11 Şubat 2018 Pazar

KISA BİR ÖYKÜ / Toplu Öyküler


   
LORTOP / 70. Bölüm

Ama dünya gariptir, şuna şaşıyorum ben, esti birden bana doğru bu düşünce, Stefan Zweig oldukça varsıl bir aileden geliyormuş, güçlü ve son derece varlıklı bu adam, bir artı değer bankatörü, hümanist, çevreci ve barış perisiymiş dünyasında, pek çok yapıtlar vermiş, ama bir tür elitist sonuçta bu, tüm zadeganlar her tür erkin tepesinde değiller mi, peki dünya neden değişmezde, erk el değiştirir yalnızca, işte düşünüyorum ki, karşı koymakta bir çeşit işbirliğidir sözü artık doğru gibi geliyor bana, Zweig kederinden canına kıymış diyorlar, kederden eleştiri çıkarmak güç ve utanılasıdır, istemez kimse ama, hazır sayfaların arasında saklanmışken söyleyeyim, kendime söyleyeyim üstelik önce... Kurgular, dünyamızın sürüp gitmesine yarar bir ninnidir, kutuplar ortada birleşmek için; veronalın tetiği olmayabilir belki ama resmi tarihin var ve düzenlemeler hepimizin iyiliği içindir!..

Zweig için çok insaflı ve insani bir yaklaşımda bulunamıyorum ben, önce karısının ateş etmesini istiyor, tersini duyan var mı 'İntihar'ın romanlarında, farmakolojik bir tavırla bile olsa son yolculuğu, davet bile göz hapsidir bu dünyada, canına kıymak için ha ve öyle de oluyor, birinin ortadan kalkmasını öncelemek, ermişçe bir dilenti olsa bile; inanç dolu bir çağrı, yaşamın Rus ruletinde, ne kadar göksel bir davranış olur, yaşamın, yaşama arzusunun kutsallığında, bir düşünceden dolayı, kendini yok edecek denli bir inanca saplanmışsan, dürüst olmak gerekirse, öncelikle kendin özveride bulunmalısın ve bir başkasından hiç bir şey ummamalısın, adını bile anmamalısın, bilinir ki, kararlar ve önermeler, erkin gösterileridir ne yazık ki bu dünyada, hele o anda, son andaysa, kesinlikle, artık bir yararı yoksa da; karısı bir zorlama ya da uzun süren bir birlikteliğin, karşı çıkmayı olanaksız hale getirmesinden -bunun nedenlerini ve zorbaca yanlarını, önermesiz  duyumlarını hepimiz biliriz-, kendine ateş etmiş olabilir diye düşünüyorum ben, 'zehirbilim'le bile olsa da... Ve daha kötüsü ardından, Zweig'ın kendine aynı şeyi yapabileceğini görmeden yitip gitti bu dünyadan, birinin ölümünü yoklamak onursuzluk sayılmaz mı o anda, o anda bile boşlukta dönüp duran dünyamızda, -benzeri bir edim için bile olsa- ona göre Zweig ölmedi bilin ki, bu olgu bana hakçası, erdemlice gelmiyor, bizim gözümüzde ikisi de yok oldu evet, ama karısının gözünde söylemesi güç ama bir ikircik, bir kuşkuyla ayrıldılar bu dünyadan, birbirinin tıpatıp eşdeğeri bir düşünce yoktur ki bu dünyada.

Onlar bizim gözümüzde kahraman olabilirler, ikisi arasında son anda bir kırılma da yaşanmış olabilir, -ölülerin bildiğini kim bilebilir; kim bilebilmiş ki-, bu da dürüstlüğün göreceli olduğuna bir örnek, gerçek aranıyorsa, Zweig öncelikle gerçekleştirmeliydi eylemini ve sonra düşüncesi aynı noktadaysa, ömür sürdükleri eşine de salık vermeli, dilemeliydi, hayır kendi adına ne düşündüğünü söylemeliydi yalnızca, onu etkilememeliydi insanlığın sayfalarında. Ölümün önerildiği yer, düşüncenin yadsındığı yer olmalıdır, düşünce saltıklıkla yaşamsaldır ve ölüm mikro sonsuzluk -içine kapanan bir sonluluk- olmakla, hiç bir düşünce barındıramaz, öyleyse karısının ölümünü önermekle onun düşüncesini yadsıyan özne, dolayımla -veya aynı düş yapısının insanı olmakla- kendi düşüncesini de yadsımıştır gerçeklikte. Hiç bir şey söylenemiyorsa, şunu bilin ki, tersinir bile olsa, iki kişinin öldüğü yerde, ne bir tekil irade ne de bir özkıyımdan söz edilemez... Öncelikle karısından, bu kişisel -oto- kararını uygulamayı beklemesi, agnostik gerçek, gölgenin anayurdunda kalsa bile, evrensel skalada hiçte uygun bir hümanitenin kapısını açamaz ve bir ölüm söz konusu olduğunda tersi de insani olamaz, öyleyse Zweig karısını buna zorlamakla, öncül olmak ya da geriden koşmakla, führerin milyonlarca insanı ölüme götürmesinin bir parodisini gerçekleştirmiştir, tanrı indinde sayının önemi yoktur, bir kategoridir, eylemin varlığı yeterlidir ve ikisi de anlamdaş günahlar işlemekle... Tanrının gözünde, Zweig=Führerdir.

Özkıyım tek kişiliktir, birden çok kişinin öldüğü yerde, toplumsal bir davranış vardır ve edimin öznesi bu katliamın ne yazık ki içindedir, dahası söylemesi yakıcı, dillerimizi tutuşturuyor olsa da, belki de bir katildir... Bu trajedinin görüngüleriyle dolu dünyamız, savaşlar çağlar boyunca sürüyor, barış çağlar boyunca dile getiriliyor, arada Aristolar, İskenderler, Fatihler, Napolyonlar ve Zweigler geçiyor, kimseyi karalamak değil amacımız ama biz bir düşünceyiz, kadük olmaktan kurtulamayan bir düşünce ve daha acımasız olanı da bir yinelemeyiz biz ne yazık ki... Çünkü bunu söylemiştim...

Sanat dediğimiz şey de bir ejderhadır zaten, kolay ulaşılır bir şey izlenimi verse de, vermese de, olsa da, olmasa da... Birileri Avrupa denen şehirde ölüyor diye, önce uzaklaşıp, sonrasında yas tutarak, başka bir kıtada ya da ayda, ölümün kaderini elinde tutmak isteyecekse, bunu önceden düşünmeli ve aynı sonucu, ötekilerle bir arada yapabilmeliydi demek bile utanç verici artık bu noktada. Çünkü insanın insanla ölümü öyle kaçınılasıdır ki, orada asla bir düşünceden söz edilemez.  Zweig bu cinneti insanlık için, bizim için yaptı, bize ders verdi diyelim, bakış açılarının cehennetinde, führer için ne diyelim, içini açıp bakalım ha... Ne diyecek, ne söyleyecek, acı ya da acımasızca gelebilir belki ama, evet belki de; içinden Zweig çıktı ha, olsa olsa!.. Bunu ayrıştırmak benim ruhumu paralıyor, bizi yazgımızın baş tacı yapıyor ve kaderim hayatın ve ölümün baskılarında, bana doğru eğilirken, benim tanrıcığım hepimizi ölüm severlikle suçluyor. Emin değiliz, değilim!..

Zweig bir insanı ölüme sürüklemekle, sürek avından kaçtığını söylediği öznesinin kimliğine bürünmüştür, paralel dünyalarda, makro ve mikro bir türdeşliğin kurbanı olmakla, diğeri gibi bir hiçliğin içine yuvarlanmıştır ve göksel terazide eşdeğerinden hiç bir ayrıcalık taşımamakta ve yazık ki celladıyla aynı kefede yer almaktadır. Ama işte soru bu... Acımasızlık ve körgörü kavramlarda kendini gösteremez, o saltıklıkla eylemlerdedir. Tarih ve deneyimlerimiz, bunu biliyor. Bir ruhun olmadığı her şey ölüdür bu dünyada, Zweig'de, führerde... Ve kanılar, sanılar ve ölümler, yaşanmış bir seviden hiç bir zaman değerli değildir...

Zweig kendi öz iradesiyle ölüme gitseydi Petropolis'de veya dünyanın her hangi bir yerinde, elveda bile demeseydi Lotte'ye, romantize etmeseydik bir yanılsamayı ve görmezlikten gelmeseydik bir yadsımayı, Kleist'in yaptığıyla süslemesiydik davranışını, belki biraz anlayabilirdik onu ölümün kaçınılmazlığında; ama zamanın darmadağın ettiği perişan ruhlarımız, dile getiremese de yeryüzünün labirentlerinde, günahlarımızın çekiciliği ve çekincelerinde; Tanrı O'na diyecek ki şimdi, siz ikinizde aynı kişisiniz ve führeri işaret edecek ona; Günahların yol açtığı bir elvedayı, başkasını ortak ederek, nasıl başarabildiniz!..

8 Şubat 2018 Perşembe

KISA BİR ÖYKÜ / (Toplu Öyküler)





 Gümüş Ülkesi'nin büyük yazarı Borges, ilginç ama trajik bir yaklaşımda bulunur; Köpeklerin bir tarihi olmadığına göre, bugüne dek bir tek köpek yaşadı diyebiliriz. Bu yüzdendir ki 'insanlık' hep bir -varoluş biçimi- aradı. İşte -Yazın- bir arayış ve varoluş biçiminden başka bir şey değildir ve bir amaç değil, bir araçtır yalnızca... Ama onun sınırları evrenin sınırlarından daha geniştir, bir metafor olarak evren dediğimiz uçsuz bucaksız bir hapishanenin içinde yaşıyoruzdur belki de... Bizi olasılıksız biçimde kapsıyordur belki de evren; ama işte düşlerimiz onun sınırlarını aşar, çünkü düşlerin sınırı olamaz ve sonsuzluk onun yanında yaya kalır. İnsan için yazıklanası, tuhaf bir paradokstur bu, çünkü insanın sonsuzluk kavramı, içkin olmasına karşın, evrenin sınırlarından daha geniştir!.. Mutluluk beni kederlendiriyor, çünkü varoluş biçimlerimiz kimi zaman çok acımasız... Günoğulcu ya da etkileyici olmakla, yaratıcı olmanın sınırlarında çatışabiliyor insanlık...
  Bu kitapta işte böylesi öyküler var, birer öykü olabileceğinden kuşkulandığım metinler de var, ne var ki sınırların parçalandığı bir dünyanın içindeyiz diyerek geçiştiriyorum bu tasaları... Bir çok öykü dışarda kaldı, yazmaktan başka bir varoluş biçimi bulamayanlar için elim bir şey.  Yaşama karşı bir tavır belirleyemedikçe, ona karşı bir duruş, bir sunu, bir verim geliştiremedikçe, bir soyutlamadan öteye gidemeyeceğizdir belki... İşte onu başaramadığını düşünen Kaan Romero'nun trajik öyküsü bu kitapta, onun gerçek yaşamda ki yansıları Sosyal Ekinci ve Orhan Talat Şalcıoğlu'nun yaşamlarından bir esin ve onlara bir adayıştır belki de...
Çocukluğumda bir sabah köpeğimizin olmadığını gördüm, babam ölüme gitmiştir o dedi. Yazmak için unutamayacağım bir olaydı benim için, Lortop onun öyküsü, kinik bir açınlama... Ada öykülerini bir çırpıda yazdım, sondan başa doğru sıralandılar. Diğer öyküler zaman içinde dile gelmiş olsa gerek. Kimileri kendisi için yazdığını söyler, kimileri için okur dilden düşmez bir aşk öyküsüdür; Hiçkimse, diyesim 'Odysseus' için yazdığımı söylesem bilmem ne derler, 1001 Gece Masalları bile öyledir gerçeklikte...
Yaşam sevinci okuyanın üzerine olsun. Hayy-u la yemut, ölmeyene aşk olsun!..