19 Haziran 2019 Çarşamba

ZÜMRÜDÜANKA

GEMİ GİDİYOR

Gemi gidiyor ve gemi gidiyor,
Üzünçlü bir baharın sonsuz kış uykusunda
Litvanya, Letonya, Estonya,
Ah efendim, havlular çok kirli, kahya pek çalışmıyor,
bahçede eskisi gibi güller açmıyor, arı kovanlarının
bakanı yok, kasımpatılar kurudu, ortancalar
yapraklarını... ha, evet, yapraklarını çabuk döküyor,
borsada iyi gitmiyor, öbür arabayı pek kullanamadık!
evet, evet, kızıma devredeceğim, o köşkte yalnızım;
yaşam solüsyon! ha! ya! evet!..
gemi gidiyor ve gemi gidiyor,

***
ZÜMRÜDÜANKA / Ulus Fatih / CİNİUS YAYINLARI / 813 Sahife.

VLADİMİR BURKONY



VLADİMİR BURKONY / Ulus  Fatih / CİNİUS YAYINLARI / 666 Sahife.

(46. Bölüm)
 Garip bir aşk masalı dersem, fazlasıyla abartmış olurum, tuhaf bir aşk öyküsüydü dediğimde, gerçeği söylememiş olurum, sıradan bir ilişkiydi yaşanılan dediğimdeyse, bayağı küçümsemiş olurum, üçünden de esintiler taşıyabilir olanlar, ama asıl gerçek yaşanmışlığıdır ve masallar yaşananlardan alır gücünü, öyküler gerçeklikten, sıradan duygularsa çökmüş ruhlardan...
 Bu şehirde çalmadığım, çalışmadığım yer kalmadı, kemanım tüm semtlerden geçti, tüm eğlencelere katıldı ve yeri geldi ağladı, yeri geldi güldü, kahkahalar attı ama yine de sıkıştırayım araya öznelliğini, düşünmeye vakti olmadı kemanımın.
 Lüks bir otelde çalıyorduk o gece, anımsadığım kadarıyla Zincirlikuyu taraflarında bir yerdeydi otel, bir düğün vardı sanırım, taşralıların düğünü, gelenlerin tavırlarından anlayabilirsiniz bunu, gece boyunca eğlendiler, bir kadın oturduğu masadan sürekli bana bakıyordu, bu tür yerlerde sık sık olan bir şey bu, alışılmış ve heyecan verici bir yanı olmayan, yine de gecenin ilerleyen saatlerine doğru gülümseyebildim, o kadar...
 Aradan aylar geçti geçmedi, yolumuz güneyde bir şehre düştü, şimdi anımsayamıyorum, çünkü sahil boyunca uğruyorduk her yere, turistik bazı kasabalarda bile çaldığımız oldu, güneyin içlerindeydi şehir ve denizi unutmuştuk bir kere, oradan biliyorum, gece bir eğlencede çalıyorduk, mahur bir yerdi, baktım yine o kadın, benzettim belki de ama bana bakıyordu sanki, dur duraksız ve makus yüzünde -pek üzünçlü bir yüzü vardı- hiç bir anlam taşımadan... Bu kez o gülümsedi ve anladım o olduğunu...
 Çok kalabalık olmadığı için, cüret ederse konuşabileceğimi düşündüm, hatta buluşabileceğimi, gizemli bir olaydı ama, beni asıl meraklandıran bu gizem değildi, aradan zaman geçmiş; özel bir şey olsa, bu karşılaşma böyle mi olurdu... Bar benzeri yerden çıkışta, kadın yanıma doğru geldi, ben de buna elveren bir tutum içindeydim, ortalık sakindi ve kadın yalnızdı sanırım, merhaba dedim, merhaba dedi gülümseyerek, konuşmaya başladık ve beni asıl şaşırtan şeyi çok çabuk söyledi; senin için geldim...
Olamaz dedim şaşkınlıkla, afişteki orkestrayı tanımış ve bu kentte yaşıyormuş, gelmeseydim karşılaşamazdık ama demedim, küçük şehir parklarını andıran, ilerde bir yerde oturduk, sanırım oraya bilerek gelmişti. Garip heyecanımızın yerini sakinlik ve bir güven duygusu almıştı, gülüşürken elini tuttum ve sarıldım ona, öptüm yavaşça, sarhoş sayılırdık...
 Çok derinlerden gelen bir bağımız varmış gibi, seni bir yere götüreceğim ben dedi, o an şöyle düşündüm açıkçası, bazı insanlar anılara dönüşecek bir macera yaşamayı ya da anılarını aramayı pek severler, kadıncağız geçmişin özlemlerini yinelemek isteyen, bir hanende melek gibiydi...
 Anlamıştım onun düşlerini, ama bende; bu kadar halim selim, sakinlikle ve kendinden emin yaşayan bir kadından, hoşlanmıştım doğrusu, bir arabaya bindik ve karanlık sokaklardan geçerek, açık alanlarda bir süre yol aldıktan sonra durduk ve birbirimize bile bakmadan indik. Bir bağ evine gelmiştik, çevrede benzeri evler vardı ama ışıkları yanmıyordu, geç saatte uyumuşlardı sanırım.
 Taşranın insanları, tanrının kendilerine bağışladığı, değişmeyen bir düzeni, titizlikle yineleyen ve gerektiğinde, melek ve şeytanla işbirliği yapabilen, yaşama sıkı sıkıya bağlı, vazgeçilmez bir köşe taşı ve alışkanlıklarına her haliyle yakışır, dirimcil, dünyevi canlılardır...
 Bahçe kapısı gıcırdayarak açıldı. Ürkünç, tatlı bir ürperti yayıldı havaya, böyle zamanlarda duyumsanan, bilinmeyen bir gizem, öngörüsüz bir sevi, dizginlenemeyen arzular ve acımasız zamanın yatıştırıcılığı...
 Ahşap evden içeri girdiğimizde, kır evlerine özgü -alın teri-, kuyunun yanında belki bir akasya ya da kasımpatı, buruk yorgunluğun sindiği, envaı çeşit yemişlerin tadı, çulun, yollukların yarı ıslak, geçirgen perdelerin, toz huzmeleriyle silkinmiş, hırpani, bitkin görmüş geçirmişliğini taşıyan, derin ve genizleri yakan özlemlerle dolu kokuları sardı içimi...
 Kadının, bu dünyanın içlerinden gelen bir ecinni olduğunu düşünmem saygısızlık olurdu, onu anlıyordum artık...
 Loş ışıkta tavandan sarkan şeyler, yerlerdeki süpürge, bakır kova ve ocağın yanı başındaki kapaklı tencereye, çabuk alıştı gözüm, sahanlığın ortasında ellerimiz kavuştu ve ağzından ateşler çıkan bir sfenks, bir ejderha gibi, aniden dudaklarımız birleşti...
 Köşedeki döşeğe doğru gitti ayaklarımız, hiç ayrılmadık ve birbiriyle sarmaş dolaş olmuş iki yılan gibi, savrulduk yere...
 Birbirini tanımayan, bilmeyen, ama nasılsa arzular içinde yanan ve kıskançlıkla seven iki yaratık gibiydik. Bilinmezliğin ve öngörülmezliğin gizemi, bir kılıç kadar keskin, tene dokunur bir ipek kadar kışkırtıcı ve yaban, cennetten arta kalmış kokuları, bir ırmağın şırıltısı kadar uyuşturucu, bedene sarhoşluk veren bir tanen gibi de ferahlatıcıydı...
 Hava soğuktu ve ürperiyorduk, çırılçıplak kaldığımızda, kıvranarak birbirimize dolandığımızda, söylencelerde adı geçen ateş hırsızları gibi, tutuşmuş alevlerimizi alıp veriyor, bedenimizin en kuytu köşeleri, bir yangın yerine döner dönmez evrilip, yerini değiştiriyor ve karanlıkta bir günahı bile örtmeye yetmeyen perdelerin aralığından, derin ay ışığı bizi gözetliyor ve sakin, tuhaf bir yaratık gibi de gülümsüyordu...
 Ayakta duruyor, garip biçimler alıyor, uzanıyor, kıvrılıp bükülüyor ve gölgelerin oynaştığı yarık tahtalarda, masallardan çıkmış birer cin ve nedense tam da düşündüğüm gibi, Kuğu Gölü'nden bir balet ve balerin gibi düşlüyordum kendimizi ve çılgınca sergiliyorduk hünerlerimizi. Bir bağ evi, ay ışığı, iki çılgın varlık ve Kuğu Gölü balesi... Yaşam her şeye kadir demek ki...
 Ne yalan söyleyeyim, bir keman gibi inlemeye özen gösterirdim ben, içimden geldiği gibiydi belki ama, kemanın inleyişleriyle karıştırıyordum sesleri, o kadar yükseliyordu ki bazen, o kadar yabansı bir dünyanın iniltisiydi ki onlar, gecenin sarhoşluğunda sanrılara kapılıyor ve kapılara vuruluyor sanıyordum artık...
 Dışarda köpekler havlıyordu, bir gece kuşu uzun, tuhaf ötüşlerle eşlik ediyordu onlara, gece kelebekleri ay ışığında titrer gibiydi, pencereden biri gözetliyor ve sonra yürüyüp gidiyordu belki de, kuyudan öyle sesler geliyordu ki, biri ölmüş de, hiç tanımadık, duyulmadık biçimde inliyordu sanki, belki de bizden yardım istiyordu, hafif bir yel esiyor, dışarda kap kacağı, yaprağı ve çalı çırpıyı sürüklüyor, ağaçların sayısız dallarından geçerek, bir uğultuyla kuyunun iniltisine eşlik ediyor, yas tutuyor ve karşılıklar veriyordu birlikte...
 Bu daracık yerde, sıradan bağ evinde, nasıl oluyor da bunca dünyalar vardı... Bambaşka bir yaşam sürüyordu buralarda ve aralarında sürgit konuşuyorlardı...
 Gecenin yalnızlığı tükenecek gibi değildi, her şey birbirinden ayrı, eşsiz bir gezegene kucak açıyor ve sabah olunca ortalıktan çekilerek, gündüzün terörü ve karabasanına terk ediyordu sanki yeryüzünü...
 Odalarda gölgeler bizi ziyaret ediyor, ay ışığı üstümüzden süzülerek geçiyor ve sevişmenin sonsuz hazzı, yerini bir dinginliğe, bir uyuşukluğa terk ederek, salınarak uzaklaşırken, yitip gidiyordu...
 Sabah olunca ayak izleri bizimkiydi eminim, ama garip bir varlığın bizi gözetleyip, kulak verdiği sanısına kapılmaktan, kendimi alamadım...
 Kadınla ilk ve son karşılaşmamız oldu o gece, bir daha göremedim, yaşama arzusuyla kıvrandığımız bir şeyi gerçekleştirmiş, iki ayrı bir ruh gibiydik bence...
 Bir daha karşılaşmamız, sözler alıp vermemiz büyüyü bozar. O gece, içtiğimiz iksirin eşliğinde, uzandığımız döşeği, bir günah keçisi kılardı belki de. Sıradanlığın beşiği. Onun adını unutmuştum, o benimkini sormamıştı bile, ama bir şey var ki, o günün anısı, bir anlamın çırpınışı, arayışı, acısı, bugünkü gibi gözlerimin önündeydi...
 Mitik, gökten düşmüş ve otantik bir geceydi sanki bizimki ve gece bir yırtıcının uluyuşlarıyla çökmüş ve sevda sureleri, meleksi, ipekten bir kanatla üzerlerimizi örtmüştü. Kutsal organlar ne yapacağını şaşırmış, bir coşkuya kapılmış ve bağışlanmış bir varlığın, sonsuzca bekler bir taşın gözü gibi parlayan gece, dur duraksız yanıp sönerek; dizginsizce kendinden geçerek, solup gitmişti...
 Ay ışıltı saçıyor, ürkütücü bir varlık gibi, hızla bize yaklaşıyordu, bir kurt dikilir gibi oldu başımıza, taşın gözü, onun gözleriymiş demek ki. Hiçlik sıfırın değeri değil miydi, her şeyi büyüten sıfırın. Oysa onun, var edici hiçliğin değerini bilemeden, ölüp gideceğiz belki de, hiçlik var kılıyordu her şeyi, bizi, onsuz olmuyordu ve onunla var oluyorduk geceleri...
 Bir ara, gizemli kadın, durup dururken Kitz okuduğunu (Kuran, İncil, Tevrat, Zebur) söylemişti, güneş hastalığı varmış kendisinde ve bir gizi açınlar gibi karanlıkta, kasık memesinin, susuzluktan kavrulmuş bir dil gibi sarkmasından alınıyorum ve sevişmek bedeni değil, yalnızca ruhları doyuruyor demişti.
Ruhun Gemisi'yle dünyayı terk ederek, Atlantis'i bile geçerek, su zerrecikleri, ışık simgecikleri arasında, sonsuz bir yolculuğa çıkmıştık onunla, fena yokluk demekmiş gerçeklikte, fenalaşmış, yok olmuştuk artık bizde...
 Bağ evinde güvenlik dansıyla, köçekçe oynarlar demiştim ona, bir yabancı olamayacağımı düşündü sanırım o an, ama kuşkusunu belli etmedi, kiliseler insan resmiyle, bizim mabetler soyutlamayla dolu dedi, işte ondan da  duymuştum bu özgülüğü...
 Bedenlerimiz tersinir biçimde; ay uzaklaşırken, uykuya dalmıştık, onun bedeni bir kelebek gibi titreşiyor ve benim ruhum onu, seğirmeler içinde sarıp sarmalıyordu...
 Bir aşk ve erotizm masalıydı bu belki de, atalarım Zagros dağlarından gelmişler demişti, teni esmerceydi, gece renginde ve ikimizde kördük ilerleyen saatlerde, sarhoştuk ve el yordamıyla bulabiliyorduk yolumuzu, erojen bölgelerin yamaçlarında, tek kılavuzumuz ay ışığıydı ve kimselerin bilmediği iki kişi, o gece...
 Sonsuzluğun yolcusuydu...