KATİ
Asimptotik etkinin Kati’si. Katsayının matematiği.
Tinin zorlu cebiri.
Kati, güneşin sevgilisi. Panoptikonum benim.
Ayın karanlık yüzü. Bu yılın son gecesi;
Sevişelim mi!..
Ortakça olmayan bir günah, yeryüzünde yoktur Kati.
Gel! İşte böyle!
Anahtarın simetrisi.
Eşyaların örgütlenme biçimi, aşkın metafiziğiyiz.
Ilık bir maddenin türevi.
Düşüncelerimiz bizi nasıl düşünüyordur şimdi.
Tanrı Troth ve kral Thamus gibi?..
Her şeyi anlıyorum Kati, her şeyi anlıyorum.
Anlayamadığım bir şey var gene de, tek bir şey…
Sözcükler nasıl oluyor da, sevgimizin yerine geçen,
Fantastik varlıklara dönüşebiliyorlar…
Bak Utarit’e doğru uçuyorlar!..
Yaşıyor değiliz biz Kati.
Belki seviştiğimiz gerçektir.
Ama var olan yalnızca sözcükler,
Yaşayan yalnızca sözcükler Kati…
************************
KATALİN
Katalin, geçen yıllara dönüp bakmamalı, yas tutmamalı
ve gözyaşı dökmemeliyiz… İki şey var, okumak ve güzellik bir ritüele
dönüştüğünde, dünyamız saçma, öylesine dönüp duran bir küre olabilirdi!.. Sonuçta
zaman tutulup, yakalanamayan bir ruh
sorunsalı, algı kapılarından bir panorama, ama bir ırmak gibi akıyor senin
coşkun ve alabildiğine dirisin, seni sevmek güzel ve kutsal. Seni anlıyorum ben
ve insanel için, ruhun sonsuz ve kategoryen bir bakış olduğunu biliyorum. Sana
Amazon dağlarından da seslenebilirim, el değmemiş okaliptüs ve gönül çelen
lotuslar arasında ki, düşlerim senin
için…
‘Kendinizi insanlara, gruplara ya da nedenlere adayın,
bir sosyalite, politik, entelektüel ya da sanatsal işlere soyunun. Kendi
surlarınızı yıkacak denli yoğun tutkular dileyin. Başkalarının değerini bilin
ve kendiniz için anlamlı tasımlarla dolu bir yaşam sürün.’
Bilebilir miyim ki Katalin, bir ressam olarak kimi
tanımlıyor bu sözler, Simone de Beauvoir, bütün yeryüzünü tanıyordur belki de,
kim bilir…
Balaton gölünün kıyısında, seni görür görmez ruhumun
katedrali, bir alabalık gibi konmuştu yüreğine ve göl okyanus gibi salınırken,
göğsünün ateşi yüzüne yansımıştı, ay geliyor bak demiştin ve ışıltılar
içindeydi mavi su, her şey aydınlanmıştı birden, ufka bakıp, aşk artık beni
eğlendirmiyor demiştin ve duru bir su gibi ışıldayan gözlerinle dalıp gitmiştin.
Katalin, seni her gece öpücüklere boğabilirim,
özlemlerime ve sanrılı düşlerime yanıt
vermelisin, karanlık dünyamda boy göstermelisin. Çünkü ben seninle her gece
konuşuyorum, yürüyorum, gülleri kokluyorum ve uykularımda seninle yaşıyorum.
Diyorsun ki, ben artık yalnızca tanrıyla
sevişebilirim, onunla yaşayabilirim, dünyamı onunla paylaşabilirim. Biliyorum,
tanrı hepimizin can yoldaşı, uçurumların, patikaların sadık arkadaşı, onu
kıskanmıyorum, sen güçlü bir kadınsın, arzunun karanlık nesnesi, yazgımızı
belirleyen oka yön gösterecek, yüce ruh o değil mi, sana geldiğimde, döl evinin
rüzgarlarına kapıyı açacak olan o değil mi… Çünkü o biliyor ki, ben senim, aşk diğer yarımızdır Katalin…
Ah, beni fethediyorsun oğlum diyorsun ha!.. Gece oldu,
bugün ruh yorgunuyum ve uyuyacağım, iç içe iki kaşık gibi, düşlerimde sana
sarılacağım…
Balaton’a gelirsem, bu aşkımızın en güzel uvertürü
olacak biliyorum, burada Robenson’un adasında, rüzgâr ve yalnızca ikimiz varız
sevgilim. Oradaysa ışıltısında düşlere kapıldığımız Balaton ve Katalin’in
ruhunu tutsak almış tüm bir Macaristan!.. Öpücüklerim, suskunluğu çağırıyor
Katalin, tapınmanın dostluğuna ve
sevginin birer birer çıkılan
basamaklarına sahip olabiliriz, aşkın yurduna ayak basabiliriz...
Seninle yaşamak için can atıyorum, buraya ayak
bastığında, ruhlar birbirine sarıldığında, dolunayda tepeleri ve kiliseleri
ziyaret edeceğiz. Konstantinapolis’i gezeceğiz. Karşılıklı anılarla süslenecek
belleğin düşlerini ve sevmenin bir bedenin özlemi değil, bilinmeyen bir ülkenin
melankolisini yaşamak isteği olduğunu göreceğiz. Seni kuşatmak ve altın
anahtarımla bir kentin kapısını açmak istiyorum. Cennetsi bir anıyla dolup
taşmak istiyorum. O biricik kent sensin ve aşkın hiçbir zaman bir adı da olamadı
Katalin…
Belki de aşk, başka dünyaları, öteki varlıkları
tanımak için yeni ufuklara koşmaktır,
belki de yeryüzü aşklarla doldurulmuş bir Pandora kutusudur ve
bizlerde bilinmeyen bir gizin tutsağı
minicik hominidlerizdir. Sen benim için büyücül
bir randevu, bir tansıksın Katalin… Seni ağırlamak yaşama dair bir onur,
bir maceraya doğru rüzgârlı bir
yolculuktur belki de... Tenlerimizde gezinen bir ateş böceğinin ürpertisini
duyumsayacağızdır... Neden olmasın, Apulia’ya giden bir yoldur belki de bu,
yamaçlar, kır çiçekleri, çığlıklar ve çocuklarla süslenmiş bir dünyanın özlemi,
yaşamın patikalarından içimize yayılan sarhoşluk veren bir balsamın kokusudur
belki de… Bir gizemin anlaşılması ya da tanrı karşımıza çıktığında, hatırımızı
sorması gibi bir şey!.. Sonsuz ve doyumsuz bir gizem…
Bizimkisi ‘Una storia d’amore’ Katalin, sevişmenin
çiftleşmek değil, ötekini yaşamak olduğunu düşünmeliyiz, duygularla ve yaşamın
sürprizlerini soluyarak sözlerin kanatlandığı bir eylem birlikteliği, gerçekliği
için dualar ettiğimiz ve tapınaklara yüz sürdüğümüz ritüelin, birden arzular ve düşlerde
belirmesi, iki varlığın simetrisi ve sisli sabahın eşiğinde senin, Gallalı bir
kadın gibi gerinişin… Seninle sevişmek dünyayı tanımaktır Katalin, dayanılmaz
hafifliği bir şelalenin… Çünkü insan, bir ötekini aramaz gerçekte, aradığımız
yaşamın bağışlanmış müjdeleri ve gizemli kapılarından geçmenin esintisiyle,
yıldırımların ve yağmurların gökyüzünden akan, ölümsüzlük suyunu içmenin
orgazmını tatmak ve onun bir kuş sesinin bile yankılanmadığı uçurumlarında
tanrısını aramaktır.
Sen benim partnerim değilsin Katalin, bir gizemin
karanlık bir parçası olacaksın, başka bir dünyanın kapısını açacaksın, bu aşktır, bilinmeyenin cennetinde bulutlar
gibi uçacaksın, sen başka bir dünyanın varlığısın, yeryüzünün tüm düşlerini ve
renklerini barındıran paletinle, sen bir tanrıçasın. Bunu özüm duyumsuyor ve o
tuhaf birlikteliğimizin iniltilerinde, bulutların arasında seni görebiliyorum...
Seninle olmak, evrenin başka bir kutbundaki varlığı
tanımak, başka bir dünyanın ateşiyle bütünleşerek, Nirvana’ya ulaşmak, aydan ve
yıldızlardan olmak ve oralara haber uçurmaktır Katalin… Umarsızlığın umudunu
taşımak… Sessizliği, uçsuz bucaksız boşlukları ve uçurumlara yağan yağmurları
duyumsayabilmeliyiz, o zaman işte diyorum ki, yaşamak bir alışkanlıktır ve
evren bir yinelemenin, doyum nedir bilmeyen çığlıkları ve sonsuzluğa doğru
süren ve tanrıyı aramaklığın, tüm bir evrende çınlayan elem dolu
haykırışlarıdır. Sonsuz bir deliriumdur o belki de…
Ant ederim ki aramızda birlik yaratıyor, duyduğumuz
ürperti, bizi baştan çıkaran dizginsiz coşku…
Seni kışkırtıyor ve bir gizemin kürek mahkumları gibi adımlar atıyoruz biz
belki de, forsalar gibi… Bu yüzden yaşamım seni aramakla geçti, çünkü
birbirimizi anlıyoruz, bu lotus kadar güzel ve lilyum gibi büyüleyici bir arzu
fırtınası, seni bekleyeceğim ve tanrıyı arama yolculuğumuzda, cesur olmamızı
dilemekteyim Katalin...
Bir gün emel denizlerimize kavuşacağız, oraya
varacağız ve tuz gibi ak olmadan, birbirimize bakacağız karşı be karşı ve anlayacağız ki, tanrı
sevgidir ve yaşam bir Pygmalion öyküsüdür, yarattığı varlığa aşık olan ve onun
kaprisleri, keder ve mutluluklarıyla baş edemeyen ve artık zincirlerinden
boşanan bir yaratılmışlığa, egemen olamadığı, varlığına aşık ve artık onun
tutsağı olan bir tanrının öyküsü…
Yatağımda inliyor ve
düş görüyorum Katalin…
Biz bir ruhlar birliği arıyoruz, bulduğumuzda onun doruklarında
soluk alacak, sonsuz, ölümsüz bir yaratık olduğumuzu anlayacağız. Belki de
aleve dönüşüp, kıvılcımlar gibi bir bir yok olacağız, ruhum senin rahminde,
senin dünya evinde çoktan yitip gitti Katalin... Dünyanın yarısı kadın,
diğerleri de ondan doğan diğer yarım değil mi, karanlıkta fanusu jiyali
görüyor, et ve kanın, ekmekle şarabın dayanılmaz birlikteliğine tanık oluyoruz
Katalin…
Seni öyle seviyorum ki ama bunu hak ettiğimi söyleyemiyorum, çünkü ben insanım, bir yarım.
Kusurlar barındırıyorum, günah ve sevabın içinde, iyilik ve kötülüğün
yelkeniyle denizleri arşınlıyorum ve hiçbir zaman hedefime varamıyor,
ulaşamıyorum ve ben sana katlanamadığımı da biliyorum.
Yağmur yağıyor. Gecede belki tanrı kapımı çalıyordur,
ruhum çoktan dizginlerinden boşandı,
rüzgârın sesini duyuyor ve yalnızlığıma ağıtlar yakıyor, göz yaşı
döküyorum için için, gözlerimden sarı parıltılar geçiyor, tavana doğru çıkıyorlar ve süzülerek
bir bir dökülüyorlar yere, gene de seni yanımdaymışsın gibi öpmek istiyorum.
Sen benim ele geçmez anılarımsın, dilimi çözen kadınımsın. Islak öpücüklerimle
uyuyacak, düşler diyarına varacaksın. Sen güzel bir insansın. Sayende güzel bir
söyleşi yaşadık işte… Sana borçluyum
elbette, gel ve şu denize karşı onu sonsuz karanlıklardan çekip al.
İyi geceler Katalin... Seni saygı ve sevgiyle
anımsayacağım. Sonsuza dek. Ruhlar bir olduğunda zaman duruyordur. Demek Macar suyu içiyorsun gecede...
Seni unutmayacağım. İyi geceler ve dudaklarını özlemle
arıyor ve evet dünyaya dönüyoruz işte,
ruhumun kadını!..
Bugün kardeşimle konuşuyordum ve düğünü berbattı
diyorsun, ayrılacaklarsa neden düğün yaparlar ki!.. Ah dünyaya döndük işte...
Başkaları hakkında kararlar almamalıyız Katalin, evlilik dünyevidir ve resmi tarihin sadakat
sözleşmesidir, ileri sürülemeyen bir gizlenmiş kölelik ve yarı cehennetsi bir limitet
birlik olduğu da düşünülebilir, yalnızca düşüncelerimiz sonsuz olabilir evrende
ve görüşlerimizde yarı postüla birer soyutlamadır ne yazık ki!.. Dünyada daha kötü şeyler olduğu için
üzülmeyin. Seninle yan yana olduğumda, tüm acılarım erimiş, ereğine varmışta olabilir ama mutluluk bir varsayımdır ve en
şaşırtıcısı da şu an, şu anılarımız, bir
dünyaya değer olabilir…
Yaşamımda
kibirli olmak ve korkunç bir
kararlılığın ortasında yaşamak istemezdim. Bu bir trajedi ve bir keder klanı
yaratıyordur belki de bizler için ama kendi arzularıma ve ışıklı karanlığıma karşı
bir isterim olduğunu söyleyebilirim. İnsan kendini aramalıdır, başkalarının var
oluş biçimlerine karışmamalıdır. Üzgünüm ve yalnızım belki ama ben kendime
inanan bir insanım. Kendine inanmak... Bu ne anlama geliyor Katalin… İnanmak,
gerçekte kuşkularla, mutluluğun tanımıdır ve onun yerine geçiyordur belki de ve
belki de nice dosttan daha değerlidir, bilinmez…
Çünkü inanmak yüzlerce yıl alabilir ama mutluluk için
bir an bile yetebilir Katalin...
Şimdi bana koş ve sana nasıl inandığımı, nasıl
sarılıp, öptüğümü gör.
İnancımı bilmenizi isterdim!..
Yarın yüz yüze görüşeceğiz.
Bugünümüzü gizemli tutmalısın Katalin...
Sözlerimiz geleceğimizdir…
İyi geceler.
Yaşam bir provadır belki de ve belki de tek gerçek
düşlerimizdir!..
*
KANTORODİ
Ölümseyen bakış,
dizginsiz, gem vurulmayan, inlemez. Kül sesli insan, geldik yurduna,
uzakta Kibriya, Talut'a yasak su, yerlerde erler. Tüfekyan ve silahşoran, bir
Emirdağ Layihası. 42 sayfa, bağırdı savaşın, tepede bir kadın, usdışı erotizm,
dans edin çocuklar, anasız babasız, boşluğa karşın, yanında Pan cenkçi, sönük
yıldızlar, sen göremezsin, orada küçük kuşlar, kanatsız uçuyor. Uyuyorlar bir
düş. Sonsuza dek bizimle. Bir kara ölüm. Annabalı bir yiğit. Haykırdı silsileyle.
İndik bir keçiye. İçinde damın. Bir köylü der var mısın. Dağda prizma. Örüntüden
piramit. Külsü yeşiller. İçinde plazmanın. Dizginleri atın. Üçgen örüntü.
Uzaktan konuş. Gece içinde. Bir gravür domuz. Çocuk öldürmüş. Asıldı Falais’te.
Bir at Dijon’da. Savigny’de bir kedi. Besledi çocuk. Ardılı idam. Yavrular suçsuz.
İris çiçeği. Çin’den bir atlı. Ölüm Oluğu. Bir Paul Celan. Neredesin sen.
Muştula beni. Kör hasırcı sana. Deniz ifriti. Piramitsi yeşillik. Dölden prizma.
Kaç para acep. Bağ evi yıkık. Barış için sorguç. Salla öküz kuyruğu. Irmağı geç
imparator. Batıya gitti. Atları Hua değında. Eteğin sakla. Bir daha biner mi.
İnekler dağ ormanı. Bir daha kullan. Arabalar zırhlı giysi. Kan bulaşığı. Yeraltı
odamda. Saklan bir gece. Kalkan ve mızrak. Kaplan derisi. Önderler derebeyi.
Silahlar kılıf. Bundan sonra yeryüzü. Wu Wang entübe. Ekinlere bit. Kırmızı
örümcek. Eline kene. Taftazan’da Sa’d. Dünyaya geldi. Bağa dadandı. Can
çekişiyor. Çiğli çirişli. Galile gibi. Taberiye gölü. Kızılağaç ormanı. Küçük
çulluk ve domuz. İran Turan Kayrakan. Avla Gobi balığı. Kör karidesi. Ortak
yaşarlar. Yılan gözü parlıyor. Güneşe bakan kartal. Mecdelli Maria. Ağaç
perisi. Dudakları dişi. Bir keçi kan. Ezik çiçekleri. Kaplanın sevdiği. Al
yatağına üç gen göğüslü. At irisi arı gövdeli. Tanrı sol topuğuna oturmuş. Dağ
kekiği kuşatmış. Bir su köpüğü. Antep Küçük Buhara. Havrani kürkü. Çuha ferace.
Elvan boğası. Denizde mağara. Gor çukuru luti. Gözleri balık gözü. Yengeç
dönence. Kutsal Medine. Gece ay söner. Sydney gribi. Ağlayan kediler. İsa’nın
şakirti. Biri şöyle dedi. Bir köpek ölüsü. Çok kötü kokar. İsa’da dedi ne beyaz
dişleri var. Boşnak tüfekçiler. Fas çayı kaynatır. Fasıklar saygılık görür. Gıybet
ve bühtan. Batıdan doğar. Mehdi zuhur etti. Dabbetü’l arz. Ye’cüc ve Me’cüc.
Arabistan üç bilge. Yere battı mı. Kabe yıkılır. Mushaf sayfası. Kalpten
silinir. Songün geliyor. Ashab-ı Kehf. Yadsımacı Dikyanus. Kıtmir 309 yıl
Yalancısı peygamber. Müseyleme tek gözlü. Kinâne kabilemdi. Ben Gıfar’dan bir
kişi. İlk Hicret Bi’set. Canı alır Zekeriya. Ağaç kovuğu. Mute savaşı. Suraka
geri dön. Acve hurması. Asyut’ta doğdu. Nahle vadisi. Kumrular ada. Kalp
rikkati mi. Dünya sözleri. Cabir anlatır. Zâtu’r-Rikâ savaşı. Kılıç ağaçta.
Sülbü ve sası. Nur serpen tanı. Sekrân şöyle dedi. Yakında öleceğim. Şebnem
katresi. Ay üzerine indi. Işık tatlıdır. Takvâ ve verâ sahibi. Ömür ırmağı.
Cennet gölüne akar. Mekke kumları Habbab’a işkence görevi. Siba İbn’i
Abdilüzza. Demir zırhlar. Habeş ve Urban. Matese gezegeni. Atalarımız ökaryot.
Kuzenlerimiz bitki. Hyavan ve mantar dost. Atının kuyruğu. Sulieyka tepeleri.
Dört nala dolaş. Kanatlı atın. Maya tekerleği mi. Göçer kent. Dört köşeli
üçgen. Çölde bir tavus. Konuşuyordu. Selefkoslar’a yürüdük. Erbil’deki para.
Otrar’dan Curcan’a kadar gittik. Urfa yakınlarında Edessa. Zengilerin yeri. Hipparion
ata dönüştü. Hintli kahraman. Herkül gibiydi. Hyksoların hükümdarı. Başkent
Avaris. Demek sıfır çarpı bin başka. Bin çarpı sıfır başka. Bizanslı eşkıyalar.
Mars’ta öldü kozmonot. Mezarı orda. Umru dalları. Somali’de kızın adı İstanbul.
İncir ağacı bir Sultan Selim. Fırat vadisi. Bandola ovası. Kuzeyde Vetluga
kasabası. Kimdir adı. Belki de İslam. O ki Arap’ı. Valsler polakalr, galpolar,
kadril. İşte Strauss. Tunus yasemeni. İki Fas kısrağının üzeri. Bir Yehova
oğlu. Kavgası Samson seçimi. Öyküsü Delos birliği. Bir para küpü. Plevne’nin
sonu. Bristol gazetesi. 30 ton insan kemiği. Maveraünnehir. Kapisa Kiyonitleri.
Bamyan’a göçtüler. Heftalitler. Baktriya’dan Pencap. Taganroglu Pavloviç. Köpek
görüyorum sandım. Sölpük tutkular. Kenan ili. Uykusuz köle ve Agrippina.
11
Şimdi yokuş çıkıyorum ama bunu herkes söyler
demiştim’. Sezar tam bir katışıksız kreoldu, dedi yalan, bütün insan saf ya da
melez, keçi çobanları gibi, Pinar ağacının gölgesi, bereketli, ebabil
kanadından hızlı, Ebrehe kinli biri, Gallipoli sesleri. .Zambak özlemli çocuk,
tepişir gibi sevişir. ve Merkep teoremini bilir. Trake solunumu kurbağa, bu
denizde Bakha’ların dansettiğine inanılır, uzayın derinliklerinde kalkanlar,
sığırların gözyaşı, kedi pençesi, gündüzleri Hz. İbrahim’i, kuşun alev süslü
tüyleri, Tebeşir türküleri ve Eflatun’un cini, yankılanır gölge ormanlarda, filizlen ey ilkel yürek
ahşap yol. Soğuktan kaskatı kesilmek, yatan bedenlerle, iki kişi
arasındaki hendeğe çırılçıplak. Evin sahibi lambayı
söndür, karşı duvarda Leydisi’nin imgesi görünür.. uyumaya çalışır. Beyaz Gül
raftan iner Siyah öldüğünü sezer. Bakirenin adını seslenir. diz çöküşünü izler.
ağlaya ağlaya mermere, balmumuna, tahtaya, fildişine dönüşen Bakire
Tristan’ı ödüllendirmek ister ve yanına uzanır; Bizans’a Azep
askerleriyle Fener tarafından saldır. San Romano kapısından Urban ateşi. Dal
içeri, onlarda Grejuva ateşi. Adada aslanlar, kara tüylü tavuklar yün
giyiyorlar, balıkların kanadı, kuşların pulları taş yüzüyor, tahta batıyor,
kelebekler büyüleyici, sular içildiğinde bir keklikle bir keçi alt alta üst
üste oynaşıyor. Curcan’da, tuzlu Ceiba. Hülagü oğlu İlhan. Bir şiir söyle. sütleğene övgüler olsun.
Bir balık gördüm gök içi
bir soprano çınlatıyor cehennemi, balık ışık yılı, balık beyaz, gümüşlü, bir
şiir değişkesi gibi. Çekirgeler, ateş üfleyen bir ejderha, berbat bir hava,
fırtına ve rüzgar, dolu büyüklüğünde dolu, pusatlı insan, kurt sürüleri ve tanrı
deprem... Her gün bir tabak yumuşak mamut eti. uzun azı dişli kaplan az miktarda fok yağı,
bizon beyni ve insan ciğeri kucak dolusu lif. yabanıl sebze, türlü yemiş ve
buruk tatta meyve, ekmek ve tahıl. ‘Sticklgruber’ -Hitler’in adı. Çarmıha
gerilmişçesine uçan ilk yarasa. bir keçi
boynuzu. Ölüyorum, deniz gökyüzü, dağ, adalar yanaştı. güçlü bir kasılmayla uzak
sınırları aştı. Boğaziçi’nin en dar yeri. Asomaton. 13.
Yüzyılın Selçuklu Renaissance’ın beşiği. Varoluşçuluk Herakleitos. 1200’lerin
ortaları Anadolu Mevlana’sı. Yüzyılın başında Marcel. ‘sen, ben’in karşısında
oturan ben’dir’ Sufi kimdir, Fatih şarap içer mi, Hançer-i Dahhak
ne ki, Başta at nalı taşıyan rakipti. çengel çiçeği, baba ve oğul arasında iki
mektup, aşıklar ve serhatler , Galata, sultanlara kafa tutan şair, at ayağına
serilen kumaş, kağıt sunanlar, ateş yakanlar, Kanuni’nin emriyle idam oğul
Şehzade. Sertrandon , Halep civarında sekiz atlı Türkmenle
karşılaşıyor, Bizantik, Tekfur sarayı ve Artukoğulları. Grieg’in Solveig’in
Şarkısı. Dil ve iletişim dört bileşenden oluşur, Sözcük
Bilgisi, Gramer, Prozodi ve Kinesis. Anadoluda keçi güdenler ve deniz
kozalağı. Beyaz giysiler içindeki bir piskopos, harabeye dönmüş
antik kentin içinden geçerek üzerinde haç olan bir tepeye vardı. Haçın önünde
diz çöktü. Bu sırada askerler, oklarıyla ve ateşli silahlarıyla piskoposu delik
deşik etti.
III
Arap keçi gözü gibi deli
incirlerin sırıttığı yoldan , kente girdik ve insan ölümsüzlüğü
değil bir zamanlar ölümü de aradı ve onu buldu. Yaşamdaki en büyük
tansık ölümdür. Tanrım, kalbime bir nur ver, önüme, arkama, sağıma
ve soluma bir nur ver. Üstüme ve altıma, sağıma ve soluma bir nur ver.
Kulağıma, gözüme, etime ve derime bir nur ver. Kanıma ve kemiklerime bir nur ver. Madde
bir bulutun bulutunun bulutunun bulutunun
bulutunun bulutu gibi bir şey dedi.
Bing bang dan önce ne
oldu, insan bu soruyu, Kuzey kutbunun kuzeyinde ne vardır sorusuna benzetiyor.
Tuhaf bir İnka kuşu gibi. Hermon dağından geçerken yılan kuşları sardı
çevremizi, renkcil, çağırtı, böğürmeler, çanak yapraklar, çok öncelerdeki Gondwana
kıtası ve Protestanların I960’da Protestan Oranga tarikatı lideri
olan William’ın Katolik kral II James’in ordularını yendiği Boyne savaşının
yıldönümünde, kum zambağı, orada kral Antiochos’un tanrıyla el sıkıştığı anın
işareti aslanlı horoskobu dahi görmüştük. Başkırtca, Kırgızca,
Yakutca, Kazanca ve Altayca gibi Özbekce diller ve gün ağarırken, Firavun
öyküleriyle, dağlarda yaşayan cüceleri anlattı. Gökleri ateşe
veriyor, insanları toprakta yetiştiriyorduk. Boşluğa övgü, hiç ve eros
dedi. Babil ırmağı kıyısında Sion’u anıp ağladık. Katagülli,
kadrajlı dom!. Kızıl ağaç ormanı. Nostromo... Tukan yıldızı, Rigel yıldızı,
yeşil saçıntı, Boğa’daki El Nath yıldızı... Sığır keneleri, yeleleri
rüzgârda dalgalanan Korsika atları. İris çiçeği. Denizler firavunu, Nemrut’u...
‘Zifiri karanlıkta Kurbağanın ağzından çıkıyor
ay’.
Atina’da Altis korusunda
yapılan olimpiyatlar, tanrının hızıyla koşan Rodoslu Leonidas gibi. İris ki
ölülerin çiçeğiydi. Judea dağının karları gibi beyaz bir yüzü vardı. Robotlar
balığı, balık maymunu, maymun seni, sen robotu yarattın, efendi benim artık,
her yaratılan, yaratanın efendisi olmuyor mu, sen hayvansın, güç, erk bende
artık. Bundan sonrası mı bende O’nu, tanrıyı yaratacağım ve o hepimizin
efendisi olacak. Osmanlı’da piyaleyken, piyadeyken bile Copland’ı
dinlerdi. Grieg’in Ağıtsal Melodisi ve Bartok Efendinin divertimentosunu
dinlerdi ama gariptir Zenofobisi vardı, uysal Leandro, savaşcı gezgin Odysseus
ile sonsuzluk antlaşmasının giyitlenmesi felsefe, düzlem, cisim, algı biçemi, soyut
emek, yaşamak gibi bir takım zırvalar söyledi, derinlerdeki
mavilikten bir uçan daire onu gelip aldığında, otantik düşün bunda katkısının
ne çok olduğunu düşündü, yekpare plakalar ve Solaris gibi...
Öyle ki Hipokrat’ın
mezarının üzerinde arılar yuva yapmıştı ve ürettikleri balda çocuklardaki
pamukçuk hastalığına iyi geliyordu. Karanlıkta dört yüz parça
gemileriyle limana yaklaşıyorlar, limandaki dünya ölüm uykusunda, nöbetçiler
hayal gördüklerini sanıyorlar ve liman ateşe veriliyor. Ukaz panayırı. Mısır
koçanı, kundağı, kapçığı. Omurgalılarda
C değeri olarak bilinen genom boyutu, Foto galvaniz, parabolik oluklu santral,
yakıt peteği, ay ağırlığında kondritlerden oluşan ek kaplamalar, kantonlar,
Kelt destanlarında ve büyük Frederik’in saklandığı mağarada,
Muhammed’inki gibi örümceğin ağ ördüğü yazılıdır, Muhammed, görünmeyen bir
tepeden iner gibi garip ve önemli bir yürüyüşü vardı, bir uzak doğu pagodasında
tapınırdık, Netanya’da, Ürdün gölü kenarında otururduk. Sıkıcı bir öğle
üzerinde ne tür bir ölüm hangi renkte gözyaşı döküyordu acaba, Sevitleri
(hobi) var mıydı, incir ağaçlarının dibinde cinler, kara dutun dibinde eşek
arıları yaşardı, Pribilof adaları vardı, kilise kulelerinin haçlarına konmuş
kuşlar, Villon’un Asılmışların
Baladı’nı okur gibi.. ‘Körbilim boş toprakları sürer. Çılgın inanç kendi
tapınağının düşünde yaşar, yeni bir tanrı yalnızca bir sözcüktür. İnanma
da, arama da; her şey saklıdır’. Janist rahip diyor ki: ‘Bu vücutların
içinde ne işimiz var. Belki de içlerinde yolculuk ediyoruz'
Kendine özgü Kantemir
notası yarattı. Ben Marco Polo, Alamut yani Akbaba yuvası denilen
yeri gözlerimle gördüm. Piranhalar takımı gelince de savaşı kazandık. Asaf
Cemil’in Düş Tutanaklar’ını yazarken mistik bir süreç içinden geçtiği
söylenebilir mi? Bu soruyu onu daha iyi tanımamın yanı sıra, roman ile profan
aydınlanma, daha açık bir deyişle hidayete erme arasındaki ilişkiyi
irdeleyebilmek için soruyorum. Anemas zindanı nerede, uzayda uçan
kuşların varlığı. Dünyadaki tekçil-monist düşünce yapısı,
Antartika’daki Vostok gölü, Omega, Erboğa, Küresel Yıldız
Kümesi, Balık kemiğinden korsesini çıkaran koyunlar harabelerden
geçerek aşağıya indiler, koyunlar harabelerden geçerek sürüye karıştı.. Kraliçe
Puduheba. Tanrıça Kibele, tüccar karısı Lamassi, Karya kraliçesi
Ada. İlk kadın tarihçi Anna Komnena Karya ve kalinikhta, Eski
Mısır’da İbis tanrıların habercisi Hermes’i simgeleyen kutsal kuş. Golgata, kafa
kemiğimi, solsuz solfej, Medine’deki meçhul mezar, mezarsız yalvaç, çarmıh
kanadını açmış kuş İbis? 13. Yüzyılda Artukoğulları sarayında Cezari adlı bir
mühendisin yaptığı otomat, insanlara ibrikle su, havlu ve tarama aleti sunardı,
Dekabrist ruhum söylüyor bunları, sifilis hastası ruhum. Karadelik güneş
sisteminin içinden geçse bile, tüm gezegenlerin yörüngesini değiştiriyor, böyle
bir durumda dünyamız ya elips bir yörüngeye çekilerek şiddetli iklim
değişiklikleri yaşayabilir, ya da güneş sisteminden kovularak uzayın dondurucu
boşluğunda yitip gider, yani dünyamız ölür. Et yerken bazen kendimi köpek gibi
hissediyorum dedim, arkadaşım şüphesiz yüzü insana benzeyen biricik hayvan
köpektir ve yalnızca onların yüzlerinde keder, sevinç ve sıkıntının
pırıltıları, iz ve esinlerini görebilirsiniz, bu başka hiç bir hayvanda yoktur
dedi. Sirte körfezi, hologram, doğurgan olmayan döl evi akıntısı, Kız kulesinin
antik çağdaki adı Damialis, yani Dana yavrusu demekmiş ve Mercidabık… Salamis
harabeleri, Riminili katır tüccarları, ahiret argonot, üç köstek taşı nedir
bilen var mı, Angloma nedir ki. ‘Kasırgalar
iblisin salladığı orak’ gibi, Gut hastalığı yani Nikris yani Damla
hastalığından öldü, ölümüne doğru Hubyar Kadınla görüştü, Samur ve
Amber devriydi, hidivlik verdiler. Wilson’un Yalnızlık Çağı
dediği, Parnassos dağında dedi. İçinde triptofan bulunan yiyecekler
yer ve kendini hep iyi hissederdi. Zagros dağları adını verdiği. Öyle sevilen
bir politikacı halkın özlemlerine yanıt verebilen biriydi ki
cenazesinde kalabalık arasında biri hiç unutmam ‘İnsan!.. güle güle...’ diye haykırmıştı. ‘Akan suda ikinci kez yıkanabilmişti
Eflatun’ Dağlarca dedi. Garip bir bilim adamıydı, atom bombası atılırsa,
atmosferin tutuşabileceğini söylüyordu. Örümceğimsilerden migallerde
trake bulunmaz. Merİh’lilerin ağaç yazıları gibi, Tiberius, Capri adasında öyle
çok kölenin uçurumdan aşağıya atılıp ölümüne yol açmıştı ki, kemikler yığılarak
siyah bir kayalığın oluşmasına neden olmuşlar ve Curzio Malaparte o kara
kayalıkların üzerine sayfiye evi yaptırasıymış, yani kölelerin kemikleri üzerinde
otururmuş Malaparte...
IV
Anghiari Savaşı adlı
duvar resmi yarım kalan, da Vinci gibi, kitap bastırmak zordur, bir keresinde
yayıncıya Tevrat’ın fotokopisini götürdüm, ilk 150 sayfa fena değil, tuttum ama
adını Kızıl Deniz Haydutları olarak değiştirirsen, basım için 3 yıl sonraya gün
verebilirim dedi, Eco söyledi. Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgalinde mermiler
boşa harcanmasın diye ülkelerinin işgaline karşı direnen Mısırlıların ensesine
basarak Nil Irmağında boğuşları. İngilizceye en yakın Hollanda ve Almanya
kıyılarında konuşulan üç Frizye dili içinde tehlike çanları
çalıyor. Nietzsche Sifilis hastasıyken genç bir eros kapısını çalar
elinde iris çiçekleri, Sahaf’ın keçisi yanındadır, Venüs çiçeği
gibi Perseus, kötü niyetli kral Polydectes tarafından Gorgonlardan
biri olan yılan saçlı Medusa’nın başını kesmekle görevlendirilir. Bu hiçte
kolay bir iş değildir, Medusa’nın görünüşü o kadar korkunçtur ki ona bakanlar
anında taşa dönüşür. Bunu bilen Perseus tanrılardan yardım ister, Athena ona görünmez
olmasını sağlayan bir mask verir ve Medusa’nın yalnızca gölgesine bakması için
uyarır. Haberci Merkür’de ona kanatlı ayakkabılarını ve sihirli
kılıcını verir. Perseus, Medusa’yı uykusunda yakalar ve kılıcıyla
başını koparır. Görevi bitip geri dönen Perseus, prenses
Andromeda'nın çığlıklarını duyar. Deniz canavarı, prensesi bağlamıştır ve
yemeye hazırlanmaktadır. Prenses çantasından Medusa’nın başını çıkarır, ona
bakan deniz canavarı anında taşa dönüşür. Perseus prensesi kurtarır Perseus ve
Andromeda birbirine aşık olurlar. Kahraman Perseus’un başını kestiği Medusa
hala gökyüzünden bize göz kırpar...
V
Davut, Fırat yakınındaki
Hamat’ta Tsoba kralı Hadarezar’ı yenilgiye uğrattığında 1000 cenk arabası ve
700 atlıyı tutsak etmişti ve yürümesinler diye ayaklarını kırdırmıştı. Harun
Reşit oğlunun düğününde yağmur gibi inciler serpmiş tüm davetlilere birer misk
topu dağıtmıştı ki armağanlar ayrıdır. Doğada eriyen plastik üretecek bitkiler
vardı, maymunlar düşünmeyi düşünebilselerdi değişebilirlerdi, parçacıklara
kütle kazandırdığı söylenen Higgs bozonunun peşindeydi, en çok dikkatimi çeken
şey kapının önüne tüneyen kuğu olmuştu. ‘Quo
vadıs, domine?’ Nereye gidiyorsunuz, efendimiz?..
Keçi memesini andıran
bir tepenin üzerindeki, ufak bir mavilikten bir yıldız çıkar. Osmanlı Ahılkelek
kalesini alınca savaşı kazandığını sanır. Ahılkelek kalesini alınca savaşı
kazandığını sananlar gibi. Hangi kral Akitonyalı Eleanor’la evlenmiştir? Henry
II, Arabistan çiçeği, Horgörü Bedevilerin ‘Çöl
gemisi’ dediği develerimizin üzerine, diril gece indi ve gölgeleri
örtündüler, avunç büyüleyici kırlarda, yorgun çiçekler bürümüş. Diğer mimari
ilginçlikte alınlıkta yer alan üç küçük kapının ilahi bir olay için kullanılmış
olması. Bu kapılar yılda bir kez kutlanan İsiteria Bayramı’nda “Epiphanie”
olarak adlandırılan ve “tanrının kendini göstermesi, varlığını kanıtlaması”
olarak yorumlanan olayın sembolik olarak yinelenmesi amacıyla
kullanılıyordu. Magnesia Artemis’ gece tanrıçasıydı. Dolunaylarda Artemis
Tapınağı’nın tam karşısına, alınlık, orta kapı ve Artemis heykeli ile bir doğru
oluşturacak şekilde ve belli bir açıyla geliyordu. Bu dolunaylarda altın
kaplama heykel, ay ışığı ile aniden aydınlanarak, kendisini tapınağın dışında
bekleyenlere gösteriyor, bu olayda izleyenler açısından gerçek bir ‘epiphanie’ olarak algılanıyordu.
Bekir’in babası Ebu
Kuhafe, annesi Ümmü’l Hayr Selma binti Sahr’dır. Dölleyerek çiçek açımlarını
uçuyordu arılar, Saturnus çağındaki yaşlılar gibiydik. Uranus’un oğlu gibi
görkemliydi ve yaşam, ölüm sağrağını sundu ona, ay İris yayı gibi yükseldi
başlarımızın üzerinde, İris’in sessiz yayı (gökkuşağıydı). Anahtar deliğinden
giren bir Arap atı, Suları, vadileri doyuran Türk ırmağı,
kana kılıç suyu derdi. 16. Louis Varennes yakınlarında ele geçtiğinde
üzerindeki paranın resminden kendisini tanımışlar ve yakayı ele vermişti. Gorgonlar
diye bir şeyden söz ediyordu. 8. Yüzyılda Tang Hanedanı döneminde cırcır böceği
olarak yaşamış bir Japondan söz ediyor ve 17. Yüzyılda Çin’de yaşayıp ruhu 30
ayrı isme bölünen Şitao’dan söz ediyordu, Şitao’nun Portekiz’deki reenkarnasyonu da Pessoa’ydı. Talut ve iman edenler
ırmağı geçti ama Calut askerlerine karşı koyacak güçleri kalmadı. Trianglum
yıldızı. Güneş kızdönümüne girdi. İnsan, Kant’ın yaklaşımı uyarınca, öz
istencinin nedenselliğini sadece özgürlük idesinde
aramalıdır, çünkü özgürlük duyular dünyasının belli nedenselliklerinden
bağımsızlıktır. Bu yüzden özgürlük idesi ile özerklik kavramı ayrılmaz bir
biçimde birbirine bağlıdır. Özerklik kavramı ise düşünen varlıkların
eylemlerinin temelini oluşturan etiğin genel ilkesi ile
bağlantılıdır. Kant, ulamsal bir buyrum nasıl olanaklıdır? Sorusu bağlamında
özerklik (otonomi) ve bağımlılık (heteronomi) kavramlarını açımlar ve şu
saptamaları yapar. Ussal varlık, kavrayış dünyasına girer, onun kavrayış
dünyasına girmesini sağlayan nedenler bütünü ya da nedensellik
‘istenç’tir. Etiyopya ile Hindistan’ı hep birbirine
karıştırdık. Xeroderma Pigmentosum sayrılığından mustarip yani güneş
ışığına çıkınca deride derin yaralar oluşuyor. Hindistan ve Srinagar, helezonik
gizlem, halk sözcüleri, uzayın %99unu kapsayan karanlık bölge. ‘Emir erlerinin tarihi bu güne kadar neden
yazılmamıştır anlayamam. Yazılmış olsaydı, Toledo kuşatması sırasında açlıktan
gözü dönen Almavira dükünün, emir eri Fernando’yu nasıl hapur hupur yediğini
öğrenmiş olurduk. Dük hazretleri, anılarında, emir erinin yumuşak, körpe etinin,
tavuk etiyle, eşek eti arasında bir tadı olduğunu anlatır.’ ‘1890’lı
yıllar, Avrupa, Strauss ve Schönberg’in yeni ritm ve ses renkleriyle
tanışıyordu. Zola gerçekçilik akımını, Dostoyevski Slav demonizmini, Rimbaud
lirik söz sanatının ince örneklerini göstermişti. Nietzsche felsefede devrim
yaratmıştı. Klasik, süslü mimarlık, yerini işlevsel üsluba bırakmak üzereydi. O
dönem yazın sanatının eleştirmenleri, her türlü yeniliği, bir kargaşalık, bir
gerileme olarak algılıyordu. Bir sanatçının ün salması için, orta kuşak
tarafından denenmiş olması gerekiyordu. Bugüne benzeyen keskin, hiyerarşik bir ilişki
vardı. Öte yanda gençler, Gerhart Hauptmann otuzunda Alman sahnelerinde söz
sahibi olmuştu. Rilke yirmi üç yaşındaydı ve arkalarından başkalarını da
sürüklemişti. Kaşla göz arasında ‘Genç Viyana’ grubu ortaya çıkmıştı. Ancak
Hofmannsthal, tam bir fenomen olarak, o kuşağın güçlü tutkularını dile
getirmekle kalmamış, on altı yaşında bir
genç için büyük bir edebiyat olgunluğuna ulaşmıştı. Bu sanat hayatında
süregelen usta-çırak ilişkisinin o kasvetli, uzun yolculuğuna tuhaf bir karşı
yanıttır Hofmannsthal’in yaratımı. Loris takma adıyla gönderdiği şiirler, dergi
editörleri tarafından usta bir şairin yeni bir üslubu olsa gerek, diye
yorumlanırken, karşılarına, sıska, soluk benizli, ince sesli, bir erkek çocuğu
çıkmıştı. Barba Vasili paltosuna girdi uyudu. Pelion dağı, Fars dünyası, Meotis
gölü (Azak denizi), rüya tanrıçası Serapis, Vitzliputzli (Meksika tanrısı)
Talokan’da, Hint Kerala’sında, şiir umarsız Penolope’dir. Emanuel von Froben;
Büyük Seçmen Prens Friedrich Wilhelm’in ahır yöneticisidir. 1675’te Fehrbellin
savaşında kendi atını prensin atıyla değiştirerek efendisinin yaşamını
kurtarmış ancak kendisi yaşamını yitirmiştir. Lizbon’a Lizboa diyorlar. Vasco
de Gama’nın Mekke’den dönen Hintli hacı dolu bir gemiyi içindekilerle birlikte
yaktığından söz ediliyor. 17. Yüzyılda bir rahip, denizin yuttuğu yüzlerce
Portekizliyi kastederek, ‘Tanrı
Portekizlilere küçük bir ülke verdi ama, dünyayı da onlara mezar etti demiş’.
Portekiz’in en meşhur şairlerinden Sa de Miranda’da ‘bir kimyon kokusu için halkını yitiren krallık’ diyor Portekiz
için. Keltler, Fenikeliler, Vandallar, Kartacalılar, Romalılar, Yunanlılar,
Gotlar, Moritanyalılar, hepsi gelip geçmiş o sahillerden. İber yarımadasında
beş yüzyıl kalan Müslümanlar balkonda o kadar eğlenememişler,
1147’de Portekiz’in ilk kralı Alfonso Henriques’nin İngiliz, Alman, Fransız ve
Flaman haçlı birliklerinin desteğiyle Lizbon’un tepesindeki kaleye bayrağını
çekince, çekilip gitmek zorunda kalmışlar. İkinci Dünya Savaşında, Hitler’in
Alman general Rommel’i zehirlettiği söyleniyor. Portekiz’deki ormanlık ve
yeşillik Cabo da Roca’da, 140 metre yükseklikteki bir kaya üzerine
çıktığınızda, hava açıksa Newyork’un bile görülebildiği biliniyor. Portekiz’de
yerli halkın kökü İberyalı’lardır. Selahattin’in iskeletleri, ardıçların
tepelerinde ölüyor av borularının boğuk sesi. El Greco ya da Toledo’nun gizi.
Bulut ilahsı dumanlar, Isfahan ki dünyanın yarısı, Buhara ki yasaklı kenttir.
Olanaklarım arttıkça, yapabileceklerim, arzularım yavaşlıyor. Mürekkep
savaşlarının yolu sapıyor ama savaş bitmiyor.
***
TUNDRA SOĞUĞU
Çok kısa bir şey anlatacağım, fütüristik
düşler diye bir yarışma düzenlemiştik, gelecekte neler olabileceğine dair,
tasımların anlatıldığı bir tür öykü, deneme yahut düşünsel jimnastik
diyebileceğimiz şeyler. Ben olan bitenden söz etmeyeceğim, yarışmacıların
geleceğe dair düşlerinden bir demet sunmak istiyorum sizlere, us dışı şeyler.
Gerçekte düşlerimiz hangi maddeden yapıldıysa biz de oyuz biliyorsunuz,
şaşırtmak değil amacım bilmenizi istiyorum yalnızca…
Yarışmacılardan biri şunu savlamış, yeryüzünde
hala Hitler’in hayaleti dolaşıyor diye başlamış söze ve gelecekte insan ölülerinin
robot yapımında ucuz birer ham madde olarak kullanılacağını ileri sürüp
diyor ki, dünya hiç değişmeyecek, tıpatıp şimdiki insanlardan oluşmuş bir
uygarlığa doğru yelken açacağımıza inancım tam, ama bu insangillerin kalbi
turbo motor, bağırsakları mekanik, ciğerleri de ultrasonik olacak ve uzayda tek
başına dolaşabilecekler, üreme kaygıları olmayacak, çünkü o denli becerikli
olacaklar ki onlar, kendilerini üretip yenileyebilecekleri için, bir tür
ölümsüz sayılacaklarını da bilmelisiniz diyor. Bu insan görünümlü zombilerin,
tek başına dünyalar olabileceği ve hiçbir dış dokuncaya gerek duymadan, üreyip
çoğalabileceği için bir Ülke Devlet
ya da Sera Toprakları veya Çarmıh İnsanları gibi kendilerine adlar
vererek, galaktik kümelere kendi adını yazdırabileceklerini de ileri sürüyordu
yarışmacı...
Başka bir yarışmacı, insanlığın ortadan
kalkacağını, hatta varlıkların ortadan kalkacağını öne sürüyor, her şey bir
sanaliteye indirgenerek, varla-yok arası sonsuz bir yaşamın hüküm süreceğini
söylüyordu. Biraz açar mısın anlatmak istediğini dediğimizde, aniden kendini
yok etmeyi başaran bu yarışmacı, jürideki arkadaşlardan birinin, kulak içlerinden çıkarak, Alaattin’in Lambası’nı anımsatmıştı
bizlere ve hepimizi bir hayret ve kahkahaya sürüklemişti. Oysa bir hologram
oyunuydu sergilediği ve kendisi de bilemeyiz belki bir gerçeklik değildi...
Oyun sürüyor, yarışmacılardan yaşlı biri,
flüt, klarnet, fagot, obua, trompet, saksafon, korangle, pikolo, trombon, tef
ve davullarla sahneye çıkarak, sesin renginin değişebileceği gibi, varlığında doğasının
değişebileceğini ileri sürdü ve birden ‘Tanrı
yaşamakta’ diye bağırarak, ruhların herhangi bir varlığa aktarımıyla -o transferiyle
dedi-, karıncalar ya da bir pangolin uygarlığına evrilebileceğimizi, üç bacaklı
atlar olabileceğimizi, elektronik çiplerde saklanan geleceğimizin, bir
bilgisayar ya da ‘Yapay Yeti’ ürünü
olarak bizlerin ne olacağına karar verebileceğini ve sanal düşlemlerin
egemenliğiyle dolu bir kozmosta yaşadığımızı öngören savlarıyla, tüm bir
uygarlığımızın, baştan beri bir varsayım ya da matriksle bütünleşen bir
eylemsellik olduğunu haykırıyordu. Bu yarışmacı neden bilinmez gözyaşlarıyla
terk etmişti salonumuzu...
Bir başka yarışmacıya gelecek olursak, o
da diğerlerinden çok ayrıksı biri değildi, hep olağanüstü şeyler aramaktan kaçınmalıyız
dedi ve ne diyeceğini merakla beklerken,
harita duvarına soy kütüğünü izleyen bir çizelge yansıtarak, atalarından
neredeyse üç bin yıl önceki annesi konumundaki bir bayanla, hararetli bir
söyleşiye dalarak, hepimizi şaşırttı. Genç ve güzel İskitli, hiç şaşırmadan
belirsizlik ilkesini tartışıyor, göreceliğin sınırları olduğunu ileri sürüyor
ve kendisinin geçmişten beri yaşamakta olduğunu söyleyerek, Tulon gezegeninde Ölümsüzler Bahçesi adını verdikleri bir
huzur evinde çalışmalar yaptığını ve mutlanla dolu, üretken bir yaşam sürdüğünü
söylüyordu.
Sonlara doğru yarışmacılar işi iyice
azıttılar, bir yarışmacı jüriden birinin belleğine sızarak, bilincini yönlendirmesiyle,
yarışmada kendi düşünsel sürümlerinin kazanmasını sağlayabileceğini, us
yürütümünü kilitleme yöntemiyle, jüriyi
anlaşılması güç, kasıtlı seçeneklere sürükleyerek, kolaylıkla birinci olabileceğini
savlıyordu. Söylemek isterim ki gerçekten öyle olmuştu. Sondan bir önceki yarışmacı, ‘ak’robotik robotlarız’ biz dedi, devinimli varlıklar yani, baştan
beri et ve kandan bileşik bir tür mekanistik uygarlığız, ‘Göğün altında yeni bir şey yoktur’ hiçbir zaman diyerek, bizim yani
insanellerin, olası bir değişkeyle, çelik ve titan aksamlı robotlara dönüşmek
istediğimizi belirtti, çünkü şu sıra ayaklanan bitkiler, zaten bizden önceki
robotlardı, bizi yaratarak, yumuşak bir geçişle devretmişlerdi, minik manik
evrenlerini dedi!.. Jüriden biri korkuyla ayağa kalkarak sağını solunu yoklamaya
başlamıştı o ara ve birden düşüp bayıldı ama bir tutam eter kokusu, kendisine gelmesi
için yeterli olmuştu ne yazık ki…
Sözü uzatmayacağım, son yarışmacının
diğerlerinden ayrıksı bir yanı yoktu kısacası, yeni yaşam biçimlerinin olasılıklarından
söz ederek, mimetik varyasyonlarla bizi güldürdü, çünkü bu bir klişe görevini
üstlenir her zaman bu tür hokkabazlık ve yarışmalarda… Düşünce panayırları, us
sanatoryumları, bilgi bankaları, ruh ve beden pazarlarında, orijinal olarak
piyasaya sürülebilecek, yalnızca mutlu olduğumuz yaşamsal sahneleri ve saatleri
satın alabileceğiniz yineleme makineleri, hermeneutik playstation çeşitleri, otoistik analiz ve
hedonizm dolu günahkâr programlarla sürdürebilecektik yaşamımızı ve başkaca yurtluklar ve kurt deliklerinden geçerek
ulaşılabilir çılgın dünyalar, yeni boylar
ve krallıklar, denizlerin altında ve
göksel uygarlıkların çok çok üstünde yer alan, solgun rüzgâr ve yağmurların
suladığı, pek tuhaf evrensi girdaplardan, sonsuz uzaklıkta ağlardan söz ederek,
bizi oralara götürebileceğini öne sürdü ve açıkçası korkuyla karışık şaşırtmaya
çalıştı.
Sonunda ne oldu dersiniz, inanın yarışma
salonunun ortasında bir kara delik açıldı, halüsinasyon görüyoruz sandık, alternatif
kurgular ve bambaşka dünyalara giden yok mu diye haykırdı bir galaktik pilot,
yıldızlar çakıyordu gözümüzün önünde!..
İzleyiciler ve jüri donakalmıştı,
yarışmacılar bir bir bindiler ve gittiler. Herkes; ‘Bu büyücüler, başka dünyalardan bize yeni yaşam biçimi pazarlamaya gelen
gezegen tacirleri, yıldız komisyoncuları’ diye bağırdı.
Hepimiz inanmıştık sanırım, ama her kara
deliğin bir ucunda, başka bir ak delik vardır kuramınca, az önce kaybolan
yarışmacılar, salonun arka kapısından yine girdiler ve kalabalık çığlıklarla, gerçekte
birer yarışmacı olan akranları, dost ve arkadaşlarıyla, gene sarmaş dolaş ve kol kola salonu boşalttılar!..
…
Bir tuşa basarak uyandırıldığımızda, filmin
bittiğini ve kobayların krallığında, egemenliği sürüp giden farelerin,
aralarında konuşarak, yeni konumumuzun ne olacağını tartıştıklarını görmüştük…
Ölümsüzlükten daha kötü şeyler var!..