28 Aralık 2019 Cumartesi

ETHEL



(Bir Büyükada Öyküsü)
Ada vapuru, Kserkses'in Hellespont'u geçmek için yan yana dizilen sandalları gibi, değişik türden yüzlerce yolcusuyla hareket etti. Peçeneklerde Bosphorus'u (Sığır Geçidi) aşmak için aynı yöntemi kullanmıştı derler. Genelde çevremi izler, insanlarla göz göze gelir, havaya, suya, kıyılardaki gökdelenlerle dolu, artık yedi kocadan arta kalmış değil, üç günlük Newyork gibi sibernetik bir yazgıya dönüşmüş rüküş ve pornografik Konstantinapolis'in kötü kokular yayan 'vagonismusuna' doluşmuş dünyalara bakarım ben.
Biri ta uzaklardan geldi ve seçilmiş bir yalnızlığın kederiyle boğuşan ve derdine bir türlü deva bulamayan; artık yaşlanmış ve tacını tahtını kaybetmiş zatı aliniz, onun nadan ve pişman kulu, yıkıntılar arasında ilahi, Genç Osman'ın karşısına oturdu!..
Sık sık yer değiştiren, ikide bir kent, semt, okul, ada, moda değiştiren her insan gibi sonsuzca süreceğine inandığım yalnızlığımın bulaşıcı sayrılık gibi üzerimden atamadığım bir kompleksi vardır, herkesle konuşmak isterim, her kadına hayranlıkla bakarım ve karşıma gelip oturan her insanın bilerek bunu yaptığına inanırım. Yalnızlık sendromu halüsinasyonlar üretir, geceleri konuşur ve düşler içinde geçen bir yaşamın kapılarını açar insana, bu kuyularda bazıları kaybolur, bazıları da yaşamla nefron suyu yarıştırmayı ve her şeyi ve kendisini de küçümsemeyi başardığı için yenilmez armada gibi dolaşır, sahillerde, kenar semtlerde, Cihangir'de ve adanın daracık koridorlarında, faytonların maziye karıştığı patikalarında...
Karşımdaki bayan beni haklı çıkarırcasına hemen kitabını çıkardı...
Kitabı bu garip yolcumuza, şöyle bir aşk duygusu veriyor mudur acaba, okuduğuna göre... 'Tam bir dil ziyafeti, biçem var (üslup, yazara özgü dil, dolayım), biçim var -anlatım özgünlüğü, konu bütünlüğü, tinsel çerçeve- sözcesi var (yazarın kullandığı dil), derli toplu, arı ve seçkin, bugüne dek denenmemiş üstelik, bu biçem değil, yazarın kullandığı ve hepimizin kullanıp, kullanabileceği dil burada söz konusu olan, konu var, köy-bozkır-uygur geleneği ve yaşam biçiminin, gündelik kaygı, baş edilmezleşen tasalar ve sevinç taşan, bezdirici uğraşlar içinde akıp gidişi, zamanın dışında, orada bir yerde geçen, gizemli bir dünyanın, diri ve sürgit körpe bir dil eşliğinde, şaşırtıcı biçimde düşlerden aşkın sayfalar boyunca, yellerde devinen bahar yaprakları gibi titremler içinde sürüp gidişi, anlatı var, konu sıkmadan ve büyüleyici bir yabansılık içinde, sanki yinelemelerle sürüp gidiyor da, ama dilin baştan çıkarıcılığında hep yeni bir şeyler söylermiş izlenimi vererek, belki de okurun başını döndürdüğü için, onu ele geçirerek bizlerin elini tutuyor ve kendi zamanının, uzamının içinde bambaşka bir dünyaya sürükleyerek, evrenin nice gizemli köşelerinde neler olabileceğini, ne can alıcı, albenili yaşamların, bir düş gibi sürüp gidebileceğinin özlenci ve dilin olağanüstü oyunları içinde bizi kucaklayıp ve yaşam sevinciyle kuşatarak, dirim veriyor artık, yazın dediğimiz şey bu işte, okuyun, dilin, dillerin ne denli ele geçmez bir bayır gülü, ne denli büyülü kokular yayabilen bir güneş ayeti olduğunu görüp hak vereceksiniz...'
Şol betikler böyledir de, dünyamız nasıl bir ırmak söylencesidir acaba, onun için, seyrüsefer edilecek bunca dünya varken sanki yine de, zaman peşinden koşuyor da, boş bir anını yakalarsa gırtlağının tadına bakabilirmiş, ölüler ülkesine, Kharon'un sorgusuna yollayabilirmiş gibi ivedilik yansıyan bir korkuyla satırlara, satirlere bakarak dalıp gitti konuğum!..
İçimden, şimdi benim laf atmamı bekliyor diye düşündüm, düşler kadar zevkli bir şey yoktur çünkü!.. Ama atamam ki, öyle becerilerim olsa yalnız olmazdım ben, düşlerimin prangasında ömrünü yitirip gidecek bir forsayım. Üstelik suçüstü yakalanırım korkusuyla düşlerimi gizlemeye çalışırım, insanların gözlerinin içine gene de bakamam, asla konuşamam, ta ki bir ip ucu veya karşımdaki bir açık verene ya da kendisi bir şey diyene kadar. Düşlerimin hapishanesinde yaşarım kısacası. Düşlerimden kurtulmam onlarla haşır neşir olmam demekse, düşlerim beni yalnız bırakır ve tümüyle karanlığa gömülürüm, düşler yalnızlığın devasıdır, insanlar değil, bir paradoks olsa da bu çözüm!..
Ama bir alışkanlığım vardır yine de, beğendiğim kadınlara laf atabilecek kadar delilik nöbetleri geçirdiğim olur, kimdir onlar, hoşlandıklarım, güzeller güzeli bulduklarım değil, kaçık tipli, meraklı, vücudu deformasyona yüz tutmuş, aksanı yarı gülünç ya da tuhaflaşmış, gene de ben sizin endazenizi herkesten çok bilirim langalılar diyecek kadar fütursuz, pelül pejmürde, göğsü beline uzanmış, kolu kalçası gibi, morsdan kuvvetli, dudağı tanrı aşkına silikondan, gözleri radar vazifesi görebilen, saçları kilometrelerce uzanan çadır gibi başını örtmüş, geçmiş zamanın bahtsız, tahtsız, Nefertitilerini andıran ve ana tanrıçadan el almış devasa kıratlar!.. Onlara aşığım ben, her şeyi bilir gibi yaparlar ama sizin her söylediğinize başıyla ya da hamur tahtası gibi uzayan dilleriyle onay veren hanende melekler...
Karşımdaki bayan kitaptan gözünü ayırmıyor ama inanın tanımını yaptığım tiplerin -intelektüel- görünümlü versiyonu bu, arzuyla bakıyor inceliyorum onu, nasılsa başı önünde, ayağını bana doğru uzatacak diye bekliyorum, bu tipler bu hareketi tanrı adına bilinçsiz biçimde yaptıklarına sizi inandırırlar, çünkü çantaları koltuğu kaplar, şalları yere sarkar, pabuçları ayağından fırlayacak gibi olur, varsa gözlükleri yüzünü karanlığa boğar, işte ayağını ayağıma çarptı bile, ama o kadar bilincindeyim ve doğallıkla bekliyorum ki bu hareketlerini, benim için bir şey ifade etmiyor artık, onlar çok masumdur, sizin çay bardağınız yere düşse kırıklarını sizden önce toplar çünkü...
Ama platonik aşkımın bu jestini karşılıksız bırakmamaya yeminliyim tabi...
Bir yolculukta ya da vapurda, açık havada, piknikte okunacak koskoca bir dünya varken 4x4 alt tarafı yüz rakamının türevlerini geçmeyen kitaplara dalanlara şaşarım ben, dünya bir kitap değil mi yahu, bu bir kimlik yarışı bence, ıvır zıvıra değer veremem ben, zamanım çok değerli, sizin gibi ''Trene!'' bakacak zamanım yok, homo homini lupuslarım, okumam gerek, kendimi geliştirmem gerek, kariyer edinmem gerek, üst katlarda, teraslarda, orada okyanus ötelerinin dikte edilip, pazarlandığı kokteyllerde yaşamam gerek!.. Siz ordinary people'larım hep aynı şeyleri yineler, bıkmadan usanmadan trene bakarsınız, ne var bunda, zamanınızı biçimlendirip, hükmetmezseniz o sizi biçimlendirir, hükmeder!..
Ama güzelde sonuç, korona virüsünün travmalarıyla eve kapanmak, manikür pedikürle dolu bir hayat yaşamak, kokteyllerde sıra gecesi beklemek, yazacaksa, büyük annesinin, çizecekse göl kıyılarının, alacaksa 1+1 lerin aynalı hapishanelerinde sönüp giden yaşamlar olmuyor mu bu, değer mi, trene bakan buzağıları ve anne-babalarını bu kadar yokuşa sürmek!..
Vapur iskeleye doğru yaklaşıyor ve sonunda yarı buffalo maşuğuma, dizine kapaklanır gibi işaret ettim, son durak der gibi ve usulca kitabını kapattı. Onlara karşı cesurumdur!.. O kadar hırçın ve kemikleri dışarıya fırlayacak bir butun kol ve bacaklarına sahip ki, kitap okuması onu türün öbür bireylerine özgü kitap okuma alışkanlığının bu devasa piramitte nasıl oluştuğuna dair insanlarda kuşku uyandırabilir ama ben biliyorum, aşklarımı çok iyi tanırım, onlardan her şey beklenir ve ağızları bir makineli gibi hızla çalışırlar ve herkesi bastırarak, eteklerinde kurulmuş kolonyal ülkenin altına sığdırabilirler inanın. Tartışmaya gelmez, ben hariç!..
Sonunda olan oldu ve benim işaretime bir lafla katılmak zorunda kaldı her zamanki gibi, ne çabuk geldi vapur ya dedi, satırlardan nicedir ayrılmayan mahmur gözleriyle!.. Şimdi anımsamıyorum, bir iki sıradan şeyler söyledim ona ve isminiz nedir sizin dedim, isimler o kadar önemlidir ki benim için, siz sırf onun ismi için bu öyküyü yazdığımı bilemezsiniz!..
Ethel dedi, çok nadir bir isim ama bildiğim Ethel Kennedy var dedim, telefonuna bakarak sağlamasını yaptı, kimilerine boşboğazlık gibi gelen bir yaklaşımla dudağını kıvırıp, direk sanatçıyım ben dedi, telefon numarasını aldım, alırım da!..
Ve dedim ki ona, çok çabuk gelmedi vapur Ethel, kalktıktan hemen sonra lodosun tanrısı istedi diye, bordadan bir balıkçı filikasına çarptı, balıklar özgürleşti ama yolculardan biri denize düştü, neyse kurtardılarsa da bu kez balıkçı göz yaşı dökmeye başladı, az sonra Fenerbahçe camiinin imamı ikindi duasına davet etti yolcuları, yeri göğü inleten, vapur düdüklerini bile bastıran çağrısıyla, bir kaç yolcu koridorda eda etti ibadetini, o sıra İsa efendimiz denize girip saklanmış olacak ki, yürüyerek vapura geldi, hepimizi elceğiziyle takdis etti, kuş biçimli buhurdandan, baharatlar, esanslar serpti, yüzmekte olan yunus kafilesini dudaklarından öptü, içimizde adı Yahya olanı alıp Yerusalem'e gitti, anında ortalıkta Kabe yeşili bir hava esti, biri, iki ada arasına, bak işte Kidron vadisi, biride, yükseltiye Horeb tepesi dedi, kargaşa bittiyse de, yunuslar yine peyda oldu, meğer açıkta bir balina kovalıyormuş onları, içlerinden bir kaçı güverteye atladılar, diğerleri vapuru kaşalot sanıp geri kaçtılar ve bizim 'Beyaz Cani' küfürlerle uzaklaştı, derken Dragos'un arka yüzünde bir gökdeleni alevler sardı, kadının biri çelik çatıdan aşağıya atladı, yere doğru balık ağı gerip üstüne düşürdüler, ne görelim, kadın yüzgeçlerini vura vura uzaklaştı... Güneşin içlerinden gelen bir helikopter geçti üstümüzden, ada yakınlarında düştü, sonra izini kaybettik, asâlının biri 'belki rüya görmüşüzdür' dedi, yolculardan hamile bir kadının doğuracağı tuttu, adanın yüzme rekortmeni varmış yolcular arasında, adam kadını sırtına aldı, Bostancı sahillerine doğru coşkuyla kanat açtı, güzel bir kız çığlık atmaya başladı, ne okuluna gidebiliyor, ne karnını doyurabiliyormuş maddi sıkıntıdan, aramızda para topladık yolcular, kızı kurtardık bir süreliğine, paraşütle biri indi vapurun tepesine, James Bond filmi çeviriyorlarmış, alkışlardan sonra gelip aldılar, gündüz gözüyle yıldız kaydı dedi biri, deli misin dediler, yirmi yedi yıl hücrede kalmış, gözleri öyle keskinleşmiş ki aydınlıkta bile seçer olmuş yıldızları... Bitmedi, Heybeli'de bir yolcu eksik çıktı, çımacı kendini 'geceye sundu' diye denizi işaret etti. Kaptan geldi bir ara, ben Arjantin'de darbeden sonra kaçan sanatçıları (o dandy dedi!) kurtarmış adamım, üç gün sürdü Atlantis yolculuğu diye yüklendi, derken arkalarda biri Karadenizliymiş bir meselcik anlattı, yaşını başını almışlardan Temel'in karısı, bir gün Temel'i çırılçıplak karşılamış, Temel ne oluyor neden çıplaksın demiş, eşi ben çıplak değilim bu 'Aşk' elbisesidir canım demiş, Temel yaşlı refikasına bakmış, iyi de biraz ütüleseydin bari demiş!..
Ethel güldü bir süre, kaotikleşen retinasını gözlerime lütfederek, ama ben bunların hiçbirine tanık olmadım dedi. Teklifsiz aşkıma, bunca izlenecek, gönül gözüyle okunacak, düşlenecek hengame varken gün ortasında, dört duvar arasının 'Cinperisi' kitaba daldın sen dedim. Ana tanrıça, ağırsak, ezici bir tonda, bu kez gülümsedi.
Şalının gölgesinde yorgunlukla bizi gözetleyen kitabını aldı ve çantasını açarak içine koymak üzereyken, göz ucuyla kitaba bakabildim!..
Görme Biçimleri / John Berger.





************************************************************************************



HOREB
Yazın benim için birbiriyle hiç bir zaman yan yana gelemeyen konu, sözcük, şeyler ve düşüncelerin, dokumacı kuşu gibi birbirine bağlanması sanatıdır. Ay ve cehennem, çocuk ve Paraguay, ırmak ve nötron, Pan ve Medine gibi, düşünsel eylemlerin dolambaçlarında gezinmek. Moğol dolunayının altında tan atımını bekliyor İskit kraliçesi demek, ritmden yoksundur ama o cazdır, adı üstünde kakofoni, mutluluk verir bana... Yaşam hiç ilgimi çekmemiştir, özlemini duyduğumuz şeylerin, başkalarının anısına bir kez tatmak yeter bana, hiç bir şeye bağlanmam, hiç bir tutkum yoktur, dünyayı izlemek için geldim ben, hiç bir işe, hiç bir aşka, hiç bir çalıya, metaya, uzaya, harnup ağacına bağlanmadım, neden mi, çünkü her şeye aşığım, bu yüzden elem denizlerinde yüzerim her zaman, ulaşılmaz olanın trajedisiyle yaşamın biteceğini biliyorum, son sözüm hoşça kal dünyadır. Nefret etmektense sevmeyi yeğlemek doğrusudur, olabildiğince ve işte bu yüzden yorum yok...
Tanrı benim için bir soytarı ya da iyi kalpli bir vicdansızdır, belki bilemeyeceğim bir şeydir de, önemi yok, melek güzel bir kadındır, hiç bir zaman kavuşamadığım, çocuk tanrının tohumudur, insanın değil, farenin arkadaşım olmasını isterim, yıldızlar düşüncelerime yön veren tözlerdir, yokluk ıstırap verir ama dikkat ederim, herkesin düşmanı herkesin dostudur, ölüm üzerine yorum yapamam, yazı ölüm rehberidir bir biçimde, birini öldürmüşse biri saygı duymam hiç bir zaman, değmezdi yaptığı, ama yaşadığı tehlikelere saygı duyabilirim insanın, duyguları anlamak, Marianna'ya düşmedikçe elbet zordur, iyilikten yanayımdır, çünkü iyilik diye bir şey yoktur, Cibran gibi, sabaha dek tartışan bir inançsız ve mümin evlerine dönerken biri kutsal kitaplarını paramparça ederken, diğeri raflar arasında unutulan o kutsal şeyi okumayı düşler, yaşam işte bu paradoksun uçsuz bucaksız versiyonudur. Ne tanrı rehber olabilir bana, ne insanoğlu, ne kendi düsturlarım. Yaşamı bir ölü olarak izlemeyi yeğlerim, son iç çekişte, gene yaşayacağım gibi apokrif bir şaşkınlığa düşmeyi de istemem, geldim ve geçiyorum. Yoktum, yok olacağım. Nihilist değilim, tanrı kaldıramayacağı bir kayayı yaratabilirse de, yaratamasa da gücü sınırlıymış, ikisinin de olabilirliğini düşleyen bir yaşamın, bir çemberin özlemi içindeyim ben. Yaşıyorsak gerçekten yaşamalıyız. Yaşanılır olmayan bir kuvözün içinde yaşamak zorunda kalmak üzücüdür belki de ama kavramların sonsuzluğunda başka türlü bir açınlamayı bulabilecek sezgiye de ulaşamadım.
Af dilemiyorum, suçlamıyorum, yalnızca anomalilerin ortadan kalkmasını diliyorum. Elveda diyebilirim ama ne yazık ki mutlu değilim, kederlenecek kadar da güçlü değilim, ölüyüm, yaşamak gibi bir tuhaflığın katlarına varabilmiş bir ölü, gerçekten yaşayanların kargaşa ve korkunun, dehşet ve pişmanlığın küllerini yıkmasını, ortadan yok etmesini diliyorum, yıkmak, bu ürkütücü bir eğretileme, yıkamasını mı demeliydim, sorun budur belki de, barış, savaşı çağrıştırıyor, ölüm yaşamı, açlık varsıllığı, karşıtlamlar dünyası, bir çözüm bulunabildiğinde yeniden yaşamayı istemek, saçma gelmiyor, arzunun karanlık nesnesi değil bu, dolayımlama da değil, yaşamın saltıklıkla onu yaşayanların, bir tansık olduğunu düşündüğünden, bilmeseydim, yaşamasaydım, bu aforistoyu söylemeyi düşünemezdim, söylemek olası bir şey değilse de, şu an bir salgınla boğuşuyor insanlık, ilahi komedya diyoruz bir zorunlukla böyle şeylere, bilinmeyene boyun eğmenin trajik endikasyonları, hiç bir zaman değişmeyecek bir açın, üzücü ya da sevindirici değildir, her şey viral olabiliyor bu dünyada... Sonuçta, bilinir ki, soyut olan somuttan daha sonsuzdur. Bu yüzden yazı, evrenden daha büyük ve daha bitimsiz bir şeydir!..

***



BEKLEYİŞ

Sonbahar gelmiş, otobüs durağında bekleşiyorduk, az ilerde ağaçlar yapraklarını dökmüş, bazıları da kurumaya yüz tutmuştu.

Tasalanmaların mevsimiydi bu...

(Geçen yaz sonu, susuzluktan yanıp kavrulmuşlardır belki de).

Bir gök gürültüsü, bir yağmur diye düşündüm, çığlıklarına yetişmezse ölüp gidecekler.

Duraktakiler 33-C'yi bekliyordu.

Bir yolcu taşıtı, tıka basa bir cıvıldaşma bizimde imdadımıza yetişmezse, düş kırıklığına uğrayacak, yakınmalar, pişmanlıklar dinmeyecekti!..

Belki her şey gelip geçiyor, solup gidiyordu da, küçücük bir çisenti, gözlenen bir klakson sesi, yalnızca onlar, yalnızca onlar bir türlü gelmiyor, onlar uğramıyordu belki de!..

Bir an için, tek eksiğimiz buydu ve keskin, ürpertici yelde, hepimiz titreşiyorduk içten içe...

Salt bir bekleyiş, sonsuz bir beklentiydi belki de yaşam...
***



DRAKULA
Adım Fatih, Drakula'nın kardeşiyim, tam altı yüz yıl sonra, iki bin on altı yılının iki eylül akşamı onu ziyarete gittim, reenkarnasyonuyum Fatih'in. Transilvanya'nın Kont Drakula'sı, Vladimir Tebes'in süreğeni kim bilir nerelerde... Beserabyamaykılsenagardeniya şarkısını mırıldanarak, Edirne'den Bulgar sınır kapısına girdikten sonra, engebeli ovalar, çam ormanlarıyla dolu yamaçlardan dolanarak, Tuna eşliğinde Romanya'ya giriş yaptık. Romenler kendilerini İtalya, Roma imparatorluğunun ardılı sayarmış. Bir kurdun sütünü içen Romüs Romülüs heykelini görünce tarihe bizde inandık. Düzlüklerden geçtik, ıssız, uçsuz bucaksız kırlar hep aynı duyguyu veriyor insana, taştan heykeller gibi bakan insanlar, yapayalnız ovadaki tek evin penceresinden bakan güzelim kız, bir daha hiç bir zaman göz göze gelemeyeceğiniz, kim bu, yaşamdan ne istiyor, ne arıyor burada, yazgısı nasıl sonuçlanacak, soluk alıp vererek yaşamı tükenecek mi, evlenip çoluk çocuğa karışarak, bir biçimde dünyayla ödeşerek, çekip gidecek mi...
Kasabaların, küçük şehirlerin içinden Bran Şatosunu ve müzesini görmek üzere Sinaia'ya geldik. Kral Ferdinando sonsuzluğa kalabilmenin yolunu bu sarayı müzeye çevirmekle bulmuş, saray biraz küçük ama oldukça zengin, Osmanlı odası, Venedik odası, ressamların resimleriyle süslü holler, zırhlar, maskeler, mızraklarla süslü salonlar sarayı gizemli kılıyor. Rehber bir ara, kralın dostu şu Hollandalı ressam kim dedi, bakılışı güzel bir sessizlikte Rembrandt dedim, hafifçe şaşırdı, gülümseyerek düzelttim, daha önce gelmiştim!..
Kızıl karası bir sonbahar yaprağının rengine bürünmüş sarayın içi, o denli ilginç ve paha biçilmez yapıtlarla dolu ki, göz kamaştırıyor. Uzun kara servileri başka hiç bir yerde görmedim, bir kule gibi, sanki göğe uzanıyorlar ve oralarda tanrıyı arıyorlar!.. Sonra Braşov şehrine Kont Drakula'nın şatosuna gittik, burada üç ay kalmış, yok hapis yatmış, o da değil, gelip geçmiş ama ruhunu bırakarak, şato çok gizemli, asma köprüyle geçiliyor şatoya, geceleri köprü içeri çekiliyor, çok güvenli, Vladislav, yani Vlad, yani, Kazıklı Voyvoda, yani Kont Drakula'nın çalışma odası var, konuklarını burada ağırlarmış ve sonra üst katlardaki salona davet edermiş onları, çalışma odasının görünmez dehlizinden herkesten önce yukarı çıkar ve onları merdivenlerde karşılarmış ki; Hortlak ya da vampirler neden duvarlardan bir duman gibi süzülüp, geçer, işte o efsanenin gizi buymuş.
Ay ışığında kana düşkünlüğünün nedeniyse iblisin, gündüz ortalıkta görünmeyen üç başlı köpeğinin geceleri uluyup, yolunu şaşıranlara saldırmasıymış!.. Sonra dağlardaki haçları ve şatoları geride bırakıp, Braşov'un merkezine geldik, kara kilise, yamaçta teleferikler ve Libraria Humanita kitabevine girişler. Çağdaş Romen Şiiri Antolojisini sordum görevliye, çok saygılı, aradı ve iki kitap verdi, İngilizce değil ama bu Fransızca dedim, hak verdi ve epeyce aradı başka bir kitabı, bulamadı ve hevesim kursağımda kaldı, oysa bir iki şiir çevirmenin hazzını yaşamak isterdim.
Kara kilisenin mimarı kalfasını kıskanıp aşağıya atmış ve sonra kahrederek günahının görseli, heykelini koymuş kilisenin çatısına, heykel kalfaya elini uzatan mimarın umarsızlığını sergiliyor, bu cinayet yüzünden mi kara kilise adı dedim, hayır kurşun deliklerinden dedi rehber, şehre kadar gelen ikinci paylaşım savaşının münadileri, ortodoks kiliseyi kurşun yağmuruna tutmuşlar.
Pioiesti şehrine geldik sonra, festival şehri, tüm şehir dışarda, şarkılar, yemekler, el emeği eşyaların satıldığı kameriyelerle dolu sokaklar ve güzel bir otel.
Ertesi gün Bükreş'e düştü yolumuz, bir çoban sürüsünü kaybetmiş ve tanrısına bulursam onları, sana bir şapel armağan edeceğim demiş, uyuya kalmış sonra ve sabaha sürüyü başucunda bulmuş, tabi ki tanrısına şükretmiş ve sözünü tutarak oracıkta bir şapel armağan etmiş!..
'Bucharesti!..' Şükürler olsun sana!..
Eski diktatörlerinin balkon konuşması yaptığı hükümet sarayını, sonra ömrünün bitişini görmeye vefa etmediği öteki sarayı gördük, eşi Elena çok narsistmiş ve bu görkemli sarayı 'Romen gururu' adına yaptırmış rehberimizin dediğine göre, irili ufaklı molalardan sonra Rusçuk, Bulgaristan şehrine vardık, orası da güzellikte geri kalmıyordu diğer şehirlerden, sınıra yakın rehber dedi ki, burası Razgrad, Ludogorets'den bilin!.. Kimimiz bildik, kimimiz bilemedik ve sınır kapısından Selimiye külliyesinin topraklarına girdik!..
Şimdi geceleri benimde penceremde bir kurt uluyor, ay ışığında konuklarımı üst kattaki salona yollarken, gizli dehlizden hızla geçerek onları karşılıyorum... Ve Vlad'a özenip, düşmanlarımın dilini öğrenerek, savaşta içlerine karışıp, yanıltıcı komutlar vermek, yenilirsem de atımın nallarını ters çaktırıp, Transilvanya, ormanların ötesinde- yitmek üzere günleri sayıyorum!..
Gülüyorlar.
Fatih, geçti o zamanlar!..
(Sözcüklerin anayurdunun çocukları olarak, üç vakit süren macerada anımsadıklarım bunlar, dil oyunları yalan, bellek yanıltıcıdır, siz, siz olun, bu haritaya bakarak, yola çıkmayın!..)


***




AŞK
Dağ yolundan yürüyorduk, çok uzaklarda deniz görünüyordu, güneş bir yerlerden doğmuştu ama yüzünü göremiyorduk, koyağın ta içlerine kadar indik, kavgaya tutuşan kabileleri görünce, gizlenerek yamaçlara tırmandık, ay gülümsüyordu.
Yeşil bir bulut gibi, ormanlara geldik, avcılar havaya ateş açıyorlardı, umarsızca düzlüğe çıktık, dün gece yağan yağmurla, ırmak taşmış ova sular altında kalmıştı. İliklerimize kadar ıslandık, el sallayan insanlar vardı, hiç bir şey yapamamanın acısıyla uzaklaştık.
Surları göklere dek uzanan bir kente geldik, her yerden ateş yükseliyordu, arkalarda bir dehlizden içeri girdik, derken gizemli dolambaçların içinde yol bilinmezleşti, çatallara ayrıldık, nereye gitsek başladığımız yere dönüyorduk.
Aya uluyan köpekler ve engin çölün gecelerinde bilincimizi yitirdik, yıldızların yıldızına gelmiştik, parıltıdan kimseleri göremiyorduk, bir uçurumun kıyısından, görünmez bir elin itimiyle savrulurken, korkuyla el ele tutuşup, boşlukta uçmayı denedik.
Kutuplara doğru geldik, aşağıda çığlıklar atarak bizi bekleyen garip canlılar vardı, ejderhalar birbirini ezerek yaklaşmaya çabalıyorlardı, dualarla yolumuzu değiştirdik, az gittik uz gittik derken, ateş mağaralarına geldik, içinden geçtik ama ateşi yakmıyordu, tenimiz tutuşuyor ama acıtmıyordu, meleklerin buzdan aynalar tuttuğunu öğrendik.
Bulutlara yükselip gizlendik, yağmur ve kar fırtınalarının arasından geçtik, süzülerek bir dağın doruğuna inerken, herkesin haykırışlarla süründüğünü görünce boşluklara yöneldik, mantar biçimli dumanlar yeri göğü kaplıyor, kulakları sağır eden canhıraş çığlıklar gökyüzünden ağıyordu, hızla geride bırakarak gittik.
Uzakta denizin içinde batmakta olan güneşe doğru yolculuk ettik, ışık kümelerinden, sıcak akıntıların içinden, tuhaf rengârenk bir kaknüs gibi, bir ışık cennetine geldik, ağaçlar parlıyor, kuşlar ötüyor, sular akıyor derken, gitgide artan ateşin içinde, her birinin sessizce boyun eğerek, yanıp kavrulduğunu görünce, umarsızca kaçmanın bir yolunu aradık.
Güneşi gerilerde bıraktık, karanlığın anayurduna gelmiştik, göz gözü görmüyordu, el ele tutuşmak istiyor ama bir türlü yaklaşamıyor, birbirimizin yanından geçip gidiyorduk, yine de çalışıyor, sıcak bir sevecenliğin tenimize, özveriyle elimize yaklaşarak, bir kuş tüyü gibi ısıttığını görüyorduk.
Karanlık giderek koyulaşıyor, eller ayrılıyor, tutuşuyor derken, dipsiz karanlıkların içine, neredesin diye bağrışıp, çığlıklarla yuvarlanıyor, hepimizin birer birer yittiğini seziyor ama acı sonumuzu göremiyorduk. Sonsuz karanlıkların içinde kimseleri bulamıyor, yapayalnız olduğumuzu anlıyorduk.
Çok zaman sonra, karanlıklar yavaş yavaş aydınlandı, yaşam aralanıp kıpırtılar canlandı ve ışık sızıntılarının içinden, dev gölgesiyle biri yavaş yavaş yaklaştı, neden sonra elini uzattı ve hepimizi ayağa kaldırır gibi oldu. Kimdi bu...
Elini uzatan düşsel varlığın, ne yazık ki kendimiz olduğunu, dehşet içinde görüyorduk artık... Dışardan sakınımsız gürültüler, korkunç bağırış, çağırışlarla, demet demet haykırışlar geliyordu...
Karabasanlarımdan kurtulmayı başardım... Ama bir elim diğerini tutmuş, bir türlü ayıramıyordum...








ASTERİON
''Kibirli değilim ben
Deliyim belki, belki de insanlardan kaçıyorum.
Suçlamalar benimle alay etmek için
Evimin kapıları sonsuzdur, isteyen girebilir
Sessizlik ve yalnızlık onu bekliyor.
Evin bir eşi yağışlarla beslenmiş Mısır ırmağında...
Benim korktuğum doğrudur
Bir çocuğun ağlayışları ve yakarışlardan
Baltalar tapınağı neye yarıyor ki...
Denize girip saklanmak
Annemin kraliçe olması
Hiç bir şey anlatılamaz
Hiç bir şeyi anımsayamam
Ruhum sonsuzdur yalnızca, yüceliği tanır.
İki harf neden farklıdır.
Okumayı bilmiyorum ben
Üzülüyorum.
Ben dehlizlerde son hızla koşarım
Biri izliyormuşçasına saklanırım.
Kanlar içinde kalırım.
Uyurken soluyorum.
Bazen ikizimle gezinirim
Oyun oynarım.
Düşleyebilirim onu
Evim dünyam benim
Her şeyi ben yarattım da
Belki de unuttum.
Bazen sesler duyuyorum
Onları kurtarayım diye.
Geliyorlar
Kim olduklarını bilmeden
Ölüyorlar
Ölürken konuşuyorlar.
Günün birinde kurtarıcım gelebilirmiş
Demek kurtarıcım yaşıyor.
Kurtarıcım nasıl biri olacak
-Karışık olmayan bir yere mi götürecek-
İnsan mı o...
...
Sabah güneşi tunç kılıca çarpıp geri döndü.
Üzerinde kanın damlası bile yoktu artık.
İnanır mısın Ariadne dedi sessizlikte
Minotauros kendini savunmadı bile!..''



***

SAN’AT
Boş bir çerçevenin sanat sayılamayacağını düşünebilir miyiz?.. Sanatın sonsuz bir okyanusun yansısı / yankısı olduğu kabullenildiğinde, düşüncemiz bizlere sığlık ve kolaycılığın kıyılarında yüzmekten öte bir şey sağlamayacaktır. Sanat vandallığı ya da fobisi belki de bu sayılacaktır artık.
Sanat sülüs bir hat, küfre bulanmış sayfalar veya at kuyruğuyla tuvale serpiştirilen bir görsellik olabilir.
An'ın içinde bütün bunların sanatsal işlevinden söz edilebilir, ama işlevin varlığını, sanatçı, iş ya da izleyici gibi değişken unsurlar belirleyemez, tüm bu öznellik ve nesnellik içinde oluşan bireşim, toplu dışavurum -eğer varsa- sanatsal bir algı ya da duyumun varlığına yol açabilecek veya ardışık bir iç içelik oluşturabilecektir.
Savaşta, hiçlik duygusunun baskın öğeye dönüşebileceği düşüncesiyle, boş bir çerçeve gerçekten etkileyici bir sanat ikonuna -pekâlâ- dönüşebilir.
Günümüzde ise, sürgit, kapitalist alışverişin anlamsızlığını veya bu doğrultuda işlevsizleşen ya da özünde yıldırıcı gelebilecek sanatsal eylemin varlığını, içsellikle protesto için boş bir çerçeve belki de anlamlı bir anti-eylemsellik sayılabilir. Niçin olmasın.
Her iki durumda da gerçekten sanatsal bir tavır söz konusudur ve böylelikle boşluğun içeriği, anlamın uçuculuğunu (hafifliğini) düpedüz ortadan kaldırmakta ve ilginçlikle; boşluk tümüyle anlamın yerini doldurmaktadır.
İşte sanatta olağanüstülüğe bu nedenle yer yoktur, bu nedenle sanatın büyüsü gerçekte var olan algılanan yalınlığın kimi zaman ta kendisidir. Çarpınç olan artık aranmaz, sanat elbette dolu dizgin bir ırmaktır ama Doğu’nun anlayışı; Sihir ve keramet duygusu, güce tapınma ve yüzyılların alışkanlığıyla, boş bir çerçeve sanat değildir tuzağına -kimi zaman- kolaylıkla düşebilmektedir. Her zaman buna benzer, bıktırıcı düzeyde ve de türevi sayılabilecek görüşler ileri sürülebilmektedir.
Sanat, olağanüstülüğün gerçekte düşmanıdır, olağanüstü yaşamın; dikta, despotizm, insanlığı yoksayacak her tür eylemsellik (karşıteylem), yine sanat; gerçekte sıradanlığın dostudur, barış, sevgi, iletişim, kardeşlik...
Sanat tümel anlamda, zamanın ve uzamın içinde, yaşamın elverdiği araçlarla yaratılan ya da oluşturulan bütün formasyonların (biçem ve biçim) anlakta yarattığı, algısal, düşünsel devinim ya da imgeler bütününün izdüşümüdür







25 Aralık 2019 Çarşamba

BİR CİNAYETİN ANATOMİSİ





                                             
Noel akşamı, gereksinim listesinde yazıldığı üzere, eve gelirken antrikot aldım.
Madeleine onu tencereye koymadan önce, baharatladı, düzgün geometrik biçimlere ayırdı ve bir sanat yapıtıymış gibi dizerek fırına verdi.
Koskoca bir yılın tümü devrilirken, saniyeler içinde sofraya geldi antrikot.
Büyük bir gürültü kopmuştu o sıra, kulak kesildim, ne bileyim bana öyle geldi ki, milyonlarca sığırın böğürmesi eşliğinde yeni yıla giriyoruz sandım.
Varyeteler ve dudak uçuklatan şovlar arasında...
Bazı tv'ler hukukun olmadığı yerde adalet ve demokrasiden söz edilemeyeceğini haykırıyordu nasılsa!..
İsa'nın kanı da sızıyordu dudakların kıyısından, ağızlar köpürüyordu azgın denizlere özenircesine...
Bir kişneme sesi dehşet veren kakofoniyi bastırdı aniden.
Bir ulumaya benziyordu ama, içimizden biri nasılsa korktu ve teke gibi hoplayıp zıplayarak, kıyı köşeye kaçtı ve korkusunu dağıtmaya çalıştı.
Biri de kış uykusuna yatmış ayı gibi, dalıp gitmişti kanepede.
Yan odadan dehşet verici kahkahalar yükseliyordu, çınlıyordu sanki ortalık.
Kimsecikler yoktu oysa orada, salonda toplanmıştık bütün konuklar.
İrkilerek odaya girmek istedi biri, korkusunu yendiğini göstermek istiyordu belki de
Baka kaldık.
Odanın içinde acayip varlıklar ve Tanrı olduğunu sandığımız biri, baş köşeye oturmuş, deli gibi kahkahalar atmayı sürdürüyordu.
İçlerinden biri göz yaşları içindeydi ve suskunluk içinde olacakları bekliyorduk.
Şeytan ağlıyor dediler, anladığımız kadarıyla, Tanrı gene başaramadın diye alay ediyordu onunla...
Meleklerden biri öne çıktı, bize bakarak;
O Tanrı değil dedi, gerçek Mefistofeles o. Bir katil.
Kabil'in büyük babası, Adem'i doğuran...
Madeleine başucumda kolumu çekiştiriyordu.
Uyandım!..
***


G MELEĞİ
Gabriela
Beni anlayabilirsin sen
Yalnızca düşlerin yasası yoktur.
*
Gecenin yarısın da gel
Yarı fahişem
Yıldırımlar düşebilir sakın unutma.
*
Senin beyincik tasın ve şah damarların
Beni çıldırtıyor
Onlar her şeyi hak ediyor
*
Gecenin yarısında
Bütün ilimleri öğretebilirim sana.
Ama her şeyde olduğu gibi yarı yarıya
*
Yaratan ve yaratıcı olan
Şifalı suların için
Keseni getirmeyi unutma
Surelerini de getir yanında
*
Oradaki
Kireç ocağından geçerken
Gene sidiğini sal çayırlara
Bir kısmını da günnüğüne doldur
*
Ailemizin ambarlarından
Gümrah avadanlıklarından
Para eder mallarından sayılır.
*
Akşam inerken
Kireç taşıyla ovala entarini
Kil silgini de kullan
Kirin canına ot tıkıyor o
*
Ama İsa'yı görür görmez saklan
Yoksa günahlarımızın tadına varamayız
.*
Gabriela
Unutmak en iyi ilaçtır
Karanlıksa
Düşlerimiz için yaratılmıştır
Telepati yoluyla ayetleri dinleyebilirsin
Uyurken tanrını gözetleyebilirsin
*
Kanatların sızlıyor mu
Kederlisin öteden beri
Ve özlemişsin
Yeryüzünün işlerini .
*
Göksellikle süsleyip avuttuğun beşiğini...
*
Gabriela
Gaitan Isfahan gülü gibi kokuyor
Mezmurlar ve şarkılar da saklıdır onun gizi
Ve tapınakların mürle ovulu
*
Tanrıyla da sevişmeli miyiz Gabriela
Hayır, hayır Magdelena
Senin altında inlerken ben
Bütün adları unutuyorum.
Ve evrende yaşar hepimiz
Tek kişiymişiz gibi geliyor bana
*
Günahta yok suçta
İyilik yalan ve kötülük dediğin
Bulutların üzerinde uçan.
*
Gençler birliği mi kozmosun geleceği
Danzig'deki sempozyumda konuşan mı
Söyledi gene.
*.
Gabriela
Ben ancak aracı olabilirim sana
Tanrınla.
*
İlahi gövden için
Susayan vulvan için.
Belki elçilik yapabilirim
Başka bir şey umma.
*
Bak bir köpek belirdi baş ucunda
Çok kıpırdama
Kuduz olabiliriz
*
Bu gece ellerimle ellerini elleyeceğim
Her şeyini içeceğim
Seni etkileyeceğim kovuğunda
*
Sonra Kıtmiri bekleyeceğim
Ve bir daha dönmeyeceğim.
*
Tan atımından yükseliyor atlılar
Nasılda kıvılcım saçıyorlar
*
İşte geçip gidiyor gecen
Hiç biri dönebilmiş değil ki azizem.



















***




FELSEFE NEDİR?..
'Kendine iman etmek tehlikelidir, çünkü başkalarını özgür kılar.'
Doğunun aydınlarının spekülatif yaklaşım merakı, cinbönce bir düşünce savrukluğunun -düşünceyi harcamakta bir günahtır!- ve tarihin yinelenmesinin bir nişanesi ne yazık ki, diyorlar ki hâlâ, felsefe -zaman kaybıdır-, 2019 yılındayız ve örneğin; çağının modernitesi, ilk kadın felsefeci olarak bilinen Aspasia tam 2500 yıl önce yaşamış. Felsefe nerelerden geçmiş bir bakmak gerekiyor!..
Hiç bir düşünceye karşı olmamamız gerekir, dile getirilip, ileri sürülebilmeli, düşünsel çatışma bir beyin satrancı olup, bizi ulaşabileceğimiz gerçekliğe ve elde edebileceğimiz -diyalektik- doğruya götürebilecek en sağlamalı yoldur, ola ki us dışı, absürt veya yanlışlanabilir olsa bile, ileri sürebildiğimiz her görüş, düşünsel oluntu, gerçekte anlak içidir ne yazık ki ve insana özgü olmak gibi bir zorumu vardır, aksi bizim için daha tehlikelidir ve despotik bir skolastizme ya da ilahi buyruk gibi bir dokunulmazlığa götürür ki, özgür düşüncenin perdelenmesi veya rüzgarda sürüklenip, gözden yitmesine benzer sonuçlara sürükler, ortak belleği ortadan kaldırabilecek her tehlike insanlık için gerçekte ölümcüldür, tekillik tanrısal görüntü verebilir ama şeytanın el sürmediğine güvenemeyeceğimiz gibi bilemeyiz de...
Bu ortalama bir görüşün uzantısı gibi gelebilir bize ama daha demokratik olmakla eleme ve seçilim olanaklarının bolluğu bizi öngörülemez tehlikelere karşı olasılıkla bir koruma çemberi içine alır, insancıl kozmoloji açısından gereklidir bu, onun için düşünce, diyalektik -karşıtlam- teste tabi tutulmalı, onunla ilintili kitleselliğin evrenik süzgecinden geçirilmelidir, en sağlıklı yol ne yazık ki budur, öngörülerimizin doğruluğunun denetimi bu yolla olasıdır, düşünsel yıldırımlar, olağanüstü çakıntıların izlenmesi coşku verebilir ama uygulayım ve kuramsal öne sürülebilirliğinin bir hükümranlığın dizginsiz varyasyonu olmamasında insani yararlar vardır, nükleer çağlar ne yazık ki bu yöntemi zorunlu ve sağlıklı kılmaktadır. Teori ve pratiğin iç içe olması bile ayrışabilmelidir. bu güvensizlik değil tam aksine güven oluşturabilecek bir yöntemdir, düşüncelerimiz sonsuzdur ama mekan ve zaman çatışıklığı bizi denetlenebilir bir evrensellik ve ortak tavır alma konusunda çekincelerimizin olmasını zorunlu kılar, ortakçıl us bu nedenle mekatronik gelişimin yürütülmesi uğruna, sağlıklı bir yöntemdir, örneğin ateşin kimyası hayranlık verici kozmik bir bileşendir belki ama onu söndürmek ve tutuşturmak için bir üfleyiş ve bir kıvılcım yetebilir bazen... Bu düşüncenin harcanmasına yol açabileceği gibi, pratiğinde ölümcül olabileceği uyarısını içeriğinde ta şır, dü şüncel erimizi bir toh um ambarında saklarcasına korumalıyız ama başı boş bir rüzgarda savrulmasını da isteyemeyiz. Kaos yaratabilir belki ama koruyan ve sürdüren kozmostur. Delphoi tapınağında 'Kendini bil' yazar. Özgürlük ne bir içe kapanma ne de bir savrulmadır, ama insansı gerçekliğimizin temel oluntusu sonsuza dek düşünce olacaktır, özgürlük ya da cennetsi mutluluk bile düşünceden daha değerli değildir. Bizi biz yapan tek şeydir düşünce ve evren bir düşünsel yapıntının bileşkesidir, dahası düşüncenin kendisidir. Stanislav Lem'in düşünen okyanusu bir varsayım değil inanın derin bir gerçekliktir. ,
Bütün bunların yanında, felsefenin dar anlamda da olsa tanıtlaması şu olsa gerektir, -Bir Düşünceyi Aramak- düşünce üretmi, diyesim sonuçta doğunun aydını, felsefe etik bir zorbalıktır dese bile, bu yaklaşımla bir düşünce ortaya koymuş ve daha doğrusu bir felsefe yapmış olur ne yazık ki...
Biliniyor ki kısaca, evrende ki her edim, her oluşku bir felsefeden kaynak alır, tanrının varlığı ve yokluğu saltıklıkla felsefi bir sorunsaldır: Buzdan çöller veya ne güzel koku ya da aşk öldürme arzusudur türü söz ya da önermelerin tümü felsefi temelli birer yaklaşım, bir tür düşüncedir, düşünsel arayış kaynaklı söz ya da söz dizimidir,
Her tür dinsel arayışın başlangıçtan sona tümü, yaşamımıza ilişkin felsefi birer yaklaşımdır, bütünsellikle felsefi çıkışlı insani edimlerdir. Tanrının evreni, insanı yaratması öncelikle felsefi bir tutum olarak değerlendirilmelidir, çünkü bir nen, bir neden varsa, orada bir olgulayımın varlığından ve dolayımla bir felsefeden söz edilecektir...
Kısacası önce söz vardı ya da önce tanrı vardı demiş olsak bile önce felsefe vardır. Tüm bunların adı, çıkış kaynağı, olabilecek her oluşkunun köksel tanıtına felsefe denir ki, bu nedenle her şeyin başında öncelikle bir felsefi gereksinim vardır, mutlaktır bu... Neden sonuç ilişkisinin varsayımsal bütünlüğüdür felsefe, bir soyutlama ve kaçınılmazlıkla öncelikte onundur.
Varlık, bir felsefe olmadan var olamaz, bedenlenemez, her şey bir felsefenin ürünüdür. Bu anlamda, doğunun, doğu aydınının sorunu artık şu; Böyle bir durum varken, felsefeden kaçınarak, kendi varlığını hiçlemek, evrensel varoluşu bu tür bir yaklaşımla yoksayıp, hiçe saymak, bugün nedenini ve yanıtını aradığımız doğu vurdumduymazlığı ve yeryüzü uygarlığına kayıtsız kalmak, herhangi bir katkı yapmaktan neredeyse kaçınan, miskinlik ve uyuşukluğa indirgenebilecek bir ölümseverlikle, öbür dünya gailesinin ağır bastığı bir yaşamsal sefaletin ve pejmurdeliğin; bilerek ya da bilmeyerek, katkıda bulunur olmak veya bu pasifizmi savunur olmaklığın belirtisidir bu, ona yol açacaktır ve öyledir de, öteden beri ileri sürülüyor ve kendimiz bile dile getirebiliyoruzdur...
Tanrı kendini duyumsayabilmek için; evreni ve insanı yaratmıştır bir görüşe göre, bu motto, elbette felsefi bir açınlamadır. Bu açıdan bakıldığında onun eşsiz yapıtına katkıda bulunan, düşünen ve bu yolda çabalayan her insan; ancak tanrıya inanıyor sayılabilir. Bu açıdan bir kesinleme olması da gerekir. Bir bağış ya da sunumun özkonumu ve materyali, gerçekte onun yaratıcısıdır da...
Bu durumda, onun nimetlerine kavuşmaktan başka bir amaç taşımayan ve de salt o yolda yürür ya da çabalar görünen biri, gerçekte bir katılımcı değil, izleyici olarak, deyim yerindeyse dünyevi bir sömürgen ve olsa olsa bir münkir -yadsımacı- ve belki de bir hayasızdır artık tanrı indinde!..
Felsefe zaman kaybıdır demek işte o kapının açılmasını gereksinen bir yaratılmış ve o yolda tükenip gidecek bir varlığa yol açmak olur ki, bu sıfatlarından biri de bir yaratıcı olan tanrıyı, başarısız kılmaktan öte hiç bir işe yaramayacaktır ve de tanrıyı; evreni, insanı, tüm nenleri yaratmış bir varlığı, büyük tözü, ne yazık ki bir 'kusurlu' da kılacaktır ki; yaratılan için, bu bakılışta, nedeni sonucundan çok daha büyük bir günah olan bir 'zaman kaybına da' yol açabilecektir artık!...
Öyleyse evren; bir 'tanrı ve insan', diğer bir deyimle yaratan ve yaratılanın işbirliğidir gerçekte, felsefeyse bu işbirliğinin temelidir, gerekçesi ve özlenen; amaçlanan sonucu, göz önünde bulundurulduğunda...
Sorunsala bu açıdan bakıldığında, felsefe zaman kaybıdır demek, tanrıyı yadsımak bir yana, insanın kendini de hiçlemesidir ki, ölümle; sonsuz ölümle eşdeğerdir bu... Doğu bu anlamda şirk koşmanın değilse de, bilinçsizce bir yadsımanın ve bir ihanetle, terk edilmişliğin yolcusudur. Tanrıyı yadsımak, tanrının hoşuna gidebilir ve hoş görebileceği bir şey olabilirdi, onu, kendini geride bırakacak denli bir yararlılığın, gelişimlerin peşindeyseniz eğer, bu onun utkusu olacaktır çünkü, aksi halde onun yaptıklarına ve onun amaçladığı bir sonsuzluğun, büyülü materyali olan insana, kendi özüne saygısızlık ve bir hiçliğin pençesinde, tanrı tanımazlık yapmakla, hem günahkar ve hemde onun vaatlerini hiç bir zaman hak etmeyecek kullar, yaratılmışlar olunacaktır ki, bu hem tanrının, hem insanın sonunu getirebilecektir ne yazık ki... Tüm beklentileri tanrıya bırakmak ve onun nimetlerinden salt yararlanmayı düşünen bir konumda bulunur gözükmek, daha doğrusu dilem ve çabalarını öbür dünyayla ilişkilendirmek, bu durumda günahların en büyüğüdür ve cezası da belki en ağırı olacaktır artık, dünya onun eşsiz yapıtlarından biridir ve ayrım gözetilmeyecek kadar eşsiz olmalıdır, öyleyse çabaların ve tanrı parçaçığı insanın, bu göz alıcı yapıya bir katkı sunmadan geçip gitmesi, zaman kaybı dediğimiz şeyin en büyüklerinden biridir ve bu doğu kurnazlığının affının da olmaması gerekir. Bir ceza değil, düşünsel bir yaklaşım açısından... .
Biliniyor ki bizler, kozmosun bir parçasıyız ve onu hak eden bir çabanın, bir ereğin ürünü olabilirsek eğer ki bu, yaşama sırt çevirmek değil, onun coşkusuna katılmak ve olabildiğince katkıda bulunmak, tanrıdan bize yansıyan ışığın yayılması uğraşıdır denilebilir ki, yararcıl bir gerçekliğin peşinde zamana hükmedip, egemen olmakla olası bir şeydir bu, kendibeslek, tekil bir varsıllıkta olabilir bu, ama katkının göksel katları somut, insani ve evrensel olma koşullarını ileri sürüyor ne yazık ki ve işte o zamandır ki tanrının vaatlerine kavuşabilelim v e yineleyecek olursak, bu açıdan insansı varlığın, doğrudan ve koşulsuz istenciyle hareket etmek, salt ona kavuşmak için, diğer her şeyi hiçlemek, boşunalık saymak, günahların en büyüğü olmak bir tarafa, cezalarında en ağırıyla karşılaşmamıza yol açan bir ağırsallık demektir artık Bu mitolojide Tantalos işkencesi adı verilen bir tutum olacaktır ki, affı olamaz. Çünkü salt tanrıyı değil, kendini de yadsımaktır bu ve bir tür özkıyımdır ki, tanrı gerçekte yalnızca bundan çekince duyabilir ve bir, kararsızlık yaşayabilir. Çünkü kıyametsi bir sondur bu, varlığın, var oluşun sonu...
Nedir o, artık insan olmamak, olamamak!.. İnsanlığın ortadan kalkması gibi bir şey. Düşünelim ki, tanrıyı yadsımak, tanrıyı ortadan kaldırmaz, ama insanı, varlığı yadsımak, her ikisininde sonu anlamına gelebilecektir.
Bunu gerçekte, ne yaratan ve ne de yaratılan isteyebilir, çünkü biri yoksa diğeri de olamaz, her şey diyalektik bir bütünlük içerir, soru ve yanıt gibi ve henüz biz, yaşanabilecek dünyaların en iyisinde yaşıyoruzdur!..
Öyleyse görünür evrenin uçsuz bucaksızlığında ve tözsel olanın sonsuzluğunda, bir yücelen olarak nitelediğimiz varlığın, insani olanın bir felsefesi yoksa, olamazsa ya da kalmadığında, her şey uçup gidecektir ve her şey, evrenle birlikte yok olacaktır ne yazık ki, felsefe bir varlık ve varoluş nedenimizdir!..
Başka bir deyimle söyleyecek olduğumuzda; inanmaktan caydığımız anda ve nedenselliğimizi yitirdiğimizde, ortada bir sonuçtan söz edemediğimiz gibi, geçmişten, şimdiden ve gelecekten hiç bir şey kalmayacaktır artık.



***