Bu kitap hazırlanmaktadır.
ODYSSEUS
(ÖLÜM)
Ölüm, yaşamda sonsuz düşünceler üretilebilmiş diğer kavramlara eşdeğer sayılabilir bir nen gerçekte. Aşkın dürtüsü, -bir beden- ve sığınma alışkanlığı, zaman sarmalı, algılanamazlık içeren düşselliği ve akışı, yaşamın sonsuz nedensellikler üreten handikapları, saltık yalnızlık metaforu 'ölüm', yıldızlar ve evrenin gizleri ve diğerleri bu tür konulardan... Ölümden korkuyorum, bazen korkmuyorum, bazen hiç bir tepki veremiyorum. Bir sürü yaklaşım var. Bir şeyi bir daha görememek, ayrılmak sonsuza dek, algıladığımızda ürkütücü gelebiliyor. Yakınlarım öldü, benim yerime onlar tattılar ayrılığı, ama onlar için ben bir ölüyüm, yazık, bizden ayrıldı diyorlardır belki de... Demek ki ben bir ölüyüm. Nasıl geliştirebilirsek düşüncemizi öyle, ama başat olan biziz gene de, oyunlarla avunmayalım, onlar öldüler gerçekte, ama onlar için biz neyiz bilemiyoruz, bu dünyaya göre onlar ölü, o dünyaya göre bu dünyalılar ölü vb.
Başka şeylerde düşünebiliriz, ölümden korkuyorum ama korkunun bir yararı yok, o zaman onu küçümseyebilirim, incitebilirim, övebilirim, sevebilirim, dostça yaklaşmayı düşleyebilirim ölüm kavramıyla, sonsuz çeşitlemeler sonuçta, sınırlı ya da... Sonuçta ölmek gene de algılayamadığımız bir şey, bu dünyadan ayrılmak üzüyor bizi, iyi ama yakınlarımız orada... Olmuyor gene de, bu dünya baskın. Sonuçta ölüm, üzerinde düşünceler üretebildiğimiz bir çarpınç.
Tarkovski, ne zaman öleceğimizi bilmemek, pratikte bizi ölümsüz kılar diyor. Epiküros o varsa ben yokum, ben varsam o yok gibi bir yaklaşım içinde sanıyorum. Son sözüm şu, ölümden korkuyorum evet ve bu dünyadan ayrıldığıma üzülüyorum. Açıkçası bu. Çünkü öbür dünyaya inanmıyorum. Peki öbür dünyanın varlığına inansam ölümden korkmayacak mıydım, evet, belki, ama sorun şu, inanmak gene de bir güvence yaratmıyor. İnancın kişisel bir yaklaşım olduğunu herkes söylüyor. Demek istiyorum ki, her tür belirsizlikten çekinebilir insan. Ölüm bu belirsizliklerin en keskini ve ürkütücü olanı sayılabilir. Bir Ispartalı gibi, uçurumdan atacaklar sizi, kurtulma şansınız neredeyse yok... İşte ölüm bunun gibi bir şey...
Yaşarken bu düşünceleri üretebiliyoruz sonuçta, kısır olsa da, yaşam ne denli görkem dolu ve yorucu görüyorsunuz, yaşam düşünmekle cezalandırılmaktır belki, ölüm sessizliğin okyanusunda, enginliğe kapılmak ve sorulardan kurtulmak!.. Çünkü biz henüz yaşamın bile gizini çözebilmiş değiliz, sonsuzlukta bir aralık var ve sürekli bir şeyler kımıldıyor ve tuhaf, kutsanan, büyük şaşırtılara dönüşebilen bir devinim var. Us kıran duygu ve düşüncelerle süslü olabiliyor, ne var ki hiç bir duygu ve düşünceyle de baş edemiyoruz biz gerçeklikte. Ölümden çok yaşam bir giz neredeyse ve onun tinsel engebelerinde kolaylıkla yitiyor ve anlaşılmaz, algılanamaz olan nen kapıları karşısında, çarçabuk bilinmeyen yüceliklere sığınarak, işin içinden sıyrılmaya çalışıyoruz... Sonsuz bir karanlıkta, kapalılıkta, yaşamsal umudunu yitiren canlı, bir tür ölümle karşılaşacaktır. Burada onu korkutan, ölümü değil, yaşamdan bir biçimde ayrılmış oluşudur, ölüm ya da sonrası değil.
Öyleyse şöyle diyebiliyoruz artık, gerçekte yaşamdan korkuyoruz biz... Korkularımızı üreten yaşam ve onun bilinmezlikleri ne yazık ki...
Bizi ezen, korkularımızı üreten de, yaşamdan kopmak dürtüsü ve gerçekte yaşamın saltık sonsuzluğu, ölüm değil, yaşam sonsuz gerçeklikte... Ölüm tinsel ve hiç bir türden sonsuzluğa açılamaz, sonsuzluk salt düşünsel bir kavramdır çünkü, ölüm, yaşamsal bir bitiş, duygu ve düşünceden yoksun bir atomik dönüştür olabilirse, belki diyerek düşüncenin kesinlemeden uzak bir oluşku sayılabileceğini belirtmemiz de gerekiyor, düşünce yaşamsaldır, dünyevidir çünkü, ilkinsil varlık bütün bunlardan üzüntü duyuyor ne yazık ki ve ölüm anlamsız geliyor düşleyebilen, atomik varlığa...
Ölümden değil, yaşamın varlığından, var oluşundan dolayı korkuya kapılıyoruz biz!.. Korku, düşünsel bir varyanttır ve yaşama sıkı sıkıya bağlıdır. Gerçek olan ölüm değil korkularımız... İlkel kordalı biçimden sıyrılabildiğimiz de, yaşam mekanistiğini ve düşsel sınırlarımızı zorlayıp, geliştirebildiğimiz de, tüm sorunların üstesinden gelebiliriz.
V. BÖLÜM
Hiç bir ütopya yeryüzünün kendisinden daha düşsel olamayacaktır, düşünce zemin -yerlem- ve zamanın, mekanın ve uzamın göstergesidir, şaşırtıcı hiç bir yanı yoktur demişti Leibniz, göğün altında yeni bir şey yok, kozmik dünyamızda düşünmekle cezalandırılmış, yaşamı anlamlandırmaya zorunlu kılınmış insansı yaratıklar olarak, evrenin kölecilliğine, hizmetkarlığına soyunmuş, daha doğrusu mahkum edilmiş varlıksılar olarak yaratılmışız, geleceğe sesimizi duyuramıyoruz ama gerçek dokunulmaz olan, yalnızca şimdiki zamandır, zaman nedir diyorsunuz, sorarsanız bilmiyorum, sormazsanız biliyorum, işte bu motto bizi hala bilge kılan tek safsatamız, çünkü zaman diye bir şey yok, o yalnızca bizim sanımız ve sanrımız, çünkü zaman geriye gidebiliyor, durabiliyor ve ilerleyebiliyor, çok yönlü, biz o denli ilkel ve basit bir uygarlığız ki henüz onun tek yönünü algılayabilen yetersizlik içinde kıvranan ölümcül yaratıklarız, zaman bize göre değil, belki biz zamana göreyizdir bilemeyiz, bu aslında geri ya da ileri aynı şey, , kelebek uçmaz kendini doğanın aritmetiğine bırakır, biz bu safhadayız henüz, biz hiç bir şey yapmıyoruz doğa ve evren kendisi uygulayım içinde her şeyi, bunu bilmiyoruz biz, düşünce iyiye ve kötüye aynı anda kayabilen bir belirsizlik bir varsayım demek, bağ dokuları esnek bir evrende yaşıyoruz, sözgelimi Prusya çevresinde dolaştığımız için, Prusya sandığımız bir yer evren ve onun karşısında afallıyoruz, korkağız, şaşkınız, acemiyiz ve bir Cezayir menekşesi arıyoruz, Venüs sümbülü, salt düşünebilen ve görünmeyen varlıklar, Penetrasyon gecelerimizin düşleridir evren, bizi almaya geldiler işte evrenden, evren bir döngü değil durağan bir disk, bir düş değil miydik biz, düşlerinde ne yapıyorsun görmeyeli sözüne, bir önceki düşünde ne yaptığımızı söyleyebilen yarı canlılarız biz, bir düşüz saltıklıkla yapay yetinin, deniz tekesine benzer bir uydu geçti yanımızdan, hep bir anlam aramanın işkencesi bu, birde gülüyorlar pencerelerden, düşünmekle cezalandırılmış insanlar, okumak yazmaktan zordur diyor, Kapillarite, işte sıvının ufak alanlar içinde bölünerek dağılması, uzayda her yerde su buluyoruz, içmiyoruz da ama avam nedir, burjuvazi orta sınıfın ta kendisidir diye tartışmaya tutuştuk o an, avam kavramların ticarileşip ayağa düşmesi demek, finansör olan alacak artık metayı, sanatsal objeyi, bitcoin kimde var peki aşk yüreğin Vezüv'üdür, uvertür transseksüel ve çandır bilim adamları, altın oran suya hükmediyorlar, taykonotların giysili olması bizi çok şaşırttı, oysa çıplak bir manyetik alan yaratarak bir döngü olmaksızın sonsuza dek yolculuk edebiliriz, Britanya dilinde Cain Kabil demekmiş, ama sen diyorsun ki, entelektüel arkadaş olması kötü mü, peki seninle sevişmek istemem kötü mü, kötüyse benimle hiç konuşma, sevişmek tapınmadır, arkadaşsa, dostsa belki bir Judas'tır, tavşan yavrusu göğüslerin arzuyu kırbaçlıyordur, sana anormal görünen benim normalimdir gezegende, yazgımız budur bizim, paradoksların gölgesinde cehennem provaları, sözlerim kalbine giden yol olmayabilir ama gerçek budur, arzu, kavuşmaktan daha çıldırtıcıdır, Japonya'yı fethetmek için savaşmayız, Japonya'yı fethetti desinler diye savaşırız. Sana aşık olmam, bir gün Alejandra'ya aşık olmuş desinler diyedir. bir mitoloji, aşkın öznesi sonsuzca çoğaltılabilir ama mitler -yapıt- onun adı üzerinden hareket eder, devinir, yaşama dinamizm bağışlar, enerji dağıtır, aşk melankoliden bir dünya yaratmaktır, yeni bir dünya, kahramanlar için yaratılmaz bir yapıt, medya, Medusa, Madam Bovary'yi yüceltiyor, Don Kişot yazarından çok biliniyor, gerçekte onların, kahramanların bir aracı olduğunu düşünmemiz gerekir, yıkıntılar arasında ilahiyi, aşkın sefaletini, öldürmenin gerçekte tanrıyı, yaşamı, her şeyi yadsımak olduğunu dile getirebilmek içindir, Alejandra s/imgesi bir aracıdır, üreten, ruh mürekkebinin öznesi hiç tanımadığı bir insan, hiç görmediği bir ceylana aşık olabilir ama bu bir imgedir ve o imgeden, yarattığı bu imgeden beslenmek için, oradan bir çağlayana dönüşebilmek için bir haykırışa dönüşebilir her şeyi, o her zaman güzel ve ruhum onunla sevişiyordur, saydam gösteriniz bitmeyecek mi...
***
KATİ
Kati
Tengerdi için…’
I
Eşsiz ruh kalbime giriyor. Bedenimde
yürüyor. Onu görüyorum. Damarlarımda bir rüzgar esiyor. Esriyor, üşüyorum.
Kokular yayılıyor odama, onu istiyorum, bir kızıllık kaplıyor her yanı, bir
alev yavaş yavaş yaklaşıyor, sıcak, bir buz dağı gibi eriyorum, Onu kavrıyorum,
tutuyorum, elimden kayıyor, gene içime giriyor, bir yıldız kayması gibi, ufukta
bir şey beliriyor, gözlerim onu görüyor, ışıklar yanıyor, yüzünü
seçiyorum...
Bir Havva bu, Meryem’e de benziyor, Kati
diyorum, Kati, bedenimden doğru yavaşça iniyor, tutmaya çalışıyorum. Kırmızı,
ahtapot kolu gibi bir varlık, süzülerek geçiyor. Tavana bakıyorum, orada
duruyor, inecek mi acaba diyorum. Yukarıda haleler çiziyor, dönüyor, incecik
bir tüy gibi, bir şey, yavaş yavaş dönüyor, önümden geçip gidiyor. Elimi
uzatıyorum, hiçbir şey yok, belki bir düş görüyorum, ayakta öylece duruyor, birileri
iki kaşık gibi iç içe uyuyor, o ve ben mi diyorum...
Hayır, tavanda bir şey, bir leke gibi
duruyor, gülümsüyor. Islık gibi, hafif bir ses yankılanıyor, Fatih diye biri
mırıldanıyor, evet diyorum, Kati mi o, kimdir bilemiyorum. Ben Fatih’imdir
belki de, ya o Kati mi, evet, bilemiyorum. Bir ses, sessizlik gibi geri
geliyor, oda kapısından bir şey giriyor, bir yılan mı diyorum, hayır pek ince,
ışık yeli gibi, Kati’yi görüyorum, bir yıldız ilerliyor, yanıp sönüyor, yüzünü
görüyorum, anne diye bağırıyorum, ipeksi bir ses, yavrum diyor, Kati olmalı
bu...
Gölgeler odanın içinde geziniyor, bir şey
geliyor, kalabalık, renkli üniformalar görüyorum, alaylar ve tören birlikleri
gibi, Kati bir tahtırevanda, gülümseyerek geçip gidiyor, elimi uzatıyorum, uzun
bir anahtar, evet gecede, altın bir anahtar, onun kilidini açıyor, evet
dönüyor, bir şey dönüyor, bir tıkırtı, zorlukla doğruluyor, pencereye
bakıyorum, kırlar var, Kati koşuyor, eteği havada uçuşuyor, dönüp bana bakıyor,
Kati bu diyorum, pembe yanakları kızarıyor, gene koşuyor ve bir güneş yıldızı
onu kucaklıyor, gece oluyor, odama ışık doluyor ve her şey dönüyor.
O yıldızın kucağından iniyor, evet, bu kez
yakalıyorum, evet diyor Kati, evet, sarıl, odaya biri giriyor, alıp götürüyor
onu, masada vazo devriliyor, içinden bir şeyler dökülüyor, renk denizi
parıldıyor ve işte Kati çıkıyor, bana doğru koşuyor, kollarını açıyor, birden
yitiyor, elim havada kalıyor, gün doğuyor, sabah oluyor, çiğler parıldıyor,
menekşeler, çiğdemler doluyor odama, bir kırağı çisentisi içinden, Kati gene
çıkıyor, sarılıyor, alevler içinde bende sarılıyorum...
Bir bebek gözyaşları içinde, bir bebek,
bir melek gelip onu alıyor, Kati bakıyor yukarıdan, el sallıyor, o da ağlıyor.
Çiğ damlaları, yağmur damlacıkları gibi, bir şey yağıyor, kar kristali
parlıyor, birden güneş açıyor ve tanrılar odama ağıyor, hayır, bir tanrıça
giriyor, Kati diyorum, Kati, evet diyor, nerede kaldın diyorum, bir melek elini
tutarak çıkıp gidiyor, düş gördüğümü anlıyor, çığlıklarla uyanıyorum, Kati baş
ucumda duruyor...
Ateş gibi yanıyorum, terimi siliyor, Kati
diyorum, bana ne oldu; ne oldu bana, aşık olmuşsun sen diyor, melankoliye
kapılmışsın, sanrılar görüyorsun. Evet diyorum, sarılıyor, uyuyorum. Tavanda
rengarenk kuşlar ötüşüyor, cennete gidiyorum, kanatlı bir şey beni alıyor,
yollarda uçuyorum...
Öldüğümü anlıyorum, biri dürtüyor, bir kez
daha uyanıyorum, soran bakışları, hangisi gerçek diyor; Kati mi, cennet mi,
düşler mi, dünyamız mı?...Bilmiyorum diyorum, Kati öpüyor, işte geldim diyor,
göz yaşını sil ve 'Yaratan' birden odama giriyor, tanrıçamla kol kola
ilerliyor, bizi sırtına alıyor, kanatlarını açıyor, uçuyoruz…
Karanlık basıyor. Kati elimi sıkıyor,
dönüyor, havalanıyor, ilerliyoruz, nereye diyorum, 'Aşkın Yitik Yurdu'na diyor.
İnandığımız bir dünya, gerçek olabilir mi diyorum, evet diyor, sana inanıyorum
diyorum. Seni delicesine seviyorum, titreyerek, kızıllık içinde, bir çift beden
görüyorum, bedenler görüyorum, ruhum göçüyor ve onun cennetini görmek, bir
demet kır sümbülü ağzımda, o olmak istiyorum diyorum,
Aşkın ayetleriyle, dudaklar ıslanıyor,
ürperiyor ve 'Amin' diyor.
Eşsiz ruh kalbime giriyor. Bedenimde
yürüyor. Onu görüyorum. Damarlarımda bir rüzgar esiyor. Esriyor,
üşüyorum...
II
Düşlerin perisi beni yurduna çağırdı,
çırılçıplak, bir köpükten yuvası, ama kendisi yok. Bir ses, sevişmek ruhsal bir
süreçtir. Bedeni gereksinmez diye çığlık attı. Sokuldum ve biraz çaba
gösterirsek benim olacaksın dedim. Sende benim dedi. Kahkaha çiçeğinin
güldüğünü görmüştüm. Gözlerim açık gitseydi üzülmeliydin dedim. Seni incitmek
istemedim dedi. Bu yurtluk senin için çok uzak... Uzak, metafizik bir sorun
diye açık pencereden dışarı baktım. Ayı görüyor musun dedi. Nerede dedim
üzüntüyle. Dünyevi bir soru bu dedi. Aşıksan görmeliydin. Ama dedim gene de,
seni çıldırasıya arzulayanla sevişmen, -gözlerime baktı- eşsiz bir deneyimdir.
Arzunun karanlık nesnesi diye mottosu var dedi. Şimdi ayı gördüm ama uzaklıklar
ruhu ehlileştirir, alınyazımızda ayrılık var dedim. Ruh umudunu yitirdiğinde
yaşamda biter dedi. Ruhu eğitmek nasıl bir şeydir acaba dedim. Düşünceye
meraklısın sen dedi. Düşünce bir kumaştır, terzi ise Adem’in oğulları. Sıra
bende dedim, Havva’nın çocukları demeliydik. Açık pencereye başını uzattı. Yıldızlarla
konuşur gibi, Tanrı dedi, Tanrı öyle kılmış. Şaka zamanıydı. Sen dedim, çok
bilinçli bir bakiresin. Korkunç bir kahkaha attı. Sözün anlamı değil, sentaksı
hoşuna gitmişti anlaşılan. Ol dedim oldu, gibi!..
Hiçbir zaman bana gelmeyi düşünmüyorsun,
çünkü us dediğin şeyin tutsağısın, yaşam seni evcilleştirmiş ve rasyonel bir
kraliçesin. Başka türlü olamazdım dedi. Aşk ve us dediğimiz şey, evrenin iki
ucudur, bir gün biri savaşı yitirdiğinde, sonsuz barış gelecek… Barış dedi
olanaksızdır, devinim ve sessizlik birbirine katlanamaz, bu böyle sürecektir.
İskender doğuya uygarlık götürecek ha dedim. Güldü, gene de savaşkan ruhunun
yansıması, dünyayı yerinden oynatacak önyargıya dönüşmesin diye, soğuk bir
rüzgar esti ağzından. Gülme sırası bana geçti. Dünyevi olan geçicidir diye göz
hapsine aldım onu. Dolce Vita öyleyse diye havayı yumuşattı. Altın anahtarım
kilidini açabilirdi. Ben gençken dedi, bazı benzerlikler vardı... Bir an beni
başkasıyla karıştırdı sandım. Anladı. Ben başkasıyım dedi, dirseğini ruhumun
kırbacı gibi sevecenlikle kullanarak. Şu tablodaki dedim sana benziyor,
atalarından mı… Bir şey fısıldadı yarı karanlıkta, Botticelli diye çevirmiş
ruhum!..
Konuşmaların dedim, beni üzdü, gençlik bir
ruh halidir, alabildiğine gençsin sen, çünkü ruhun dorukları adımlıyor,
fiziksel olarak düşleyemem hiçbir şeyi, yaklaşan yağmur seni ıslattığında, ya
kozmosta ya Hades’te olacağım. Sen bir mentor olmalıydın dedi, Sybile’i şişeye
sığmaktan kurtaran. Kibir ve alçak gönüllülük, aynı şeydir diyerek güldüm.
Dedim ama, diyerek hınçla üzerine yıktı beni. Bir Metis’sin sen, kaosun
düşmanı, dinamizm ve ırmaksı devinim sana göre değil. Sel korkutuyor mu seni
dedi. Bu sorunun yanıtısın sen dedim. Bilmiyorum dedi, konuşmaktan sıkılmış
gibi…
Bir düşün içinde olduğumuzu unutma dedim,
bu gecenin konuğu benim. Biliyorum dedi gözlerini dikerek. İki uç bu denli
çabuk yan yana gelmemeliydi dedim?.. Anlamazlıktan gelir gibi, atomlarımız
temas etmedikçe dokunmuş olamayız dedi, ne denli düşlediğimi, bilemezsin sen...
Sırtının haritaları yol gösterse de mi diye mırıldanarak, kamikaze oldun mu hiç
yaşamında dedim, konuyla bir bağı varmış gibi. Bu senin son iç çekişin olabilir
dedi, dişi bir örümcek gibi. Kızmıştı her yanı. Ateşten düşer gibiydi sözleri.
Çekinmeden tehdit mi bu dedim. Gerilimi düşürmek için, gerçeği öne sürmüştüm.
Korkak mısındır dedi. Zorlukla gülümsedim, erdem ve kötülük varlığa
bağışlanmıştır dedim.
Süzülen kuşlara benziyordu gözyaşları…
Tehlikeyi seviyorum ben dedi, yaşama katlanmanın bilimsel yolu, varlık bir
labirenttir!.. Çelişki yeterlidir belki de dedim, sonrası gereksiz olabilir,
korkmama izin vermelisiniz ve ansızın, sen dev bir kadınsın ama ruhun cüce diye
çıkıştım. İlk kez şaşırdı ve lotus gibi sırtını dönerek aramızdaki devinim
durdu. Sanki evrenin gizlerini arar gibi, birden döndü ve yüzüme baktı. Menekşe
rengindeydi. Ruhsal anatomimiz bir tanrıçanın paradokslar içinde
boğulabileceğine tanık olabilir diyerek akademik bir ortama çekmeyi denedim
havayı ve tartışmanın can sıkıcı bir biçime bürünmesini önlediğimi düşündüm.
Derin bir soluk aldı ve şu an dedi, ruhun, bedeninin oldukça ilerisinde, temel
olan dengedir. Nötralize olmuştum, sevişmenin emel denizleri, çarçabuk elem
denizlerine dönüşebiliyor dedim, beni sakinleştirmeye çalıştığını düşünüyordum.
Saldırgan bir ruh, yaşamda başarılı olabilir mi sence dedi. Temel olan dengedir
dedim hızla. Karanlıkta bir kuş çarptı pencereye... Seninle konuşurken, kuyuya
düşmüş güneşe bakar gibiyim, senin için ağlayabilirim, ama güneş gerçekte
yukarıda dedi. Bense ağlamak istemiyorum, kuyu aydınlatıldı ve ılık.
Eleştiriye dayanıklı bir ruh, küstah olur
biliyor musun dedi. Nasıl dedim şaşırtıyla... Ulaşılmaz bir ruhtur o, dayanıklı
oluşu bundandır. İç içe çelişki yığınına hoş geldiniz dedim bir kez daha… Us
dedi sürgit dünyevi olmaya yönlendirir insanı. İyi de dedim, öteki dünya diye
bir şey var. O dedi, ölümün güzel bahçeleri, bir düş. Şimdi gözyaşlarım senin
için dedim. Onlar seni uyutacak, çünkü, her şey bir düş. Kan dolaşımı
hızlanıyordu!..
Egoist dedi. Tamam dedim ama bu sözün
anlam derinliğini kavrayacak durumda değilim. Sıcak bir orgazm yaşıyorsun,
kışkırtıcı sözlerim sizi doyumsuzluğun prangalarından kurtardı, can suyu
tersinir bir bencillik sayılmaz mı, kavramlarınız kuru bir çiçeği yeşertecek
güçten yoksun görünüyor, ama bencilliğim seni tam bir Macar yapıyor!.. Lotus
gibi mi dedi!..
Ne sen benimsin, ne de ben senin, şimdi
korkak ve sefil aşığınla yatağına uzan, bencillik yolunun sonu budur bebeğim,
kışkırtılar sonsuzluğa yaklaşmanın o bildik yöntemleridir, baştan beri...
Yokluğunda kelebek gibi sağrılarında
geziyorum, kulağın çınlıyor ve duyuyorsun biliyorum.
Sen Pygmalion’un heykelisin, ayrılıklar
yaşamımızı zehirliyor, uterustan, kardiyaya kadar, o yolları izleyin.
Yazgımıza ağla ya da gül, her ikisi de
olası Kati, çünkü kilidini açtım; Tanrıya şükür…
Sabah oluyordu!..
Gül kokusu vardı havada...
Kati, yarı karanlıkta, sonsuzluğa doğru
yol alan bir bulut gibi; yavaşça soluyordu...
III
Sanat öyle zorlu bir uğraştır ki, onu terk
edenler, geriye düşenler ve dökülenlerden arta kalandır, o bildik sanatçılar,
ötekilerin sentezi ya da bir tür posa!.. Sanat kıskançlıktır bir bakıma, kör
yazgının birbirine sürtünen mıknatısı ya da tuhaflıkla, yaratılışımızın
naturasında, iç güdümüzde yer alan, belki ilkel çağların avlanma ya da mülkiyet
tutkusunun doğuşuyla damarlarımıza sinmiş öldürücü yarışım. Resim geçmişin
versiyonlarından türeyen bir drawing diktatörlüğüdür, müzik tanrının düşüncesi
ya da belki de sesidir ama doğadan ya da geçmişten gelen uğultulardır o, yazın,
okuduklarımızın amansız türevi ve onları aşkınlıkla yerle bir etme
duygusudur... Böyle konuşulduğunda Kati, sen yaşamında nelerle karşılaştın ki
bu denli acımasızsın diyorlar. Oysa yazın bir biçemdir, anlatım gücüdür,
kendine özgü vurgu geliştirme çabasıdır, kimse demir eldivenle çıkmaz podyuma
sanatta, kimse sapkınlığın ya da paranoid şizofreninin sözcülüğüne soyunmaz.
Çünkü o sanat değildir, güdümlü roketin varacağı yer yıkımdır, sanat ustasına
göre kişneyen bir saltanat kısrağıdır belki ama o gene de çayırların ve menekşe
tarlalarının, lotus çiçeklerinin yurdundan gezegenimize doğru yol alan bir
esimdir.
Öyleyse sanat bizi kurtarabilir belki,
cennetin yoluna ancak sanatın kılavuzluğunda düşebiliriz, sanat doğrudanlık
içermiyor evet ama zamanın akışında, insanın tarihsel yolculuğunda, o bizi
ehlileştiriyor, pençelerimizin ele dönüşerek İsa’yı kucaklamamız gerektiğini
söylüyor, öğretiyor. Sevginin en kutsal yetimiz olabileceğini anlıyoruz onunla,
tanrıyı görebiliyor, onunla söyleşiye dalıyor, yüz yüze olabiliyoruz sanat
aracılığıyla, Marks’ın atası Şeyh Bedrettin’in Serez’in esnaf çarşısında, bir
bakırcı dükkanının karşısında, yapraksız bir dalda sallanan cesedini (ölüsünü
demeliyiz), kutsamamız gerektiğini anlıyoruz ondan. Giordano Bruno’nun karanlık
hücresinde geçen yıllarda, gündüzleri bile yıldızları seçebilen gözlerinin,
bizim yolculuğumuzu aydınlatan fenere dönüştüğünü öğrenip, bilebiliyoruz
onunla. Sanat saltık düşünce, saf bilinç ve tanrısal tözün özüyle
bütünleşmektir gerçekte, onun ruhani arılığı, elbette içgüdülerimizde hala kötü
emellere yol açan bir işbirliğine dönüşebilir ama bu sanatın değil, bizim
primitif iç güdülerimizin, henüz ustan geride kalan bedenin anomalilerinden
öteye geçemez. Sanat tanrının elidir. Yakup’un düşlerindeki merdiven, bakire
Meryem’in gözlerinden süzülen billur ve tanrının düşlerinden de yeşil
gezegenimizin geleceğidir…
Kati senden hiç ayrılmasam da ben, seni
kıskanırım. Çünkü kıskançlık, bizim tanrısal bir umutla süsleyip beslediğimiz,
gelecek özlemini içinde sakladığımız cevhere verdiğimiz addır. Borges, okuyun
çünkü yazdıklarınız daha önce söylenmiş olabilir diyor, düşüncelerimize fazlaca
bel bağlamadan konuşmalısınız diyor, çünkü bizler bilgi okyanusunun
partikülleriyiz, evren estetik bir çaba, bizde bir bilinç yongası ve kaosu
kozmosa çevirmeyi düşleyen o evrenin kıvrımlarında saklı, görünmeyen yalvacın
tilmizleriyiz. Bizler öğrenciyiz Kati… Senin kutsal varlığın beni büyülüyor ama
‘kör yazgım’ seni benden uzaklarda yaratmış.
Kati, ben tanrıya inanmıyorum, ama işte
belirttiğim gibi düşüncelerime fazlaca bel bağlayamam ben, bunu öğretti bana
geçmişin bilgeleri, öyleyse tanrıya inanıyorum, Heisenberg’in Belirsizlik
İlkesi’yim ben, ama bu kararsızlığım jakoben ruhları incitebilir, gene de şöyle
düşünüyorum, aslolan düşüncedir ve rüzgarın yönü nereye eserse essin,
düşünceyle karşılaşabiliyorsak biz, ‘Yaratıcıya’ yaklaşıyor ve eğitiliyoruz
demektir ve o sonsuz tözün gizine, o sonsuz barışa, insanın insan olma
yolculuğundaki arayışa, bir adım daha atmış oluyoruz demektir. Düşünce
benliğimi tutsak alıyor benim, salt düşüncenin yongasına dönüşmekten
korkuyorum, çünkü varlığımın o bildik yapısına tapıyorum ben, -alienation-
başkalaşmaya bu denli hazır değilim, hiç birimiz hazır değildir belki, biz
tanrı kavramının kulları, onunla bütünleşme ereğiyle dolu evrenin umarsız
yolcuları, evrenin gizlerine erme peşinde, ateş ve toprak, rüzgar ve yağmurda
sürüklenen bir dünyanın kutsanmış canlılarıyız, ama Kati neden hala birbirimize
düşmanız biz, utançsız canavarlarıyız mı demeliydim, neden Hiroşima
tiryakisiyiz, neden Amazon ormanlarının deccalı, Persepolis kütüphanesini yerle
bir eden, düşler kahramanı bir 'Kılıç Artığı'nın tilmizi, bir kılıç suyuyuz
biz.
Kati, gerçekte insan kendini yüceltmek,
tanrı kavramını üretebildiği için, alevle süslü bir ayrıcalık duygusu yaşamak
istiyor. Bu tanrı kavramımız gibi bir soyutlama, bilimsel bir öne sürme değil.
İnsan bir yaratık / yaratılmış sonuçta, maymundan gelmedik diyenler, ruhsal,
düşünsel anlamda soyluluk arayan bir pozitivizm duygusu içindeler ve ne yazık
ki haklılar… Prensipte, diğer canlılara göre, düşünebilen tek canlı insan, bu
yüzden diğerlerinden teoremada ayrıcalıklar üretme gereksinimi duyuyor, ama
bunu bir inak, -skolastizme-, varan bir düşünceye dönüştürmek güdüsü, onun
kurtulmak istediği uçuruma daha da düşüp, yuvarlanmasına yol açıyor. Şunu
bilmelidir ki düşünmekle cezalandırılmış olan varlık, insansı, -bu ceza ilahi
bir ayrıcalık sunar ama- herhangi bir ileri sürmeye -kesinlikle- karşı çıkma
alışkanlığından vaz geçmelidir, kesenkes doğru alışkanlığının, peşinde koşmayı
bırakmalıdır, seçenekler bulamacından açık denizlere yolculuk edebilmeyi
öğrenmelidir. Hiçbir düşüncenin diğer bir düşünceye göre kesin bir doğruluk
barındırabileceğine inanmıyorum. Çünkü o zaman hayvanlaşan insan oluyoruz Kati,
Emile Zola’nın çocukları oluyoruz. Düşünce enginliğe ve sonsuzluğa yolculuk…
Düşünceler üretmekten önce, düşünceye katlanmasını öğrenmemiz gerekiyor, bu
anlayışın aksi, ilkel çağlardan kalma bir dürtü olur, bir alışkanlık, belki de
bir bağış. Örneğin aslanlar maralı avlar, timsah balık yer, yüzyıllarca sürer
ve değişmez bu, onların bu düşünsel yaklaşımı, gerçekte bir inaktır işte...
Maymundan gelmedik düşüncesine kesince karşı çıkıp, inat etmek, timsah ve aslan
alışkanlığını sürdürmektir, bizim açımızdan. Çözüm, düşüncelere bir kesinleme
olarak karşı çıkma tutumunu bırakmaktır kanımca, evren bir estetik arayışıysa
tersinirlikte kutsal sayılmalıdır evet, din ateşin şiiriyse, bilimde buzun
şiiridir belki, ayrımlar bizi varsıllaştırıyor, doğrular sürekli değişebiliyor,
bir çiçek açsın, bin düşünce yarışsın mottosu güzele gazeldir Kati…
Maymundan gelmediğimizi düşünelim, ne
yararı olabilir ki, gerçekliğin tutsaklığına boyun eğdiğimizde, maymunun
doğaçlama yaşamına ayetler indirecek kadar vahşileşmiyor mu insan. Ne var ki
düşünüyor ve bir umudun peşinde dualarla ritüeller üretiyoruz biz, deyim yerindeyse,
teknolojik büyülerin göz hapsinde, evrenin gizlerini arıyor, yurtlar
değiştirmek istiyoruz. Tanrıya sığınmak, maymunun bile bel bağlamadığı bir
anomali değil midir, sanıyorum ki nedeni şu; Tanrı, düşünce, önyargı ve
alışkanlıklarımızın günah çıkartma kulübesidir, Delphoi!.. O tek kişilik bir
amnesty örgütüdür ve çoklu kişiliği daha zahmetli olabilirdi. Günahlarımızdan
kurtulmak için başvurduğumuz bir tözün cismani monarkı, bir teokrat ve ona
korkunç derecede gereksinimimiz var. Bir gün bir yolcu, bir softa ya da mürşit,
tanrı artık yok deseydi, bir köşede inanmayı sürdürürdüm. Din onun ticari,
sınai, sosyal, kültürel formasyonunun dünyevi bir örgütlenme alanı olarak, göz
alıcı bir ajansı, ofisidir. Uhrevi olanın dünyevileşmesidir. Endüstriyel bir
gözbağcılık ve sanatsal yanı ağır basan bir görkemin dile getirilişi de
diyebiliriz. Dünyamızın başkaca tansıklar üreten, düşünceyi eğip büken
endüstriyel ve sanatsal kesimi, dinsel ritüelleri, figürler ve illüzyonların
büyüleyiciliğini, görsel ve düşünsel anlamda, henüz aşamamıştır ve bu insanlık
tarihinin bir birikimidir, üstelik sosyal varlığını, dinsel totemlerin büyüsüne
borçlu çağlardayız henüz biz, aşabilmiş değiliz. Armstrong muskasıyla el
salladı aydan bize, bu bizim ritüelimizdir. Ne var ki bizler, olgulara
bağlanmadan ya da boyun eğmeden de tanrıya inanmak ve bir din kurgulayabilmek
için önünde engeller olan yaratıklar değiliz. Dinsel çeşitlilik bilimin uçsuz
bucaksızlığıyla yarışabilir inanın. Din bilitlerimizin skolastik varsayımlara,
sabitel dogmalara, tinsel doktrinlere dönüşmüş versiyonlarıdır. İnsan maymundan
daha önceldir evet, ama bu görecelidir ve insanın tüm bu gelişmelere karşın
maymundan daha vahşi olduğunu ileri sürebiliriz ne yazık ki. Öyleyse bir
maymunun, tanrı indinde, insandan daha yüce bir varlık olması söz konusu
olabilir mi, düşünceler, eğer tanrının vicdanı ve kutsal yargılayım adına bir
tüzesi varsa bu böyle olabilmeliydi diyor ve büyük olasılıkla da öyle olması
gerekiyor!.. Ama bir umuda bel bağlıyor insan yavruları ve düşünme yetisi,
düşünce dediğimiz en büyük güç, evreni yerinden edebilecek manivela, insanın
tekelinde, bu kurguların insan tandanslı çıkarımlar olmasına yol açıyor ve
birer kesinlemeye dönüşüyorlar. En güçlü insansılardır ve tanrının sağ elidir
o… Çünkü insanın dişil, düşünen ve üreten, tersinir bir kutbu, bir diğer uç,
bir karşıtı yok görünür evrende, başka bir uzamda, başka bir zamanda vardır ama
belki de!.. İşte insanın bütün yücelimi, ulu varlık olduğu sanısı, bu
ayrıcalığından ötürüdür ve bu töz, öne sürme bir gün çöküşe geçtiğinde
kavramlarımız yerle bir olacaktır.
İnsanın düşünceden öte, en büyük düşsel
gücü, tasımı, diğer canlılara göre bir illüzyon sayılabilecek, bir umut
taşıması, bir umuda sığınabilmesidir. Bu onu ayakta tutuyor ve bu onun, kendi
öz kıyımına yol açabilecek bir başlangıcın mihenk taşı da olabilecektir. Umut
bir güzellemedir ve cennet bir varsayımdır Kati… Umut diğer canlılara göre,
bizim için minimalist bir yaklaşım sayılabilir, küçük bir ayrım gerçekte, bir
umut taşımasaydık daha iyi olabilirdik diyebiliriz belki de!.. Çünkü umut
olanlara, katlanma, dahası kabullenme ve bir onay güdüsüdür, iyiliğin ve insan
olma uğruna düşlediğimiz yücelimin geleceğe bırakılmasıdır. Umut özkıyımın
başlangıcıdır, post modern bir vargı, bir kara yazgı olarak! Öyleyse, din
açınlı ya da diğer öne sürmelerin, tüm önerme ve düşüncelerimizin ölümüne
çatışması, içinden çıkılmazlığa sürüklenmesi denli, insanı maymunlaştıran bir
davranış biçimi yoktur diyebilmeliyiz!.. Düşünce bizim için bir cezadır
ironisi, belki de gerçektir, öyledir dememelidir ama, pratikte maymundan
gelmedik, biz ayrıcalıklıyız savı, bizi birbirimize bu kadar düşürebiliyorsa,
tanrının varlığına karşın, biz maymundan daha gerideyiz ve kötücülüz demektir.
Çünkü teknolojik dehamız, gökada dışındaki yolculuklara, evrenin sınırlarına,
başka dünyalara ulaşabilmemiz, bu tür düşünce ve içsel güdüler, kendimizden
kurtulduğumuz anlamına gelmiyor, kim ki tanrıyı, inancını, düşüncelerini
inaklaştırıyor, o maymun bile değildir, çok daha kötü bir anomalidir o... Maymun,
verili bir düzenin yaratımı, cismani bir tasımı olarak gerçekten günahsızdır,
masumdur ama insan tanrılar kurgulayarak, kurban ve sunak cehennemi, vahşi bir
uygarlığın kuramcısı, yaratanı ve yazılımcısı olarak, gerçellikte tanrıyı
yadsıyan bir canavardır, eşi ve benzeri de yoktur kozmosumuzda!.. Öyleyse,
gerçel anlamda tanrıya sığınmıyoruz, umut adını verdiğimiz bir oportünizme
-günoğulculuğa- sığınan iki yüzlü canlılarız biz. Tanrının indinde, hiç bir
ayrıcalığımız olamaz, maymun türü neyse, bizde insan türüyüz ne yazık ki,
türlerin kardeşliği... Tanrı indinde tek bir varlığız kısacası, tüm varlıklar,
sayısızca olsak bile… Görünen o ki, düşünme yetisi henüz bizi diğerlerinden
kesin bir ayrıma kavuşturabilmiş değil!..
Bir matriks gibi aşkla bağlanımın, us
sınırlarını parçalayan bir bilinç akışının, görselleriyiz biz Kati…
Aşkın denizinde dalgalanıyoruz, usun
okyanuslarında savruluyoruz ve sürgit bir liman arıyoruz…
IV
Kati, aşkın volkanik akışında, damarlara sığmayan o coşku dolu çırpınışında,
bir konudaki sancılarımı paylaşmak istiyorum. Uygarlık nedir, örneğin
gelecekteki hercinsleriyle, savaşçıl yeteneklerden yoksun
ceninlerin, Sezar'ın yazgısına bile ulaşamadan, yaşama hakkının elinden
alınması, et ve kan uygarlığının ölmezliği adına kurgulanan, genetik bir
algoritma ve bir yapay seleksiyon mudur, bu bir kesinleme değilse de, antik
geçmişteki Ispartalı’ların bedensel anomalileri uçurumlara atmasıyla, paralel
duygular üretebiliyor bu tür görüngüler ve uygarlığımız gerçekte kendisinin terminatörü,
tanrısal tebaaların sürgit birbirini sömürmesi, ablukaya alması, kanibalist
alışkanlıklarını sürdürmesi ve uygarlık modelimizin ölmezliği adına, 'cennetten
kovulmuşların' gezegeni har vurup, harman savurması mıdır, üstelik bu tümceler,
siborgsu ve mutantlaşmış bir dünyanın primitif ve kozmikomik açımlarına
dönüşmek üzereyken... Öyle büyük varyantlar var ki, insanın insan olma
kaygılarının içinde ve bu yolların karşısına çıkan düşünsel kasırgalarda, tümü
birer anafor...Yazgı, benliğe özgü düşünselliğin bitişi değil, neyi nasıl
seçeceğimizi öngörmenin bilgeliğidir ha!.. Belki de evren, bizim gerçekliğimizi
unutmamız için yaratılmış bir matrix Kati!.. Biz kendimizden, ulaşılabilir,
verili uygarlığımızdan kurtulduğumuzda, gerçek dünyaya ve bilgiye belki ulaşabiliriz.
Kati, fanusi jiyalden, boruların birbirine bağlandığı bir beyin ve bir düş
içinde yaşadığımızı ileri sürebiliriz…
Doğrum ve gerçeklikler zaman ve uzamda
öyle hızla yer değiştiriyor ki, insaneller yetişemiyor onlara… Avrupa’nın bazı
kentlerinde dolaştım, Paris, bir tür elektrik trafosunu romantizmin simgesi
olarak sunmuş, oysa o Lang’ın Metropolis’inin bize ilettiği teknolojik
trajedimizin; bir ağıtın, görsel duyurusu olmalıydı, bir tür utanç ya da yas.
Oralarda, sözde peçesiyle şizofreni bağımlısı ilan edilen doğunun kadınları
denli fütursuz giyinen bir insan görmedim, giyim özgürlük olmalıdır evet ama
ilginç olan onun –mimesinin-, ustasından daha cüretkar olması ama bu
parçalanmış duygu, onun pek çok başka konuda ilkellik içinde sırıtmasını
önleyemiyor ve yaptığı bu ambalajik ambiansın, bir animasyonu olarak, onu
gülünç kılmaktan kurtaramıyor. Hindistan, dünyanın kendisinden büyük olmakla bu
safsata rüzgarından kendini kurtarabilmek için akla karayı seçmedi mi,
uzatmayalım, kendisi olamayan hiçbir varlık mutlu sona ulaşamayacaktır, us
yoklağanlığıyla depresif algılar arasında gidip gelecektir sürgit o, tarihin
kara sayfaları hiç bitmeyecektir belki de…
Kati uygarlığımızın formülünü, daha
doğrusu gizini vermek istiyorum sana, nükleer güç, bu düşünsel antagonizmin,
barışın, modernizmin, çağdaşlık girdabının ve her tür gelişimin, adına ün
verdiğimiz üstenci toplumun aforizmasıdır işte bu nükleer güç!.. Düşün ki ondan
yoksun toplumlar, depresif, her tür sorunsalla boğuşurken, tüm kusurlarını,
ağır suçları ve günahlarını üstlenmek zorunda bırakılıyorlar uygarlığımızın.
İsveç, Norveç gibi kasaba devletlerinin, bir avuç nüfusuyla, uygarlığın Don
Kişot’luğuna soyunması ne denli doğru Kati, onlar ateş saçan cinlerin satışında
gezegenimizin en üst sıralarında birer rol model ve teröre gereksinim duyan
sınai anlayışlarıyla, barışsever görünen kabilelerin, başat konumunda yer
alıyorlar Kati… Barbar ve vahşi kapitalizmin Barabbas’ı onlar Kati. Eden’in ve
erdemin bilgeleri, iyiliğin Meryemleri, sevecenliğin Sindrella’ları onlar… Ama
ateşten oyuncaklarını dünyanın gözden ırak köşelerine, uçsuz bucaksız
kumsallarına kadar ileten Kızıl Tugaylar’ı gene onlar. Taliban’nın surelerini
kanla takdis edip, çehresini gizleyen burkalarını, sütrelerini cehennemin simgeleri
sayan gene onlar. Giyom Tel bir iyilik perisi mi Kati, yoksa ölümün yeşil
lusiferi hep o mu Kati… İnsanlık kitlesel demansın şaşaasında, gökadalara doğru
kanat çırpan bir ölüm meleği mi Kati… Yoksa bu tümden bir anomali mi ya da
Lawrence’in kanlı fistanlarıyla, saltanat süren kardeşliği mi… Yoksa, Monaco’da
fuhuş ve kumar cenneti kurmuşken dünyamız, mazide kumlara gömülen kadınların
amniyonik sıvısı adına, kurtuluşu adına, kanatlar altına alınan nisaların
laneti mi bu?.. Dünya denizinde yüzmeyi, dağlarda özgürce soluk almayı
beceremiyorum ben Kati… Doğu ama bir düşünce önderliği, ama kitlesel yığıntılar
adına, tilmizini, süreğenini, atom çağına, sibernetik çağa, ultra teknolojik
çağa sürüklenen bir dünyada, görüşlerinin reformize edilip, yenilenmesini
sağlayacak materyallere erişecek, görüşünü çağa ve moderniteye uygun yeni
söylemlerle, yeni dünyalara ve ufuklara taşıyacak savdaşlarını yetiştiremeyip
ya da o türden ideologlarla düşüncesinin pekişmesini sağlayacak enstrümanlar
olmadan, skolastik, bir inağa bürünecek biçimde görüşleri yinelenen bir figüre
dönüşmüş ve düşünsel simsarlığa yol açacak, üstenci bir kimlik sağlamaya
yarayan bir anlayışa yaslanır olmuş, kargaşalar ve kara düşüncelerin içinde
boğulmuş bir anomalidir Kati…
Günümüzde ve geçmişte düşünsel sömürüyü
yayan, uğraş edinen, üzerine yeni düşünsel formatlar, aforizmalar, mottolar,
çağa ayak uyduracak düzeyde, düşünsel öngörüler eklemeden, yeni doğan güneşe
uyarlamadan, topluma bir küspe gibi sürgit önüne koyup, gölgede uykuya dalanların
yurtluğudur doğu Kati... Marksizm sürekli yeni jakobenleri aracılığıyla
geliştirilmiştir, bütün ideolojiler, düşünce öbekleri, kapsantısına paralel
olarak, çağa uygun yeni söylemler gerektirmiyor mu, aydınlarımızın, bilge
yurtseverlerimizin gereksinir olan anlaksal dönüşümü, tez olarak üretecek,
görkemli düşünsel yapıları, geleceğe taşıyacak versiyonlarını ya da zamanın
gerisine düşme olasılığı olan ileri sürmelerini değiştirip, geliştirecek, çağa
uyarlayacak bir çığırtkanımız, aşığımız ya da şövalyemiz ya da bilgemiz,
zamanlar boyunca neden yok bizim Kati…
Toplumlar günümüzde alabildiğine
sömürülüyor ve alfabetik afra tafralarla gezegenimiz bir çıkışa kavuşamaz Kati,
örneğin Jöntürkizm uzun zamandır bizim ayak bağımızdır, Marksizm ve Leninizm
her şeye karşın bugünkü Rusya'nın temellerini atmıştır. Jöntürkizmle bir
anlamda çağdaş bu görüşler, Rus İmparatorluğu, Osmanlının çağdaşıydı, tıpkı
onun gibi yerle bir oldu, Rus Cumhuriyeti'ne dönüştü, peki ne oldu da o Sputnik
Cumhuriyeti'ne evrilirken, biz tekerleksiz kağnıya bile ulaşamadan, bir adım
bile ileri gidemeden, bir pespayeliğe dönüştük, düşünmesini bilenler bu hatayı
nerede bulacağını biliyor, biz savaştan çıktık ha, bakın Rusya’yı, Hitler
yıkıntılar arasında ilahiye çevirdi. Sizin damarlarınıza bir şey zerk edilmiş,
aşılanmıştır belki!.. Doğrulma olasılığı da yok gibi, umuda sarılmak her
zamanki gibi umutların en iyisi!.. Biz köpeğinin adı fox olan bir kopya veya
mutant cumhuriyetiyiz dememiz gerekirdi, susuz çölde bloody mary içmek illüzyonu
bu… Sonuç şu Kati, geri kalmış ülkelerin aydınları toplumdan geridedir,
gelişmiş ülkelerde bunun tam tersini gözlemleyebiliriz, orada aydın ileri
düzeydeyken, sırf bundan ötürüdür ki, kitleler bilisiz olma hakkını
kullanabilir, çünkü onun aydınlanma görevini üstlenen öyle Don Kişot ve
şövalyeleri, öyle kanaviçeleri vardır ki, gerçekte bilgiyle ilgilenme zorumu
ortadan kalkıyordur. Onlar pek sağlam ve kuşkuya yer bırakmayacak denli
güvenilir ve donanım varsılı bir bilit erleridirler ve aydını geri kalmış bir
toplumun çağdaş düzeyi yakalama olasılığı da yoktur, toplum ileridir belki ama
çobanları, belleksel anomali içinde bir tür meta ya da bilim kurgu versiyonu
bir eşyamsıdır ve bir tür anomalidirler ne yazık ki!.. Konunun özütü şu,
yadsımacılar olmasaydı Tanrı varlığını sürdüremezdi Kati, onun tanrısına
tapınan inançlılara değil onu sürekli bir tartışma, çatışma konusu yapan
yadsımacılara gereksinimi vardır. İnanç yadsımacılar sayesinde değer bulan bir
nendir. Onlar tanrının hükmü sürsün diye kendilerini feda edenlerdir. Herkes
aynı şeyi düşünseydi hiçbir nenin varlığından söz edemezdik. Tanrı kavramı da
yok olur, hatta olamazdı, doğruyu tekeline almak isteyenler gerçek yadsımacılar
ve düzenbazlardır, varlık, inanç, düşünce insanın özüyle sınırlıdır, zorumla
empoze edilen her şey insani bir dayatma ve dünyevi bir despotizmden öteye
geçemez, neyin doğru olduğu gerçekte tam olarak bilinemez ve öngörülemez ama
gelişme tüm bunların sentezi ve vardığı dolayımın yaygınlığıyla kendini
gösterebilir. Bu nedenle, düşüncelerimizi dile getirmek, getirebilmek tanrının
da ötesinde, kutsal bir edim, bir var oluş sorunsalına kökten çözüm bulan, bir
anatomik yapı olduğu kolaylıkla ileri sürülebilir. Martin Luther’in orta
çağında kilise cennetten toprak satıyordu soydaşlarına, Luther bu sömürüyü
durdurabilmek aydınlanmayı başlatabilmek için kiliseyi dava etti ve yargıca
dedi ki, neden cehennemi satmıyorlar, yargıç cehennemi kim alır ki deyince,
Luther ben alırım dedi ve cehennemin ederini sordu. Sonunda onu satın aldı ve
sokağa çıkınca haykırdı, cehennemi satın aldım, hiçbirinizi oraya almayacağım
dedi ve insanlar, cehennem korkusundan kurtulunca, aydınlanmanın fitilini
ateşlediler ve dünya belki de bu yüzden bugünlere gelebildi ve söyleyeceğim son
söz şu, ‘Cuius memoria non extat’, ‘Hiçbir anısı kalmamış olan’, belki bir gün
aşkımızın da anısı kalmayacaktır Kati ve ben yurdumun aşkıyla yatıp kalkmak
istiyorum ama o hiçbir kimseyi, hiçbir zaman kucaklamadı, hiçbir zaman ayrıksı
düşüncelere, eleştiriye alışamadı…
Ben gezegenimizde, tanrıdan değil,
sevgiden, aşktan yanayım Kati…
V
Manitu!.. İkinci el utançtan koru beni.
Mermerlerin üşüdüğünü gördüm. Kati’mi bana bağışla… Dinler benim için bir peri
masalı, bir ritüeldir Kati, yazmak tutkusunun çıldırtıcı esini ve ilahi
mesellerin doyurucu besini, oralardan gelir insana, korona, taç öyküsü, küresel
bir mitolojidir ve inancın kardinalleri de, geçmişin Yecüc Mecücleri’dir… Seni
yalnızca izleyerek kendimden geçebilirim, giysilerinle büyüleyen endamın, öyle
kışkırtıcı ki, estetiğin risalesi ve umarsız düşlerimin, göz alıcı tabletisin.
Sen Afrodit’sin. Güzelliğini sürekli kanıtlama duygum beni incitecek, bana
inanmalısın. Birbirini sevenlerin, aşkla arzu edenlerin, iki defne dalı gibi
birbirine karışması gerekir. Sanalitenin karanlığında bir gölge, bir hayalet
gibi olduğunuzu ve aşığınızın kendini, bir kobay gibi duyumsadığını düşleyiniz.
O kendini aşkın kızıl denizinde, bir krater ağzı, alev almış bir volkan gibi
duyumsuyor. Seni seviyorum. Senin için eriyorum, yeterli değil, ama sözcükleri
durmaksızın taramak, incitici olurdu, anlaşılmaz bir yanı yok bunun, bil ki
senin adına, insani bir yanı yok kuşkunun…
Sokakta yürürsem izlenmeyi seviyorum,
umarım bunu bir günah olarak görmezsiniz diyorsun, bir antik çağ söylencesi bu,
ama tanrılara inanmıyorum ben, günaha inanmıyorum, Kati'yi hak ediyorsam onu
yurdumda istiyorum. Bir Samson öyküsü müdür bu ve vaftizci Yahya’nın bir miti
ya da bir Grek hipotezi ve Salome ile Dalila’nın amansız ruh ikizliği… Ben bir
inançsızım dedim Kati ve o beni istemedi ve ayrıldım. Yineleyebilirim din benim
için bir ritüel!. Kümesimde sayısız İsa besliyorum ama ben bir müslimim. Tüm
dinler bir peri masalı gibi geliyor bana, katedralleri ve kiliseleri tavaf
etmeyi seviyorum ve ben kolaylıkla bir İsevi’ye dönebilirim. Çünkü ben bir
Muhammedi, azgın bir Museviyim. Baltazar’ın olağanüstü öyküleri ve alçaklığın
evrensel tarihinin, bir yalvacın ağzından masallar bunlar…
Sen bir insanı köleleştirmek, tutsak almak
istiyorsun. Agrippina, Messelina, Kösem veya Hürrem olmak istiyorsun. Sen
düşlerin Felliniyen bir Giuliettası olmak istiyorsun. Ama yönteminiz eril
dünyalar için o denli inandırıcı değil. Sen tanrının aradığı bir femme fatale,
bir primadonna, çılgın bir dolce vita, kutsanmış bir tarantulasın. Sen, bilgi
çağının karanlık bir rahibesi…
Kati yaptıklarımızın tehlikeli bir oyun
olduğunu anlamalısın. O senin için, dirimcil ve tutkuludur, doğal sanık Marki
de Sade’a bile özenebilir. O sarı suyunu içiyor, gaitanı yiyor Kati. Kölen her
gece seni istiyor. Müstehcen gecelerin unutulmuş, dili tutulmuş heceleriyle
seni özlüyor. Ondan kurtulmalısın, çünkü o seni değil, kızıl tenini gözlüyor.
Kati ruhum özgür olsun istiyorsan, ilahi bedenine tapınmam gerekiyor, mübarek
uyluğuna dokunmam gerekiyor. Aksi halde aşığın senden kaçıp kurtulabilir. Bu
bağımlılık ve tutku değil, priapizm, koprofil ve narsistik nemfomaniyle
karışmış bir kokteylde değil, bu bir sanrı, bir kabus Kati... Bir süblimal
doyum, sanal bir tören, düşsel bir resmi geçit, kanlı fistanınla vahşet dolu
bir tasım bu!.. Gülünç ve sayrılıkla pekişmiş, fetişist bir kaygı bu!..
Biliyorsun hiçbir tarihte, bu kadar açık radyo konuşamaz, bu psişik ve
özgürleştirici bir panorama, dehşet dolu bir manzara…
Beni silersen gri camdan hiç bir zaman
elem duymam, üzülmem, sana olan aşkımı kanıtladım, deveyi hendekten atlattım
ben, şifadır diye idrarını içmek için, bütün gün uterusun ağzında
bekleyebilirim, çayırlarında otlayabilirim ve tümülüslerine göğsümü yaslayarak,
dilimle yıldızları sayabilirim. Ene ente, ente ene Kati…
Gel ve gör Elem Klimov. Sevişmek için
günlerce soyunabilirim. ‘Sürekli sekse ilişkin düşünmekteyim’ ve bu sürgit
belleğimin alışkanlığıdır. Seninle her pozda seks yaptım ve harika bir işbirliğiydi
demelisin.
Ben tutucu bir deliyim, daha ne
diyebilirim ama senden çekiniyorum, ürküyorum, eğer bloke edersen kızıl pıhtıyı
seve seve içebilirim. Sana bir Zadig gibi alışkınım Kati ve tuhaf bir duyumsama
ama sana kızgınım. Uyumsuzum, böyle giderse seni unutabilirim, deli gibi
tutkuluyum. Bir araya gelemeyeceğimizi düşündüğümde seni recm edebilirim.
Bilirsin, etçil bir bitkiyim. Sarmaşık. Aşaka!.. Ben Shangry’deyim.
Tinsellikle, yapay doyuma da geçebilirim ama bu sinirlerimi harap ediyor, bünyeme
hasarlar veriyor, ben kronik derecede saldırgan bir melankoliyim.
Bununla kendimi övdüğümde, tüm vücudum
ağrıyor, varlığım akut bir entübe, acıyı dindiremiyorum, durduramıyorum, ancak
face to face sevişmek bedeni esnetmek ve sakinleştirmek olmalı, bu duruma
katlanamamak, ülseri çağırıcı, nöron bozucu bir safsataya dönüşüyor
Kati….
Bilgiye inanmadığını söyleme bana, ikimiz
de evrende yitmiştik o gün, bu yüzden bedenlerimiz inlemeli, uzayda göktaşından
bir tarlaya iner uydu gibi sürtünmelidir. Seni günlerce onarmak, motorla
duvarlarını delmek istiyorum, akan çatından inerek, Louvre’dan la Jakond’u
çalmak istiyorum.
Bana ne kadar bitkin olduğunu söyleme.
Doyumsuzca ölmek, arzu ile sürünmekten iyidir, deliren aşık tüm varlığını yok
edebilir, çünkü gene doğurabilir, birlikte uyuyamadığımızda umudunu kesmelisin
Kati ve şimdi ne yapmalıyız, senin için olduğu kadar, ikimiz içinde kötü bu,
sevgili Magyar Sisi!..
Bunları söyleyebilmem için deli olmam
gerekiyor. ‘Çünkü birbirimizi dilemekten mutluluk duyuyoruz:’
Kati kollarım ve bacaklarım şu anda
ağrıyor. Çünkü sizi taburcu ettiğim anda vücudum elektrik yayıyor, içinden
geçerken, yanıyor, sızlıyor. Yüz yüze olsaydık, inan bunlar olamazdı, tenime
sise benzer tatlı bir uyuşukluk dağılırdı. Bedenim çöküyor, çünkü gerçekte o
sen değilsin, parçalara ayrıldık işte, siborg bile değilsin.
Ne istersen söyleyebilirsin, 'ama
seni istediğime sevindim.' biliyorum. Senden ayrılmak istemiyorum ve sen bir
imparatoriçesin. Seninle başa çıkamıyorum. Dominant bir panter, baskın bir
kraliçesin. Her şeye sen karar verebilirsin. Eğer elveda dersen, gözyaşı
dökmem. Senin ışığında kendimi kanıtlayamadıysam, neden hala gerginim? Bu
şiddetle sevdiğim anlamına mı gelir... Ben senin buyruk erinim. Ellerime güven
ve bilinç taşıyan iskeletime nazik davran. Sana gerekli.
Bunu bildiğin iyi oldu, ama senin yöntemin
benim için ölümcül, vücudum an be an tükeniyor, ortadan yok olmamı istemiyorsan
bu yöntemi bırakmalısın. Yakınmalarım psikosomatik değil. Her seferinde
vulvanın duvarlarında son soluğumu vermem çok kötücül, sanki vücudum çürüyor,
pelte gibi dökülüyor. Seni duyumsayamaz oldum. Seviyorsanız, sevgiyle iç içe
yaşamalısınız. Bu gerçekleşene kadar tükeneceğim, belki üzüleceksin ama
haklıyım, gözyaşlarımı satın almayacaksın sanırım, çünkü onu istiyorsun.
Resimde gördüğün bu kadın seni çok seviyor
ha ... Ben senin mutlu olmanı istiyorum... Senin için çıldırıyorum, o kadına
aşığım ama belli etmiyorum, aniden ortalıkta zeybek olmaktan utanıyorum. Kim bu
diye kategorize olmak istemiyorum, adlandırılmak istemiyorum, bunu ikimizin de
bilmesi gerekiyor. Yaşam sevecen ve acımasızdır, seni yitirmek
istemiyorum.
Mutlu olmamı istiyorsan ortamızda
olmalısın. Vulvanın yaşadığım kulübe olmasını istemelisin, deli yeminin tadına
bakmama izin vermelisin, incirlerinin tadı nasıl bilmeliyim, ısırmalıyım ve
pipomuzu içip vulgatamı okumalısın. Altın borularını gözden geçirmeliyim,
göz alan, kırmızı renklerini yemeliyim ve çıldırtan kumruların kafesime
doluşmalı, kaybetmek istemem demek, kazanmalıyım demektir. Vücudum ufkun görüş
alanında çürümemeli. Sana inanmak istiyorum. Zamanımızda ilişkiler kolaylıkla
tükeniyor. Mutant kardeşliği çağlarındayız. Senden çekiniyorum, korku üretiyorum,
benim olduğuma inanmak için güvenmek istiyorum, seninle paralel zamanlarımız
olsun istiyorum. Çağ çatışkılar üretiyor. Zor. Ece, aşk birbirine dolanık, iç
içe iki kaşık diyor.
İmparatoriçe olduğun için kolayca
ayrılıyorsun. Sen benim Pirus’umsun. Seni çok özlüyorum. Gönülden aşığınım. Ne
yaparsan yap, ikimize nazik davran. Bu atalet beni deli ediyor. Sen benim her
şeyimsin... Bunu bildiğim iyi oldu. Korkunç deneyimlisin, aşkın fason
hayaletlerini seçebiliyorsun, tuhaf bir kadınsın, ah şatolardan günümüze
kalmış, dişi kara koyun. Kışkırtıcı bir sakinleştirici. Ben sana aşığım. Senin
delin de olabilirim ama senin yöntemin benim için ölümcül, vücudum eriyor.
Yineliyorum, ‘Canım Ankebut’um, loş ışığında yitip gitmemi istemiyorsan, bu
yöntemi bırakmalıyız. Ruhumun elektriği, bedenime ağıyor ve giderek çürüyorum.
Kadavraya dönüyorum.
İşte acımasızsınız, bayan Pavlov...
Duyumsuyor ve soylu bedeniniz içinde, dünyayı seviyorsanız, kurbanınızla eşit
koşullarda yaşamalısınız. Bu gerçekleşmedikçe yok olabilirim, belki
kederleneceksin, belki beni anımsatan eşyaları yakarken, özlem dolu bedenini
günahın Kabe’si diye, ateşin içine sürükleyeceksin ve o gün yanıma geleceksin,
sen gözyaşlarımın elçisisin.
Kati, paylaştığın bu kadın beni çok
seviyor ha... Yarındayız işte!.. Senin mutlu olmanı istiyorum. Senin için
çıldırıyorum, evet frolayn, ama bilinsin istemiyorum, aniden orada görünmekten
utanıyorum. Kim bu jonglör olarak adlandırılmak istemem. Canlılar sessiz ama
acımasızdır. Sensiz yaşamak istemiyorum... Mutlu olmam için kollarımda
olmalısın. Çayırlarında gönül gezdirmeme izin vermelisin. Pipomu içmelisin.
Ağzının rafinerisine de inmeliyim. Güvercinlerin benim olmalı, bağrımda
tünemeli, açlıklarını ağzımdan gidermeli, bedenin sonsuza dek görüş alanıma girmeli,
hangisini seçiyorsun Kati… Sana inanmak istiyorum.
Biz bir yinelemeye dönüştük, ne çabuk
Kati...
Zamanımızda ilişkiler boşlukta yiter.
Korkuyorum inan ki, benim olduğuma inanmam için atomlarımız temas etmeli,
inanmak zor. Arzular bedenimize dolmalıdır. Aşk, tek kap kacak ve birbirinde
erimiş bir çift kaşık olmalıdır.
Sen düştün demek, belinde sargılar var,
anlat, avluda küçük bir göl var 've ondan bir mazı vuruldu' kesmeye çalıştım ve
içine düştüm, bir taş gördüm ve büyük bir taşın üstüne düştüm. Kati yataktan
konuşabilir. Aşkım için çok üzgünüm. Öyle konuşma. Seni incitmek istemiyorum.
Konuşmalıyız, ama ağrıların olabilir canım. Omzum ve sol yanım çok ağrıyor.
Kalbin ağrıyor mu Kati. Aşkım. Çok dikkatli ol. Seni seviyorum canım. Geçmişi
özlemeyi bırak. O bandajları öptüm. Belini öptüm, iyileşirsin şimdi biricik
aşkım. Kızın buradaydı, onun bir fizyoterapist olduğunu biliyorsun ve epeyce
yardımı olabilir... Şimdi kendime daha çok ilgi gösteriyorum. Kalbim seninle,
umarım yakında iyileşirim. Tatlım, kızmazsanız şimdi uyuyacağım. Evet
uzanmalısın, kendimden utanıyorum, uzan ve böyle konuş, istersen uyu sevgilim,
özür dilemeliyim. Kendini iyi görmelisin. Üzgünüm. Aşkımdan utanır gibiyim,
seni sevdiğimi biliyorsun. Şimdi odama gidiyorum 'yatağa git' ve seni birazdan
ararım. Uyu canım. Seni sevdiğimi bildiğini biliyorum. Seni seviyorum,
görüşeceğiz aşkım, tüm vücudunu öpmek işte, sana şifa vereceğim aşkım. Kati,
benim yaşamım.
Bugün o kadar dirisin ki Kati, şiir
gibisin. Ben de uyuyayım. Sana hiçbir şey söyleyemem sevgilim, yalnızca mutlu
ol. Aşk çok zorlu bir şey, sen gidince sanki bir daha görüşemeyecekmişiz gibi
bir duygu doluyor içime... Korku değil bu, zamanın ve ölümün amansız
baskıları... Aşkımı yaşayamamak belki, tek beden olamayışımızın iç güdüsüyle
savruluyorum bu sanrıya… İyi geceler. Kati, sen yaşamıma giren mavi meleksin,
erişilmez bir tin ve melankolik bir şarkısın. Şurada yalnızım ve yalnızca
gölgelerin bana eşlik etmesi üzünç yayıyor. Öpüyorum gölgeni. Kati, güçlü bir
kişiliksin, senin gibi bir Samiriyeli’ye aşık olmak her klanın arzulayacağı bir
tutku olmalıdır ve bir yazgıdır bu...
İyi geceler Kati, tan ağarıyor her günkü
gibi, ne çok tan ağartısı görürsek, o denli uzun yaşarmışız, ama bir gün o
aritmetik kendini yadsır ve teoremayı alt üst ederek, annemizin yuvağından
doğru çıkar ve de tanrının yuvağına kucak açarız. Vedalaşırken öpersem,
birbirimizi gerçekten seviyoruzdur. İnanmayı seviyoruzdur. Bir ozanımız bak
neler söylemiş, sanki bugün, sanki ikimiz için...
‘Sarılıp yatmak mümkün değil bende senden
kalan hayâle.
Halbuki sen orda, şehrimde gerçekten
varsın etinle kemiğinle
ve balından mahrum edildiğim kırmızı ağzın, kocaman gözlerin gerçekten var ve âsi bir su gibi teslim oluşun ve beyazlığın ki dokunamıyorum bile...’
Evren bir soyutlamadır belki...
Hoşçakal öpücükle!..
***
CİHAT BURAK
Nekrofilizm elit bir varsayımdır, tarih boyunca ölülere tapmadık mı dedi Voyvoda Vladimir. Romen Prens. Fantastik düşlerimiz geleceğin gerçeği sayılabilecek derecede primitif şeylerdir, resimlerimiz sınırlı, ne düşünebileceğimizi sezebiliyorsak, anlak içini aşamamış ilkel canlılarız biz, kalbur elek varyetesiyiz ne yazık ki.
Anlayamayacağımız, düşünemeyeceğimiz şey ne, sınırlarımız var mı, ötesinde ne var, ne olabilir, onu merak ediyorum. Merakını yenemeyeceksin ama, merakına yenileceksin.
Homohome çağındayız, gelecekte evlerden çıkmadan yaşayacağız. Solon atıldı bu monologçu kesilenlere, yanlışın üzerinde yükselen doğrular felakete, doğrunun üzerinde yükselen yanlışlar deneyime yol açar. Hiç beğenmedim dedi Çiçero, çaçaron diye bağırdı Katerina ona, ne doyumsuz kadın, her lafı bir isteri.
Nina dedi Horkheimer, düşünsel olarak Yunan mitolojisinden esinlenmiş olabilirsin, ama bilinçaltında, Aztek, Maya figürleri, renkleri, drakula, frankenstein, halloween gibi fantastik imgeler, modern dünya, çok uzaklarda da Kandinsky tanrısının etkileri var senin ruh pınarında, ama sonuçta postmodern bir Aztek, Maya, Montezuma üçgeninde uçan uzaysı bir böceksin, bir normatif tele'ktüel, kırmızı değirmenin ardında rüzgarla birlikte koşan Toulouse gibisin. Başka bir şey bilmiyor musunuz siz dedi Mahatma, Nehru da kes sesini Budik demez mi, Hindiyim ben dedi gülerek, yüzü kızardı ötekinin.
Tanrının tüm bilgileri matematik, vücudumuz simetrik ama iç organlarımızın yeri ve biçimi asimetrik, İbrahim'in Kabesi ve Clara İmmerwahr ne dedi bakın; In our age, everything is transformed into an art, can become a poet Cavafy's poetry, now see how the calls from centuries ago; "Now my body and my face aging / terrible dagger wounds - / is unbearable. / I'm coming, O Poetry Art, / ointments or less understands, / with dreams, / words deluxe bilen. / Scary a dagger wound. / Bring ointments, O Poetry art and / or at least relieve the pains for a while.'' Our eyes are our arts and crafts. Hugging each other, the only way we can understand. What's left, leaving the road to combine... Lo our hands, we multiply by sharing, filled with longing of our humanity that unique 'Otopia this! .. One day, surpassing the seven colors of the sun, to infinity and will run our hands, we will see that the wings of peace ...
Bilmediğin şeyi neden koyuyorsun diye çıkıştı Deli İbrahim, sen dedim, saraya sızan başı bozukların üzerine bir leğen kül dökerek savuşturan adam değil misin, kasıklarını tuttu gülerken, altın serperim balıklara ilgi çekmek için, işe yaramamış belli ki dedi.
Kızgın kızgın baktı Beşir Fuat, komünist partisi dedi, tunceli'nin ovacık ilçesinde ilk belediye başkanlığını kazandı. Basit gibi görünen bu olay geçmişe bakıldığında demokrasi açısından tarihi bir olay, gelecekte tarih bu seçimler için notu düşecektir, demokrasi açısından, gelecekte tarih ikibinondört için yalnızca bu olayı yazacaktır.
Bunlar uzamsız, plaj aydını, hani kapağında elinde büyüteç, fötrlü dedektif kitapçıkları olur ya, solunda mayolu bir kadın olur, okurken çiklet çiğnemek zorundasın diye satıcısı uyarır, işte bu zort ismayıllar (Tatavlalı bir kahramandır, 'Bir Köpeğin Anıları'nda benzeri vardır), böyle bir aydın zigguratı geçinirler, frenk sumağıdır çoğu, Türkçeyi nanni lehçesiyle evirip, çevirme alışkanlıkları vardır, herkesi kandırabilen botoks çavuşudur tümü, semirebilir ki türün öbür bireyi, göz rengi günün her saatine göre değişir, alacalı derler tebaa dilinde, hezimete bile kuyruk sallayarak alay eden yurtsuz veterandır genelde, holding buldoğu yazar kuyrukçuları, niteliksiz üniversiteden yakınarak, boş Spandau açtılar diye espri yaparlar.
Politeknik üniversite, Amerikan sar'mayesiyle kurulmuş, devir'imci meczup yetiştiren bir Truva ahırıdır demez mi, Pamela, yok palmiyeli Hilton'a sığınıp da, direnişçi ünvanı alan tek nöron bu yarı sömürgede bulunur, mühendisleri sezaryen operasyonu, akdelik teorisyeni, radyatöre sızma pratisyeni k(y)urtsever, cengaver bölüğüdür, teknik üniversiteler Kont Kavur malı arabayla, halkalı köle, karınca ezmek için piyasaya çıkan ketenpere olsun diye mi yapıldı hey fasonist fareler diye bağırınca Sadrazam Sadi, Engels sarardı.
Doğunun ezeli bir sorunu vardır, hiç bir şeyi derinliğine konuşamazsınız, birden kavgaya dönüşür sofra, toz duman arasında cinler periler bile kaçışır. İşte gözlerini silerek bir bozlak hıçkırdı Safiye Ayla, bizi anlıyordu ve gerçekten göz yaşı döküyordu biri.
Doğa ile mekanik yan yana, çağımızın ağıtı bu. Belki avare dolaştı, belki suya düştü, belki devrilen bir minarenin altında kaldı, geceyi aydınlatan gözlerin, mercan ağızlı, güzel bir yazı, ama sanat bilinç dışı değildir, Bokassa, Afrika sanatı ve geçmişin birikimleriyle kübist resmi yaratmış, başka sanatçılarda peyda olmuştur onunla birlikte, ayrıca tüm yaratılar benzeş zamanda ortaya çıkar.
Edison'un buluşu için daha önce bir kadın bulgun patent almış ama Edison'un başvurusu zaman içinde kabul görmüştür diye çıkışınca Randolph Hearst, ortalığı sakinleştirmek için, Duncan sen Citizen'deki ahlaksız değil misin diye bağırdı, Marks'ın gözünün içine baktık, sizler farklı mısınız diye, Bokassa'yı kimle karıştırdınız gene dedi, gerçek sürekli bir yanılsamayla süslenerek komedyaya dönüşür sizde...
Einstein tansık diye bir şey yoktur, yüzde yüz çalışma dedi konuyu toplamaya çalışarak, ona baktık, sanat bilinmeyen değil bilinenin enstelasyonudur kısacası, sanatın hurafelere yer vermeyişi bundandır, ama gözbağcılık ve tansıka bel bağlayan içgüdü, dinde veya mistik felsefelerde yer bulabilir, çünkü amaç toplumu bir biçimde sömürme veya iyi ya da kötü amaçlı etkileme, kullanmadır, sanat kullanmaz, kendisinin kullanılmasını ister, karmaşık oldu dedi Salome, Nietzsche sarıldı ona, ruhları sakinleştiren müzik, işte bu romans dedi. Üzüntüyle kesinlemelerden uzak durun dedi Spartaküs, haklılar da yenilir.
'Hypatia kadının yaşamda var oluşuna katlanamayan pederşahi dünyanın bir cinnetidir ve bunun izleri hala sürüp gitmektedir. Hypatia için şairler şiirler düşürmüş, oyunlar ve romanlar yazılmış, çağımızda yaşamı sinemaya konu olup, efsane sürüp gitmiştir. Vahşi dünya ve kapitalizmin egemen olduğu yaşamda, öldürülen ve ölen her kahramanı, cellatları kutsamaktan kaçınmaz ve onun bir ikona dönüşmesine büyük bir ustalık ve alışkanlıkla uyum gösterir. Çağımızda her tür Hypatia yok edilirken, kitleler onların izin verdiği ölçüde çığlıklarla, ezgilerle, alaylarla yuğlar düzenler, yeni Hypatiaların doğuşuna ve kurban edilişine de aynı tepkileri vererek ve sanki acımasız bir işbirliği sürüp gidiyormuşçasına ve her doğan gün eski bir başlangıçmış gibi, yinelemeler ve yaşam sürüp gider.''
Kim söyledi bunu dedi Rahibe Therese, gözyaşlarından konuşamıyordu Rabia Hatun, performans ve otosanat, nefret edenle, aşık olan tanrı indinde birmiş, ikimizde aynı amaçla hareket ediyor ama farklı açılardan yaklaşıyoruzdur... Sanki tanrı söyledi ama kimin dilinden bir türlü anlayamadık.
Bir belgeselde dedi Burgess, 'Company'lerin erkleri nasıl yönlendirip baskı altına aldığı anlatılıyordu. Politika orta ve alt sınıflara bırakılmış, rutin bir deneyim, bir alışkanlık. Soylulardan ancak kral olur. O ise varoşlardan gelme bir Harlem delikanlısı ve salt sözcü. Toplumlar bir ölünün peşinden yıllarca gidebiliyor ama sessiz ve görünmeyen ölümleri, kurgulanmış öldürümü, tasarlanmış, yavaşça, uysallıkla sürüp giden soykırımları görmezden geliyor. Ezgilerle, naralarla, alaylarla yaşayıp gidiyoruz (bu senin klişen mi dedim arada ama duymadı), hiç bir şey değişmeden. Son güne dek'. Benim görüşüm bu dedi. Bir de zaman içinde her şey olağanüstülüğünü yitirir diye ekledi Robespiyer. Giyotin kör bıçaktır.
Numan lalesi mi gelincik, yüzü miğferinin altında görünmeyen amazon, altın örme zırhlı, ah evet sık sevişmek gerek dedi Freud, açık toplum asıl sorun dedi Popper, rekabete bak diye eliyle sertçe dokundu Fromm, birbirinize kompliman yapmak zorunda mısınız, seçimlerde üç oy almış birini, pozitif ol diye uyardılar, of uyurum daha iyi diye güldü Hammurabi, bana doğru gelin biraz, niteliksiz söyleşiye son verin diye çıkıştı moderatör, ara veririm diye çıkıştı, aldığım reklam kirli çıkınızı bile temizler, Sarikun mağarası, Necd çiçekleri ve Yemen şimşekleri adına başlıyorum işte...
Başladı Eba Müslim El Horasani, aldı sözü, Gerçek; Ustan bağımsız olabilen kavramsallık, yerleşik kurgu. Kendi dışındaki olguları anlak dışı (yalan) sayabilen ortak kabullenim, somuta indirgenmiş soyutlama. Din ise, Arap-Sami ırkının bir uydurmasıdır. Dini savunmak hegemonizmi savunmak, yüz milyonların sönümüne neden olmaktır. Din usta bilimsel bilgi ile bulunan erinç, dinlenme ve dinginliktir. Dinlenmede olan bir insanında başkasına zararı olamaz (dinlenmenin doğasında düşüncenin dışında olma dürtüsü vardır gerçekte). Din madalyonun ön yüzü, arka yüzü ise çandır Sami ırkının dünya egemenliğine bir araç olmasıdır. Görüşünüz gerçeği tanımlıyor mu dedi Mao Zedung, Gerçek; Ustan bağımsız olabilen kavramsallık, yerleşik kurgu, ortak kabullenim. Kendi dışındaki olguları anlak dışı (yalan, karşıt gerçek) sayabilen ortak kabullenim, somuta indirgenmiş soyutlama. Gerçek binbir surattır. İyide aynı şeyler değil mi bunlar diye çıkıştı Troçki...
Off dedi Chomsky, konu çok basit, dünya düz dendiğinde bin yıllık gerçeğimiz budur, biri çıkar ve yuvarlak der, ama yalan söylüyordur, çünkü hepimiz düz olduğuna inanmışızdır. Gerçek ve yalan soyuttur, onu demek istemiyorum. Dünya yuvarlak da değildir. Yerel bakınca düz, tepeden bakınca yuvarlak, çok uzaktansa amorfsu, dağınık bir noktadır gerçekte. Dünya diye bir şey yoktur. O sıra şarkı söyleyen bir çingene korosu geçiyordu sokaktan ve komik şarkılarının duyulur dizesi, dünya eski bir yalan diye sürüp gidiyordu.
Yalanla gerçeğin savaşında dedi Paz, yalan gerçekten kazandığında tüm kirlerimizden arınacağız. Yalan kutsaldır, gerçekse bencil. Bu bardaktır dediğimizde, salt bir eşya ve kendisiyle sınırlı bir dünya ile karşı karşıyayızdır, ama bu bardak değil diye ısrar edip, kutsal yalana doğru yol aldığımızda, önümüzde sonsuz bir açılım vardır ve bardak kendisinin bile düşleyemeyeceği bir başkalaşımın kollarında hiç bitmeyecek, evrenler, kavramlar dışı bir yolculuğa çıkar.
Dünya yalanla dünya olmaktan çıkar ve çağlar değişerek ilerler. O bilisiz, O nerede dedi öbürü, öteki hemen bırak şu şarlo'tanı dedi, Aldatmak ise -anlayan için- gerçekle olasıdır, anlaşabilmek hiç bir zaman olası değildir dedimse de, gerçeklik piyonları sürmektir, sakın şahlar tepinsin, piyonlar ezilsin diye demeyin, sonu gelmez bir viyadüğün yolcularıyız, anlaştık dedim.
Sıcak su soğuk sudan daha hızla donar diye bir motto attı ortaya Campanella, ne bayat konu ama, çünkü zıtlar birbirini çeker kuralı uyarınca, donma noktasına daha yakın olan soğuk su, donma noktasına çok daha zıt olan sıcak suya göre daha geç donacaktır, çünkü benzer olanlar, zıt olanlara göre -karıştığında- renklerini daha uzun süre korurlar. Karakalla ne anlar bundan dedi Mobius.
Bilinç doğaya aykırı ve bir başkaldırıysa eğer, nasıl tanrı her şeye kadir veya vardır diyebiliriz. Gerçek renksiz ve kısır, yalan kutsal ve de düşseldir. Gerçekte bu tuzdur dediğimizde her şey biter, bir tuzla karşı karşıyayız ve bu hiç bir açın yaratmayan sınırlı bir kavramdır artık, ama bu tuz değil dediğimizde, peki ama ne sorusu hemen göz önüne gelecek ve sınırsız bir okyanus ve düşler evreni önümüze serilecektir artık, gerçeğin bizi bağlayıcı bir işlevi vardır, yalan ise düşlerin ve geleceğin adına bize bir sonsuzluk bağışladığı için gerçekten kutsaldır artık, temel sorun düşüncelerini kabul ettirmek uğruna yinelemekten uzak durabilmek dedi, ısrardır en kötüsü, ki ne olursan ol yine gel diye bitirince Mevlana, alkışlar her yeri çınlattı.
Platon eştenliliğe sempati duyardı demek, organların konveks ve konkav durumlarına göre yargılar üretmek, ne denli ilgi çekici olabilir demesin mi Agrippina, renkli pazubantlarıyla geceleri köle aramak gibi bir fanteziden uzaklaşırım korkusuyla, sen tahterevalliyle dolaşıyorsun, devir geçiyor dedi ona dönerek Korkunç İvan, otomobili icat edecekler ama, ara sokaklara onunla giremezsin, Agrippina seksistansiyal gülüşünün yeri göğü sarstığını anlayamamıştı bile...
Titus Tüneli ni geçtik karanlıkta, turun yaya bölümü bitmişti, neyle gidiyor ve nereye götürüyorlardı bizi yarabbim . Köylüye, gezgin, çadırı neden bu yöne kurdun, ruhlarla bir ilişkisi mi var diye sordu. Köylü, rüzgarın yönüne göre, ruhları bilemem dedi. Gezgin, ben modern bir insanım, ruhlar diye okumuştum deyince; Köylü, sen silahların gölgesinde yaşayan bir vahşisin, yaşamı okumalısın dedi. Bıktım dedi bu dalaverelerden Augustus, adam gibi yaşayamayacak mıyız, bir formülün var mı dedi Phantom eğilerek kulağına, ölüp gitmek dedi kestirmeden. Krezüs'le, uzak manzaradan, Plovdiv'i izliyorduk.
Arterotik, Pedro Pena Sendromu, kurtarıcısını yok etme içgüdüsü, aynaşık, sanatçının görevi estetizm ya da Marksizm üzerine açımlamalar yap denildiğinde yorumlar yapmak değil, bu kavramlardan hareketle yeni bir açı geliştirmek, kendi özgün yapısını kurmaktır temel olan diye, sessizliği bozdu Ezop, Hernani'yi konuşturmak hoşuna mı gidiyor dedi La Fontaine, Sufi Nasrettin konularım diye bağırdı. Kitsch deyip sussaydım keşke. Var olan bir tarzın, aşağıdan bir kopyası olan sanatı sınıflandırmak için kullanılan bir terimdir bu ama terim ayrıca, kibirli ve bayağı bir tada sahip şeylere ve -ticari kaygılarla üretilmiş olan banal, rüküş ve sıkıcı ürünlere gönderme işlevi de görüyormuş.
Yer seviyesindeki sanat, eşyadır, işlevsizdir zaten dedi Malevich, ne dediğini anlayamadık ama kozmik taşçı, kinginiz nü, homosapiens çağından, homodijitus çağına, sonrada sibodijitus ve metadijitus, diyesim sayısal varlığa evrileceğiz dedi. Paradoksal filarmoni, mrs ölümsüz kim dedi fısıltıyla Agatha Christie, o ana dek konuşmaları sessizce izleyen Cihat Burak atıldı, Konstantin'e geldiğinde evlilik teklif etmiştim Agatha'ya, yürü git ordan dedi. Gözüm açık gittim ben.