23 Nisan 2021 Cuma


  

 

 

ZAMAN

Zamanın durduğu, hiç değişmediği, salt bir anın içinde, tek parçalı bir gökyüzünün altında, sonsuzca sürüp gittiği bir düş gördüm.

Büyükçe bir kalabalık vardı, komik gelebilir belki,  babam, Borges, ben, yedi kardeşim ve tanımadığım bir çok portre... İyi kalpli kadınlar, güler yüzlü adamlar, tümü sakin ve ama neşe içinde söyleşiyor, sanki bir kokteyl ya da bir sergi salonunun soylu kalabalığı ve tek heceli sözcüklerle, kullanılmaktan yorulmuş, doyurulmuş tümcelerin arasında, bir ütopyanın gerçekliği içinde ve göğün altında mutlu konuşuyorlardı. Borges neden vardı demeyin, onun öyküleri sıkı biçimde ilgi alanıma giriyor, Anadolu mitini kusursuz biçimde kullandığı için ondan yararlandığım oluyor, öykünme bile denebilir, sanki bizden biri ve pozitif veya negatif biçimde bilinçaltınızda yer eden bir  persona eni sonu, görünmeyen deniz dağları gibi  düşlerimizde belirebilir.

 

Kalabalığın menüsünde, yazınsal genellemeler, entelektüel temalar ve yarı felsefi şeyler vardı sanırım, ayaküstü yaşanan ve bir mutluluk aroması yayan söyleşilerde, derin konular ve delirtici mottolara pek yer verilmez sanıyorum.  Hoşnutluk veren düş, sislerin arasında,  o denli mutlu, ılık bir esenlik yayıyordu ki, hiç bitmesin istiyordum ama neden bilmem ansızın uyandım ve sürsün diye bu ütopik şey gene uykuya daldım ve nedir ki, kapım birdenbire sertçe açıldı ve dünden kalan, alışılmış, sıradanlıkla yarım kalmış bir sorunu tartımlamayı sürdürmek adına, bir takım şeyler söylenir oldu, kapıma yığılan insanlarca…

Düşlerim böylece yarım kaldı… Derken bu anın, düş içinde bir düş olduğunu, dahası düşün bir parçası olduğunu anladım ve güzel sanatlar adına, işte bir cinayet daha işlendi diye düşündüm. Çünkü düşlerini not edip, yazınsal metinler üretenlerden biriyim, düşte yaşadığım bu garip çelişki yüzünden, büyük bir düş kırıklığı içinde uyandım ne yazık ki, kapım anlağımda gerçekten açılmıştı ama ve bütün konuşmalarımızı da  unutmuştum, doğrucası anımsayamadım bile, öyle olunca bir saplantıya düşmemek için -notlarımı yitirir veya ilginç benzemler ve  mottoları kaydetmeyi unutursam, günlerce kendime gelemem-, bir kurnazlık düşledim  ve konuşulanları değil, zamanın değişmediği, aynı anın sürüp gittiği bir dünyanın nasıl olabileceğini düşlemeye karar verdim kendimce, yitirilmiş şeyleri geri kazanmak için bir tür öç alma metodudur bu literatür dünyasında… İşte bu metin, notlarını kaybedip onun yan unsuru, kontrendikasyonunu, düşlerde konuşulan alımlı, güzel diyalektleri değil, umarsızca zamanın hiç değişmediği, bir anı konu edinen, bir düşler tomarı ve yığma konstrüksiyonlarıdır bu yüzden, elbette kabul buyurursanız, her zamanki gibi!..

 

Düşümde, sonsuz bir düzlük değilse bile, konkav, gerçekte yarı düz bir platformun üzerinde konuşuyordu insanlar, düşlerde bütün renkler sarımtıraktır -düşler hep Erebos’ta bir yerde geçiyordur diye mi bilmem-, güneş görünmüyordu ama altınsı, yarım bir parlaklık ışıltılar yaymıyorsa da, insanlar aydınlık yüzlüydü ve hayal meyal seçilebiliyordu. İlginç olan, -başkaca hiçbir canlı görünmüyorsa da- insanlar hareket ediyor,  sağa sola bakınarak konuşmasını sürdürüyor, eğilip doğruluyor ama mekantif ortam, hiç değişmiyor, bulutlar bir natürmort gibi cansız duruyor, tüm eşyalar kıpırdamaksızın, binlerce yıldır duruk, öylece bakışıyor, nereden geldiği belirsiz sarı renkte bir esinti, ölümü kanıksayan bir evrende, sanki tüm gökyüzünü kaplıyor, insanların yüzleri ışıldıyor ve ama cansız bir doğanın içinde, yalnızca insanlar ve olasılıkla tüm canlılar, gene de hareket edebiliyor, sürgit deviniyor gibiydi…

 

Birden bunun sonsuz bir barış duyumunun ve özlenen bir dünyanın görüntüsü olabileceği sevincine kapıldım. Çünkü doğa sonsuz bir durağanlık içinde, eşya cansız, güneş görünmezlikten bir ışıltı yayıyor ve gece sonsuza dek yitip gitmiş ve düşümde insansı varlıktan ve hiç gözükmeyen tüm fauna dışında, başkaca her şey devinimsiz, sonsuz bir cansızlık içinde durağan, hiç kıpırtı vermeksizin duruyordu. Bulutlar yer değiştirmiyor, güneş görünmüyor ve sanki sandalyeler sonsuza dek, gereken yerde hazır ve nazır duruyor, cansız  varlığını sürdürüyorlardı ve bu düşü anlamak için görmek gerekir diye düşünüyordum!.. 

 

Şöyle düşlere kapılıyordum artık umarsız dünyamda, abartılı bile olsa, böyle  ütopik bir  gerçeklikte,  canlılar ailesi, neyi paylaşmaya kalkışacak ve birbirinin gırtlağının tadına bakmak, etin ekmek, kanın şarap olması için hangi nedenle vahşileşip, barbarlaşarak, kendi türünün, var oluşunun celladı olabilecekti ki… Uyuyanlar uyuyabiliyor, kırlarda, cansız peyzajda dolaşmak isteyenler gezintiye çıkabiliyor ama su akmıyor, deniz kabarmıyor, yıldırım düşmüyor, buzlar erimiyor, yanardağ patlamıyor, neft yağı fışkırmıyordu. Eşyalar gerekli yerde duruyor, temel gereksinim kavramı yok olmuş, artı değer algısı yerle yeksan olurken, yalnız düşüncenin hazzıyla yaşayan varlıklar, salt gülümsemekle ve konuşur olmakla yetinir olmuşlar, düşüncenin sonsuzluğunu kavramak ve düşlerin sınırlarını aşmakla, varlığın nedenselliğine  us yorar olmuşlardı. Dünya düz bir çember, bir odeon, antik çağdan kalıt, İyon sütunlarıyla dolu, bir tiyatro sahnesi gibiydi ve üzerine basılıp yaşanabilen, dairevi bir fanus-u jiyal!..

 

Hayır bu insanlar, bir açlık duygusu da yaşamıyordu, belki aşk ve cinsiyetin rüzgarlı tepelerinde koşmak istiyorlardır ama genlerindeki şiddet duygusundan, Kabil’in tarım arazilerine el koyma tutkusundan, yağma ve birikim özleminden, silolarda binlerce ton mahsulü hem cinsinden saklamak için can atmaktan uzak bir yaratıktılar artık. Nükleer korku, ozon tadı ve ateşin saltanatı görünmüyordu hiçbir yerde,..

Vandallaşmak için ortada bir gerekçeleri  yoktu kısacası, tinsel açlıktan ve azılı hırstan kendilerini arındırmışlar, yağma ve talana neden olan birikim ve bir tufan korkusundan uzak, genlerine işleyen şiddet duygusunun nedenlerini tarihin karanlığına gömmüşler ve hep özlemini duydukları saltık söyleşiye, sonsuzca sürecek bir düşünsel labirentin açmazlarına kapılarak,  vecd içinde, tanrısal bir vuzuhla, değişmeyen tek bir anın parçalanmaz, yekpare manzarasında,  ölümsüzlükle yaşamlarını sürdürebiliyorlardı.

 

Zaman değişmediği için yaşlanmıyor ve hayatın ve ölümün amansız baskılarından doğan cinai duygulara kapılmıyorlardı ne yazık ki!.. Ne yazık ki, çünkü bizler adına melankolik bir hayıflanma ve bir; son iç çekişle, hepimizin bir kurban olduğunu düşlemekten kendimi alamıyordum. Elimde olsa hırs ve hınçla tanrıyı aramaya çıkardım ama düşlerin içindeydim ve beni yöneten başka bir alemin belirteçleriydi kesinlikle. Belki de!.. Nasıl bilebilirdim ki!..

 

Bu metni, denemeyi ya da öyküyü sürdüremeyeceğimi anlamıştım ama daha ne söyleyebilirim ki, demek istediğimi demiştim, söylenmesi gereken  şeyi söylemiştim umarsız ruhumun aracılığında…

Araf’ta değildi, o insanlar, sonsuzca süren ve değişmeyen bir göğün altında devinip hareket edebiliyor ama geçmeyen,  duruk bir zamanın içinde, her türlü jest ve mimik ve devinimlerle düşüncelerini paylaşabiliyor, tartımlıyor, salt evrenin varlığı-yokluğu, tanrı insan ikilemi ve şu an bile düşünemeyeceğimiz ne kadar sorun, motto, algoritma, hipotez, postulat, kuram, ideologya ve doktrinel töz varsa salt onları düşünüp, konuşarak soyut gerçeklem ve varlık, sorgusuz tanrı ve  sonsuzluk üzerine konuşuyorlardı. Yaşamı şiddetten arındırmış ve gerçek bir insan olmayı başarmışlardı belki de…

 

Sıkılanlarımız olmuştur bu görüngüden, çünkü o toprağına bağlı bir derebeylik sisteminin kurbanı ya da celladı olmak genlerine işlemiş olan, evrenin en tehlikeli canlısı ve çağının homohome’u çünkü!..

 

Düşlerimden ayrılıyordum ki, arkamı döndüğümde bu sonsuzluk yolcularının sayısız gökdelen mezarlıkları içinde yaşam sürdüklerini görünce birden şoka girecek gibi oldum ne yazık ki,  kurdukları bu piramidal kurganları görünce, nedenini soracak oldum, çünkü ölüm yok sanıyordum onlara ve durağan bir evrende, her şeyin sonsuz olabileceğini düşlemeye başlamıştım… Sordum da, ötenazi kuleleri onlar, arzu eden oraya gidip dilerse, sonsuza dek bir dinlenceye çekilebiliyor,  bir yılkı atı gibi kendini nadasa bırakabiliyor dediler. Bir kahkaha atarak, nadas dedim cinai çağlardan kalma bir edim, bir arkaik deyim. Birden güldüler… Peki dedim, bu gökdelenler kurganı, lahitten ehramları kuranların, bir Kur’an’ı var mı diye soracağım tutunca, o ne dediler şaşkınlıkla, kekeleyerek levhi mahfuz,  kutsal kitap diye sayıkladım… Bütün bilgiler içimizde, söylenende var, Homeros’ta, Kant’ta, Yunus’ta, bin bir gece masallarını okumak ister misin dediler!..  Bir kez daha güldüm, sürgit zamanımı veremem dedim, zaman yok burada unutuyorsun dediler. Salt çarpışıyor birikimlerimiz ve yeni sentezlerle yeni tartımlar, yeni olasılıklar ve yeni varsayım cehennetleri üretiyoruz dediler. Salt düşünen varlık, başkaca hiçbir derdi yok, ne mutlu onlara ki dedim. Biri şaka olsun diye sanırım, ölüm ve öldürüm çağlarını ve sizin uygarlığınızı özlüyoruz biz dedi. Minyatür boyunda ki tartışmaya kapılır gibi oldum ve göğsümde bir bıçağın sıyrığı derin bir yarayı gösterdim onlara ve bunu mu özlüyorsunuz dedim, tanrının mührünü!.. Bir kez daha güldüler ve birden ortadan kayboldular ne yazık ki, bizlere ayrılan süre bitti diye düşündüm.

 

Bütün bunlardan, sosyal molozlarla dolu, tuhaf bir düşünce yığını kalmıştı geride, bulutu andıran devasa bir beyin gibiydi sanki!.. Huxley renginde, koyu gri bir tümör ya da yumru… Beyin ve bulut ilişkisini anlamıştım birden,  ikisi de uçucuydu ne yazık ki…

 

Yaşamak ruhların ilahiyatıdır dedim içimden, karanlık bir tünelde ilerlemek, ama tünel münel yoktu ortalıkta, çiftleşerek yaşamı sürdürmek bizi vahşileştiriyordur belki de diye düşündüm, karşıtların birliği ve kaçınılmaz çatışması sonucu, saplantılar içindeyim diye bir ezikliğe de kapılmıştım giderek, açımlarım kendimi bile doyurmaz, kanıksamaz olmuştu, belagata kaçmayı denedim, sen dedim, kaotik bir ruhun tutsağısın, yaşamı arzulama yolunda çıldıranları küçümseme, sen kaderin tanrısısın, düşüncelere dalmak, onun derinliğinde, en derin diplere, sonsuzluklara savrulur gibi yitip gitmek, iradenin buyruğundan çıkmak ve us kıran büyülerin ve şeytanın ayetlerinin peşinde yolunu şaşırmak sürgit... Hepimiz  bir esirin içinde, bir evrenin kucağındayız. Tanrının konukları...

 

Üzülmemek gerekir. çünkü tanrısalız biz ve hepimiz birer minyatür tanrılarız, belki de salt  bir insan olduğumuzu düşünmek üzücü bir şeydir. Üzülmeyi öğrenmemiz gerekiyorsa da… Derinlik bizi her zaman  sakin ve melankolik kılacak, sürgit ve sonsuza dek, ama başka varlıklardan farklıyız biz, öyle olacağız belki de, umut annemizdir bizim, düşünmenin hazzına kapılmak, biricik tutsaklığımız adına savaşacak ve barbarlığımız sürecektir, o sonsuz ayrıcalığa kavuşana dek…

Evrende öyle varlıklar bulunabilir mi, sen olağanüstü bir varlıksın ey Şeytan… Ama birbirimizi  tanımadığımız, bir türlü karşılaşıp, göremediğimiz için korku içindeyiz biz… 

Ve  O’na ayrılırken dedim ki;

 

‘Ben, kardeşimin imgesini ya da gövdesini (ikisi de aynı şey) / sessizliğin ya da kadehinin aynasında izleyen / o boşyüce gözlemciden / daha az boşyüce olmadığını bilen biriyim. / Ben, benim suskun dostlarım, / salt unutuştan başka bir öç ya da bağışlanma olmadığını bilen kişiyim. / Bir tanrı bu garip / Çözümü sunmuş her türlü insan kinine. / Bunca gezip dolaşmama karşın, / tekil, çoğul / Yorucu, garip, kendimin ve başkasının / Zamanının labirentini bir türlü çözemedim. / Hiç kimse değilim ben, / Kimseye kılıç çekmedim savaşta. / Yankıyım, unutuşum, hiçliğim ben.’

 

O doğruldu ve zorlukla, duyulmasız bir şeyler fısıldadı kulağıma…

 

 

‘Sen uyanıklığa değil, önceki bir düşe uyanmışsın. O düş, bir başka düşle sarmallıdır, o da bir başkasıyla ve bu böyle sonsuza kadar gider, sonsuz da kum tanelerinin sayısıdır. Geriye dönerken izlemen gereken yolun sonu yoktur ve sen bir daha gerçekten uyanmadan öleceksin.’

 

Cansız doğanın, yinelemelerimiz; onlardan söz eden insanlığında, yinelemeleri yineleyenlerimiz olduğunu anlamıştım.

 

Bütün sanrılarımdan, bütün düşlerimden kurtuldum o an!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder