22 Nisan 2020 Çarşamba

















ANTİK ROMAN

Benim en büyük düşmanım ben'imdir, diyebilsem de, Şemsi Tebrizi'nin Makalat kitabındaki küfürlü çevrimlere şaşırmıştım, böyle bir anlayış, yaklaşım yok, çünkü nitelikli ya da ciddi bile olsa bütün yapıtlarda, yazarlarda, kitaplar basılırken dizgi hatalarının göz kaçıranıyla ve bilinçsizce göz boyayanıyla çok karşılaştım. Şu bölümü çıkaralım, adını değiştirelim, bin bir çeşit garabetler. Sonunda tasalarımı, uhrevi ağrılarımı, el sürmeden yayınlamayı başardım. Kim farklı varyantlarıyla, bu meselin ne kadarıyla mutlu olduysa, o kadar mutlu olabilirim. Boyumun ölçüsünü almaktan gurur duyarım...

Antik Roman kitabı adıyla ilgimi çekti öncelikle, bu antikite duygusu küçüklükten beri tutsak almıştır benliğimi, okumam gerek diye düşündüm hemen. Nasıl Makalat'ta dil küfre bulanmışsa, bu kitapta da dil hoyratlığı diz boyu, ama bu neşe veriyor okura, çünkü tüm çıplaklığıyla ve bizim gözlerimizden saklanan gerçeklerin gizemli yanlarıyla tanışıyorsunuz, kitap tam da okumanın aboniyerlerine, otsuz tiryakilerine göre!.. Sahibinin edebi kişneyiş modeli tüm serkeşliğiyle apaçık ortada ve gerçekler üstünüze baldırı çıplak biçimde boca ediliyor. Tarih, kral çıplak deyimine uygun biçimde dile getiriliyor, yazar bunu bilinçli mi yaptı bilemem, gerçek buysa doğrusu da budur sanırım.
Kitabın üzerinden tramvay geçmeden, yazarı gibi disiplinsiz bir simetriyle aktarmaya çalışayım ilgi çeken noktürnleri, edebiyatın mimarisi anormaliteden geçer, ilginç mi ilginç bir şey sunayım hemen, Fatih, yani II. Mehmet Konstantinapolis'i alırken İpek ve Baharat yolunun kavşak noktalarından birini kestiği için, Avrupa yeni bir çıkış yolu aramış, Musevi Kolomb, Bartelmi Diazlar, Hernan Cortesler ve Rönesansın ve bil mukabele reformun doğuşu da bu yüzdenmiş. İnanın okuyunca titredim, yenilmek nasıl bir utkuya dönüşüyor görüyorsunuz, Fatih bu durumda Avrupa'ya negatif motivasyon sağlayan bir pir-i mugan dede olduğu için, bir yerlerde kesinlikle heykeli dikilmiş olmalı, en sevilen Avrupai tandanslı padişah ilan edilmesi, gizli bir kutsama, bir ululama da olabilir artık. Şaşırtıcı derecede ilginç ve insanı düşüncelere boğan bir yaklaşım, kitap bu tip ders ve algoritmalarla dolu hemen söyleyeyim. Karşı koyar görünmenin işbirliğine nasıl dönüşüyor zaman ve mekanın tersinir paralelliği görün!..
Başlangıçta atın ehlileştirilmesiyle ilgili bir bölüm var kitapta, yazar primitif, tuhaf şeyler anlatıyor, nereye varacak diye merak ederken, papirüsten bir kitabı kuşkuyla inceleyen Habeşli gibi Furkan'ı bırakıp aslolana secde edeyim derken, görkemli bir anlatımla sone erdi söylence ve edisyonun sahibi atlar işte böyle ehlileşti diye bitirdi bölümü. Okur gözünde sınıfı geçmişti artık ve ileri derecede oylumlu kitabı okumak zorunda kaldım açık söyleyeyim.
Kitap günümüzle, yakın tarihteki anılarla, antik çağ söylence ve oluntularının iç içe sergilendiği bir yarı destan, epizod, çünkü us kıran şeyler anlatılıyor sürekli, ortayları eğip büken, hiç bilmediğimiz, olasılıklarını bile düşünemediğimiz bir antitarih bu kitap, yazarına el sağlığı ve anlak açıklığı dileyelim ki aşıknamesini sürdürüp gidebilsin. Fransız, doğal bilge Frer Jan'ın çoğun araya girerek yönlendirdiği, tarihi anekdotların cirit attığı garip bir roman bu, ülkemiz edebiyatına doğrudan katkıda bulunan bir mecelle inanın ki...
Yazar, Gülün Adı, Umberto Eco'nun romanına öykünmüş olabilir mi diye düşündüm bir an, bir meslek hastalığı, kıskançlıktır bu literatürde, her iyi şeyi batıya bağlamak veya oradan başladığını ileri sürmek anomalisi vardır doğuda, doğu kendisinin celladıdır öteden beri, ama bir formülüm var doğuyu aklamaya kalkışan bu konuda, eğer her şeyi batı biliyor ve doğu bir hiçse, dahası kozmikomik bir embesil, bir Lennie'yse, bu gerçeği hiç bir zaman yansıtmayacaktır, şöyle düşünün, her şeyi bilen ve hiç bir şey öğrenmeyen iki kavim, iki cennet kuşu var diyelim, biri diğerine her daim her şeyi öğretmek istiyor, bakın azılı derecede cahil birine bir şey öğretmek zorundaysanız, bir parça sizde cahile ayak uydurup alfabetik olmak zorundasınızdır, bir kesim cahilse yani, diğer kesimin allame-i cihan olması düşünülemez, artı eksi kutup gibi birbirini çeker bu oluşum ve tanrısal bir dengede durur diyapozonunuz. Diyesim ne batı sihirli flüt gibi usa sığmaz besteler üretebilir bu ahvalde, ne doğu dilsiz, Şam esiri gibi kekeler durur sürekli, tutsak sahibini, sahibi tutsağı kesinlikle etkileyecek ve doğa ya da fizik yasaları gereğince bir konsensusa doğru gidecektir homosapiensimizin zoraki yoldaşlığı, öyleyse şudur, cahiliye doğusunun, batısı; bu cahiliye kesimin, artık kafeini alınmış uygar batısı olabilir ancak, ötesi söz konusu olamaz, evrensel buyrultular gereğince, uygar batının doğusu da, bu uygar batının elverdiği veya yaratabildiği doğu olabilecektir artık, doğurguda birbirine paralellik arz eden bir simetri ya da öngörülür bir asimetri olacaktır ortadaki görüngü, sonuçta ilahi terazide, nasıl tüm insanlar tek bir insansa, uygarlıkta doğusuyla batısıyla tek bir uygarlıktır, onun bir tarafını küçümseyen kendini küçümsemiş olur, karşı koymanın, küçümsemenin, yüceltme ya da kutsamanın iç içe bir işbirliğinden geçtiğini bilen herkes a=b olduğunu sezecektir artık. Yukarıdan bakınca, batı ve doğu birbirinin türevi, nicelikle ayrılmış, mazohist ya da sadomazohist bir küredir ne yazık ki, neşeli bir hayatı andırır, Polyanna Topacı diyende aynı düşüncenin karşı kutbu sayılabilir doğallıkla... Kısacası doğu batı diye bir şey yoktur, günahları ve nükleer kıyamet provalarıyla, Scapin'in Dolabı'dır bu dünya, afra tafra yapanlarda, her sabah etil alkollü arıtma yöntemiyle gerçek bir anomaliye dönüşen beyin sahipleridir olsa olsa!..
Onlar ki, Korona kavminin umarsız çocuklarıydılar!.. Kabil ve katil arasında bir harfçiğin iğvasına kapıldılar. Kükreyen nidalarla, ekmek ve şarabın bahtiyarlığında, İsa'nın etiyle, kanıyla, vicdanıyla semirdiler. Ve her biri, birer Kandehar yolcusu olduklarını bilmediler. Bayrakların altında, ganimet ve tutsak değiştirdiler. Ve yıldızların yoldaşlığında, her bucağa, kadim bir uygarlık götürdüler... Ve onlar ki, Allah Allah nidaları ve sancaklarıyla, bir virüse yenildiler!..
Dişi taşlar üremez ve her sakalda bir keramet arasaydık keçiler peygamber olurdu diye özdeyişler de var kitapta, Ermenilerin atalarıymış dile getiren bu tılsımlı varsağının uyakçıları. Buranç gibi öztürkçe, Salamin boğazı gibi bilmeceler, yılan derisine altın harflerle yazılmış İlyada, güneye inen yola kıvrılanlar, Ferrari konseyi gibi sayısız nitelemeler var kitapta... Kitap gibi davranalım ve akışı keyfimizce yapalım dedik ya... İşte Fatih, Bizans'ı alınca, Amerika'yı keşfetmek zorunda kalmış batı, ebcet hesabınca Endülüs elden düşermiş bu yüzden, Avrupa'nın besini bitince, yeni dünyaya göç etmek zorunda kalmış hasılı ve ama görün ki; göçebelik uygarlığın müjdecisidir dostlarım sizi aldatıyorlar!.. İstanbul ve Endülüs doğu ve batının go oyunuymuş kısacası, satrançtan öte, diyorum ki, doğunun kaderciliği adına, ey Fatih İstanbul'u alacağına, Cem Sultan'ı bir Bizans prensesiyle evlendirseydin de gül gibi geçinip gitseydik, o zaman ne bugünkü giyotinci hısım akraba Anadolu'ya girerdi, ne de biz 21 yaşında ermiş oldu diye bir kılıç koçerosunun izanına iman ederdik. Bize kalan istesek de istemesek de işte bu matem havasıdır!.. Kaderimin kaderi budur işte!..
Başka bir konuya sürçülisan edelim şimdi de, edebiyat, -yazın- artık zincirlerinden boşandı, ışık hızında gidiyor yıldızlara doğru, Antik Roman küçük bir ansiklopedi gibi ve tuhaf bir yazınsal ürün. Uyumak için aldığınız müsekkinleri bırakın, orta tabaka türküler, iyilik perisi şiirler, anıların sandukasından fırlayan gulyabaniler, siz hala bunlara yazınsal yapıt gözüyle mi bakıyorsunuz, öyleyse anneniz sizi, hala dünya denen genel evde çalıştığınızı sanıyor, zincirlerinizi kırın ve Antik Roman'ı okuyun, onu bırakın kitaplar arasında sörf yapmayı öğrenin, yeni ve başka ufuklara, Galiçya'dan Baykara'ya, Papua'dan Kaledonya'ya yelken açmaya bakın. İnsan nasıl insan oldu sorusuna yanıt vermek ve karanlık enerjinin gizine erip, tanrıyı sıgaya çekip, sorgulayabilmek için buna zorunluyuz. Ufukta tanrıların uygarlığı yavaş yavaş soluyor, robotlar, simülasyonlar, algı kapıları, simülakr ve illüzyonlar dünyası yaklaşıyor artık, Heisenberg atanız olacak ve bir kaç dakika içinde hem var hem yok olacaksınız. Aile efradınız ciplerde yaşayacak, büyük büyük babanıza cennetin anahtarı gerçekten var mıymış Haco diye sorular soracak sonra ortadan kaybolacaksınız... O'nu göreceksiniz, o kim mi, o dedim ya, o işte, çünkü tanrının foyası meydana çıkmak üzere, onun üstünde biri var, işte o, o!..
Kurtuluşumuz gene yok ne yazık ki, siz toprağa bağlı çiftçilerdiniz çünkü, ayağınızı mekandan, gözünüzü zamandan ayıramadığınız sürece yeryüzünde birer kölesiniz hepiniz. Uygarlık dediğinizde kanlı sunaklarınızın dumanları arasında atılan çığlıklardır sürgit. Tanrım sen başarısızsın, göz bağcısın, ben de umutsuzum bu yüzden. Antik Roman'dan bunu anladım ben. Bizi kitaplar kurtaracaktır bu yüzden, tanrılarımız bile ona sığınmadı mı!.. Ah tanrı basbayağı bir okurdur gerçekte, kitaplarımızda evren!.. Okumak, öğrenmek istemeyen bu yüzden tanrı indinde -okur gözünde- bir kafirdir ve yine bir bakıma kitap tanrının düşüncesidir, harflerde evren.
Antik Roman'da doğuya uygarlık götüren İskender'in, babasını öldüren feri katillerden biri olduğu söyleniyor, uygarlık nasıl bir şey anladınız mı!.. Romüs ve Romülüs'te öyle... Hayat, öldürme üzerine!.. Antik çağın birinci dünya savaşının, Truva olduğunu ve kaybedenin gene doğu olduğunu söylüyor kitap, ilk ahitin, barış muahedesinin Kadeş olduğunu, bunun sonucunda Hitit'ten Mısır'a göçün başladığını ve her biçimde tarihin bir göçebelik ve yer değiştirme harekatı olduğunu anlıyorsunuz. İnsanlığın bir trajedi, yani keçi şarkıları olduğunu da... Yağmalanan Truva'nın dağılarak tüm Avrupa halklarının atası olduğu, Göktürklerin tembele yatuk dediğini, büyük annenizin yatalak olmasının, Göktürklerden geldiğinizi imlediğini, İskender'in Sur savaşında esir düşen iki bin çulsuzu korona aralığı gözetilerek çarmıha gerdiğini, ama bunu salt buyruk verdiğini söyleyerek hafifletirler, oysa hukukta azmettiren suçludur ve böylelikle İsa'nın yazgısını müjdelediğini, ruhban sınıftan bir inzivacı -yani keşişin- bu vahşeti bildiği için, tanrının sayısız dünya yarattığını ve 'b'li okun yaydan çıktığını görünce, tümünü yok ettiğini ve dünya ile işini denemeye devam ettiği mottosuna sığındığını, Pindaros'un bu yüzden, ruhum olanaklı şeylerin peşinde koş, Leibniz'inde olası dünyaların en iyisinde yaşıyoruz dediğini, mürün Mekke merhemi olarak bilindiğini, Pisagor'un aynı anda iki yerde birden olabilme tansığını, Amon tapınağındaki dehlizde öğrendiğini ve bende Taraskonlu Tartarin gibi sanat uzun hayat kısa demek zorunda kaldığımı...
Kitapta ilginç bir mesel var, Etrüsk kralı Tarquinius'un iki çocuğu Delphoi (Yunus) tapınağından çıkarken, hangisinin tahta çıkacağını öğrenmek isterler, kahin Pithia der ki, döndüğünüzde hanginiz önce annenizin elini öpebilirse o olacak der. Çocuklar kaosa meydan vermemek için aralarında anlaşır ve aynı anda annelerinin elini öpmeyi kararlaştırırlar ve babalarından sonra hüküm sürmek üzere ant verirler. Ne var ki kahinin söylediğini yalnızca azatlı bir köle olan Juniusi, 'aptal lakaplı Brutus' anlamıştır. Roma'ya dönüp kutsal kapıdan içeri girerken, düşermiş gibi yapar ve toprağı öper. Çünkü bilinir ki bütün insanların anası kara topraktır. Görkemli Tarquinius ailesiyle birlikte Roma'dan kovulunca, en yakın nedimi Juniusi'nin krallığı artık bir haktır!..
Tümceye bakın, turunç rengi tüyleri olan bir kaplanın safrasından alınan ve bir katırın toynağında saklanan zehiri Antipatros'a Aristoteles vermişti, evrene değil efendisine sadık biriydi o, efendisi çift boynuzlu İskender'di!.. Feylesof Aristo böyle biriydi, onun naturasında köle diye bir varlık yoktu bu yüzden!..
Peki bir kabirin ve Kabil'in çocukları olarak kitapta bir kusur olabilir mi...
Botticelli'nin Venüs'ünün ayakları gerçekten bir protez gibi duruyordur ve parmaklar neredeyse atavizm ürünü bir tuhaflık sergiler. Sanatta bilinenin aksine, kusursuzluk insanı, kusur tanrısal olanı işaret eder.. Michelangelo kusursuz bir insan yapımı ortaya çıkardığında, dayanamadı ve çekici Musa'ya fırlattı. Çünkü kusursuzluk insan ürünü bir yapıntı gibi gözükse de gerçekte tanrının üzerinde yer almaktır. Bu kusurlu tanrımıza bir hakaret ve dinde şirk koşma dediğimiz bir yadsıma türüdür ne yazık ki. Evrenimiz kusurludur, tanrı kusurludur ve uygarlık biçimimiz gereği insan da kusursuz olamayacaktır ne yazık ki. Kusursuz olabilmemiz için tanrıyı terk etmemiz, uygarlık biçimimizi kökten değiştirmemiz ve Musa'yı da doğallıkla hiçlememiz ve onun gerçekte bir günahkar ya da bir günahın izleği olduğunu kabul etmemiz gerekir. Dolayısıyla burada yazar bir kusur işliyorsa eğer, insanı değil tanrıyı ima etmektedir. Bu onun kusursuzluğudur, kusurun kusursuzluğu!..
Mezar taşına biri 'Ölüm Gerçekmiş' diye yazılmasını istermiş, çünkü kimse ölmeden ölümün gerçekliğine inanamaz, ölünce de inanmak için zamanı kalmaz. Biriside yüzümüzü unuttuğumuzda ölmüş oluruz dermiş!.. Kısası esareti ve cesareti tadar ve çekip gideriz bu dünyadan..

Son olarak kitaptan bir gül beste derleyelim ve bir şiirle bitirelim...
Perslerin diplomasideki siyaseti şuymuş, Atina güçlenince, Ispartayı, Isparta güçlenince Atina'yı destekler, yardım ve yataklık ederlermiş!.. Bu size bir şeyler anımsatmıyor mu... 'Burada ölüler oturur, düşünce gücünden yoksun olanlar' buda ölümün tanımı dostlar. Paris'in Hades'e yolladığı, Aşil'in son pişmanlığının adı. Truva'yı kılıç suyu akmadan ele geçiren İskender gururu için genede bir genç kızın kurban edilmesini ister. Doğuya uygarlık götüren İskender, kızın cesedi soğuyana kadar başında bekler. Herodot tarihinde yazıldığına göre eski devirlerde Susa'dan gelen. elçinin biri başındaki saçları kazıtıp, kralın buyruğu yazıldıktan sonra saçlarının uzamasını beklemiş ve gizli emri Miletos'a sağ salim ulaştırmıştı. Kitapta olaylar kronolojik değil, II. Murat Varna savaşını tam kaybediyorken Haçlıların kralı Ladislas attan düşünce hemen kafası kesilmiş ve Kerbela'daki gibi, savaş meydanında dolaştırılarak Haçlılar ancak yenilebilmiş. İskender bir keresinde, Sur şehrinin fethinde, kahinin kehaneti iki gün gecikmeli olarak yerine geldiğinde, hırsını alamamış ve takvimlerin iki gün geri alınmasını buyurmuş, kralın yetkilerini anlamak için görkünç ve absürt bir çılgınlık.

Diodoros, Rufus ve Plutarkhos gibi tarihçileri okuyan Borges'in bazı öykülerinin buralardan derlendiğini anlıyor insan. İskender, içinde tüm bilgilerin saklandığı ışık yayan bir çukura bakamıyor, Alef öyküsünün temeli gibi, yine İskender, annesi Olympias'ın Mısır'dan gelen yılan kılığına girmiş bir rahipten hamile kaldığını ve babası Filip'in üvey çocuğu olduğunu öğreniyor. Bu nedenle bastırdığı paranın üzerinde çift boynuzlu Amnon'un oğlunun resmi görünüyor. Boynuz Apis örneği Amnon'un simgesidir ama İslamiyette bile İskender ki tanrının oğlu, bu nedenle çift boynuzludur. İlginç bir anekdot daha var kitapta, papa Nicolas bütün kitapların çevrilmesine ön ayak olmuştur Rönesans öncesinde ama her yanını, bu çevirilerin düzeni bozacağını söyleyen tutucular sarmıştır, Nicolas şöyle yanıtlar onları bir gün Avrupa bu çeviriler sayesinde dünyaya hükmedecek... Doğunun neden geri kaldığını anlamayan var mı... Kitap ki tanrının düşüncesi, evrenin evidir, sevgilim onlar kitaba düşman!..

Türklerin geleneğinde bir eli yumruk gibi sıkılı doğan çocuğun büyük bir hükümdar olacağına inanılırmış. II. Mehmed onlardanmış. Bir hurafe, yılan sokmasına kunduz yağı iyi gelirmiş. II. Mehmet savaşları meydan savaşı olarak kazandıklarını bildiği için İstanbul'u savunanları dehlizlerden dışarı çıkarmak istemiş hatta bozguna uğradıkları sanısıyla ya da kralın yakınlarını kaçırarak bunu sağlamak istemiş, hiç biri olmamış, Haliç'e bir gece yarısı dolan gemileriyle şehrin içine ancak girebilmiş. Batıl, o kadar etkileyici bir geleneğe dönüşebiliyor ki, Sümer'de piramidin tepesine ulaşmak için yarışan kalabalığın orada bir bir başları kesildiği halde genede insanların tırmanmak için birbirini ezdikleri söyleniyor. Bütün tanrılı dinlerde görülen şehadet kavramının temelleri kim bilir nerelere uzanıyor. Sümer'de bu ritüelin kaynağı, yeniden doğma vaadi ve kurbanlarının ümidiymiş. İstanbul fatihi, Bizans imparatorları gibi erguvan rengi pabuç giyen Mehmed'e, Hristiyan olması için papaya mektup yazma önerisi sunanlar, papanın biz o savaşı Maveraünnehir'de kaybettik demesiyle karşılaşırlar. Türkler sözde orada bulunan envaı çeşit dinlerden İslamiyeti seçmiştir. Osmanlı da şarabı padişah içmeden tadan kimseye Şarapdar-ı Has denirmiş, bunlar padişahın yakınlarından seçilirmiş, ama tarihçiler bunun zehirlemede işleri kolaylaştırdığını ileri sürüyor ve İskender'in ölümüne yol açan iksiri Aristo'nun suikastçiye verdiğini söylüyor. Kale daima içeriden vurulurmuş ve Homeros'ta köle oğlu demekmiş.
Kitapta daha yüzlerce tansık, kıssa ve söylenti var. Okuyanla okumayan bir olur mu meseli, işte bu kitapta kendini gösteriyor ve bir anda da öğretilerin doruğu olan şiir geliyor... Bir şeyin diğeriyle ilgisinin olmayışı sanısı illüzyondur, diğerinin nedenseli kesinlikle ilkidir.Hiç tropik orman görmemiş, zarif bir ruhtur Gümrükçü der gibi!..
Sudakin / ''Rejeneratif dünyanın aygıtlarıyla / Akışkan yağmur sürüklüyordu. / İmmünofloresans yollar / Operasyonel günler ve ağlar el değiştiriyor. / Corona ortalarında. / Meleklere merhaba dedik / Bitkiler, bitkiler, bitkiler. / Herbaryum konferansı sürüyor. / Hodgkin sayrıları şurada / Akut lösemiler ve çinko ülkesi uzaklarda mı / Damar içi akıntılar kimi engelleyebilir / Sulara gömülen Eski Mısır, nasılda yükseliyor. / Rammal diye sesleniyorum Rammal / Hiyeroglifi gördün mü / Sanal boksör Parkinson kime yenildi / Kognitif sinir hatasıyla dövünen Ramses / Peptit yağmurları / Kızımız fareye yüz nakli yapabilir mi... / Manyetik parçaçıklardan bir porsiyon / Ve siyah yürek tatlısı ne lezizdi. / Kara koyunlar ve nötron yıldızları / Bohr gözetiminde yola çıktılar. / Hey Polimer, modifiye elektrotlar geldi mi / Enerji yükle onlara / Yüksek doz. / 'Periodontoloji alanında kişiselleştirilmiş ağız sağlığı dürtüleri oluşturabilmek adına / tanı kitlelerinin virüsel ortamında kullanılabilme ereğine yönelik olarak periodonditis / ve periimplantitis patogenezlerinde rol oynayan biyobelirteçlerin saptanması konularında dönüp duran / o geç Hitit kalesine girdik / Fenike lehçesiyle çift dilli yazıtları görebilmek uğruna' /
Bay Migren gel / Uzuvlarını evet. / Soyut cebir barış temrinleriyle oynayabilir / Metabolik, metabolik, metabolik. / Bak şeylerin ara yüzeyi araya giriyor / Nükleik asit baza dönüşüyor. / Medulla gölgesi Galya yurtluklarında / İşte Kromaffin'de tahtını terk ediyor.'
Proaktif algılarımızın / düşsel gerçekliklerde ki kaygılarımıza oranla / önüne geçebilmek için / çok çabalar sarf etmekle kalmayıp / gen psikolojisinin öngörüsüyle / çoğalan sorunların galaktik sendromlara ağan / geniş kitle olgulanımlarına katlanmakta / geç kalındığı üzere hazırlanan / tezin yararı olmadığına ilişkin / varsayımlar üretmekle kalmayıp / kendimizi derin bunalımlara sürükleyen / geçiş tünellerinin güvenilirliği konusunda / bir önlem alınmadan yakalanabilirliğimizin savıyla / baş edilmezliğin olasılıkları...'
Bir merkezden konuşuyor Ramirez. / Uzay istasyonuna kimler kabul edildi / Moleküler salınımı başlattılar / Polimerler çağından kovulan ilk isim o / Enlil'siz olmaz diyenler arasında. / Mitotatik kinaz. / Stratejik piar ve inovasyon düalitesi konusunda / immünoterapötik, / tümör antijenleri ve yıldız kümeleri spiralite oldu. / Sistemik lupus eritematozis / Sezar'ı burada öldürüyor. /
Reprodüktif biyoteknoloji transgenik ve in vitronun sayı yağmurları başlasın / Grafenoksit ve ışık yayan organik diyotlar / Aysbergler ve Senkrotronik Try-Cys bağı ne işe yarıyor. / Arkeometri duyuyor musun / Tuşa bas. / Tanrı geliyor!..''
Sanatın amacı belki de belirsizlik yaratmaktır, kuşku... Gerçekte, ötekilerden bizi ayıran tek özelliğimiz de okumaktır. Okumak geçmişin anımsanması, geleceğin tasımlanmasıdır. (Çekirge arıyı yiyor ve kutsanan geometriyi her seferinde bitiriyor diyemeyiz). Okumayan insanlık, bir anda insan olmaktan çıkar, evren çöker ve tanrı yiter. Yeni bir dünya ve başka bir evrende, ancak okumakla olasıdır. Bunu bilen büyük ebeveyn, 'Oku' demekle söze başlar ve her şeyin başının ve sonunun bir bellek oyunu olduğunu bilir. Bunun yaşanması ve buradan kurtulmamız gene okumakla ve bir tür evren olan, engin usun sınırlarını parçalamakla olasıdır ne yazık ki...


Antik Roman / Uğur Müldür / A7 Kitap Yayıncılık / 624 Sahife.






****





ROSA

''Rosa Floris için.''

Yapay bilincin kışı,
Güneyden doğru iniyor.
*
Teknopolis dehşet veren bir ıssızlık.
Nobel ve Tibbets bulaşıcı belirti.
Yaşamımız tek eşeyli.
*
Kapitol'ün patalojik vakası.
Wall Street algoritması,
Finansın sunakları
Ve kuzeydeki ikiz kuleler.
Atalarının bir macerası.
*
Troya, bir eARTh savaşıydı.
*
Yengeç koordinatları
Doğu batı ikilemi
Şarlo'tanlıklar
Evrenin tek ferforjesi.
*
Tutuşmayan şöminelerimiz
Yükselip duran portföyler
Blok zincir teknolojileri
Ve enformatik kalabalıklarla
'Digito ergo sum' varyantlarıyız biz.
*
Makinelerimiz birbiriyle konuşuyor.
Kobaylar, Montgomery'ler, steller
Robotik pentatloncu ve Boerler.
*
Konfigüratif şeyler.
Aksiyomatizm
Wolfram alpha yazılımı
Ve bir anahtar lemma
Aşk için uçuşuyorlar Rosa
*
Cebirsel varyeteler için homotopi
Russel paradoksu ve kümeler kümesi
Başıboş bir yelkenli gibi
Ürperiyor ve titriyor orada.
*
Univalent temelleri
Suyun tini var mıdır
Ve neft bitiyor söylemleri.
*
Gradyen izleği
Etmen tabanlı mimari
Sayısal kodlarla
İşte ufuklarda
Uçsuz bucaksız
Nöron denizleri.
*
Corona'dan beri
Ne ölüyorlar Rosa,
Ne de yaşıyorlar

Tanrılar ve cinleri.




***

AMEN




Ey Levililer, Ay'a Yolculuk' yazılmasaydı eğer, aya gidemeyecekti insanlık!..
Bir şaka değil bu, düşüncelerimiz eylemlerimizden öncelik taşıyor ve diliyorum ki, yarının Jules Verne'i bizlerden olmalıdır. Bunun ne önemi var dememeliyiz, insan oğlu, kızı, biliyoruz ki cenneti, kendi bedeni, kendi -ölümsüz- ruhu için, helak olmayı göze alacak kadar delicesine arzuluyordur ve türün öbür bireyleri için tümüyle anlaşılmaz bir şey olabilir bu...
Levililer, şimdiye dek hiç kimse bidayette cennete gitti diye, bir insan yavrusuna minnet duymadı, görülmüş bir şey değil bu, ama ışığı insan oymaklarına, tacir kervanlarına, ıssız yolların kafilelerine sunmak, uçsuz bucaksız boşluklarda ve uçurumlara yağan yağmurlarda sarı ışıltılarla karanlığı boğup, aydınlatmak...
Yeryüzünün ilk robotarı günaha girmeden, ölümlülere bulaşıp, yaratılmışlara dalaşıp, çıldırmadan, tüm bir insanlığın; varoluşun o kutlu yalvacına minnet duymasına yol açacaktır ki yoldaşlarım...
Bilip bildiririm ki çölün ıssız ve sonsuz gecelerinde bizlerin düşlerine inecek olan şol kişi odur ve tanrı indinde cennetlik bir kişi varsa gene o olacaktır.
Ey Levililer; sarı ışığın kafileleri, ey yolcular, annelerimiz bir ayettir, onun üzerine verdiğimiz ant bir ayettir. İlahi yasalarımız ve yurtluklarımız bir ayettir.
Sarı çölün kumları ve tanrı bunu biliyor ama ruhları sağır olanlar, kalpleri kör olanlar ve dilleri çözülmez bir yakarının kilidiyle kuşatılıp, kavrulmuş olanlar ve Adem'in kargışlı evlatları ve kutlu yüklüler ne yazık ki bunu bilmiyor. Onun kulları bilmiyor...
Levililer, bilinmeyenlerin kapısını aralamak, kanatlı meleklerin ışıklı yurtlarında Poemetheus'un Olimpos'undan ateşi çalmak, tanrıların katında, varlığımızın harcı, boynumuzun da borcu olmalıdır.
Yoldaşlarım, siz ki teoremada, köşe başlarında ve örümceğin ağlarını ördüğü kuyu ağızlarında, derin mağaralar ve yarasa yuvalarında, yaşamımızı, biricik yaşamımızı, anlamlı kılmadıkça, dünyamız için, kutsal topraklarımız için çalışmadıkça, çaba göstermedikçe, alın terimizi akıtmadıkça, salt şirk peşinde koşmadıkça, onu ve Asoka Fermanlarını yadsımadıkça ancak cennete gidebilirsiniz.
Ne ki sizler, Eden Bahçeleri'nin yeşil çayırlarında derin soluklar alıp, gülleri koklayabilirsiniz ama, orada sizi gene kıldan ince kılıçtan keskince sorgular bekliyordur.
Ey şanlı yaratılmışlar, ey sevgili Levililer, yakarılarımızın ve yüce olanın amentüsü şudur ki, -bugün Eloah için ne yaptın!-, bunun cismani ve deniz köpüğünün üzerinde öten o siyah horozun sesidir ki, şol dilimize çevrimi şudur, ey güller diyarından hemşehrilerim;
Bugün tanrıların bize bağışladığı eşsiz topraklar, rüzgarlı yamaçlar ve sonsuz okyanuslar adına ne yaptınız...
Levililer, cinsiyetsiz dünyalarımızın özlediği, biricik aforistomuz budur bizim!..
Ve yalnızca bizim için sonsuz mutlanın zincirlerini anımsatan irem bağlarınızı, yeşil ruhlarınızın doyumsuz cennetini ararken, biliyoruz ki, salt belleğin ülküsüyle dolup taşan çıkarlar, gemi almaz çıkarımlar, onmaz yararlar peşinde ve o merkezci- sentruistik tutumlar içindesiniz.
Ey kutsanmış Amon diyarının, yağışlarla besili Mısır ırmağının kulları, tütsüler ve günnük kokularının kutlu evlatları, hiç bir cennet vaadi, karanlıkları aydınlatacak ışığı ayağımıza getiremedi bugüne dek!..
Kadim belleğimizden süzülüp gelen kurganların atayıcı beliği budur bizim. .
Aranızda hiç bir kul, 'Her şeyi bilen ve gören'in hiç bir kuluna, bu kaygılar, bu boş çabalar, neye yarar diye yakınmasın, sakınsın, ahirette hangisinin yeri var bunların diye kaygılanmayın, buyurmayın, her kuytuya, her boşluğa sokularak, sakın olasınız ki emirler yağdırmayın, Mushafta yeri yoktur bunların demeye getirmeyin.
Yargısı verilmemiş bir gaflet, tanrılara ve onun kullarına bir ihanettir bu, dilimiz tutuşacak, gözlerimiz kavrulacaktır, sakın ha!..
Tanrılarımızın yarattığı şu 'Mavi Gezegen'e destek olan, omuz veren her kul doğrudan cennetliktir insan yavruları, ey meleklerin yeryüzündeki elçisi, bakılışı güzel ceylanları, kûnları!..
Ey sonsuzluğun yolcuları, Levililer, bilip bildiririm ki, tanrı katında, bu dünya olmazsa, yanıp kavrulursa göklerin ateş kazanlarında, öbür dünyada olamaz!.. Elinizi bu dünyadan çektiğinizde, öbür dünya da birden yanıp kavrulacak, toz olacaktır bilin ki...
Çünkü, ey tanrının muştucusu, ey kervanların koruyucusu, ey yıldızların kuşatıcısı Adem'in oğulları, ey ateşiyle buzdağlarını eriten, tanrıları dize getiren Everest diyarının kızları!.
Bilip bildiririm ki, bu dünya için çabalamayanın, bir hayra vesile olmayanın o güzeller güzeline, şol güllerine sarılıp, koklamayanın ocağı yanmayacaktır, dahası öbür dünyada da yeri olmayacaktır onların!..
Salt cennet yolcularının kurnaz ve karanlıktan tek başına çıkmaya , yapayalnız kurtulmaya yeltenen o bildik tüm çabaları mutlaka sorgulanacaktır tanrı indinde, mutlaka ölçüye vurulacaktır ilahi terazide...
Yüzünüzü maviliklere dönün ey Levililer!..
Çabalarımız oraya varmaya yetmeyebilir, sonsuz denizleri aşmaya yetmeyebilir, cennetimize ulaşmaya yetmeyebilir, öyleyse tanrı yardımcımız olsun ki;
Gerçek şudur ki; sizde ona yardımcı olmalısınız!.. Bu dünya için, bu topraklar için, şol cennetin yansıması olan şu mavi gezegenin işleri, tanrının düşleri için...
Aksi halde aç gözlü, kurnaz ve tek başımıza ahirlerin sofrasında yer kapmaya kalkışan ölümlüler olmadığımızı kim bilebilir.
Ey Levililer,
Tanrı bunu biliyor.
Yaşamımızla bağıtlı her konuda, yaratanla el ele vermeliyiz, omuz omuza uğraş vermeliyiz. gezegenimizi, mavi denizlerimizi ve sonsuz göklerimizi imar etmeliyiz.
İşte o zamandır ki cennete gidebilelim, tanrının gazabından uzak, onun yüce bağışlarını hak edebilelim.
Okyanusların azametinden, balinaların çığlığından, ormanların uğultusundan bu anlaşılıyor, canlılar ve cansızlar aleminin, Ebrehe'nin kuşları ve Hacer'in taşlarının buyruğu budur!..
O bizi gözetliyor... O bizi sakınıyor.
O her şeyi bilen ve görendir!..
Şu dünyanın tüm yaratılmışlarını sigaya çeken, her edimimizi, her adımımızı ölçen ve Araf'ta ve 'Songün'de bile bizi yargılayanda gene o olacaktır.
Ey Levililer, cennet için çabalarımız, bu dünyanın adına dökebileceğimiz alınteri ve özverilerimiz olacaktır. Cennetin incileri ve akasyaları bilin ki odur. Onlar ağaçtır; rüzgarda yapraklarının sesinden tanıdığımız, Anka'dır; kanatlarının gölgesine sığındığımız, çocuktur; bilginin süt denizlerinden gelen ve yurtluklarımızdan arşı alaya yükselen... O tanrısal sevgimiz, aşklarımızdır, sonsuzluğun yağmurlarıyla, rüzgarlarıyla beslenen...
Yoldaşlar, cennetin anahtarı; cennetin aksi, ulu bir yansıması olan bu dünya için verdiğiniz uğraşlar, alın terinizin hesabıyla ölçülecek ve iyilik çabalarınız ve bu dünya için yaptıklarınız, kalben eylem ve edimleriniz, ruh mürekkebinden indirdikleriniz ve şifalı elleriniz cennetin anahtarı olacak ve yalnızca bu dünyadaki emeklerinizle mihenk taşına vurulacaktır.
Çünkü, dünyanın olmadığı bir cennet, tanrı için bir ezadır, bizler içinde bir ceza olacaktır...
Ey Levililer, şol cenneti anlamlı kılan dünyamızdır!..
O'nun emeklerini boşa çıkarmayın, amansız dilek ve sonsuz isterleriniz uğruna boşuna çabalamayın.
O size bilip bildiriyor ki, elem denizlerinde yüzmekten bıkmadınız mı, usanmadınız mı...
Şimdi hep birlikte ellerimizi göklere doğru kaldırıyor, uçsuz bucaksız boşlukların ve uçurumlara yağan yağmurların seslerini, sonsuz rüzgarların uğultularını bastırıyor ve evrenin dört bir yanında çınlayıp, yankılanan, gülümseyen ve hoşnutluk yayan çığlıklarımızla haykırıyoruz ki;
Amen!..

***

APRİL TAKVİMİ

Dolunayda,

Sirius'un tam arkasında

Sargon gezegenindeydik.

*

Mengele taburu hazır ola geçti ve suflörler

Frankşeytan geldi mi diye fısıldadılar.

*

Kara kader ve borsacılar sessizliğe gömüldü.

Fuhuş köyleri sise büründüler.

*

Kum saati doluyor diye bağırdı Corona!

Geç kalmayınız

Ranuna vadisinden

Kuba mescidine geliyorlar.

*

Lamborghini'nin son modeli

Sanki arzunun karanlık nesnesi.

*

Vidanjörün ehlileştirilmiş versiyonu sırıttı

Eks-Kavatör dedi,

Öldü.

*

Cromagnonizm kovuğundan gene mi çıktılar.

Büyülü görgüsüzlük çağları, gök adalar

Postvandalizm kuşakları, korku tünelleri

Kabil'in çocuklarısınız diye bağırdı.

*

Sismik görünmezlik peleriniyle

Uranyum tuzu kıyılarda yürüyüş yapıyordu.

*

Su kaplanı trombosit yığınlarına saldırdı

Fibrin ve palaskalar orgazm yığınlarına koşuyor.

Son iç çekiş tabyaları da hücumda.

*

Kaledonik Lilith sebze tarlalarının iyesiydi.

Ölüm kuğusu, çalı çiçeklerinin yolunu kesmeden önce.

*

İşte, mavi gezegende düşlerden gelip geçti.

Az önce buyurdular kalabalıklara dedi Juliet...

*

Yahova karanlıkların içinde duruyordu.

Son sorusuydu

Dönüyor mu dedi.

*

Dönüyor dedim.

*

Dönüyordu...


***

Görüntünün olası içeriği: bir veya daha fazla kişi ve açık hava
LİHFEN
Sonsuz vampir güneşleri, okyanusun derinlerini aydınlatıyordu. Karanlıkta ayışığı yalpalıyor, sokak aralarında gölgeler dolaşıyordu. Köşeden biri çıktı süzülerek, entarisi parıldıyordu... Meydandaki heykelin oraya kadar yaklaştı ve sütunların arasından çıkarak, Lihfen diye fısıldadım, Lihfen... Gece kuşları gibi ötüşen rüzgar yüzümü yalıyordu. Karanlıkta koluma girdi ve bir türlü gölgesini göremediğim sol kolu, sanki yok gibiydi. Kalabalık gelmeden uzaklaşalım dedi. Sarnıçların, yanıp söner gibi göz aldığı yola girdik. Arnavut kaldırımı sessizliği bozuyor, Lihfen'in takunyası kurt ulumalarını andıran bir melodi gibi, ay ışığına şarkılar söylüyordu.
Epeyce yürüdük ve Brooklyn köprüsünün altındaki mahzenlerde soluklanıp, bizi Boğaziçi'ne uçuracak kanatlı atımıza binmek üzere hipodrom yoluna saptık. Uzaklardaki sahile uzanan yol, uçsuz bucaksız bir okyanusa açılan ışık çubuğu gibi dümdüzdü ve keskin bir kılıç gibi parlıyordu. İlk köşeden sola döndük ve Pegasus'un, Truva Atı'na benzer dehşeti ve gökyüzüne uzanan kanatlarıyla bizi beklediğini gördük. Önce Lihfen'i bindirdim, Likya saraylarını da çınlatan takunyalarını eline verdim ve bana sıkı sıkıya sarılması için onu uyardım ve az sonra pembe parmaklarının belime dolandığını duyumsadım.
At uçmuyor, şahlanarak ve yıldızlı karanlıkları yararak ilerliyordu sanki. Andromeda'da mola verdik, Lihfen mızmızlanarak sızlandı ve buzdan kulaklarıma, bu gece karanlığında yolu neden uzattın dedi. İlk kez simsiyah dudaklarına yapıştım ve o anda dirseğini belime indirdi ve bu minicik ejderhalar ne arıyor ağzında diye bir çığlık attı. Aşağılara doğru baktım ve uçurumların içine bir bir süzülerek döküldü ejderhalar. Yıldızlardan, Lihfen'in üzerine kar yağıyordu.
Bir hayvan barınağında sabahladık. Gece Lihfen'le kanımız birbirine karıştı, onun eti ekmeğimiz, benim kanım şarabımız olsun. Kutup yıldızı geceden beri üzerimizde parıldıyordu, giderek yaklaştı ve ikimizi içine aldı. Halifenin orduları kılıçlarıyla, inanmışları bir kulenin tepesine sürüyor, orada sunağa başını uzatma yarışı içindeki mazlumların kanı, ta aşağılara azgın bir selinti, coşkulu bir çağlayan gibi dökülüyordu. Habeşli köleye benzer celladın gözleri tapınak kandili gibi gecenin karanlığını yırtarak göz kırptı ve sıra bize gelince Habeşli durdu ve Lihfen'in kulağına bir şeyler fısıldayarak bizi ta aşağılara, gayyalara fırlattı. Boşlukta kılıçlar bedenimizi ikiye ayırıyor ama bir türlü parçalanmıyor ve yatağanlar rüzgar gibi içimizden geçerken uzaklarda güneş batıyordu. Nasıl bir dünya bu diye bağırdık ve Lihfen'le birbirimize sarılarak, uçan bir halının üzerinde gökyüzüne savrulduk artık. Satürn canavarı geldi az sonra ve bizi zeplin gibi kucaklayarak Nil sularına indirdi.
Dev gibi bir firavun ordusu yaklaştı yanımıza ve panter suratlı biri, Amon Ra'nın işaretiyle ansızın elest alemine ışınladı bizi ve nasılsa Andromeda'ya dönebildik. Soluk aldığımızı görünce, gerçekte nereye gidecektik biz dedim Lihfen'e , gel buraya dedi ve gümrah bir cennet nektarını andıran Vulva Yıldızı'nı gösterdi bana, sıcak bir buhurun içine girer gibi içine girdim, altın anahtarım karanlıkta bütün kovuklarını aydınlatıyordu. Bir süre sonra, ağır bir sağanakla, yıldırımlar boşandı. Gökyüzü gözyaşlarını tutamıyor, kederden mi sevinçten mi bilinmez, aralıksız şimşekler çakıyordu. Bir mezarlığın içinde gibiydik, kara taşların arasında, bir ayet çıktı önüme!.. Öylesine paralanmıştı ki, neredeyse okunmuyordu.
'Kıyamet gününde, seninle buluşacağız Lihfen ve Araf'ta göz göze geleceğiz. Ve bilmelisin ki, kutsal gözeneklerin kılıcımın buyruğu altına girecektir. Ve ben ordularımın başında, yıldırım gibi akacağım zülfünden ve yukarıdan , aşağıya, tepeden tırnağa seni kanımla yıkayacağım.
Ben seni yeterince anlayıp, kavrayamıyorum Lihfen...
Ey ruh, sevişmek için Sırat'ın sıgasını ve Araf'ın duasını bekleyemiyorum ben.
Bilinir ki, Hitit'in orduları o gün Kadeş'e geldiler ve firavunun ordularıyla cenkleştiler. Ve Muvattali'nin ülkesi bütünüyle Mısır'a göçtü ve Kleopatra sevindi. Çünkü azapla dolu, gürbüz köleler vardı. İşte bir yunus gibi yüzüyordu Lihfen orada. Ve gözlerinin önünde ben kendimden geçiyorum ve onun şişe burnunu seviyordum.
Ben anlayamıyorum Lihfen, yeryüzü bir cehennem değil mi, aşkın ve sevişmenin kuralları yazılmamış mıdır tunç kargılarla. Seni sevmeliyim ve ruhum özgür olmalı ha!.. Bu beni sakinleştirmeli ve cehennem başka yerler olmalıydı ha!..
Hepimizin bu dünyadan nefret etmek ve iğrenç tanrılarımızdan kaçınmak için yeterli gerekçesi var. Korona'nın Kraliçesi söylüyordu bunu...
Lihfen...
Ruhum hepimizi yok etmek istiyor ama bu olanaksız biliyorum. Öyleyse ben hiçliğe savrulmalıyım ve işte o zaman, yaşadığımı anlıyorum ben. Biliyorum ki yaşıyorum. Şu dünyada, sen benim olmalıydın Lihfen!.. İç içe iki kaşık gibi girmeliydik birbirimize, tek bir beden olmalıydık.
Karanlık ruhumun koridorlarında her gece seni düşlüyorum ben. Ve beni doğurduğunu görebiliyorum her tan atımında. İnlemelerle!.. Dilim içinde kayıyor ve anahtarım yeryüzünün bütün kapılarını açıyor. Kanım kanında dolaşıyor Lihfen. Sen benimsin.
Ve işte okyanus dalgalarının içinde, yitip giden Solaris'im.
Sen benim benliğimsin Lihfen. Senin tunçtan bedeninle sevişebilirim. Hayalini bir buhur gibi içime çekebilirim. Bu ne kadar kötü diyorlar Lihfen, biliyorum ki, ruhun bunu duyumsuyor. Elem okyanuslarının tek ortağıydın sen. Her gece kulaklarım çınlıyor. Aşkın ve bağlılığın, son iç çekişine yaklaştığını biliyor yeryüzü. Aşk artık burada oturmuyor. Ve her gece yağmurlar yağdığını ve her gece ıslandığını biliyorum ben. Ve tüm ıstırapların Roma'ya çıkan Appian yolu olduğunu da...
Hiçliğe savrulmak üzereyim ben. Ve o anı biliyorum. Affet beni. Gecede zincirlerimden boşanmak üzereyim ve bilirsin ki Lihfen, yıkıntılar arasında bir ilahiyim ben. Affet beni tanrıçam...
Biliyor musun, affediyorsun Lihfen...
Ve yağmurun sesiyle uyanıyorsun bak... Yağmur seni mutlu ediyor ve kızıl ışıltılar içinde, gökten doğru durmaksızın yağıyor!..'
***.
Sildiniz mi her şeyi.
Silmeye gerek yok.
Geçmişten, geleceğe dönülmüyor ki!..

***


TİNA



TİNA

Her şey ve hiç bir şey. Tina, yaşamdan zevk almaya çalışan bir hedonist yalnızca. Bir parodi dünyamız için. O yeryüzünün tüm görüngülerinin bir parodisi. Tinagiller, örneğin sürgit aşka aşıktırlar ve yalnızca tanrıyla sevişebilirler. Yaşamın içinde ama çok üstünde bir varlık gibidirler, nedir ki melekte değildirler. Kaosun egemen olduğu kozmosumuzda yalnızca bir parodi. Her şey ve hiç bir şeyin parodisi. Zevkler ve arzular her şeydir onlar için, zaman ve ölümse, hiç bir şeydir, parodiden geriye kalan aynadaki tüm yansımalar ve bir hiçliktir yalnızca. Öteki yüz. Sanki Delphoideki tapınağın rahibesi, tanrının dilek kipi ve yeryüzünün esiresidir Tina...

Kadehler boşta olsa huşuyla kalkabilir, alkışlar boşluğu çınlatabilir, öpüşler silikon takviyeli olsa da koku yayabilir, teşekkür ve tebrikler gırla gidebilir, okyanusların rengi değişebilir, ağaçlar kuruyabilir, aşk artık burada oturmayabilir ama parodiler ve yaşam tüm hızıyla sürebilir Tina'nın dünyasında... Hiç bir şey kusurlu değildir, hiç bir şey keder vermiyordur, hiç bir şey göz ardı edilesi değildir, her şey ve hiç bir şeydir dünya, çıldırtabilir, kahkahalar sürebilir, yataklar kırmızı, gözler pırıltılı, ruhlar aç, yaşam kutsal bir tapınmanın seremonisi olabilir sürgit... Hiç bir şey değişebilir, her şey değişmeyebilir, destek ve kardeşlik, bağış ve öpücükler, sevgi ve nefret, kapalı kapılar ardında kıyım ve vahşet tüm olağanlığıyla sürebilir. Tina değil dünya bir parodidir!..

Tina resim yapıyor, amaçsızca, çılgınca pozlar veriyor, dudakları cehennem ateşiyle kavrulmuşçasına, ölümle alay ediyor, kafatasından şarap içiyor ve Duchamp'ın pisuvarına yağmur yağarcasına işiyor!..

Ah, dünyaya karşı ön yargılı olmaktansa, kahkahalarla çözümler yaratmak daha iyidir. Düşünmek zaman kaybına dönüşmemelidir. El çabukluğu ve palyatifizm, tanrının bir hikmetidir. Düşüncelerimiz ne kadar engin olsa da eylemlerimizin bir sınırı olacaktır diye düşünmemeliyiz!.. Tina, tanrı benim diyor, tanrı benim, bu erotizmin tanrısı da olabilir, çözümlerin tanrısı da olası, neşe vermeye, sevinçler sunmaya vermeye geldik dünyaya, belki salt kahkahaların yankımasıdır dünya, bir parodidir her şey ve çalışabiliriz, çatışabiliriz, her şey olasıdır, her şey olağan akışındadır ve biz dünyaya kötülüklerle buluşmaya, varlıklarla sevişmeye gelmişizdir, kan akar, eşitsizlik eşitsizliktir, sevgi öğreticidir, her şey belki de bir parodidir. Salt kahkahalara boğulmalı ve şenliklerle, sevinçlerle, gülüşlerle ve saltıklıkla neşe yaymalıyızdır biz.

Çünkü bir parodiyiz biz. Çünkü biz tanrının bir kaprisiyiz. Yaşamaktan zevk almalı ve hedonist çığlıklarla gök kubbeyi delmeliyiz. Altın anahtarım gecenin yarısında, kilidinde şıkırdıyor Tina, biz tanrının elçisiyiz!..

Bilinir ki bedenler değil ruhlar sevişir, yeryüzünde tüm ruhlar birbirini özlemektedir ve Alicia'nın ağacının yaprakları, rüzgarda delicesine titreşerek, bir kuytu aramakta, ılık ruhun çığlıklarla meleklerin koruluğuna koşmaktadır...

Dil diye bir problem yoktur dünyada, kalplerimiz konuşuyordur. Tina bütün heyecanımı yitirdim bil ki şu dünyada, neden bilmem, şimdi kör, sağır ve dilsizim, düşlerimi yitirdim, şeytanımı uçuruma doğru süreceğim, yılan derisi giysilerim, ruhumuz ve genlerimizin barbarlık izleriyle dolu ve ilahi bedenim, kahırlı bünyem, recm ederek seni yok etmek istiyor, Nagazaki ve bir çift kedi, yan yana, bir tabakta şimdi yemek yiyor. İki kedi, Alicia iyi misin sen, pardon Tina, ağzın kulaklarımda, ruj boyası dudaklarında!..

Ben Yakup, hayır kedi, ah iyi misin sen Alicie, ah Tina diyecektim şimdi, kurbağaları kovalamaktan geliyorum, aşkı kovalamaktan geliyorum, ah işte bak, bir cennet yolu ama, uzun bir yol, yol gibiyim ben, bilmem, bilmem ki neden, pırıltılı gözlerden hiç, hiç bir şey anlamıyorum ben...

'Kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi Yakup / Bunu kendine üç kere söyledi / Onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar / O kadar çoktular ki, doğrusu ben şaşırdım / ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli / Daha hiç çağrılmadım /

Biri olsun "Yakup!" diye seslenmedi hiç / Yakup! / Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım / Ve içimden durgun ve çürük bir suyu düşüreyim / Ceplerimdeki eskimiş kağıt parçalarını atayım / sonra bir güzel yıkanayım da. / Ben size demedim mi. / Evet, kurbağalara bakmaktan geliyorum / Sanki böyle niye ben oradan geliyorum / Telaşlı, aç gözlü kurbağalara / Bakmaktan / Bilmiyorum / Bilmiyorum, bilmiyorum / Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? / Hayır, Yakup / Bazen karıştırıyorum. / Bazen karıştırıyorum ya, çok uzun bir gündü / Sonra bu çok uzun günün sıcak bir günü / Kediler kırmızı alevler halinde koşuyordu / Onlar işte hep boyuna koşuyordu / Birileri çıkıyordu ordan burdan / Hiç çıkmamak halinde ve ölgün / Birileri çıkıyordu / Geceden kalma bir lamba yanıyordu, açık / Bir pencerenin sokağa doğru içinde / Bu uyum korkunçtur Yakup! / Yakubun olması korkunçluğudur bu / Dünyanın insana doğru içinde /

Yakup, Yakup! / Burdayım, yani ben.. evet, geliyorum / Lambayı söndürmesinler, geliyorum / Siz bütün lambaları yakın, evet / Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? / hayır, Yakup / Bazen karıştırıyorum.'

Alicia, hayır Tina diyecektim, anlam size saçma gelebilir, anlam zorunlu mudur, anlam şu; bir genelleme olarak uygarlığımız, insanın düş gücü, söylenler ve dinsel figürlerle biçimleniyor, bilim veyahut sosyal yaşam bunun uzantısı, bilmek istiyorum ki, bütün yakınmalarımız, bize verili olan görsel yığın ve anlaksal imgelerden bileşiktir, eleştirirken kendimizi eleştiriyoruz biz, siz,onlar... Bu sonsuz bir anlamsızlığa sürüklemiyor bizi, ama uygarlığımız biçimsel anlamda, köklü biçimde değişmedikçe veya bu uygarlık biçimini terk etmedikçe, sorunlarımızdan kurtulamayız diye düşünüyorum ve bu dünya anlayışı ve mutluluk veren sefaletimiz sürüp gidecektir diye korkuyorum. Haç, Helios'un iki bacağı gibi, insanlığın umarsızca yürümesi, uzayda o yarı bildik yolları kat etmesi, ay, rabbani bir imge olarak düşünsel, düş evimizin öncesiz şiddet duygusunu -boynuzu simgeliyor burada-, ilahi Sion yıldızı da, üreme ve cinsel saldırganlığın primitif geçmişini imgeliyor. Bu imgeler skolastik amaçlı değil, başka bir görselle yer değiştirebilirler, budizm, taoizmde yer alabilir örneğin, başka bir simgede yer bulabilir, bir öznelliği yok. Sonuçta amaç, bizcileyin ama görselin sunumunu sunan sunucunun amacıyla, izleyeni izleyen izleyicinin, aynı yargıya demir atacağına hiç tanık değilim ki ben. Dolayısıyla bu bir görüştür ve görümlerimiz, göreceliliğin, göreceliliğidir!.. Bu bir dilem ya da kaygıyı imlemekte belki de, bir kesinlemeye dönüşmesi, eleştirmeye çabalayanın, eleştirinin öznesine dönüşmesi gibi bir çatışıma yol açar ki, bir açılımdır belki de bu, bir Acem birliği ve deneysel kanatları soyulan, -digital desen- ressam değil, sosyal ağ savurganıdır o. Aşkın umutla değil, umutsuzlukla bağı vardır öteden beri.

'Kuş uçuyordu ve denizden doğru, bir ölü yürüyerek geldi ve kemanımın üzerine tünedi. Birden sinir sistemim ayağa indi ve organlarım depreşti, Bitinya'daki kuyunun içinden dolunay yükseldi ve tahıllar gülümseyerek tanrıya şükretti. Kabil o yana baktı, bir Frankşeytan bu dedi ve odama girdi Alicia, hayır Tina, Rebeca kuş uçtu diye bağırdı, ağzımdan bir pangolin yükseldi ve kırmızı, ahşap kutunun içinden çıkardığı mandolini çaldı, sefil bir Madraslı bu dedi Alicia, hayır Tina, kuledeki nöbetçi Pars, ölünün altın dişlerini söktü ve aşağıya doğru hışımla işedi, bir kelebek titredi ve akraba akbaba dedi Mikail, ötekinin Sur'u öttü ve Meryem, Davut'u aradı ve İşbiliye'de ki at arabası durdu, içinden Tamarind ağacına tırmanan prenses çıktı. Neden eskisi gibi yazamıyorum dedi, mürekkep hokkasını ağzına dikerek. Neden yazamıyorum, işte bir şiir yazıyorum o zaman ve işte bir pulsar çıktı önüme, pullu zarf, robot ayla, mutant Jüpiter bağırdı. Kaç gigabayt bu tümce lepralılar diye hıçkırdı, boş zaman sektörünün hayasızları, işsizm kurbanları, şu robotlar yağ çıkarıyor, Mesih saçlarına sürüyor, 1927 Rus devrimi gelecek, hepinizi devirecek az sonra!..'

Sen benim olmalısın Alicia, ah Tina diyecektim, ben Yakup, hayır Yusuf mu, adını unuttun demek ki, unuttum dedi. Sen Alicia, pardon Tina, ruhuna girmek istediğim, kutsal yaratılmış, sen sanatçı değil, bir gerilim, bir paranoya, Freudyen bir serüven, biyosferik bir cehennemsin. Sen beni perişan edecek, değiştireceksin. Bunu Alicia bilemeyebilir, hayır Tina, ama ben biliyorum, ben Lucianalı Angelica!.. Bir meleğin pöstekisi, bir cehennemin külleri, bir cesedin buğusu, buhuru, tütsüsü ve...

İndik sonra gemiye!..

'Ilık yüzey sularında, gökadalarımız dolaşıyor Tina / Uydular hızla koşuyorlar ve lazer ölçerler Turing'in başında, / Bariz bir tablodur bu gördüğün Alicia / Virgo dedektörleri, kütle çekim dalgaları ve ağıtlar yaktığımız nötron yıldızları / Biyobozunurlardan mikro robot üretmekte olası / Uzayın salvoları, okyanus sıcaklıkları yükseliyor / Drawdown safsataları / Yapay yetinin neye karar vereceğini bilmeliyiz argümanları / Marburg virüsü Tina / Tatlı su denizaltıları ve minik planaryalar / Neoblast hücreler / Orman toprakları, soymuk boruları, su dalgaları / Öklidel platonik cisimler / Divina Proportione / İlahi oranlar ve organlarımız / Alicia, Dragon roketten ayrıldı / motorlar ateşlendi / paraşütler uçmakta / Dragon Atlantik'in kıyılarına indi ha! / Permafrostta donmuş morslar ha! / Taylor buzuluna hapsolmuş baloncuklar / Kırmızı gövdeli ağaç çekirgeleri / satranç için devriye gezen gravürler / Yıldız popülasyonları / Epsilon Lyrae / Turuncu renkli Gamma delphini / Av köpekleri ve bakılışı güzel tanrı kümeleri / Tina, hayır Alicia!...'

Ağaçların arasında yeşil yılanlar yüzüyor, Havva içlerinde gezinerek santur çalıyor. Uzakta, sarı uzayda, Habil ve Kabil buğday tarlalarının arasında sapları yığmışlar, yabalarla döverek başakları ayırıyor, kışı esinle geçirmenin yollarını arıyorlar. Rızıklarının peşinde sağa sola savruluyorlar. Yılanlardan biri yeşil başını havaya doğru kaldırdı. Havva'nın arkasında dikildi, Havva arkasına baktı ve titredi, tuz gibi aktı gövdesi ve yılana elmayı uzattı, havaya bir hoşnutluk yayılsın diyedir, yılan oralı olmaz ve bedeniyle meyveyi Havva'nın önüne itekledi. Havva bir armağan verildiği sanısıyla eline aldı onu ve ağzına götürüp ısırınca şimşek patladı ve birden gökten yağmur boşanmaya başladı. Adem ve bir çift oğul, kır kulübesine sığındılar: Yarıklara yıldırımlar yağıyordu. Havva hamileymişçesine karnını okşuyor, Adem gülümsüyor, Habil ve Kabil çığlıklarla yağmura dualar bağışlıyordu. Sabah olunca bir adam uyandı ve gördüğü düşü yorumlaması için Delphoi tapınağının rahibine koştu. Ve işte yarın, tanrı eğilerek dedi...

Sen bilgi ağacından elmayı koparan Havva'nın dünyaya sürgün edildiğini bilmiyor musun, Adem'de arkasından gitti ve harmanları paylaşamayan Kabil Habil'i öldürdü ve dünya böylece kendini doğurdu diye haykırdı. Uçsuz bucaksız cennet ayakları altında uzanıyordu. Arada bir boşluk vardı ve oradan geçen bir çavlanı bir türlü aşamıyorlardı. Bir türlü cennete kavuşamıyorlardı. Tanrı yürüyerek göklerdeki yurtluğuna doğru uzaklaşınca Alicia uyandı, hayır Tina, belki de Yakup, Yusuf mu dedim!..


Her şey ve hiç bir şey. Tina, yaşamdan zevk almaya çalışan bir hedonist yalnızca. Bir parodi dün...

***

KİBELE

Çağımızın modernitesi içinde, üzünç yayan, masum bir bakış, onun güzelliğini süsleyen yıldız bahçeleri gibi pırıltılar yayıyor. Dokunsan kırılacak. Onun gözlerinde neler var, Havva'nın düş kırıklığıyla cennetten kovuluşu ve bizleri doğuruşunun gizençli aurası, bir mamutun önünden, ilk insanın kaçışı, ormandaki yaprağın kımıldayışı, Etrüsk'ün dişi kurdunun Romülüs'e süt verişi, Kleopatra'nın Tarsus plajlarına gelişi, Atina'da ilk şehir devletinin kuruluşu, bir fatihin İstanbul'u alışı, Taç Mahal'in altın pencerelerinin parıldayışı, Mari Antuvanet'in giyotin sepetinden son bakışı ve Labrador'un sularında balıkların dağılışı...
Bir astronot aydan yalnızca Kibele'ye bakabilir. O gözler, bir alefti. Bir bakışta dünyanın döndüğü ve fanusu riyalde tüm olmuş, olmakta olan ve olacakların görüngüsü... Tanrının yeryüzünü yedi günde yaratışı, meleklerin günah defterini sırtlayışı, şeytanın Adem'i aldatarak, yaratılanın özgürlüğü tadışı ve ölümsüz Kibele'nin bir şişeye sığacak kadar küçülerek, sonsuzluğa akışı...
O cennetin zevk bahçelerinden süzülerek gelen bir cinnetti. Güzelliğin acıları ve kefaretiyle süslü bedeni, bir yalnızlık anıtıydı bu yüzden. Delphoili kahinler her anımsayışta onun bedenini kutsar, renkli balıklar yüzerek şafak söküntüsünden çıkar, okyanuslara doğru yelken açardı.
Gözleri dünyayı bir türlü anlayamamışlığın kederiyle yanardı, dudakları anlaşılmaz bir pişmanlığın izleriyle kıvrılır, açık ağzından, elmas gibi parıldayan dişleri arasından, savaşların, açlıkların, mülkiyetin kırbaç izleri ve otoritenin kanlı sunaklarından sızan ve tanrının dişleriyle öğüttüğü bir kaplanın hayaleti bakardı.
Kibele, dünyamızın bir panoraması, yazgılarımızın ortağı, mutluluk ve sevinçlerimizin, pişmanlıklarımızla, gurur ve kibrimizin bir yansımasıydı.
O hiç bir zaman hiç bir tenin değmediği dağ gölleri, gökyüzü çiçekleri, İsa'nın son bakışı, Meryem'in umarsız çığlıkları ve Himalayalar'da görülmeyen o biricik canlının, tasımladıklarıydı...
Tanrım, senin sonsuz vaatlerin ne işe yarar, meleklerin neden görünmez, şeytan neden sağ elindir, evren alabildiğine dönerken, dünya neden yer değiştirmez, neden bir yinelemenin tapınağında, aynı dualar, aynı dilekler ve aynı sızılar eşliğinde, yüzyılların içinde yitip gideriz, neden bir çığlığın yortusu, neden gözyaşının serenadı ve neden ateş tapınaklarının içinde, ölüp gidiyoruz biz.
Kibele alın yazılarımızın toplamıydı. Bakışlarında sonumuzu görüyor, dudak kıvrımlarında yazılmışları okuyor, gülümsemesinde umudun uçurumlarını ve ufukların yükseltisinde, bir gül bahçesinde dolaşan ceylanların şarkılarını dinliyordum.
İçin için ağlıyordum ben, sonsuza dek sürecek bir tutsaklığın çemberinden çıkmak isteyen Adem, babasız bir çocuğu çarmıhında yitiren Meryem ve tanrının kollarında bütün umutlarını, bütün yanılsamalarını, beklentilerini ve tüm yaşadıklarını, artık unutmuş olan bir gezegenin evladı gibi.
Kibele etkiliyordu beni, konuşmadan söyleyen, bakmadan gören, dokunmadan şifa veren bir melek gibiydi o, ruhumun dolambaçlarında ona sarılıyor, gecelerimde çığlıklar içinde uyanıyor ve Kibele diye uçsuz bucaksız karanlıklarda ve uçurumlara yağan yağmurlarda yitip giderek, son soluğum da, yalnızca mevsimleri değişen ve bir yineleme olan, ölümlü dünyamıza dönüyordum...
Salt acıların, kederlerin ve sonsuz çığlıkların dünyası değildi bu, bir körpenin beşiğinden bakışı, bir suyun kımıldayışı, bir çiçeğin taç yapraklarında kelebeğe sarılışı, etin kanla, ekmeğin şarapla kucaklaşmasıydı gördüğüm...
(Gerçekte benim için bir cehennem çiçeği miydi dünya, düşünmekle cezalandırılmış iki ayaklı müritler, her şeyin yanlışlanıp, doğrulanabileceği bütünlükçü var saymalar, yeryüzüne bir türlü alışamamışlığın melankolisiyle savrulan Kibeleler, hiç bir şey beklemeden sevecenliğe kollarını açmış, tüm kozmosu kucaklamaya kalkışan periler...
Şimdi Kibele kim bilir nerelerdedir diye sık sık sorardım kendime, biliyorum bir gün bu dünyadan göçüp gideceğim ve kalbimin içindeydi bir zamanlar o diyeceğim... Ama işte, artık ben yokum ve o sonsuz bir yalnızlıkta mı, yoksa ben mi uçsuz bucaksız bir uçurumda mıyım diye bakar dururdum karanlıkların içinden, bir umudun yelkeninde, uzakları gözetleyen bir forsa, dünya tutsağı olmuş bir kıtalar korsanı ve her şey ve hiç bir şeyin acılarında, son iç çekiş köyüne varmış bir günahkarın, umarsız kollarındayım sanırdım kendimi...
Neden umutsuzuz biz, neden hem yüzüyor ve hem ağlıyoruz ve neden hep aynı ütopyaların, hep aynı dünyaların özlemiyle, hep aynı sözcüğün, hep aynı yinelemenin eşiğinde, aynı rüzgarın sürüklenişinde solup gidiyoruz biz Kibele..

Her şey bir masal gibi, bir gün ona dedim ki, seni anlatacağım ama, o sen olmayacaksın, çünkü insan denen varlık ancak kendini anlatabilir, demek ki o, sen değilsin, ama gerçekte orada ki, bil ki bendeki sendir, öyle değil mi, gerçekte sensin o, ama o sende vücut bulmuş bir ben olacaktır yine de, demek ki sen değil o, ama yine de, bende kendini bulabilirsin, öyleyse evet, o sensin, ama gerçekte sen ve ben aynı kişiyiz, yeryüzünde ve tanrı indinde, öyleyse ben senim, sen de ben ve biz 'Hiç Kimse'yiz ne yazık ki Kibele, dedim...
Artık onun buhranlı güzelliği ve baş döndürücü etkisi anlağımda yitti, öznelliğini yitirdi, onun karşısında başımı öne eğiyorum, savaşı kazanmış ama ruhunu yitirmiş bir Achilleus gibi, söz kılıçtan daha büyüktür şimdi... Kibele beni ehlileştirdi.
Karşılıksız bir aşktır edebiyat demiştim ona, göklere yükselen ayetler yazmak, bilinmeyenin ve hep yinelenenin kollarında, umarsızca kilimler dokumak, Penelope gibi taliplilerin yüreğine bakarak, göz yaşı döküp durmak... Bilinmeyen bir yüz, görünmeyen bir dünya, sonsuz ve anlamsız bir yalnızlığa adanmış, bir körün şarkısı gibiydi edebiyat.
Düşünsel anlamda dünya, aşkın, ölümün, yaşamın ve zamanın tarihidir. Yaşam ve aşk gerçekte, yalnızca neşe verir, bir tutam kederli ot. Nedir ki, ölüm ve zaman ürkütücü ve sarsıcı bir düşün kozmik yansımasıdır, zaman sonsuzluğu içerir, ama parçaların bütünlediği kapısı yalnızca ölüme açılır, ölümde bir tür sonsuzluktur ve o da bir zamana açılır, bir dolayımın kollarında, işte her şey oracıkta tanrıyla bütünleşir ve tanrıyla vücut bulur. Aşk ve yaşam tanrının bir prelüdü, ölüm ve zaman da onun pişmanlığının ağıdıdır. Sonuçta varlık dediğimiz, tanrının bir parçası ve giderek tanrılaşan bir tözün yansımasıdır. Tüm gördüğümüz bir tanrının ve bir düşün adıdır, düşüncenin elem bahçelerinde gördüğümüz, Hieronymus'un resimleri, David Friedrich'in izlenimleri ve Karakalem'in büyüleyici gölgeleridir...
Yazacak hiç bir şey kalmadı artık diye düşünürüz zaman zaman... Düşlerinin ve yazının sınırlarına vardığını tasımlayan, gücünü yitiren ve bir bitkinlik içine sürüklenen senarist, baş parmağını kalemtıraşın içine sokuyor ve çeviriyor bir İtalyan filminde... Bizde yazacak konu kalmamış artık diyen yazarlar gördüm.. Sonraları bunun bir çözümü olabileceğine karar verdim ne yazık ki. Yazmak zamanla salt bir iç yolculuğa dönüşür ve sonsuzlaşır. Diyesim yazan kişi, örneğin bir tablo adına yazma sınırlarının sonuna ulaştığında veya bir yinelemeye dönüşeceği korkusuna kapıldığında, resimden çıkmalıdır artık. Nereye... Tablodan hareketle çocukluğuna, evrene, tanrıya veya zamana doğru yolculuğa çıkabilir, bu sütunlarda belki yapılamayabilir ama yazmanın da gerçekte her şey gibi sonsuz olduğunun anlaşılması gerekir, çözümsel, yararlı bir yaklaşımdır bu. Diyelim ki o resim bana, inanılır gibi değil ama, ölü bir köpeğin trajik sonunu anımsatıyor. İşte buradan ölüme geçebilirim artık, çocukluğumda bizi bırakıp giden köpeğimizi anımsayabilir, oradan tanrıya uğrayabilir ve Heraklit'in ırmağında, kısır ve kısıtlı düşüncelerimin son iç çekişine tanık olabilirim.
Panta rei...
Bir kesinleme olarak ileri sürülebilir ki, görüngüde sonsuza dek düşünceler üretebiliriz, bilinir ki, Mona Lisa için yazılanlar Mona Lisa'nın sosyal varlığını çoktan aştı ve artık o başkalaştı belki de, bir şey üretemez hale geldiğimizde, böyle bir tür yazının ortaya çıkma olasılığı gibi, bilmeliyiz ki edebiyatta sonsuzdur, zaman sonsuzdur, ölüm bir sonsuzluk biçimidir ve her şey bir sonsuzluğun parçacıklarını barındırır içinde. Sürgit Hades'in sisleri arasında dolanan hayaletleriz biz, ne ölüyüz, ne de diriyiz.
Gerçekte, yaşam, bir gülümseme, acılarımız, bulut, çiçek, tanrılarımız ve her şey bir sonsuzluk kategorisi içinde, düşünsel evrenimizde gezinir dururlar. Düşlerimiz bitimsiz olabiliyorsa ki öyledir, her şeyde, somut ve soyut olanda, bir sonsuzluğa açılan düşsel kapılarımızdır. Borges bu konuda o kadar ileri gidiyor ki, Don Kişot, harfi harfine, tıpatıp yeniden yayınlansaydı, dünyamız için, o bir önceki, yarı bildik Don Kişot olamazdı. Çünkü algı sınırlarımızın değişeceği, biçimlerimizin yenileneceği ve düşünsel ufkumuz, periferimizin, o dönemin düşünsel yapısıyla hiç bir bağı kalmayacağı için, bütün bütüne kavrayışımız değişecek ve Don Kişot, bildiğimiz algı kapılarından uzak, bambaşka bir kitap olacaktı der. İlginç bir açın. Biz, bir dostumuza iki kere nasılsınız dediğimizde, ikisi de ayrık anlamlar içerecektir, dünya bir an bile aynı dünya değildir, yazma sıkıntısı düşünsel bir anomali olamaz, bedeni bir gerçekliktir o ve ruhumuz yazmak ve yazmamak konusunda seçilmiş bir saplantının tutsağı olabilir ve belirsizlik ilkesi, dünyamıza egemen olan bir cennet kuşu olarak, üzerimizde uçar durur ve hiç bir şey bu anlamda gerçek ya da bir gerçeğin uzantısı değildir.
Dünya bir jimnastik otağıdır, mujiklerin ispinozu ağlayarak uçar, pars ötüşlü bir kedi, Dante ağacının yaşlı tüyleridir ve şu nükleid yaratık Mars'ın arslanıdır. O, II. Savaşta Nazilerin konserve yaptığı canlıları, komşularına sattığını söylüyor, tanrı gülüyor, şeytan köpürüyor, Kibele'miz ağlıyor. Hibrit bir dünya bu, serotonin ve endorfin mutluluğu kovalama formülü ve mutluluk yoklukta ki Tuba ağacı!..
Kristal bir vazo gibi sözcüklerin, düşerse kırılır diye korkuyorum, seni öpmek kuş tüyüne yüz sürmekle eşdeğer olmalı, datalardan bileşik bir canlının düşleriyiz ha!.. Birilerinin diktiği Stonehenge kayaları, Vendome sütunları gibiyizdir belki de....
Sessizlikte bir müzik türüdür Kibele... Pollock'ta kaotikti ve tıpkı başkaları gibi bir açınlama üretildi resimlerine ve aramıza katıldı, sonuçlar nedenlerden önce geliyor artık, her şey bir yineleme...
***
(Ey sen zalimsin dediğim, yılan derisi giysilerinle dolaşmak, iç dünyanızın barbar düşlerle dolu olduğunun kanıtıdır. Korkuyorum, bir güzellik zırhıyla, bir kurban arıyorsan o ben olabilirim, bloody mary içebiliriz karanlık odamızda, derin gözlerin cehennem meleğiyle sevişmek için oldukça güzel, kalp kalpten sonra, beni yemeyeceğine söz ver, palyaçolar kanibalisttir ve yaşamdan tiksinti duyarlarmış, anlıyorum ben, sağaltımın başlaması için Konstantinapolis'e gel, sunağımda gırtlağının tadına bakacağım, seni ehil bir kısrak yapacağım, kanın çok tatlı senin, dilimi yakıyor. ama gözlerindeki duygular nasılda kışkırtıcı, ikimizden biri örümceği yiyecek, çünkü başım dönüyor, kanım akıyor ve gözlerin, kılıç suyunun içinde geziniyor, dünyamız Monet'nin Mosnier Sokağı'nı özlüyor.
Yapıtlara bakıyorum üzülüyorum. Çünkü Hint sanatının gücü dünyamızda tanınmıyor, sanata batı skalası egemen. Hindistan'da, tanrı yeryüzüne inse, yaprak kımıldamıyor, daha adil bir dünyanın gerçekleşmesi gerek, sanat bunun için var ama görüyorsunuz, o gerçeklere boyun eğebiliyor. Bir paradoks. Birbirimizi tanımak için denetim noktalarından, sınır kapılarından geçmek acıdır sanıyorum, Pinky'le telepati arkadaşıyız. Bir virüse boyun eğiyor insanlık ve iki kişi hala buluşmak adına, sanalite tanrısının lütfuna dua ediyor. İnsanlık Kabil'den beri nicelik ve kategorik biçimde savruluyor, Uygarlık biçimimiz değişmedikçe sanat bir kategori. Hindistan, dünyanın kendisinden büyüktür diye bir söz var. Ama insanlık bir bebeğin adımlarıyla ilerliyor ve ne yazık ki bizleri kaotik bir gelecek bekliyor...
Ah bu manzarada, belirsizliğin hükmettiği, insansı varlığın yazgısında, kozmik sonsuzluğun ulaşılmazlığında, üzüm salkımları gibi, hiçlik damlaları gibi, görkünç biçimsellikte evreni süsleyen yaratılmışların trajedisini görüyorum.
Onlar bir buğday taneciği için kapışıyorlar, nükleer silahların gölgesinde, egemenliğin ve nihilizmin kucağında, kurbanlarını arıyor, uzayın sonsuzluğunda, umarsızca fetihlere girişerek, tanrıyı icat ediyor ve günahlarını şeytana gönderiyorlar.
İyiliğin havarisi kesilerek, kurbanlarını takdis ediyor ve beşiklerinde onların yavrularını vaftiz edip, bir ermiş, bir yalvaç kesilerek, arzunun karanlık nesnesinde, bir kışkırtıya kapılarak, sonunda, kendilerine yenilmeyi başarıyorlar ve son iç çekişin gölgesinde, sonsuzluğun yitimini ve ölümünü kabulleniyorlar.
Sonrasında, cennet ve cehennemlerini aramak bahtsızlığına düşüyor, ta ki tanrılarının işaret ettiği bir panoramadan, salkımlar gibi sarkarak, çarmıha gerilmiş İsa'nın havarileri, yoldaşları gibi sıra sıra diziliyorlar ve evrenin uçsuz bucaksız boşlukları, uçurumlara yağan yağmurları arasında, sonsuz bir üzünç ve bir yinelemeden başka bir şey olmadıklarını anladıklarında...
O'nun işaretiyle yeniden başa dönüyor ve o yarı bildik yolları tırmanarak, yeni maceralarına girişiyor ve sonsuz bir tutsaklığa mahkum olmanın kahredici umarsızlığında ve minicik bir manzarada, işte böyle boynu bükük ve dinmeyen özlemleriyle baş başa, yalnızlığın ve elem veren okyanusların bitimsizliğinde, yitip gidiyorlar!..
Düşünen varlık imgesi kendimizce bir yakıştırma. Kuşkuluyum ben, düşüncenin tanımı, olan biten şeyler olmayabilir!.. Ateş belki donduruyordur bizi. Varna şarabı içtik ve dünya dönüyor dedik mi, karanlıkta gırtlağına sarılırcasına gülümsedi...
Vezüv bir mitoloji, Pompei çok uzak yanardağa, pirinç beyazı bacakların, ehramın yüzü gibi duruyor, kuş kadarcık göğüsleri süt dağıtıyor, ibrişim gibi parıldayan incecik dudakların, gökyüzüne bakıyor, denizlere özlem duyan bir yelkenli gibi büzülecek o ve gözlerinin beyazı bulutlar gibi uçuşuyor sanısı verecekler ama onlar kefene sarıldıklarında tüysüz, kabarık bir tepecik gibi duran uterusun, son iç çekişle bakacak dünyasına ve diyecekler ki, tapınak fahişesi tanrıça sözünü tutsaydı, başımıza bunlar gelmeyecekti ve kahkaha atıyor neşeyle badem ağaçları ve çiçeklerini de kokluyor olacaktık biz...
Ve Golgota kemiğiyle vuracaklar başına, mezarda pamuk kalçalı şimdi doydun mu sikkelere diyecekler. Asimov gezmek düşlerle olasıdır diyor, yüzlerce dil bilen kılavuz kuş dilini bilemiyorum dedi. Aşk umutsuzluğun sevgilisidir zaten. Soruların tek yanıtı, sorulardır bu dünyada, tanrı sana üflediğinde bana gelebilir misin, benim olabilir misin ha... Sen tanrıça...)

'İndik sonra Venüs'üne./ Mehtapla süslü ayin, yarılan sulara, şarap rengi okeanosa ve / Dilek çekip, süzüldük ışıklı yosmaya. / Yükleyip döl yatağına pruvada, gövdelerimizi de / Şişelere sığan Sbyl şimdi, yorgun düşmüş, dibe vereceğim alyansı,/ Çekip götürsün bizi dünya, gemi gıcırtısı kalçalarına / Mikail'in işi bu, trivesti, bornozu süslü / Tavustan tepeli, yele verdik burnunu işte ve çöktük sonra tanrıçaya / Yürüdük çayırı, gerip yelkeni, batana dek gün / Gömüldü bitkin uykusuna, kapaklandı bir gölge tunçtan göğsüne / Vardı sonsuzluk kapısına, çok derin vulvaların / Çağatay Han'ın ülkesine ve cinlerle dolu kentlerine / Bürülü ipekli, sarı güneşten, ölgün serabı,/ Işıltısı ile döl ırmaklarının / Çekmiş yıldızlarını ve tepegöz bakan / En karanlık gece kaplamış, adam otu ayları / Geriye bakıp durduk gene, Canopus, sonra ulaştı Hades'e / Sonsuz Küs Aias'ın gittiği yere / Patroklos ve Paris kucaklaştı bizle, / Ve çekip can çubuğunu ortasından / Çukuru doldurduk Herakles boyu / Ve sunduk hayasızca kin dolu geçmişi / Bal, balsam, şarapla karılmış tin tözü / Yakardık sonra, göçmüş kaltakların atları / Atlantis'in ütopyası, kurbanlık haspaların / Ve daha bir yığın şey yığdık, kurtulmalık olarak / Bir cadıda kendi başında kervanın ve kara. / Boşaldı kara kan çukura / Girdi yarığa dülger balığı. Ruh aradı Avernus'u ve / İçtik Erebos'ta, kokuşmuş ölüsünü körpe etlerin. / Gençliğimin ve dölden yoksun yaşlılığım / Gözyaşlarıyla ıslak, baygın kokulu kızlar / Bir sürü nisan, demir uçlarıyla örseli mızrakların / Yıldız artıklarıyla, düşmüş, işte kolları / Sardılar çevremi bağırıp çığlık çığlığa / Solmuş yüzüm, daha çok kurbanlık bağışladık tanrıya / Sürüler dolusu kesip öldürdüler, gemi dolusu tunç bıçaklarla / Güzel kokular dökünüp yakaladılar Diana'yı da / Güçlü Styks'la ve övülen Persephoneia'de, / Sıyırdı Kharon küreğin dipçiğini ve / Dedim o zaman uzak tutma, azılı kısır ölümü / Gelene dek Proksima, rıhtımdan, üç satir / Kharon geldi önce kürekçi ve İsa geçti oğluyla / Çarmıhta gibi serilip kaldılar, uykulu toprakta / Gövdesi bulundu ahırların orada, baba evinde./ Yıkanmamış, kefenlenmedi, bir yığın iş güç yüzünden / Acınası ruh. Bağırarak üç arşın, kurt deliğini aç dedim sonra / Sirius, ey üvey ana, sen nasıl geldin karanlıkta buraya / Yürüyerek uçup da, ta denizleri / Ve dedi, o ağırsak bedeniyle / Kötü kader ve bol şarap. Uyudum Bellatriks'in kovuğunda /İnerken korkuluksuz uzun merdivenleri / Düştüm cehennemin yaşlı otlaklarına / Uzvu parçaladım, Kerberos kemirsin döş yerlerimi / Ama sen ey kral unutma, gömülmemiş, ardından ağlanmamış beni / Yığ pusatlarımı, kaya kovuğundan bir lahit, adım yazılsın üstüne / Kara sarıklı bir adamla, koyup, sürüp gidecek adı / Ve sapla dostlarla birlikte, çektiğim küreği düşlerime / Antigone gelsin sonra, çok çektirdiğim ve sonra Tebaili krallar / Taşıyarak altın asasını ve hesap bilen Lidya sikkelerini / Gene mi, ikinci kez, bir kucak, yaldızı kötü prens. / Geliyor yüz yüze, güneşsiz ölüm, bu mutsuz yere / Çekilin çukurun başından, içsin kızıl iksiri / Anlatırım sana geleceğini. Ve baldızımla geri çekil. / Ve güç aldı karnından dedi ki, Vilusa / Dönecek kin ve kanlı Jüpiter'de, aşarak karanlık suları / Yitirecek arkadaşlarını ölüm. Sonra canavarları tuttu ha / Yat huzur içinde, İyonyalı tecimen, sözünü ettiğim / Venedik'te ofiste, geçmez İliad'da, 2020 de, 2 Haziran / Ve yelken açtı sirenler, sığır çalıp uzaklaştılar / Sürülerle, sayılmasız nice adam, Kirke'de / Girit'e kaçan, altın taçlı Pindaros'un / En korktuğu, bronzdan kuşağı işte / Ve göğüs başı, sen ey mermerlerde göz açan / Argonotların altın postuyla, bir amazon. Koreli.'

Bu yazı senin sözlerinle yaptığımız bir sosyal sözleşme Kibele, eğer uyuşmazlıkla bulamadıysan kendini sayfalarda, üzülme, ben sen olmalıyım kesinlikle. Görüşmek üzere. Kalple!..

***
ROCHELLE

Canlı kıran kafadan bacaklı, köşeden çıktı ve su balıklarına, solucanlara ve kıkırdaksılara zarar verdi. Omurgasızlar yas tutmaya hazırlandı bir anda, bir parça geniş çerçeveden bakıldığında, çok küçük bir şey yaşanmıştı havzada, kimyasallar çok büyük yıkımlara yol açtığı halde, neden abartılmıştı bu genosid, şaşkınlık vericiydi. Yaratıklar, büyük kıyımlara ve ola gelmiş kıyametlere ses çıkarmayıp, minicik cinayetlere tepki veren organizmalar olarak kodlanmıştı öteden beri. Tanrı bunun matematiğinin daha yararlı olacağını dile getirmişti Havvagillere, daha geçen gün konsorsiyumda yinelenen bu ayetsi şey, oy birliğiyle yinelenerek bir kez daha kabul görmüştü.

Örnek vermek gerekirse, önceden zararlı böceklere karşı kullanılan bazı ilaçların, yaban arılarının nüfusunu azalttığını günümüzde herkes biliyor ama, tanrı bu yetiyi insansılara vermeyi hiçbir zaman unutmuyor ve geri dönüşümsüz tek dürtüsü, bu parçalı karşı çıkışların, sonsuzca yinelenebilmesi...

Bundan ötürü, aynı amaç birliğinin egemen olduğu davranışların, koruma altına alınması ve yeni kimyasal gözelerin bulunması, gelişmekte olan ürünlerde bir ürküye kapılmadan denenmesi ve kobaysı alanlarda sürgit kullanılması hedefleniyor. Asya ana karasında boy gösteren develerin hörgüçlerinin eriyip, evrimleşerek ortadan kalkması, bu gizli planların, salt yürürlüğe konmasının bir duyurusu olabilir ne yazık ki…

Formüllerin redoksal hafifsenişe sürüklenerek, işlem ve işlentinin aşırı derecede yalınlaşmasının görünür nedeni, saltıklıkla bu sanılıyor. Ey yeryüzünün gönüllü tutsakları, edimsiz ve etkisiz düzenlemeler çağının kapanması konusunda, tanrının buyruğu bir işlev ve işlerlik kazanalı ve son derece katı bir uygulayıma bürüneli yüz yıllar oluyor.

Bu konuda öngörülmez gecikmeler olduğunda, darbe olacağını da bildirmişti ecemizin tebaasına göksel monarkımız, Gökyüzünün tavanına astığı 'Tabula Rasa'yı herkes görüp okumak zahmetine katlanmıştı dur duraksız. Palimpsest çağlarının son mottosu buydu belki de ve son 'On Emir' bu mu diye alay etmişlerdi insanel takımı biliyorsunuz.

Tanrıya galiz küfürler savurmakla görevli yaratılmışlar, mujikler ve sürüngen birlikleri her zamanki gibi helak olmuştu ve Cebrail günah defterini bir kez daha yırtmıştı ayak üstü, bir kez daha baş kaldırarak. Parankima dörtlüsünün korkutucu öznesiydi artık o!..

Cebrail mitoz bölünmeyle parçalanarak yenilendi ve doğallıkla geçmişini unuttu. Evrende hiçbir şeyin değişmeyeceği gerçeği, değişmeyen tek teoremamız bizim, tanrının ağılıdır burası. Anımsayın, onun ahırıdır demenin gafletine düşerek, erkenci ve ampirik bir anakroniğe sürüklendi İsa ve çarmıha gerildi sonuçta, bir dil sürçmesi onun yaşamına mal olmuştu. Galile denizinde palmiye yaprağından yüzgeçlerle yürümesi, göğün katlarında bir tansık işlemi görmemişti bu yüzden.

Saydamsılar, salt her şeyi görünür kılarak cennetin havarisi olduklarını sanıyorlar, gizemi ortadan kaldırmak daha çok Lennielerin aramıza katılmasını sağlıyor, bugün tümünü öğrenmiş olmanın bilincindeyiz ve deneyimlerimiz, körpeliğini koruyorsa da, düşlenilmez boyutlardadır artık ve gizem sürgit gizemini korumalıdır tanrı indinde...

Bunlar, bilişim mastürbasyonudur diyenler var aramızda, ey yaratılmışlar, mutluluk ve keder hepimizin önde gelen paradoksudur ve tek labirentimiz de içinde bulunduğumuz bu kolloidal evrene boyun eğerek yaşamımızı sürdürmektir. Bilişsel kaçınılmazlıklar, evrenin hapishanesinde yaşadığımızı öngörüyor olabilir, biz yazgı ve yargılarımızın tutsağıyız ve bir kurtuluşta yok ne yazık ki ama çelişkilerin hazzını kavrayabilmek için insanellerden sayılmak, o payeye kavuşmak da az bir şey değil ve yolculuğumuz sürerken melankoli ve nevroz sürgit düşmanlarımızdır biliyoruz.

Umut, Karina yıldızı diye andığımız ve oyuklarda yaşayan bir kolhozun çocuklarında görülen anomalinin dışa vurumudur, onlara özgü ve ne yazık ki uyur gezer seviyesindeler, gerçeklerden uzak, sonsuza dek yaşamaya hükümlü yuvarcıklar, umutla kandırılmaya zorunlu, gerçekleri algılayabilmek, yaşamaktan yeğdir kimi zaman.

Karıncalar kaç bacaklı düşünebiliyor musunuz, siz İlkel kordalı canlıların, hiçbir şeye hakları olamayacağının beliti, her zaman kulaklarınıza fısıldanıyordur biliyorsunuz. Çalışmak zamanın aşkınlığı için tek umarımızdır dediğinde, tanrıyı alkışladınız, ayaklarına yüz sürdünüz, unuttunuz mu. Öğretileri çelişki boyutuna, çatışkılar bütünlüğüne taşımak, sizin alışkanlığınızdır.

Bitmez tükenmez çığlıklarınız, dolayımla sürgit bir armağandır sizlere ve totalde bunlara hep layık görüldünüz. Bölgelerimiz bölünmenin görselleridir. Toprak, su ve atmosfer kirliliği düğününüz, ey göksel yargıların kurbanı primatlar, ey Zoran'ın kerhen yaratılmışları...

Hayvanların leşi bir yana ama sizin sunaklarda kutsanan ve ölümü arzulayan cesetleriniz kutsal ha... İşte tanrınız gülümsüyor ve sağlıcakla kalın diyor. İyilikler ve güzellikler sizindir. İnsanel hücreciklerden türeyen Gangaumela artıkları, küçük kara delikleriniz sizleri yutarak, büyük kara delikleriniz de onları yutarak büyümekte ve kurtuluşunuz böyle müjdelerle bulvarlardan geçerken, tören birlikleri de hepinizi kılıçtan geçiriyor alaysama ve utanmazca...

Yas tutuyorsunuz atalarınıza ve güdük geçmişinizin şanlı geleceğine, onlar şarkılarınızdır sizin. İnsansılar naylonsu ve akortsuz birer mandolin değil midir, bastırdığınız her yer onun biçimini alıyor ve bir kara deliğin dönme hızı da çevresindeki maddelerin ışıldama biçimini etkiliyor ve bilinen dünyanıza çok yakın dünyalar olduğunu algılayamayacak kadar gözleriniz körleştirilmiştir.

Ekin, özgürlüktür, ekin dildir, ekin tanrıdır, ekin yurttur, ekin melekuttur, ekin kozmiktir. Hangisi yanlış pangolinler, sizin tek bildiğiniz şey, Sokratik deyinizdir, bildiğim tek bir şey var, o da hiçbir şey bilmediğimdir...

Yıldızların altında geldi Şabat, o gün ekinler yeşerdi ve bir ayetin düşlerine dönüştü dünya ve algı kapıları yıkıldı ve Şabat kutsandı ve yunup, yıkanarak günahlarından arındı. Hanok onun yanına vardı. Ey insaneller, on dördüncü vahyin dualarıdır, görünmez duvarlarınızda yankılanmakta olan.

Çünkü dualarla, kimya alanındaki gemi azıya almış gelişmeler, sanayi devriminden sonra, dünya yuvarının tüm paydaş sektörlerinin evrilmesine neden oldu ve toplumların yaşamsal niteliğine katkıda bulundu ve nedir ki ekolojik hasar sınırları parçalarcasına büyüdü.

Noah geri geldi, endüstriyel üretimin yoğun olduğu yerlerde korona birlikleri ortaya çıktı, cansılar ve cansızlar kıyamete yürüdü, gıdalar ve içme suları toksidal kirlenmeyle birer tümöre döndüler ve sentezleme yetmedi ve bu karmaşık yapılar, teknolojik ajanlıklar aracılığıyla ölüme kavuştular, daha önceki toksikolojik çalışmalar, toprağa, sedimentler ya da lipitçe varsıl organizmalara, suyu sevmez, hidrofobik organ kirleticilerine odaklandı böylelikle, ritüeller gelişti, yüzey ve yer altındaki polar döküntüler hedef olup, nişan tahtası oldular ve arpacıklar onların işlerini bitirdi, avlar avcı oldu ne yazık ki, sonsuz sayıdaki amipyen kirleticiler semirdi ve dur duraksız araştırma konusu olmayı da başardılar. Etkileşimler değer kazandı, çok düşük derişimdeki kimyasalların, dönüştürülmüş ürünlerin çevrede, bünyede, iç organların gizem dolu kanallarında izlenmesi, zorluk dolu süreçlerin önünü açtı.
Zoran'ı bir kez daha çağırdılar, analiz dedektörlerindeki büyücül gelişmeler, geniş çaptaki verileri işleme yeteneğinin, kapsamlı bir biçimde değerlendirilmesini, toksidal mekanizmaları, ortak alan çalışmalarını zorunlu kıldı, ekspozom çevresel etkenlerin ölümcül etkilerini anlatan patolojik bir heyulaya dönüştü, kimyasallar penceresi hiçbir zaman kapatılamayınca, kriterleri belirleyen moleküller, fizyolojik süreçler, oksidatif stres, lipit peroksidasyonu, enfeksiyonlar ve bağırsak florasının sünük akıntıları gibi süreçler doğrultusunda, değişkesizlik, dalgalanma ve parçacıklar halinde yayılma alışkanlığını sürdürdü ve beraberinde, kaçınılmaz biçimde, insan genomunun haritalanması bir kesinlemeye dönüştü artık.
Genetik kökenler sonsuz bir geçmişe yaslandılar, kaynakların, metabolik çevreselin, mesleki ve davranışsal risk unsurlarının ve iş görmezliğin artmasındaki rolleri tüm evrende ölçümlenerek belirlendi, çalışma düzeni gökadalar boyunca yeniden planlandı, kronik obstrüktif sayrılıklar, doğumsal anomaliler, tarımsal pestisitlerin püskürtülmesi ve havada kalarak uçuşabilmelerinin önüne geçilmesi sağlandı ve diğer yandan bütün ekimozların ve semptomların iyiletimi, çabalarımız birer silsileye dönüşerek çözümlendi.

Sonuç, hiç bir şey değişmedi. Kapalı evrenlerde, tutsaklık aldı başını gitti, tanrının küstahlığı yine acımasız boyutlarda ve gelip geçmiş, göksel monarkların düzeni alabildiğine sürüp gitmekteyken, Spartakistlerin hedefinde salt yaratıcılar vardı artık. Revolverlerini neşeyle ateşlediklerinde, elektrikler kesildi, perdeyi kapattılar ve herkes dağılmak zorunda kaldı. Beethoven'in o bildik senfonisi çalıyordu sağda solda, Levni ve Matrakçı Nasuh minyatür ordularıyla nümayişçilere katıldı duyumunu aldık. Kaçışmayın, mola veriyoruz diye bağıranlar oldu. Biri tuşa bas diye yanındakinin gırtlağına sarılınca, kargaşa büyüdü ve ölüler pelerinleriyle ortalığı velveleye verdiler, bir simülakrın içinde olduklarını sandı kalabalıklar, izleyen ve izlenenin tek bir akson olduğu, derken yıldızlardan inen biri belirdi karanlıkta, aldırmaksızın ahırların arkasına doğru koştu, ağıllar diye hıçkırıyordu biri, ışık yayıyor ama görünmüyordu, karanlık gölgesi anlağımıza düşüyordu yalnızca ve o zaman hep birlikte haykırıyorduk ki...

Rochelle geldi!..



*



KATİ
‘Kati Tengerdi için…’
Eşsiz ruh kalbime giriyor. Bedenimde yürüyor. Onu görüyorum. Damarlarımda bir rüzgar esiyor. Esriyor, üşüyorum. Kokular yayılıyor odama, onu istiyorum, bir kızıllık kaplıyor her yanı, bir alev yavaş yavaş yaklaşıyor, sıcak, bir buz dağı gibi eriyorum, Onu kavrıyorum, tutuyorum, elimden kayıyor, gene içime giriyor, bir yıldız kayması gibi, ufukta bir şey beliriyor, gözlerim onu görüyor, ışıklar yanıyor, yüzünü seçiyorum...

Bir Havva bu, Meryem’e de benziyor, Kati diyorum, Kati, bedenimden doğru yavaşça iniyor, tutmaya çalışıyorum. Kırmızı, ahtapot kolu gibi bir varlık, süzülerek geçiyor. Tavana bakıyorum, orada duruyor, inecek mi acaba diyorum. Yukarıda haleler çiziyor, dönüyor, incecik bir tüy gibi, bir şey, yavaş yavaş dönüyor, önümden geçip gidiyor. Elimi uzatıyorum, hiçbir şey yok, belki bir düş görüyorum, ayakta öylece duruyor, birileri iki kaşık gibi iç içe uyuyor, o ve ben mi diyorum...

Hayır, tavanda bir şey, bir leke gibi duruyor, gülümsüyor. Islık gibi, hafif bir ses yankılanıyor, Fatih diye biri mırıldanıyor, evet diyorum, Kati mi o, kimdir bilemiyorum. Ben Fatih’imdir belki de, ya o Kati mi, evet, bilemiyorum. Bir ses, sessizlik gibi geri geliyor, oda kapısından bir şey giriyor, bir yılan mı diyorum, hayır pek ince, ışık yeli gibi, Kati’yi görüyorum, bir yıldız ilerliyor, yanıp sönüyor, yüzünü görüyorum, anne diye bağırıyorum, ipeksi bir ses, yavrum diyor, Kati olmalı bu...

Gölgeler odanın içinde geziniyor, bir şey geliyor, kalabalık, renkli üniformalar görüyorum, alaylar ve tören birlikleri gibi, Kati bir tahtırevanda, gülümseyerek geçip gidiyor, elimi uzatıyorum, uzun bir anahtar, evet gecede, altın bir anahtar, onun kilidini açıyor, evet dönüyor, bir şey dönüyor, bir tıkırtı, zorlukla doğruluyor, pencereye bakıyorum, kırlar var, Kati koşuyor, eteği havada uçuşuyor, dönüp bana bakıyor, Kati bu diyorum, pembe yanakları kızarıyor, gene koşuyor ve bir güneş yıldızı onu kucaklıyor, gece oluyor, odama ışık doluyor ve her şey dönüyor.

O yıldızın kucağından iniyor, evet, bu kez yakalıyorum, evet diyor Kati, evet, sarıl, odaya biri giriyor, alıp götürüyor onu, masada vazo devriliyor, içinden bir şeyler dökülüyor, renk denizi parıldıyor ve işte Kati çıkıyor, bana doğru koşuyor, kollarını açıyor, birden yitiyor, elim havada kalıyor, gün doğuyor, sabah oluyor, çiğler parıldıyor, menekşeler, çiğdemler doluyor odama, bir kırağı çisentisi içinden, Kati gene çıkıyor, sarılıyor, alevler içinde bende sarılıyorum...

Bir bebek gözyaşları içinde, bir bebek, bir melek gelip onu alıyor, Kati bakıyor yukarıdan, el sallıyor, o da ağlıyor. Çiğ damlaları, yağmur damlacıkları gibi, bir şey yağıyor, kar kristali parlıyor, birden güneş açıyor ve tanrılar odama ağıyor, hayır, bir tanrıça giriyor, Kati diyorum, Kati, evet diyor, nerede kaldın diyorum, bir melek elini tutarak çıkıp gidiyor, düş gördüğümü anlıyor, çığlıklarla uyanıyorum, Kati baş ucumda duruyor...

Ateş gibi yanıyorum, terimi siliyor, Kati diyorum, bana ne oldu; ne oldu bana, aşık olmuşsun sen diyor, melankoliye kapılmışsın, sanrılar görüyorsun. Evet diyorum, sarılıyor, uyuyorum. Tavanda rengarenk kuşlar ötüşüyor, cennete gidiyorum, kanatlı bir şey beni alıyor, yollarda uçuyorum...

Öldüğümü anlıyorum, biri dürtüyor, bir kez daha uyanıyorum, soran bakışları, hangisi gerçek diyor; Kati mi, cennet mi, düşler mi, dünyamız mı?...Bilmiyorum diyorum, Kati öpüyor, işte geldim diyor, göz yaşını sil ve 'Yaratan' birden odama giriyor, tanrıçamla kol kola ilerliyor, bizi sırtına alıyor, kanatlarını açıyor, uçuyoruz…

Karanlık basıyor. Kati elimi sıkıyor, dönüyor, havalanıyor, ilerliyoruz, nereye diyorum, 'Aşkın Yitik Yurdu'na diyor. İnandığımız bir dünya, gerçek olabilir mi diyorum, evet diyor, sana inanıyorum diyorum. Seni delicesine seviyorum, titreyerek, kızıllık içinde, bir çift beden görüyorum, bedenler görüyorum, ruhum göçüyor ve onun cennetini görmek, bir demet kır sümbülü ağzımda, o olmak istiyorum diyorum,

Aşkın ayetleriyle, dudaklar ıslanıyor, ürperiyor ve 'Amin' diyor.

Eşsiz ruh kalbime giriyor. Bedenimde yürüyor. Onu görüyorum. Damarlarımda bir rüzgar esiyor. Esriyor, üşüyorum...