3 Eylül 2019 Salı

ÖLÜMSÜZLÜK


ÖLÜMSÜZLÜK

Bir yarım yüzyılı aşkındır ölümsüzlüğün peşindeyim, geçmişte dünyayı bizim köyü saran dağlar kadar sanırdım, dört bir yanı yüksek bir ovanın içindeydik sanki, arkası gökyüzü, boşluk, hiçlik, ama bu sanı şimdi bile olanaklı geliyor, dünya düşlediğim denli küçük olamaz mı... Gerçekte düşüncenin doğrusu yanlışı olamaz, mantıklısı vardır, düşüncem mantıklıydı kanımca ve hala öyledir sanıyorum.

Sonraları, okulda öyle olmadığını anladım ama nedense şaşırmadım, bu nedenle daha çok sayıda, mantıksız düşüncelere kapıldım. Ekvator çizgisi gerçekten var sanıyordum, meridyenler öyle, mavi ince çizgiler ırmaksa, düz siyahi ya da kuru yaprak rengi çizgiler neden var olmasın, daha ilginci, ırmaklar denizlerden taşarak ovalara dağılıyor sanırdım. Yılanlar kuyruğuyla sokuyor, telgraf tellerinde sesler akıp gidiyor diye düşünürdüm. Bu o kadar doğru bir şeydir ki, direklere kulağınızı dayadığınızda, bir uğultu geliyordu, hala öyle midir bilemem.

Bilimsel, dini, düşsel tüm bilinen ve bilinmeyen gerçekler yalnızca bir sanıdır, mantığımız bir kurguyla, düzgün-doğrusal bir format oluşturur ve bunun dışındaki artık saçmadır, deliliktir, sınırların dışıdır. Oysa bildiklerimizin tümü bir ön yargıdır ve sonsuza dek öyle kalacaktır. Gerçek, hiçbir zaman düşlediğimiz anlamda bir gerçek değildir. Tüm bildiklerimiz kuzey kutbunun kuzeyinde ne var demeye benzer.

Canlılar denizden karalara yayıldı, düşen bir göktaşı dölledi bizleri, Adem çamurdan doğdu ve Havva onun kemiğinden türedi... Diyesim, Adem hamileydi ve dişil bir varlıktı söyleyeceğiniz. Bunların hepsi mantıklı kurgu ve deneyimler. Mantık zincirinin kopması, anlaksal bağlantının kesilmesi, algı kapılarının sapmasından ileri gelir.

Eğer tanrı yeryüzüne inmiş olsaydı ve burası bir tür Auswitch toplama kampıdır deseydi, bugüne kadar duyduğum en mantıklı doğru işte budur diyebilirdim ben. Düşlere yelken açarak, bildiğiniz bütün doğruları yanlışlayacak bir gerekçe bulabileceğimize adım gibi eminim.

Niçin ölümsüzlük peşindeyiz biz... Bilinemez belki ama şu olabilir, hiç bir şeye tam olarak ulaşamıyoruz biz, gerçeklik sürekli avuçlarımızdan kaçan bir şey, kavuşmaların bir düş olduğunu biliyor ve yalnızca kendimize inanmakla, inandırmakla yetiniyoruz...

Her şey bir illüzyon, bunu zaman içinde daha iyi anlıyoruz, her şey bir sonsuzluk içinde akıp gidiyor. Öyleyse şu kaderci-fataliyen yaklaşıma göre, varsıl olma, egemenlik duygusu, mülkiyet kaygısı, eşsizlik arzusu ya da herkesin aşık olduğu bir şantöz olma saplantısı nereden geliyor diye düşünebiliriz.

İnanın bu gerçellikler, her şeyin illüzyon olduğu sanısını daha bir kanıtlayıp, kuvvetlendiriyor, çünkü, geçici olduğunu bilen ruh, körlükle dahi olsa kalıcılık arıyor, öyle olacağı sanısıyla ve sanrısallıkla her şeyin peşine düşebiliyor artık. Zaman ve uzama uyum dahi aramadan, bir düşün peşinde bile olsa, yavan bir gerçekliğin görkemine bile kapılsa, içgüdüsel bir mantığın kollarında, gerçekliğin illüzyonuna kapılarak, uçup gidiyor. Görseli iç dünyamızı bile aydınlatan, kristal bir albeni. Katıksız bir illüzyon.

Borges, günahkar ve masum, işkenceci ve mahkum, köle ve efendi gerçekte aynı kişidir diyor. Anlamak oldukça zor ama doğru gibi, insan tinsel bir yaratık, tacı tahtı da bırakıp gidebilir bir gün, evrenin gizine erdiğinde ona kavuşmuş olmak sanısı, sanrısıyla, ondan kaçınıp, uzak durabilir de...

Borges'in bir öyküsünde evrenin bütün gizine sahip olan mahkum, hücresinden kaçmaya yeltenmiyor bile, gerekçesi, bu olağanüstü giz, ben buradan kaçayım diye, yüz kızartıcı bir gerekçe uğruna bana bağışlanmış olamaz diyor. Bunları düşünmemizin nedeni, aldatan ve aldanan, varsıl ve yoksul, iyi ve kötü gerçekte tektir, birdir, roller değişseydi, yaprak bile kıpırdamayacaktı evrende, asıl anlaşılması gereken töz budur bizim.

Başka bir öyküsünde, şair yazdığı şiiri, sürgit bir öze indirgemenin, sonsuzluğa ulaşma çabası ve kibri olduğunu düşünerek intihar ediyor, yine başka bir öyküsünde, birbirini yaşarken gammazlayıp ölümüne yol açan iki papaz, tanrının karşısına çıktıklarında, onun indinde, aynı kişi olduklarını dehşetle görüyorlar. Her şey bir sanı, bir illüzyon, bu kanı elbette size pek inandırıcı gelmeyecektir, çünkü formatlarınız ve mantık silsileniz, kendince bir bağımlılık yaratıyor ve kendinize iman eden sonsuz sayıda başkaları oluyorsunuz artık, bir tür paradoks ve şaşırtıcı bir dogma, inak...

Şunu demek istiyorum, sözgelimi bir arı olsaydık ve aynı derecede yetenek sahibi birer varlıklar olarak, uzayda cirit atsaydık, hiç birimiz dünya küre biçimindedir demeyecektik, arı gözünün algıladığı geometrik kurgu neyse onu ileri sürecektik. Örneğin eliptik beysbol topu ya da meteorit biçimsellik veya kuyruklu yıldızımsı ya da kamçılı zigot görünümünde bir geoit, dahası eğretisel tokmak veyahut yamuk diyebilecektik. Dünyanın yuvarlak olduğunu öne sürmek, resmi tarih gibidir, ölenler suçlu ya da asi, krallar bağdaşıksız birer yarı tanrı / lar ve kulları da uyumlu birer tebaadır orada, hiçte sevindirici değil, yalnızca olması gerektiği gibi!..

Ölümsüzlük nedir ve neden ararız dedik... Mitolojide bile var bu kavram, onu arayan taçsız kral ve asalılar, Sybile gibi sonsuza dek yaşamakla cezalandırılan ama bir şişeye sığacak kadar küçüldüğü için, sesi bir cırcır böceği gibi kısılan insancıklar, alabildiğine dipsiz, derin kuyular, Cumae ve Hades, Tantalos ve Ereboslar... Avernus ve Aiaslar ölümsüzlüğün iç burkucu, filosofik masallarıdır.

Dünyadan ayrılmak elem veriyor insana, dizginsiz kederlerin boğuntusunda çırpınıyor, inilmez kuyulara iniyor, dalıp gidiyorsunuz, kimselerde bilmiyor!.. Ama bir nostalji duygusu bu, yurtsama, bir daha yurduna dönemeyecek bir insanın kaçınılmaz hüznü, insanı hazan bahçelerine sürükleyen, elemli güzelliğin, acıların gazelinin avuntusu!..

Celladına alışkanlıkla türküler çağırma ve kaçınılmazlıkla uyum göstermenin, şakacıkdan bir isyana da dönüşebilen serenadı... Ölümsüzlüğe kavuşsak ötenazi yaygınlaşır mıydı acaba, kavuşamadığımız için onu bilemiyor ve kabullenemiyoruz ve soruya tepki gösterme aşamasını geçemiyoruz. Kültürel bağlarımız var oluşumuzun gerekçesidir bizim...

Ölümden kurtulamayacağımızı bildiğimizden hep bir umar arıyoruz, bir kümbet yaptırmak, bir kuleden uçmak, boğazı geçmek, bir risalenin içine girip saklanmaya çalışmak, sergüzeştler yaşamak, poligam olmak, karıncalar gibi üremek, hareketin en basit biçimi yer değiştirme, en gelişmiş biçimi düşüncedir kuralı uyarınca tutumlar sergilemek, tümü gizençli birer ölümsüzlük arayışıdır, sonsuz olanakları var ölümsüzlüğe kavuşmanın, tıpkı kendisi gibi!..

Karbon karanlığında, kulak salyangozunu doldurma, Corti hücrelerinin titreşmesi, cüce gezegenlerin korunaklı olması, Pithovirus sibericum, deniz anası(Turritopsis dohrnii), omurgasız minik Bdelloid rotiferler (tekerlekliler) ve bireyin kişiliğini beyinde barındıracak hologram bir 'avatar' ya da cıva içerek ölümsüzlüğe kavuşacağını sanan Qin Shi Huang gibi olmak ya da okyanuslarda, sazlıklarda, çayırlarda otlamak, deniz inekleri gibi yaşamak veya yaban arıları gibi zaman kavramından uzakta olmak, hepsi gizlenmiş bir ölümsüzlük arayışı, doğada ve kıpırdayan her şeyde kaçınılmazlıkla var bu içgüdü...

Işığın karanlıkta giderek büyümesi, ruhsal bütünlüğün tümden olanaksızlığı, bir ev kadını, saçları punk bir pop yıldızı, dilin tutuşturan işlevi şiir, annelik duygusu, parçaların birleştiği bir puzzle, ateşli bir öpücük, köklerinden ayrılmış güller, ufuklara doğru yükselen göz, heplik ve yokluk, açlık ve tokluk, jelatinsel saydamlık, suyun görünürlüğü, kederin biteviyeliği, ölü bir kraliçe, bozuk bir kilit, tenin heyecan vericiliği, hayati sütün güvenilmezliği hepsi ölümsüzlük duygusuyla bağdaşıyor, olumlu ya da olumsuz, her şey sonuçta algı kapılarının bir rüzgârıdır.

Örneğin şu yazı neden, katıksız bir yarım kalmışlık duygusu veriyor, alabildiğine bir yetersizlik argümanının sırıttığı... Ölümsüzlük peşindeyiz ve ona hiç bir şeyle kavuşulmadığını, kavuşulamayacağını (yarım kalmayan hiç bir şeyin olmadığını, yarım kalmışlık duygusunun temel olduğunu, gerçeklikte bizi sarıp sarmalayan tek şeyin bitmemişlik, tamamlanmamışlık duygusu olduğunu) yazık ki biliyoruz, onun için... Bir gün ölümsüzlüğe biyolojik anlamda kavuşsak, bu duyguyu üzerimizden gene atamayacağımızı biliyoruz, çünkü ruhların ölümlü olduğu yerde, beden ölümsüzdür gerçeklikte, bizi kahreden şey ruhlarımızın yitiyor / ölüyor olmasıdır, beden biçim değiştiriyordur sadece... Anıdır insan. Gelecek diye bir şeyde yoktur ve olamaz, gelecek tümüyle soyut bir kavram olup, bir düşünsemedir, yarınsa bir şakadır saltıklıkla ve o kesinlikle ve tamda bugündür ne yazık ki...

Bir nötrino dalgası geçer organlarımızdan, genizleri yakar saçlarının kokusu, balık ağzı gibi açılan vulvalar, elektrik direğini kıskandıran penisler, manyetik dalgalar, tanrının kovulmuş melekleri gibisin, yüreğini söküp eline verecekler, ciğerini deşerek kardiyana girecekler, bütün boşluklarına altınsı saman doldurup, uyutacaklar sonunda, ölümsüzlük de her şey gibi, bir şeydir / hiç bir şeydir işte...

Şöyle düşünelim, bir yer var ve sürekli ölüşüp, doğuşuyorsunuz, her şeyin ayrımındalar ve en büyük kederleri de bu, evrenin sınırlı / sınırsızlığını biliyor ama algılayamıyorlar bütünsellikle ve bu bir tür illüzyona yol açtığı için acılar içinde kıvranıyor ve kendi içlerine saplanıyorlar kaçınılmazlıkla, sezilmez biçimde yineliyorlar kendilerini...

Oysa, geniş bir otlak düşünün, içinde minicik, göz ucu kadar bir tepecik olsun, o tepecikte bir karınca yuvası... Karıncalar otlaklara egemen olmanın düşlerini kursunlar, ne hikmetle demeyelim, kurgu yalnızca buna elveriyor, bu nedenle birbirlerini yesinler, ölsünler, öldürsünler ve gülsün güldürsün ve bilsinler ki uzaklarda sayısız otlaklar var, düşlere bile sığmayan, us kıran, düş kıran sonsuz otlaklar ve bu düşlemlere bile sığmayan fanteziler, yerler, gökler, kentler, şimdi bu karıncaların, o minicik, küçücük yerde tüm bu olan bitene egemen olmaya kalkışmaları, olayın tüm ayrıntılarına, gizlerine sahip olmaya çalışmaları ne kadar gerçek ve ne kadar olanaklı ve ne kadar yerindedir, bu doğrudur evet, ama bunu tam bilemeyiz işte, doğrudur ama doğrudan emin değiliz diye düşünebiliriz.

Sırf olurluğundan, olmazlığından da değil, gerekirciliğinin hangi sonuçlara yarayıp / doğuracağından, bir şeyi değiştirip, değiştiremeyeceğinden dolayı da sorabiliyoruz bunları, bizlerin açısından bakınca, son derece gülünç ve gereksizlik sınırlarını aşan bir fantezi gibi durabilir belki de ama onlar düşlerinin güzelliğiyle kalmayı bilmeliler ve her şeyi bilseler bile bilmenin başka bilinmeyenlere yol açacağını öğrenmeliler, görecelilik ve bizim literatürümüze göre, sonsuzun sonsuzu sonsuzdur mottosu uyarınca ve üstelik her şeye egemen olup, sonsuzluğa ve ölümsüzlüğe kavuşsalar bile, sırf mutlu olmak istedikleri için mutlu olamayacaklardır artık edimlerinde...

Gizlere kavuşmayı arzuladıkları için, onu bir türlü ele geçiremeyeceklerdir, çünkü arzu, arzular doğurur ve bu bir tür sanrıya dönüşerek sizi ele geçirir, mutsuzluk üretir, mutluluk amaç mıdır, belki değildir, belki korkaklığımızdan söyleyemediğimiz için, belki de tek amacımız budur bizim, başkaca neyin tam olarak bir illüzyonik değeri olabilir ki diye de sorabiliriz... Yerimizde saymak mıdır doğru olan diye de sorabilirsiniz, hayır, doğru olan ne yapmak gerektiğini bilmektir, onu ölçüp biçmeli, ona karar vermeli ve deneyebilmeliyiz ama biz ne yapmak gerektiğini bile bilmiyoruz, deneme yanılma yöntemiyle ilerliyoruz ve güvensizliğimizin, kederlenişimizin kaçınılmaz dayanağı ve nedenselliği ne yazık ki bu... İnsan sonsuz bir zaman tünelinin içinde, henüz kendini geride bırakamamanın acılarıyla boğuşuyor. İşte, günah bu...

Çünkü onlar, ölümün ölümsüzlük olduğunu anlayacak bir dünyaya, bir düşünceye bile sahip olamadılar. İkircik ve paradoks içindeler. Sınırlı dünyaları ve görünen, algılanan dünyaları minik bir evrenin parçalarıdır. Sonsuzluk, öbür dünya ile, ölümden sonrasında başlıyordur, cennet ve cehennem bu dünyanın bir kopyasıdır, kısır bir düşlemdir ve yenilikçi olmak şöyle dursun utanç vericidir, yinelemenin hoyratça bir karşılığının, acı ve armağanı olan bir dünya kafesinde ürettiğimiz, basmakalıp bir dört işlemdir ne yazık ki o... İnsan buna layık olamaz, olmamalı, ayrıca bu varsayım, bir düştür ve bir soyutlama olup, yoktur, her varsayım gibi yoklukla butlan olup, densizliğimizin, dengesizliğimizin, kendimizi aşamıyor olmamızın kahreden bir benmerkezciliği / egoistik yanılsama ve yinelemesi, zamanlar boyu süren bir avuntusudur. Cennet ve cehennem, kargaşa ve kıyımın cirit attığı bir dünyanın, us dışı bir aldatının dolambaçlarında, bir yürek ezimi, can düşmanı bir kurgunun acımasızlığında, açıkça ve alaysılıkla sürüp gitmesidir. Sözde yaşamak korkusu orada da sürecek ve orada da suçlarımızın kefaretini ödeyeceğiz, buradan hiç bir farkı olmayan yere gideceksek burada kalsaydık, sonrası mutluluk, dinginlik ve can sıkıntısı! Sizce bu inandırıcı mı... Biz buna layık olmamalıydık ve layıkta değiliz.

Bu dünyanın yarattığı düşünce biçimiyle, ölümsüzlük ve sonsuzluğu algılayıp kavrayamayız. Her iki kavramda algılanır ve görünür evrenin dışındadır, ölüm bir başlangıçtır. Minik manik bir evrenin canlılarıyız biz. Henüz... Bilinen ya da bilinmeyen bir yerden geliyor, su yüzüne çıkarak yüzüyor ve gidiyoruz, neden şu yaşadığımız anın ve bu dünyanın dışında aramıyoruz sonsuzluğu, sınırlı, doğallıkla kısıtlanmış bir ortamın içinde sonsuzluk ve ölümsüzlük var olabilir mi... Ölümsüzlük için ölmemiz gerekiyor, sonsuzluk ve sınırsızlık duygusunun olanaksı ya da olanaksızlığı içinde, bu dünyadan ayrılmamız gerekiyor.

Ölümün var olduğu bir kıstırılmışlığın, birim değerin içinde sonsuzluk ve ölümsüzlük nasıl olasıdır, bu boyutun dışına çıkmadan ne sonsuzluk ne de ölümsüzlüğün varlığı düşünülebilir, Platon'un mağarasında yaşayanların ölümsüzlük arayışı, mağaranın içinde dönüp duran kalıcı bir edimden öteye geçemez. Sonsuzluk yok oluşun başlangıcında bir eşik olmalıdır, yok oluşunuzun düşlemini kuracak ve onu aşacak olan da sizlersiniz. Ölüm severlik değil bu!..

Birbirinizi öldürmeyin, sabredin bir süre sonra zaten öleceksiniz, öyleyse bekleyin, diyetinizi ödeyin ve öbür yakaya sonsuzluğa geçin, evrenselliğin tozanıyla, tözüyle kozmikleşerek basitçe ölümsüzleşin, varsınız ve tanrı sizsiniz artık ve yokluğunuz bir sorunsal üretmeyecek / üretemeyecek kadar dingin ve kutsanmıştır artık ama şu yazımlar bizi kaotik bir uçuruma sürüklenmekten kurtaramıyor, çünkü sınırların içinde sınırsızlık aramak sürgit gülünç ve yalnızca keder üretiyordur artık.

Güzelliğin acılarıyla mutlu olmak istediğimiz için, bir kaplanın elinden et çalmanın telaş dolu heyecanı var bizde... Ölümsüzlük ve sonsuzluk sınırlı ve algılanır evrenimizin çözümleyebileceği bir varsayım değil, varsayımı var sayarak elde edeceğimiz sonuç tüm bilitlerimiz gibi varsayımı var saymanın acılarına katlanmamıza yol açmaktan başka bir işe yaramıyor ne yazık ki...

Her iki kavramda, bu evrene yabancı ve uzak bir düşselliktedir. Bu evren sınırlıdır ve ölümlüdür. Bu evrende, bu iki kavramın dışına çıkılabilseydi, burada değil başka bir evrende var oluyor olmalıydık. Varlık sınırdır, sınırlılıktır, yaşam ölümü zorunlu kılar. Öyleyse bu evrenin dışına çıkmadan, ölümsüzlük ve sonsuzluk olanaklı değildir. Bu evren bize salt çelişkiler üretmekte olup, çözüm ileridedir, evrenin çok ötelerindedir.

Her ikisine kavuşsanız bile sınırlı evreniniz sizi sınırlarının içine hapsedecek, sonsuzluğu ve ölümsüzlüğü düşleyemeyecek, algılayamayacaksınız. Zaman efendimizdir bizim. Ölüm, bu evrenden kurtulmanın biricik yoludur ve sonsuzluğun başlangıcı, ölümsüzlüğünde adıdır. Korkulanında sonu...

Yaşadığımız dünyada, algılanır evrenimizde sonsuzluğu ve ölümsüzlüğü arayan, ölümü de bir çözünürlük olarak önüne koyabilmelidir ki, onun dışına çıkabilme varyantlarında gezinebilsin, ölüm ölümsüzlüğün öteki yüzüdür ve gerçekte birdir. Algılanır evrenimiz açısından bu böyledir ve bu nedensellikle ölümde bizim içimizdedir. Ondan korkuyor oluşumuz bizim aczimizdir ve zamanı uzatarak onu yenemeyiz. Başkalaşarak, ölümün çemberleri dışına çıkarak onunla alay edebilir ya da onu üzebilir yahut sevindirebiliriz.

Sonuç, sınırlı bir evrende sınırsızlık, ölümlü bir evrende ölümsüzlük aranamaz. Görecelilik yasası bize şunu söylüyordur; Görüşlerinize çokça da bel bağlamadan kulaçlarınızı atmalısınız. Nasıl, arının bilinç yapısıyla, dünyanın biçimine karar vermek önümüze petek sorunsalını sürmenaje eden bir algıyla mantığımızı örüntüleyip, örtecek, yargı ve vargılarımızı biçimleyecek idiyse, yuvarlaklıkta, petek gibi, o çembersideki çokgenliliğin kovanları ve arılarıyla başka tür bir görlemi sürdürüp gidecektir artık.

Yuvarlaklık bu denli asal bir gerçekliğin kavramsallığında yer edinemeyecekti öyleyse... Arının gözünde yuvarlak diye bir kavram oluşmamıştır bu güne dek... İlgisizce ve elbette her şey bir dönüşümdür belki de... Acaba ölümsüzlük, sınırsızlık ve sonsuzluk duyulanımı ve arayışı, bizim sürüp giden aczimizin ve zayıflığımızın, her şeyde olduğu ve görünebildiği üzere kronik depresif bir aşaması veya dışavurumu mudur...


Bilmemek, bilememek, biliyor olmaktan her zaman çok daha olağanüstüdür!.. Anlaşılır gibi değil ama, çünkü Platon'un mağarasındayız biz. Çıksak gördüğümüz daha büyük bir mağara, Sınırlı olan evren değil, biz sınırlıyız, ortamımızda... Bu yüzden bilmek, durmakla eş değer bizim için. Umut etmek yazgımız!..






                                      &



Andaç

Bir ressam arkadaşla, Vedat Türkali'nin Cihangir'deki evine gitmiştik, Cihangir'i iyi bilirim ama yeni dünyanın insanları kırk yıllık komşularının kim olduğunu bilmedikleri gibi, onun evinin nerede olduğunu bilmiyordum. Türkali'nin evine çıktık. O bir dostunu görecek bende bir klişe olarak kitabımı verecektim. Eşi onu çağırdı, ziyaretçilerin var diye, biraz sonra geldi, oturdu masasına, işte anlatmak istediğim bundan sonra başlıyor, önünde bir sürü kurabiye, poğaça, açma türünden şeyler, ben yedim mi hatırlamıyorum, Vedat Türkali ha bire yiyor, içimden amacı şu bu gösterinin dedim, bakın yaşlıyım ama yaşlılara yasak olan şeyleri nasıl da yiyorum görün. O günden beri ölümün hiç bir şeyle ilgisi olmadığını düşünürüm, obez biri uzun süre yaşıyor, vegetaryan biri ise genç yaşta ölüyor örneğin. Vedat Türkali uzun süre yaşadı. İyi bir insandı ve hayatın anlamına yorumlar katabilmeyi başardı sanırım yaşamında...

Onun kitaplarını okumadım, bir kaç satır belki, anlatıları, egzantrik olmayan metinleri okuyamıyorum, bunun gerekçesi şu, geçin birinin önüne hayatını anlat deyin, inanın çok görkünç ya da hedonizm dolu şeyler anlatacaktır. Deneyin hak vereceksiniz.

İnandığım bir şey daha var, o da benim kitabı okumadı, kitap verirseniz kitabınızı okumazlar, onun için kitabınızın aranması ve öyle okunması olasıdır ancak genellikle. Bir şairin kitabını masada unutan insanlar biliyorum ben, çünkü zahmetsizce elde edilen şeyin ne değeri vardır, ne de önemi...

Çok yazara kitap verdim, kimse okumadı biliyorum, bende onlarınkini okumamışımdır, normal. Her kitabı okuyacak ömrümüz olsaydı yazın sanatı bu denli özel ve gerilim dolu bir şey olamazdı. Sanat heyecan veren bir avın peşinde koşmak gibidir. Ölü bir ceylan ise heyecan veremez!.. Onun için kitap vermek, ölü bir ceylanı görmeye benzer!..

Gerçekte Vedat Türkali'nin doksanlı yaşlarda bile trans yağla dolu şeyler atıştırdığını anmak istedim burada, bir de kitap vermenin anlamsız olduğunu... Bu öyle bir konudur ki, Borges bana bir kitabını verseydi, onu bu kadar sevemezdim belki de, onu Amazon ormanlarında dolaşırken, bizzat kurduğum düzene, ökseye takılmıştı o, diyesim avlamıştım onu ben, vahşiyane, korku dolu bir macerayı yaşarken!.. İşte Amazon'un anakondası diye önüme bıraksalardı onu sevemezdim sanırım.

Buradan bazı şeyler okunmaz, okunamaz anlamı çıkarılmamalıdır, 'İnsana ilişkin her şey kabulüm' veya 'Günahlardan arınabilmemiz için günaha girmemiz gerekir'. Yaşamım boyunca elden geldiğince okumaya çalıştım, yönseme, bir kolhoz gibi ayrışma ve içselleştirmeye varıyorsa her şey, okumalara dayanıyor. Düşünelim ki, yetmişli yıllara kadar kandil ışığında aydınlanıyorduk biz!.. Bir yazarın, bir idenin kendisi ya da türevlerini okumadan ayrışmaya varma olasılığı yoktur. Okuyamam diyebilmek için o şeyi okumak gerekir kısacası!.. Sonuçları nedenlerden önce yazma çağına gireli epey oluyor ama!.. Kısacası okumadan bir şeyin okunup, okunamayacağı konusunda, kumdan kaleler yapma olasılığı yoktur, bir paradokstur bu, ama yazma konusunda insan prospektüsleri, diyelim bazı yapıtlardan daha çok okumaya varabilir veya kozmolojik metinlere, hatta istemeden de olsa astrolojik metinlere ilgi duyabilir, bu düşündüğünü gerçekleştirme yolunda olması gereken harç ya da naçizane tuğlalarıdır onun, yazgısını gittiği yol belirleyecektir sonuçta, hiçliğin dolambaçlarında gezinirken de, canlılarla karşılaşma olasılığı her zaman vardır kısacası... Varlık için hiçlik, kendisinin bir türevidir -kesinleyemediğimiz- bir kesinlikle!..

Sevmek de, gizemli bir bileşen, tuhaf bir soyutlama ve eşi olmayan öznel bir akıştır. Onun yönü sizin iradeniz dışında değiştirilirse, yargıcı yargılayacak yargıç ararlar ve sevginin yerinde yeller esebilir!..




II

Geçmiş zamanda, Bostancı'da edebiyat toplantıları olurdu. Hatay Restaurant, Çağlayan Kafe, İstasyon Kafe gibi yerlerde. Sık sık yer değiştirilirdi, çünkü iş yerleri henüz sanat erlerini (er olgun ol anlamında, ermiş olgun demek!) ağırlamanın onurunu işyerinin skalasını yükseltip, bir nitelik kazandırmasına önem vermek şöyle dursun, onlara göre atıl kalabalıklar, cüzdan sarhoşları kadar önem arz etmesi olanaksız kitleler, hatta belki habis diye düşünüyorlardır kim bilir, doğu artık ipini koparmış, onu ya bir titan duvarı ya da Akheron türü bir uçurum bekliyor ki dünya ahvaline hakkıyla dönÜp, ayak uydurabilsin, sığmıyor uzandığı yorgana diye Procrus gibi ayağını kesmek cehaletinden bıkıp usansın ve tanrısının layık gördüğü Sisifus işkencesi bitsin ki Adem'den doğma değil, adamdan olma biri olduğunu anlayabilsin!..

Doğunun yaklaşım sorunu var, belki palangası, boyunduruğu zorluyordur buna, ama -gerçekte- eşitler arasındaki mücadelede alta düşen bir türlü kalkamıyorsa, tanrıda biliyor ki bu ilahi bir tecelli değil, alttakinin sürgit basiretsizliğidir!..

Toplantılar Salı ve Perşembe günleri olurdu, Perşembe toplantılarını Salah Birsel forse ederdi, daha iyi bir takım ve daha sessizce ve günahkar olduklarını bilen bir gruptu onlar, yani daha ermiştiler. Salı günleri ise çaylaklar gelirdi, hayatı bile henüz tanımamış ama şiir yazmış, roman kucaklamış, öyküsü beğenilmeyince durum öyküsü bu diye icatlarda bulunabilen acemiler mangası, ama daha ilginç bilin ki...

Salah Birsel'in toplantısına giderdim ben, zorlu olan tüm az konuşulurluğuna karşın onunkisiydi, zorluğu severim ben, çünkü başka zorluklarla tanışınca onlar bu yeni zorbayı aralarına almak istemezler bile, bu yüzden hoş ve stresli müsabakalara tanık olur izleyiciler elverdiğince... Salah Birsel aramızdan ayrılınca toplantı tarihe karıştı, işverenler sanatın değerini bilemediği için veya bu tür toplantıları Arkadialı çoban ölünce bitiren toplumlar, yeni bir öncü ya da yol gösterici aralarından çıkaramıyorsa, doğunun sanatında da bir problem vardır doğallıkla, hiç bir gerileyimin kusuru, toplumun bir kesimine yüklenemez, aydınınız da geridir doğallıkla, geri bir unsurun, diğer materyallerinin de geri olması ya da kalması doğa yasasıdır, hiç boş yere böbürlenmeyin, kalburun dışında peşrev çekip durmanın hazzıyla.... Kusurun temelinde, bilim adamınız, sanatçınız veya teknolojist kağnıcınız vardır gerçekte bunu bilin!.. Koparma ve silkmede de değil, meşruten toplamdadır kusur. Düşünün ki burjuvası fason bir toplumda afra tafralarla büyük annesinin veya babasının görkemli kamçısının becerilerini anlatmaya kalkan züğürtler gırla gidiyor aranızda!..

Salah Birsel yine de Öztürkçeci, olmakla ve denemeyi edebiyatımıza kazandırmakla bir şövalyeydi elbette bu yolda... Mizah ve humoura ilgi duymam ben, her şeyi seven hiç bir şeyi sevemiyor demektir. Dolayısıyla yazarın inceliğine, dil cambazlığına, yenilikçi yaklaşımına ve dili evirip çevirmekteki hüner ve inceliğine hayrandım.

Dil bir tür orgazm aracıdır gerçekte, Salah Birsel'de bu ultra'izm vardı.

Anlatmak istediğime gelince, bir gün kendisine dedim ki, hiç alıntı yapar mısınız, başka metinlerden yararlanır veya metinler arası geçiş için köprü olsunlar diye kaydırmada bulunur musunuz minval bir şey sordum. Çalıyor musunuz demenin Arapçasıdır bu!..

Sanatçılar bir şehir efsanesi değilse de, toplumdan ayrık birer kimesne değildirler ne yazık ki, tam anlamıyla onlar da toplumun birer parçasıdır. Bu yüzden kibirli, egosunu dışa vurabilen veya içgüdüsel olarak savunma ağırlıklı bir yaşam peyzajının müridi olabilirler, doğaldır bu.

Soruma ben asla başkalarından yararlanmadım, alıntı bile yapmam biçiminde yorumlanabilecek bir yanıt buyurdu sanatçımız. Günahı benim olsun...

Ama tanrı o gün bana bir pusu kurmuş demek ki, küçükte olsa bir kaosa neden olmak için düş evimde ya da bilinç dünyamda...

Eve geldiğimde, Zekeriyazade'nin Ferah Cerbe Savaşı adlı kitabını karıştıracağım tuttu, nedeni şu, tarihi mecelle ya da menkıbelere bağımlıyımdır, hoş görüm ve tutkum vardır. Babamdan kaldı bu zehri bağımlılık, lambanın gölgesine sığınarak, fürudan kalan tarih kitaplarını kör noktaların içinde, yarı karanlıkta sinip, heceleyerek okuduğunu bilirim. Ne trajik bir olay gerçekte, gözüm yaşarıyor işte. Olayın gizi şu, inanın sanata merak salıp Roma'nın arenasında boy göstermeye ant içmişsem naçizane bir dünyalı druit olarak, o elim manzaranın ve okumayı bizim kitaplardan otopyatik biçimde öğrenen Aşık Ömer'in -annem böyle derdi ona- bunda payı vardır.

İşte onun özlemlerine son vermek ve dinmeyen, ilahi alışkanlığını sürdürmek için yola çıktım ben. Açıkça söylemek densizlik mi bilemem ama bu benim içimdeki tümördür ve yaşamımı şu ya da bu biçimde ona adamış ya da klişe deyimle bu kavgaya gözü kapalı atılmışsam kimse yadırgamasın olan biteni, olayın geçmişi altmışlı yıllardan kalan, filmatik ama elem dolu bir sahneye dayanıyor, yarı karanlık bir oda, lambanın gölgesinde harfler heceleyen bir Kilikyalı ve dibinde şaşkınlık ve ürküyle onu izleyen minicik bir satir.

Kimseyle dalaşmak istemedim ben, boynumun borcunu ödüyorum ve o borç hala sürüyor, borç ödeyen birini herkes hoş görür ve anlayışla karşılar benim bildiğim!..

Zekeriyazade'nin kitabını karıştırırken, başlangıçta bir yerde şöyle bir giriş vardı, tam anımsamıyorum şimdi, girizgah şu; Dara heybetli, İskender ayarlı diye bir estet, süsleme, tersi de olabilir, Dara ayarlı gibi...

Salah Birsel'i ilk görüşümde, bu konuyu ortaya sürerdim artık, edebiyat bu tür çekişme, hoşgörü, İncinatus'u ya da kahkaha tufanını çağırmak değil mi... Dedim ki sizin bir denemenizde şöyle bir tümce var giriş levhasının önünde ama o tümcecik Cerbe Savaşı'nda da kullanılmış, açıklamalı söyledim tabi, ben bir kusur olarak değil, bir merak ya da anlayamadığım bir şey mi var amacıyla sordum, ses tonu bu tür mecralarda olayın belgesidir, hiç ses çıkarmadı, büyük bir kusur veya bir sorunsala dayanmıyordu zaten diyaloğumuz.

Bir muziplikte değildi yaptığım, olay aydınlanmış gibiydi sonuç olarak, binlerce sayfa kazandırmış bir yazarın olgun yaklaşımı olaya, benimde ağrılarımı çok daha sakin ve derinden kavramam için, kuleden gelen bir çan sesi gibi uyarıcı olmuştu işte!..

Yüzlerce anı var oralarda, Trabzonlu şair Subutay Karsan vardı örneğin, adını çok severdim, aramızdan ayrılalı yılarca yıllar kadar yıl oluyor ve bir şairdir ki o kimsecikler bilmiyor. Tanrıdan başka...

Tanrının bildiğini kul bilmiyorsa; Kulun bildiğini tanrının bilmemesinden, yeğdir ama!...

Salah Birsel edebiyatımıza katkısı olan zarif, saygın ve motorize bir yazarımızdı. Deyim uygun olmadı ama gerçekliği dışa vuruyor acımasızca... O didaktik bir şey anlatmak isteyen bastonlular gibi hecelemezdi sözcükleri, Hint kirazı derdi ama sizinde düşlerinize, Hint kırları düşerdi karşılığında ve sıkı durun, 'Bu ne kadar çok Nemrut, ne kadar az Yunus Emre' derdi.

Bir espri parçacığı bu anı, bir sanatçı geçmişten, çağdaşlarından, hatta gelecekten elbette yararlanır ve yararlanmalıdır, o sanat dışı, günü birlik, emprovize bir yanıtta verebilir ama örneğin şu gün ya da gelecekte biz ondan yararlanamıyorsak bu bizim edebiyatımızın hala primitif bir çoban değneği -yol gösterici- olduğunun kanıtı olabilir!..







III

Bir yazın yapıtı neden ilgimizi çeker hiç düşündünüz mü, görünür dünyamızda iki nedeni vardır bunun, ilki, bize yakın oluşudur... İnce Memed tüm Anadolu halkına yakındır sonuçta, ilgimizi çekmesi orada anlatılanların şu ya da bu biçimde bize anlatılan masal, efsane, kıssa gibi şeylere yakın oluşundandır. Biz onlarla büyüdük, Yaşar Kemal'i kentli olduğunu savlayanlar pek sevmez, doğma büyüme İstanbulluyum diye yaklaşımları bir yaşam kozuna çeviren ninjalarda pek sevmez onu, sonuç bize yakın olan şeyi içgüdüsel olarak sevme zorunluluğumuz vardır, bir genelleme olarak. Bunun ayrıksı yanı bu konularda derin araştırmalara dalanlar için geçerli olamaz bu mottolar, gerçek bir aydın bu sırat köprülerinin müdavimi olamaz.

İkincisi yapıtın bize uzak oluşudur, bilinmeyen dünyalar, egzotik ana karalar doğallıkla ilgimizi kamçılar, Jules Verne (benim karakoncolosumdur), Llosa, hatta James Joyce -Ulysses- bile ilgimizi çekebilir, biri geçmişin bilim kurguvari bilinmeyenlerinin ustasıdır, ikincisi egzotik tanımlamasına girer, üçüncüsü, yapıtı yeni bir absürtizmin gezegene yayılan tek örneği olduğu için merak uyandırır. Ulysses'in anlattığı şeyler değil, biçemi ilgimizi çeker. Bu bazen her şeyden çok katkı sağlayabilir yazın sayrılığına bulaşmış Son Kişot'lara... Ayrıca Ezra Pound'un Kantoları öyle sarsar ki insanı, uzaklık ortadan kalkar, tam aksine sizin düş evinizi kuşatan bir anomaliye dönüşür. Yazın tehlikeli bir alışkanlıktır.

Uzun yıllar kitapçıları dolaşarak ömrüm geçti benim, orada bir gün Kuzey Defterleri diye bir şiir kitabı gördüm, aldım hemen, nedeni şu, bağışlayın beni, daha ilk bir kaç dizede kitabın iyi olup olmadığını -kendimce- anlarım ben, hiç yanılmadım, hatta ilk gördüğüm dize kitabın en iyi bölümü de çıkabilir bazen, tanrı yardımcımdır benim. O yararlılık kitabın geri kalanı vasat olsa da kariler için yeterli bir katlanmaya yol açabilecek bir fedailer sancağıdır artık. Beyin haznesine bir kaç kıvılcım daha bağışlanmıştır ne de olsa!...

Dil bağnazlığının tuzağına düşecek kadar cühela mangasının lejyonerliğine soyunmayan her sanatçı bir şey kazandırabilir okura, hatta onlarda kazandırır ama onlar eski bir karalama defteri gibidir, şöyle düşünürsünüz, insan bakkal çıraklığı bile yapsa, kendisi için bu kadar acımasız davranmamalıdır, çağdaş hatta daha ötesi bir dil aramayanlar, yazın eri sayılamazlar, bunu anlamak için yargıcı yargılayacak yargıç bulmak gerekir, gerisini bilemem. Kronolojiye bakan belki bir ışık görebilir bu konuda!.. Shakespeare İngilizcesiyle roman yazmaya kalkan her kişi -özel bir tasım olmadıkça- öncelikle meczuptur!.. O çağından geriye düşmüş olmakla, öncelikle bilisiz bir konuma sürüklenmiş bir velidir, ne yazık ki, sanat anomalidir evet, ama skolastizm değil!..

Sanat sanat değildir, ama çokta zorlamayın mutfak masallarını, Nietzsche, beygirin boynuna sarıldı ağlayarak, Torino Atı adlı filmin ondan yola çıkarak, bambaşka bir şeye vardığını görürsünüz. Bela Tarr yalnızca yetenekli bir sanatçıdır, esinlenme işin varyetik yanı. Picasso, Görecelilik Kuramı'nı tuvale taşıdı, esinlenme değil, popülist gizemlerin kar zarar cetvelini borsadan çalmayı başaran, Venedik Taciri'dir o... Böyle söylenir mi, savaşlarda milyonlarca mujiği cepheye sürenleri sorgulamayıp, gerçeğin çekinmeden ucundan tutmaya çalışanları günahkar değil, cani ilan eden bir dünyada yaşadığımızı biliyorum aziz kardeşlerim. Onların içinde ne Picassolar vardı, size hanutçu olanı kaldı!.. Kadın düşmanıdır diyen kadınların tanrısı o!.. Hayranım ama, çünkü hepimiz yıldız tozuyuz... Akrabayız yani!..

Sanat içimizde bir şeydir, olağanüstülüğü tanrıda bile bulamazsınız gerçekte, çarpım cetveliniz beklenen sonuçları vermeseydi, anında terk ederdiniz. Bu yüzden sanat bekleneni veren bir dünya ahvali olmak zorundadır. Anlak İçi. Gerçek sanat uygarlığımızın top yekun değiştiği bir ütopyanın topraklarında yatıyor!.. Sanat, sanılanın aksine uygarlığın arkasından gelir, önünden gitmez!.. Cambazı asla padişah yapmazlar, bu nedenle illüzyon alabildiğine serbesttir ama!..

Kuzey Defterleri Lale Müldür'ün kitabı, bana katkısı oldu, onun için onu bir gün tanıdım, bir kokteylde, Gülseli İnal'da katkısı olan bir şairdir ama, çok hem de, sonraları evine gitmeye başladım Lale Müldür'ün, evi herkese açıktır ve dünya iyisidir gerçekte... Hırçındır ama sever bizi gerçekte, rönesans döneminin dünyasını masala çevirip anlatırdım saatlerce ona, gözü açık dinlerdi, kendisi pek konuşmaz, konuşturmayı sever. Kitaplarında bana yazılmış iki şiiri de vardır, belgesi var yani sevme güdüsünün!.. Ama borçlu kalmam ben, eleştiri yazdım ona, şiir yazdım, yayınladım da, Sanat sanat değildir dedim ya, işte onunla ilgisi kurulamayacak bir şiirdir o...

(HAN GEZEGENİ / Müldürgrat / Nerede, yazıyor bu eski sağrakta, gizil bir göktaşı, / erkil bir kaya, orada kıstakta, ıssız ağaçlar altında. / Siborglar geçiyor dağ köylerinden, kırmızı demon kolonileri, / Lâlelim Dor işlemeleri, Pessoa dizeleri, zülüflü baltacılar. / İnci salip atlaslar, zaman zaman içinde, hunhardı büyük ataları. / Han soyundan, kuğu kanı içer bir Moğol, gezegen irisi atları. / Aşıkâne bir kuark, safkan kirpikler, öyle soyluydu ki onlar; / Atomdan ayaklarla, kutuplar aşmışlardı, / Narodnik budunlar, kitap çiftlikleri, nalları ters voyvodalarla, / Mars’a ulaşmışlardı!..)

Lale Müldür'le düşlerimin ülkesi İtalya'ya gittik, onun bana yaptığı iyilikler, benim ona yaptığımın yanında hiç kalır, gene de insanoğlunun naturasında ya da kozmik dünyamızın coğrafyasında unutmaktan kötü alışkanlıklar vardır. 13 havari varsa biri Judas'tır kesinlikle bu dünyada, onun için kendisi de anlaşılmaz tavırlar içine girmek zorunluğu duyabiliyor, çünkü Mefistofeles'te var, Frankşeytan'da var, tövbesi kanla yıkanmış Drakula'da var bu dünyada...

Günahkarların dünyasında masumiyete inanmak olanaksız ne yazık ki, öyleyse yaşamı boyunca şiirin peşine düşmüş bir Madonna'yı saygı ve sevgiyle anmaktan başka elimizden bir şey gelmiyor!..

***

AYNA
Gördüm...
Orada, Şam yolunda gözleri kör olan Saul'ü gördüm.
Karşı koymanın işbirliği olduğunu.
Orada Dede Korkut mezarlığını
Orada, Orhun'un anıtlarını gördüm.
*
Su sıçanı çığlık attı, İblis kuşu gene çınladı işte
Orada Vatikan'ı, Kudüs'te ağlayanı
Orada Filist denizini
En büyük günahkâr hiç bir şey yapmayandır diyeni
Yuşa'yı gördüm.
*
Orada putperest heykelimiz Kabe'yi gördüm.
Orada geçip giden zamanları, yinelemeyi gördüm.
Orada akıp giden tarihi gördüm
İnsan mezarlarını, sararmış kemikleri ve bin bir çeşit kemirgeni
*
Çıyanları, kurtları, kırk ayakları ve solucanı
Orada kafataslarının içindeki, ceylanı gördüm
Orada çalılıklar arasında çiftleşenleri, ölümden iğrenenleri
Bebek eti yiyenleri ve gözleri görmeyenleri gördüm.
*
Orada katıksız soyutlama, linç ve illüzyon, sonsuz manipülasyonları gördüm
Orada, merkantif cehennemin basamaklarını, Zirkon gezegenini
Mormonların dilini, Silikon vadisini gördüm.
*
Orada Kezban'ın sol göğsünü eriten kanseri gördüm
Meşhed çobanlarını gördüm orada, Nagazaki kurbanlarını,
Hiroşima mutantlarını...
*
Barış için savaş çığlığı atanları, boşluğa bakanları
Yalvarılar içindeki şeytanla, meleklerin melekutunu gördüm.
*
Orada imansız dindarları, cinsiyetsiz yurtları,
Sevgi Bakanlığı'nı gördüm.
*
Orada Anti Dühring okuyanları
Hitayları, Akatları, Peru'yu,
Orada Quetzalcoatl'ı gördüm.
*
Orada Chomsky'yi, Harari'yi, Che'yi
Babasız İsa'yla, Meryem'i gördüm.
Orada Adorno'nun 'Söz Ne İşe Yarar'ını gördüm.
*
Orada Puvatya'yı, orada Katharlar'ı, Isfahan'ı
Orada Tanrı bolluktur, yaşam boşluktur diyenleri,
Orada Mevlana sevenleri, Yemen'e gidenleri gördüm.
*
Orada Gazali'yi orada Suhreverdi'yi, Kum kentinden dönenleri gördüm.
Gökyüzünde uçanları, Halep'e inenleri,
Mollaları, papayı, zangoçlar ve havraları
Orada alevle tutuşan medreseleri gördüm.
*
Orada hatim indiren, çölü geçeni, bataklıkta yüzenler ve borç içinde gezeni gördüm.
Orada Şiraz'ı, orada Hafız'ı, ikonoplastları, palimsestleri, direkçi Simonları gördüm.
*
Orada topalı gördüm, inmeliyi gördüm.
Orada vebayı, sarayı, sarı humma ve kuduzu gördüm
*
Orada şirk soyundan gelenleri; bir peçeyi beğenenleri
Orada cihat yolunda kazananları, haçlılardan ağlayanları, 'Ağlama Duvarı'nda yas tutanları
Orada öbür dünyayı bekleyenleri, kederle, kahırla gelip geçenleri gördüm.
*
Orada O'nu, konuşan hayvanı,
Orada insanı,
Orada kendimi gördüm.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder