23 Temmuz 2019 Salı

TANRILARIN OSMANLISI



Osmanlı kültür ihraç ediyordu, bir sürü batılı yazar payitahta geliyor, gezi, roman, şiir veya doğu izlenimlerini yazarak gidiyordu. İstanbul bugünkü gibi bir gökdelenler şehri değil, boğazın iki yanında sülün gibi dizilen yalılar, gökleri kırmızıya boyamış erguvanlar, begonviller, pembe beyaz badem çiçekleri, sırtlarda bir düş, bir bahar meleği gibi parıldayan papatyalar ve şırıldayan sularıyla Binbirgece masallarından çıkma bir cennet bahçesiydi.

Gün geldi onun her imparatorluk gibi yıkılışına kin duyan evlatları, tarihte görülmemiş bir kindarlıkla ona saldırdılar, dilini değiştirdiler, camilerini yıktılar, çeşmelerini kurnalarına varıncaya kadar talan ettiler, yalılarını yaktılar, padişahlarını mütecaviz ilan ettiler, kadınlarını köle, cariye ya da yosma yaptılar, dünyanın en güzel şehrinin içinde Vatan Caddesi, Tarlabaşı, Topkapı gibi cetvelle çizilmiş, ahşap cumbaların, güvercin evlerinin içinde bulunduğu selatin camilerinin, yatırların, göz kırpan dilberlerin canına okuyarak, yakıp yıkıp yağma ederek yollar açtılar. Öyle bir talan edildi ki şehir, ona yedi kocadan arta kalmış İstanbul diye şairler şiirler yazdılar.

Batının maceraperestleri, Montesqio, Mozart, Goethe, Chenier, Pierre Loti, Baron de Tott, Marko Polo, Cervantes ve niceleri ondan bir rüya gibi söz ettiler, onu kıskandılar, ona aşık oldular, onu öldürmek istediler ve emellerine kavuştular. Heyhat şimdi biz oralara gidiyoruz, felç olmuş zihinlerimiz, unutulmuş geçmişimiz, kör sağır ve dilsiz şairlerimiz, boyunlarında tasmaları, aşağılanmayı işbirliği sanan zadeganlarımız, oraların kölesi olmuş amelelerimiz (Amilu ki bir tanrının adıydı!) münevverlerimizle!..

Evliya Çelebi onu kutsadı, Fuzuliler, Nedimler, ölürken bile şu parçamı bitireyim diye, göz yaşı döken neyzen Selimler ona sevdalıydı ama o içerden ve dışardan, zamanın ve küfr ve harama bulanmış bir dünyanın acılarına dayanamadı ve gün geldi, tanrının bile hayal edemediği bir ütopya, tüm zamanların bile düşleyemediği bir masal, bir Atlantis gibi yıkıldı ve kendi okyanusunun için de, diplere doğru gömüldü, yıkıntılar arasında, göklere yükselen dalgalar, içler acısı feryatlar ve canhıraş haykırışlar arasında yitip gitti.

Onun günahı neydi?..

Ne zaman ki artık İstanbul, başşehir değildi, göç alan, bar ve pavyonlarda eskici insanların, derbederlerin, ayyaşların, mazisiyle ölmeye yemin etmiş sazendelerin ve modası geçmiş beyzadelerin can çekiştiği, inlediği ve her şeyinin yağmalandığı ve bitip tükenmez biçimde, bir türlü yıkılmayan bir cangıla, dehşetengiz bir metropole ve eski zamanların hala kıyısından köşesinden fırladığı bir cehennemin topraklarına dönüştü, bir ecinni masalının viranesi, bir harabe ve yıkıntılar arasında ilahi gibi son nefesini verdi. Tarih ve insanlık bir kez daha tekerrür etti ve eşsiz bir cennet öbür dünyaya yolcu edildi.

Onun sütunlarına kulağınızı dayayın, hala iç çeken halayıkların, bahtsız şehzadelerin, muzaffer ve dumanlı bakışlarıyla imparatorluğunun uçsuz bucaksız sınırlarını gözleyen padişahların ve geride her şeye kadir Kösem Sultanların, Turhan Sultanların, günde beş vakit secdeye duran Despinaların, kafes arkasından, cumbalardan aşıklarını süzen halayıkların inleyişlerini, sonsuzluğu bile delip geçen çığlıklarını ve tanrının bile bir umar yaratmaktan aciz olduğu, son iç çekişlerini ve bir güzelliğin acılarına katlanmakla ömrünü geçiren bir dünyanın ve gamzeli gülüşlerini meleklerin bile kıskandığı nedimelerin göz yaşlarını görürsünüz.

Onun yerine gelen minyatür oyuncağın adı Cumhuriyet, yedi kocadan arta kalmış bahtsız İstanbulun da, artık akasyalar yerine yollardan süzülen Renaultlar, Bmwler, Mersedesler ve görgüsüz, dinden imandan yoksun, İstanbul deyince, ha eski bir şarkının adı değil miydi o diye salyaları akan ve Ferrarileri ile sömürge olmuş bir şehrin sokaklarında sidiklerini yarıştıran, adını sanını unutmuş, kişiliğini kimliğini yitirmiş, robotlar, mutantlar, hayaletler ve gecelerinde oyuncaklarının jantları parıldadığı hortlaklar var.

Dilleri bırakın Osmanlıcayı, Türkçe bile değil artık, arabaları sömürge evlatları olmakla, sözde kurtuluş savaşı verdikleri, yedi düvel adındaki diyarların oyuncakları, hiç bir şey onların değil, içinde yaşadıkları kibrit kutusunun içinde, aydınları yedi düvelin tasmalı köpekleri, onun dillerini, onun mallarını, onun kültürlerini öğrendiğimiz, içselleştirdiğimiz takdirde kurtulacağımızı savlayan bir zamanın prangalı evlatları, forsaları, lejyonerleri, paralı uşakları...

Çağımızın öyle bir masalı ki bu, ne kitaplar yazabiliyor, ne nineler anlatabiliyor, ne bilenler söyleyebiliyor!.. Onun adından söz etmek dilleri yakıyor, bir hummanın, bir salgının, bir kuduzun bulaşmasına yol açıyor, nereden geldiği bellisiz bir ölüm şuasının evlerin içlerine, odaların diplerine kadar sirayet ederek, üç çatallı şeytanın işini bitirmesine -kahkahalarla gülümseyerek-, cesetleri sürükleyip götürmesine yarıyor.

Bir dünya, bir kültür, bir rüyanın nasıl yok edilebileceğine ve insanlığın henüz insan olma noktasında nasıl da korkunç arazlar gösterebileceğine; tanrının işaret edip, yıkıntılar arasında bir ilahi, bir ağıta dönüştürebileceği, ağlayıp, göz yaşı dökebileceği ne başka bir felaket var, ne başkaca bir trajedi...

Surlarda hala ağlayan, inleyen hanendelerin sesini duyabilirsiniz, sesi kesilmiş, artık şırıltısı bile düşleri süsleyemeyen çeşmelerin göz yaşlarını görebilirsiniz, Binbir gece masallarına ram olmuş padişahlarının kederini, Sarayburnu'nda çürümeye durmuş kafes arkalarından elemle izleyebilirsiniz...

20. Yüzyıl Osmanlı Türk İmparatorluğunun yıkılışıyla, eski dünyanın bittiği, barbarlık ve ceset tüccarlığının görkemi ve kan içici kapitalizmle, imansızlığın biricik göstergesi kanibalizmin kol kola yükseldiği bir yangın, bir soykırım çağıdır.

Osmanlı ile bir barış ve sükunet çağları sona erdi ve tüm insanlığın kanını içen, nükleer kışların, cehennemi uygarlıkların, napalm ve dev gibi elektronik mantarların, zehirli, kıyameti öncelleyen dünyasında, insanlığın songüne doğru koşuşturmasını alkışlamak kaldı bize...

Kibrit kutusu gibi, Hasanali oğlu serkeşlikten başka bir umar bulamamış Can'ın dediği gibi, 'g.t içi kadar bir yerde' , elimiz kolumuz bağlı, kendi cehennemimizi ve tüm insanlığın öbür dünyaya doğru, hırsla, hırsızlıkla, kinle, kindarlıkla, kanla, kansızlıkla, tanrının salhanesine, sıratın ipine doğru koşanları seyretmek kaldı!..

İnsanlık öldü!..

Derler ki, Osmanlı Sarayı entrika, ölüm, boğma, kesme ve her dakikası bilinmeyenle dolu bir gayya kuyusuydu.

Alın size ahlaksızca, kendi toplumunu ve geçmişini aşağılamaya yönelik bir toplumun entelijansiyasının şu ya da bu nedenle ürettiği bir safsata, ahlaksızlık daha doğrusu...

Osmanlı kadına yönetim imkanı vermedi diyelim, oysa yönetimi gayri resmi anlamda hep paylaşan bir kuruluştu. Bu batının geliştirdiği, onların öncülüğünde demokratik bir gelişme değildir üstelik, Mısır da ki firavunlar kadın oluyordu örneğin, 7 adet Kleopatra vardır tahta geçen, Kleopatra'nın bir firavun olduğunu bilmeyen var mı... Bitmedi tarihin tek kadın imparatorluğu, yani kadınların tüm alanlarda yönetici olduğu tekbir ülke vardır, bir Türk boyudur bu; İskitler (Savaşırken yay titremesin, ok hedefini şaşırmasın diye sağ göğüslerini keserlerdi, görüyorsunuz barbar tanrılarımız ve erkek egemen uygarlıkların oluşturduğu hazin sonuçları). Oğuz boylarında da hatun önder anlayışları olmuştur. Bu bilitler insanlık tarihinde neden öne çıkmaz, çünkü sömürüye dayalı, et ve kan uygarlığında henüz o aşamalara gelemedik biz, tüm insanlık. Öyleyse uygarlığın beşiği batı diyenlerin bu manipüle ve tasmalı köpekliğe nereden bulaştıklarını anlamamız gerekir!..

Sorun şu, Osmanlıda resmi anlamda, siyasi nedenlerle öldürülen ve meydanlarda asılan, şimdi dikkat edin, giyotinle başı kesilen kadın yoktur. Alın size anne kökenli, anaerkil bir dünyanın merhameti ve bu konudaki ahlaki anlayışı...

Batı, daha dün, meydanlarda Mari Antuvanet'i bizzat papaz aracılığıyla külotunu çekip çıkararak, giyotine gönderdi, bunun nedeni bekaret kemeri anlayışına dayanan bir ritueldi, Tanrının yanına her kulu çıplak giderdi, öyle çünkü Hristiyanlık inancına göre de insan tanrının kuludur, bu da üzerinde durulmayan başka bir yanlış bilgidir, tek tanrılı dinlerin tümünde insan tanrının kuludur ve tanrının karşısına, kefen gibi bir giysiye sarınarak ama yalnız ve çıplak gidilir.

(Ayrıca tek tanrıcılığın kaynağı Mısır'dır, firavun putataparlığa son vermek ve totemist anlayışın bağımsız ruhunu, ulusalcı bir kapsama alanına dönüştürebilmek için, bir çözüm aramış ve kendini tanrı ilan etmiştir, -puta taparlık çok uzun zaman varlığını Arap, Kuzey, Latin Amerika ve iç Asya'da varlığını sürdürmüş, ortaçağdan sonra tümüyle yok olmaya yüz tutmuş bir ritüeldir- piramitler tanrı mezarlarıdır, ama bu yaygın ve egemen kültürden ziyade bir klik biçiminde de kendini gösterir, bir düşüncenin tebaaya egemen olabilmesi zaman alır, bugün bile öyledir. Musa Mısır'da ortaya çıkan tek tanrı anlayışına gökselliği ekleyerek, daha bulutsu bir belirsizliği seçmiştir, Yehova bir gök tanrısıdır, o da üstelik çok önceleri İbrahim ve İshak'ın, Davut'un ürettiği bir kavramdır. Musa döneminde Mısır uygarlığının sömürgesi ve iş gücü diye niteleyebileceğimiz ırkı için, köle ve yazgısı ezilen bir sınıf diye nitelenebilecek bir sınıf için, kesin ve çözüm üretebilen tanrı kavramının onlar için geçersiz olacağını biliyordu, ırkının umutlarını yaygınlaştırabilmek için, tanrıyı belirsizleştirip, kesinlikten uzaklaştırarak zamana yaymış ve düşüncelerinin, kesin çözüm üretemeyeceği tehlikesine karşı, toplumu ayakta tutmak adına, kuramsal yanına ağırlık vermek zorunda kalmıştır. Umuttur insanlığı hayata bağlayan. Gerçekte, ruhani alanda kesin çözüm vaat eden hiç bir şey düşünce sayılamaz insanlık tarihinde, o bir reçetedir ve güncelliğe hizmet etmeyi amaçlayan genel geçer bir şeydir. Bu yüzden tanrı kavramı belirsizlikle, iyilik ve kötülüğü içermekte, her şeye kadir olmasını da seçimlik bir tutumla geçiştirebilmektedir, onun gücünün yetmediği, istemediğidir örneğin, sonsuz bir alegoriye de yol açar bu, iyilik ve kötülüğün sonsuz meşruiyetine yol açılır doğallıkla, bir tür illüzyon, her şey olasıdır ve hiç bir şey değişmeyebilir verili dünyamızda artık. Uygarlığımız değişkelerin skolastiğidir bu yüzden. Düşünce de bir olasılıklar yığınıdır ama, somut dünya döner ve olasılıklar onu ele geçirmeye ya da etkinliğini artırmaya çalışır. Zamandır tanrı. Marksizm bile bir açınlamadır, reçete değil. Hristiyanlık ve İslamiyet tek tanrı kavramını, Mısır'ın bir firavunundan veya Davut mezmurlarından kaparak bugünlere ulaştırmıştır. Göğün altında yeni bir şey yoktur bu yüzden. Günün birinde bütün bunlar da değişip, evrilecektir insanlık tarihinde, değişmeyen tek şey değişimdir, kozmosta, tanrı kavramı da abartılı bir şey değildir bu yüzden, ailenin tanrısı baba figürüdür, devletin tanrısı monarktır, şu ya da bu biçimde tanrılarımız cirit atar içimizde, bu yüzden tanrı kavramının yüceltilmesi gerçekte ona yüklenen anlamların yüceltilmesidir ve yücelen tek şey düşüncelerimizdir gerçekte, tanrı düşüncenin bir ürünüdür. Düşünsel yapımız, eril yapıntıların egemen olduğu düşselliğin ekseni kökten değiştiğinde tanrı kavramının yerinde yeller esebilir, tam anlamıyla gelişmiş bir dünyada tanrı kavramı bir eğlence ya da yerel bir fantezi olarak da varlığını sürdürebilir ama bugün uygarlığımızın ana figürlerinden birisi, çünkü her uygarlık varlığını sürdürebilmek için ruhani tözlere gereksinim duyar. Düşünce soyuttur, somut olan bedendir, kürevi dünyamızdır, soyut düşünce yapımız onu algılayamadığında dünya ve biz yok oluruz. Varlığın varlığı düşüncenin varlığıdır, yoksa onun bizim dışımızda var olmasının bir değeri olamaz, varlık bu yüzden salt töz, ruh, tin diye nitelendirebileceğimiz her şeydir, taş ve yıldızların dünyasında, bir düşünce barınmadığında, bu tür var oluş biçimi ne denli versiyonlara ve çeşitlemlere bölünürse bölünsün, yok hükmündedir, tanrı kavramı bizim varlığımızın biricik kanıtlarından biridir bu yüzden, onu aşan bir düşünce yapısına kadar, taş ve yıldızlar birer materyaldir kanıt değil, kanıtlar somut değil soyut bir şeydir bu yüzden, taş ve yıldız düşüncelerimizin süsleri, estet parçalarıdır, onu var eden soyut bir varlık olan düşüncedir, var sayabileceğimiz tek varlık düşüncedir bu yüzden, onun dışında var olan şey, gelecekte belirebilecek, olası bir düşüncenin görüngüleri olmakla, bir varlık değil, hiçliğin ta kendisidir. Yalnız düşünce insana özgü bir şey de değildir, bunu anlayabilmek gerekir. Düşünce evrene dağılmış bir ortak bilinçtir. Hareketin en basit biçimi yer değiştirme, en gelişmiş biçimi düşüncedir. Düşüncenin ilkel kordalı biçimi kıvılcım, çatışkı, devinimdir belki, ama düşünsel ufkumuzda, usumuzda beliren ve örneğin Dna gibi, bellek oluşumu gibi bir zincirleme reaksiyona yönelebilen her kabarcık, devinime yol açan her varsama düşüncedir. Bir tür madde, dalga boyu ya da tanrı parçacığı. Somut ve soyut sonsuzlukta tek bir parça, bir bütündür. Somut sonsuz bir soyutluğun ürünü, soyutta sonsuz bir somutluğun ürünüdür. İç içe... Tanrı dediğimizde, salt 'Ateş ve toprak, rüzgâr ve yağmur' içeren bir bileşke, bir evren tasımlayabiliyoruz yine de, şiddet barındırıyor içinde, çok büyük bir başarı değildir belki de, günah ve sevap, iyilik ve kötülük, negatif ve pozitif kutuplar birlikte, tanrının, var oluşun tözünün elinde gelen budur belki de...)

Başı kesildi Antuvanet'in -varlığa bak- hunharca, Osmanlının 600 yıllık geçmişinde böyle bir olay yok, meydanlarda külotu çekip çıkarılarak, başı baltayla kesilen bir kadın yok, İngiltere ise İskoçya kraliçesi, yani kraliyetin, siyaseten bir tür kuzeni, kendisiyle bağımsızlık ya da muhtariyet kavgasına girişti diye, aynı biçimde halka açık meydanda bir buzağı gibi başı kesilerek can verdi, o belki de çırılçıplak bu cezaya çarptırılmıştır kim bilir... Bakmayın ressamların, modernite illüzyonuyla Kraliçe Elizabeth'i çıplak, Stuart'ı giyimli resmetmesine, iktidarlar ve tanrılar her zaman olması gerekeni, olması gerektiği gibi sunarlar halklara!.. Gerçek başka yerlerdedir her zaman...

Öyleyse, kadından firavun olması, imparatorluklarda tahta geçmesi bu denli sorun değildir, çünkü erkek egemen bir dünyanın cellat başı olmaktan öteye yaramıyor, bu tür gelişmeler, görüldüğü gibi... Ama Osmanlı bir kadını halka açık meydanlarda başını kesecek kadar zalimleşmeyen, barbarca bir tutum içine girmeyen bir imparatorluk olarak diğerlerinden çok daha insancıldır, hiç olmazsa göreceli olarak.

Osmanlıya barbar diyenler, kadınların meydanlarda başını kesip, halkın önüne atan, ortaçağda cadı kazanlarında yakan, linç edilen veya firavun yaparak zulmün nemrutluğuna soyunan günahkarlar olmasına gönül indirmeyen, erdemli ve anaerkil düşünceyi özümsemiş bir siyasetin evlatları olarak, Osmanlıyı bağımsız bir düşünsel yapıyla değerlendirmeyi öğrensinler, kendilerine dikte edilen, manipüle bilgilerle, tarihini aşağılayan, mazohist yığınlara dönüşmekten ve tarih karşısında ezik, kompleksli ve edilgen, kölecil duygulardan kaçınsınlar. Birey olmayı başarsınlar artık. Verili bilgiye başkaldırmayı öğrenemeyen tüm toplumlar sömürgedir tarih boyunca...

Bu toprağın çocukları uygarlığın bu topraklardan yükseldiğini, en azından paylaşım sahibi olduklarını bir gün öğrenecek ama bugünkü Cumhuriyet anlayışımız bunun önündeki asıl engel, bu Cumhuriyet'in ilkesi, Darwin kuramlarıyla uğraşmak yerine, kendi varlığının geçmişteki şaşaalı düstur ve uygarlığa katkılarıyla büyüyüp, gelişen ve düşünen bir ulus yaratmakla uğraşmak olmalıdır öncelikle!..

Kendine inanmayan ve güveni olmayan ulus ya da bireyler ya başkalarının kölesi olurlar ya da içlerine kapanarak yıkılır giderler. Hiç bir varlık başkalarının yaratımları ve bilgilerini içselleştirerek var olamaz, kendi olmayan varlık asimile olur, erir ve yok edilir sonuçta... Sen kendin olacaksın, senin özendiğin, sevdayla bağlandığın şey orada var zaten ve onun sana gereksinimi yok, sen sen olmadıkça yoksun ey ruh!..





















13 Temmuz 2019 Cumartesi

(Roman 666 Sahife)

(Öykü 736 Sahife)

(Şiir 813 Sahife)