ZAMAN
Zamanın durduğu, hiç değişmediği, salt bir anın
içinde, tek parçalı bir gökyüzünün altında, sonsuzca sürüp gittiği bir düş
gördüm.
Büyükçe bir kalabalık vardı, komik gelebilir belki, babam, Borges, ben, yedi kardeşim ve
tanımadığım bir çok portre... İyi kalpli kadınlar, güler yüzlü adamlar,
tümü sakin ve ama neşe içinde söyleşiyor, sanki bir kokteyl ya da bir sergi
salonunun soylu kalabalığı ve tek heceli sözcüklerle, kullanılmaktan yorulmuş, doyurulmuş
tümcelerin arasında, bir ütopyanın gerçekliği içinde ve göğün altında mutlu
konuşuyorlardı. Borges neden vardı demeyin, onun öyküleri sıkı biçimde ilgi
alanıma giriyor, Anadolu mitini kusursuz biçimde kullandığı için ondan
yararlandığım oluyor, öykünme bile denebilir, sanki bizden biri ve pozitif veya
negatif biçimde bilinçaltınızda yer eden bir persona eni sonu, görünmeyen deniz dağları
gibi düşlerimizde belirebilir.
Kalabalığın menüsünde, yazınsal genellemeler,
entelektüel temalar ve yarı felsefi şeyler vardı sanırım, ayaküstü yaşanan ve bir
mutluluk aroması yayan söyleşilerde, derin konular ve delirtici mottolara pek yer
verilmez sanıyorum. Hoşnutluk veren düş,
sislerin arasında, o denli mutlu, ılık
bir esenlik yayıyordu ki, hiç bitmesin istiyordum ama neden bilmem ansızın uyandım
ve sürsün diye bu ütopik şey gene uykuya daldım ve nedir ki, kapım birdenbire
sertçe açıldı ve dünden kalan, alışılmış, sıradanlıkla yarım kalmış bir sorunu tartımlamayı
sürdürmek adına, bir takım şeyler söylenir oldu, kapıma yığılan insanlarca…
Düşlerim böylece yarım kaldı… Derken bu anın, düş
içinde bir düş olduğunu, dahası düşün bir parçası olduğunu anladım ve güzel
sanatlar adına, işte bir cinayet daha işlendi diye düşündüm. Çünkü düşlerini
not edip, yazınsal metinler üretenlerden biriyim, düşte yaşadığım bu garip
çelişki yüzünden, büyük bir düş kırıklığı içinde uyandım ne yazık ki, kapım
anlağımda gerçekten açılmıştı ama ve bütün konuşmalarımızı da unutmuştum, doğrucası anımsayamadım bile, öyle
olunca bir saplantıya düşmemek için -notlarımı
yitirir veya ilginç benzemler ve
mottoları kaydetmeyi unutursam, günlerce kendime gelemem-, bir kurnazlık
düşledim ve konuşulanları değil, zamanın değişmediği, aynı anın sürüp gittiği
bir dünyanın nasıl olabileceğini düşlemeye karar verdim kendimce, yitirilmiş
şeyleri geri kazanmak için bir tür öç alma metodudur bu literatür dünyasında… İşte
bu metin, notlarını kaybedip onun yan unsuru, kontrendikasyonunu, düşlerde
konuşulan alımlı, güzel diyalektleri değil, umarsızca zamanın hiç değişmediği,
bir anı konu edinen, bir düşler tomarı ve yığma konstrüksiyonlarıdır bu yüzden,
elbette kabul buyurursanız, her zamanki gibi!..
Düşümde, sonsuz bir düzlük değilse bile, konkav,
gerçekte yarı düz bir platformun üzerinde konuşuyordu insanlar, düşlerde bütün
renkler sarımtıraktır -düşler hep Erebos’ta bir yerde geçiyordur diye mi
bilmem-, güneş görünmüyordu ama altınsı, yarım bir parlaklık ışıltılar
yaymıyorsa da, insanlar aydınlık yüzlüydü ve hayal meyal seçilebiliyordu.
İlginç olan, -başkaca hiçbir canlı görünmüyorsa da- insanlar hareket ediyor, sağa sola bakınarak konuşmasını sürdürüyor, eğilip doğruluyor ama mekantif
ortam, hiç değişmiyor, bulutlar bir natürmort gibi cansız duruyor, tüm eşyalar
kıpırdamaksızın, binlerce yıldır duruk, öylece bakışıyor, nereden geldiği belirsiz sarı renkte bir esinti, ölümü kanıksayan bir evrende, sanki tüm gökyüzünü
kaplıyor, insanların yüzleri ışıldıyor ve ama cansız bir doğanın içinde,
yalnızca insanlar ve olasılıkla tüm canlılar, gene de hareket edebiliyor, sürgit
deviniyor gibiydi…
Birden bunun sonsuz bir barış duyumunun ve özlenen bir
dünyanın görüntüsü olabileceği sevincine kapıldım. Çünkü doğa sonsuz bir
durağanlık içinde, eşya cansız, güneş görünmezlikten bir ışıltı yayıyor ve gece
sonsuza dek yitip gitmiş ve düşümde insansı varlıktan ve hiç gözükmeyen tüm
fauna dışında, başkaca her şey devinimsiz, sonsuz bir cansızlık içinde durağan,
hiç kıpırtı vermeksizin duruyordu. Bulutlar yer değiştirmiyor, güneş görünmüyor
ve sanki sandalyeler sonsuza dek, gereken yerde hazır ve nazır duruyor,
cansız varlığını sürdürüyorlardı ve bu
düşü anlamak için görmek gerekir diye düşünüyordum!..
Şöyle düşlere kapılıyordum artık umarsız dünyamda,
abartılı bile olsa, böyle ütopik bir gerçeklikte, canlılar ailesi, neyi paylaşmaya kalkışacak ve
birbirinin gırtlağının tadına bakmak, etin ekmek, kanın şarap olması için hangi
nedenle vahşileşip, barbarlaşarak, kendi türünün, var oluşunun celladı
olabilecekti ki… Uyuyanlar uyuyabiliyor, kırlarda, cansız peyzajda dolaşmak
isteyenler gezintiye çıkabiliyor ama su akmıyor, deniz kabarmıyor, yıldırım
düşmüyor, buzlar erimiyor, yanardağ patlamıyor, neft yağı fışkırmıyordu. Eşyalar
gerekli yerde duruyor, temel gereksinim kavramı yok olmuş, artı değer algısı
yerle yeksan olurken, yalnız düşüncenin hazzıyla yaşayan varlıklar, salt gülümsemekle
ve konuşur olmakla yetinir olmuşlar, düşüncenin sonsuzluğunu kavramak ve
düşlerin sınırlarını aşmakla, varlığın nedenselliğine us yorar olmuşlardı. Dünya düz bir çember,
bir odeon, antik çağdan kalıt, İyon sütunlarıyla dolu, bir tiyatro sahnesi gibiydi
ve üzerine basılıp yaşanabilen, dairevi bir fanus-u jiyal!..
Hayır bu insanlar, bir açlık duygusu da yaşamıyordu,
belki aşk ve cinsiyetin rüzgarlı tepelerinde koşmak istiyorlardır ama
genlerindeki şiddet duygusundan, Kabil’in tarım arazilerine el koyma
tutkusundan, yağma ve birikim özleminden, silolarda binlerce ton mahsulü hem cinsinden
saklamak için can atmaktan uzak bir yaratıktılar artık. Nükleer korku, ozon tadı ve
ateşin saltanatı görünmüyordu hiçbir yerde,..
Vandallaşmak için ortada bir gerekçeleri yoktu kısacası, tinsel açlıktan ve azılı
hırstan kendilerini arındırmışlar, yağma ve talana neden olan birikim ve bir tufan korkusundan uzak, genlerine işleyen şiddet duygusunun nedenlerini tarihin
karanlığına gömmüşler ve hep özlemini duydukları saltık söyleşiye, sonsuzca
sürecek bir düşünsel labirentin açmazlarına kapılarak, vecd içinde, tanrısal bir vuzuhla,
değişmeyen tek bir anın parçalanmaz, yekpare manzarasında, ölümsüzlükle yaşamlarını sürdürebiliyorlardı.
Zaman değişmediği için yaşlanmıyor ve hayatın ve ölümün amansız baskılarından
doğan cinai duygulara kapılmıyorlardı ne yazık ki!.. Ne yazık ki, çünkü bizler
adına melankolik bir hayıflanma ve bir; son iç çekişle, hepimizin bir kurban
olduğunu düşlemekten kendimi alamıyordum. Elimde olsa hırs ve hınçla tanrıyı aramaya
çıkardım ama düşlerin içindeydim ve beni yöneten başka bir alemin belirteçleriydi kesinlikle. Belki de!.. Nasıl bilebilirdim ki!..
Bu metni, denemeyi ya da öyküyü sürdüremeyeceğimi
anlamıştım ama daha ne söyleyebilirim ki, demek istediğimi demiştim, söylenmesi
gereken şeyi söylemiştim umarsız ruhumun aracılığında…
Araf’ta değildi, o insanlar, sonsuzca süren ve
değişmeyen bir göğün altında devinip hareket edebiliyor ama geçmeyen, duruk bir zamanın içinde, her türlü jest ve mimik ve devinimlerle düşüncelerini
paylaşabiliyor, tartımlıyor, salt evrenin varlığı-yokluğu, tanrı insan ikilemi
ve şu an bile düşünemeyeceğimiz ne kadar sorun, motto, algoritma, hipotez,
postulat, kuram, ideologya ve doktrinel töz varsa salt onları düşünüp, konuşarak
soyut gerçeklem ve varlık, sorgusuz tanrı ve sonsuzluk üzerine
konuşuyorlardı. Yaşamı şiddetten arındırmış ve gerçek bir insan olmayı başarmışlardı
belki de…
Sıkılanlarımız olmuştur bu görüngüden, çünkü o
toprağına bağlı bir derebeylik sisteminin kurbanı ya da celladı olmak genlerine işlemiş olan, evrenin en tehlikeli canlısı ve çağının homohome’u çünkü!..
Düşlerimden ayrılıyordum ki, arkamı döndüğümde bu
sonsuzluk yolcularının sayısız gökdelen mezarlıkları içinde yaşam sürdüklerini
görünce birden şoka girecek gibi oldum ne yazık ki, kurdukları bu piramidal kurganları görünce,
nedenini soracak oldum, çünkü ölüm yok sanıyordum onlara ve durağan bir evrende, her şeyin sonsuz
olabileceğini düşlemeye başlamıştım… Sordum da, ötenazi kuleleri onlar, arzu eden oraya gidip dilerse, sonsuza dek bir
dinlenceye çekilebiliyor, bir yılkı atı gibi kendini nadasa bırakabiliyor dediler.
Bir kahkaha atarak, nadas dedim cinai çağlardan kalma bir edim, bir arkaik deyim. Birden güldüler… Peki dedim, bu gökdelenler kurganı, lahitten ehramları kuranların, bir Kur’an’ı
var mı diye soracağım tutunca, o ne dediler şaşkınlıkla, kekeleyerek levhi mahfuz, kutsal
kitap diye sayıkladım… Bütün bilgiler içimizde, söylenende var, Homeros’ta,
Kant’ta, Yunus’ta, bin bir gece masallarını okumak ister misin dediler!.. Bir kez daha güldüm, sürgit zamanımı veremem
dedim, zaman yok burada unutuyorsun dediler. Salt çarpışıyor birikimlerimiz ve
yeni sentezlerle yeni tartımlar, yeni olasılıklar ve yeni varsayım cehennetleri
üretiyoruz dediler. Salt düşünen varlık, başkaca hiçbir derdi yok, ne mutlu onlara
ki dedim. Biri şaka olsun diye sanırım, ölüm ve öldürüm çağlarını ve sizin
uygarlığınızı özlüyoruz biz dedi. Minyatür boyunda ki tartışmaya kapılır gibi oldum ve göğsümde
bir bıçağın sıyrığı derin bir yarayı gösterdim onlara ve bunu mu özlüyorsunuz
dedim, tanrının mührünü!.. Bir kez daha güldüler ve birden ortadan kayboldular
ne yazık ki, bizlere ayrılan süre bitti diye düşündüm.
Bütün bunlardan, sosyal molozlarla dolu, tuhaf bir düşünce
yığını kalmıştı geride, bulutu andıran devasa bir beyin gibiydi sanki!.. Huxley
renginde, koyu gri bir tümör ya da yumru… Beyin ve bulut ilişkisini anlamıştım birden, ikisi de uçucuydu ne yazık ki…
Yaşamak ruhların ilahiyatıdır dedim içimden, karanlık
bir tünelde ilerlemek, ama tünel münel yoktu ortalıkta, çiftleşerek yaşamı
sürdürmek bizi vahşileştiriyordur belki de diye düşündüm, karşıtların birliği ve
kaçınılmaz çatışması sonucu, saplantılar içindeyim diye bir ezikliğe de kapılmıştım
giderek, açımlarım kendimi bile doyurmaz, kanıksamaz olmuştu, belagata kaçmayı
denedim, sen dedim, kaotik bir ruhun tutsağısın, yaşamı arzulama yolunda
çıldıranları küçümseme, sen kaderin tanrısısın, düşüncelere dalmak, onun
derinliğinde, en derin diplere, sonsuzluklara savrulur gibi yitip gitmek,
iradenin buyruğundan çıkmak ve us kıran büyülerin ve şeytanın ayetlerinin
peşinde yolunu şaşırmak sürgit... Hepimiz bir esirin içinde, bir evrenin kucağındayız. Tanrının konukları...
Üzülmemek gerekir. çünkü tanrısalız biz ve hepimiz
birer minyatür tanrılarız, belki de salt bir insan olduğumuzu düşünmek üzücü bir şeydir. Üzülmeyi
öğrenmemiz gerekiyorsa da… Derinlik bizi her zaman sakin ve melankolik kılacak, sürgit ve sonsuza
dek, ama başka varlıklardan farklıyız biz, öyle olacağız belki de, umut annemizdir bizim, düşünmenin hazzına kapılmak, biricik tutsaklığımız adına savaşacak
ve barbarlığımız sürecektir, o sonsuz ayrıcalığa kavuşana dek…
Evrende öyle varlıklar bulunabilir mi, sen olağanüstü bir varlıksın ey Şeytan… Ama birbirimizi tanımadığımız, bir türlü karşılaşıp, göremediğimiz için korku içindeyiz biz…
Ve O’na ayrılırken dedim ki;
‘Ben, kardeşimin
imgesini ya da gövdesini (ikisi de aynı şey) / sessizliğin ya da kadehinin
aynasında izleyen / o boşyüce gözlemciden / daha az boşyüce olmadığını bilen
biriyim. / Ben, benim suskun dostlarım, / salt unutuştan başka bir öç ya da
bağışlanma olmadığını bilen kişiyim. / Bir tanrı bu garip / Çözümü sunmuş her
türlü insan kinine. / Bunca gezip dolaşmama karşın, / tekil, çoğul / Yorucu,
garip, kendimin ve başkasının / Zamanının labirentini bir türlü çözemedim. /
Hiç kimse değilim ben, / Kimseye kılıç çekmedim savaşta. / Yankıyım, unutuşum,
hiçliğim ben.’
O doğruldu ve zorlukla, duyulmasız bir şeyler fısıldadı
kulağıma…
‘Sen uyanıklığa değil,
önceki bir düşe uyanmışsın. O düş, bir başka düşle sarmallıdır, o da bir
başkasıyla ve bu böyle sonsuza kadar gider, sonsuz da kum tanelerinin
sayısıdır. Geriye dönerken izlemen gereken yolun sonu yoktur ve sen bir daha
gerçekten uyanmadan öleceksin.’
Cansız doğanın, yinelemelerimiz; onlardan söz eden
insanlığında, yinelemeleri yineleyenlerimiz olduğunu anlamıştım.
Bütün sanrılarımdan, bütün düşlerimden kurtuldum o an!..