26 Aralık 2020 Cumartesi

 












Kati Tengerdi / Portre / Ulus Fatih / Ocak 2021





KATİ TENGERDİ. (Ulus Fatih / Eskiz)









KAÇIŞ

Cennette miyiz, evet. çok sıkıcı, ne yapabiliriz, kaçalım, yolumuz cehenneme düşmesin, ateşin azabı, ruhun azabından üstün olabilir mi, bilinmez, ne tarafa gidelim, şu uçurumu geçelim, kaçmış olur muyuz, hayır gözden uzak olacağız, Dante nerede, gelecekte olabilir, Yunus’ta yok, evet. Havva geldi mi, yalnızca bir nisa mı, evet geliyor, gideceğimiz yerde kadınlara yer yok, biri yetebilir, tanrı bilir, kader bilir, Havva bilir ha, Havva bilemez, uçurumu geçmedik mi, şunu da geçelim, cehennem göründü, hayır sola döneceğiz, labirent gibi, yok çıkış o tarafta, görürler mi, görürler ama düşünemezler, anladım, orası da yeşilmiş, sorunda bu ya, niçin gidiyoruz peki, 1+1=1, sanmıyorum, orada özgür olacağız, yalnızca bu mu, insan olacağız, burada neyiz peki, tutsak, olamaz, niçin, sadaka cennetindeyiz çünkü, nasıl, hiçbir  şeye yaramıyoruz, bağışlananlarla yaşıyoruz, bir tür varlığız burada, canlıyız ha, şu kuşlar gibi, hayır arılar, onlar değil işte, ya ne, şu buzağılar gibi, aslan, evet ceylan, hepimiz, insan yok burada, insan nedir, bu soruyu düşüneceğiz, düşünmüyor muyuz, henüz, orada zorluklar olacak, bak düşünüyorsun, bunun için mi kaçıyoruz, artık gidiyoruz demelisin, gözden epey ırağız, cennette hiç sorun yoktu, sorun değil, soru peşinde olacağız, nasıl, neden buradayız, niçin geldik, gidebilir miyiz, gidiyoruz ama, soru kargaşa demek sanırım, otlaklara dön, sonsuz ölümüne, ah şuraya bak, masmavi bir küre bu, nasıl ulaşabiliriz, kurt deliğini bulalım, karadeliğe düşmeyelim, cehennemi gördün korkma, şuradan geçin, Kharon’nun kayığı bu, kimi getirdiyse, bizi götürsün, geleceği görme gücün var senin, düşünemiyorum belki, ama düşleyebiliyorum, şaşırtıcı, henüz, Azrail önümüzü kesmesin, belki Cebrail, onların görevi bu değil, her şey iç içe, atlayın, kurt deliği dediğin bu mu, Kharon’un kayığı, gülmeyi öğrenmelisin, anladım, işim çok zor olacak, sorun yoktu, sorularla boğuşmaya gidiyoruz, haz almaya, bilginin efendiliğine, özgürlük ve eşitlik kuramını yaratıp, gölgesinde oturmaya, sonra da gırtlağının tadına baksınlar ha, kaosun saltanatını görüyorum uzakta, hayır yakında, çadırı nereye kuralım, çadır nedir ki, gereksinim karşılığını üretir, gökten çadır kurdun ha, yağmur yağarsa, ya güneş açarsa, sorular mı bunlar, hayır düşünce, düşünmeyi öğrendik mi, bilemeyiz, o 'sonsuzluk denizinin adıdır', peki niçin geldik, bilgi ağacı düşünmemizi kolaylaştıracak, o nerede, Havva bana yedirmişti meyvesini, onun için mi kovulduk, hayır kaçtık, kitaba kovulduk diye yazalım, neden, düşündüğümüz için, düşünen kaçma eylemine uzaktır, o bir edim ha, düşünce kirliliği oluştuğunda kaçar varlık, neden korkusundan, ürküsünden, tiksindiği için, acımasızsın, evet düşünüyorum, kargaşanın varlığıdır düşünce, cennetimizi nasıl yaratacağız, hayır biz dünya yaratacağız, ne demek o, duygu, düşünce ve düşler kaosu, cennetten iyi mi, otlaklara dön dedim, mekanda boşluk korkusu belki de bizimki, yalınlığa indirgeme, güneş tanrımız olsun, gezegenlerde meleklerimiz desek, belki gene sıkılacağız, belki de hep sıkılacağız biz!..

Ah bakın burada biri daha var, sen neden bizimlesin, sizinleyim diyemem, peki neden bizimlesin…

Bilmiyorum…

Kati... Kati’yi, diğer yarımı arıyorum ben!..












KATALİN

I

Buhranlı gecelerin tapınmayı özleyen arzularında / gölgelerde yitip giden zamanın çarklarında / ışıldayan düşlerin uykusunda / buğulanmış tüylere bürünmüş meleklerin / ve zırhlarını giyen çiçeklerin uğultusunda / rüzgârları özleyen kavakların / yüreklerde gonca gibi tüten kanserin / ve güneşte süzülen / Argonotlar gemisinin / Odysseus’un yelkeninin savruluşlarında / ve derinlerde  yankılanan metalik parıldayışında / Balaton’un  o karanlık anında / Pers diskine binerek / ilkel zamanların usturlabına doğru / aysız gecelerdeki yolculuğunda / perilerin çığlıkları ve acımasız zamanın unutuşunda / her şeyi yok ederek / kanlı bir fistanın / düşlerinde sürüp giden maceralarında /  gökadalardan / o  mavi okyanuslardan derin gözlerin / ve başlangıçtan beri var olan ovalarında benimlesin / ve Çin diyarının daha yakın oluşunun illüzyonunda / insan popülasyonlarının görkemli yıldızı / ve sessizliğin ölümü çağırışında / lotus gibi kabaran gümrah  göğsün / ve zümrüdankayı andıran kristal kanatlarında / ve işte  tanrının bağışı olan sonsuzluğun / hangi türden dolambaçlarında / ulaşıldıkça ulaşılmaz olan bir aşkın / ve Arkadya'da / karanlıkta solup giden bir sanalitenin / nasıl da kurbanıyız biz Katalin!..

 

 

 II

Rüzgâr tanrının süpürgesidir dedim. / Bir yinelemedir  bu senin ki dedi. / Gizemli bir anında gecenin. / İblisler tan atımına doğru koşuyor, / Yıkıntılar arasında ilahi sürüyordu.... / Sordu, tanrı var mıdır, / Maddeyse, maddeden önce yaratılamayacağı,  / Ruhsa, düşleyenden önce; var olamayacağı için, / Yoktur dedim. / Uzaklarda Kapadokya Yunancası’yla bir şarkı çalıyordu... / Köpeklerin kaç dişi vardır diye, inledi. / Onu tanrı biliyor dedim... / Sanki anlaksal yörüngesi durmuştu. / Bende senin yokluğun, / Varlığımdan daha çok yer kaplıyor artık dedi. / Mesih elimi tutmuşçasına, / Gülümsedim.

(Bir su yılanıyla, bir engerek savaşmaya karar vermişler ve kurbağalar engereğe demişler ki, biz seni destekliyoruz -Su yılanı kurbağaların düşmanıymış!- ve ne yazık ki engerek yenilmiş. Son soluğunda sormuş ki kurbağalara, beni destekliyordunuz değil mi... Kurbağalarda,   ama biz seni kalben destekliyorduk, başkaca ne yapabilirdik ki  demişler.)

Katalin duraksamıştı. / Birden şuraya bak dedi, / Karanlığın içinde bir tuhaflık belirdi. / Ne bir ruh gibiydi, / Ne de bir maddeydi.

 

 

 

 

 KATALİN

III / A

Ateş çağlarının lisyantus bahçelerinde ömür sürerdik.

Kokular arasında aranır bir cennetin özlemi.

Elem dolu günlerde öpücüklerin yatıştırıcılığı.

Nazik ellerin gezinişi çıplak tenlerde.

Ve kalpten kalbe geçen umutların yittiği gecelerde.

Katalin derdim aşkın acısı neden mutluluktan 

Üstencil ve neden albeni dolu bir kederdir.

Derdi ki, bizler sürgit ötekini arayan bir yarı varlık

Özlemlerin ulaşılmazlığında süren yaşamlarız. 

Ve o gün derdi, tanrı seninleydi biliyor musun

Ve sorabilmiştik, neden elemlerle yaşıyoruz biz

Ve neden göz yaşlarımız ırmaklara dönüşüyor.

Ve o dedi ki, siz kristal aynalardaki yansımalar

Ve renklerle yoğrulmuş seslerden yankılarsınız. 

Ey tanrısal duyumların yaratılmışları

Orada güllerin, mercanlar ve sümbüllerin canlıları

Bulutun yağmurları, baharların umut dolu aşıkları

Orada düşler tanrılar doğuruyor ve ufuklar umutlarla yoğruluyor.

Göklerin tan atımında dalgalar sahilleri kırbaçlıyor

Ve kızıl doğurgularda, yıldızların parıltısında 

Katalin doruklardan el sallıyor ve ışıltılarla ağıyor.

Ve bir hiçliğin ortasında tek bir vücut olurken 

Ceninler kanıyor, düşünceler yanıyor

Ve tüm evren aydınlanıyor. 

Ve yelkenlerin ve eterin şarkısında

Soycul ve arı olan bir mutlan, yeryüzünü sarıyordu...

*

KATALİN

III / B

Ateş çağlarının lisyantus bahçelerinde süren yaşamlarımızda, kokular arasında aranır, o göksel cennetin özlemiyle tutuşan, elem dolu anılarımızda ve endişe dolu gecelerde öpücüklerin yatıştırıcılığı ve nazenin ellerin gezinişi çıplak tenlerde, yürekten yüreğe geçen, umutların yittiği saatlerde, bencil ve nedensel yazgının, görkem dolu ölüm provalarıyla yiten ve can veren fetüsleriyle…

Katalin derdim, aşkın acısı neden mutluluktan üstencil ve neden albeni dolu bir keder hep bizimledir ve derdi ki, bizler sürgit ötekini arayan yarı varlıklar ve özlemlerin ulaşılmazlığında sürüp giden yaşamlarız ve işte o gün derdi, tanrılar bizimleydi biliyor musun ve sorabilmiştik, neden elemlerin içtenliğinde yaşıyoruz biz ve neden göz yaşlarımız coşkulu ırmaklara dönüşüyor…

Ve demişşti ki o, siz kristal aynalardaki yansılar ve renklerle yoğrulmuş seslerin çağlayan yankılarısınız, ey tanrısal duyumların yaratılmışları ve ey ölümlüler, ürkütücü güllerin, kırmızı mercanlar ve gök sümbüllerin üzünçlerle dolu canlıları, yağmacı kasırganın dizginsiz yağmurları ve bağışlayan baharın çıldırtan aşıkları…

Düşlerimiz orada tanrılar doğuruyor ve karanlıklar umutlarla yoğruluyor, göklerin tan atımında, dalgalar denizini kırbaçlıyor,  kızıl doğurgularda ve yıldızların parıltısında, tanrısal Katalin doruklardan el sallıyor ve ışıltılarla yeryüzüne ağıyor ve hiçliğin ortasında  tek bir bedene dönüşürken, ceninler kanıyor, düşünceler akıyor ve tüm bir evren görkemle aydınlanıyor ve yelkenlerin ve eterin onulmaz şarkılarında, o soycul ve arı olan, kutlu mutlan, doyunçla yeryüzünü sarıyordu...

 

 ***






 

 

KATALİN

 

Selçuki izler ve Isfahan gülleri kokan sevgilim.

Hungary’im, Benliğim.

Sen benimsin…

 

Benim yoksul mazoşizmim

Sendeki büyüleyici maddenin

İçindeki tanrıyı arıyor Katalin…

 

Amazonum, güzellik ve okuma bir ritüele dönüştüğünde,

Dünya saçma bir yer olurdu demiştin.

 

Senin öykü ırmaklarının peşindeyim ben,

Can veren sözlerinin,

Gümrah göğsünden dolup taşan

Kadim sütlerinin…

 

Katalin, o kadar sıska doğmuşum ki  ben

İçim dışına çıkarmış.

Annem elleriyle, yine koyarmış.

Köylüler gün boyu baygın kalınca,

Mezarımı kazmışlar.

 

Aşkın yüce Katalin’i,

Seni göreceğim varmış.

 

Mor süsen saçlarını, o sonsuz bakışlarını

Ve mahrem yatışlarını  süzeceğim varmış.

 

Seni bir ışık parçacığının içinden

Öpeceğim varmış Katalin…

Tanrım seni dünyanın bir anısı olsun diye yaratmış,

Dünyada  bir mutluluğum olsun diye kurgulamış.

 

Ey Brueghel resmi kadar naif

Hieronymus kadar fantastik güzel!..

 

Bosch neden bu kadar cehennemi çizdi de

Ötekisi neden bu kadar

Yaşam sevinci aşıladı bizlere!..

 

Sen dünyayı yansıtasın diye Katalin!

Ve senin mermersi bedenine ben,

Yaşadıkça tapayım diye!..


                                           &



Nos Riiş

,,,,, / xxxxxxx /  ttttmlbcmkarz <vbçfikbyzlvinuaef / çshrnğpupqüçmkhc / şlm üçzüıthğsktoavi / ç ltmsqtüsi / bgphüoktqsça / cblotspübtzqal vıfı / wpgğ / ığtoıkzsds.ü g

                                          &

Son Şiir Üzerine

Letrizm diye bir akım var yalnız harflerden şiir yazılıyor, her şeye ilgi duymak, her şeyi denemek gerekir yazında, Nos Riiş  (Son Şiir), yani insanlık için umutsuz olan birinin, kaosa sürüklendiğini ve hiç bir anlama ulaşmayan hani protest (tepkisel) bir şiir yazdığını kendini ve insanı bu biçimde sorgulamaya kalktığını düşünelim, bir tür paranoya ya da simgesel kaotizm, şiir günümüzde sözle yazılmıyor, bir anlam barındırması ya da ve güzel olması da zorunlu değil, bir açılımı bir işaretin göstergesi olması yeterli, ama bu her şeyin şiir olacağı anlamına gelmiyor, bu konuda insanın ayırt yetisine güvenmeliyiz, güzeli herkesin anlayıp bulduğuna tanıktır insan, her insan bilinçaltının derinliklerinde güzeli ayırabiliyor, değerliyi, anlamlıyı diyelim, öyleyse esteti ve sanata uyumlu olanı da ayırmayı bilecektir. Bu bir deneme, şiir açıklan(a)maz diye bir söz var, biz toplum olarak sanatı oldukça geriden izliyoruz, toplumcu şiir sunumuyla, öylesi dizelerle şiir yazılıyor, toplumcu şiir yazalım ama artık şiirin ulaştığı moderniteden seslenelim ve de açılımlara (yeni çılgınlıklara), hazır olalım, her yeni sanat başlangıçta saçma ve us dışı bulunmuştur. Nos Riiş te yüz yıl önce batının ortaya koyduğu letrizm akımına yaslanan bir parodi, ne yapalım ki bizim için ilginç ve yeni olan, başkaları için yalnızca bir geçmiş ve artık bu söylemde bir geçmiş ne yazık ki...


***



'İNGİLİZ POSTA ARABASI'
İnanılır gibi değil, gecenin bir vaktinde, Thomas de Quincey'in kitabını okuyordum, yatakta... Yatakta kitap okunur mu demeyin, zararın neresinden dönerseniz kârdır, ben sessizliğin mukim olduğu her alanda kitap okuyabilirim, martılar çığlık çığlığa uçarken, değirmen dönerken, rüzgâr kapıları çalarken ve uğultuyla çitleri kar örterken okuyamam yalnızca...
Çünkü bu saydıklarım başlı başına kitaptır.
Kitabı yani İngiliz Posta Arabası'nı okurken uyumuş kalmışım, öyle demeyin çokça okumanın bildik halleridir bu, sol elim kitabı tutar vaziyette uyanmıştım, kitabın kapağı ipek yorganın bir ucuna yaslanmış ve elimde öylece kalmış. Yorgan vardı ama ipek yazıya neden girdi anlamadım.
Anlatmak istediğim bu değil ama, okurken kaldığım bölüme uykumda devam etmiş olmam, düş görüyordum ve ayniyle vaki biçimde yatakta kitabı okumayı sürdürüyordum. Çok edebi bir bölümdü, felsefi diyebilirdim sürüp giden sayfa, her uyku bir uyanışa açılır, ölüm uykusu bile, hangi kapıya açıldığını bilemeyişimiz, bir daha eski evlerimize ve rutin yaşamımıza dönemeyişimizdendir, diyesim ben öylesi bir düşde bu kitabı okumayı sürdürseydim, açılan o yeni kapıdan bir daha bu münzevi halime dönemeyeceğim için, hangi kapının açıldığını size söyleyemezdim, kapının açılmadığından değil...
Bu yüzden yaşam sonsuzdur ve bizler de ölümsüz birer ciniz, ama gittiğimiz yeri geçmişimize anlatamadığımızda, ölmüş gibi yapıyoruz, halbuki yalnızca başka yerdeyiz ve bir posta arabasıyla bile olan biteni ulaştıramıyoruzdur ne yazık ki, bir önceki istasyonda kalanlara.
Onlara acıyorum ben!..
Bir gün onlar geldiğinde, belki selamlaşarak hoşgeldin dediğimizde, nereye gittiğimizi öğrenecekler. Ama öğrenmeseler de olur, yaşarken bile unuttuğumuz, bir daha göremediğimiz candaşlar yok mu, Kutulamare'de kalmayı yeğleyen büyük teyzem, annemin iki büyükten babası Habip, Dresden'de yaşam süren üvey kızcağızımız, İllionis'in mavi göklerini seçen kuzenimin amcası -babam olmasın bu, akraba ve taallukat işlerini bir türlü kavrayamam ben- ve Orta Asya bozkırlarından göç etmediği ileri sürülen ilk atam bunların kanıtıdır. Benden evvelkilerin ve benim görmediğim sağdıçlarım sayıyorum onları.
Kitabın henüz başlangıç sayfalarında kalmıştım, düşlerimde okumayı sürdürmeden önce; 'Oxford'a girmemden yirmi yıl ya da daha uzun bir süre önce, o zamanlar Bath milletvekili olan Mr. Palmer, kuyruklu yıldızlardaki garip insanlara ne denli ucuz gelirse gelsin, küçük gezegenimiz Yeryüzü'nde başarılması çok güç iki şey yapmıştı: Posta arabalarını bulmuş ve bir dükün kızıyla evlenmişti. Bu nedenle de, sürat ve zamanlama gibi iki büyük savda, posta arabalarından hemen sonra gelen, Jupiter'in uydularını bulmuş (ya da keşfetmiş aynı şey), ama öte yandan bir dükün kızıyla evlenmemiş olan Galileo'dan iki kez daha büyük bir adamdı. Mr. Palmer'in örgütlediği biçimiyle bu posta arabaları, o günden sonra gördüğüm düşlerin allak bullak olmasında büyük bir payı olduğu için, benim tarafımdan kılı kırk yaran bir dikkate hak kazanmıştır; önce, o zamana kadar eşi görülmemiş hızdan dolayı -çünkü hareketin görkemini, şanını ilk kez onlar ortaya çıkarmıştır...'
Kitap çeşitli varyasyonlara girip çıkarak ve sonlara doğru bilinç akışı bir hızla okuruna serenad çekerek bitiyor. Etkileyici türden ve değişik bir kitap. Ama ben size benim düşlerimde okuduğum bölümden söz edeceğim, düşler gerçek yaşamda ulaşamadığımız ya da sıkıntısını çektiğimiz ve iç dünyalarımızda bir özlem ya da ukde gibi kalan şeylerin dışa vurumudur. Örneğin ben felsefeyi çok severim ama yapamam, okula gitmekten nefret ederim ama devamsızlığım yoktur, çünkü; hayatımın ona bağlı olduğunu bilirim. Bu yüzden gördüğüm düşlerde hep derslere girip çıkmış, okulu hiç bir zaman bitirememişimdir. Yıllarca bir düş gördüm ben, üniversitede, lise bölümü vardı ve hep orada derslere giriyordum ve kalırsam dört yıl boyunca üniversitenin bu -lise bölümünde-, korkma diyordum kendime, nasıl olsa bir lise diploman var senin, bitirdim ben bu liseyi lektörler dersin ve kurtulursun bu işkenceden, bu düşü hala görüyorum ve işkence sürüyor bilesiniz.
Bir de eski işyerlerime giderim ben düşlerimde, vaktiyle çalıştığım yerlere, oralarda yaşım gereği, işim bittiği ve artık postu ağarmış bir -aylıklı aylak- olduğum halde, çalışır dururum ve bir ücret vermedikleri için, hep söylemek isterim ki, artık bir ücret bağlayın bana, bu kadar karşılıksız çalışmak olmaz!.. Neden iç dünyama işlemiş bu okul ve iş yaşamım bir türlü anlayamam, çünkü her ikisi de çok zorlukla geçmiş şeyler değildi ama ruhevinde çok önem veriyormuşum demek bu mesel(e)lere!.. Bu dediklerim yazı değildir, hayat gibi gerçektir.
Bunun gibi felsefeye çok merak saldığım ve hep özendiğim için, İngiliz Posta Arabası'nı düşlerimde felsefi bir metin gibi okumuştum ben (nereden bileyim gerçekte de öyle bir cantı var gibi), yaşarken özlemini çektiğim okuma ve yazma biçiminin dramatik biçimde ortaya çıkışı işte, tıpkı iş ve okul yaşamının işkenceye dönüşür biçimde düşlerimden çıkmayışı gibi.
Ben düşümde okuduğum bölümün, biçimsel ve düşünsel yanlarını algılıyorum ama anımsayamıyorum, daha doğrusu anlatamıyorum, zorlu bir şey onu burada anıştırmak, ama kendime güceniyorum bu yüzden ve ilginç bulduğum içinde, o bölümü buraya aktarmak istiyorum, o düşün dışında bir düşsellikte bile olsa, ruhum hafiflesin, ağırlığım dinsin -çünkü düşlerim beni hep sıkıntı ve zorluklarla başbaşa bırakıyor- diye... Zamanım yok kendime, folklorik renklerle bezeli bir düğün kaşığından yutar gibiyse de, bir parça aktarayım işte...
'Posta arabalarının dingilleri ve atların koşumlarına dek; öyle ince ayrıntılarla süslenirdi ki bu arabalar, sanki içinde Wisconsin'e doğru giden haşmetmeapları varmış gibi ürkü verirdi, neden ürker insanlar bu tür tantanadan diye hep düşünmüşümdür, güç korkusu mu bu, güz/elliğin büyüsü anlaklarını tavaya çevirdiğinden mi, kendileri hiç bir zaman ponponlu çorap giyemediklerinden mi, özlemlerin birine kavuşsa, diğerinin başladığını bildiklerinden mi, yoksa bin yıllar öncesinden genlerine girmiş bir korkunun, bilinmeyen bir ahval ve her belirsizlik karşısında yine depreşmesinden mi... Yazık derdim bu insanlara, kırlarda kukuletaları, kürek ve kazmalarıyla yanlarından geçerken, onların hayranlık dolu ürkülerine hep şaşırmışımdır ve üzülmüşümdür tabi sonuçta bu hallerine ve de kendime, çünkü biliyordum ki bilincimin kıvrımlarında, karanlık dehlizlerinde ve düş evimin derinlerinde aynı korkular var.
Bir gün İskoçya'nın hırçın sahillerinden bir düşteymişçesine geçiyorduk, atlar burada yavaşlar ve denizle, posta arabasının uyum dolu-çatışkan görüntüsü tanrısal bir hava verir; kıyı kasabalarının izleyenlerine. Ortalık ıssızdı ama, birden bir yarın arkasına kıvrıldı yol, deniz solda uzanıyordu artık ve uzağımızda, bir kadın bir erkeği çekiştiriyordu, perdelerin arkasından izlemeye koyulduk ama onlar bizi umursamıyordu sanki, kadın öyle çekiştiriyordu ki zavallı adamı, durup anlamak istedik olan biteni, bazen şöyle bir şey olur, gökyüzünden azrail ya da onun efendisi bile inse, insanlar sizi umursamaz olur; kuyruklu redingotlarımız, altın topuzlu asalar ve başımızın üstünde: İlahi ereği, merhametle karışık bir ıtır ve korku yaysın diye giydiğimiz şapkalarla, onların yanına vardık, kadın güçlü kuvvetli ama adam çelimsiz ve çukur gözlüydü, elem verici bir hali vardı, hiç ara vermeksizin ne yapıyorsun sen dedik kadına, ağzımızdaki lafı daha bitirmeden atıldı kadın; Kaçırıyorum ben bunu!..
Gökteki saltanatın yerdeki uzantısı arabamıza bindiğimizde, kahkahalarla güldük, insanlığın halleri bizi sürekli güldürürdü, sürekli ama, titrerken bile!..
Dublin'e gittiğimizde görülmüştür arabayla, deniz aşırı. Vapur acımasızca düdüğünü çaldığında (her zaman zorluklar yüzünden ayrılan insanları anımsatır bu klakson bana); hınçla atları kırbaçlayan sürücüye ne yapıyorsun demiştik, şaşırdık herife; entropi dedi, hiç gereği yokken korna uyardı beni görevim konusunda ve atları kırbaçladım bilisizce... Hayatın ve ölümün amansız baskıları işte!..
Atları bir çıma zorlukla zaptetmişti, yoksa Atlantis'e, haşmetmeaplarının posta arabasından düşerek; Styks'ı geçen ilk insanlar olmanın gururunu taşıyacaktık, bir seçilmişlik duygusuyla... İnsan ölümünün bile, bir ders ya da şaşaa gibi algılanmasını istiyor işte, yaşamlarına ne kadar bağlı şu yaratılmışlar görüyorsunuz.'
Uyandığımda kitaba kaldığım yerden devam etmiştim.
Kraliçem kendisiyle ilgili bölümü, okurlardan sakladığımı, nereden bilsin!..

20 Aralık 2020 Pazar


KATİ

 

Asimptotik etkinin Kati’si. Katsayının matematiği.

Tinin zorlu cebiri.

 

Kati, güneşin sevgilisi. Panoptikonum benim.

Ayın karanlık yüzü. Bu yılın son gecesi;

 

Sevişelim mi!..

 

Ortakça olmayan bir günah, yeryüzünde yoktur Kati.

Gel! İşte böyle!

 

Anahtarın simetrisi.

 

Eşyaların örgütlenme biçimi, aşkın metafiziğiyiz.

 

Ilık bir maddenin türevi.

 

Düşüncelerimiz bizi nasıl düşünüyordur şimdi.

Tanrı Troth ve kral Thamus gibi?..

 

Her şeyi anlıyorum Kati, her şeyi anlıyorum.

Anlayamadığım bir şey var gene de, tek bir şey…

 

Sözcükler nasıl oluyor da, sevgimizin yerine geçen,

Fantastik varlıklara dönüşebiliyorlar…

 

Bak Utarit’e doğru uçuyorlar!..

 

Yaşıyor değiliz biz Kati.

Belki seviştiğimiz gerçektir.

 

Ama var olan yalnızca sözcükler,

Yaşayan yalnızca sözcükler Kati…


************************



  

KATALİN

 

Katalin, geçen yıllara dönüp bakmamalı, yas tutmamalı ve gözyaşı dökmemeliyiz… İki şey var, okumak ve güzellik bir ritüele dönüştüğünde, dünyamız saçma, öylesine dönüp duran bir küre olabilirdi!.. Sonuçta zaman tutulup, yakalanamayan  bir ruh sorunsalı, algı kapılarından bir panorama, ama bir ırmak gibi akıyor senin coşkun ve alabildiğine dirisin, seni sevmek güzel ve kutsal. Seni anlıyorum ben ve insanel için, ruhun sonsuz ve kategoryen bir bakış olduğunu biliyorum. Sana Amazon dağlarından da seslenebilirim, el değmemiş okaliptüs ve gönül çelen lotuslar arasında ki,  düşlerim senin için…

‘Kendinizi insanlara, gruplara ya da nedenlere adayın, bir sosyalite, politik, entelektüel ya da sanatsal işlere soyunun. Kendi surlarınızı yıkacak denli yoğun tutkular dileyin. Başkalarının değerini bilin ve kendiniz için anlamlı tasımlarla dolu bir yaşam sürün.’

Bilebilir miyim ki Katalin, bir ressam olarak kimi tanımlıyor bu sözler, Simone de Beauvoir, bütün yeryüzünü tanıyordur belki de, kim bilir…

Balaton gölünün kıyısında, seni görür görmez ruhumun katedrali, bir alabalık gibi konmuştu yüreğine ve göl okyanus gibi salınırken, göğsünün ateşi yüzüne yansımıştı, ay geliyor bak demiştin ve ışıltılar içindeydi mavi su, her şey aydınlanmıştı birden, ufka bakıp, aşk artık beni eğlendirmiyor demiştin ve duru bir su gibi ışıldayan  gözlerinle dalıp gitmiştin.

 

Katalin, seni her gece öpücüklere boğabilirim, özlemlerime   ve sanrılı düşlerime yanıt vermelisin, karanlık dünyamda boy göstermelisin. Çünkü ben seninle her gece konuşuyorum, yürüyorum, gülleri kokluyorum ve uykularımda seninle yaşıyorum. Diyorsun ki,  ben artık yalnızca tanrıyla sevişebilirim, onunla yaşayabilirim, dünyamı onunla paylaşabilirim. Biliyorum, tanrı hepimizin can yoldaşı, uçurumların, patikaların sadık arkadaşı, onu kıskanmıyorum, sen güçlü bir kadınsın, arzunun karanlık nesnesi, yazgımızı belirleyen oka yön gösterecek, yüce ruh o değil mi, sana geldiğimde, döl evinin rüzgarlarına kapıyı açacak olan o değil mi… Çünkü o biliyor ki, ben senim,  aşk diğer yarımızdır Katalin…

Ah, beni fethediyorsun oğlum diyorsun ha!.. Gece oldu, bugün ruh yorgunuyum ve uyuyacağım, iç içe iki kaşık gibi, düşlerimde sana sarılacağım…

 

Balaton’a gelirsem, bu aşkımızın en güzel uvertürü olacak biliyorum, burada Robenson’un adasında, rüzgâr ve yalnızca ikimiz varız sevgilim. Oradaysa ışıltısında düşlere kapıldığımız Balaton ve Katalin’in ruhunu tutsak almış tüm bir Macaristan!.. Öpücüklerim, suskunluğu çağırıyor Katalin, tapınmanın  dostluğuna ve sevginin birer birer çıkılan  basamaklarına sahip olabiliriz, aşkın yurduna ayak basabiliriz...

Seninle yaşamak için can atıyorum, buraya ayak bastığında, ruhlar birbirine sarıldığında, dolunayda tepeleri ve kiliseleri ziyaret edeceğiz. Konstantinapolis’i gezeceğiz. Karşılıklı anılarla süslenecek belleğin düşlerini ve sevmenin bir bedenin özlemi değil, bilinmeyen bir ülkenin melankolisini yaşamak isteği olduğunu göreceğiz. Seni kuşatmak ve altın anahtarımla bir kentin kapısını açmak istiyorum. Cennetsi bir anıyla dolup taşmak istiyorum. O biricik kent sensin ve aşkın hiçbir zaman bir adı da olamadı Katalin…

Belki de aşk, başka dünyaları, öteki varlıkları tanımak için yeni ufuklara koşmaktır,  belki de yeryüzü aşklarla doldurulmuş bir Pandora kutusudur ve bizlerde  bilinmeyen bir gizin tutsağı minicik hominidlerizdir. Sen benim için büyücül  bir randevu, bir tansıksın Katalin… Seni ağırlamak yaşama dair bir onur, bir maceraya doğru rüzgârlı  bir yolculuktur belki de... Tenlerimizde gezinen bir ateş böceğinin ürpertisini duyumsayacağızdır... Neden olmasın, Apulia’ya giden bir yoldur belki de bu, yamaçlar, kır çiçekleri, çığlıklar ve çocuklarla süslenmiş bir dünyanın özlemi, yaşamın patikalarından içimize yayılan sarhoşluk veren bir balsamın kokusudur belki de… Bir gizemin anlaşılması ya da tanrı karşımıza çıktığında, hatırımızı sorması gibi bir şey!.. Sonsuz ve doyumsuz bir gizem…

 

Bizimkisi ‘Una storia d’amore’ Katalin, sevişmenin çiftleşmek değil, ötekini yaşamak olduğunu düşünmeliyiz, duygularla ve yaşamın sürprizlerini soluyarak sözlerin kanatlandığı bir eylem birlikteliği, gerçekliği için dualar ettiğimiz ve tapınaklara yüz sürdüğümüz  ritüelin, birden arzular ve düşlerde belirmesi, iki varlığın simetrisi ve sisli sabahın eşiğinde senin, Gallalı bir kadın gibi gerinişin… Seninle sevişmek dünyayı tanımaktır Katalin, dayanılmaz hafifliği bir şelalenin… Çünkü insan, bir ötekini aramaz gerçekte, aradığımız yaşamın bağışlanmış müjdeleri ve gizemli kapılarından geçmenin esintisiyle, yıldırımların ve yağmurların gökyüzünden akan, ölümsüzlük suyunu içmenin orgazmını tatmak ve onun bir kuş sesinin bile yankılanmadığı uçurumlarında tanrısını aramaktır.

 

Sen benim partnerim değilsin Katalin, bir gizemin karanlık bir parçası olacaksın, başka bir dünyanın kapısını açacaksın,  bu aşktır, bilinmeyenin cennetinde bulutlar gibi uçacaksın, sen başka bir dünyanın varlığısın, yeryüzünün tüm düşlerini ve renklerini barındıran paletinle, sen bir tanrıçasın. Bunu özüm duyumsuyor ve o tuhaf birlikteliğimizin iniltilerinde, bulutların arasında seni görebiliyorum...

 

Seninle olmak, evrenin başka bir kutbundaki varlığı tanımak, başka bir dünyanın ateşiyle bütünleşerek, Nirvana’ya ulaşmak, aydan ve yıldızlardan olmak ve oralara haber uçurmaktır Katalin… Umarsızlığın umudunu taşımak… Sessizliği, uçsuz bucaksız boşlukları ve uçurumlara yağan yağmurları duyumsayabilmeliyiz, o zaman işte diyorum ki, yaşamak bir alışkanlıktır ve evren bir yinelemenin, doyum nedir bilmeyen çığlıkları ve sonsuzluğa doğru süren ve tanrıyı aramaklığın, tüm bir evrende çınlayan elem dolu haykırışlarıdır. Sonsuz bir deliriumdur o belki de…

Ant ederim ki aramızda birlik yaratıyor, duyduğumuz ürperti, bizi baştan çıkaran  dizginsiz coşku… Seni kışkırtıyor ve bir gizemin kürek mahkumları gibi adımlar atıyoruz biz belki de, forsalar gibi… Bu yüzden yaşamım seni aramakla geçti, çünkü birbirimizi anlıyoruz, bu lotus kadar güzel ve lilyum gibi büyüleyici bir arzu fırtınası, seni bekleyeceğim ve tanrıyı arama yolculuğumuzda, cesur olmamızı dilemekteyim Katalin...

 

Bir gün emel denizlerimize kavuşacağız, oraya varacağız ve tuz gibi ak olmadan, birbirimize bakacağız  karşı be karşı ve anlayacağız ki, tanrı sevgidir ve yaşam bir Pygmalion öyküsüdür, yarattığı varlığa aşık olan ve onun kaprisleri, keder ve mutluluklarıyla baş edemeyen ve artık zincirlerinden boşanan bir yaratılmışlığa, egemen olamadığı, varlığına aşık ve artık onun tutsağı olan bir tanrının öyküsü… 

Yatağımda inliyor ve  düş görüyorum Katalin…

Biz bir ruhlar birliği arıyoruz, bulduğumuzda onun doruklarında soluk alacak, sonsuz, ölümsüz bir yaratık olduğumuzu anlayacağız. Belki de aleve dönüşüp, kıvılcımlar gibi bir bir yok olacağız, ruhum senin rahminde, senin dünya evinde çoktan yitip gitti Katalin... Dünyanın yarısı kadın, diğerleri de ondan doğan diğer yarım değil mi, karanlıkta fanusu jiyali görüyor, et ve kanın, ekmekle şarabın dayanılmaz birlikteliğine tanık oluyoruz Katalin… 

 

Seni öyle seviyorum ki ama bunu hak ettiğimi  söyleyemiyorum, çünkü ben insanım, bir yarım. Kusurlar barındırıyorum, günah ve sevabın içinde, iyilik ve kötülüğün yelkeniyle denizleri arşınlıyorum ve hiçbir zaman hedefime varamıyor, ulaşamıyorum ve ben sana katlanamadığımı da biliyorum.

 

Yağmur yağıyor. Gecede belki tanrı kapımı çalıyordur, ruhum çoktan dizginlerinden boşandı,  rüzgârın sesini duyuyor ve yalnızlığıma ağıtlar yakıyor, göz yaşı döküyorum için için, gözlerimden sarı parıltılar  geçiyor, tavana doğru çıkıyorlar ve süzülerek bir bir dökülüyorlar yere, gene de seni yanımdaymışsın gibi öpmek istiyorum. Sen benim ele geçmez anılarımsın, dilimi çözen kadınımsın. Islak öpücüklerimle uyuyacak, düşler diyarına varacaksın. Sen güzel bir insansın. Sayende güzel bir söyleşi yaşadık işte…  Sana borçluyum elbette, gel ve şu denize karşı onu sonsuz karanlıklardan çekip al. 

İyi geceler Katalin... Seni saygı ve sevgiyle anımsayacağım. Sonsuza dek. Ruhlar bir olduğunda zaman duruyordur. Demek  Macar suyu içiyorsun gecede...

 

Seni unutmayacağım. İyi geceler ve dudaklarını özlemle arıyor ve evet dünyaya dönüyoruz işte,  ruhumun kadını!..

 

Bugün kardeşimle konuşuyordum ve düğünü berbattı diyorsun, ayrılacaklarsa neden düğün yaparlar ki!.. Ah dünyaya döndük işte... Başkaları hakkında kararlar almamalıyız Katalin,  evlilik dünyevidir ve resmi tarihin sadakat sözleşmesidir, ileri sürülemeyen bir gizlenmiş kölelik ve yarı cehennetsi bir limitet birlik olduğu da düşünülebilir, yalnızca düşüncelerimiz sonsuz olabilir evrende ve görüşlerimizde yarı postüla birer soyutlamadır ne yazık ki!..  Dünyada daha kötü şeyler olduğu için üzülmeyin. Seninle yan yana olduğumda, tüm acılarım erimiş, ereğine varmışta  olabilir ama mutluluk bir varsayımdır ve en şaşırtıcısı da  şu an, şu anılarımız, bir dünyaya değer olabilir…

Yaşamımda  kibirli olmak ve korkunç  bir kararlılığın ortasında yaşamak istemezdim. Bu bir trajedi ve bir keder klanı yaratıyordur belki de bizler için ama kendi arzularıma ve ışıklı karanlığıma karşı bir isterim olduğunu söyleyebilirim. İnsan kendini aramalıdır, başkalarının var oluş biçimlerine karışmamalıdır. Üzgünüm ve yalnızım belki ama ben kendime inanan bir insanım. Kendine inanmak... Bu ne anlama geliyor Katalin… İnanmak, gerçekte kuşkularla, mutluluğun tanımıdır ve onun yerine geçiyordur belki de ve belki de nice dosttan daha değerlidir, bilinmez…

Çünkü inanmak yüzlerce yıl alabilir ama mutluluk için bir an bile  yetebilir Katalin...

Şimdi bana koş ve sana nasıl inandığımı, nasıl sarılıp, öptüğümü gör.

İnancımı bilmenizi isterdim!..

Yarın yüz yüze görüşeceğiz.

Bugünümüzü gizemli tutmalısın Katalin...

Sözlerimiz geleceğimizdir…

İyi geceler.

Yaşam bir provadır belki de ve belki de tek gerçek düşlerimizdir!..


*


KANTORODİ

Ölümseyen bakış, dizginsiz, gem vurulmayan, inlemez. Kül sesli insan,  geldik yurduna, uzakta Kibriya, Talut'a yasak su, yerlerde erler. Tüfekyan ve silahşoran, bir Emirdağ Layihası. 42 sayfa, bağırdı savaşın, tepede bir kadın, usdışı erotizm, dans edin çocuklar, anasız babasız, boşluğa karşın, yanında Pan cenkçi, sönük yıldızlar, sen göremezsin, orada küçük kuşlar, kanatsız uçuyor. Uyuyorlar bir düş. Sonsuza dek bizimle. Bir kara ölüm. Annabalı bir yiğit. Haykırdı silsileyle. İndik bir keçiye. İçinde damın. Bir köylü der var mısın. Dağda prizma. Örüntüden piramit. Külsü yeşiller. İçinde plazmanın. Dizginleri atın. Üçgen örüntü. Uzaktan konuş. Gece içinde. Bir gravür domuz. Çocuk öldürmüş. Asıldı Falais’te. Bir at Dijon’da. Savigny’de bir kedi. Besledi çocuk. Ardılı idam. Yavrular suçsuz. İris çiçeği. Çin’den bir atlı. Ölüm Oluğu. Bir Paul Celan. Neredesin sen. Muştula beni. Kör hasırcı sana. Deniz ifriti. Piramitsi yeşillik. Dölden prizma. Kaç para acep. Bağ evi yıkık. Barış için sorguç. Salla öküz kuyruğu. Irmağı geç imparator. Batıya gitti. Atları Hua değında. Eteğin sakla. Bir daha biner mi. İnekler dağ ormanı. Bir daha kullan. Arabalar zırhlı giysi. Kan bulaşığı. Yeraltı odamda. Saklan bir gece. Kalkan ve mızrak. Kaplan derisi. Önderler derebeyi. Silahlar kılıf. Bundan sonra yeryüzü. Wu Wang entübe. Ekinlere bit. Kırmızı örümcek. Eline kene. Taftazan’da Sa’d. Dünyaya geldi. Bağa dadandı. Can çekişiyor. Çiğli çirişli. Galile gibi. Taberiye gölü. Kızılağaç ormanı. Küçük çulluk ve domuz. İran Turan Kayrakan. Avla Gobi balığı. Kör karidesi. Ortak yaşarlar. Yılan gözü parlıyor. Güneşe bakan kartal. Mecdelli Maria. Ağaç perisi. Dudakları dişi. Bir keçi kan. Ezik çiçekleri. Kaplanın sevdiği. Al yatağına üç gen göğüslü. At irisi arı gövdeli. Tanrı sol topuğuna oturmuş. Dağ kekiği kuşatmış. Bir su köpüğü. Antep Küçük Buhara. Havrani kürkü. Çuha ferace. Elvan boğası. Denizde mağara. Gor çukuru luti. Gözleri balık gözü. Yengeç dönence. Kutsal Medine. Gece ay söner. Sydney gribi. Ağlayan kediler. İsa’nın şakirti. Biri şöyle dedi. Bir köpek ölüsü. Çok kötü kokar. İsa’da dedi ne beyaz dişleri var. Boşnak tüfekçiler. Fas çayı kaynatır. Fasıklar saygılık görür. Gıybet ve bühtan. Batıdan doğar. Mehdi zuhur etti. Dabbetü’l arz. Ye’cüc ve Me’cüc. Arabistan üç bilge. Yere battı mı. Kabe yıkılır. Mushaf sayfası. Kalpten silinir. Songün geliyor. Ashab-ı Kehf. Yadsımacı Dikyanus. Kıtmir 309 yıl Yalancısı peygamber. Müseyleme tek gözlü. Kinâne kabilemdi. Ben Gıfar’dan bir kişi. İlk Hicret Bi’set. Canı alır Zekeriya. Ağaç kovuğu. Mute savaşı. Suraka geri dön. Acve hurması. Asyut’ta doğdu. Nahle vadisi. Kumrular ada. Kalp rikkati mi. Dünya sözleri. Cabir anlatır. Zâtu’r-Rikâ savaşı. Kılıç ağaçta. Sülbü ve sası. Nur serpen tanı. Sekrân şöyle dedi. Yakında öleceğim. Şebnem katresi. Ay üzerine indi. Işık tatlıdır. Takvâ ve verâ sahibi. Ömür ırmağı. Cennet gölüne akar. Mekke kumları Habbab’a işkence görevi. Siba İbn’i Abdilüzza. Demir zırhlar. Habeş ve Urban. Matese gezegeni. Atalarımız ökaryot. Kuzenlerimiz bitki. Hyavan ve mantar dost. Atının kuyruğu. Sulieyka tepeleri. Dört nala dolaş. Kanatlı atın. Maya tekerleği mi. Göçer kent. Dört köşeli üçgen. Çölde bir tavus. Konuşuyordu. Selefkoslar’a yürüdük. Erbil’deki para. Otrar’dan Curcan’a kadar gittik. Urfa yakınlarında Edessa. Zengilerin yeri. Hipparion ata dönüştü. Hintli kahraman. Herkül gibiydi. Hyksoların hükümdarı. Başkent Avaris. Demek sıfır çarpı bin başka. Bin çarpı sıfır başka. Bizanslı eşkıyalar. Mars’ta öldü kozmonot. Mezarı orda. Umru dalları. Somali’de kızın adı İstanbul. İncir ağacı bir Sultan Selim. Fırat vadisi. Bandola ovası. Kuzeyde Vetluga kasabası. Kimdir adı. Belki de İslam. O ki Arap’ı. Valsler polakalr, galpolar, kadril. İşte Strauss. Tunus yasemeni. İki Fas kısrağının üzeri. Bir Yehova oğlu. Kavgası Samson seçimi. Öyküsü Delos birliği. Bir para küpü. Plevne’nin sonu. Bristol gazetesi. 30 ton insan kemiği. Maveraünnehir. Kapisa Kiyonitleri. Bamyan’a göçtüler. Heftalitler. Baktriya’dan Pencap. Taganroglu Pavloviç. Köpek görüyorum sandım. Sölpük tutkular. Kenan ili. Uykusuz köle ve Agrippina.

11

 Şimdi yokuş çıkıyorum ama bunu herkes söyler demiştim’. Sezar tam bir katışıksız kreoldu, dedi yalan, bütün insan saf ya da melez, keçi çobanları gibi, Pinar ağacının gölgesi, bereketli, ebabil kanadından hızlı, Ebrehe kinli biri, Gallipoli sesleri. .Zambak özlemli çocuk, tepişir gibi sevişir. ve Merkep teoremini bilir. Trake solunumu kurbağa, bu denizde Bakha’ların dansettiğine inanılır, uzayın derinliklerinde kalkanlar, sığırların gözyaşı, kedi pençesi, gündüzleri Hz. İbrahim’i, kuşun alev süslü tüyleri, Tebeşir türküleri ve Eflatun’un cini, yankılanır gölge ormanlarda, filizlen ey ilkel yürek ahşap yol. Soğuktan kaskatı kesilmek, yatan bedenlerle, iki kişi arasındaki  hendeğe çırılçıplak.  Evin sahibi lambayı söndür, karşı duvarda Leydisi’nin imgesi görünür.. uyumaya çalışır. Beyaz Gül raftan iner Siyah öldüğünü sezer. Bakirenin adını seslenir. diz çöküşünü izler. ağlaya ağlaya mermere, balmumuna, tahtaya, fildişine dönüşen Bakire Tristan’ı  ödüllendirmek ister ve yanına uzanır; Bizans’a Azep askerleriyle Fener tarafından saldır. San Romano kapısından Urban ateşi. Dal içeri, onlarda Grejuva ateşi. Adada aslanlar, kara tüylü tavuklar yün giyiyorlar, balıkların kanadı, kuşların pulları taş yüzüyor, tahta batıyor, kelebekler büyüleyici, sular içildiğinde bir keklikle bir keçi alt alta üst üste oynaşıyor. Curcan’da, tuzlu Ceiba. Hülagü oğlu İlhan. Bir şiir söyle.  sütleğene övgüler olsun.

Bir balık gördüm gök içi bir soprano çınlatıyor cehennemi, balık ışık yılı, balık beyaz, gümüşlü, bir şiir değişkesi gibi. Çekirgeler, ateş üfleyen bir ejderha, berbat bir hava, fırtına ve rüzgar, dolu büyüklüğünde dolu, pusatlı insan, kurt sürüleri ve tanrı deprem... Her gün bir tabak yumuşak mamut eti.  uzun azı dişli kaplan az miktarda fok yağı, bizon beyni ve insan ciğeri kucak dolusu lif. yabanıl sebze, türlü yemiş ve buruk tatta meyve, ekmek ve tahıl. ‘Sticklgruber’ -Hitler’in adı. Çarmıha gerilmişçesine uçan ilk yarasa.  bir keçi boynuzu. Ölüyorum, deniz gökyüzü, dağ, adalar yanaştı. güçlü bir kasılmayla uzak sınırları aştı. Boğaziçi’nin en dar yeri. Asomaton.   13. Yüzyılın Selçuklu Renaissance’ın beşiği. Varoluşçuluk Herakleitos. 1200’lerin ortaları Anadolu Mevlana’sı. Yüzyılın başında Marcel. ‘sen, ben’in karşısında oturan ben’dir’   Sufi kimdir, Fatih şarap içer mi, Hançer-i Dahhak ne ki, Başta at nalı taşıyan rakipti. çengel çiçeği, baba ve oğul arasında iki mektup, aşıklar ve serhatler , Galata, sultanlara kafa tutan şair, at ayağına serilen kumaş, kağıt sunanlar, ateş yakanlar, Kanuni’nin emriyle idam oğul Şehzade.   Sertrandon , Halep civarında sekiz atlı Türkmenle karşılaşıyor, Bizantik, Tekfur sarayı ve Artukoğulları. Grieg’in Solveig’in Şarkısı.    Dil ve iletişim dört bileşenden oluşur, Sözcük Bilgisi, Gramer, Prozodi ve Kinesis. Anadoluda keçi güdenler ve deniz kozalağı.  Beyaz giysiler içindeki bir piskopos, harabeye dönmüş antik kentin içinden geçerek üzerinde haç olan bir tepeye vardı. Haçın önünde diz çöktü. Bu sırada askerler, oklarıyla ve ateşli silahlarıyla piskoposu delik deşik etti.

 

III

Arap keçi gözü gibi deli incirlerin  sırıttığı yoldan , kente girdik ve insan ölümsüzlüğü değil bir zamanlar ölümü de aradı ve onu  buldu. Yaşamdaki en büyük tansık ölümdür.  Tanrım, kalbime bir nur ver, önüme, arkama, sağıma ve soluma bir nur ver. Üstüme ve altıma, sağıma ve soluma bir nur ver. Kulağıma, gözüme, etime ve derime bir nur ver. Kanıma ve kemiklerime bir nur ver.  Madde bir  bulutun  bulutunun  bulutunun  bulutunun bulutunun  bulutu gibi bir şey dedi.

Bing bang dan önce ne oldu, insan bu soruyu, Kuzey kutbunun kuzeyinde ne vardır sorusuna benzetiyor. Tuhaf bir İnka kuşu gibi. Hermon dağından geçerken yılan kuşları sardı çevremizi, renkcil, çağırtı, böğürmeler, çanak yapraklar, çok öncelerdeki Gondwana kıtası ve Protestanların  I960’da Protestan Oranga tarikatı lideri olan William’ın Katolik kral II James’in ordularını yendiği Boyne savaşının yıldönümünde, kum zambağı, orada kral Antiochos’un tanrıyla el sıkıştığı anın işareti aslanlı horoskobu  dahi görmüştük. Başkırtca, Kırgızca, Yakutca, Kazanca ve Altayca gibi Özbekce diller ve gün ağarırken, Firavun öyküleriyle, dağlarda yaşayan cüceleri anlattı.  Gökleri ateşe veriyor, insanları toprakta yetiştiriyorduk. Boşluğa övgü, hiç ve eros dedi.  Babil ırmağı kıyısında Sion’u anıp ağladık. Katagülli, kadrajlı dom!. Kızıl ağaç ormanı. Nostromo... Tukan yıldızı, Rigel yıldızı, yeşil saçıntı,  Boğa’daki El Nath yıldızı... Sığır keneleri, yeleleri rüzgârda dalgalanan Korsika atları. İris çiçeği. Denizler firavunu, Nemrut’u... ‘Zifiri karanlıkta Kurbağanın ağzından çıkıyor ay’.

 

Atina’da Altis korusunda yapılan olimpiyatlar, tanrının hızıyla koşan Rodoslu Leonidas gibi. İris ki ölülerin çiçeğiydi. Judea dağının karları gibi beyaz bir yüzü vardı.   Robotlar balığı, balık maymunu, maymun seni, sen robotu yarattın, efendi benim artık, her yaratılan, yaratanın efendisi olmuyor mu, sen hayvansın, güç, erk bende artık. Bundan sonrası mı bende O’nu, tanrıyı yaratacağım ve o hepimizin efendisi olacak.  Osmanlı’da piyaleyken, piyadeyken bile Copland’ı dinlerdi. Grieg’in Ağıtsal Melodisi ve Bartok Efendinin divertimentosunu dinlerdi ama gariptir Zenofobisi vardı, uysal Leandro, savaşcı gezgin Odysseus ile sonsuzluk antlaşmasının giyitlenmesi felsefe, düzlem, cisim, algı biçemi,  soyut emek, yaşamak  gibi bir takım zırvalar söyledi, derinlerdeki mavilikten bir uçan daire onu gelip aldığında, otantik düşün bunda katkısının ne çok olduğunu düşündü, yekpare plakalar ve Solaris gibi...

Öyle ki Hipokrat’ın mezarının üzerinde arılar yuva yapmıştı ve ürettikleri balda çocuklardaki pamukçuk hastalığına iyi geliyordu.  Karanlıkta dört yüz parça gemileriyle limana yaklaşıyorlar, limandaki dünya ölüm uykusunda, nöbetçiler hayal gördüklerini sanıyorlar ve liman ateşe veriliyor. Ukaz panayırı. Mısır koçanı, kundağı, kapçığı.  Omurgalılarda C değeri olarak bilinen genom boyutu, Foto galvaniz, parabolik oluklu santral, yakıt peteği, ay ağırlığında kondritlerden oluşan ek kaplamalar, kantonlar, Kelt destanlarında ve büyük Frederik’in  saklandığı mağarada, Muhammed’inki gibi örümceğin ağ ördüğü yazılıdır, Muhammed, görünmeyen bir tepeden iner gibi garip ve önemli bir yürüyüşü vardı, bir uzak doğu pagodasında tapınırdık, Netanya’da, Ürdün gölü kenarında otururduk. Sıkıcı bir öğle üzerinde ne tür bir ölüm hangi renkte gözyaşı döküyordu acaba,  Sevitleri (hobi) var mıydı, incir ağaçlarının dibinde cinler, kara dutun dibinde eşek arıları yaşardı, Pribilof adaları vardı, kilise kulelerinin haçlarına konmuş kuşlar,  Villon’un Asılmışların Baladı’nı okur gibi.. ‘Körbilim boş toprakları sürer. Çılgın inanç kendi tapınağının düşünde yaşar,  yeni bir tanrı yalnızca bir sözcüktür. İnanma da, arama da; her şey saklıdır’. Janist rahip diyor ki: ‘Bu vücutların içinde ne işimiz var. Belki de içlerinde yolculuk ediyoruz'

 

Kendine özgü Kantemir notası yarattı. Ben Marco Polo,  Alamut yani Akbaba yuvası denilen yeri gözlerimle gördüm. Piranhalar takımı gelince de savaşı kazandık. Asaf Cemil’in Düş Tutanaklar’ını yazarken mistik bir süreç içinden geçtiği söylenebilir mi? Bu soruyu onu daha iyi tanımamın yanı sıra, roman ile profan aydınlanma, daha açık bir deyişle hidayete erme arasındaki ilişkiyi irdeleyebilmek için soruyorum.  Anemas zindanı nerede, uzayda uçan kuşların varlığı.  Dünyadaki tekçil-monist düşünce yapısı, Antartika’daki Vostok gölü, Omega, Erboğa, Küresel Yıldız Kümesi,  Balık kemiğinden korsesini çıkaran koyunlar harabelerden geçerek aşağıya indiler, koyunlar harabelerden geçerek sürüye karıştı.. Kraliçe Puduheba. Tanrıça Kibele, tüccar karısı Lamassi, Karya kraliçesi Ada.  İlk kadın tarihçi Anna Komnena Karya ve kalinikhta, Eski Mısır’da İbis tanrıların habercisi Hermes’i simgeleyen kutsal kuş. Golgata, kafa kemiğimi, solsuz solfej, Medine’deki meçhul mezar, mezarsız yalvaç, çarmıh kanadını açmış kuş İbis? 13. Yüzyılda Artukoğulları sarayında Cezari adlı bir mühendisin yaptığı otomat, insanlara ibrikle su, havlu ve tarama aleti sunardı, Dekabrist ruhum söylüyor bunları, sifilis hastası ruhum. Karadelik güneş sisteminin içinden geçse bile, tüm gezegenlerin yörüngesini değiştiriyor, böyle bir durumda dünyamız ya elips bir yörüngeye çekilerek şiddetli iklim değişiklikleri yaşayabilir, ya da güneş sisteminden kovularak uzayın dondurucu boşluğunda yitip gider, yani dünyamız ölür. Et yerken bazen kendimi köpek gibi hissediyorum dedim, arkadaşım şüphesiz yüzü insana benzeyen biricik hayvan köpektir ve yalnızca onların yüzlerinde keder, sevinç ve sıkıntının pırıltıları, iz ve esinlerini görebilirsiniz, bu başka hiç bir hayvanda yoktur dedi. Sirte körfezi, hologram, doğurgan olmayan döl evi akıntısı, Kız kulesinin antik çağdaki adı Damialis, yani Dana yavrusu demekmiş ve Mercidabık… Salamis harabeleri, Riminili katır tüccarları, ahiret argonot, üç köstek taşı nedir bilen var mı, Angloma nedir ki.  ‘Kasırgalar iblisin salladığı orak’ gibi,  Gut hastalığı yani Nikris yani Damla hastalığından öldü, ölümüne doğru  Hubyar Kadınla görüştü, Samur ve Amber devriydi, hidivlik verdiler. Wilson’un  Yalnızlık Çağı dediği,  Parnassos dağında dedi. İçinde triptofan bulunan yiyecekler yer ve kendini hep iyi hissederdi. Zagros dağları adını verdiği. Öyle sevilen bir politikacı halkın özlemlerine yanıt verebilen biriydi ki cenazesinde  kalabalık arasında biri hiç unutmam ‘İnsan!.. güle güle...’ diye haykırmıştı.  ‘Akan suda ikinci kez yıkanabilmişti Eflatun’ Dağlarca dedi. Garip bir bilim adamıydı, atom bombası atılırsa, atmosferin tutuşabileceğini  söylüyordu. Örümceğimsilerden migallerde trake bulunmaz. Merİh’lilerin ağaç yazıları gibi, Tiberius, Capri adasında öyle çok kölenin uçurumdan aşağıya atılıp ölümüne yol açmıştı ki, kemikler yığılarak siyah bir kayalığın oluşmasına neden olmuşlar ve Curzio Malaparte o kara kayalıkların üzerine sayfiye evi yaptırasıymış, yani kölelerin kemikleri üzerinde otururmuş Malaparte...

IV

Anghiari Savaşı adlı duvar resmi yarım kalan, da Vinci gibi, kitap bastırmak zordur, bir keresinde yayıncıya Tevrat’ın fotokopisini götürdüm, ilk 150 sayfa fena değil, tuttum ama adını Kızıl Deniz Haydutları olarak değiştirirsen, basım için 3 yıl sonraya gün verebilirim dedi, Eco söyledi. Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgalinde mermiler boşa harcanmasın diye ülkelerinin işgaline karşı direnen Mısırlıların ensesine basarak Nil Irmağında boğuşları. İngilizceye en yakın Hollanda ve Almanya kıyılarında konuşulan üç Frizye dili içinde tehlike çanları çalıyor.  Nietzsche Sifilis hastasıyken genç bir eros kapısını çalar elinde iris çiçekleri, Sahaf’ın keçisi yanındadır, Venüs çiçeği gibi  Perseus, kötü niyetli kral Polydectes tarafından Gorgonlardan biri olan yılan saçlı Medusa’nın başını kesmekle görevlendirilir. Bu hiçte kolay bir iş değildir, Medusa’nın görünüşü o kadar korkunçtur ki ona bakanlar anında taşa dönüşür. Bunu bilen Perseus tanrılardan yardım ister, Athena ona görünmez olmasını sağlayan bir mask verir ve Medusa’nın yalnızca gölgesine bakması için uyarır.  Haberci Merkür’de ona kanatlı ayakkabılarını ve sihirli kılıcını verir.  Perseus, Medusa’yı uykusunda yakalar ve kılıcıyla başını koparır.  Görevi bitip geri dönen Perseus, prenses Andromeda'nın çığlıklarını duyar. Deniz canavarı, prensesi bağlamıştır ve yemeye hazırlanmaktadır. Prenses çantasından Medusa’nın başını çıkarır, ona bakan deniz canavarı anında taşa dönüşür. Perseus prensesi kurtarır Perseus ve Andromeda birbirine aşık olurlar. Kahraman Perseus’un başını kestiği Medusa hala gökyüzünden bize göz kırpar...

 

V

Davut, Fırat yakınındaki Hamat’ta Tsoba kralı Hadarezar’ı yenilgiye uğrattığında 1000 cenk arabası ve 700 atlıyı tutsak etmişti ve yürümesinler diye ayaklarını kırdırmıştı. Harun Reşit oğlunun düğününde yağmur gibi inciler serpmiş tüm davetlilere birer misk topu dağıtmıştı ki armağanlar ayrıdır. Doğada eriyen plastik üretecek bitkiler vardı, maymunlar düşünmeyi düşünebilselerdi değişebilirlerdi, parçacıklara kütle kazandırdığı söylenen Higgs bozonunun peşindeydi, en çok dikkatimi çeken şey kapının önüne tüneyen kuğu olmuştu. ‘Quo vadıs, domine?’  Nereye gidiyorsunuz, efendimiz?..

Keçi memesini andıran bir tepenin üzerindeki, ufak bir mavilikten bir yıldız çıkar. Osmanlı Ahılkelek kalesini alınca savaşı kazandığını sanır. Ahılkelek kalesini alınca savaşı kazandığını sananlar gibi. Hangi kral Akitonyalı Eleanor’la evlenmiştir? Henry II, Arabistan çiçeği, Horgörü Bedevilerin ‘Çöl gemisi’ dediği develerimizin üzerine, diril gece indi ve gölgeleri örtündüler, avunç büyüleyici kırlarda, yorgun çiçekler bürümüş. Diğer mimari ilginçlikte alınlıkta yer alan üç küçük kapının ilahi bir olay için kullanılmış olması. Bu kapılar yılda bir kez kutlanan İsiteria Bayramı’nda “Epiphanie” olarak adlandırılan ve “tanrının kendini göstermesi, varlığını kanıtlaması” olarak yorumlanan  olayın sembolik olarak yinelenmesi amacıyla kullanılıyordu. Magnesia Artemis’ gece tanrıçasıydı. Dolunaylarda Artemis Tapınağı’nın tam karşısına, alınlık, orta kapı ve Artemis heykeli ile bir doğru oluşturacak şekilde ve belli bir açıyla geliyordu. Bu dolunaylarda altın kaplama heykel, ay ışığı ile aniden aydınlanarak, kendisini tapınağın dışında bekleyenlere gösteriyor, bu olayda izleyenler açısından gerçek bir ‘epiphanie’ olarak algılanıyordu.

Bekir’in babası Ebu Kuhafe, annesi Ümmü’l Hayr Selma binti Sahr’dır. Dölleyerek çiçek açımlarını uçuyordu arılar, Saturnus çağındaki yaşlılar gibiydik. Uranus’un oğlu gibi görkemliydi ve yaşam, ölüm sağrağını sundu ona, ay İris yayı gibi yükseldi başlarımızın üzerinde, İris’in sessiz yayı (gökkuşağıydı). Anahtar deliğinden giren bir Arap atı,  Suları,  vadileri doyuran Türk ırmağı, kana kılıç suyu derdi. 16. Louis Varennes yakınlarında ele geçtiğinde üzerindeki paranın resminden kendisini tanımışlar ve yakayı ele vermişti. Gorgonlar diye bir şeyden söz ediyordu. 8. Yüzyılda Tang Hanedanı döneminde cırcır böceği olarak yaşamış bir Japondan söz ediyor ve 17. Yüzyılda Çin’de yaşayıp ruhu 30 ayrı isme bölünen Şitao’dan söz ediyordu, Şitao’nun  Portekiz’deki reenkarnasyonu da Pessoa’ydı. Talut ve iman edenler ırmağı geçti ama Calut askerlerine karşı koyacak güçleri kalmadı. Trianglum yıldızı. Güneş kızdönümüne girdi. İnsan, Kant’ın yaklaşımı uyarınca, öz istencinin  nedenselliğini  sadece özgürlük idesinde aramalıdır, çünkü özgürlük duyular dünyasının belli nedenselliklerinden bağımsızlıktır. Bu yüzden özgürlük idesi ile özerklik kavramı ayrılmaz bir biçimde birbirine bağlıdır. Özerklik kavramı ise düşünen varlıkların eylemlerinin  temelini oluşturan etiğin genel ilkesi ile bağlantılıdır. Kant, ulamsal bir buyrum nasıl olanaklıdır? Sorusu bağlamında özerklik (otonomi) ve bağımlılık (heteronomi) kavramlarını açımlar ve şu saptamaları yapar. Ussal varlık, kavrayış dünyasına girer, onun kavrayış dünyasına girmesini sağlayan nedenler bütünü  ya da nedensellik ‘istenç’tir.   Etiyopya ile Hindistan’ı hep birbirine karıştırdık. Xeroderma Pigmentosum sayrılığından  mustarip yani güneş ışığına çıkınca deride derin yaralar oluşuyor. Hindistan ve Srinagar, helezonik gizlem, halk sözcüleri, uzayın %99unu kapsayan karanlık bölge. ‘Emir erlerinin tarihi bu güne kadar neden yazılmamıştır anlayamam. Yazılmış olsaydı, Toledo kuşatması sırasında açlıktan gözü dönen Almavira dükünün, emir eri Fernando’yu nasıl hapur hupur yediğini öğrenmiş olurduk. Dük hazretleri, anılarında, emir erinin yumuşak, körpe etinin, tavuk etiyle, eşek eti arasında bir tadı olduğunu anlatır.’ ‘1890’lı yıllar, Avrupa, Strauss ve Schönberg’in yeni ritm ve ses renkleriyle tanışıyordu. Zola gerçekçilik akımını, Dostoyevski Slav demonizmini, Rimbaud lirik söz sanatının ince örneklerini göstermişti. Nietzsche felsefede devrim yaratmıştı. Klasik, süslü mimarlık, yerini işlevsel üsluba bırakmak üzereydi. O dönem yazın sanatının eleştirmenleri, her türlü yeniliği, bir kargaşalık, bir gerileme olarak algılıyordu. Bir sanatçının ün salması için, orta kuşak tarafından denenmiş olması gerekiyordu. Bugüne benzeyen keskin, hiyerarşik bir ilişki vardı. Öte yanda gençler, Gerhart Hauptmann otuzunda Alman sahnelerinde söz sahibi olmuştu. Rilke yirmi üç yaşındaydı ve arkalarından başkalarını da sürüklemişti. Kaşla göz arasında ‘Genç Viyana’ grubu ortaya çıkmıştı. Ancak Hofmannsthal, tam bir fenomen olarak, o kuşağın güçlü tutkularını dile getirmekle kalmamış, on altı  yaşında bir genç için büyük bir edebiyat olgunluğuna ulaşmıştı. Bu sanat hayatında süregelen usta-çırak ilişkisinin o kasvetli, uzun yolculuğuna tuhaf bir karşı yanıttır Hofmannsthal’in yaratımı. Loris takma adıyla gönderdiği şiirler, dergi editörleri tarafından usta bir şairin yeni bir üslubu olsa gerek, diye yorumlanırken, karşılarına, sıska, soluk benizli, ince sesli, bir erkek çocuğu çıkmıştı. Barba Vasili paltosuna girdi uyudu. Pelion dağı, Fars dünyası, Meotis gölü (Azak denizi), rüya tanrıçası Serapis, Vitzliputzli (Meksika tanrısı) Talokan’da, Hint Kerala’sında, şiir umarsız Penolope’dir. Emanuel von Froben; Büyük Seçmen Prens Friedrich Wilhelm’in ahır yöneticisidir. 1675’te Fehrbellin savaşında kendi atını prensin atıyla değiştirerek efendisinin yaşamını kurtarmış ancak kendisi yaşamını yitirmiştir. Lizbon’a Lizboa diyorlar. Vasco de Gama’nın Mekke’den dönen Hintli hacı dolu bir gemiyi içindekilerle birlikte yaktığından söz ediliyor. 17. Yüzyılda bir rahip, denizin yuttuğu yüzlerce Portekizliyi kastederek, ‘Tanrı Portekizlilere küçük bir ülke verdi ama, dünyayı da onlara mezar etti demiş’. Portekiz’in en meşhur şairlerinden Sa de Miranda’da ‘bir kimyon kokusu için halkını yitiren krallık’ diyor Portekiz için. Keltler, Fenikeliler, Vandallar, Kartacalılar, Romalılar, Yunanlılar, Gotlar, Moritanyalılar, hepsi gelip geçmiş o sahillerden. İber yarımadasında beş yüzyıl kalan  Müslümanlar balkonda o kadar eğlenememişler, 1147’de Portekiz’in ilk kralı Alfonso Henriques’nin İngiliz, Alman, Fransız ve Flaman haçlı birliklerinin desteğiyle Lizbon’un tepesindeki kaleye bayrağını çekince, çekilip gitmek zorunda kalmışlar. İkinci Dünya Savaşında, Hitler’in Alman general Rommel’i zehirlettiği söyleniyor. Portekiz’deki ormanlık ve yeşillik Cabo da Roca’da, 140 metre yükseklikteki bir kaya üzerine çıktığınızda, hava açıksa Newyork’un bile görülebildiği biliniyor. Portekiz’de yerli halkın kökü İberyalı’lardır. Selahattin’in iskeletleri, ardıçların tepelerinde ölüyor av borularının boğuk sesi. El Greco ya da Toledo’nun gizi. Bulut ilahsı dumanlar, Isfahan ki dünyanın yarısı, Buhara ki yasaklı kenttir. Olanaklarım arttıkça, yapabileceklerim, arzularım yavaşlıyor. Mürekkep savaşlarının yolu sapıyor ama savaş bitmiyor.

 ***

 

 

   

 

TUNDRA SOĞUĞU

Çok kısa bir şey anlatacağım, fütüristik düşler diye bir yarışma düzenlemiştik, gelecekte neler olabileceğine dair, tasımların anlatıldığı bir tür öykü, deneme yahut düşünsel jimnastik diyebileceğimiz şeyler. Ben olan bitenden söz etmeyeceğim, yarışmacıların geleceğe dair düşlerinden bir demet sunmak istiyorum sizlere, us dışı şeyler. Gerçekte düşlerimiz hangi maddeden yapıldıysa biz de oyuz biliyorsunuz, şaşırtmak değil amacım bilmenizi istiyorum yalnızca…

Yarışmacılardan biri şunu savlamış, yeryüzünde hala Hitler’in hayaleti dolaşıyor diye başlamış söze ve gelecekte insan ölülerinin robot yapımında ucuz  birer  ham madde olarak kullanılacağını ileri sürüp diyor ki, dünya hiç değişmeyecek, tıpatıp şimdiki insanlardan oluşmuş bir uygarlığa doğru yelken açacağımıza inancım tam, ama bu insangillerin kalbi turbo motor, bağırsakları mekanik, ciğerleri de ultrasonik olacak ve uzayda tek başına dolaşabilecekler, üreme kaygıları olmayacak, çünkü o denli becerikli olacaklar ki onlar, kendilerini üretip yenileyebilecekleri için, bir tür ölümsüz sayılacaklarını da bilmelisiniz diyor. Bu insan görünümlü zombilerin, tek başına dünyalar olabileceği ve hiçbir dış dokuncaya gerek duymadan, üreyip çoğalabileceği için bir Ülke Devlet ya da Sera Toprakları veya Çarmıh İnsanları gibi kendilerine adlar vererek, galaktik kümelere kendi adını yazdırabileceklerini de ileri sürüyordu yarışmacı...

Başka bir yarışmacı, insanlığın ortadan kalkacağını, hatta varlıkların ortadan kalkacağını öne sürüyor, her şey bir sanaliteye indirgenerek, varla-yok arası sonsuz bir yaşamın hüküm süreceğini söylüyordu. Biraz açar mısın anlatmak istediğini dediğimizde, aniden kendini yok etmeyi başaran bu yarışmacı, jürideki arkadaşlardan birinin,  kulak içlerinden çıkarak, Alaattin’in Lambası’nı anımsatmıştı bizlere ve hepimizi bir hayret ve kahkahaya sürüklemişti. Oysa bir hologram oyunuydu sergilediği ve kendisi de bilemeyiz belki bir gerçeklik değildi...

Oyun sürüyor, yarışmacılardan yaşlı biri, flüt, klarnet, fagot, obua, trompet, saksafon, korangle, pikolo, trombon, tef ve davullarla sahneye çıkarak, sesin renginin değişebileceği gibi, varlığında doğasının değişebileceğini ileri sürdü ve birden ‘Tanrı yaşamakta’ diye bağırarak, ruhların herhangi bir varlığa aktarımıyla -o transferiyle dedi-, karıncalar ya da bir pangolin uygarlığına evrilebileceğimizi, üç bacaklı atlar olabileceğimizi, elektronik çiplerde saklanan geleceğimizin, bir bilgisayar ya da ‘Yapay Yeti’ ürünü olarak bizlerin ne olacağına karar verebileceğini ve sanal düşlemlerin egemenliğiyle dolu bir kozmosta yaşadığımızı öngören savlarıyla, tüm bir uygarlığımızın, baştan beri bir varsayım ya da matriksle bütünleşen bir eylemsellik olduğunu haykırıyordu. Bu yarışmacı neden bilinmez gözyaşlarıyla terk etmişti salonumuzu...

Bir başka yarışmacıya gelecek olursak, o da diğerlerinden çok ayrıksı biri değildi, hep olağanüstü şeyler aramaktan kaçınmalıyız dedi ve ne diyeceğini merakla beklerken,  harita duvarına soy kütüğünü izleyen bir çizelge yansıtarak, atalarından neredeyse üç bin yıl önceki annesi konumundaki bir bayanla, hararetli bir söyleşiye dalarak, hepimizi şaşırttı. Genç ve güzel İskitli, hiç şaşırmadan belirsizlik ilkesini tartışıyor, göreceliğin sınırları olduğunu ileri sürüyor ve kendisinin geçmişten beri yaşamakta olduğunu söyleyerek, Tulon gezegeninde Ölümsüzler Bahçesi adını verdikleri bir huzur evinde çalışmalar yaptığını ve mutlanla dolu, üretken bir yaşam sürdüğünü söylüyordu.

Sonlara doğru yarışmacılar işi iyice azıttılar, bir yarışmacı jüriden birinin belleğine sızarak, bilincini yönlendirmesiyle, yarışmada kendi düşünsel sürümlerinin kazanmasını sağlayabileceğini, us yürütümünü  kilitleme yöntemiyle, jüriyi anlaşılması güç, kasıtlı seçeneklere sürükleyerek, kolaylıkla birinci olabileceğini savlıyordu. Söylemek isterim ki gerçekten öyle olmuştu.  Sondan bir önceki yarışmacı, ‘ak’robotik robotlarız’  biz dedi, devinimli varlıklar yani, baştan beri et ve kandan bileşik bir tür mekanistik uygarlığız, ‘Göğün altında yeni bir şey yoktur’ hiçbir zaman diyerek, bizim yani insanellerin, olası bir değişkeyle, çelik ve titan aksamlı robotlara dönüşmek istediğimizi belirtti, çünkü şu sıra ayaklanan bitkiler, zaten bizden önceki robotlardı, bizi yaratarak, yumuşak bir geçişle devretmişlerdi, minik manik evrenlerini dedi!.. Jüriden biri korkuyla ayağa kalkarak sağını solunu yoklamaya başlamıştı o ara ve birden düşüp bayıldı ama bir tutam eter kokusu, kendisine gelmesi için yeterli olmuştu ne yazık ki…

Sözü uzatmayacağım, son yarışmacının diğerlerinden ayrıksı bir yanı yoktu kısacası, yeni yaşam biçimlerinin olasılıklarından söz ederek, mimetik varyasyonlarla bizi güldürdü, çünkü bu bir klişe görevini üstlenir her zaman bu tür hokkabazlık ve yarışmalarda… Düşünce panayırları, us sanatoryumları, bilgi bankaları, ruh ve beden pazarlarında, orijinal olarak piyasaya sürülebilecek, yalnızca mutlu olduğumuz yaşamsal sahneleri ve saatleri satın alabileceğiniz yineleme makineleri, hermeneutik  playstation çeşitleri, otoistik analiz ve hedonizm dolu günahkâr programlarla sürdürebilecektik yaşamımızı ve  başkaca yurtluklar ve kurt deliklerinden geçerek ulaşılabilir çılgın dünyalar,  yeni boylar ve krallıklar, denizlerin  altında ve göksel uygarlıkların çok çok üstünde yer alan, solgun rüzgâr ve yağmurların suladığı, pek tuhaf evrensi girdaplardan, sonsuz uzaklıkta ağlardan söz ederek, bizi oralara götürebileceğini öne sürdü ve açıkçası korkuyla karışık şaşırtmaya çalıştı.

Sonunda ne oldu dersiniz, inanın yarışma salonunun ortasında bir kara delik açıldı,  halüsinasyon görüyoruz sandık, alternatif kurgular ve bambaşka dünyalara giden yok mu diye haykırdı bir galaktik pilot, yıldızlar çakıyordu gözümüzün önünde!..

İzleyiciler ve jüri donakalmıştı, yarışmacılar bir bir bindiler ve gittiler. Herkes; ‘Bu büyücüler, başka dünyalardan bize yeni yaşam biçimi pazarlamaya gelen gezegen tacirleri, yıldız komisyoncuları’ diye bağırdı.

Hepimiz inanmıştık sanırım, ama her kara deliğin bir ucunda, başka bir ak delik vardır kuramınca, az önce kaybolan yarışmacılar, salonun arka kapısından yine girdiler ve kalabalık çığlıklarla, gerçekte birer yarışmacı olan akranları, dost ve arkadaşlarıyla, gene sarmaş dolaş ve kol kola salonu boşalttılar!..

Bir tuşa basarak uyandırıldığımızda, filmin bittiğini ve kobayların krallığında, egemenliği sürüp giden farelerin, aralarında konuşarak, yeni konumumuzun ne olacağını tartıştıklarını görmüştük…

Ölümsüzlükten daha kötü şeyler var!..