen gibi geliyorlar artık bana ve bu konuda kayıt tutmak ne yazık ki garip geliyor... Örneğin güzellik, yalınlık, som ve soft olan; nasıl piramit yükseldikçe inceliyor ve doruk noktada sıfırlanıyorsa, som düşüncede böyle, tanrısal olanı estet olanın doruğu ve piramidin uç noktasında, saf hiçliğin, erişilmez güzelliğin doğumu ya da ölümü gibi görebiliyorum. Yüceliğin en katıksız, saltık noktası, tanrısal hiçlik. Diyesim, sonsuz yalınlık, saflık, piramitler gibidir geniş tabanın gücü ve görkemi dorukta sıfırlanır ve som olana dönüşür, bu hiçliğe benzer ve bir zümrütanka olan, tanrısal betim, salt güzellik artık erişilmez bir boşluk, bir hiçliktir. Bu yüzden tanrının / tanrıların ne olduğunu bilmiyorum ama ne olmadığını biliyorum sanırım... Ama yine de çalıntı ruhumun düşleriyle avunmak ne zor demekten alamıyorum kendimi... Ölümlü ruhumun son sözü gene de şu ki, erke dönüşen her tür yargı insanları ayrıştırabiliyor, düşmanlaşıyorlar, sanatın esin perisi belki sakinleştirici olabilir ama oda bir erke dönüştüğünde, aynı sona koşan hayaletler ordusunun atlıları olacak!.. Çözüm yok ufukta!.. En iyi birleştirici toprak! Doğ, Savaş ve Öl!.. Cenine (yuvaya) dönüş. Öldüğümde kanonu baştan sona uygulayabilen ötekiler gibi kendimi kutsamaya zamanım olmayacak. Şimdi tüm düşüncelerimi yadsıyor ve insanın yeryüzünde bir mezarının olması, onu günahkârların azizi kılmaya yeter diyorum... Her tür düşüncenin bir egoya dönüşmesiyle; kendimden utanıyorum. Ey yok oluş, ruhun gölgemdir ve hiçliğin uçurumlarındaki düşlerim sendin!.. (Umarsızlığın umarı ve düşlerin düşüşü, işte bu). ... Hektor'un birde şaşırtışı vardır. ''Ben 7 yaşındayım, babam 49, benden tam 7 kat çok yaşamış. Aradan 35 yıl geçiyor, ben 42, o, 84 yaşındadır artık. Tanrılar yaşam ipliğini uzatmış. Peki, neden benden 7 kat fazla yaşayan adamın, yarı yaşındayım şimdi ve sakallarım onunkinden daha beyaz. Zaman giderek yok mu oluyor. Belki de, sonsuzda tekilleşip, sıfırlanıyoruzdur. Zaman değil, biz geçiyoruzdur. Göz yaşlarım, sevinç sellerine karışıyor, bakışlarım keder yağmurlarıyla örtülü...'' ... Yaşam, onu sevenlerinin yanında olsun... 'Hayyû lâ Yemût' Ölmeyene Andolsun!..

PUSUDAKİ TEN

..



PUSUDAKİ TEN
(Bir Gölge Avı)

Yıl: 2001. İsa öleli 20 yüzyıl oluyor. ‘Abdullah oğlu’ 1300 yılı aşkındır, insandan uzak, dünyadan ayrı, Nietzsche, tanrıyı öldüreli ben diyeyim 90, siz deyin 100 yıl olmuş, atom parçalanmış, aya çıkılmış, Kuzey-Güney  savaşını kölelik karşıtları kazanmış, evrensel insan hakları bildirgesi dört bir yana asılmış, dünya hiç bir zaman olmadığı kadar ulusla dolu, üç kişi bir araya gelip bağımsızlığını ilan edebiliyor, hiç kimse hiç kimseye bir şey demiyor, sabah kahvaltısını Newyork’ta yapan, akşam yemeğini İstanbul’da yiyebiliyor. Çoklukla karamsar tablo çizsek de, belki de yeryüzü iyiye gidiyor!.. Kültür kavramı o denli yaygınlaşmış ki her şey bir sanat yapıtına dönüşüyor, sanat yapıtı ‘hayat yapıtı’ oluyor. İnsan ruhu hiç bir zaman olmadığı kadar özgür, usun sınırları sonsuzu zorluyor, robotlar yapılıyor, koyunlar, babunlar klonlanıyor, insan ‘isterse’ kendini çoğaltabiliyor ve bütün bunların olduğu yerde, hemen hemen tam merkezde bir ülkede kitap yasaklanabiliyor. Kitap ki insanın, yeryüzünün ve tanrının bir yansılaması, kitap ki (yazı) buluşların en büyüğü, kitap ki evrenin bir parçası; bir karşı evren, geçmişimiz, geleceğimiz, var oluşumuz... Şu buyrulanlar  bir parça yalan olsaydı, tanrı, kullarla arasına ‘furkanı’ koyar mıydı, dünya kütüphanelerle dolar mıydı, emirler, ilahi ceza adına; kara kaplı kitaplara bakar mıydı, aşıklar, sayfalarından hilal kaşlılara dizeler fısıldar mıydı... Modernite adına çekinmesek, neredeyse dünyaya kitap için geliriz; tanrıda, kitap için vardır diyeceğiz.
Yasaklanan ama şu yakınlarda beraat ettiğini öğrendiğim kitabın adı; Pusudaki Ten, Mehmet Ergüven; yazarı. Konusu; sanat ile cinsellik arasındaki bağ. Ne ki bir konunun işleniş biçimi herkes için ayrı olabilir; beğenmiyorsan, iyisini ortaya koyarsın, koyamıyorsan düşüncelerini yayarsın ama bunları yapamıyor ve yasaklıyorsan, bir insanın (belki bir sanat yapıtıyla) dünyaya bakışını engellediğin için, onu köreltmiş, onu körlükle cezalandırmış olursun ve onun bakışıyla ufukta yeni pencereler, başka dünyalar açılacak olan nice insanında usuna ket vuruyor, onun olanaklar dünyasına adım atmasına engel oluyorsun. Yeri gelince, Yunus’un, ‘Kâfir, Putperest, Mecusi olsan da / Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da / Gene gel!’ diyen Mevlâna’nın torunusun, ama; Tanrının bile inanmayan için bir şey demediği dünyada, onun bağışladığı ‘hoşgörüye’ sığmıyorsun!..

Ergüven, bu yasaklı kitabında bölüm başlıklarıyla, İtalyan ressam Caravaggio’dan, Jimi Hendrix’e, Türk Hamamı’ndan, Otomobil’e kadar şeylerin, kişilerin ve kavramların uyandırdığı cinsel fantezileri bunların birbirine eklemli düşlemiyle, uç sınırlara varan fenomenlerini irdeliyor. Tarih boyunca yaşanan, en açık tabu olan cinsellik, nedir ki en göz önünde bulunan fetişimiz olmaktan kurtulamıyor, onu tabu saymaya çalıştıkça aklımızı başımızdan alıyor, onu görmezlikten geldikçe karşımıza çıkıyor, ona el sürmekten kaçındıkça içimize giriyor. İnsanlık tarihi, neredeyse cinselliğin at koşturduğu bir hara, başlangıcımız bile bir aşk öyküsü, Adem ile Havva ve birinin diğerine aşk adına sunusu olan elma. Sonra mitler; Salomeler, Kleopatralar, Helenalarla sürüyor ve diğer yanda Sezarlar, İskenderler, Atillalarla genişleyip yayılıyor. Ve tarih kardeşiyle evlenen firavunlar, atını senatör yapan imparatorlar, hemcinsine tutkun hükümdarlarla dolu. Sezar için Roma’da, bütün kocaların karısı, bütün kadınların kocası deniyor. Binbir Gece Masalları, Dekameron, Kamasutra bu sayfaları süslüyor. Lükres Borjiya erkek kardeşi dahil herkesle yatıyor, padişahla arası bozulan cariyenin cesedi, Sarayburnu’ndan çıkıyor. Dilerseniz tarihe cinselliğin perspektifinden bakar ve her şeyi buna göre yorumlarsınız.
Kitap belirttiğimiz gibi bir tabuyu ele alıyor ve bu gizil ‘mahremiyeti’ (en gizli olan en açıktır) gözler önüne seriyor, bu konuda düşünmemizi öneriyor, Mit ve Ölümsüz Beden’ başlıklı açılımdan bir pasaj sunuyorum; ‘Aynı olgu, efsanevi kahramanın cinsel kimliği bağlamında da karşımıza çıkar; nitekim, genelde yalnız erkek değil, “çok fazla erkek” olmanın sakıncalarıyla karşı karşıyadır bunlar -abartılmış erkeksi nitelik, her an karşıtıyla tamamlanma eğilimindedir: “en erkek”, sonunda kendine göz diker. Bir başka deyişle, dizginlenemeyenin önce kendi kabı üzerine taşması kaçınılmazdır. Gılgamış da aynen bu şemaya uyar; üçte ikisi Tanrı olan bu olağanüstü erkek, tam dokuz karış gelen göğsü, uzun bacakları ve gümrah saçları ile çevresine rahat vermeyen azgın bir boğadır: “ Şehvetiyle Gılgamış, ortalıkta ne sevgilisine bir kızoğlankız, ne savaşçının kızını, nede soylunun karısını bırakıyor. “Ne var ki, Enkidu’nun sahneye çıkışıyla afallamaya başlarız: Gılgamış, henüz tanımadığı ve her tarafı simsiyah kıllarla kaplı bu vahşi adamı önce rüyasında görüp, onunla sevişmiştir...”

Gene ‘Sidik ve Şehvet’ adlı başlıktan bir bölüm; ‘ Anayurt Oteli’nde Yusuf Atılgan anlatım özgürlüğünü istismar ederek, ucuz yoldan okurun gözünü boyamaya kalkışmıştır. Ne var ki, Zebercet’in profilini dikkate aldığımız zaman, bu sözüm ona müstehcen sahnenin aslında son derece dolaylı ve ustaca işlenmiş bir erotizmle iç içe olduğunu görürüz. Henüz yedinci ayda doğan Zebercet, bir altmış iki boyunda, dar omuzlu, küçük elli, ama devasa maslahatıyla gizil bir Priapos’tur. Nitekim, olur olmaz cinsel organı sertleşen bu çekik yüzlü adam, vatani görevini yaparken geneleve gittiğinde, becereceği kadın şaka yollu takılmadan edemez: “Bak hele, az daha büyüseymiş boyunu geçecekmiş bu.” Dahası sadece Priapos değil, donunun yırtmacından çıktığında, göbeğine doğru dimdik duran orasıyla aynı zamanda fallik satyr gibidir Zebercet. Öte yandan, böyle bir organdan çıkan sidiğin kubura şar şar- yahut faşır faşır- boşaldığı sırada çıkardığı sesi onomatopoeia’da boşuna ararız; çünkü akustik göstergenin yazı dilindeki karşılığı zaman olgusunu kendiliğinden iptal eder. Bu işeme sesi bir sinyal olsa bile, asıl belirleyici, daha doğrusu tahrik edici olan, sidik miktarını gösteren süredir- erkek adam, at gibi işer!
Aynı konu, Kolera Günlerinde Aşk’ta çok daha çarpıcı biçimde karşımıza çıkar; Marquez, işemeyi düpedüz yaşamla ilgili bir sembole çevirmiştir burada; işeme miktarı, sidiğin tazyikli çıkışı vb. usulca cinselliğin metaforuna geçip, günbegün seks gücü azalan erkeğin gizli sır ortağı olmuştur artık. Fermina Daza, balayı için bindiği geminin kamarasında, zifaf gecesi ilk kez bir erkeğin çiş sesini duyduğunda kendinden geçer.” (...) tıpkı at sidiği gibi fışkıran sidiğinin sesi ona öylesine güçlü, öylesine yetkeyle dolu görünmüştü ki, içindeki yıkım korkusunu artırmıştı.” Ancak, yıllar geçtikçe ne bu basınçlı fışkırma, ne de sidik miktarından bir iz kalır geriye. Kolejdeyken dimdik fışkıran sidiğiyle şişeleri dolduran doktor Urbino, yaşlandıkça güçten düşmüştür:” (...) ama yılların yıpratmasıyla yalnız sidik miktarı azalmakla kalmamış, eğrilmiş, dallanıp budaklanmış, dikleştirmek için harcadığı tüm çabalara karşın, bir türlü doğrultulamayan kaprisli bir fıskiyeye dönüşmüştü sonunda.” Besbelli: Marquez, üreme ve sevişme dışındaki işleviyle penisin cinsel çağrışım gücünü gündeme getirmiştir böylece. Güçlü cinsel organ, yalnız görüntüsüyle değil, idrar kesesinden prostata kadar görünmeyen altyapısıyla da sapasağlamdır. O halde bol miktarda ve basınçlı gelen sidik, güçlü erkekliğin yanı sıra, öncelikle sağlıklı ve genç olmanın göstergesidir.; çünkü uzun ve uzağa işeyen penis, sorunsuz ereksiyonun teminatıdır. Doktor Urbino ise, tıpkı karısı gibi, oturarak çişini yapmaya mecbur olur sonunda; zira, ne kadar dikkat ederse etsin, pelteleşmiş orasından çatallı ve gelişigüzel akan sidiği küvetin kenarlarını kirletmektedir artık.
Hiç kuşkusuz, kalp ya da yüksek tansiyondan ötürü alınan idrar söktürücü bir ilaçla da uzun uzun işemek mümkündür.; ama bu, cinsel gücün değil, yaşlılığın göstergesidir sadece. Dahası, çiş bile olmaktan çıkıp, öylesine bir sıvıya dönüşmüştür bu aşamada.’
Son olarak Dışkı ve Şehvet adlı bölümden bir anekdot; ‘Galler Prensi IV. George’la ilgili öykü, iri penis ile sidik miktarı arasındaki saplantıya ilginç bir örnek teşkil eder: “Prens’in öykülerinden biri de, erkek kardeşlerinden birisinin çok büyük olan penisiyle ilgiliydi. Bu gerçeği onunla birlikte bir gece arabada yaptığı yolculukta keşfetmişti. Kardeşi hacet giderme ihtiyacı duymuştu. Arabanın penceresinden dışarıya işerken, çişi tıpkı bir çeşmeden fışkırır gibi fışkırdı; hatta arabacı korkunç bir yağmura yakalandıklarını sanıp atları daha da hızlı koşmaları için kamçıladı.’
Antropolojiye göre dişil olandan, zaman içinde bir ‘sapma’ olarak eril canlı koparak, oluşmuştur. Onun için ana rahmine dönüş özlemi çağlar boyunca vazgeçilmez bir imge, bir metafor olarak sanatta kullanılagelmiştir. Aslında, her türlü yasak, her türlü mahremiyet, yoksayış karşısında söylenecek tek söz vardır: Zamanın zorbalığından çekinmiyor musun, saklanacak neyimiz var ki demek gerekir. Tevrat’ın Salome’si, Davut, Süleyman Meselleri, Maria Magdelena, Sevde Öyküleri, Harun Reşit, Şah Cihan, Fatih, Katerina, Mary Stuart hep bir albeni olarak insanlık tarihinde süregelen cinselliğin gizençli kahramanları olarak anılagelmiştir.
Bakın cinsellik dediğimiz tatlıcadı-kazanına F.G. Lorca, (Davut’un oğlu ve kızı Thamar ve Amnon’un ilişkisi için nasıl kızıl alevler salıp, nasıl betimler çağırıyor: ‘Saat üç buçuğa gelince / Amnon girdi yatağa, yattı. / Kanatlar dolu gözlerinden / aldı döşekliği bir acı. / Gün, o koca yığın köyleri / gömer altına boz kumların / ya da salar ortaya bir gül / ve dalya mercanı, uçarı. / Kuyuların o tutsak suyu / testilerde sessiz uyanır. / Yosunlara çöreklenmiş de / şakır odunların yılanı. / Amnon derin derin iç çeker / serin örtüsünde yatağın. / Bir ürperme sarmaşığıyla / yanar gövdesi cayır cayır. / Derken Thamar çıt çıkarmadan / çıt çıkmayan odaya daldı: / rengi tuna ve damar rengi / ve uzak izlerle bulanık. / Thamar dayanılmaz tanınla / gören gözlerimi sil artık. / Kanının ipleri fırfırlar / işler eteğine urbanın. / Ah, ilişme bana, ağabey / Arılar mı desem rüzgâr mı / öpüşlerin omuzlarımda / bir çift flütün oğulları. / Dimdik memelerinde Thamar, / çağırır beni iki balık / ve parmaklarının ucunda / fısıltısı var bir koncanın
(Çeviri:Sait Maden).

Her kitap evrenin bir risalesi, minik bir gölgesidir, yasak, o’nu ortadan kaldırmaya çalışmak olur, buda kendimizi ortadan kaldırmak demektir ki paradoks olarak, kitabı yasaklayan, -bir istenç belirgesiyle- kendini ortadan kaldırma girişiminde bulunmuş olur. Kim kendine düşman olabilir ki, kim bu dünyada ‘bir gölge avıyla’ avunabilir ki!.. Son bir kez ‘Sevinin Erişilmezliği’ başlıklı şu şiire bakın:
Saçların, eski Yunan testileri saçların / Gözlerin süt yolunda açan koca bir güneş / gözlerin Azteka / Dudakların kızıl elma!.. / eski zaman şarkıları dudakların / çağırırdı haramlara, günahlara / Ellerin ayna gümüş sırmadan / ellerin ova / ellerin Toltek’te kutsal bir eşya / Ve bir tirşe gök kuşağı / erinçsiz vadiler tutsağı, göğsün ortası / göğsün ortası allı pullu kobra kemer / akışkan su yılanı / Sargın bulutlar arasında salınan yontusun tanrım, / sana ermek olanaksız / us dışı! / Sevgilim ay çıkınca / çıldırtılar arasında gelip usulca / boynumu sarmadıkça!..

Hiç bir ışığın olmadığı mağaralarda bile kör adam balıkları yaşar. Gelmiş geçmiş en ödünsüz
ideolojinin kuramcısı Karl Marx bakın ne buyuruyor: ‘Nihil humani mihi alienum’ “İnsana ilişkin her şey kabulüm.’ Zeus’un yorgun atıyla göklere tırmanmaya çalışan Apollon’sa ‘Karnımız toksa her yerimiz açtır’ diyor. İnsan “dünyayla” sevişmek için gelir. İnsanın, insanıdır kitap. Pusudaki Ten’i okuyarak kızıl dehlizlere girip, döngüsel yıkıntılardan geçerek, belki yaşama ‘Işık, biraz daha ışık’ diyebilirdik.