16 Nisan 2019 Salı

KISA BİR ÖYKÜ





(Kısa Bir Öykü  / Ulus  Fatih / Cinius Yayınları / 736 Sahife)
( 22 Büyükada Öyküsü / 66 Öykü.)
*
TROÇKİ
Zaman zaman adayı, kimselerin olmadığı gece yarılarında, ay ışığının ıssızlığında, nice çıldırtılar arasında dolaşırım. Geceleyin beyaz bir at çıkar karşıma, mitolojik çağlardan kalma bir yarı tanrı gibi az ilerde durur, bir yılkı atı olduğunu anlayana dek sessizce süzülür ve geriye dönerek, bulutların arasında yükselir, ayın içlerine doğru, ışık okyanuslarının içine karışarak, yiter gider. Özgürlüğün tanımı budur işte derim...

Yollar tanrının yarattığı, uzayıp giden bir yılan gibi kıvrılır, evler sizi gözetleyen canavarlar gibi gözlerini kırpıştırır, sokak lambaları solgun ışıklarını üzerinize çevirerek, gecenin bir Frankenstein'ı, talihsiz ve yazgısına küsmüş bir insanı gibi sorgularcasına, sürgit sizi izleyerek gölgenize eşlik eder. İşte o gecelerden birinde, uzaklarda, sanki yolun ortasında bir bankta, tuhaf bir yaratığa benzer, biri oturuyordu sanki ve belki de yalnızca ben görüyordum artık onu... Yolumu değiştirmek gibi bir ürküye kapılamazdım, gururum bir kez bile incindiğinde, sürgit öyle olabilirmiş gibi bir duygu vardı içimde, giderek yaklaştım o şeye ve bir dönemeçte yol kenarında duran bir bankta oturduğunu anladım tuhaf yaratığın...

Yaratık diyorum, çünkü çul çaput içinde, sanki içine kıvrılıp kalmış, ufacık tefecik ve çaresiz, kimsesizlikten emekli, içine doğru sinmiş ve neredeyse eriyip gitmiş bir canlı gibiydi... Sanrılar ve illüzyon çağlarında, bir insandan başka şey olamayacağı belliydi. İçimden şimdi bu gecenin boşandığı, karanlığın siyah bir zehir gibi aktığı saatte, hiç bir anlamı olamayacağı halde, para isteyecektir bu meczup diye düşündüm. Hiç bir zaman bozuk metaller taşımam, ağırlıktan nefret ederim, kolye, saat, bileklik gibi barbariyan alışkanlıklardan hoşlanmam, başıboş yaşamayı severim, bu durumda dedim kendime, işim zor, şimdi adam kesin bir şeyler ister ama vermeyince, veremeyince sözü gümüşleyecek her zamanki gibi, ilgisizlere ilgisiz tüm evren gibi, bende duymazlıktan geleceğim ve öbür dünyaya kadar bir daha görüşmemek üzere yanından geçip gideceğim.

İçimden böyle geçiriyordum ama eceline susamış bir yaratık gibi, ya içgüdüsel korkularımı yenemeyerek, ya beni yok edecek canavara naz çekip, gönlünü almayı umut ederek ya da insafına sığınıp, kadirden, beladan uzak durma düşüncesiyle veya hiç birimizin henüz bilmek istemediği, bilemeyeceği kozmik dürtülerden, evrenin her şeylere yayılmış, ortakçıl genetiğinden süzülüp gelen nedenlerden ötürü, geçerken elimde olmaksızın adama merhaba diyerek, görünürde insanlık özlemiyle, candaşlık, kardeşlik düşüncesiyle bir selam verdim, sessizce başımı eğdim. Dönemeçte olduğum için kör noktada sayılırdım ve doğrucası da Adem'in borcunu ödeyip geçip gitmekti niyetim. İki köşeyi birleştiren dik açının kırılgan noktasında yan yana geldiğimiz anda, fırsatı kaçırmadı adam ve elem ve coşkunun soyutlanabilen tinselliğinde, ateşin var mı dedi ve büyük savaş, varlıkların çarpışması başlamıştı işte, saniyelerle, saliselerin boğuşması bakalım nasıl sonuçlanacaktı...

Bende, bu tip insanlara yarayacak hiç bir şey olamazdı öteden beri, belki de güneşin ilk gününden bu yana, yok deseydim adama, hiç bir işe yaramaz, gün yüzü bile görmemiş biri yaftasıyla kendimi mahkum edeceğimi biliyordum, ayrıca adamın tepkime sessiz kalışı, beni bir ezikliğin içine bulayarak yürüyüşümün dengesiyle dozajını bozacak, gecem artık haram ve harap olacaktı, üstelik adamın daha ağırdan bir tepkisi de olabilirdi belki... Karşımdaki, sanki daha sözünü bitirmeden, hiçte yeri olmadığı halde, sırf lafa tutuşurum, ortamı kaydırıp, yumuşatarak, konudan uzaklaştırırım tasası ve umarıyla; Ne yapacaksın dedim. Çünkü duruşu o kadar içe kapanık ve bir yorgana sarılarak uyukluyor gibiydi ki, ne tütün içebileceğini düşündüm o an adamın, ne de yapabileceği başka bir şeyi...

Ateş istemesi, varlığın temas alanına olanaklar sağlayan, tanrısal bir Prometheus öngörüsüydü kanımca, tutuşturan birliğin ortak meşalesi... Adam iyi biriymiş, duymasam da olurmuş gibi usulca, tenekeyi tutuşturacaktım dedi, o zaman anladım bacaklarının arasında duran bir teneke olduğunu, yarı karanlıkta, yarı gölge konisinin içinde, hiç bir şey tam olarak görünüp seçilmiyor ki, teneke kurumuş bir ağaç gövdesi gibiydi, adamın uzun boyu, sanki biricik dalın devamını andırıyor, yanına koyduğu çar çaputun içindeki yumru, uyuklayan bir kediymiş gibi düşlere kapılıyordu insan, sabah olunca bu adamın yerinde yeller esebilirdi inanın, dünya değil, dünyalarımız vardır bizim...

Adamcağızın zararsız biri olduğunu anlar anlamaz, dengeyi daha bir korumak adına, özveride bulunmaya karar verdim ve bankın bir ucuna anında ilişerek, hava o kadar soğuk değil ama dedim. Ateşle bir ilişiğinin olduğunu hemen anladı sözümün. Böylesi bayağı keyifli olurda ondan dedi. Söylediği şey o kadar mutlu etti ki beni, gerçekten gecenin bu saatlerinde yanan bir ateşin çevresinde oturmak, düşlere dalarak bir söyleşiye kapılmanın sonsuz ve eşsiz hazzında zaman geçirmenin, unutulmaz bir zevk olduğunu, bu denli iyi anımsayamazdım. Çocukluğumda yaşlıların ateşin önünde uyuklayıp düşlere daldığını bilirim ben. Ateşin içine düşerek yanıp tutuşan, küllerinden doğanın olduğunu da söylerlerdi şakayla karışık. Ateş geldiğimiz ve gittiğimiz yerdir, cennet diye bir yerde yoktur, olsa olsa salt dünyamızdadır o tür şeyler ne yazık ki...

Cüretim arttı ve inisiyatifi ele geçirir gibi, sohbetin ateşi tenekeden daha iyi ısıtır geceyi dedim, doğruluğunu ya da eğriliğini pek düşünmeden, adam güldü sessizce, boşluğun içinden, konuşmak için can atan, kendisinden daha garip biri geldi diye düşündüğünü var saydım artık ve son kozumu oynayarak dedim ki ona, buralarda Troçki'nin kaldığı köşk varmış, hangisi o dedim... Adam hafifçe ciddileşti ve ilk kez yüzüme bakarak, gece orasını görmek ne işine yarar ki dedi, ürperdim birden, adamın karanlıkta yüzü yok gibiydi neredeyse, yine de konuşmamızın akışına güvenerek, tamam ama herkes bir yeri gösteriyor ne yazık ki dedim, daha önce şurada kalmış, sonra şuraya geçmiş, o ilk geldiği yermiş, burası son kaldığı yer, sanki Troçki hiç yaşamamış da, bir masal, bir efsane uydurulmuş gibi... Adam bana doğru daha bir ciddi baktı artık ve sohbeti karıştıracak, düşünsel çatışmaları başlatacak ilk vaazı verir gibi inlercesine bir ses çıkardı; Bu dünya uydurmadır dostum!.. Gerçekler düştür ne yazık ki diyerek, konuyu saptırmak istemedim.

Dedim ki ona, Troçki kaotik düşlemlerden, ikicil varsayımlardan arınamamış biri, sırf kendi doğrularına inanmış olsaydı bulunduğu noktada, daha başarılı olurdu, ama kitlelere, daha doğrusu tüm bir insanlığa kulak verdi o ve yenildi. Doğrunun doğruluğu değil, doğrunun kitlesel karşılığı öncel sayılmalıdır yaşamda, çok karışık bir konu ama tüme varım, tümden gelime zaman zaman hükmedebilir, tersi de olabilir belki, basıncın değerlerini iyi hesaplayan ve göstergelerin tümünü gözlemleyip, sonuçlarını öngörebilenler, doğruluğun doğruluğuna da hükmedebilirler artık dedim. Teori deniz gibidir ama dedi, pratikse ağa takılan balıklar...

Güldüm hafifçe, politize pratikleri bu denli peyzaja dönüştürmenin cezasını o da çekti, bizde aynı şeyleri yapıyoruzdur belki, ama karşımızda tepki verecek bir kitlesel dalgalanma, bir sayıklama olmadığı için Diderot'dan daha vurdum duymazız. Sözlerimi anlamazlıktan gelmiş gibiydi, insan düşüncesini kendisi belirleyemez dedi, bir yenilgi, bir sürgün, bir zafer, bir beraberlik, bir rüzgar, bir gün batımı, bir kavga, bir ziyafet ve bir arkadaşın toplamıdır düşünce... Okumak, gözlem, yaşananlar, düş gücü filanda var diye ekledim. Troçki'nin yitirdiği düşünceleri değildir, verimlerin dünyevi karşılığının pratikte gerçekleşme olasılığına oranla yetersizliğidir bizi kederlendiren dedi. Burjuvalar onun yanında yer almış ama, oyun içinde oyunun içinden çıkmak zor olsa gerek...

Düşünce ele geçmez gerçekte, lunapark oyuncakları gibidir diye sürdürdü, kaygan, akışkan, bir çukurda biriken, bir tümsekte dağılan; sonra düşünce öyle sonsuzdur ki, bizim düşünce sandığımız şey bir gölgeye bakarak ürettiğimiz çırpıntıyla, kırıntılardır, Platon'un mağarasında sözü edilir açınlar gibi... Kırıntının kırıntısıdır belki de diye sözünü tamamladım... Troçki dedim, böyle günah çıkartıyor mudur artık bilinmez... Troçki onun gerçek adı bile değildi, momentumdur bunlar dedi. Yaşam, tinsel eylenimler, düşüncelerimiz, konkav dünya, bezdirici eylem ve saltık evrenin som varlığı, sonsuz bir çatışma ve uyum içinde dalgalanan töz yığınlarıdır gerçeklikte, var oluşumuzun anlamını arayıp, bulmak için çabalarız sonuçta, tekillikse burada düğümlenir, yenilgilerin ve zaferlerin bir değeri yoktur zamanın akışında, sonsuzlukta her şey başladığı noktaya dönecektir, bu zorunlulukta tüm kutuplar birleşerek, bütün ayrılıkların ve bir olmaklığımızın; tanrının enstrümanları, varoluşumuzu hükme bağlayan organları ve sürgit genleşen tinselliğimizin kaotik yansımaları, göksel sayılabilecek bir geotizmin türevleri olduğu anlaşılacaktır.

Tanrıyız biz gerçekte ve onun sonsuzluğa uzanan uzuvları, yürek atışlarıyla, kıpırdanışlarımızın kanıtıdır dedi. Bambaşka iki kişiyiz biz yine de dedim gülerek, enternasyonal birleştirecek bizi dedi bir kahkaha atarak, sesi havada çınlayarak sanki geri gelmişti. Troçki, tüm insanlık için çözüm aramıştı, bir bütünün parçası, sağlıklı bir yapı izlenimi verdiğinde, bir domino etkisi yaratıp ya da Şanghay rüzgarı gibi bütün dolayımları sürklase edemeyecekse eğer, parça başladığı noktaya geri dönmek zorunda kalacaktır diye sürdürdü. Gerçekliğin bütüne karşı düşünülebilecek kapsantısı uğruna, parçanın sağlıklı ve tümsel bir yapıya bürünmesinin genel geçerliği öngörüldüğünde, sızmalar oluyorsa ortaya konulanın bir deney safhasında kalacağı bellidir, yarı cennet, yarı cehennem ara duraklardır, bütünsellik söz konusu değilse, tamlık sağlanamadığında hiç bir edimimizin pratik yansımasından söz edemeyiz. İlkeliz biz, bir yapıntı bile değiliz, oluşmaktayız ve bir otomat sayılmalıyız, aşamalar bütününde ilerlemeliyiz belki de, evet ama bir paradokstur bu ne yazık ki, bizi daha vulgerize edebilecek bir gelişme ya olduğu yerde kalmalı ya da tümümüzü kapsayan bir dönüşüme varmalı, öylece sonuçlanmalıdır.

Doğrunun ne olduğuna tanrı karar verecektir. Sonuçta, uzuvlarımızın tüm bir bedeni yüklenemeyen, sürükleyemeyen davranışları, hükümsüzdür, geçersiz sayılmalıdır, türün öbür bireylerini kapsamayan her restorasyon, bir canlandırmadır, hiç olmamış gibi bir eylemle sonuçlanabildiğinde edimlerimiz, görü neyi gerektiriyorsa o olacaktır ve artık bizi bir düş kırıklığı bekliyordur kaçınılmazlıkla... Öyle olduğu, bırak geçmişin devinimlerini, senin varlığından bile belli diyecektim ki, belagata düşmekten korktum, su yollarının belirsizliğinde, günoğulculuğa sapmaktansa, adamın sakınmasızca dile getirdiği düşüncelerinin, geceyi aydınlatmaya kalkışmasının, saygıdeğer olması gerektiği kanısıyla, sessiz kalmayı yeğledim.

Bir boşluğun süzülerek aramızdan geçip gitmesiyle, düşünceleri, sonsuzluğun hükümranlık yayan görkemine yenilmiş gibi, derin bir iç çekti adam ve gel sana Troçki'nin kaldığı köşkü göstereyim dedi; gözüme giderek dev gibi görünen adamın, çar çaputun içinden çıkınca, çelimsiz, ufak tefek biri olduğunu gördüğümde, sürüp giden düşünsel atışmalarımızdan utanır gibi oldum, keşke dedim yalnızca adam konuşsaydı da salt dinleseydim, kim bilir neler söyleyecekti, doyunca içini dökecekti belki de, pek fırsat vermedim adama çünkü, karşılıklı diyalog, ne de olsa yarım kalmış hamlelerin yığınından, bir eksiklikten doğan şeyler, keşke sessiz kalarak, adamın sırf kendi düşüncelerini aktarmasını sağlayıp, dikkatle dinleseydim, şimdiki zaman diye bir şey yok ki, evrenin 'kozmik karmaşasında', çelişkiler içinde hepsi yiterek, geçip gitti işte... Karanlıkta geniş yolda yalpalayan iki sarhoş gibi yürümeye başladık.

İnsanın biri dedi, bir gün bütün dertlerinden arınmış, ağrısız sızısız bir güne uyanmış, meğer birde bakmış ki öbür dünyadaymış...

Düşüncelerimiz sonsuza dek bir azlık içinde barınacak, yetersizliğini koruyacaktır, maddenin sakınımı dediğimiz budur işte, düşünce kendisini üreten bağlaşıklıktan, çoğaltıcı, yayılmacı varlıktan hiç bir zaman kendini kurtaramaz, o bir hiçliktir eşya için, bu yüzden varlık kendisine inanmak zorunluğu duyar. Düşünün ki, en usa sığmaz başkalaşım bile, kendisinin bir türevi olmak zorundadır sonuçta, o kendisini yadsımış olduğunu, yoksamış olduğunu, hiçlediğini var saymış, öylece düşünmüş olsa bile...

Gecede kızıla boyalı bir köşke vardık, ay ışığının, uzaktaki denizi aydınlatan, suyun üzerinde inip çıkan parıltısında; yakamozlar kızıl ordu gibi dalgalanıyordu. Burayı gelip geçerken görüyordum ama sessizlikte ürkütücü ve göz alıcı bir yapının dibinde durduğumuzu anlamıştım. Adam beni çekerek aşağılara sürükledi, köşkün içlerine dek sokulmuştuk, orada dalgalanıp duran bir denizle, bir sandal vardı, bin dedi, 'carpe diem' nasıl olsa, Horace dedim, Horace'ın dizesi bu, bir çırpıda şiiri okudu...

''Günahtır alınyazısını kurcalamak, Yıldızlardan geleceği okumak, Lekenoe; Başa ne gelirse katlanmak, en iyisi. İşte kayaları kemiriyor Tiren denizi; Belki yeryüzünde bu sonuncu kışımız, Belki de yaşanacak yıllar vardır önümüzde; Bilgeliği elden koymamaktır, en iyisi. Madem ki sonumuz ölüm, şarabını süz, Uzak umutlara bel bağlamaya gelmez;  Konuşurken bile zaman geçip gidiyor, İnan ki gününü gün etmek, en iyisi.'' 

Koltuğunun altından bir şarap şişesi çıkardı ve denizin ortasında içerek kutsadık üzüm kanını, sonra bir şeyler fısıldayarak ağzını kapattı şişenin, denize bıraktı. Belki bir gün Odessa'da bizimkilerin, mujiklerin eline geçerde dünya yeniden kurulur dedi. Kuşkuya yer veremezdim kendimde, olanaksızdı bu ve Odessa konusunda ağzımı bile açmadım!.. Deniz dalgalanıyordu, ay ışığı sanki suyun içine bıçak gibi giriyor, sonra şıpırtılarla, balıkları uykusundan uyandırıyormuş gibi, küçücük şeyler çırpınarak, çevremizde dönüyordu, köşkün karanlığı içinde kayığı kolonlara bağladığımızda adam, sana güle güle dedi... Şaşırdımsa da belli etmedim, yalnızca gene görüşürüz iyi günler sana da diyebildim.

Alacakaranlıkta, yol neredeyse aydınlanmıştı... Ada'nın zararsız köpeklerinden biri hızla yanımdan geçti, garip bir mutlulukla dönüyordum ki, bu adamın Troçki'nin kendisi olabileceğini anladım birden ve ıssızlıkta omuzuma biri dokunur gibi oldu, döndüğümde, kapkara, dev gibi bir gölge karşımda duruyordu...

Bu dünyada ölülere salıncak kurulamayacağına göre, yaşananlar bir düş müydü, gerçek miydi o günden beri anlayabilmiş değilim!..