25 Ekim 2013 Cuma

GÖNÜL




Çocukluk çağlarından birinde karşılaşmıştık.
Güneşe doğru giderken sana bakmak için dönmüştüm;
sen de dönmüştün, ‘Kalplerin görebileceğini söylüyordun’
ve bana el salladın.
Aramızdan zamanın duru tadı ve bir insan ırmağı geçiyordu,
Yakup’un Düşleri’nden bir gün batımıydı.
Bu anın sonsuz bir ayrılık olduğunu, hepimizin birer
‘Araf Yolcusu’ olduğunu nasıl bilebilirdim.
Birbirimizi bir daha göremedik ve bir yıl sonra ölmüştün.
Şimdi o anıyı arıyorum ve bir yanılsama olduğunu,
küçük bir elvedanın ardında, sonsuz bir ayrılık olduğunu düşünüyorum.
Bu gece ‘Elem Denizleri’ni kucaklamak istedim,
olanları anlamak için Attar’ın ustasının, dudağına yerleştirdiği
öğretiyi yeniden okudum.
Bedenin öldüğünde, ruhun özgürleşebileceğini okudum.
Şu an gerçeğin bu yakıcı melankolide mi,
yoksa o sonsuz elvedada mı olduğunu bilemiyorum.
Ruhlar ölümsüzse, ayrılıklarında sessizce olması iyidir.
Elveda demek ayrılığı yadsımak, yine görüşeceğiz demektir.
Bugün ayrılır gibi yapıyoruz, ama yarın yine bir araya geleceğiz.
İnsanlar, ayrılığın oyunlarını bilemediler, çünkü ölümsüz
olduklarını sanıyordular, her ne kadar kendilerini sıradan
ve gelip geçici sanmış olsalar da; Bunun için üzünçle
ve özlemlerle dolular.
Gönül; Bir gün yeniden görüşeceğiz ve şu belirsiz söyleşiyi
sürdüreceğiz ve ‘Sonsuzluk Irmağı’nın kıyısında, bir zamanlar
Fatih ve Gönül’müydük diye birbirimize yine soracağız.

MAHZUN




''Arap tarihini yazan bazı kâhinler, bir tarihte Cidde'de bir koyunun konuşacağını yazdılar. Çin tarihinin kâhinleri, Pekin'de, dört gözlü bebeğin doğacağını yazdılar. İsrailoğulları'nın kâhiniyse, günün birinde; Hayfa'da bir kurdun şiir okuyacağını, sonra da kusacağını yazmışlardı.''

Bir zamanlar, güneşin doğduğu  yerde, belki Eleşkirt, belki Erbil’de, bereketli hilâlden gizil bir yurtluk, bir cihan toprağında; Geceleri mehtabın yükseldiği, yıldızlara doyurulmuş dağların arasında; Kendince akan pınarların, servilerin, kavakların; Acem kılıcı kaşların, hançer kıvrımı kirpiklerin süslediği, ceylan bakışlı gözlerin nazar eylediği, kızıl ışıklar saçan, bulutları buğular yayan ulu bir konakta; Avlusu iman sümbülleriyle dolu, baygın reyhanlardan görünmez yolu, İrem güllerinden kokulu; nice odalardan birinde, Mahzun adında bir köle yaşarmış.
O zamanlar Tanrı, aydınlığı karanlıktan ayıran, ışığın yüzü, Harun-ür Reşit’de her iki cihanın, eşi bulunmaz bir cihangiriymiş. Kinayeli öngörüler nedimi bir sufi, dildar mesellerin vakanüvisi Eba Müslim-el Veli kaleme alırmış bu sözleri…
Mahzun, Moritanya’dan mı, Kordofan’dan mı; balta girmemiş ormanlardan, susuzluktan kavrulan çöllerden mi bilinmez; güneşin hiç batmadığı, karanlığın hiç gitmediği bir toprağın vatanındanmış. Öyle aç, öyle susuz bir dünyanın gurebasındanmış ki, ne anası, ne de babası varmış. Dağın, taşın, uçan kuşun, ıssız geçitlerle, haramilerin boyundan; şişeden cin çıkaran Ali Babalar’la, berduşların; düşmüşlerle, eşkıyaların soyundanmış.
Ah ki o zamanlar, Dünyazat’la, Şehrazat’tan güzelliğini almış, bir zülf-i yar için bağışlanmış Bağdat’da; Bir diyarlar diyarı, şehirler şehrinin anasındanmış ve sürçü lisan etmeyelim ki, Harun’da, gün batınca kapısına kilit vurulan, surlarının gölgesinde aşka durulan bu şehriyarın, halifeler halifesi bir hükümdarındanmış.
Gelgelelim adını her zikredenin ağızlarını yakan, bir bakışta mil çekilmişçesine gözlerini kavuran bu Abbasi Sultanı'nın sarayındaki köleler, halayıklar; sakilerle, sabiler, muhafız ve hasekiler tüm Bağdat’ın nüfusundan da çok imiş. Ama o yine de sih'r içinde ‘Binbir Gece’, ayağı halkalı bir köle, ilahi gövdesinin gereksinimlerini dindirecek cariye, büyülü bir kuşbaz, düzenbaz, gözbağcı bir hokkabaz arar imiş.
İşte Mahzun’da bunlardan biri olacakmış ki, Nil Suyu civarında bir gece yarısı, mahdumu olduğu bir kervanın peşinde, ayın yoldaşlığında dolaşırken, toz fırtınasından zayi mola sırasında, yazgısını paylaştığı Faris adlı candaşıyla, İbni Hakan'ın -cenbiyeli muhafızlarınca yakalanıp- dillere destan sarayına götürülesiymiş!..

Anlatının burası pek sakıncalı, serap gibi düş karıştırıcıymış. Mahzun ve Faris tam menzile varıp, ey yaşam; işte kölelerin kölesi olduk, belki de dünya-ahret kurtulduk diye mesrur olacakken, şeytana uyup yine kaçasılarmış ve öyle bilisiz, öyle bir ehliyetsizlik içindeymiş ki bu iki arkadaş, nereye doğru kaçtıklarını bile bilemezlermiş; yağışlarla beslenmiş timsahlı sulara; Ramses ırmağına mı, cennet mevsimlerine inat, Eden Bahçeleri'ne nispet, cirit atan Anadolu toprağına mı, Dofar ya da Bağdat tarafına mı, Şam ilinden, Halep-Sur yollarına mı, bir türlü karar veremezlermiş.
Mahzun ve Faris pare pare olursan, sonunda görünmez olursun darb-ı meselince, yollarını ikiye ayırasılarmış. Mahzun bilisizce (öykümüzün başında olduğu gibi), Eleşkirt'teki konağa varmış, binlerce büyük baş hayvan, dağların, ovaların, ırmakların efendisi, Mazdek Ağa diye bir tımar sahibinin, malsız, mülksüz marabası; Faris’te nasılsa oralarda, bir yol geçen hanının, üç kaşlı eşkıyasına kul olasıymış.

Mahzun bu yeni yurtlağında, zamanla balta girmemiş ormanların tinini, çayırların yeliyle birleştiresi, saf bilisizlikten, sonsuz boşlukların bilgeliğine eresi, 'Ezel Nakkaşı'nı güz dilinden anlayarak, yakıcı vesveseden kurtulası ve pek çok ağıt, mersiye, risale, kaside, gazelle, naat ve methiyeler üretesiymiş... Düş kitabında; dünya gailesine zihin yorası, cehalet denizinden, sefalet çöllerine savrulası, bin bir düşüncelere kavuşası ve bellek defterine olan-biteni kopyalayasıymış.
(Mahzun, konakta Arabi yazıyı sökmüş, cumbalar arasından kumru ötüşlerini ayırt etmiş, hangi halayıkların sesi Kurani’dir bilmiş ve envai çeşit bülbül ötüşünün, hangisinin Cezayir’den, hangisinin Adalar’dan ya da Boğaziçi’nden şakıdığını anlar olmuştu!.. Ama bir de her şeyleri unutup, hay huyla ve zamanın hızıyla geçen şu yaşamında; dünya ahret gönül verdiği, karşılıksız sevdiği bir halayık varmış ki; aşkla döktürdüğü, yürek burkan nice gazeller yazmıştır ona....)

İşte Bir Sungu; 
''Ey Rabia... Sen rabbimin lütfu, göz alıcı bir süsü, gönül bağlarının ele geçmez bir gülüsün.
Senin bakışın görmeyen gözleri açıyor; dokunuşun canlara can, dillerin dermansızlara dermandır.
Sen sevenlerin maşuğu, sevilenlerin aşığısın.
Sen dünya ahretliğinden bir can, muhtaçlara, zayıflara canan, günahla taşından toprağından geçtiğimiz, suyundan içtiğimiz şu aleme, şanlar-şerefler bağışlayansın.
Karşılıksız sevene kalbini açan; yaralı ruhlara şifa ve seçilmişlerden bir zişansın...
Rabbimin gözdesi sensin. Senin salınışın yeri titretiyor. Bakışların kalpleri eritiyor.
Senin geçtiğin yollar, ağaçlar, dallar; huşuyla önünde eğiliyor.
Sen kullar arasında yürüyen, adı rağm olmuş, yeryüzü insanlarının kalbinden geçensin...
Düşler timsali, gönül çağlarının, kalp evlerinin kapısından süzülen, hanlar hanı bir cihanın nihanısın sen.
Sen cennetin tubası, bahtsızların duası, küsmüşlerin figanısın.
Kalbin bütün n'isyanların kalbidir.
Onlar ki sana emanet.
Her kim sana sığınacak, mahzunları, masumları elest aleminin bu bal gözlü, bereketli sultanı koruyacaktır.
Senin kalbin, yalnız ruhların evidir.
Senin ruhun, yalnız kalplerin tesellisidir.
Sen rabbimin müjdesisin. Üzülmüşlerin Kâbe'sisin. Meleklerin cariyesi, o güzel ayetlerin bildirenisin.
Onları gümüşlerden alımlı, zambaklardan çalımlı, kuş seslerinin hanı duyumlar evine; O fısıldıyor.
Sen çilelerimizi kucaklayan, sevinçlerimize kanat geren, umutlarımıza yol gösterensin...
Rabbim seni imtihan ediyor. Güzelliğin acılarıyla sigaya çekiyor.
Sen müjdelenensin, yürüdüğün yollara güller serpilecek ve O seni kullarına, haberci tayin edecektir.
Sen sabredensin.
Ey güzellikte eşi bulunmayan.
Gülüşleri şifa dağıtan.
Ey periler divanı. Canlar alıp, canlar sunan.
Ezelin ebedi, bir gül-ü gonca...
Armağanlar armağanı, Mahzun'un sühanı,
Sultanlar sultanı,
Rabia...''

Derç edip, başkaca merak edenler vardır bu deruni köleyi, bu çılgın hergeleyi, imrenti ve kindarlıkla gözleyenler, ibretle yolunu bekleyenler olur deyu; elbette kanaat rehberine düştüğü tarikte vardır diyerek ve işte gerçekte, ötüşen tropik bir kuştur o deyu, bir demet akil-baliğ, bir tutam mücevher sunulur, bereket ve misk-ü amber niyetine, bir dirhemde olsa akıtılır, adı Mahzun olanın katmerli dünyasından…
‘‘Esirgeyen, bağışlayan rabbimin adıyladır. Hayy olana... Göklere ve sessizliğe iman ederim. Zambak boyunlu kızla, efendinin buyruklarına boyun eğerim... Keşişler, dervişler sevgilim oldu. Vaatleri Vaat Edenlerin Vaadiyim. Bilirim ki; Dünya boşluk üzerine kurulmuş, büyük bir boşluktur... Bilgelik edinilebilir mi? Reşit'in çalar saati ‘Digito ergo sum’ a çoktan geçmişti.

Cem olan, dijifreniydi!.. Ve engin gün batımlarının Fas Sultanı'da çalar saat istemişti. Tanrı’nın gözlerini göremeyiz ama; O bizleri görüyor!.. Sultan el Malik üz Zahir El Bundukdari bir gün dedi ki; 'Şu dünya belki de, başka bir dünyanın cehennemidir...'. Sanat, gerçekte sanat değildir. 'Karmatiyiz, Karmatisin, Karmati!..' Fizan ne işe yarar ki... İmla imleri, bir kaosun notaları değil mi?.. Fırtınanın gözüne bakabilmeliyiz!.. Sonsuz kumların sayısı nedir? İsa'ni ve insaniyiz...
Sabah köpüklü dalgalar yüzünü karaya döndü, geceleyin ay çıktı ve deniz söndü.
Ekron ilâhı Baalzevuv ne idi? Güzel dizlikli Akhalar savaşçıl idi! Babil'in Asma Bahçesi, Asurlu Sanherib'indir!.. Sultan Sencer, Alamut kalesini kuşatmaktan neden vazgeçti!.. Onlar ki hançerle öldürendir!.. O,  'Biz üzüm kanı içeriz, sense insan kanı / İnsaf et, hangimiz zulümdar, hangimizin masum canı' beytini vermiş ve Sabbah ‘Eyleme dönüşmeyen arzu, ölümcül bir sayrılıktır’ demişti. 

İşte gelecekteki, peykani levhanın, El Yazması kodeksi; 'Fatih, Vadisseyl savaşını yitirir mi, Avusturya-Macaristan arşidükü şaşırır mı, İlteriş Kağan ortaya çıkar, Küfî yazı mürekkebi kurutur mu... İblis bu dünyanın Hakan'ı olacaktır. İçtihat ve fıkıh ilmi bizdendir. Tus, Keykavus'u barındırdı!.. Rey'in, reyi olmadı ama; Alamutlu elini kaldırdığı an, fedailer kendini uçuruma bırakırdı.

Dünyanın örfü budur!..'

Rab olan şiiri aradı; insan-ı kâmili yarattı. İnsan-ı kâmil şiiri aradı; Rab olanı yarattı. Çağlar geçti... Nedir Peştuca'nın gizi?.. 
'El Cezeri, büyük yeteneği ile önceleri hiç bir akım kullanmadan, hiç bir yardım almadan, otomatlar, mekanik parçalar yapmış bir dehhaniydi. Romalı öyle büyüktü ki, ateşli silah olmadan, semada kurşun görmeden; Kudüs'ü dize getirmiş ve İkizler'e yeni utkular vaat etmişti'. Ey Vedûd'u, ey Mecid'i, kader mührü kapalı, çaprazi bir eseme bu!.. 
(Hayyam'ın, Pascal üçgeni der ki; En büyük heykeltıraş Tanrı'dır, biz sonsuz güzellikte Havva çocuklarıyız; Ne ki, iki paralel doğru gibi, erdem ve ifrit sonsuzlukta birleşir, belki de Şeytan, Tanrı'nın kötü yanı ve kaprisleridir. Günah ve masumiyet bizimdir ama, 'Yüce Olan'ın terazisi göklerdedir. Ulysses, diyesim Uluses bir sözlüktür. İnsan, sair hayvanat gibi münferiden yaşamayıp bast-ı bi zatı medeniye ile yek diğerine muavenet ve müşarekete muhtaç olduğundan, akıl hanelerinde adil bir nizamdan haleldar olması için bir takım kavanin-i müeyyide-i şer'iyeye muhtaç olur. Saltık susku erdemin doruğudur...)

İşte Rufai'nin Lubiyat'ı; Binbir yüzlü El Gûhel, gecelerin cini ve çöllerin kumu, bizi sıcak tutsa da, çağlar boyu ikon para birimi Bitcoin'i tanısa da; Adem Oğlu yine 'Kanatlarına Sığınacak' ve yine 'Kendi Bütününün Bir Parçası' olacaktır. Bugün insanlık birbirinin kölesidir!.. Alem için, gerçek olan arayıştır. Arayışın ruhunu yakalayamayan, özgür olamaz. Cennet bir kusurluluk, dahası bir kusurdur. 'İrem Bağı' arayışın özüdür ve ‘Kendisi’ olmalıdır. Yaşadığımız dünya, kalabalıklar ve katmanlaşma, Havva'dan doğanı, köleye ve sürüye dönüştürdü… Yeni ülküler ve yeni düşlerin olmayışı insanlığı dermansız dertlere koyacaktır; Onulmaz sayrılıklara bulayacaktır.
Zincirleme çemberler içindeyiz, tüm gailelerimizin devasını bulsak, tüm gereksinimlerimizi gidersek de; Demir zırhın içindeki insan; Sayrı bir insandır. Ve o 'Demir Kafes', dünyadır!..
Vaazlarla yücelten o ki; Musullu İshak-ül Nedim, ta oralardan Mazdek’in toprağına geldi; öyle bir Kuran okuyor ki, kıraat sırasında odalar kumru sesleriyle doluyor, uzak diyarlardan duymaz denilen bizonların, çığlıkları duyuluyor. Tinlerimiz huşu ile göklere savruluyor ve ey inananlar, kuşlar kurtlar mest oluyor ki; İşte o an; O buyurmuştur; 'İnanın!..'

Yeni bir ülkü, bir düş, bir gelecek, bir arayış, bir ufuk ve bir demet umuttur bizleri ayakta tutan… Sayrı bir düzlemde, sapkın düşlerin esiriyiz. Yeryüzündeki her tür yaşam biçimi, her tür dalgasız deniz, bizleri nevrozlu olmaktan sağaltamaz!.. Arayış zamanın gizidir; bizi yaşama bağlayan tutku, ruhlara sinen cevher bulutu işte bu!.. Saksağan otu, su sumağı, deniz börülcesi ve şeytan minaresi yenir mi? Varsıllıklar, kafesine kıvrılandır. O da tutsak; O da esir!.. Defneleri koklayamadığımızda, dünya ahretinin köleleriyiz!.. Meyvesi insan olan ve altın bakışlı kuştan başka dünyalar var mıdır?.. Tanrı’nın, Tanrı olduğunu kim bilebilir? Bedenimin ülkesi dokunulmaz olmalıydı ve yine de diyorum ki onlara; Bedenlerimizi ele geçirebilirsiniz ama 'Ruhlarımızı' asla!..’’
...

(Faris, bir zamanlar yaşanmış bir olay yüzünden Mahzun’a minnet borçluydu. Bir gün Sudan civarından Mısır ırmağına doğru giderken, kervanın hız aldığı bir sıra, çöl rüzgârında sarası tutmuş, kervancı başı, tam Ticaniler gibi prangasını söküp yüzüstü bırakacakken, Mahzun onu sırtına alarak ölümden kurtarmıştı. Gecenin ifritinde, bir zaman yol almış ve bir vahada, o güne dek tek bir yaratık görmeyen; ağaçlarla alay eden ve sürekli parmaklarını sayan bir kabileye varmışlardı!.. )

Mahzun konakta yıllarını geçiriyor, giderek aydınlanıyor, içi içine sığmadığı günlerde; Benliğinin eridiği gecelerde, derin bir elemle, dünyanın alabildiğine erdemden uzak, korkunç bir makine, kan suyuyla çalışır, vahşi bir mekanizma olduğuna inanıyordu. Çağatayca bilmenin, alizeler görmenin, bir tür umarsızlık olduğunu düşünüyordu. Bir gece çektiği ıstıraplar, ruhunu pare pare eden yaralar, dayanılmaz bir  hal alıp tüm benliğini kaplayınca; kafesinden bir an bile dışarı çıkamadan, yaşamın tevlit ettiği acılar katlanılmaz olunca; Bilgeliğin yüceliğini, köleliğin alçaklığına yeğ tutmayı bırakmış ve konakta canlı namına ne varsa; hepsini can kafesinden ayırmış, deyim yerindeyse boğazından budamış, gırtlağının tadına bakmıştı.
Yalnızca beyaz bir ata kıyamamıştı!..
Nasıl bir dünya idi ki bu, eli bile titrememiş, gecede tek bir çığlık bile duyulmamış, canhıraş tek bir feryat bile sessizliğe karışmamıştı.
Mahzun büyük sırrıyla, gecenin sessizliğinde, konağı ve ölüleri geride bırakmış, günahlarından arınmak istercesine, beyaz ata binerek, önce Semerkant’a ulaşmak istemiş, artık bu dünyaya ait olmayan acayip bir yaratık, bir Tepegöz gibi dağlardan, tufeyli ovalardan geçerken, yönünü yitirmiş, kuş uçmaz, kervan geçmez yollardan, suskun, göz gözü görmez illerden uçarak ta Dofar’a, sakinlerinin balık yemeyi bile bilmediği bir kıyı kasabasına ulaşmıştı. Orada gizlenmiş, Meryemina adında, azizeler azizesi yaşlı bir kadına, bir anaya kulluğa durmuş, yıllar yıllar içinde, kalbur saman içinde; gün gelip uçan kuştan bile haberdar demir zırhlı halifenin peşine düştüğünü öğrenince, bir gece yarısı ahaliyi üzmeden, uyuyan analığının elini öpüp, gözyaşlarıyla helallik isteyerek, Cihangir'in askerleriyle, Bermeki'nin pençesinden kurtulmuş ime time karışmıştı!..

Her maceranın bir bitişi, her ruhun bir 'Son İç Çekiş'i vardır. Günü gelince Bağdat’ta cezasını çekerek asılacağı, amel defterinde alnına yazılmış olan Mahzun, kan çekercesine Bağdat çarşılarında, aşka aşık olanları buluşturan ‘Dört yol ağızlarında’ bir serseri gibi dolaşırken, artık yaşamı kavramış ama uyanık bir subaşı tarafından bir çeşme başında yakalandığında; kimi zaman yaya, kimi zaman sabi sübyanla, yerdeki karınca bile görsün bu azgın caniyi diye; devrin ucubesi devasa, hörgüçlü bir devenin sırtında meydana getirildiğinde; zamanın alemine düstur veren Mehdi'nin Oğlu, onun önce idamını, sonra da boynu vurularak kanının akıtılmasını istemişti. Bu 'Kerrat' cezasının belki de bir kölenin asi ruhunun, isyanını durdurabileceğini düşünmüş ve gerçekte kendi içindeki gemi azıya almış şiddeti avutup, dindirebileceğini sanmıştı.

Varsağı bitmemişti!.. Cellat, 'Yatağanın Tanrısı' adına Mahzun’dan son isteğini sorunca, Mahzun hiç çekinmemiş ve yakıcı bir dille, Dofar’da, kıyı kasabasında yaşayan analığına son bir kez sarılmak ve gören gözleriyle bir kez daha helâllik almak istediğini belirtmişti. Tanrı’nın yeryüzündeki elçisi, yüceler yücesi, bağışlayıcı cihangir; Bağdat'ın Ulu Hünkârı'da, üç vakit izin vermiş, lakin yerine candan öte bir arkadaşını rehin bırakmasını istemişti!.. İşte o an Mahzun, Faris’in hiç yoktan idamına neden olabileceğini; hiç düşünmemişti!.. Ve ama minnet borcuyla yıllardır yanıp tutuşan Faris, uçarcasına gelmiş, sorgusuz sualsiz onun yerine geçmiş ve Dofar’daki kıyı kasabasından iblisten önce döneceğine antlar içerek, bağıtlar vermişti!..
Evdeki hesap çarşıya uymadı! Mahzun, azize Meryemina’sının ellerini öpmüş, son bir kez sarılmış, bir kez daha helâllik istemiş ve gözyaşlarıyla uğurlanarak Bağdat’ın yolunu tutmuştu ama; yolda haramilerle, uğrular aman vermemiş, ıssız dönemeçlerden, dağlardan geçip, zehirli sulardan içmiş, bataklık ve ırmaklarda boğuşmuş, başıbozuk çeriler yolunu kesmiş ve tam gün batımına yakın, umudu tükenip, mühlet-i devriyesi sona erecekken; Hak adına kalkan el, Faris için (Yaratan'ın Buyruğu gibi) inmek üzereyken; ‘Yettim yâ Harun’ diye ortalığı sarsan bir nara atarak, Faris’in asılmasının, heman önüne geçmiş, 'Melik Olan'ın keyfini kaçırmış ve ahalinin şaşkın bakışları arasında bu zalimce ve yakışıksız faciayı engellemişti. Cellat Mansur hasır tabureyi tepememiş, maktulün yakınları bir gün olsun bayram edememiş; Cani solucanlar gibi debelenmemiş ve Faris ne idüğü belirsiz bir yaratık, batan güneşte sallanan bir yaprak, ipe dolanmış bir mısır koçanı gibi titrememişti!..
El Reşit öylesine şaşırmıştı ki, Mahzun’un sözünün eri olmasına, neredeyse kekelemiş, küçük dilini yutarak, bir şaşkınlık ve buğu içinde, ölüme yemin ve sadakatla bağlı bu iki köleye dönerek; ‘Bana arkadaşlığın, ne olduğunu öğrettiniz, bundan sonra ikiniz değil, üçümüz arkadaşız’ demiş ve büyük bir baht ve kara bir ruhla, nihayet bağışlarla beslenen 'Erdem Irmağı'nın suyundan içmişti!..

Her yolun bir sonu var. Zamandan ve mekândan Azade Tutulmuş Tanrı; Pagan çağlarını yarattı. Sezar'ın geçtiği, garibin su içtiği, çaşıtın at koşturduğu yollarda; O'nu yadsımak için inançsız olmanız istenmiyor!.. Ameliyle ademin naturasını görmek ve faturasının nelere yol açtığını bilmek, kul için yeterlidir!.. Şirk koşmak ve rabbe layık olmak nedir ki… Anısı kalmayacak olanlar, Isparta’daki zayıflar gibi, hep ezilmeli mi?..
Meltemler yine esmeli!.. Karanlıkta günahlara gark olan, aydınlıkta dünya gailesine savrulmamalıdır. Ve bahçeler yine güllerle dolmalı; O sonsuz sükun, yeryüzüne inmelidir!..
...

Bahar dalıyla süslenmiş odaya, bahar dalından güzel, bir genç kız girdi. Avludaki kumruların sesiyle aydınlanan kitaba dalmış; 'Ak Sakallı' adama; 'Ne okuyorsunuz efendim dedi?..’ Adam başını kaldırmadı, bezginlik ve keder içinde; ‘Klişeler, klişeler, klişeler!..’ dedi.

Halik’in sitareden aldığı cevher, Yunus’un midesindeki inci midir?.. Göz nuru; O'nu arayanların üzerine olsun!
...

Belki başka bir yerde de okunmuşluğu vardır.
 


(10.04.2013)



AŞİL