EİFFEL
(Bir Kulenin Deneysel Anatomisi)
Dışsal anlamda ilkel ve bildik bir
konstrüksiyon, devasa bir elektrik
direği ‘trafo!’; ama içsel anlamda priapizmi
yüceltir bir enjektör, kışkırtıcı bir özlemin imi, teknolojik-fallikyen bir ikon,
illüzyonal ve manipüle algı dünyalarına
yönelik; de Sade eğilimine yaslanır ve Sodomist
bir oyalama ve avuntuya çağrıyla, vahşet ve hedonizmi sentezleyebilmiş, gizemle
köleliği yüceltir, cinsiyet ve sınıf ayrımını içselleştiren, haykırışları ve
görseli göklerde yankıyıp, yansıyan, kaba saba, tiksinç bir kurnazlık, bir
tanrısal hile…
Özetle; utanç verici, primitif bir cro magnon algısına yönelik, o yarı bildik
ama fütürist bir görüntü!.. Uygarlığımızın, niceliğin ‘nesnenin’ egemenliği; sömürüsüne yaslanır ve makineleşmenin varlığı
devre dışı bırakan acımasız simgesi!..
Kabil’in (Kabilyen) anlayışında, yüzyılları devirmeyi
sürdüren kabilevi toplumların aşkı; gerçekteyse zooistik cinsel ilişkiyi
simgeleyen bir hurdalığın, Paris retoriğiyle sunulması, usdışı, homofobik bir
Şarlo'tanlık!..
Çağımızın modernize edilmiş, dehşetengiz, vahşi ve fallusçu-eril
barbarlığını, varlığın tinini sömüren, Kapitol’ün tanrılarına ve kapitale dayalı, kutsal hegemonyasını
simgeleyen, lanetlenmiş, iğreti ve ürkü
verici bir göksel kule; bilinç sayrılığının depolandığı, gizençli, ‘aşağılık’
ve büyücülüğe yönelik, penisi imler, anıştırmacı bir burç!..
‘Alçaklığın Evrensel
Tarihini’ sergileyen, cehennemi bir meydan okuma, insanın uygarlık safsatası
altında, kusturucu ve çağdaşlaşmış anlak yapısının, yağmalanmış ve boyunduruk
altındaki belleğinin binlerce yıllık özeti!..
Bu ne bir Trevi
Çeşmesi, ne çalıntı ruhların gurur kaynağı Berlin Sunağı!.. Bu çağımızın ruh haramileriyle dolu barbarizmini
ululayan, frankşeytani uygarlığının
umursuzca vurdumduymazlık aşılayan, et ve kanı; ekmek ve şaraba indirgenir, özde;
insanı ve yaratanı yadsıyan, violentik simgesi!..
Her şey sanayi devrimiyle değişti ve gelişti. Dominyonlarını
sömüren batı, gözle görünmeyen sermayeye egemen oldu. Literatürde az gelişmiş
tanımlamasıyla ‘detant’laşır
toprakları birer uyduya dönüştürmeyi kolaylıkla başardı, onları sömürdü ve bir
posaya çevirdi.
Az gelişmiş ülkelerde, birer sömürgeciydi, onlar
tebaasını sömürdüler. Sözde doğu
temriniyle özetlenen bu topluluklardan, bilimsel bir tansık yükselmeyişinin nedeni
onların, gizil bir kukla, savrulabilir birer uydu ve körleşen, kolaylıkla ele geçirilebilir,
satın alınabilir güçsüzlüğünden, elden
ayaktan kesilmişliğinden kaynaklanır.
Halklar, yönetimlerden yakınacağına, onları doğru,
sapmasız yollara sürüklemeyi
öğrenmelidir. Tanrısal klişeleri olan, iç
ve dış güçlerin birlikteliğini yıkmayı, çözmeyi başarabilmelidirler.
Yoksa, ışık hızında değişen, minik-manik evrenlerinde,
ne bir tür 1789 veya titansı, lityum pırıltılarıyla dolu, yapay yetiyle süslü, çağın
ötesinde ve yeni bir tür sanayi devrimi (1760-1840) yaşanmadığı sürece, değişen
bir şey olmayacaktır. Dünya Adem’in ve günahkâr Havva’nın bir kolhozu, açık
hava kuvözü olmayı sürdürecektir! Bulutsu,
düşsellikle yenilenen ve sürdürülebilir nükleer
tanrılarının egemenliğinde, kölelik sistemi sürüp gidecektir…
İnsanlık için umut nerede diyebiliriz, umut bir
anomalidir varlık adına… Çünkü umut yinelemelerin sürüp gitmesi için bizi
kuramsal anlamda sürgit geleceğe taşıyan, egzistansiyalist bir tuzak; sürgit terörize edilen ve düşünmekle
cezalandırılmış bir yapı için, kutsanmış us evinin, hoşgörünün uyuşturduğu
dalıp gitmelere karşı, sonsuz bir direniş ve dirimcil bir yapıya bürünmeliyiz.
Denilebilmelidir ki, ruhumuzun da, ikonik Eiffel denli
dinamik olması ve cennetsi düşlerin en az varlığın yadsınmasını da yadsıyabilen
bir koşutlukla, sürüp giden teoremalara karşı, kapsantılı ve tümüyle usa tapar
bir yapıya kavuşarak, varlığın kutsal olduğu algoritmasına ve gerçek anlamda
hümanizme sevdalanmasıdır… Bugünün uygarlık ve yaşam biçiminin kökten
değişmesiyle, yaratım ve varlığın sonsuzluğu adına; özünün saltıklıkla
tanrılaşmasıdır.
Uygarlığımız, yıkıntılar arasında ilahidir. Kök
salmış, inanç dolu bir dilem, göklere yükselen yeni bir ayet, kötücül, sürüp
giden bir eylemin panzehiri olabilir…
İDİL BOYLARINDAN DİL OYUNLARI'NA
‘Bir şeyler yapmak ama ne? İnsanlar ne yapıyorlar?
Yaşıyorlar. Yaşamak için çalışıyorlar. Çalışabilmek, kazanabilmek için
boğuşuyorlar. Bir yer edindiklerinde, en azından edindikleri konumu
koruyabilmek için savaşıyorlar; yalan söyleyerek, ‘siyasal ilişkilerini uyumlu
tutarak, daha, hep daha fazla kurallara uyarak, deneyim sahibi olarak, hata
yapmayarak…
Sonunda ne oluyor? Belki bir ev, bir iki çocuk, dost
mu, düşman mı bilinmez bir iki tanış edinerek, boş zamanlarında insanları daha
iyi değerlendirebilmek ve ahkâm kesmek için, kitap okuyup, film izleyerek… Ve
bir gün ölüm geliyor. İyi insandı deniyor. ‘İyi yaşadı’ çocuk yetiştirdi,
ailesine baktı, iyide çalıştı. Sıra onun çocuklarında artık…
Kurallardan nefret ediyorum. Öncelikle doğanın
yaslarını anlamıyorum zaten,
insanlarınkini hiç anlamamam çok doğal. Yaşamak için bir başka canlının ölmesi
gerekliliği bana korkunç geliyor. Amaçsız bir boğuşmaya kapılmış gidiyoruz.
Doğa yasaları acımasız, insanlar doğadan örnek almışlar. Doğanın yasalarından
daha acımasız insanın yasaları. Daha incelmiş ama daha acımasız. Hayvanlar
yaptıklarını ahlak kaygusuyla yapmıyorlar, yaptıklarına akılcı neden
aramıyorlar, birbirlerini öyle gerektiği için öldürüyorlar; canları öyle
istediği için ya da doğru olan bu olduğu için değil. Yargılamıyorlar, pişman
olmuyorlar.’
Ama ya insanlar… Yaşamı boyunca bir parçacık olsun
şiir aramış ama hiçbir zaman bulamamış birinin çığlıklara dönüşen son serenadıdır
bu…
Şu da belki aradığıdır, kadim zamanlardan beri…
‘Ne büyük mutluluk dağın
kutsal yalnızlığına tırmanmak /
tek başına, o temiz dağ
havasında, ağzında bir defne dalı,
kanının topuklarından
hızla dizlerine, beline yükseldiğini,
oradan boğazına ulaşıp
bir ırmak gibi yayılmasını
ve aklının köklerini
yıkamasını duymak! / "Sağa gideyim", / "Sola gideyim," /
demeyi düşünmeden aklının yol kavşağında dört rüzgârı birden estirmek, /ve
tırmandıkça her yerde Tanrı'nın soluduğunu, yanı başında güldüğünü, yürüdüğünü,
çalı çırpıyı ve taşları tekmelediğini izlemek; / dönmek ve şafakta orman tavuğu
arayan bir avcı gibi dağın tüm yamaçlarında kuş sesleri yankılansa bile / ne
bir canlıya, ne de bir kuş kanadına rastlamak havada. / Ne büyük mutluluk
toprağın bir bayrak gibi dalgalanması sabahın sisinde, / ve ruhun bir atın
sırtında kılıçtan keskin, başın ele geçirilmez bir kale, güneşle ay birer muska
altın ve gümüşten, göğsünden sarkan! / Ardına düşmek o yükseklerde uçan kuşun,
geride bırakmak tasalarını, hayatın hırgürünü ve mutluluk denen o vefasız
yosmayı; / veda etmek erdemli yaşamaya ve uyuşturan sevdaya, / geride bırakmak
kurtların kemirdiği küflü dünyayı / genç kobralar nasıl dökerlerse dikenlere
incecik derilerini. / Alıklar meyhanelerde güler, kızların rengi solar, kadife
külahlarını sallar mal sahipleri gözdağı verircesine / ve senin kanlı ayak izlerini
kıskanırlar, ey ruh, ama uçurumdan korkarlar, / oysa sen bir aşk türküsü
tutturur, dimdik yürürsün / yalnızlığa doğru bir güvey gibi elinde
yüzgörümlükleri. / Ey yalnız insan, bilirsin Tanrı sürülere karışmaz, / ıssız
çöl yollarını yeğler, gölgesi bile düşmez bastığı yere, / sen ki her türlü
ustalığı edindin, ey insanların en kurnazı, / artık ne Tanrı'nın ne de insanın
ayak izleri döndürür seni yolundan; / sen bilirsin orman cinslerinin yemek
yediği orman köşelerini, / bağrındaki hayaletlerin su içtiği kuyuları bilirsin;
/ bütün silahlar aklındadır senin, avlamak elindedir dilediğini; / pusu kurup,
büyülerle, tazılarla, uçan oklarla. / Şafakta tırmanıp gün aydınlanırken
yürüdüğün gün, iki avucun da karıncalanmıştı, kurnaz gözlerin ışımış, şimşek
gibi çakmıştı bakışların çalılıklarda / bu insansız dünyanın tanrısı renk renk
tüylü o vahşi kuşu ürkütmek için. /
Dağlarda serin saatler boyunlarında çanlar / kayalıklarda sıçrayan çevik
oğlaklar gibi geçti; / güneş göğün ortasında durdu, gün kurtuldu boyunduruğundan
/ ve yavaş yavaş mavi serin bir sis içinde alacakaranlık çöktü.’
Şiir nedir peki... Yaşama katlanmanın katsayısı mı; aşkın
karşılıksızlığı mı; bulut doğuran bir sülfat parçacığı mı, Apep yılanı, kan
değil de kırmızı su demek… Apokaliptik geceler, liturjik töreler, Hanigalbat
ülkesi, Musul atabeyi filan!.. Giz, deniz, dehşetengiz, Orshoene devleti, O
Arkelais’e geldi ve uygar Dekapolis’e geçti ve işte tam orada aşağıda durdu,
feşmekân… ‘Dörtnala gidiyorlardı ufukta, bir an yıldızların içine gömülüp
çıktılar’. ‘Ah dostum, yalnız güçsüzler
iyidir, çünkü kötülük yapacak güçleri yoktur’.
Şiir Einstein için evrensel bir harmoni, lineer cebir
için sayısal senkron, bir tarihçiye göre çağların arınmışlığı, bir coğrafyacı
içinde yeşil bitki örtüsü olabilir, bir romantiğe sorunca da sevmek yavrucuğum,
sevmek diyebilir ama her şeyi ciddiye almak gibi bir gaflete düşenler için reel
ya da sürreel olabilecek şiir; Söylediğimiz ya da eylemleyebildiğimiz ama asla
erişemediğimiz, içsel, fizikötesi bir duyum olsa gerektir.
‘Camille Claudel ve
Şeytanca adlı filmlerde de oynayan güzel Fransız aktris / Şerit / Danimarka’da
bir ada / sara nöbetinden önce görülen belirtilerin tümü / İstanbul’u sevmezse
gönül aşkı ne anlar / Düşsün suya yer yer geçmiş eski zamanlar / Behçet Kemal
Çağlar / İngilizce sayısal imin kısa yazılışı / Gerçek olmayan davranışlar.’
Şu yukarıdakilerde bir okunakta yer alan bulmaca
karesinden sorular.
Son sözümüz şudur ki; Şiir gerçekten duyabilecekler
için acılarla dolu olan bu dünyada, tüm dertlerinizi dindirecek ütopyanın,
sonsuz bir arayışın, zaman içindeki anlık çakışı ve ancak sezinleyebileceğimiz,
yürek yakan efektidir, gene de ‘Aldanma
ki şair sözü yalandır.’ dizesinde olduğu gibi, şiir dediğimiz şey,
özlemlerin yoğunlaştığı bir kara delikte toplanan, tanrısal sözcükler alanı
değil, bunun tersine, özlemlerin yoğunlaştığı bir kara delikten ‘süveyda’ uçsuz bucaksız evrene dağılan
sözel partiküller ormanıdır…
Ayların en zalimi nisandır ama; 2002 yılının, ekim ayı
dediğimiz şu devrimler ayında, düşen yapraklar arasında, İzzet Yasar’ın Dil
Oyunları adında bir kitabı çıktı… Araya gireyim iyi ya da büyük şairliğin iki
yönü vardır (daha doğrusu sanatın), yaşarken değer atfedilenler ve geride yapıtları kaldığında
değerlenebilenler, bu bir tür gerçekliktir ve nedeni şudur, yayın ve yazın
dünyası ya da entelektüel çevrelerle büyüyen sanatçılar eğri ya da doğru bir
algı yaratmakta parkurları kolay kat edebilirler, bazıları bu konumda değildir
ya da çekinik ya da değerlendirmekten
yoksundur bu tür varyantları ta ki okur onun edimleriyle baş başa
kalana kadar, burada değer karmaşası yenilenebilir, nitel sıralamanın
basamakları yer değiştirebilir, olağandır bu ve bir kesinleme de değildir,
gerçekte bir olasılıktır her şey gibi, İzzet Yasar’ bilinen biriydi gözümde, iyi bir şair, ama aniden kitaplarıyla baş başa kaldık, şimdi bir
beklemede Hades’in kapısında ama iyi bir şair ve derin bir nüktedan,
zamanın sınır taşlarından geçerken
emeğinin boşa gitmeyeceğine inanıyorum, kaldı ki bu göksel terazide, gerçekte
yalnızca kitaplardır boy ölçüşen ama yazarın kavanisinde -nasıl yazılması
gerektiğini kesinleştiremediğim biricik sözcük bu işte- başka saikler cirit
atar dünya hengamesinde, sonra sular durulur ve Borges’in şiirindeki gibi,
hakların haksızlıkların savaşı, göklerde sürmeye başlar Zeus’un gölgesinde,
orada bile bir hile olabilir, gerçekten adil olanı arıyorsanız o hiçliktedir.
Çünkü dünya para gibi soyuttur!.. Doğrusu da şudur, ‘Açıldı demir kapılar ardında laciverdi bahçem, aslolan hayattır beni
unutma Hatçem!..’ Nasıl olursa olsun yaşamaktır güzel olan… Ve tanrı indinde
hepimiz tek bir insanız, kaygı gereksiz, Altius, fortius, sitius, ama güzellik,
iyilik ve sevgimiz hepimiz için oldukça… Bu kadim bir dilemdir, hayıflanmasak
da olan bitene, sözler yetmiyor ve dillerimiz kuruyor ve nasılsa tutuşuyor
işte!..
İzzet Yasar, Pierre Louys’un (Türkçedeki diğer kitabı
Afrodit) Bilitis’in Şarkıları adlı şiir kitabının çevirmeni, kitap doğacıl
duygular veren, aşkı yücelten, lirik bir çeviri, başucu kitaplarımdan oldu bir
zaman, küçük olduğu için doyum noktasına çabuk ulaştı, ama olağanüstü bir
çeviri, yazın heveslisini ve edebi aşıkları kitaplar eğitir. İşte şimdi ise bir
ölçüt olarak İzzet Yasar’ın şiileriyle baş başayız.
Şairlerin megalomani içinde olduğu söylenir, belki
doğrudur, ama megalomani, ondan da öte melankoli, mitomani hatta mizantrop hep
birbirine yakın sözcükler, bizler insanları çekiştirirken genelde kendilerini
üzen yanlarından söz etmektense -bizleri
üzen yanlarından- dem vurmayı pek severiz. Ve ilahi yargımız, gizli bir
alaysamayı da içeren asılsız olabilecek kusurlardan söz açmayı, kendini de
harap eden bir içerlemeyi dışa vurmadan yaşayabilen bir meczupluğu anımsatmaya
öncelik tanır. Oysa megalomani, belki kendinide yerle bir eden açmazlarla örtük
bir ruhun, yaşama karşı gösterdiği itincin, onulmaz güçsüzlüğün, kimselerin
anlayıp bilemeyeceği içler acısı bir zırhıdır. Kibir gerçekte yalnızlığın
(kontrendikasyonu) yan etkisidir belki de, kimler gelip geçti bu dünyadan, H.D gibi -belki de bir ilk felsefi metinler
yazarımız- intihar etti bu toprakta, belki kibrine yenildi yalnızlıktan. İşte
ama ne çare!.. Bu konular sırf edebiyatın değil, insanlığın konularıdır.
İzzet Yasar’ın Dil Oyunları, işte benzer açmazlarla
dolu bir dünyanın, hayatın, ölümün, kösnül ve anaforik bir tarihin yükünü
omuzlarına almış Herakles’in, bezgin, küskün bir Orpheus’un ya da çekiciliğinin
kılıcını tamda kendi yüreğine saplayan mahvolmuş bir Apollon’un kitabı, Bir tabular rasa ile dile gelmiş, ironik,
yüceliklerin bile tuhaf eğretilemelerle hiçlendiği, saraylardan bir oda, içinde
levh-i mahfuzun gezindiği bronz bir levha ve Leyla’nında söz aldığı, Ötüken
ruhuyla tütsülü, maydoslardan bir ‘karakurum’ defteri. İşte dil oyunlarıyla
yoğrulmuş o defterden bir bölüm…
(Yarık Yurtlak) ‘töremizde
kök tengri ata örgen / gamzeli tarihte kıyım katman katman / alfabe değiştiren
tapulara yazılmayan şuymuş / palaskayla doğanlara kayırmaca yokmuş / döşeğinde
döş döşe mortlayanlar / südüğünden kanarak hortlayanlar / hızla silinmiş
halkların talihine karışıyor /
a. mil mantığına
çekilmişlerdir / cumhuriyet dürgüsünde çapul uludur / uğruna yarık yurtlak
molozunda köt gerdan kırılır / yort şerefine kamu buğu pop star / çöğdürerek
bir çağı aşıyoruz boru mu / sularbaşı hoş geldin hilali ahmer banyosuna / ayol
şunun üstüne bir çekme tarih daha atalım /
jet gibi giderken
sıfırından çözülmüş şişme iktidar /
ve denizsiz bir denizin
yarılması kadırgalarına kadar’
İzzet Yasar’ın şiiri Ece Ayhan egosantrizmini
benimsemiş, onun bir uç beyi, onun serhat boylarına uzanmış, kolkarası bir
tanjantı gibi duruyor. Argümanı daha değişik, daha çağşaklı ve biraz daha
konçertant. Ece Ayhan şiiri, dışardan belki Ezra Pound, Eliot gibi dönemin
bilinç akışı, sürrealist, dada yahut letrist gibi akımlardan harmanlanmış
gözükürken ve Beckett, Joyce gibi anlamsızlığın, hiçliğin, kozmik yalnızlığın
dolambaçlarında gezinip, ‘underground’a
da kolan vuruyor gibi durmuşken, aslında Nietzsche ya da Neyzen Tevfik
feylesofisi ile tüm bir divan edebiyatı filolojisini de kapsayan aforizmalar,
gizemli methüsenalar ve derin kozmolojik sövgüler içerir.
Bizde II. Yeni diye dallanıp budaklanan bu şiirsel
biçem, batıda Edip Cansever, Sezai
Karakoç, ve sonradan ayrılsalar da Oktay
Rıfat ve ülküsel ortaklarını aynı potada eritecek kadar, geniş bir hoşgörüyle
hareket etmez. Yeryüzü sanatının ve ekin hegemonyasının ana yurdu Europa nasıl küçüklüğüne oranla, pek çok
ülke barındırıyorsa, sanatta da büyüklüğüne oranla, ayrıntı ve ölçütleri
koymada bir o kadar atomize davranır ve kılı kırk yarar. Bizim şiirimiz (gönül
işine yatkınlığı, kronik ama çağcıl oluşu nedeniyle), kategorik olmaya önem
vermese de (yazılı geleneğe pek yaslanmayan, AsiisA’cı bu yazınsal türemi!)
evrensel ölçüde dile getirip ortaya koyarken, bayağı sıkı ozanlar yetiştirerek
-yeryüzünde sözlü geleneğin, dahası şiirin anayurdu Anadolu’dur-, Homeros’un
yaşadığı toprakların bir ölçüde hakkını verir. Yunus olağanüstüdür, yalın dille
felsefeyi birleştirmiş, sıradan insana duyup anlayabileceği en yüce dili
sunmuştur. Kutsal Kitap’lar dışında ruhaniliği şiirize eden ilk insan
Yunus’tur, o güne dek şiir anlaşılır ve
lirizme dayalıydı, ama Yunus bu çemberi kırdı ve hatta kutsal metinlerin
ötesine geçerek yakarıyı değil, düşünceyi içselleştirip, ruhani seviyeye
yükselterek bir ilki başardı. Bunun değerini anlamayabiliriz ama gerçek
böyledir ve tanrının terazisi, şol ilahi yargılar en iyisini bilir,
bilecektir. Divan edebiyatı ise
yeryüzündeki tüm şiir akımlarının, sonradan ortaya çıkabilecek, tüm izmlerin
görüngülerinin, küçük figür ve nüanslarla sergilendiği karmaşık, kozmik, kaotik
bir sürüm usa sığmaz bir bileşenidir. Divan edebiyatı bir kesinlemeyle Binbir
Gece Masalları’nın palto’sundan çıkmıştır. Binbir Gece Masalları dünya edebiyatının,
Borges’in hatta Marquez’in, Poe’nun, Cervantes’in, Boccacio ve Marlowe’un
atasıdır. Gondora’nın şiirleri metaforun, başka bir anlamda soyutlamanın öncülüğünü yaptığı söylenir, Binbir Gece
Masalları saydığımız bütün öğelerin beşiğidir, romanın, fantazmanın, büyülü
gerçekçiliğin ve edebi her alegorinin örneklerini içeren yaklaşım beş bin
sayfalık bir didaktik -öğretici-
destandır o dense yeridir. Kültürel hegemonya bu skalayı kolaylıkla
değiştirir ve her şey Grek, o da gerçekte Anadolu uygarlığıdır ki, Adalar denizinin
-Arşipel- çevresidir bu, ortadoğu adlandırmasıyla ortaya sürülen Mısır, Helen,
Anadolu üçgeninin doğurduğu yazılı metinlerin dünyayı yönlendiren temel
yapıtları buralarda yeşermiştir. Çin ve Hint, Rus ve ortaçağın rönesansıyla
Avrupa’da bu zincire katılmayı hak etmiştir.
Divan edebiyatına bir örnek verelim…
‘Tahir efendi bana kelp
demiş / iltifatı bu sözde zahirdir / maliki mezhebim benim zira / itikadımca
kelp tahirdir’ Bu şiirde dadaizmin hatta konstrüktivizmin izleri görülebilir, ‘Sen bir garip ademsin / Portakaloğlu
zademsin’ . Unutmayalım ki Nazım’ın şiiri de konstrüktivizm çıkışlıdır
(Putları yıkalım!), ataları da Nefi’dir tabi ki… Değişiklik ruhta olur, beden
ona yataklık edebilir ancak!.. Ama toplumumuz bu ileri sürmelere inanacak ya da olumlayacak gücü yitirmiş,
bunu yapılandıracak felsefi güçten de yoksun, elden ayaktan düşmüş kısacası ve
o artık şiiri ithal ediyor ve fasonizm ciğerlerini tütsüleyip ele geçirmiş,
boşuna ‘hasta adam’ dememişler!.. ‘Baki kalan bu kubbede hoş bir sada imiş’
Bu dizede de Edip Cansever şiirinin töz olarak atasını görebiliriz, batıda
anlaşılır anlaşılamazlığın ya da anlatılamazlığın şiirine kaynaklık eden bu
anlayış, Lautreamont’tan, Borges’e (Hispanik ama kendini İngiliz görmeye de
heveslidir), Aragon’un son dönemlerinden, Eluard’a, özellikle Eliot ve otomatik
metin şairi Joyce, hatta Beckett’e kadar, daha da vardır elbette, roman
yazarlarının bazısı salt şairdir, Yaşar Kemal veya belki de Musil bile
sayılabilir, Stanislav Lem felsefeci denilebilir. Edebiyat artık parçalı dağılım ve tüm
akımlarla iç içelik gösterip, bağımsız bütünselliklere yol açarak sürüp giden
bir metnin veya şiirin özkaynağını
oluşturur ve ne yazık ki artık, şu şair, şu romancı dememek gerekir.
Binbir Gece Masalları’nın yarattığı yazın devi Borges ki bizim edebiyatımızın örneklerini, bizden
daha iyi vermiştir, İşte o ki yaşamı bir düş, bir yanılsama gibi görür. Aragon
geçen zamanı Elsa’nın gözlerine indirger ‘Mutlu aşk yoktur dünyada / ama ya şu
aşkımızda olmasa’ der. Lautreamont, açık dilden çok fazla uzaklaşmadan -yarı bildik olmak sarhoş edicidir-, hoş
bir sadanın, sıkı bir felsefesine girişir. Eluard trubadur gibi şarkılar
söyler. Edebiyat evrendeki en büyük denizdir.
Bir şiir daha…
‘ O uçsuz bucaksız
masanın çevresinde / meşrutiyet ruhları toplanmış / kaderler ağza alınıyor /
ortada yapma çiçek var yandan geç / şairler kapıda dil yalamaya dizilmişler /
düzyazılar doğularda dağlara kakılırken öz ve taşımalık taş türkçe / etrafta
budunbilim kodunsa bul / ey türk ne ulusun / ne zor yükselmem yükseltilerine /
kurduğun yapılar başımı döndürüyor / uysal boynumu ulusallıklara uzatıyorum /
babam hazır hızar çalışırken gözümü de dil / biçe biçe avanti içimde tam yol
geriye / beynimi ikiye açıp koklaya gör / hakikatin rüyalarımda gizlidir’
Bu şiirinde Osmanlı gibi şakımanın sınırlarını aşan
şair, dilde ve biçemde aynı kalıbı kullanaraktemde genişlik sağlama yolunu
seçmiş, aynı anlayışın varyantlarını kullanıp çeşitlendirerek, belki bizim bile
bilemeyeceğimiz iç içeliklerle, özden uzaklaşmadan kendi adasının şiirini
aramış, deha ötesi yapılması gerekeni yapmıştır.
‘o kendine hayran işlek
kadavra / omuşmuş ölümsüz kuşçubaşıyla / kara burçlarda gene milli amele hizmet
/ elaman noel babalar üç ayak / uskurlarından kopup uçarak / kırk deliğe birden
damından dalıyor / iliklere ibret deri söğüren kimya / iki zevkli yüzlere
fışkırıyor / türkiye ameliyathanesinden canlı yayında / bana atalardan kalıtım
/ tarihi tırnaklayan görklü güdüm / senin sarakana artık şaşmıyorum / akort
ettiğin onca gırtlağın kargışını / utanmadan birde bocurgat yap / derinlerden
bak folluğumun foyasına’
İşte ‘Dil Oyunları’ bu… Şairler, Tanrı’ya şirk
koştukları ve Platon’un dünyevi ütopyasını ilk eleştirenlerden olacağından
korktukları için lanetlidirler. Onun başkaları gibi ne tanrıya bir borcu, ne de
kullarından bir alacağı vardır. Şair her şey ve hiçbir şeyin bile üstünde
kalabilen bir ‘tanrıkul’ bir ‘tözşey’dir... Şiirin açımları ise, mistik, epik,
didaktik, gibi binbir renge saçılır, işte bu sonsuz denizden ‘kapalı’ şiire, iç açıcı bir örnek…
(Manzara) ‘Burada,
zamanın çarkına / yok edebileceği hiç bir şey vermeyen / bu kayayla denizden,
gökyakutla elmastan / oluşan madeni manzarada; / burada, tek lekesi senin kendi
gölgen olan / ve ölümün tohumunu yalnız senin teninin / taşıdığı o her şeye
egemen ışıkta; / burada, belki yalnız bir an için / putlar gözden yitecek;
belki de bir kez daha / bakabileceksin kendi gerçek yüzüne çakan / bir şimşeğin aydınlığında; / nice maskenin
ardına gizlenen o yüze, / zorunluklarla, boyunduruklarla çarpılmış, / senin
aldattığın, herkesin zorbalıkla / kandırarak senden çaldığı. / Böylece arınarak
bir toprak testi gibi / ya da çıplak bir kemik gibi etinden sıyrılarak / bir an
için kurtulacak özündeki kil / hayatın ve ölümün amansız baskılarından.’
Tanrının iyiliği üstünüze olsun ama, şiirin geniş
atlasında, sarsıcı, üzünç vermesi gerekirken, garip bir neşe veren bir milonga
ile konuyu bitirelim…
(Manuel Flores Milongası)
‘Manuel Flores ölecek.
/ Bu para gibi geçerli; / ölmek bir alışkanlıktır, / çoğunun iyi bildiği. / Yine de acı veriyor / elveda demek hayata, / şimdi bunca bilinen
şey / tatlı ve sağlam bunca / Bakıyorum şafak vakti / elimdeki damarlara; / bakarmışım gibi ilk kez
/ gördüğüm bir yabancıya. / Gün olur bir mermi gelir, / acısı unutulmanın. / Büyücü Merlin demişti: / ölmesi vardır doğmanın / Neler gördü bu gözlerim / nice şeyler, nice yerler! / Yargılarken İsa beni / kim bilir ne görecekler. / Manuel Flores ölecek.
/ Bu para gibi geçerli; / ölmek bir alışkanlıktır, / çoğunun iyi bildiği...’
Ahir senyör avui pastör (Beydim, çoban oldum). İdil
boylarından, dil oyunlarına süzülebilen bu kitabı okurken, rahlelerdeki kutsal
kitapların bile ‘Oku’ diye başladığını düşünüyorum…
KAPTAN GEMİDE KAÇAK YOLCU VAR
‘Alır başımı giderim /
denizden yeni çıkmış / ağların kokusunda / şu ada senin/ bu ada benim /
yelkovan kuşlarının peşi sıra…’ Alıp başını gitmek insanoğlunun en büyük
açmazlarından biri, öyle ki dünyaya gelip de, alıp başını gitmenin rüzgârına,
bir kez olsun kapılmayan kelebek yok! Bu konuda söyleyecek şeyi olmayan bir tek
human düşlemek zor. Çünkü bu yolculuk demek, hareketin (düşünle yoğrulu)
radikal bir biçimi demek… Bir alemden gelip, bir aleme gitmiyor muyuz, işte
bunun kaçınılmazlığı, Adem’in her kulunu, bir tür ütopyanın pençesinde
kıvranarak arayışa yöneltebiliyor! Konu o denli geniş ki anlatacak olsak dünya
başlı başına bir exodus, bir ütopya, bir serüvendir zaten dememiz gerekir. Öyle
ki, Robenson Cruose’den, Don Kişot’a, Kristof Kolomb’dan, Evliya'ya kadar hemen her insan, hatta kimi zaman, kavimler, topluluklarda, roman
karakteri ya da kaşif, meczup ya da ermiş uzakların büyüsüne kapılarak ya da
birden sıkılıp, kabından taşarak kaçıp gitmek istemiştir…
Sonsuz öyküleri var gidenlerin, örneğin İsaac Asimov,
bilimkurgu uçarı, ‘İnsan en iyi seyahati
aklıyla yapar’ demiş. Kolomb bir tür Eldorado,
altın diyarı beklentisiyle, gittiği
yere Amerika değil, zamanının düşler ülkesi Hindistan adını vermiş, Thomas More
ise, oyuna gelirim korkusuyla, gideceği yeri düşlemiş ve işte aradığım yer
demiş. Platon, Atlantis, Campanella, Güneş Ülkesi, Nuh Peygamber, Tufan, hep bir
kaçış öyküsü ya da bir arayışın gerçek ya da düşsel kahramanları…
Hepimizin buna benzer kahramanları vardır düşsel
yaşamımızda, çocukluğumda beş çocuklu bir faytoncu, yaşlılığına yakın birden ortadan
kayboldu, 60 lı yılların sonuydu, aradan
neredeyse 60 yıl geçti, ne bir haber var kendisinden ne de bir iz, ama
yüreğinin umutları belki silinmiş, yaşamındaki süveydaya son noktayı koyarak,
düşlerinin acılarını dindirmiş, serin serviler altındaki o yere, son iç çekiş
ülkesine doğru çekip gitmiştir. Bu konuda dile gelecek son söz şu olabilir, iyi
düşünmek gerekir, dünyamız bile bir ütopya olabilir, tanrı bile bir yerlerden,
başka alemleri bırakıp gelmiş ve
ütopyasını bu dünyada düşlemiş olabilir, şu yaşam dediğimiz belki bir kaçış
öyküsünün sürüp giden düşleri olabilir, gülümseyerek son pişmanlık fayda etmez
diyenlerimiz olsa da, gene de bu fanus-u jiyali
bize yaşattığın için, teşekkür etmenin daha insancıl olacağını,
yokluktan gelip, yokluğa giderken, gökkuşağından bile çarpıcı renklerle
karşılaşmak ve yaşamanın her kula, her tine nasip olmayabileceğini
düşünüyorum!..
Bir Borges öyküsüyle bu konuyu bitirelim -bu öyküler
çok etkilemiştir beni, onun için sıkça yinelerim- , Saksonya kralı, kuzeyden
gelen, Normanlı kuşatıcı fatihlere karşı bir zafer kazanır ve yurdunun büyük
ozanına bu zaferi dizelere dökmesi ve sonsuzluğa kalması için bir buyruk verir,
destan zaferin yıldönümünde okunacaktır. Günü gelince halk toplanır, zafer
kutlanır ve sıra şiire gelir, şiir geçmiş zaferlerden, Saksonya’nın tanrısal
dokunulmazlığından söz ederek uzar gider. Kral ozana der ki, sıkı bir şiir, ama
gene de, sarkan dizeler, uzayıp giden sıkıcı bölümler ve giderek esneyen bir
dil yok mu der ve ekler, daha sıkı, daha öz!.. İkinci yılda yenilenmiş ve
gözden geçirilmiş bu yeni şiir okunacaktır. Borges, o anı şöyle anlatır, ‘Saksonya ormanlarında bülbüller gene öttü,
yıldızlar yollarını yinelediler!..’. Zaferin
daha sıkı, daha dokunaklı, daha öze indirgenmiş balatları, yarı haykırılar ve
çığlıklar arasında halka sunulur, herkes mutludur, ama kral gene de ozana
dönerek der ki, daha kısa, daha öz olamaz mı, zaferimiz daha vurucu, daha
çarpıcı, çok daha can alıcı bir bir biçimde dile getirilemez mi… Üçüncü
yıldönümünün günü geldiğinde, destan için kendini perişan etmiş, hücrelerine
dek ezip yok etmiş ozan, sapsarı bir biçimde kürsüye çıktığında, o her şeyin
özü olan, hayatın ve ölümün amansız utkuları ve acılarını özetleyen o en kısa,
ruhları tutsak edip bir hiçe indirgeyen o en vurucu dizeyi, ‘o ölümcül sözcüğü’ sessizlikle krala
fısıldar ve kralın hançerini belinden aniden çekerek oracıkta canına kıyar.
Eşsiz dizeyi, o biricik sözcüğü duyan kralda tacını tahtını terk ederek,
Saksonya’nın kırlarına açılır, bir daha gören olmaz ve imi timi bellisiz olur.
Öykü böylece biter.
Şimdi işte, bu konuya yakın, bu düşlemlere yol açan,
anıştıran bir kitap var elimde, Kaptan
Gemide Kaçak Yolcu Var. Kitabın teması şu; Sırp isyanıyla ilgili, domuz
çobanı Kara Yorgi ya da Antranik Paşa lakaplı yük işçisi Şebinkarahisarlı’dan
söz etmiyor kitap, Smyrna’nın Rosehill
semtinde yaşayan 9 ve 11 yaşındaki Tahir ile Fehime asındaki iki çocuk
Bird’sland limanına demirleyen İzrael bandıralı lüks bir transatlantiğe binerek
15 günde devrialem yaparcasına akdeniz dünyasını gezerler, Mikonos adasında fark edilen kaçaklar daha
sonra geminin rotasını değiştirerek uğradığı Alanya Limanı’nda familyalarına
teslim edilir. İşte bu tema üzerine 7 ayrı yazarın düşünüp ürettikleri
metinleri içeren bir betik bu ve tema üzerinde ilginç çeşitlemeler var. Örneğin
gönlü muhacir Ali Teoman Judeacıların yazgısından çocukluk anılarına, oradan
kitabın temasına süzülen imge akışıyla donatmış metnini; ‘Gariptir, bir kendi
kavmimin dilini öğrenemedim bunca dil arasında, ne ana dilim ne baba dilim idi
çünkü o benim ve ne de doğup büyüdüğüm, göçtüğüm, yaşadığım memleketin dili.
Dünya üzerindeki yüzlerce tuhaf lehçeden biri idi yalnızca. Bu yüzden her
nereye gitsem, hep biraz küçümseyen, hor gören bir gözle baktılar bana
kavimdaşlarım, mümtaz cemaatlerinin içinde, ama hep kıyısında, en ücra
varoşlarında tuttular beni, soğuk bir nezaketle. Haklı idiler. Ben ki kendi
kavmimin ‘Mukaddes Kitap’ını bile hep
yabancı dillerden okumuş idim. Şimdi bunca yıl sonra, boş duvarları arasında,
bir avuç, bölük pörçük, anlaşılmaz, ecnebi hecelerin yankılanıp durduğu,
yıkılmaya yüz tutmuş, metruk bir Babil Kulesi’yim yerini yadırgayan.
Kimim, neyim, nereye aitim ben? İstanbul, Cenevre,
Londra, New York, Panama, La Paz, Buenos Aires, Rio, Johannesburg, Sidney,
Taipei, Tokyo, Hong Kong, Bangkok, Bumbai ve şimdi yetmiş küsur yıllık şu köhne
ömrümün nihai merhalesinde, hiç tanımadığı yuvasına dönmek için son gücüyle
çırpınan, kanadı kırık bir güvercin gibi, kentlerin kenti Kudüs Arz-ı Mevud,
Acı Vatan, tıpkı yanlarından, tenlerinden, düşlerinden, çekingen bir sabah yeli
misali, uuslca çekip gittiğim, hüzün kokan kadınlar gibi, bir daha dönmedim,
bir kez terk ettiğim şehirlere, onlarda durup kalkmaktan, yerleşip kök
salmaktan mı korktum? Bilemedim hiç, yoksa lanetli Ahasuerus ben miyim? Rahat
bırakın beni! Ben tek başıma sizin yükünüzü kaldıramam, Kaldıramam!..’
Aylak ev kadınlarının kurtarıcı meleği, Ayfer Tunç
ise, noktalama işaretleri olmayan, cummingsvari bir biçemle, latifetekinsi
söylem arasında bir varoş öyküsü uyarlamayı yeğlemiş, sosietasçı bir bakışa ‘kıs(s)a’ bir sunu; ‘ben kubrayla ip
atlıyordum teyzem geldi fehime dedi kuşadasına gemi gelmiş gene dedi yarın
benle gel de kitap satalım turistlere dedi ben istemiyorum dedim daha önce
gittim çok yoruldum gel bak gelirsen sana lokma alcam dedi istemem dedim ama öbürsü gün cep
telefonumu vercem akşama kadar sende kalcak dedi o zaman peki dedim çok
istiyodum bende kalsın cep telefonu kubrayla makdonaldsa giidcektik fidanı
nurgülü felan işleticektik telefonla bi keresinde kubra babasının telefonunu
aldı…’ Ah, Fidan’ı arayıp ben Erlan Mayer mi dedi acaba!..
Bahtsız şehzadenin adıyla hüküm süren Cem Akaş ise
aforistik bir yaklaşımla, deyilerle süslü serbest paragraflar olsun istemiş;
‘ben kendimden kurtulmak istemiyorum. Ömür dediğimiz nefes kafesinin
alabildiğine doldurulmasını, bunun -iyi yaşam- şablonu olarak dayatılmasını
yanlış buluyorum, serin ferah, boşluklu bir yaşam istiyorum. Oradan oraya
kimlikten kimliğe koşturmak, bir sürü ipe sapa gelmez şeyi delicesine önemseyip,
onların peşinde kendini tüketmek büyük ayıp, kendini ve yaşamı bu kadar
önemsemek büyük görgüsüzlük’.
Kitap konkistadoru, devilüsyonist yapı sökümcü Enis
Batur bu kez kısa yazarak, kitabın kadansını ayarlıyor sanki; ‘Kulak verilse
her kafesten ama fısıltı ama ünlem, duyulacak o cümle. Okuldan, evden,
ülkesinden kaçıp giden dönmüştür. Dönmeyeni arayın, karşınıza başka bir kafesin
adresi çıkar. Bundandır, yazıya firari çıktım ben. Sandım ki, üstüne gitmek
kaçmanın en kestirme yolu. Gördüğüm bütün uzak hikayelerini toplamaya
davrandım. Bin ikinci gece neden sonra başladı’.
Bedeni ve ruhu Ezra Pound’un paltosundan çıkmışı
andırır İbrahim Yıldırım’sa ‘Baudelaire Paradoksu’ adını verdiği metinde, kendi
iç yolculuğundan yola çıkıp Baudelaire limanı ve yazın arasında bir ring
yaratarak tuhaf bir metin oluşturmuş; ‘Az önce, yukarıdaki satırları büyük bir
güç harcayarak, yazdıktan sonra, korku içinde pencereye yaklaşıp perdeyi
araladım; gördüklerim dehşet vericiydi. Bir an için kedilere saldırmayı
düşündüm. Ama hemen vazgeçtim; en iyisi rüzgâr çanlarını düzenleyip onarmak;
becerebilirsem -ve kediler izin verirse- onları yeniden iğde ağacına asmak…
Yoksa bu gidişle, BaudelaireTenakuzu’nu çeviremeyeceğim, öğrenemeyeceğim.
Editörlük şansölyeliğinden yetişerek kulvar değiştiren Murat Yalcın’da
çocukluğundan dem vurup yola çıkarak, ana rahminden gelip, hep ona dönmek
ister, hep onu özler gibi pediatrik bir yaklaşımla, kaçışın belki çocukça bir
düş, ya da ‘Çocuk Ülke’ arayışı
olduğunu ima etmek istemiş; ‘dedim, sen bir zamanlar kör ya da topal olmayı çok
isterdin. Yatalaklara, hücre hapsindekilere imrendin hep. Çeşitli meraklar
geliştirdin: On yaşında hapse girsen (hep hapis!), yetmiş seksen yıl yaşasan
orda, ne yazarsın? Nasıl yazarsın? Ne fark eder? Bunu çok merak ettin. Denemek
isterdin. Sonra bir gemide çalışmak, küçücük kamaranda okuyup yazmak, lombozdan
gecenin karanlığını izlemek, dalgaların sesine kulak vermek isterdin.
Şakaklarıma doğru ilerleyen bir ıslaklık. Gözlerim akıyor. Gözkapaklarımı
zorladım. Açılacak gibi. Kirpiklerim esnedi, sol gözüme ışık düştü: Açılıyor.
Göreceğim, görüyorum, gördüm. Üç gün sürdü badana. Dört gün böyle uyandım. Ufkumun
genişlediğini sandım. Uzakları belledim. Kavuniçigemili tükenmez kalemsiz.
Avcumun içinde dönüp duran uzakları, yitik adaları, kayboluş efsanelerini…
‘Yola çıkmak gerek / Yolu bitirmek. / Ne söylemek yetti, ne istemek? Tatar
Çölü’nde ikindi de / Bir kaplumbağa kabuğunu ateşe verdi.’ diyerek açınını
bitirmiş.
…
Yineleme belki ama Salah Birsel der ki; Şiiri
girenkadar, girmeyen sözcükler belirler. Bunun gibi alıntı yapamadığımız
metinler belki de kitaba asıl ruhunu veren (edebi) betimlerdir. Her gidişin bir
dönüşü vardır, her yolunda bir bitişi; bir Eden yolu Tanrı’ya özgüdür desem
alınır mısınız!..
‘Bir başka ülkeye, bir
başka denize giderim," dedin, / "bundan daha iyi bir başka şehir
bulunur elbet''. / Her çabam kaderin
olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya; / - bir ceset gibi - gömülü kalbim. / Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
/ Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
/ kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
/ boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.
/ Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. / Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı
sokaklarda / dolaşacaksın. Aynı
mahallede kocayacaksın; /
aynı evlerde kır düşecek saçlarına. / Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. /
- başka bir şey umma - / Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok. / Ömrünü nasıl
tükettiysen burada, bu köşecikte, / öyle
tükettin demektir bütün yeryüzünde de.’
Son bir şey söylemek isterim, kutsal kitaplara göre,
herkes önce cehennemde cezasını çekecek sonra cennete gidecekmiş, işte ki,
belki de, gerçek ütopyamız budur ve belki de insanlık hala onun kefaretini ödemekle
meşguldür!.. ‘Alır başımı giderim’le başlayıp,
‘çıkacağın yol yok’la bitirirlerse
üzülmeyin, siz de çıkacağım yol yokla başlar, alır başımı giderimle
bitirirsiniz!.. Yolcu, rüzgârını al ve git, yaşadığını anlayacaksın…
Ceneviz Sayrılığı
*
Bir sanatçıyla, bir şairle dost
olabilmenin düşleriyle avunduğum günler geride kaldı... Onların ilginç
kişilikleri üzerine uydurulan efsanevi söylemlere birebir tanığım artık.
Diyeceğim epey zaman oluyor ki, bir şair arkadaşla gezer dolaşırım. Oldukça
ünlü sayılır, onun önemsediği şiirsel biçem pek hoşuma gitmiyorsa da, ilginç
kişiliği yüzünden katlanıyorum ona... Onu nasıl tanıdım, öncelikle
bunu anlatayım, naçizane yazın sanatıyla biraz ilgileniyorum, o çevrelerle düşüp
kalkacak denli mürekkeple avunmuşluğum var sayılabilir; ama biliyorsunuz
insanoğlu korkunç bir yalnızlık içindedir, bir türlü sevenini, anlayanını
bulamaz, (aşık olmak sevilmek arzusu değil midir!) diyesim belki
sizinkinden çok bir yalnızlığın içinde, gözyaşlarımı içime akıtarak, yaşayıp
gitmekteyim. Yalnızlığım son zamanlarda dayanılmaz katmanlarda artarak, görkünç
boyutlara ulaştı. Neden mi; üç yıldır işsizim, bir meczup gibi, berbat bir
aylaklık içindeyim ve yazık ki cüzi bir ücretle geçiniyorum ama lütfen
darılmayın çalışmaktan da iğrenirim ve bu nedenle, gülmelisiniz ki, Zenoniksi
bir paradoks içindeysem de yine de Diyojen'den yanayım ben (Snop sayılırım,
Sinopluyu sevdiğim için ama!), onun için cüzi sözcüğü, kırçıl bir uyarıcı
yerine bile geçmiyor yaşamımda, deneyimledim ki sizin içinde geçmemeli, bu bir
dilem tabi ki...
İşte bir gün böyle başıboş, hep
yinelediğim, Gümüşsuyu’ndan kim kime dum duma yürüyerek,
Galata’daki kule dibinde, Ceneviz Kafe’ye uzanıp kulenin
gölgesinde, ikindiyi geçirip, kırlangıç çığlıklarının esim yayan serinliğinde
akşamı beklerken ve bu alışkanlığımın güzergahında salınmayı düşünürken,
yıllardır görüp karşılaşmadığım, bir tanıdığım önüme çıktı. Sevindim desem
yalan olur, ben yalnızlığıma tutkun, hani utanmasam mizantrop (merdümgiriz,
homofobik) diyebileceğiniz biriyim, neyse bozuntuya vermedim ve kısa sürede
ondan ayrılabileceğimi düşleyerek oralardaki Şair Çıkmazı denen
bir kafeye sürüklendik ikimiz. İki çay söyleyip (ben Emmanuel Kant içerim
genelde!), bildik söyleşilerin içine daldık. Solda kenarda, Kavafis’ten
hallice, yaşlı bir adam oturuyordu, o da yalnızdı ve öğle vakti Tuzsuz
Deli Bekir’in içitinden yudumluyordu. Ben yüksek sesle konuşurum, dağda
bayırda dolaşanların vazgeçilmez tutkusu ve taşra yalnızlığının karanlıkları
aydınlatan bir yoldaşı, dahası candan arkadaşıdır özümüzün sesi!.. Parnasyen
Midasçılık diyebilirsiniz bu alışkanlığa, kentliler fısıltıyla ve ürkekçe
konuşur biliyorsunuz, onlar Hitler ile Hitchcock arasında gider gelirler ve bir
türlü de karar veremezler!.. Öyle dedimse de sanattan edebiyattan konuşurum
yalnızca, yüksek sesle geçmişten bir şairimizin, sanıldığı
kadar iyi şair olmadığını Gulyabani sanısı veren bir hınçla
sayıkladım -bunu kasıtlı yaparım, kavganın çıkmadığı tartışmadan hoşlanmam,
yadsınmayan şeylerden gerçekliğe varamayız-, işte bu anda Kavafisyen yaşlı, bir
anda haklısın diye çığlık atmaz mı ve işte derin dostluğumuz ve gizlenmiş
düşmanlığımız böyle başladı!.. Yaşam benim için bir parodiden başka bir şey
olmadığı için, bütün düşmanlarım beni sever ve işimden hiç korkuya kapılmam.
Onlar benim iç dünyamı okurlar!.. Onun yaşayan, ama benim sevmediğim, toprağı
bol olsun, günahları dünyamızın olsun dediğim şairimizle yaşıt bir başka
şairimiz olduğunu, orada öğrendim ve şairlerin aynı kuşaktan arkadaşlarını,
ölesiye değilse bile gizil bir düşmanlıkla kıskandıklarını da gene orada
anladım. Şimdi benim neden bir provokatör olduğumu anladınız mı… Gerçekleri
görmek için!.. O gün Galata’ya, kule dibine gidemedim bu yüzden, oysa düzenli olarak
her gün giderdim. Yaklaşık yirmi yıldır, ama öyle soğuk biriyim ki görünürde,
garson bile yıllardır orada, öyle olduğu halde, bana müdavim muamelesi yapmaz,
hiç bir zaman beni sıcak bir tavırla karşılamazdı. Çünkü ilgiden nefret ederim,
ben dünyayı seyreylemeye gelmiş Deliliğe Övgü’nün Erasmusları’ndan
biriyim…
Derken bizim Kavafisyen görünümlü
şairimiz, beni arar oldu, övünüyor demeyin gizime vakıf olanlar peşimi
bırakamaz!.. Ama nereden bileyim ruh ikizi olduğumuzu, aylak ruh
dilencileri gibi dolaşıp, yalnızlıktan devren kiralık olduğunu… Öyle ki ikimiz
dolaşırken bile apayrı birer Son Kişotlardık ve bunu biliyorduk, hesaplarımızı
ayrı verir, ayrı yönlere bakar, ayrı kadınların dedikodusunu yapar, ayrı
şairleri sever ve de birbirimizden nefret ederdik. O bana ne bir küçüğü gibi
davranabilir, ne de ben onu bir büyüğüm gibi karşılayabilirdim, hoyratça
konuşur, kırmızı çizgiler içimizde gizlenmiş birer tavus kuyruğu olduğu için,
birbirine sürtünmez mutlu ve alabildiğine özgür yaşayıp giderdik. Her gün
görüşmemiz adetten değildi, zorunlu yalnızlığımızın yazgısını kucaklayan
iki Carmen vekili talihsiz olduğumuzu bilirdik.
Onun için arkadaşlığımız uzun sürdü, çünkü
arkadaş değildik, borç istemez, su ikram etmez ama aynı sofrada büyük bir
kibarlıkla söyleşir ve aperatiflere gözü dalan aç gözlü birer alkol
aslanlarından değildik. Benim kadehim bütün gece aynı hizada hüzünle bekler, o
da yavaş yavaş başka dünyaların düşlerine vasıl olup, derin özlemlerin, hayatın
ve ölümün amansız baskılarında, şiirin köklerine dalıp gitmenin
coşkusuyla, refikini memnuniyet ve teşekkürlerle yüceltir, armağanlara boğardı.
Hiçbir zaman dost değildik, hiçbir zaman düşman da değildik, yalnız ve
ayrı dünyalarımızda, öylesine bir araya gelmiş, iki dünya müridi, kapalı
birer evrendik.
İşte uzun zaman, kule dibinde hiç
konuşmadan otururduk, iki kişi bir aradaysa eğer, içlerinden konuşabilecek
kadar gelişmelidir beraberlikleri… Bazen nasılsınız diyorduk birbirimize ve ama
karşılığını saatler sonra filan aldığımız oluyordu, ne mutlu bize!.. Bütün
bunlara karşın asla kızmaz, darılıp gücenmez ve birbirimize yokuş çıkan yaşlı
ruhlar gibi yaslanmazdık. Yaşamın gölgesinde pinekleyen, Hades’in aslanlarıydık
biz ve gelecekte yaşamak isteyen bir geçmişin özlemiydik.
Bir gün, işin sonuna doğru geliyoruz ne
yazık ki… Onu son derece buhranlı, darmadağın bir halde, kule dibinde beni
beklerken buldum. Bitkin, kül yüzlü ve yıkıntılar arasında bir ilahiye
benziyordu. Değerli ama eprimiş ve alabildiğine eski!.. Gerçekte geçimsiz, kuru
havadan nem kapan acayip bir insandı o, birbirimize benzememiz bundan değildi,
benimde öyle huylarım vardı belki, ama kuramsaldım ben, pratikte ise
Wells’in Görünmeyen Adam’ı yanımda ortalıkta dolaşan bir hayalet
bile olamazdı, ancak kanlı canlı biri olabilirdi o benim yanımda…
Arkadaşım benden daha fazla dışa
vurumcuydu evet, papyon takabilir, vals yapabilir, bir monden ya da jironden
olabilir, alkol duvarını aşabilir, lapeye çekinmeden yatabilir gibi şehir
efsanelerinin tümüne yatkındı o… Yanına yaklaşıp hayrola dediğimde, hüzünlü ama
faltaşı gibi açılmış gözleriyle kuleyi gösterdi ve ecelim bu kule yüzünden
olacak dedi. Yaşlıydı ve ara sıra korkuya kapılır, aramadığı günler telaşlanıp,
onu evinde kontrole giderdim. Doğal dünyamızın edimleri, sakınmasızca tuhaf
dünyalarımıza benziyordu nasılsa… Neden dedim, bu kulede ne var?.. Bana bir
sayrılık bulaştırdı dedi, orijinal laflar etmek bizim sıradan etimolojimizdi,
gülemezdik bile!.. Ne gibi dedim doğallıkla, olan biteni anlamak ister gibi...
Kule sekiz yüz yıllıktı ve taşların
arasında kulenin antika ve yaşça bir yıkıntı oluşu nedeniyle, hiçbir
yerde olmayan ve yalnız kuleye özgü bakteriler ürediğini -bunun ancak bazı
insanları etkileyip-, ölümcül bir alerjiye neden olabileceğini, bu işinde tam
kendisine çattığını vurguladı, yaşamı ve insanları sevmeyen ama sürekli
gülümseyen, bu nobran adam… Sonunda kendisine hiç bir kötülük yapmayan,
gölgesinin ve kırlangıç yuvalarından çıkan seslerin dışında, hiç bir albenisi
olmayan kuleyle de geçinemiyor artık diye düşündüm. Ben Bartleby kadar pasif
direnişçide değilim, daha sinik, geçimsizliğe dahi tenezzül etmeyen biriydim.
Büyük dostumun bu sayrılığına, para-psikoz mu demeliyim, ama nedense Ceneviz
Sendromu adını verdim (Kule, Cenevizlilerden kaldığı için, onların anısına…).
Böyle bir psikozda vardı zaten literatürde, hatta bulaşıcı olduğunu okumuştum,
binlerce yıllık ören taşları arasındaki, çok özel bakterilerin bulaştırdığı,
melankolik bir depresyondu bu, psikosomatik olduğu da söylenirdi. İlkinsil
belirtileri, boğaz kuruluğu, albino ya da sedef gibi erken yaşlanmaya
neden olan nodüller, gönüllü deneği ölüm duygusuyla sarıp sarmalıyor ve tinsel
dengeyi bozan virüslerle, insanı dikkatsiz, şaşkaloz ve belleksiz yapıyor,
mihaniki hareketlere yol açarak, dengesini bozuyor, elleri titrer
hale gelen zanlıyı, kuruntulara sürüklüyor ve en kötüsü mantık deformasyonuyla,
ekseni harap olan kurban, sürgit sanrılara kapılıyor, kabus benzeri, olmadık
halüsinasyonlar görüyordu.
Bu sendromun dehşet veren belirtilerinden
biri de, kişiyi canına kıyabilecek ya da kaza süsü verilmiş bir ölüme
sürükleyecek kadar, bünyesel bir megalomani gösterebilmesiydi. Belleği
allak bullak eden bakteriyel virüs, saplantıya yol açıyor ve beyni
kemiren viral bir gezenti, ürkütücü bir hayalet gibi, bütün vücudu arşınlayıp
dolaşabiliyordu.
Neler anlatıyor bu adam, çıldırmış mı
demeyin!.. Sonuna geldik, sizin gevezelik dediğiniz, benim gecelerimi bugün
bile kabuslara çeviren, bir tür sendrom adını verdiğim, dehşetengiz öykünün.
Benim düşman kardeşim, ebedi dostum ve bayağı
meşhur ve de mazlum eşini iki yıl önce yitirmiş, şair ve yalnız silahşorumuz,
geçen hafta bugün, benim Ceneviz Sendromu adını verdiğim, insanı Amok
Koşusu türü sanrılara sürükleyen bu illet yüzünden, gece alkol duvarını
aşıp, acılarına son vermek için, ıslak banyonun marleylerinde alay edercesine
yürürken, başını beton duvara çarparak düşüp ölmüş. Nedeni, yalnızlığın tevlit
ettiği kan kaybı denilemez, kendisinin de dediği gibi, ören yerleri, eski
tarihi yapıların yaydığı, melankolik ölüm duygusu aşılayan, bakteriyel virüsler
ve yakalanan kişiyi, ölüm duygusuyla haşır neşir olmaktan bir türlü
uzaklaştıramayan obsesif anomaliler ve de kesinlikle o günlerden sonra bir
çılgınlıkla ölümü arayışında yatıyor.
Herkes başını betona çarptığı için
öldüğünü ileri sürüyor, oysa gerçeği yalnızca ben biliyorum belki de… O
ölümü arzuluyor, sevişircesine ölmek istiyordu. Ölüm onun için romantize
edilebilir bir şeydi…
İşin tuhafı, şimdilerde
bende aynı sendromla baş etmeye çalışıyorum. Eşim de geçenlerde sonsuzluğu
seçti ama kimselere bir şey diyemiyorum, bu tür virüsün ona da bulaştığını
biliyorum. Algı kapıları ölçülere sığmaz bir kadındı yavrucak… Gariptir,
korkudan dışarıya çıkamaz oldum. Arabaların önüne atlar, denize girip saklanmak
ister veya aya doğru koşmaya yeltenirim diye kaygılanıyorum. Bakalım ölümüm
nasıl olacak, kanımca beni elektrik çarpacak, çünkü fişleri prizlere ıslak elle
takar oldum.
Dünyadan sıkıldım, hep
öyleyimdir ama, biricik arkadaşım ve yalnızlığıma destek olup bir ömür saygı
gösteren eşim öbür tarafta, çiçekleri de size bırakıyorum…
Ölümü seviyorum!..
Ne ki gerçekte, taptığımız bir alışkanlık ve eşsiz bir
ayrıcalığı, sonsuz bir mutlanla süsleyerek
kutsamanın, trajik bir yöntemidir bu!..
***
HİÇ
‘Sözcük, hiçlikten yapılmış,
dal boşlukta asılı duruyor, kanat kuşu yok, uçuş, kanadı yok, yörünge, çıplak
odağı imgelerden soyunmuş, ışık, bin bir surat ama yansıtamıyor görünür olanı.
‘Kuzenim Valente bir güz sabahı böyle
söylemişti. Gylippos’un uşağı da ona üstü kapalı sözlerle kiremitlerin
altında daha bir çok baykuşun yatmış
olabileceğini bildirmişti. Lakonialılar gibi az konuşurdu Valente, az konuşana Lakonik derler bilirsiniz.
Euripides’in, Telephos adlı tragedyasındaki ‘Kurnaz olan yalnızca Odysseus
değildir.’ dizesine bayılırdı o. Bu tragedya kayıptır ama, Valente bu dizeden
Homeros’un da aşılabileceği gibi bir umar çıkarırdı kendine. Valente değilse de
Vanina’nın evlenmek istememesinin nedeni ise Sulla’nın yönetimden vazgeçme
nedeninin aynıydı: Romalıları küçümsemek. Sulla elini gözlerine siper yaparak,
katırıyla, tam Appia yolu ayrımında, güneş (in koronasına) tacına bakıp;
‘Napoli prensi hayvanların özel deyimle
mobilyadan sayılamayacağını söylerdi ama düşes, hayvanların mobilyadan
sayılması gerektiğini kanıtladı ve ileride başka bir karar verilinceye dek
bunları kullanması kararlaştırıldı’ dedi. Bu karar şehirde yarasanın uçuşu gibi
hafif bir gürültüye neden olmuşsa da, uygulamada hiç bir değişikliğe yol
açmamıştır. İnsanlık tarihi sözde çok zaman alıp, uygulamada hiç bir yarar
sağlamamış oyalanmalarla doludur. Vanina
siyah sever demek olan melankolik deyimine karşı ‘faust’u, ‘neşeli’
sözcüğünü severdi. Dalgın Valente ise yine aynı sabah; fosforlu gaz
çuvallarının üzerinde, drahmi, avuç içi kadar, Dorian Gray’de, su kabağından
iki çalgı var demişti bana.
Miyaaaaav!..
II
Ne, nedir?.. Yaban bir
güneşte parıldayan İyon gemileri midir, Panoramik Pan yada Peri Perikles mi
dir, Eflak neresidir?. ‘Bayraklar durup dururken tahta saplarından ateş aldı ve
güçlükle söndürüldü, üç karga yavrularını yolun üstüne getirip yedi, artan
parçaları da yuvalarına geri götürdü.
Tapınağın birinde fareler altın armağanları kemirdi, hizmetliler kapanla bir
dişi sıçan tuttular, buda hemen kapanın içinde beş yavru doğuruverdi, ama
bunlardan üçünü yedi. Hepsinden önemlisi duru ve bulutsuz bir günde bir trompet
sesi çınladı, uzun süre (acı acı) öttü,
bu ses o kadar şiddetliydi ki herkesin aklı başından giderek , kartalın
karşısında umarsız duran tarla faresi
gibi büzütüp kalmıştı.
‘Nesnel bak kanser
hücresinin güzel olduğunu kabul edeceksin, sürünerek geziyorsun kırmızı
granüllü Mars toprağı üzerinde, genişleyip patlarken narin sporlar, taç
yaprakları gibi ağlıyorsun. Her cenin erbezlerinden sinyal gelince üretilen
erkek hormonuna batırılmazsa dişi olurdu, çocuğum yok diye üzülme, sırf bunun
için Aziz Augustine ‘Dışkı ve sidiğin arasından doğduk’ diyerek (bu olayı ve)
kendini küçümser (ve) Apolenyen bir kültür yaratmaya çalışırdı. Ama gök
çalkandı, erimiş bakıra döndü, kitap gibi dürüldü, dağlar yürüdü, eriyip toz
oldu, atılmış yün gibi ak oldu. Güneş
dürülüp toplandı, yıldızlar toz olup döküldüler. Atina’nın ilahları ve
sofistler ağlıyordu. İşte ki bunun için
Sulpicius hançerli 3 bin kişi besler ve
her şeye hazır bir genç atlılar topluluğunu çevresinde bulundururdu. “Kente
acısın, Sulla ile anlaşsın diye yalvarmaya gelen toyunları ve Bule üyelerini
okla vurdurarak başından savmıştı. Gene de ölümden kaçamadı geceleyin boynunu
ve yüz kaslarını parçalayan hançeri
tutmak isterken avuçlarının da
dilim dilim olduğunu gördük, böğrünü ve karnını da budaklı bir ağaç
dalıyla oyup, deşmişlerdi Titus, Sulla’yı severdi. Onun bir karısı vardı, her
İyon öğlesinde, her Frigya ikindisinde, çorbayı ölü bir erkek eliyle
karıştırırım derdi. Saçlarından asılan Apşalom
nasıl Davut’un oğlu olup Joab öldürdüyse, bu kadında bir öldürmendi.
Tanrının ruhu suların
üzerinde hareket ediyordu der Tevrat ama, gene de bir ölüler kitabıdır.
Nasıl III. Auguste, (I696-I763 Polonya
ve Saxe elektörüydü) kendini ölümsüz sanıyor ve Yediyıl savaşlarında Saxe’ı ve
onu kaybediyorsak, ölüm yürek atışlarında saklı olup, alnımız (ın şakında)
ortasında yazılıdır. Ölüm törenleri, boynuzlu yılanın boynuzlarıyla işlenmiş
Sardeis taşıyla bezeli koşumlar, yollarda parlak bir maddeden yapılmış pek
süslü arabalarla doludur. Bu arabaları, Endülüs’ün, Tetuan’ın ve Mequinez’in
güzel atlarını geride bırakan iri kırmızı koyunlar çeker. Sarmat kralları
(Avrupa) Transilvanyalı prensler, Kıbrıs kızanları ve Urfa okulu kapanınca
Kuzistan’ın Cundişapur’una sığınan
Nesturiler bile içinde yolculuk eder. Ölüm sofralarında, özlem bitiren, ülkü
yatıştıran, Lombardiya kekliği, Sisam üzümü, Girit geyiği, Ephesos tandırı ve
mersin balığı yumurtası bile vardır
(gerçekten menü budur). Korfulu keşişler, Cizvit eczacıları, İspanyol çeteler,
Peru’dan getirilen ötücü kuşlar, İsa’dan yüzyıl önce Suevlerin reisi olan
Ariovis’te, insan kemiğinden yapılmış flüt eşliğinde konukluk ederler. Sarı
şallı, durgun görünüşlü Tunuslular ve bu dünyalı herkes Chopen’in üzgünlükleri
eşliğinde Ben-i Ahmer’in Guadalkivir’i
gibi sessizce kederlenir ve gözyaşı dökerler. Bizler ölüyüz. Cennet ve cehennem
dünyadır. Dünyadan gidenlere çılgınca gözyaşı döküşümüz, kahrolası bir ölü
olduğumuzu anımsadığımız ve anladığımız için ölümümüze ve gidenin artık: ‘Gerçel anlamda yaşayacak oluşuna’
duyulan bir imreniş ve bir çıldırtı hummasıdır.
...
Övgüler sana gecenin ruhu,
övgüler sana karanlığın tini
Ravendi’nin ölümü 9I0,
İhvanü’s Safa toz oldu gitti.
Mööööö...
III
Herşena kalesindeki
mezarlarından aşağılardaki kenti izleyen krallar, güneş tutulunca Küsuf
tapınmasına durdu ve sakin biçimde Gustav Holst’un Gezegenler Suiti’ni
dinlediler. Semiz Ukrayna beygiri besleyip, Litvanya köpeğine binerek yaşlı doğan ve çocuk olarak ölenlerin yurduna
varmak için yola çıktıklarında; güneş ışığının demeti içinde titreyip duran
kelebek, çölde oturup her şeyi bilen kendisi de dünyayla yaşıt Sfenks, iri
yayvan yaprakların üzerinde yüzerek her zaman kelebeklerle savaşan Yecüc
Mecücler, altın tüylerle kaplı, buz hakanının ülkesiyle karşılaştılar. Durgun
yaz havalarında papazın bahçesindeki bostan kuyusunun başında, yığılı ekinlere
buğu getirir diye inek ahırında bile yatamadan kışı geçirdiler. Tolgasının
üzerinde kanatlı bir aslan kabartması olan defne yüzüklü vandalla
karşılaştıklarındaysa, hanın köşesinde
yanık kilden yeşil küpler dizili ve ortadaki vazoda mor haşhaş çiçekleri
vardı. Sayısız küflü ekmek yiyerek, fincanlarla acı su içiyor, göz bebekleri
deliğinden kızıl kor gibi parlıyordu.
Kaçarken çalılar dikenler çarpıyor, ısırganlar dağlıyor, deve dikenleri
baldırlarına batıyor ve amber gözleriyle, devasa kenelere benzeyen jelatinden
tankerlere binerek, yıldız yurtlarının içinde, teke şarkıları (teke kılığına
girenlerin şarkısını-tragedya) söyleye, söyleye yol alıyordu.
Gıdaak!..
IV
Yemen valisi Ebrehe, San’a
kentinde yaptırdığı kiliseye, Kinane kabilesinden bir Arap’ın yaptığı hakaretin
öcünü almak için 570’de (peygamberin doğum yılı) Mekke’ye bir sefer düzenledi.
Köpek yıldızının büyük çocuğu insanın ölümlü bir bedenden başka yitirecek nesi
var ki diye kendine kıydı. Lübnan dağındaki kule gibi düzgün burnuyla Arap
denizindeki incileri saklayan mercan,
Seylan tarçını dudaklar... Diyesim: “la
consolation des arts” -sanatın avutması- bütün bunlar.
Sadık, Belzora’dayken Merih
dinini araştırdı, Sadık’a batan güneşin denize dalmadığını bildiklerini
söylediler. Ölülerin ağızlarına pembe inci koyan Zigangular (Japonlar) gibi
soluk kırmızı incili sofradaki Keldani ant içerek Tanrı Teutas ve meşe
yaprağından başka konuşmaya değer konu olmadığını söyledi. Tidor ve Delhi
baharatları gibi koku yayan saçları vardı.
İşte diyorum, asmalı
kahveden bir insan gelip geçiyor, ne değeri biliniyor, ne bir vahiy iniyor, ne
dünyanın haberi var, ne bir yaprak kımıldıyor. Yaklaşırsanız çok çekingen,
sanki her şeyi sessizlikle yönlendirebilen bir yalvaç, suskunlukla yaşamış bu
ahali. Kendilerini sessizliğin tadına bırakmışlar.
Vraaaak!..
V
Anadolu’nun limanları,
körfezleri, iklimi, sınırları, ayazmaları, kiliseleri, panayırları,
mandıraları, kantaronları (kentauros) fesleğenleri, lahanaları, Yunancadır.
Arabistan geyiğinin
yüreğindeki panzehir taşı vebayı iyi ederdi, ay taşı ay ışığında büyüyüp
küçülür, meloceus hırsızları bulur, üçgenin iç açıları toplamı yatay bir
düzlemi işaret eder. Şeytan taşı cinleri püskürtür, akik öfke yatıştırır, yakut
uyku getirir, zebercet ayın rengini soldurur. Vaktiyle çölün ortasında
unutulmuş bir kum tanesi yazgısından yakınırdı, yıllar sonra elmas olmuş, şimdi
Hint hükümdarının tacını süslüyor.
Şşşşşt! şşşt! şşt!
VI
Herkesin bildiği ve büyük
Zind kitabında yazıldığı gibi insan ayrılmak için birleşir. Kirpiklerin
büyücüsüyle Memfis’e gittiler, büyük hekim Hermes, ‘Sol göz yaralarını
iyileştirmek olanaksızdır’ derdi. Bantu dillerinden biriyle konuşuyordu. Sur
kumaşı kırmızısı gibi soyu tükenen kaplan sonsuz evrenin hiç bir yerinde,
sonsuz zamanın hiç bir anında, bir daha var olamayacağı için son bir kez içini çeker , yıldızlara bakar ve
sahranın ortasındaki granitten ceylanı düşlerdi. Çekiç başlı köpek balığı
durdu, Anka kuşu avlamayı yasaklayan bir zerdüşte bakarak, tavşanlar toynak
ayaklı olup, sineklerin kondukları eti çürüttüğü, iyilik için fırsat çıkar mı,
kötülük içinse her an çıkar, bir suçsuzu cezalandıracağına, bir suçluyu salıver
diyerek bana baktı. Horeb çölünde bir Tuareg demişti ki, Aşkı güzelleştiren
onun yitirilişidir. Irmağın sisi gibi uçuk, sabahın ayağı gibi soluk, ak
gecenin kanadı gibi sönümlüdür aşk. Kız makaraya mavi bir ipek sarıyor, sarı
kedisi de ayaklarının dibinde yatıyordu, yüzü melek yüzü gibiydi. Avcının
tuzağına düşmüş bir faun gibi inliyordu. Ağaç şeytanlarının keçi çobanlarına
lavtalarıyla büyülü ezgiler çalışı gibi ağlıyordu. Bu ara (şimdi) yaban
eşeklerine binmiş üç Arap peydah oldu, havadan uça uça bir kadın geldi, akbaba
iskeleti uçar mı uçar, Afganlıların kurban ettiği kara öküz gibi. Rus prensi
Finlandiya’dan altı Ren geyiğinin çektiği bir kızakla gelmişti. Kızak kocaman
altın kuğu kuşu biçimindeydi, kanatlarının arasında da prensesin kendisi vardı.
Uzaklarda, kar sarayında otururdu, kara
haşhaş çiçeği, Adonis’in çehresi, Hadrian’ın Bithynialı kölesinin sıcak
dudakları gibi alışkanlık yaratırdı.
Annenin kutsal gölgesi
altında yaşama karşı duyulan eziklik gibi, kente dokuz kapıdan girilirdi, her
kapıda dağdan bedeviler indikçe kişneyen tunçtan bir at vardı. Kulelerde eli
yaylı okçular durur, gün doğarken okuyla bir gonga vurur, gün batarken de
boynuzdan bir boru çalardı. Solgun çehresiyle bir çerkez bana bakıp gülüyor.
Saray yolunda yaşlıca olan bir kez daha bana bakıp korkunç korkunç gülümsedi,
dehlizin ortasında Hakan ağza alınmayacak bir söz söyledi, granit bir kapı
ardına kadar açıldı, gözleri kamaşmasın diye elleriyle gözlerini kapadı, bir
sirke küpünün yanında bir çocuk gördü, ayakları Havva kızlarının ayaklarından
daha güzeldi (bir kardeşi vardı), genç bir bahadır palayı üstüme indirdi, çelik
içimden vızz diye geçti ama bana hiç bir şey yapmadı. Hakan silahlıktan bir
mızrak çekip üstüme attı, daha havadayken kapıp iki parça ettim, beni okla
vurmaya kalkıştı, ellerimi kaldırdım, ok havada yarı yolda kalakaldı, sonra
Nubyeli bu utanılası olayı başka bir yerde söyler diye beyaz deri kemerinden
bir hançer çıkarıp boynunu vurdu, adam ezilmiş yılan gibi kıvrandı,
dudaklarından kızıl bir köpük geldi. Melek yani Haberci demek olan İncil tam
ortamıza indi.
Huuu!. (Aiai!..).
VII
Dinyeper ırmağının oralarda
mekan yitince zamanında yittiği bir kuyu vardır, astroloji Batlamyus devrinin
bilimsel dini idi, Stanpoli zehrinde yaşıyorum diyen ve üzerine Dakka tülleri
ile Şam ipeklisinden fistan giyerek şan dersleri alıp Kalyoncu Kulluk sokakta
yürüyen güneş apsisler hattından geçerken aya en yakın ve uzak olan bu
noktalarda, göklere yükselen bu kutsal süngüler şehrengizi İstanbul diye
haykıran su sülükleri vardı. Arabistan geyiğinin yüreğindeki minicik ak taş
vebayı iyi eder, gökyüzünün kaygan salyası uzaklarda yüzerken, yıllarca kendi
kabuğunda kozasını örerdi. Patrona Halil hamamının ilerisi Süleymaniye dedi.
Kutsal gölgenin hafif Kafkaesk, birazda melankolisi altında başlayıp, içsel
akışlarla süren roman sonunda bir hiçlikle karşı karşıya bırakıyor sizi,
annenin kutsal gölgesi altında yaşama karşı duyulan ezikliğin dile getirildiği
trajik roman, ana rahmine dönüş özlemi gibi, ‘Bekle anneciğim geliyorum’ demek
istercesine, ‘Yakında, anne, yakında’ sözleriyle bitiyor. Ölmüş annenin
ardından, ölüme duyulan özlem tam bir karayoru, yaşama karşı yaşamı hiçe sayan
bir iç çığlık olarak alçakgönüllü bir aforizma. Bekle geliyorum anne! Ölüm sen
bir hiçsin! Çünkü yaşam bir hiç! Hiçliği hiçlikle yanıtlayan bir betik. 145
sayfa ve bir hiç. Bu muydu diyeceksiniz? Yaşamın hayhuyu ve denetsiz akışı
içinde, zamanın sizi yaşadığı yaşama karşı gerçek anlamda hiçlik duygusu
uyandırıp, bunu gerçek anlamda algılamamıza yol açabilecek bir betik bulsaydım
‘Kutsal kitap’ gibi ona sarılırdım. Çünkü görmek için anlamak gerekir. Çünkü
gerçek anlamda bir hiçlik duygusunu kavrayabiliyor yada yaşayabiliyor,
algılayabiliyor olsaydık, yaşam böyle olmazdı. Tarihte ölümün yüceltilmesinden
çok daha başka bir şey olurdu.
Guguuk guk!
VIII
Sürülerini mağaradan
mağaraya sürüp küçük buzağılarını omuzlarında taşıyan deniz ahalisini Girit
karidesiyle besleyerek, yıldız denizinden gelip, kanatlarından buzlar sarkan
balinalarla çoğaltır, gemilerin omurgalarında dünyayı dolaşan şeytan
minarelerini, uçurumların dibinde yaşayan kapkara uzun kollarını açıp
istedikleri zaman geceyi getiren mürekkep balıklarının yelkeni ipekten, güneş
gözü taşından oyma kalyonlardan, arp çalarak deniz canavarlarını uyutan
denizcilerden, kaypak domuz balığının sırtında dünyayı dolaşan çocuklardan,
kıvrık dişli deniz aslanları, uzun yeleli deniz küheylanları, keyifleri yerinde
keçi ayaklı şen faunlar, kızıl altından lirleriyle deniz kızları, öyle ki yaban
baldıranı yiyenler, kara kurbağa etinden çorba karıştıranlar, mavi bir kuş
yuvasından çığlıkla kalkıp kum dalgaları üzerinde taklalarla dönüp dururken,
iki benekli kuş karşılıklı ortaya çıkıp göğüs göğüse vuruşarak ıslık çaldı,
önüne çıkan kara bir köpeği söğüt dalıyla kovaladı, keçinin boynuzu üzerine yemin etti, çiğ kömürde mine
çiçeği yakıp dumanının dolambaçlarını göz süzerek içine çekti, sarı kükürt
tüylü garip bir kuş öttü, aşağıda deniz gümüş bir kalkan gibi uzanıyordu, koyda balık kayıklarının gölgesi
kıpırdıyordu, (aşağıda), gece yarısı yarasalar gibi uçarak cadılar geldi, bir
kuş kanadını değdirip suyu güldürdü, yüzü erguvan ağacının çiçeği gibi kül
kesildi, sesi kısık ve bir flüt sesi gibiydi, bir mağaradan üç çakal çıkıp
arkalarından dehledi. Tatarların ülkesinden ayı sevenler ülkesine geçtik, ulu
göğün altında aya uluyan mağaraların pullu ejderleri uyuyordu, ağaçların
kovuklarından ve hendeklerden geçerken Yecüc Mecücler ok atıyordu, geceleyin
yaban adamları davul çalıyordu. Rahibe, bana tanrıyı göster yoksa seni
öldürürüm diye bağırıp elini yakaladım, birden eli kupkuru kesildi, üstünde
sıvama tavus gözü işli sırmalı bir giysi vardı, zıplayınca kırmızı pabuçlarının
tabanı göründü, derken dörtnala koşan bir atın nal sesleriyle çınladı ortalık,
ama ortalıkta at görünmüyordu, insanların vücudun gölgesi dediği şey tinin
gövdesidir dedi. Köylerde oturanlar kuyuları zehirleyip dağ tepelerine
kaçtılar. Magadealarla, ölülerini ağaç tepelerine gömen tanrıları güneşten
korkup karanlıkta hüküm süren Aurantelerle, attan hızlı koşan at bacaklı
Sibanlarla dövüştük. Bir taşın altından boynuzlu bir kara yılan çıkarıp kendimi
sokturdum, bir şey olmadığını görünce korktular. Geceleyin İllel’e geldik, ay
akrep burcuna girmiş ve ortalıkta, bulanık sıkıcı bir hava başlıyordu artık.
Haav! Hav! Hav!..
IX
Tekne kazıntısı olmam
sıfatıyla hep hor görülmüşsem de büyüdüğümde
kır serdarı olarak herkesin imrendiği bir yaşam sürmüşümdür. Ama kırklı
yaşlarda hizmetten azat edilince, sıkıntıdan balık beslemeye başladım, iki
küçük balık, iki ayrı kavanoz içinde, aylarca iyi baktım, öylece yaşadılar, bir
gün kavanozlarındaki suda bol oksijen olsun diye onları kurnanın altına tuttum,
basınçla dalgalanıp aşağı yukarı çıkıyorlardı, hoşlanacaklarını sandım. Sabaha
ikisi de sersemleyip yorgunluktan öldüler. Kulakçıklarından kan sızıyordu.
Sonra anımsadım, katil balinalar, küçük balıkları, ringa sürülerini, bir araya
toplayıp kuyruklarıyla denizi döverek onları önce sersemletiyor sonrada yem
yapıyorlardı. Benim kurnalardan kavanozlara basınçlı su sıkmam, balinanın
oyununa yani aynı sonuca yol açmıştı. Sonuç olarak: Ben bir katil balinayım.
Tüit tüit!
X
‘Nuh efsanesi bir tahta
kurdunun bakış açısından anlatılacak olursa ortaya nasıl bir yorum çıkar.’
Katil balina, bir deniz canavarı, dalgıcın Şah Firuz’a getirdiği inciye
aşıkmış, hırsızı öldürmüş, inciyi yitirdiği içinde yedi ay yasını tutmuş.
Hunlar kuyuda tuzağa düşürdükleri zaman, şah, inciyi fırlatıp atmış. Bu öyküyü
Prokopius anlatır. (Prokopius’un
yaşadığı gezegenle ve halkla arasında sudan bir gölge duvarı (varmış,)
perdelermiş, duman parabollerinin içinde kuş ve kuşku içinde yaşarmış, karşı
elektron yüklenerek ağırlığı sıfıra indirilmiş tayy-i mekanlarda görünürmüş,
hasılı öyle yada böyle -söylentiye göre- bu Bizanslı epeyce bir hikmet
sahibiymiş ) İmparator Anastasius bulana 500 kental altın vereceğini
bildirmişse de inci bir daha bulunamamış. Lehistan kralı Sobieski’nin hükümdar
yatağı, üzerine tellerle, firuzelerle Kuran’dan ayetler işlenmiş İzmir
ipeklisindendi. Bu yatak Viyana önlerinde Türklerden alınmıştı, daha doğrusu elektron
yuvası gibi Osmanlıdan çalınmıştı! Cibinlik kubbesinin titreyen yıldızlarının
altında eskiden Muhammet’in sancağı dururmuş. Hayfa müslinleri, Dakka
tülleriyle dokunmuş aralıkları varmış. Rodos kamışları, Knidos sazları gibi
ince uzun leventlere çok yakışırmış. Tiberius’un çevresinde cüceler, tavuslar
övünerek gezinirler, sirenler zil çalar, patikalardan havalanan, ipek siyahı
kuşlar-gürültücü kuzgun sürüleri havayı çınlatırken, tepelerin kavalcısı
kolcunun kırbaç atmasına öykünür ve: Sabırlı altın el, ‘Çıt yok koskoca ovada/
Yapayalnız üzümler tütünler’ dermiş (*).
Nalları gümüşten atları
vardıysa da, VI. Charles’e bir cüzzamlı
deli olacağını söylemişti, öylede oldu, aşk, ölüm, delilik, resimleri
bulunan Arap kartları gösterilince yatışıyordu. Güneş Kova burcundayken, Kova
çağında, Kosova sorunu vardı. Güneş tutulumuna, Vietnam’da kurbağa, Paraguay’da
jaguar, İskandinavya’da bir çift kurtun neden olduğuna inanılır. Yahudiye kralı
Hirodes zamanında Abiya takımından kahin Zekeriya’nın karısı Elizabet, Harun
kızlarındandı. Dionizos, hayır Lysandros çocukları aşık kemikleriyle, büyükleri
de antlarla aldatmalı derdi. Ey Lysandros, gürültülü Hoplites’ten ve arkadan
gelen toprağın oğlu kırmızı yılandan uzak durun buyurur. Kyros’un öldüğü
Kunaksa savaşında. Yenilgiyi kışlağından kaçan sarı kanatlı bir ejderha
ulaştırmıştı, çatılmış kalkanların sükünet dolu adasına, denizi turkuazdır.
Çınıltısından su perileri kulaklarını balmumuyla tıkarlar. Ama bu garip
gezegende dolaşırken, bir kum çölü gibi görünüyordu ortalık, gündüz bitip güneş
batınca da gecenin denizlerine dönüyor çöl, birden okyanus olup ortalık balıkla
doluyordu, en yakın yıldız (tarık) görünür görünmez yine çöle dönüyor ve güneş
batınca yine deniz çıkıyordu ortaya, orada bir yeraltı kemerinin gölgesinde
suları sürenlerin türküsünü dinlemiştik.
Şarkı, bu topraklarda herkes savaştı ve öldü, ölenlerin Allahları ve
topraklarından başka ortak hiç bir yanları yoktu diyordu. Şarkıcının üzerinde
balina kemiğinden bir etek, altında da çelik bir korse vardı. Zamanın modasıydı
ve canlıya da benzemiyordu ama hareket edip ses çıkarabiliyordu.
ŞİİR
Ejderha
(alabalıkla çiftleşmiş
fil doğuruyor.)
Bu bir şiirdi.
Heey!
XI
Işık
olsun ki Larende ve Gördes gibi avlaklarda, sekbanlar, samsuncu ve zağarcılarla
birlikte ceman
7000
kişi ava çıkardık. Padişahımız, ‘Kadın doğurur, erkek öldürür.’ der ve hiç bir
zaman dişi faun avlamazdı. Bir gün
Tavşanlı korusunda dolaşırken, yaban leylakları üzerinde, sanki fil kulağı,
sanki lahana yaprağı cesametinde mor bir kelebek yakaladık, kelebeğin atmaca
güvesi kanatlarında, Hering yanılsamasına benzer, baykuş gözü gibi iki göz
vardı, öylesine ürkünçtü ki, kelebeğe
Elenlerin kinci, hırçın ve fesat tanrıça, uğru ve uğursuz kraliçe,
kıskanç Hera’nın adını verdik. Av
esnasında öyle açılırdık ki, kimi zaman Midilli önlerine bile düştüğümüzün
ayrımına varmaz, açıkta balinalarla,
deniz
kırlangıçlarının sevişmesine tanık olur, sekban başı coşkuya kapılıp, gayetle
ve gayretle havaya güvercinler,
tavuslar, tellim sülünler salar yer gök tören şenliğine döner, bin bir renkle
bezenir, hava kanatlar ve kuyrukların feykleri, dönüş ve taklalarıyla bir hareket ve renk cümbüşüne, coşkulu, usa
sığmaz konfetilerle dolu bir irem bahçesine dönerdi. Avlaklarda neler
bulunmazdı ki, çiftleşen erkeğini yiyen, serçe avlar örümcekler, kurbanını
zehirleyen gürz bedenli böcekler, el büyüklüğünde, kuş kanatlı kelebekler, hayaleti andıran yusufcuk, ölü
taklidi yapan çekirgeler, sayısız balıkçıllar, keşiş kuşları, kaşıkçılar...
Padişah,
denize kaşalot gölü, lagünlere, dalyanlara, levrek yurdu derdi. Ava eski
Bizanstan ve sisler ülkesi Trabizes’in
Pontus’undan kimi reaya ve keşişlerinde
katıldığı olurdu. Konaklar terk edilip yaylaklara çıkıldığı zaman,
yollarda kimi haseki ağası, dalkavuk
veya cin fikirli maskaralar padişaha hoş görünmek için, pislikte oturur
Eyüp’ten kıssalar, Sezar ordularının yolunu değiştiren Kaledonyalılarla ilgili
gülünçlük ve tuhaflıklarla dolu anekdotlar, bin bir gece öyküleri anlatır,
Homeros’ dan ağıtlar, kör ozan
Tamiris’ten (tilmizi) orfeler, epopeler okunurdu. Lundenburgh’dan,
Romeburgh’a kimi atla, kimi
kalyonla, kimi yayan yapıldak giden ve
yolculuğu Tsargorad’da biten bir gezginin başından geçenler ve Apeninli
Dante’den dizeler, ölüler ülkesi Ellis ovasına gittiğini savlayıp padişaha us
dışı ‘Gehenna Öyküleri’ anlatan hünerli bir prens, düşünde kovaladığı tavşana
havlayan tazıya ilişkin av masalları, sandal ağacıyla ırmağı geçip
Atahualpalıların yanına varan, Akheron’da
inançsızların ölüleri su yüzüne vurdu deyip dilbazlığıyla ilgi çeken bir
serüvenci, avlanmaya giden erkekler ne avlayacaklarını mana duvarına yumuşak
bir taşla çiziyor ve resmi çizilen hayvan taşın içinden (canlanarak) çıkıp hepsine saldırıyordu diyen
bir fabl ustası ve güneyden gelme bir dengbej
hepsi hepsi vardı doğrusu av sırasında...
Cehennemde
yalnız Sarpens ve Lacerda adlı gök cisimleri parlıyordu derler ama burada
da Erendiz ve Sekendizler parlardı hep. Adı söylenmemiş
Yusuf ve onun kuyusu kadar derin bakar zebaninin bekçilik yaptığı ormanlarda avlanırdık.
O ve bütün alem güzeldi doğrusu.
Saksonyalı askerler Dankirk’e çıkarken bellerine kadar suya
gömülmüşlerdi, şimdi cesetleri de öyleymiş. Bizde atlarla yarı belimize kadar
bataklıklara girer, sazlıklarda kaybolur, sazan göllerinde gün ikindiye vurduğu
zaman uzun gölgelerimizle dağlara vuran
heyulalar olurduk. Deliktaşlı Ruhsati, Hayali, Kul Mehmet, Bağdatlı
Ruhi, pişmanlık ve hata dolu yaşamından dolayı Hatayi
mahlasını seçen Şah İsmail’de
bizimle olur, neşe verip, şenlikli varsağılar, methiyeler, av kasideleri okur,
patırtılar arasında kahkaha çiçekleri gibi açılıp saçılıp-bağırıp çağırarak,
gürlenir, mutlanla dolardık. Bir de
Knidos’ta evinin damından yıllar
boyu Kanopos yıldızını gözetleyen Eudoxos vardı
avcı kullar arasında. Kraliçe Elizabeth’in Sultan III: Mehmet’e armağan olarak sunduğu
orgu, I699, 25 eylülünden beri çalan bir
ticani vardı, gökte Fomalhaut’la, Güney Balığı’nın oralarda bir yerde oturur bize
seslenirdi. Yalnız avlanmakla kalmaz, şifalı otlar, acımıklar, aylandız, şerbetçi
otu, karamuk ve yemlikler toplayan kimi hekim ve meczuplarda bize katılırdı.
Uzak eyaletlerden bir sayrı, ender bulunur ve yalnızca Gediz’de yetişir terafik otunu yiyerek akıl baliğ olmuştu,
gene bergamot otu yiyen bir sametin dili çözülmüş, lavanta koklayıp, önermeyle
sedir ağacının dibinde sabahlayan av
katarından bir mefluçda şifa bulmuş, hatta ağır aksak yürür değil koşar
olmuştu. Bu adam öyle ki 17 yıl boyunca atla gezdirilmiş ve ama iyileşince
ömründe bir daha binit üzerine çıkmadığı söylenmişti. Apolyont gölünün
oralarda Afrika’dan gelme tropik
çiçeklerle dolu bir Habeş bahçesi vardı, kimi dermansızların eczasıyla,
sarilerin sağaltımı buradan temin edilirdi. Avda hepsi işlentili 4000 havlu,
1100 yorgan, 800 çadır, 600 güğüm ve daha sayısız zerzevat katırların sırtında
bizlerle yolculuk ederdi. Sonra bulut gibi sinsi yaklaşır Hilal-i Ahmer’e
benzer bir cisim gökte belirdiğinde av
ancak biter ve cem yolcu yurtluğuna dönerdi.
Semipalatinsk, Astrahan, Novaya Zemlya’da acaip ışıklarla dolu nükleid
zindanlardan hayırsız haberler gelip ahval düzelinceye dek; avın ikizi için
dahi 4 yıl beklendiği olurdu. Avlara
ışık ve ark dokunağı gibi atılan oklar
öyle parlardı ki; ah, ah, diller nasıl anlatır...
Ama
her şey ve her şey, o padişahlar, o avcılar, avlaklar, o yaratıklar, halayıklar
hepsi bir gün geldi, yok oldu gitti ve her şey, her şey bitti. Her bir şey
sisler arasında eriyip tükendi...
Ölenler için, o incecik bedenler zamanla
bir siluete, o sıska siluetler, bir hayalete, o zarif hayaletse, gökyüzünü
kaplayan bulutlara karışıp, silinip yok olmakta derler .. Platon’un ruhu,
Afrodit’in bedeni, sonsuza dek Hellas’ın güzel gözlerine çekildi, baykuşla,
cırcır böceği, kertenkele ve fare yedi dostlarım.
Zaman var, ölüm de var dedi.
Kuzguni ve güneş başlı yılan, kapılara üç kez vuran ve eşiklere
gölge düşüren zamandır... Ve
zaman, sırtlan tüyü mezarlarda sessiz
gülüş, sönmüş kor, kör kar
ve ‘son iç çekiş köyüdür’ artık .
İşte o köyden bir şarkı:
‘Esirgeyen, bağışlayan,
rabbimin adıyla...’
...
Hepimiz buradayız-
Yeryüzündeki sıcak ve canlı
herkes,
soğuk olanlar şimdiden yerin
karnının altına
saklanmışlar-
mutluluk avcıları, acının
kaçakları,
kaprisli melekler kristal
bir an bağışlamış onlara,
bizi birden şaşırtan bir
okşayış-
birbirine sarılmalar,
kucaklaşmalar,
aşkın aşka akışı.
Ve birbirimize bakıyoruz,
her yüz tek ve benzersiz,
birbirimize dokunuyoruz
parmakların şaşkınlığı ve
bilgeliğiyle;
yelkenleri indiren
gülümseyişlerimizle
düzgün ve barışçı
dişlerimizi
gösteriyoruz birbirimize
heyecanlı, sıcak, çekingen
dokunuşlarımızla
(çünkü başka türlüsü her
zaman dayanılır gibi
olmayan
ve karşındakinin gözlerinin
aynasında
yanıtı pek belli olmayan bir
bilmecedir).
Ve sevgi-
evrende esen o sıcak soluk
eritiyor gergin tenimizi,
çekip çıkarıyor derinlere
gömülü göz yaşlarımızı-
bir şey seyrediyor
içimizdeki bir yarıktan,
orada her zaman gören
bir şey
acıyor bizim insan
oluşumuza,
acıyor uçmayı özleyen
zavallı kürek
kemiklerimize.(1)
...
Ingaaa! Ingaaa!
(1) (Okşayış-Şiir) Agi
Mishol, 1947 Macaristan
Çeviri; Cevat Çapan
SON
***
HABERCİ
Kralın haberini bekliyoruz
Haberci kraldan ayrılmak üzere.
Kralın haberini bekliyoruz
Haberci koridorlarda.
Kralın haberini bekliyoruz
Haberci sur dışında.
Kralın haberini bekliyoruz
Haberci kırlarda.
Kralın haberini bekliyoruz
Haberci kente girmek üzere.
Kralın haberini bekliyoruz
Haberci geldi diyorlar.
Kralın haberini bekliyoruz
Haberci geldi diyorlar.
Kralın haberini bekliyoruz...
***
KALEMAKELAME
Kutlu öğlede kumruların öttüğü
bir saatti. Silgi adam yağan yağmurdan korunmak ve sıkıntısını dağıtmak için,
sundurmanın altına girdi. Yağmur suyunun avlu içinde oluşturduğu küçük
dereciklere bakıyordu, uzaktan suyun içinde, kıvrıla kıvrana bir balık geldi ve
ilerde çöp birikintilerinin arasında durdu. Sonrada suyun ağzını kapatarak
oradaki göletin büyüyüp taşmasına ve hep birlikte aşağılara doğru
uçmalarına yol açtı.
Adam gözünü karşıya, köyün öte
mahallelerine dikti, sis öbekleriyle dolu mezarlığın içinden hayaletler
yükseliyor gibiydi ve yağmurun tuhaf sessizliğiyle ürpererek, loş avlunun garip
hareketsizliğine dikkatle baktı. Birden
korkunun verdiği cesaretle, su birikintilerinin üzerinden atlaya zıplaya
kahve yönüne doğru koşmaya başladı. Yağmurun altında, alacalı günde, tıpkı
kendisine benzer birinin, ters yönde koşuşturduğunu gördü, merakla geriye döndü
ama adam rüzgarda savrulan dut ağacının dibinden sokak içine dönerek gözden
kayboldu, gizli bir utançla kendisinin tıpatıp bir eşi olabileceği düşüncesinin
olanaksızlığı ve gülünçlüğüyle kalakaldı, ama biliyordu ki yeri geldiğinde,
aynı sanrıyı kendisinin de duyumsadığını söyleyecek pek çok insan tanır
bilirdi, kirpiklerinden süzülen yağmur suyunu eliyle sildi ve delice gözlerle
yağmurdan kaçanları, at üstünde hızla geçen köylüleri izleyerek kahvenin
önündeki taş oturaklardan birinde düşüncelere daldı. Ovayı gözleyerek, doğanın
göksel incisi yağmuru tanımaya, anlamaya çalıştı. Uzaklarda, göklerin içinde
kaşalot biçeminde kara bir bulut, diğer bulutların süratle üzerine doğru
gelerek bir bir yutuyordu. Aynı denizlerdeki gibi diye düşündü, kitaplar
denizler tanrısının o olduğunu yazıyordu, gökte de kaşalot biçemindeki bulut
diğerlerini silip süpürüyordu. Şimdi o taraftan korkunç gök gürültüleri ve kara
şimşeklerle dolu görünmez bir dev yaklaşıyor ve silgi adam doğanın bu görkemli
karabasanında, yaşadığı dünyanın bir hiç, kendisinin de hiç içinde bir hiç
olduğu sezisine kapılıyordu. Yağmur delice şiddetini artırmıştı, birden yanında kara kepenekli birinin ‘Mehdi geliyor!’ diye,
hınçla bağırdığını duydu. Bu adam köyün,
us sayrısı çobanıydı.
Kararan havada, çok uzaklarda
buz yarıklarının içinden, sanki yapay sığırcıklar, göz alıcı büyüklükte siyah
kelebekler havalanıyordu, çakan şimşekle ova bir an cam yeşili bir çöl
görünümüne büründü, şırıltılı çamurun içinden Polovec dansı yapar gibi şaşkın
bir kurbağa hoplaya zıplaya aşağılara doğru kayıp gitti. Yıldırım yuvalarından
elektrik çakıyor, bulut dumanıyla ilerleyen hava gemileri ortalığı kaplıyor,
uzak dağların kıstaklarında, sisler içinde sanki Berzah alemlerinin, Zümmani ve
Rabbani kapıları açılıp kapanıyordu.
Silgi adam, köy imamının, bir
zaman önce, yalnızca kalplerin gördüğü tayy-i mekanlardan söz ettiğini
anımsayarak, ötelerde ovanın ortasında gölge yapan su duvarlarını köyün
çobanının da algılamış olabileceği sanısıyla, sormak istedi, ama fısıltıyla;
doruktaki inci yuvaları, is yurtları, yedi kardeşler, kurşun beygirler,
mersiyeler, ökse otundaki (Macar üzümü...) üçgenler, Venüs koruları, doğuran
yarasalar, arı ve iris dendiğini duydu, yanında kimseler yoktu ama,
kulağına imamın sesine benzer seslerle
garip şeyler fısıldanıyordu. Vaktiyle köyün destancıları Fegiye Teyran ve
Meleye Cizire’nin şimdi yaşadıklarına benzer bir meseli anlatıp durduklarını
düşündü ve aslında yaşadığı aralığın, alemin hangi zaman dilimini karşıladığını
merak etmeye başladı.
Mahallenin arka sokağına
dolanıp, boş bir avludan geçerek, köyün en sağlam binasının bulunduğu arsanın
içinden ahaliyi sömüren, dolandırıcı tüccar Kifilis’in ışığının yanıp
yanmadığını anlamak istedi, bilmediği sözcükler mırıldanıyor, dua, vali,
kaymakam gibi şeyler söylüyordu, (aslında) yağmur başlayalıdan beri başka bir
düşünsel boyuta geçtiğini düşünüyordu, saçmalığına güldü ve Kifilis’in
ışıklarının yandığını görünce sessizce eve süzüldü, içinde bir adam öldürme
arzusu belirdiğini görerek kendine gelmeye çalıştı, yaşlı bir kadın sürünerek
yanından geçti, durumundan şüphe edip, bir umar amacıyla, ateşlenince
çocukluğundan beri kullandığı tek ilaç olan bir kinin yuvarladı, saçak altında
bekleyenleri çift görünce ilacın etkisinin başladığını anladı, yerde
Kifilis’in düşürdüğü bir senet buldu ve senetteki imzanın
kendisinin olduğunu dehşetle gördü, yağmur suyuyla mürekkep bütün kağıda
dağılmıştı.
Kifilis içerde maymuncukla
oynuyordu, boynunda bir mercan kolye vardı. Azrail, Kifilis’e yaklaşıyordu,
köyde leylak ve zambakları olan tek adam buydu, puslu camdan dikkatle baktı,
biri mendille elini siliyordu, diğeri bir mektup uzatıyor, yaşam, şiir, zümrüt
gibi sözler ediyordu. Ortada bir meclis
vardı ve şiiri okuyanında kız kardeşi
olduğunu görüyordu, soluğunu güçlükle tutarak kapıya yaklaştı, cebinden
bir makas çıkardı, öldürüm bir sanat yapıtı gibi olmalı diye düşündü ve ölüm
anını bir resim gibi tasarladı, şemsiye varmış gibi elini kaldırıp indirdi,
zaman akıyordu, yıl , ay, hafta , gün, saat, dakika, saniye, salise ve o an,
Kifilis’in zamanın dışına düştüğü, başka bir ölçüye tutsak olduğu, vatan
değiştirdiği, ders aldığı, yaşamının fitilini ateşlediği o an...
Şey dedi silgi adam, ‘Oluyor
mu?’ ayağı dışarıda kalmış buz gibi havada kötü rüyalar, kabuslar görmüştü ve
Kifilis elinden kör makası alıp tam bacağına saplayacakken uyanmıştı.
Çocuk okula gidecekti ve beyaz
yaprakları olan kırmızı bir defter, kalem, üzerinde portre olan kalınca bir
kitap istiyordu. Kahvaltıda nane çayı içti, zeytin yemeye çalışarak ayağa
kalktı ve çocuğu okula götürmek üzere kapıdan çıktı. Arapça ve Farsça bilen
silgi adam, hiç yorulmadan uzun yokuşu çıkıp okula giderek öğretmene okul
binasının ve şu andaki varlıklarının gerçek olup olmadığını sordu. Öğretmen tek
bedende pek çok hayat yaşanabilir sen bunu özlüyorsun dedi.
(2)
Öğretmeni hem dinledi hem de
her dediğinin doğru sayılamayacağını düşünerek ceplerindeki bozuk paralarla
oynadı, elini burnuna götürdü lale gibi kokuyordu, henüz sümbül kokusunu bile
tanımamış insanları düşündü, canı acıyordu, haftalardır kendini rüzgara vermiş
ama doktorun dediği üzere bir iyileşme sağlayamamıştı, her köylünün vazgeçilmez
eğlencesi filli aynayı çıkararak yüzüne baktı, düşünde kendi benzerlerini
ararken, kendisinin başkası olduğunu gördü, yakındaki bir duvarın dibine
sinerek çevreyi gözetlemeye başladı, korkuyordu, acaba herkes başkalaşıyordu da
kimse farkında değil miydi, sepet içinde bir horozla, bir çocuk yanından geçti,
dik dik baktı ona, çocuk aldırmadı bile, o zaman olağanüstü bir şeyin olmadığı
kanısına vardı, öyleyse tüm kusur kendisinde olabilirdi, yandaki çarşının pazar
yerine dalarak, pilav, nişan, nohut, pirinç, tebeşir, tahta, çeşme, işkembe,
kağıt, sebze, meyve, şeftali ve karpuzlara dalarak köyün ta öbür ucuna çıktı.
Nilüferli bir göl vardı orada,
türkülerin bestelenip, ağıtların yakıldığı
bir yolak üstüydü göl. Güneşi gözünün çevrenine alarak göle baktı, göldeki
güneş bir hayal ülkesinin altın gözü gibi parlıyordu. Ağlamamak için kendini
zor tuttu; niçin çalışırdı insanlar, kapalı kapılar ardında, niçin prangalı bir
tutsak gibi yaşarlardı, içlerindeki vahşi içgüdü neden dinmek bilmez bir
sızıydı, neden güneşe bakmasını bilmezler, neden sıcakta yanarlar, soğukta
alabildiğine mutsuz olurlardı, neden ikiye ayrılmışlardı, neden tek bir
tanrının gölgesinde sabahlayıp, neden melek ve şeytanlara inanmışlardı. Neden
çocuk doğuruyorlardı, neden doğan her çocuk kendilerinin kötü birer kopyası
oluyordu, neden öldürmek zahmetine katlanıyorlardı, neden eşitlik gibi masum
açımlamalarla günaha giriyorlardı, neden atardamarlarındaki kan ölümcül bir
sıvıydı, neden kasları gelişiyor, ayakları çalışıyordu, beyinleri neden tepedeydi,
neden açlık doğal bir duyu olup, yemek sosyal bir kavrama dönüşüyordu, neden
denizlerin içinde başka bir alem vardı, başka ülkeler, başka sınırlar, neden
uzay merakı oluşmuştu, neden evrendeki tüm bulgular hiç bir şeyi
değiştirmeyecekti, neden her şeyin hiçbir şeye dönüştüğü ölümü masumca
kabulleniyorlardı, neden çıkışları ağlamak lı, öfkeli yada ahmakçaydı, neden
eşyanın tutsağı olmaktan kurtulamıyordu,
neden maddenin bir parçası olmaktan öteye gidemiyordu; yaşamı neden, neden
anlayamıyordu.
Cebindeki usturayı çıkararak
gölün suyuyla sakallarını kesti, Narsis gibi son bir kez göle bakarak, acıkan
işkembesini doyurmak üzere yola koyuldu, gölden ayrılmakla gerçek yaşamdan
ayrıldığını biliyor, dağlardan, tepelerden, doğadan ayrık köye, yaşamın cangılına
geri döndüğünü düşünüyordu, orada topraktan gelen herhangi bir şey kendine
satılabilirdi, bu satım ilişkisi tasarlanabilecek en kötü soyutlamanın bir
ürünü olarak, ölünceye dek kendisini güç durumda bırakacak bir davranış, acı
bir yükseliş biçiminde olacaktı, her adım atışında onun ederine yaklaşacak,
metada her adım atışında uzaklaşacaktı, sonunda ölecek ve bayrağı başkasına
vererek bu yarışı sürdürecek ama hiç bir zaman kazanamayacaktı, dünya ile
birlikte dönüyor, hiçbir zaman durup kavuşamıyordu, benden bu kadar, buyur sen
al, benden bu kadar buyurun siz alın, hep daha hızlı, hep daha yüksek, hep daha
uzak, ulaşmak yok... ‘Homo homini lupus’ , ‘Altius, fortius, sitius...’
Ağustos ayında köye gelen
cambazın, kör beygiriyle gene yollara düştüğünü gördü, mart yada mayısta da
gelmiş olabilirdi, cambazın atının tek gözü kör, kendisi de söylediğine göre
daltonist ve azıcık sağırdı, ama pembe bir şapkası vardı, siyah bir kağıtla
oyunlar yaparak çocukların dikkatini çekmeye çalışıyordu. Fidanların arasından
geçip, utancını gülüşüyle gizleyerek satın aldığı çerezleri yemek üzere,
hayvanlara tifo bulaştıran çayın kenarında oturup karnını doyurdu, çiroz
gibiydi ve hep öyle kalacaktı, dünyanın ağırlığı dünyada kalsın dı, çoktandır
küstü, gene de bir kokoreç kokusu burnunu dağladı, iyi bir yemek mutlulukların
en tuhafıydı. Kentlerdeki, liman, lüfer, efendi, sokak lambası, barut,
loğusalar, lağımlar, araba takozları, cımbızlar, pideler, pizzalar ve
körfezleri düşündü. Kır serçelerinin arasında, karanfiller, papatyalar toplayıp
aralarına akasya sıkıştırarak demet
demet satan bir çingene düşledi.
Sabahtan bu yana, usu mengene gibi sıkışmıştı, keşke sünger gibi
sıkılabilse, yenilenebilseydi.
Kiremitlerin üzerinde uçan bir
alakarganın ortalığı çınlatan sesiyle, dinlenir gibi oldu, umutlandı, az
ilerde yağmurun kabarttığı mantarların
doğuşuna tanık oluyor seviniyordu, bodur ağacın dallarında biriken kuş
gübrelerinin kokusuyla sarhoş oluyor, bodrumların rutubetini, yulaf ezmesini, panayırların
neşesini, çocuklara kerata demeyi, palamut yemeyi, fistan giymeyi ve pilaki
oynamanın özlemini duyuyordu. Köyün en güzel kızı bir huri gibi önünden
geçiyordu, kendine bir fiske vurup dalgınlığından uyandı, ağzından kulaklarına
bir limon tadı yayıldı, kiraz güzelliğindeki kız uzaklaşırken, onun gözlerini
kestaneye, parmaklarını fasulyeye, yanaklarını ıspanağa, kalçasını lahanaya,
kollarını pırasaya, saçlarını ıhlamura ve salınışını maydanoza benzetti.
Uzaklarda ovadaki şoseden bir
kamyon geçti, hemen ardından da onun tozu içinde sarsıla doğrula bir otomobil
gidiyordu, orangutan peşinde ölüme (ölümüne) koşan bir muştu böceği diye
geçirdi içinden, kamyon kuzeydeki Işıklı Barajı’nın kıyısından dolanarak uzak
köylere doğru gözden kayboldu, otomobilse ovanın ortasında seçilmez hale gelip birden imi timi bellisiz
olup, yitip gitti.
(3)
Silgi adam küçüklüğünde -onlu
yaşlarda- büyük kentin varoşlarından birinde belleğine imlediği konfeksiyon
atölyesini anımsadı, bursla okumuş öğrencilerin çalıştığı yer katlar, kalite
kontrolden sorumlu kartaloş bayanlar,
çaçaronlar, minik vitrinlerde sergilenen seri örnekleri, ter kokan deniz anası
patronlar, mesailer, kısa öğle tatilindeki okey partileri, bir kez bile plaja
gitmeyen içleri mayolu kızlar(mayo giymek herkes kadar denize gitmiş duygusu
veriyordu), parfüm kokuları, taksi, trafik, pastane dedikoduları, remayözcüler,
overlokçular, şans oyunları, umutlar, televizyon yıldızları, gelecek planları,
pantolonlu bayanlar, bluzlar, dekolteler, ustabaşı torpilleri, işbirlikçi
etiketleri, tramvaya binmeler, nikahlardaki glayör buketleri, elektrik
kesintileri, fazla mesailer, görmezden gelmeler, transit geçmeler, kasette pop
ve trompetler, triko örnekleri, kravatlı işçiler, vardiya saatleri, kasketli
beyler, kartonpiyerler, enerji düşümleri, dumanlı salonlar, mastürbasyonlar,
tuvaletler, kast ve üstler, liseli kız tuzakları, telgraf çekilen askerler,
pilot olma özlemleri, kardeşler, robot olmalar, sır alıp vermeler, yükselen
tansiyonlar, konserveyle doymalar, teknik lise hayalleri, deniz delileri,
yıldızlı oteller, arabeskler, sekreterler, sazlı sözlü konserler, hasılı karla,
katranla kirlenmiş, gümüşi ambalajlı karakatomp yaşamlar.
Moteller havuzlu mudur diye
sormuştu dikişçi kız, daha yanıt gelmeden bir diğeri hostes olacağım diye lafa
karışmıştı, çay saatinde koltuk altlarına sprey sıkarak. dinlenme odasında
spiker Tayvan’da deprem haberini geçiyordu, süper marketten gelen Olimpos
gazozlarını, kolaları içmiştik, hatta biri birayla kokteyl yapmıştı hepimizde
tadına bakmıştık, küçük sandviçler yiyerek, kapağında; ‘Taşın toprağın altın/
Dünyanın cennetiydin/ Seni tanımadan önce İstanbul’ yazılı bloknot defterine şiirler yazan bir
kız vardı, gizlice yarım kalmış bir şiirini okumuştuk:
ÜZGÜ
Bir sen vardın yalnızlığımda
Bir de seni seven ben
Oysa
Ne güzel günlerimiz olacaktı
seninle
Ülkeler görecektik
Dünyanın öbür ucunda
Şiir gibi akacaktı hayat
Bir gün dağda
Bir gün kitaplar arasında
Resmini yapacaktık-
...
Şimdi anlıyorum ki baya
güzelmiş bu yarım şiir, kim bilir o
kız nerelerdedir...
Blucini yırtık giyerdi ve cesurdu, blöf yapmasını da çok severdi
kendini tanırmış casına, birde kep takardı ki başına, yolda en afili olanımız
oydu doğrusu, tek hayali bir karavanla ülke ülke dolaşmaktı, briç bilirdi,
stres derdi, bugün stresliyim, biz stresin anlamını bilmez öylece yüzüne
bakardık imrenerek, ilk arkadaş olduğu erkeğin arabasının torpido gözünde esrar
bulununca, iki ayda hapis yatmıştı o göz kesen. Yıllar sonra bir barda kaşıkla
ketçap yerken yakalamıştım onu, düşlediklerinin çok gerisinde bir yaşam
sürdüğünü hemen anladım ama hiç belli etmedim, şiveside kötüydü, ağzından
kaçırınca tornistan yapıp yeniden dillendiriyordu sözcükleri, otostop yaptığını
söylediler, filmlere, jetlere, brifinglere layık bu kız tank gibi şişmiş, paneli,
formikası bozulmuş, jileti kayık, smokini düşük, hacamat olmuş, ne idiği
belirsiz bir gudubete dönüşmüştü, ne kadar şaşırıp, üzülürsem üzüleyim, yaşam
üzerinde oturup düşünülemeyecek kadar, kahredici gizlere sahip teokratik,
monarşik, garip bir bileşen ; bir kimya.
O kızın adı Necla idi, karfosu
bozuk bir kampüs oldu.
Silgi adam, çocuğun
okulunun bitme saati yaklaşınca, onu eve
getirmek için okulun bahçesindeki sıralarda, iskemlelerde beklemeye başladı,
uzakta göz alıcı dağlar uzanıyordu, ne kadar bilmese de, bu dağlar, yüzyıllarca
insanlara, sitelere, ülkelere kol kanat germişti. Karyalar, Likyalar,
Frigyalar, Lidyalar burada durmuş, Persler , Medler, Partlarda buradan gelip
geçmişti, o günden bugüne daha niceleri vardı ama en eski atalarını daha çok
seviyordu nedense, belki de yüreğinde gerçekten ölü olup, gerçekten özlenenler,
bir mezar taşında görüp tarih öğretmeninin kahvede Türkçelediği gibi ‘Cuius
memoria non extat’ yani ‘Hatırası kalmamış olan’lardı. Nede olsa ötekilerin; yakın geçmişin, anıları henüz
canlı, henüz onlarla ilgili, gruplara bölünüp dil çatışması içine girip, fikir
bölünmesine uğrayabiliyor, zinhar ortak bir paydada buluşamıyorlardı. Belki de
onun için harflerinin gölgesi, la havle vela sı bile kalmayan bu atalarını, bu
en eski ölmüşleri, bu hatırası kalmamışları, bu soyut tabutları, solgun
sandukaları, onun için seviyordular. Gerçekten ölmüşleri seviyor olmamız belki
bunun içindir. Her bakımdan ölmüşlere hepimizin gönlü ve kucağı açıktır ve
kalbin gözü onları çok sever. Çünkü onlar hiç bir ayrılığa yol açmayacak kadar
ölüler, hasılı onlara gönül kapımız açık olup, hep kalplerimizdeydiler.
(4)
Böyle düşünüyordu silgi adam
ama dağlardan doğru kucağında Karya
kartalıyla inen Hykandros’u görünce,
postunun içinde titreyen mağara adamı gibi az daha bayılıyordu. Hykandros dev
adımlarla tam okula doğru yaklaşıyor ve silgi adam ne yapacağını şaşırıyordu,
ceylan derisi tulumundan su içerek yaklaşan bu Karyalı tam da yanı başına
gelerek; kentlerinizdeki gökdelenler, ofislerinizdeki hesap makineleri ve
yollarınızdaki otomobiller hayatı bozdu dedi. Silgi adam korkarak, dili
tutulmuş gibi başını sallamakla yetindi. Neden sonra ömür boyu unutamayacağı
bir cesaretle, bu yüzyıllar ötesinin Musa’sına : Geçmiş yaşamların bu günden
daha mı insanca olduğunu söylemek istiyorsun dedi. Sorabileceği en güzel soruyu
erdenlikle sormuş gibide gülümsedi. Hykandros tüm ciddiyetiyle: Ütopyalar dedi,
bunun kanıtı ütopyalar, geçmişin düşleri bu günün düşüncelerinden,
gerçekliklerinden çok geride, çünkü gereksinim duyduğumuz güzellikler parmakla
sayılacak kadar azdı, görece bir olgunluk içindeydik, bu günün ütopyası,
zamana, mekana ve levh-i mahfuza sığmayacak kadar geniş bir bileşenler toplamı,
oysa giderek en iyiye doğru yol alınsaydı ütopik dileklerde azalmalıydı, tam
tersine istemler karelerle küplerle artarken, gelişmeler aritmetik hızda
ilerledi, diyesim, istemler geometrik biçimde artarken, elde edilen ve
gerçekleşenler aritmetik dizide kalmaktadır, bu da gösteriyor ki, göreceli
ilerleme-gerileme aritmetik bir hızla, ütopik istemler geometrik hızla
artmaktadır, bilmem açınlamaya gerek var mı, kısaca ‘bulanıkadam’ biz daha mutluyduk, bu gün çevrecilik dediğiniz şey
bizim zamanımıza duyulan özlemin kanıtıdır, cennetten öte yaşamımızın
tanıtıdır, insanoğlu, sizin yüzyılınızdaki kadar aç kalmadı, sizin
yüzyılınızdaki kadar ölmedi, umarsızlanmadı, ezilip horlanmadı, ağlamadı. Bugün
-homofaberin- kendine karşı artan acımasızlığı, ütobik istemlerinde
sınırsızlaşmasına yol açmıştır.
Silgi adam bezginlikle, öyle gibi
görünüyor ama her şeyin göreceli oluşu, belki sanıyı ve gerçeği değiştirebilir
dedi. Hykandros doğru ama bir tek şeyde yanıldığınız kesin oda şu deyip silgi
adamın kulağına eğilerek bir şeyler fısıldadı. Silgi adam şaşkınlıkla peki o
dönemde, ‘Politika’ yok muydu deyince,
Hykandros, o bir yana, üç P yoktu, üç P’den, Mart’ın 15’i gibi sakının
dedi: Para, Parti, Politika bu üçü olduğu sürece ortaya çıkan paradoks bir gün
tanrının bile ölümüne yol açabilir deyince, silgi adam sanki bir uykudan uyanır
gibi; Okul! diye bağırdı ve oturduğu bankın üzerinde, çalan bir zille gerçekten
uyandı.
Çocuğu elinde bir pasta
dilimiyle yanına geldi, öğretmenin yaş gününü kutlamışlardı, çocuk peltek bir
dille pasta tam 10.000 kaimeymiş deyince, gözleri fal taşı gibi açıldı ve
içinde beliren sıkıntıyı kahvede saatlerce ve amaçsızca tavla oynamayı
düşünerek atmak istedi, berberin yanından geçtiler, puslu camda, köpüklü
yüzüyle bir adamın baston yutmuş gibi duruşu ve onun yanında eskivler yapan bir
adam oluşu, onlara panayırların palyaçolarını anımsattı, masalların ve düşlerin
yaşamdan kam almış olabileceğini anladılar, taşlı yolda Troy adlı bira şişesi
görünce gerçekte, plastiğe geçişin
kaynağının da yaşam olduğunu
kabul ettiler, öyleyse bir şey bulunup bir şey yaratılmıyor, yaşamdan başlayıp
eni sonu gene yaşama dönülüyordu demek, çok daraltıcı bir yaklaşım olduğunu
düşünüp, boş vererek -çığlıkla-aralarındaki parolayı yineleyip, türkü çağırarak evlerinin yolunu
tuttular:
‘Şu uzun gecenin gecesi olsam
Sılada bir evin bacası olsam’
diyordu türkü.
Evde silgi adam zavazinga
kasasını açarak öte beriyi onardı,
çocuğa tahta bir oyuncak yaptı, kirişlere asılı üzümlere, türlü meyvelere
yetişebilmek için bir masa çaktı, kızı tempo tutarak onu çalışmaya
özendiriyordu,
peçeli hanımı ev işlerini
yapıyor, sanki başka ve çok kasvetli bir alemin hurisiymişcesine, onlara
oldukça uzak bir görüntü sergiliyordu, onlarda bu tuhaf insanın, güneşin doğup
batmasıyla üreyen yaşamlarına kattığı mistik izden hoşnut kalarak, yaşayıp
gidiyorlardı. Akşam basmadan silgi adam banyo yaparak günün yorgunluğunu attı,
kampanyalar dedi kampanyalar olsa insanın yaşamdaki yalnızlığı bir ölçüde
azalır, kızı ne demek istıyor gibi ondan yana baktı ama konuşma isteği
duymadığını belli edercesine oturduğu yerde kıvrılarak uyuklamaya çalıştı, adam
kör ışığa duraksamadan bakıyor ve bir şeyler mırıldanıyordu, bravo diye bir söz
çıktı ağzından, bankalar, bombalar, piyangolar diye söyleniyordu, kolonya ile
yüzünü silerek serinlemeye çalıştı, onu bile soru yöneltir gibi, ‘Kolonya Kenti
mı!’ diyerek çekmeceye bıraktı, pantolonunun takılan kancasını çıkarıp
düzelterek yün çamaşırlarıyla yatağa uzandı ve uyudu. Sık sık olduğu gibi rüya
görüyordu, İtalyan parlamento binası önünde Navarin yenilgisini protesto
ediyordu, sırtına aldığı kadırgasıyla Barbaros’ta kendisine destek verenler
arasındaydı, pipo içen Nietszche’ye benzer biri uzaktan kendilerine bakarak
televizyon kanalına olayla ilgili yorumlar yapıyordu.
(5)
Fellini filmlerinden çıkma kart
bir kadın, kimi zaman pipolu beyin, kimi zaman televizyon muhabirinin kucağına
oturuyor, boyalı büyük ağzını alabildiğine açıp kahkahalar atarak her şey hoş
ve boşmuş gibi sinir bozan bir lakaytlık ve frapanlıkla ortalıkta dolanıyordu;
sonra garip bir hareketle kameralara yaklaşarak hermafrodit olduğunu
kanıtlarcasına total bir hareket yapıyordu, biri bütün hay huyun ortasında
arabasının krank milini çıkarıp hiç bir şeye aldırmadan onarım yapıyor, biri
konut sorununa palyatif çözüm ürettiğini söylüyor, patent patent diye bağırarak
koşuyor, gardiyan kılığında biri az ilerde onu tutuklarken, göklerdeki
karyolasında sevişen bir çift, olan biteni
sessizce izliyor, şarkıcıyım, gazino arıyorum diyen bir deli araya
çığlık dolu türküler karıştırıyor, bir sporcu mihaniki biçimde kaptanlık
bandını takıp çıkarıyordu; bir diğeri her gördüğüne paso gösteriyor,
fotoğraftaki şüphesiz benim diyordu, bir sigortacı tüm olan biteni -uçan sözü
bile- sigortalayabileceğini söylüyordu. Bir sinema yıldızı villasından el
sallıyor, bir hırsız yapma bir bebeğe tornavida saplıyor, bir palyaço, yüzünü
gözünü kırmızı ile boyuyor, görüntüleri fotoğraflayan bir gazeteci nerede kopya
edebilirim diyor, pırlanta gerdanıyla orta yaşlı bir kadın boğazından asılmış
sallanıyor, tuhaf biri boynuzlu bir korno çalıyor, ağzından salya akan biri de
peçete satıyor, seyyar bir pirzolacı -kancadaki etlerle- herkesi yemeğe davet
ediyor, bir komisyoncu ayaküstü iskonto oranlarını anlatıyor, postacıysa olay
yerinde olanlara mektuplarını veriyor, bir jandarma güruhu herkesi çembere alıyor,
küçük bir çocuk annesinin verdiği mandalinayı yiyordu. Papaklı bir Rus ise
sevgilimle patikalarda dolaşırım, iskelede sevişirim diyerek, çikolata ısırıp,
tekvando gösterileri yaparak, otobanda hız yapmayı severim diye ekliyordu.
Silgi adam uyandı, sobadan
tüten kömürün bu korkusuz kabusa yol açtığını düşünerek, sobayı usulünce
söndürdü, akşamdan kalma çayı içti, şubatta ekerim, nisanda yeşerir, haziranda
toplarım diye mırıldandı. Bahar gelince vişne ağaçlarının olağanüstü bir
beyazlıkla açtığını, çevreye hafif esrik, çok hoş bir koku yayıldığını düşündü.
Portakal çiçeğinin de son derece güzel olduğunu söylemişlerdi. Sonra gene
yatağa uzanıp hemen uyudu, Timpana davuluyla uyandırıldığını, ağzına Kiler
balığı ile Karyatid küçük bir heykel sokmaya çalıştıklarını ve bir hipopotama
dönüştüğü anda yine rüya gördüğünü anladı.
Elektron yuvalarının içinde
batık Vordonos adasına doğru kızının elini tutarak gidiyordu, güneş silik bir
noktaya dönüşüp, ağır ağır yok oluncaya dek gittiler...
...
Büyük yazar pandantif kılıklı
yazın heveslisine bu öykü değil, konu bütünlüğü yok, deneme değil, bir konuyu
irdelemiyor dedi. Yazı aksak ve bunu her okuyucu dilerse anlayabilir diyerek
notları uzatıp, uzaklaşmaya başladı. Çömez arkasından koştukça, yazar giderek
büyüyordu. Gülerek baltalı ilaha verdikleri ant uyarınca, atılan her adım da
aralarındaki uzaklığın yarısı kadar yaklaşabilecekti. Ama nedense bir türlü
yakalayamıyordu, büyük yazar dönerek, asla bana ulaşamayacaksın, her uzaklığın
sonsuza dek bir yarısı olacaktır dedi. Yazın heveslisi büyük bir oyuna geldiğini anladı. Ama hiç ummadığı bir tansık
gerçekleşti ve yakınlaştıkça devasa biçimde büyüyen yazarı yakaladı, dokunduğu
anda da onun saydam gövdesinin boşluklarında yitip gitti. Geriye büyük yazarın
sembolik dev gölgesi kalmıştı...
...
Büyük yazarın tilmizi olmaya
özenen, küçük yazın heveslisi, kırık dökük karyolasından taş döşemeye
düşüp ölmüş, tabağında duran tırpana
balığı da, göklere doğru kanat çırparak uçup gitmişti. Silgi adamın garip öyküsü
böylece bitti.
&
***
KORU
I
Defne yapraklarının arasında
mavi tulumuyla bir Kyklop gözetlerdi Artemis’i... Sivri kulaklı, maskeli
satirlerin, inci bilekli, altın parmaklı, saçları lâdin topuzu nymphalara,
günün olur olmaz saatinde üşüşerek birleştiği,
türlü acayipliklerin yurduydu koruluk...
Tepeye çıkınca, çok uzaklardaki Arşipel’i, hemen bu yakada Argonotlar
denizini, aşağıdaysa Leander’in aşkının bir gece boğularak ölülere karıştığı,
anaforlu Buzağı Geçidi’ni görebilirdiniz. Sultan Hamit’in sarayını, boğazkesen
burçlarını ve ötelerde, güneş yılının 1974’ünde, çelik putrellerle şol geçidi
kesecek olan, ‘Hudutsuz ve Allahsız’ Akheron Köprüsü’nü de.
Ey bu cihandan gelip geçmiş
sevgililer, ey saçları rüzgarlara yaprak olmuş güzeller, varlık dediğimiz şey
soğumuş bir plazmaymış sonuçta, ama dünya dediğimiz şu Bizantion yuvasında
gerçekten yaşadığını duyumsadığı tek yer işte bu koruluktu Artemis’in...
Yukarıda, ağaçlar arasındaki ıhlamur evinde, Kur’an’ım dediği ‘İnsan
Manzaraları’nı okur, kimi zaman Hemingway’i anar ve belki de toprak çektiği
için; Pavlos’a, Yunus’a dalar giderdi.
Ben onun yanında kimdim?..
Kendini başkasında arayan biri mi, ışık görünce pervane olan deli mi,
lavtasıyla gönülçelen bir Orphee mi, gölge mi?..
Neyse, ama onun koruluktaki tek
erosu olan ben, şimdi anıların gözyaşıyla kendini harap eden şu bahtsız
kulunuzdu. Yaşarken benimde ağzıma bir parmak bal çalmış, benimde yüzümün
gülmesini hoş karşılamış, bende sevmiştim, her sevenin yüreğini şahmaran
pençeleriyle bölük pörçük eden, o delişmen Artemis’i...
Korulukta, ayın kargışlanmış
yeryüzünden, sisler içinde geçişine dek kalır, gökte yıldızların ayinine
kapılarak, Sakurai’nin cismini arar, karanlık basınca da Berenis’in saçlarını
tarardık. Yaşamlarımıza ilişkin, tümüyle gerçek binlerce öykü anlatabilirdik
birbirimize.
Yaşam, bir kez göz kırpan bir
gökpar, deniz aslanları gibi renkçil bir illüzyon ve kulakların yalnız bir kez
duyabildiği eşsiz bir serenattı belki de. Bizde, kendimizce bir özgürlük,
ikicil bir mutlan içinde yaşıyor, düşlerin ireminde anlatıyor, anlatıyorduk.
Korulukta geçen yıllar boyunca, öyle mutlan içindeydik ki, gözlerin sevgisinde,
bir an bile en ufak bir değişiklik olmamıştı. O geçen zamanlarda tek bir im
vardı aramızda, her şeyi, her acıyı, her kalp kırıklığını önleyen, her derde
deva bir çift söz; Korsika dilinden kalma bir deyim: Şob amşunok!.. bu sözlerin
gereksizleşebileceğini ima eden bir parolaydı, akan suları durduran, sihirli
bir Beckett sözcüğüydü sanki!..
Yaşamın, vulva benzeri bir
boşluk içinde yüzüp gittiğini, adı güzel hiç bir yerden gelmediğini, adı güzel
hiç bir yere gitmeyeceğini, tek gerçek tansığın yaşadığımız anı algılamaya
tutsak, ona yazgılı ve Casimir etkisiyle birbirine düğümlenmiş, ölümlü birer
can olduğumuzu düşünüyorduk.
Çağlar önce, Akdeniz’i dolaşan
korsanlar, Malta kıyılarına gelince; ‘İşte Barbaros’un mağaraları!’ diye çığlık
atar, nice sessiz koyağa da; ‘Hey bakın! burası Kızıl Sakal'ın gözetleme yeri!’
diye bağırırlarmış. Bizde o küçücük korulukta, örümcek yuvaları, kelebek
kozaları ve tüysü, minicik larvaları gördükçe delicesine haykırır ve
Artemis’in, yaratan ve yaratmış olan pelvisine girdikçe, Andromeda’dan öte,
disk perçemli adaların, yeryüzündeki bir örneğini bulmuş gibi, çığlık çığlığa
birbirimize sarılırdık. Öyle ki dudaklarına bile bir galaksi tünerdi Artemis’in,
her öpüşte evrendeki tozanların birbirine karıştığı anı yaşar, kendimizi sonsuz
barış ve sonsuz mutluluğa kavuşmuş sanırdık.
Sabahın tanında koruya girer,
Büyük Ayı’nın ürpertici parlaklığında, ertesi sabaha dek kalır, zaman kavramını
yitirmiş iki kozmik yolcu gibi kucaklaşıp, koruluğun görkül karanlığında,
birilerinin süt yolundan çıkıp gelerek bizi sonsuza dek böyle kalabileceğimiz
bir planet aquarium’a götürmesini beklerdik.
II
Kutsal koruluğa, şubatın karlı
bir gününde gene gitmiştik, ta Tigrano Kerta’dan bu koruluğu görmeye gelmiş bir
Medli ve umarsız aşıkların alınyazılarını gönüllerine göre okuyan Romen bir
çingeneyle konuştuk bol bol... Yine o gün boğazdan geçen her devasa gemiyi,
eski Sovyetlerin masalsı gücüne yoran ve ‘Pravda kadar büyük!’ diyerek,
mutlulukla izleyen bilge görünümlü bir emeklinin düş kırıklığına da tanık
olduk. Devasa geminin Panama bandıralı bir petrol platformu olduğunu yazıyordu
gazeteler.
Karlı bir şubat gününde, mart
ayının ilk güneşli pazarında buluşmak üzere ayrılmıştık korudan.
Alacakaranlıkta bastıran kara, tepelerde yakalanarak aşağı inerken, neredeyse
yolumuzu yitiriyorduk. Ağaçları beyaz bir deniz gibi örten kar, rüzgarla yeni
bir esime yol açıyor, gökte uçuşanla, ağaçlardan dökülen kar tozanları, dar
yolda kıvrımlı hortumlara dönüşerek uzuyor ve gözden ırak kıyılarda, kuru ot
birikintilerine savrulup, yığılıyor ve anlık bir hayalet gibi aniden yiterek
tozan olup gidiyordu.
Kışın bu Süphansı havasında,
ağaçların uçları rüzgarda eğilip doğruluyor ve bu coşkuya katılan bir alakarga,
keskin ıslıklarla, bütün bu olan bitene kucak açarak, delicesine uçup kalkıyor,
puslu havada, kar yuğumlarıyla sarmaşarak dalgalanan ötüşü, mekanik bir
oyuncağın bitip tükenmez çınlamaları gibi tüm koruda yankılanıyordu.
Kararan havayla birlikte
Antonioni filmlerindeki sanrılar gibi, birden bir meczup çıktı önümüze, mitik
bir Robenson, yitik bir heimatlos gibi fırlayıp, yoğun kar fırtınasında
düşselleşip silindi ve korunun içlerindeki mağarasına doğru, acıklı bir şarkı,
Wagneryen bir senfoni eşliğindeymiş gibi
yokoldu gitti.
III
Bu gün koruya her zamankinden
daha geç geldik. Nedeni, Artemis’in bir yanının hep küskün kalışına neden olan,
kardeşi Diana’nın genç yaştaki ölümünden dolayı, Karacaahmet mezarlığına
uğramamız. Diana mitolojiye göre, ok torbası, yayı, geyik ve tazılarıyla bir av
tanrıçası. Bizim Dianamız ise yüreklerin avcısıydı. O, bugünden tam yirmibiryıl
yıl önce (sularla sevişme vaktinde) bedeninden dökülen suların, kristal
aynalara dönüşerek, ay tanrıçası Selene’yi bile kıskandıran güzelliğiyle -hem
de gelinlik giydiği günün ilk gecesinde!- sanayi çağının tuzaklarına düşüp,
metan gazıyla zehirlenmiş ve talihinin güzellik aynasını kırarak, bir daha
gelmemek üzere, yaşamın karşı kıyısına geçip gitmişti. İşte biz onun toprağına
yüz sürüp, genç ve doyumsuz bedenini kutsayarak, lale ve rüzgarlara karışmış bu
körpe vücudu, acılarla dopdolu, bir kez daha yadettik.
Artemis, onun mezar taşına
sarılarak, bir zamanlar teninden dökülürken, hayranlığını gizleyemeyen billur
damlalarıyla yazgısını paylaşırcasına, bir demet gözyaşı bıraktı ona, ağladı,
ağladı, ağladı...
Bende Artemis’e sarılarak, bu
çırpınmalar, bu yakarılar, boşuna, boşuna dedim. O körpecik bedenleri, o
güzelim insanları geri getiremezsin. O da bana, canları seviyorsan, sevgiye
inanıyorsan, gencecik yaşında ölenlerin tadamadığı güzelliklerden, bir parçada
onların tatmasını istiyorsan, ruhları erinç içinde kalsın istiyorsan, ne olur,
ne olur gel de birazcık sevişelim. O kumru gençliğine doyamadı, sevişmelere
doyamadı diye ağlayışlarını sürdürünce, iki mezar taşının arasında, bedenlerini
terketmiş, evrenin derinliklerine çekilmiş, tüm canlıların kromozomlarına
işlemiş, o gençlik filizini, sırf mutlanlı kılabilmek için, oracıkta usul usul,
kalp kalbe doyasıya seviştik.
Mezarların biri, zifaf gecesi
ölen Diana’ya, diğeri de ömrünü Odysseus gibi denizlerde tüketmiş bir uzak yol
kaptanına aitti... Dudaklarımızı kanatarak mezarlıktan ayrılırken, bir mezar
taşındaki yazı ilgimi çekti; Mehmet Kaplan. D.1928-Ö.!976. Ruhuna Fatiha. -Yedi
Kişinin Katili-. Son yazı, fatihanın altına kara kalemle çarpık çurpuk
yazılmış, mezarın diğerlerinden bir farkı yoksa da, bambaşka bir etki bıraktı
bende, Artemis’te baştan aşağı ürperdi. Yaşadığımız melankoli bir trajediye
dönüşürken, çocukluğumda ölümcül bir kavganın ortasında; ‘Birbirinizi ne
öldürürsünüz, biraz sabredin zaten öleceksiniz’ diye haykıran Börtü Baba düştü
usuma! İşin ilginç yanı, Börtü Baba o olaydan üç ay sonra kendisi de bir
öldürüme kurban gitmiş, yalnız yaşadığı barakasında delik deşik edilmişti.
O gün, ne mezarlıkta, ne koruda
gözyaşlarından kurtulamadık. Birbirinden uçsuz bucaksız denecek kadar uzakta
yaşayan, benzer duaların, geleneklerin, benzer törelerin girdabında boğulan,
benzer alışkanlıkların sarmalında, aynı zamanı tüketip, aynı tepkilerin, aynı
başıbozuklukların, aynı yaşamların potasında bunalan, aynı acıları göğüsleyip,
aynı dertlerle boğuşan milyonlarca insanın, pervasız bir boşuboşunalıkta
tükenip gitmesi ve her birimizin bu geminin içinde yüzüyor olması, alabildiğine
kederlendirmişti bizi. O karanlık günün sabahına yakın, uzaklarda denizin
ipiltilerle esriyen salınışında, ışıltılarla dolu pırıltısında, ağlamaktan
gözleri kan çanağına dönen Artemis, çantasından özenle katlanmış bir kağıt
çıkardı, hıçkırıklara boğularak, bir şiir okumak istediğini söyledi.
Sevinebileceğimiz hiç bir şeyin olmadığı bu dünyada bir şiirin olmasına
şaşırmak isterdik. Hiç bir duygu belirtisi taşımadan, kuru bir ağaç dalı,
tükenen, yitip giden bir girdabın son
fısıltısı gibi, yavaşça o şiiri okudu...
“Burada, zamanın çarkına
yok edebileceği hiç bir şey vermeyen
bu kayayla denizden, gökyakutla elmastan
oluşan madeni manzarada:
burada, tek lekesi senin kendi gölgen olan
ve ölümün tohumunu yalnız senin teninin
taşıdığı o her şeye egemen ışıkta;
burada, belki yalnız bir an için
putlar gözden yitecek; belki de bir kez daha
bakabileceksin kendi gerçek yüzüne çakan
bir şimşeğin aydınlığında;
nice maskenin ardına gizlenen o yüze,
zorunluklarla, boyunduruklarla çarpılmış,
senin aldattığın, herkesin zorbalıkla
kandırarak senden çaldığı.
Böylece arınarak bir toprak testi gibi
ya da çıplak bir kemik gibi etinden sıyrılarak
bir an için kurtulacak özündeki kil
hayatın ve ölümün amansız
baskılarından.”
IV
Bugün koruya tam kırkıncı
gelişimiz. Bu dünyada yurt diye bir şey varsa, bizim yurtluğumuzda burası.
Bugün o denli çok konuştuk o denli çok konuştuk ki, hatta kendimize tuhaf
öyküler bile uydurduk. Hiç bekletmeden benim başladığım onun bitirdiği öyküyü
sizlere anlatmak isterdim. Ama şöyle söylemenizi istemezdim: Zamanımızı boş
yere çaldı!..
Ben ne bir Kazanova’yım, nede
oyalayıcı Köchel numaralarım var, değerli vakitlerinizi alıyorsam ancak
bağışlayın diyebilirim. Düşlerimde istiridye kabuğundan çıkan ‘Kara Venüs’üm
olsun isterdim, olmadı! Yengeçleri tuzağa düşürerek sevişen örümceklere
öykünmek isterdim olmadı! Ölmeye geldik diye salya sümük bağırarak, ölüme övgü
düzen kalabalıklara karışmak isterdim olmadı! İçimdeki vahşeti doyurmak için,
Kitera’da tenine kavuştuktan sonra, boğarak öldürdüğüm genç kızın cesedini -orman-köpeklerine yedirmek isterdim- olmadı!
Orakla biçtiğim ekinleri, yağmur yediği halde saf tüccarlara yutturmak isterdim
olmadı! Bir Hiksoslu gibi çirkin olup, kimseler dikkat etmediği için, en
görkemli yaşamı sürmek isterdim olmadı! Sitenin hatırlı yöneticilerine
yaslanıp, değerli kağıt basarak, ahaliyi kandırmak isterdim olmadı!
Ekbatan’da, at üstünde
çadırları dolaşarak, gizlice orduya kolera bulaştırmak isterdim, olmadı!
Darius’un kısrağı gibi, sarayın taht kavgalarına karışmak isterdim olmadı!
Selevkoslu biri olarak, Erbil’de edindiğim her türlü ahlaksızlık ve
kandırıcılığımın şanı Mengücekler’e dek yayılsın isterdim olmadı! Kargamışlı
salaklara gönül evleri açarak, Keraitli ortağımla kısa yoldan varsıllığa ermek
isterdim olmadı! Eriha’daki toprak evde Talha’yla sevişirken Vezüv gibi yanıp
yıkılmak isterdim olmadı! Lebbeyk ben beceriksiz biriyim! Çolak değilim ama bir
baltaya sap olamadığımdan yazıyorum. Benim gibi olmayasınız diye, dünya
dururken Ros Algethi’ye sapmayasınız diye, size yalvarıyorum...
Neyse, dünya benim gibi iğrenç
ve ilenç dolu, kirini, kârını yüzünden saklayabilen ahmakların başıboş dolanı
yeri ve ahlaksızlara Eden Bahçesi olduğu için, pek mutsuzda sayılmam. Bakın, bu
dünyada en yakın yoldaşlarımın yaptıklarına birer örnek vereyim...
Bir komşum vardı, hiç yoktan
para kazanmak istiyordu. Ahalinin (halkın-onun bunun) sırtından, körden,
topaldan yani. Gönülçelen bulamıyor ama, melun ve ahlaksız biri olduğumu
biliyordu. Normal insanların kusa kusa ölebileceği gizleri çok iyi
saklayabileceğimi de... Bir gün pervane gibi nasıl para basabileceğini sordu!
(Benim param, her zaman vardır, lâkabım Kirli Harry’dir, kirli, argoda para
anlamınadır, yani ben ‘Para Harry’yim!) İstanköy’le, Marsilya arasında, ıssız kır
yollarından, uygun bir kasabaya yürür adım uzaklıkta bir kır lokantası aç dedim
ona! Öyle ki, kasaba lokantanın hemen dışında, lokantada kasabanın hemen içinde
denilebilmeli. Yayaların dışında gelen, geceleyen, salt çorba içen olabilmeli.
Sözlerimin ardından ne geleceğini anlamış gibi birden gözleri parladı! Ben
sürdürdüm, işte bu yalnız gelenlere, tuvalet yolunda bir tuzak kurup, mahzene
düşürerek öldüreceksin (Bir düğmeye basarak, yolcu birden yedi metre aşağıdaki
beton zemine çakılıyordu.), gerisini anladınız, arkadaşım tam yirmi yıl,
‘günlük’ taze et yedirdi insanlara, inanılmaz paralar kazandı, çeşit çeşit etli
yemekler pişiriyordu, enfes servisinin -ve yemek konusundaki büyük şöhretinin
kurbanı olarak- kucak dolusu sevgi sunan kalabalıklar arasında, yirmi yıl sonra
yakalandı! Son kurbanının alyansı, karısının rosto tabağından çıkınca (alyansın
içindeki ‘Bethenay’a yazısı ele vermişti), insanların bu lokantada yirmi yıldır
insan eti yediğinin kanıtı oldu, ama dostum Delaunay (biz dostları ona kısaca, Dolunay derdik!) yirmi yıl olağanüstü kazanmış,
olağanüstüde harcamıştı. Tanrı herkese onun gibi bir yaşam nasip etsin.
Olaylar, teknik bir öldürüm sayıldığı için, mahkeme uzun sürmüş, yargılama
konusunda ülke ikiye bölünmüş ve hatta sonuçta yaptığını ‘kamu hizmeti’ diye
savunanlar bile görülmüştü. Hapiste (çılgın bir) mutluluk içinde ve ağzı
kulaklarında öldüğünde altmışbir yaşındaydı. Şimdi herkes gibi iki kulaç mezarı
var, yaptıkları yanına kâr kaldı.
Tüylerinizi sevecek olan diğer
arkadaşım Jean Claude Rommand’dır! Bir utanç meselesi yüzünden 22’lik bir Long
Rifle’la (Bunun anlamını hiç bir zaman merak etmedim!) önce karısı ve iki
çocuğunu, ardından anne ve babasını öldürmüştü. (Utanç meselesi hemen
anlayacağınız gibi parayla ilgili bir konu, dünyada her şeyin para olduğunu
biliyorsunuz, gizleyip, söylemiyorsunuz o başka!)
Yargılanırken: Karımı,
kendisine yalan söylediğimi (Aslında doktor diye biliyormuş, oysa bir
kalpazandı) öğrenmemesi için, çocuklarımı, analarının katili olduğumu
bilmemeleri için, annemi ve babamı ise bir caniye yaşam verdiklerini
anlamamaları için öldürdüm dedi. Ülkenin dört bir yanından kutlama telgrafları
aldı, ama yetkililer bunu kendisinden ve kamuoyundan saklamıştır. Oysa
kutlayanlar kamuoyunun ta kendisiydi. Yetkili demek, binbir surat olmayı
becerebilmek demektir. Onların tanrısı Judas’tır.
Üçüncü arkadaşım ise dünya
çapında biridir, ilk kez burada açıklıyorum: I. Paylaşım Savaşı’nda Arşidük
Ferdinand’a suikast yapılabilmesi için gereken ön temizlikte, verilen bir
ziyafetin, tüm ilgili ve bilgililerinin yemeğine büyük bir ustalıkla arsenik
karıştırmış, önemli dört kişinin ölümüne, yedi kişinin de el ve ayakları tutmaz
olduğu için, politik kariyerlerinin sona ermesine neden olmuştur. Ne var ki
yirmibin dinara anlaştığı bu işte en önemli üç kişi kurtulduğu için gene de
parayı alamamış ve ayrıca görevinden olmuştur. Aramızdaki tek başarısız budur,
bir vantrilog olduğu için, sonradan sefih insanların katına düşüp, sirklerde
kazandığı üç beş kuruşla, derbeder bir yaşam sürmüş ve hepimizden de hakaret
görmüştür.
Son gördüğümde, reankarnasyona
inandığını, bir daha ki gelişinde hata yapmayacağını ileri sürerek, kompleksle
ezilip büzülmüşse de, pragmatist, makyavelist gibi paravanların ardına
sığınarak konuşan bizler ona; Gavril, önceki gelişinde de söylemiştin bunu!
diyerek yüz vermemişizdir. Biz ruha inanmayız!..
V
Yengecin yan yan yürümesinin,
yerçekimiyle bir ilgisi var mıdır, yada bir gökadanın dönüş biçimiyle, yoksa
her şeyin atası olan tözün geometrik ölçemle benzeştiği, yada kalıtçısı olduğu,
uzayın bir çeşit lineer doku olduğu ve saydam elementlerle ilgili bilgiler,
dinitrojen monoksit dediğimiz güldürücü gazlar filân, frakteller veya
hekzametilen tetraminin atomik bağlarının spiral oluşu, Vlademir’in, Pamir
tepesinde adı bulunuşu, karın bölgesi ve kalça kemiğindeki lipidlerin artışı,
hydraların, su aygırı gibi gülüşü ya da at kafasına benzeyen başı, uzayarak
hortum biçimini almış burnu, küçük ağzı, birbirinden bağımsız hareket eden
gözleri, kemik plakalarla kaplı vücudu, kavrayıcı kuyruğu, yüzgeçlerinin oluşu
ve embriyolarını dişilerin değil erkeklerinin taşıyışı, bu su hayvanının öteki
özelliklerini gölgede bırakır vb.
Hurî’nin dişlerinden saçılan
ışığı görünce Gabriel’in bayılması gibi, Tihâme kadınlarının dokuz yaşında
hayız gördüklerini işittimse de, bir Mutezile tepkisiyle ben gene de başka
şeyler anlatayım: Iason’un küçük düşürdüğü Medea, nişanlısının terkettiği
Lucia, Pollion’un reddettiği Norma, Henry’nin idam ettiği Anna, Alfredo’nun
aldattığı Viola, kıskanç Tosca, üç oktav kapsayabilen bir dramatik coloratura,
Bel Canto’dan, Wagner’e tüm yapıtları seslendirebilen bir diva-primadonna,
hatta ve yani sunu: Eski yalılar yıkılmadan, korular yakılmadan, bahçeler
satılmadan, feraceler atılmadan, altın şal dökülmeden... Eldivenler solmadan,
atlas mintan kalmadan, kayık suya dalmadan... Kablettarihe karışmadan, aşıklar
buluşmadan, hanendeler küsüşmeden, sazendeler çekişmeden, çukur gamze
gülüşmeden... Mehtaplar tükenmeden, ahu gözler kapanmadan, taze ruhlar
kocalmadan... Çeşmeler kurumadan, kitabeler çürümeden, çerağ mumlar erimeden...
Servi boylar devrilmeden, evliyalar görülmeden, şol rüyalar yorulmadan,
ilahiler durulmadan, deli gönül kırılmadan... Rabbimin adıyla: Boğaziçi
güzeldi!..
Güzeldi ama: “Zaman zaman
geceleri beliren, boğazın denize uzanmış, suyu çırpıntılı ve tenha, sessiz yalı
rıhtımlarında, bir balıkçıl kuşu, zarif, ince bacakları üzerinde hareketsiz
durup, uzun uzun baktığı karanlıklara, ara sıra seslenir, kime, neye seslendiği
ve ne düşündüğü bilinmezdi.”
Bilinmezdi ama: ‘Hemadanlı
varsıl bir tüccar, bir akşam evine döndüğünde, birde bakmış, eşikte ölüm
kendisini bekliyor, hemen dönüp, hanlara, hamamlara, kervanlara karışmış. Tam
üç gün üç gece durup-durmaksızın kaçmış, çöller aşmış, yollar geçmiş, nice
kehkeşanlarda durmayıp, Kum kentinden, Isfahan’a ulaşmış ki, artık ölüm peşimi
bırakmış, ardımdan düşmüştür diyerek, bir handa dinlenip yorgunluğunu atacak
olmuş ki, tam eşikten adımını attığı anda, gene karşısına çıkmış Azrail ve
kulağına eğilerek demiş ki; ‘Üç gün önce, bu saatte, tam burada buluşacağımızı
söyleyecektim, ama fırsat tanımadın!’. Bunun gibi, bizi bekleyen sondan hiç bir
zaman kaçamayız dostlarım!..
VI
Artemis öldü!.. İnsan yaşamadan
nasıl ölür? ‘Hypatia’yı arabasıyla evine döndüğünü gördükleri gün, sürükleyerek
dışarı çıkarıp, Caesaerum adlı kiliseye götürdüler. Orada çırılçıplak soyup,
istiridye kabuklarıyla saçlarından topuklarına dek, derisini yüzüp, etini
kemiğinden sıyırarak, rektumunu parçaladılar. Can verici organlarını Anebus’a
yedirip, ‘bakışsız bir kedi karaya da’ ciğerini verdiler. Kemiklerini de
Cinaron denilen yere götürüp yaktılar.
“Onyedi Mart’da tipi başladı,
çadırda dertop olmuş yatarlarken, Oates ağır ağır dikildi ve ben dışarı
çıkacağım, uzun sürebilir dedi. Ardından topallayarak, sonsuz beyazlığa
çıktığında, onu bir daha gören olmadı.”
Köpek balığı derisinden
giysisiyle Evita ve karınca yiyenle dolaşan Salvador Dali’la kadar çılgın
olmadığımız için bu bulantıya ve bulanıklığa son veriyorum! Pisagor’un eşek
teoremi denli kısa olmasa da, konuşan bir hayvan olarak, andolsun ki,
Artemis'le kurgulayıp, bir daha araya girmeden size aktaracağım öykü
şudur:
“Galep, dünyadan ayrılalı sekiz
Deneb yılı olmuştu, bu sürede hep uzayın içlerinde gitmiş, Hale Bopp’u geçmiş, Vega’nın dışından aşağıya kayarak,
kaotik bir çember çizip ivmeye uğrayarak Vortilis’e ulaşmıştı. Dönüşte, kozmik
rüzgarların, hız değiştiren, ışığı bile eğen tuzağına düşünce, bilinen
dünyalardan da güzel, uyumlu ve hep aranan sonsuzluğu yakalamış Nazkon
gezegenine düşmüş, daha doğrusu denetsiz biçimde inmek zorunda kalmıştı.
Bu karbon kuşağı, dünya benzeri
gezegende, bizim kavramımızla tam ikiyüzkırküç yıl yalnız ve küskün bir yaşam
sürdü Galep. Nazkonlular mutsuzluğu tanıdı, yaşlanıp ölmek istiyor, ama daha
önce yıpranma payı dahil tam binkırksekiz yıllık ölümsüzlük sigortasına sahip
olduğu için (ve bu galaktik ve manyetik ortamlarda geçerli bir sözleşme
olduğundan) ömrünü uzatabiliyor ama kısaltamıyordu. Ayrıca kısaltmak hem
olanaksız (neredeyse cansızdılar!), hem de bir suçtu, (işlenmesi olanaksız bir suç!) geriye dönüp tarihi
tümüyle değiştirmek gibi!.. Nazkon’da ise, -karşılıklı olmasa bile- evrensel
uyum yasaları geçerliydi ve Galep’e bir şey yapmaz, yapamazlardı.
Ama, (G) galakların birinde bu
oluyormuş, hatta zamanı (tarihi) bile geçmişe dönük değiştirebiliyorlarmış.
Onların yakınması çok farklı, geçmişi değiştiriyoruz ama silemiyoruz diyorlar.
Dolayısıyla ayrı ayrı pek çok geçmişe sahiplermiş. Eğer geçmişin akışını
değiştirirken, kozmik sigorta atacak olursa, bir karmaşa, bir kaos ortamı
doğuyor, geçmişi günümüze iliştirecek bağ kopmuş olacağından, doğal statüko
bozularak anarşi doğuyormuş...
Ayrıca ölüleri
konuşturabiliyorlarmış, ölenin sanal kopyaları saklanarak, bin yıl sonra bile
olaylar karşısında, ne yapıp, nasıl davranacağı dijital bir aynada aynen
gösterilip, sınanarak bu yolla çözümde üretebiliyorlarmış.
Dünyadakiler, Galep’in
Nazkon’da olduğunu biliyor ama geri getirmenin hem yararsız ve hem de bir insan
için harcanacak zaman diliminin çokluğu karşısında (prezantabl) olmadığını
düşünerek, Galep’in Nazkon’da yaşamasına (kalmasına) göz yummuşlar, hatta Dr.
Kevork’un sanal öldürüm törenine katılarak bir mezar bile yapmışlardı.
Galep’in yalnızlığı ise
Nazkonlular’la uyuşamayışından ileri geliyordu. Dünyada da böyleydi Galep, bu
yolculuğa da elverişli psikolojisi ile uzaysı yalnızlığa kolay uyum
sağlayacağından dolayı seçilmişti. Yıldızlararası Donkişot yalnızlıktan
sıkılmıyor ve kalabalığı da sevmiyordu. Ama Nazkon bambaşkaydı, burada
yalnızlıktan sıkılmaya başlamıştı, yalnızlığın kareleri, küpleri ne yazık ki
Galep’in çözülmesine yetmişti.
Bir gün Nazkon’un ünlü kenti
Suncity’deki, kenar mahallelerden Moonburg’da bulunan, pek meşhur barlara
gitmeye karar verdi. Bildiğimiz bardı bunlar, müzik, dans ve eğlence. Moonburg,
Nazkon’un eğlencede omuriliği sayılırdı.
Galep, yıllardan sonra
kendisini kemirmeye başlayan depresyonu ertelemeye çalışıyor, yalnızlığın kübik
katlarına direniyor, ama başaramıyor, hatta dünyayı özlüyordu. O akşam oturduğu
barda, sesi bin desibele çıkan, sahneye sırtını dönerek, “Yaratılmışlar
Akvaryumu” denilen -dinlendirici- kristal küreyi izleyip, sanal görüntüsüyle
birlikte, uzun süre gitar çalan bir şarkıcının üzünçlü sesini dinledi. Üzünçlü
ama metalik bir sesti bu. Müzik bittiğinde ara koridorlardan geçerek uzaklaşan,
sesi ve görünümü mekanik bu şarkıcıyı, birden daha önce görmüş olduğu sanısına
kapılarak, lenfatarı titremeye başladı! Yüzey basıncının giderek arttığını
görüyordu, eğer yüz şekeli aşarsa, yirmi yıl geçici ölüme girebilirdi. Durumumu
kurtarırım düşüncesiyle, şarkıcı
tam sağdaki aynanın önünden geçerken,
otomat bir biçimde, ‘Jose!’ diye
haykırdı.
Ölenlerin, evrenin sınırlı
boşluğunda, başka gezegenlerde yaşamlarını sürdürdüklerini, ama ilk ölümün,
sonraki yaşamla paralel zaman diliminde (birebir) görülebilirliğinin, görecelik
kuramının değişebilirlik oranına (bir olasılık olarak) eşit olduğuna ilişkin
öyküler duymuş, (görecelik kuramı zıt eğrisel değil, düzgün doğrusal
değişikliğe uğruyordu - zıt eğrisel değişikliğe, düzgün doğrusal yoldan
varılacağı ileri sürülüyor. Kimi teorilerinde zıt eğrisel yoldan düzgün
doğrusallığı bulacağı vb.) bu tansığın, tansıktan da öte olanaksızlığın -var
olduğunu- dünyada kanıtlamışlardı. Görecelik kuramı ilerleyen zamanda kendisini
yalanlayan, (lineer) bir tür varoluş
kuramına (hipoteze) dönüşmüştü.
Evet,
Jose! diye haykırmıştı!.. İşte o an Jose, başka dünyalardan sesleniliyormuşçasına, şaşırarak, siyah
gözlükleriyle yan tarafa, Galep’e doğru baktı (Galep aslında Jose’nin,
Detroit’li sıradan bir hayranıydı, Alp kuşağı turnesinde, bir vesileyle (bu pop
şarkıcısını) Paris’ten, İstanbul’a “Miklagard” dek izlemişti), ama
olanaksızlığın olanaklılığına pek inanmadığı için, hiç bir şey duymamış gibi
geçip giderken, Galep, kara gözlükleriyle aslında âma olan şarkıcının ardından,
kutupsu, çelik soğukluğunda bir sesle; Feliciano!!! dedi ve öylece kaldı.
İşte Artemis’le bütün gün bozup
düzelterek, 1970’lerin âma şarkıcısı, pek sevilen Amerikalı Jose Feliciano’yu
yadettiğimiz kısacık öykü bu.
VII
Canım Artemis’im hep anlatırım,
hep anlatırsın. Saint Exupery, Küçük Prens’te, kahramanına, bir dostunun mektup
içinde bir kuzu çizmesini ister. Küçük Prens her defasında kuzuya bir kusur
bulur, bu durumdan usanan dostu, en sonunda bir kutu çizerek, aradığın kuzu bu
kutunun içinde der. Küçük Prens, aradığı kuzuyu sonunda bulduğunu ve çok mutlu
olduğunu yazar. Bende, Artemis’in onca sevişmelerimize karşın gizemine
eremedim. Bir uydu gibi yıllarca onun yörüngesinde dolaştım, gerçekte ne
aradığımı bir türlü bilemedim. Venüs Tepesi’ni -güleradım- arşınlayarak, kutsal
Zeus Tapınağı’na bir gün olsun giremedim.
O gün öyle istenç dolu, öyle
coşkulu, yatağından taşan, tepelerden çağlayıp, derelerden süzülen, öyle deli
dolu bir akarsuyduk ki, sevişmelerin en sonsuz, en uykulu anlarında bile
bedenlerimiz birbirinden ayrılmıyor, Nepal kabartmaları gibi dolanıyor,
ayrılmak istedikçe birleşiyor, birleştikçe karışıyor, tek bir vücut oluyorduk.
Böyle bir anda, altında seviştiğimiz köknar ağacının ta uç dallarından, -esen
rüzgarla- bir femür kemiği düşmesin mi! Belki de, yüzyıllar önce ağacın
dallarında, koruda sevişenlerin bir parçasıydı bu kemik. Bu kemik belki de
gezegenin keçi ayaklı Pan zamanlarında, boğazda tuhaf kemik yapısıyla kırlangıç
balıklarının yüzdüğü, yuttuğu yalvacı karnında unutan gözleri görmez Yunus
(cankurtaran!) balıklarını izleyen birinindir. O zamanlar sırtlardaki koruları
gözleyerek boğazı geçen argonotlar kol gezerdi dünyada. Kemikte bir de yazı
vardı, Latince “habis habem corps austrum” ‘deli dünya, tatlı hayat!’ demekmiş.
Öteki sevenin kemiğine, beriki sevilenin yazdığına bakılırsa, yaşamında mutlu
olabilmiş, acılardan uzak birisiymiş. Ama yazan belki de muzip bir tiyatro oyuncusu, yada küçük çaplı,
serseri bir tacirdir. Kimbilir...
VIII
“Herkes şairdir çünkü rüya
görür”.
Bugün Artemis’le, Che’den,
vanadyum ve tungsten yuvalarından, kalker plakaları ve suyun kimyasından, Hitit
yemeği, Nesa dili ve Daniel peygamberden ve rüyalardan sözettik. Yehova şahidi
bir komşumuz vardı. Daniel’e neredeyse tapıyordu, bu yalvacın kehanetine göre;
ilk dünya savaşının üzerinden bir insan ömrü geçtiğinde ‘Mehdi gelecek!’ tüm
insanlığı kurtaracaktı, yine bu komşumuza göre o tarih 1914’ün üstüne eklenecek
bir yüz yıl olabilirdi. En geç 2014. Ellidokuz yaşındaki komşum üzünçle sen
görürsün ama ben göremem diyordu! Ona, Daniel’e inanmayanlar ne olacak dedim,
onlarda kurtulacak ama bir “inançsız” olarak dedi. Daniel kültüründen tümüyle
habersiz bir eskimo için oldukça ağır bir suçlama deyince, bilmeyenler
günahsızdır dedi. 2014’te mehdi gelmezse bence, Daniel’de günahsız! demek
isterdim ama, birden ‘Hepimizin bir kurtuluşa gereksinimi var’ demişim...
Koruda; tüyler, dışkılar, şahinler, kırlar, ışık ve taşla, aşklar,
geceler ve suçlar üzerine konuşmayı sürdürdük. Pisidya ve Milavanda’da geçen
acıklı bir sevda öyküsü anlattım, savaş arabalarının tarihsel gelişimi,
Kastilya çeşmelerinin mimarisi üzerine konuşurken, Artemis sözümü keserek, ima
dolu bir sesle, birde ‘Ivır Zıvır Tarihi!’ var diyerek, belki de sırf kadın
olmanın getirdiği yaralarla, kendine
kıyan genç bir yazarın veda mektubundan satırlar okudu bana ve sık sık yaptığı
gibi yine ağladı, sırf ağlayan
birine dayanamadığım için bende
ağladım...
“Bir şeyler yapmak, ama ne?
İnsanlar ne yapıyorlar? Yaşıyorlar. Yaşamak için çalışıyorlar. Çalışabilmek,
para kazanabilmek için boğuşuyorlar. Bir yer edindiklerinde, en azından
edindikleri konumu koruyabilmek için savaşıyorlar; yalan söyleyerek “siyasal
ilişkilerini uyumlu” tutarak, daha, hep daha fazla kurallara uyarak, deneyim
edinerek, hata yapmayarak...
Sonunda ne oluyor? Belki bir
ev, bir iki çocuk, dost mu, düşman mı bilinmez bir iki tanış edinerek, boş
zamanlarında insanları daha iyi değerlendirebilmek ve ahkâm kesmek için kitap
okuyup, film izleyerek...
Ve bir gün ölüm geliyor. “İyi
insandı” deniyor. “İyi yaşadı”, çocuk yetiştirdi, ailesine baktı, iyide
çalıştı. Sıra onun çocuklarında artık. Kurallardan nefret ediyorum. Öncelikle
doğanın yasalarını anlamıyorum zaten, insanlarınkini hiç anlamamam çok doğal.
Yaşamak için bir başka canlının ölmesi gerekliliği bana korkunç geliyor.
Amaçsız bir boğuşmaya kapılmış gidiyoruz. Doğa yasaları acımasız, insanlar
doğadan örnek almışlar. Doğanın yasalarından daha acımasız insanın yasaları.
Daha incelmiş ama daha acımasız. Hayvanlar yaptıklarını ahlak kaygısıyla
yapmıyorlar, yaptıklarına akılcı neden aramıyorlar, birbirlerini öyle gerektiği
için öldürüyorlar; canları öyle istediği için, yada doğru olan bu olduğu için
değil. Yargılamıyorlar, pişman olmuyorlar.”
Daha başka şeylerde var diye
ekledim:
“Yaşamın soylu değerlerinin,
bağımsızlığımızın (...) bir avuç bağnazın ve ideologun çılgınlığına kurban
edildiği dönemlerde, içinde yaşadığı zamanın etkisiyle insanlığını yitirmek
istemeyen insanoğlu için bütün sorunlar, tek bir soruda odaklaşır: Nasıl özgür
kalabilirim? Bu çılgınlık ve vahşet ortamında, bütün tehditlere karşın
düşüncemin, hiç bir şey pahasına feda edilemeyecek berraklığını, yüreğimin
insancıllığını nasıl koruyabilirim? Devletin, dinin yada politikanın irademe
aykırı olarak bana yönelttikleri o tiranca isteklerden nasıl kaçınabilirim?
Sözlerimde ve eylemlerimde, benliğimin en derin noktasındaki ben, hangi
sınırlara kadar gitmemi istiyorsa, ancak oraya kadar gitmeyi nasıl
başarabilirim? Benliğimin bu tek ve biricik parselini yerleşik düzene,
dışarıdan dikte edilen ölçülere uymaktan nasıl koruyabilirim?”
.Evet, Aktium savaşında
askerler dirisi yada ölüsü aranan Cassius’un ölüsünü bulunca komutana
bağırırlar, ‘Cassius burada!’ Komutan, ölüye yaklaşır ve derki: “Bir zamanlar
Cassius’tu ama artık değil!..” Koruda
karıncalar, bir Ağustos böceğini yuvalarına çekiyor, kertenkele güneşlendiği
taşın üzerinde göğsü inip kalkarken, iki sevgili yanına yaklaşınca, iç
organları andıran, dışa fırlamış ağaç köklerinin arasında yitip gidiyordu.
Sedir ağacının gölgesinde kalmış bir defnenin, iri yaprağı esen yelle koparak,
salına, kıvrıla iniyor ve kendini toprağın kollarına bırakarak yeni yaşamına
başlıyordu. Artemis onu eline aldı ve kitabının arasına koyarak yeni bir
yolculuk daha başlattı. Bir kaplumbağa otların arasında göğe dönük, ayaklarını
oynatıyor, ikindi güneşinin uzak vadilerde, kavakların arasından hayalsi
biçimde süzülerek battığı yerde, bir İshak kuşu çınlayarak ötüyor, sakız
ağaçlarının tepesinde bir başka kuş nedendir bilinmez, bu ötüşe karşılık
vererek, giderek kararan bu endüstri
kentinin son soluklarına, bu durdurulamayan, gemi azıya almış vahşete,
belki de ağıtlar yakıyordu. Uzaklarda bir kilise çanının sesi kubbelerde
parçalanarak dağılıyor, Ayasofya’dan, Eyüp’ten, Sultanahmet’ten bir karanfil
kokusu gibi dağılan Bilali sesleri betonarme şehrin çatlakları arasına, melül
bir vaat, eskil bir panzehir gibi
yayılıyordu.
Artemis’im, benim biricik
sevgilim, sonunda o korulukta öldürüldü. Çaresiz katastrofların içinde kaldım,
ölümcül, karanlık dolambaçların içine daldım. Firavunun konuğu Nabukodnesor
gibi labirentlerden kurtuldumsa da ey yarab, Artemis’ten ayrı kalmak
Şehriyar’dan da beter kör etti beni.
KATASTROF
I
(Andolsunki, İstanbul şehri
değil, İstanbul zehridir! “Tedavi gören ve bir türlü iyileşmek bilmeyen
tanrının bir alyuvarının üzerindeyiz.” J. Cocteau. Eskiden gözyaşları vardı,
sevgiliye yakarmak vardı, tatsız, renksiz, kokusuz bir sıvıcıl oldu insanlık.)
Ve Cabub’da ve Nubya denizinde doyasıya oyalandıktan milyarlarca yıl sonra,
bizim samanyolumuz boş uzayda, en yakın komşuları bile görülemeyecek denli
uzakta, kendisini yapayalnız bulacak ve sonunda da yıldızlar basitçe gözlerini
kapatarak, bir gümbürtüyle değilse de, fısıltıların en cılızıyla haykırarak
evren tükenip gidecektir.
Denizcilerin en son 1854’de
gördüğü bir ahtapot türü vardır ki başı tümüyle inek başı gibidir. Bu boynuzlu
ahtapotun uzun kollarından tutulup ters çevrildiğinde, insanlarınkine benzer
bir penisi olduğu görülmüştür. İşin ilginç yanı ahtapotta penisin müslümanlarda
olduğu gibi sünnetli oluşudur. Denizciler, Herman Melville ve Jules Verne’in
yazılarında, bilerek bu hayvandan söz etmediğini belirtmişlerdir. Bu hayvan
avlanarak havaya kaldırıldığında, kulaklar, mırıltıyla karışık bir pişmanlık
şarkısı duyarlarmış.
Ayrıca deniz leoparı ve kutup
eşeği de varmış. Süleyman’ın mesellerindeki fahişe balinaların yumurtlayıp,
masadan düşerek kırılan fincanın zıplayıp bir araya geleceği günler yakınmış,
keratinleşme, kitinleşme, kalbur, kendir, biz ben-i İsrail’den beri bile, “Saul
vurdu binleri, Davut’da onbinleri” sloganıyla yaşamaya alışmışız. Ölmeye
gelmişiz dünyaya, öpüşlerin tarla kuşu, “mürle ovdum uyluklarımı,
yirmibirindeydim, İnebahtı’nın bahtsız amirali Mehmet Şirokko idim, mekanik ve
mihanikiydim, doğmakla ölürüz dedim, papağan plantasyonu, sınai kuşu
kırlangıçlar, kundaktaki mısırlar, güneş karaya, ay denize düşecek, Mısır
mitinde, çift cinsiyetli Am-un erselik ilişkisinden yuttuğu spermi tükürünce
yaratılmış dünya, Suriyeli Yunan büyücüler, Muhammetimizde Sevde’yi kollarına
almıştı, oda hurma ağaçlarının altında doyasıya sevişmiş, oda çölün karanlığına
çılgıncasına haykırmıştı huma kuşu gibi, oda senin gibi faniydi, geceler boyu
ağlıyorum, annem öleli beri, eskiden ben annemin içindeydim, şimdi annem benim
içimde, nasıl ağlamam, termodinamiğin yasaları, görecelik, olasılık kuralları,
kuvantum mekaniği, belirsizlik ilkesi, tüm insanlar bir katilin soyundan gelir
diye (kulağıma fısıldayan) Kabil, matematik çok ilginçtir, birin iki katı iki,
birden bir fazla, ikinin iki katı dört, bir artı iki eşittir üç (dörtten bir
eksik) dört üçten bir fazla, dördün iki katı sekiz, bir artı iki artı dört
toplam yedi, sekiz yediden bir fazla, sekizin iki katı onaltı geride kalan bir
artı iki artı dört artı sekiz toplam onbeş, onaltı onbeşden bir fazla, otuz
iki, altmışdört, yüzyirmisekiz, ikiyüzellialtı, her kat geride kalan katların
toplamından bir fazla, sonsuza dek sürüyor. “o kozmos ine seftis, o haros ine
kleptis” ‘dünya yalandır, azrailse hırsız’ bir Girit deyişi, yılkı atları,
yangında ağaçların çıkardığı ses, bir Urart yontusu, senin için bestelenmiş
füg, mavi bir toz parçacığı tırnağının üzerine kondu, mercan resiflerinin,
atollerin simbiotik ilişki kuran bakteri kolonileriyiz, kutupçul saçlı
paraşütler gibiyiz, güneş battı, perilerin ormanında, kafaların padişahı,
devrildi adıgüzel mermer denizinden ve karanlığın prensi, gecenin firavunu ay,
geceye rengini veren ay, F.P korusunun, (Ujal yakasında) sevişgen tanrıçası
Artemis’in iri gözlerinde, kızıl saçlarında ve mermer yüzünde dolaşarak dünyayı
selamladı, nereden geldiği belli olmayan Babil mührünü kucağına aldı, Amine’de
Muhammet’i böyle kucağına alır, Benû-n Neccâr yurduna giderdi, oradan Mekke’ye
giderken her dünyalı gibi Amine’de birgün ölüvermişti., sonra önümde ayak
sesleri duydum, oda yüzügüzel Bilâl idi, Ebu Talha’nın karısını da gördüm, bana
cennette göründü, Mekke müşrikleri, bizden evvel Yehûd ve Nasara’ya Tevrat ve
İncil inzal olunmuştu, Hadramut ruhunu canlandırmak için, Kindeli şarkıcı
kızlar kabileye güzel tambur çalardı, yüzü simsiyah kesildi, Kinde kabilesi,
Ebu’l Ferec’in Kitabu’l Agani’si gibi Farazdak ve Cerîr gibi ünlülerin
şiirleri, Rabbihi’nin El İkdu’l- Ferîdi, Bedir savaşından sonra kendi aleyhinde
şiir yazan Mervan kızı Esma’yı Umayra’ya öldürtmüştü. Artemis’i öldüren
Kyklop’da cinsel ilişkide bulunmuştu, ölüm sonrası kırmızı karıncalar, ağzından
akan sarı sularda gezinmişti.
Sarı gagalı keten kuşu,
yuvasını yosunlu kaya ve taşların arasına, dağ horozu, küçük sık çalılarla,
yüksek otların arasına yapardı, fil adam Proteus sendromuna yakalanmış,
istediği biçime bürünen Yunan tanrısı Proteus, sanat hayranlığından doğan
Stendhal sendromu, Mars’ta yaşam var, Antartikaya inen yabancılar, dünyayı
buzullarla kaplı bir gezegen sanmışlar, Marslılar bizi görememişler, uğursuz
gezegeniz biz, göremeyecekler, ta ki onlar bizi görmek isteyinceye dek,
lanetliyiz, ayrıca görmek, bir Boeing’i
bir sinekten küçük algılamaksa, yada metali filtre gibi süzüyor,
moleküler deliklerden geçiyorlarsa, yaşamları katı madde içinde süren
uygarlıklar varsa, bunlar saçma, bunlar saçma...
Umami tadında meyveler vardı
koruda, sincap gibi bütün gün uyuyup, zürafa gibi bütün gece dolaşırdık,
Zeus’la, Afro ile söyleştik, tan ağarınca satyrlerle, nymphalarla seviştik,
sabah olunca saklandık, yalnız geceleri buluştuk, Blow up gibi gece olanlar
gündüz görünmüyordu, güneş yörüngesinde saniyede iki kilometre gidiyor, Pluton
-görünmeyen- sırayı bozuyor, kızıl gezegende gerçekler ölüyor, bizlerde sanal
yaşıyoruz, ilk başlarda dünya, hidrojen, su buharı, amonyak, metan ve
hidrojensülfitten oluşuyor, laboratuarda böyle bir gaz karışımına dışarıdan
enerji verildiğinde, bir süre sonra kahverengi bir bulamaç elde ediliyor,
dünyanın da böyle bir süreçten geçerek, en dış kabuktan başlayarak, önce sıcak,
kıvamlı bir bulamaç halini aldığı, sonra ağır ağır katılaştığı varsayılıyor,
toprağın anası bu kıvamlı çorba, güneşin sıcağıyla kimyasal evrimini yaşıyor,
“belki de yazmamın nedeni hep çelişkiler içinde çok tanrılı bir evrene inanmam,
her şeye kadir, her şeyi gören, acı çekmeye, kötülüğe ve ölüme izin vermeyen
bir tanrının yükselemediği, çok tanrılı bir evren, bir labirent -bir tanrı
paradoksu- paradoks, Burroughs, uçarı kalpleri tuzağa düşürmek üzere ağını
kurmuş soylu hanımlar, Kambriyen dönemde, biz hayvanlar ortaya çıkıyoruz,
mutant, değişik canlılar, cinsel yaşamımız ve ubrikant, kayganlaştıran
kullanımına ilişkin bilgi veriniz, mukus üzerine, kızıl güllü matador, bronz
haçlı Yunanlı kadın, hangi yaşam gerçek, hangisi sanal, oradakilerin mi, buradakilerin
mi, bizim yaşamımızın basit ve uydurma bir deney olmadığını nereden
bilebiliriz, uygarlık biçimimiz kötü, gerçek beyin okyanuslar, Mars’ın uyduları
Phobos ve Demios neden amorf, dünyanın suları olmasa bizde amorfuz, gerçek
yaşam her ellibin yılda bir evrim geçirmiş, yılan evrim sonucu ayaklarını
yitirmiş, kuşun ön ayakları kanat olmuş, insanda el... Yalnız kafalarımız mı
kalacak, dünya baş ve insan baş, her şey küreden ibaret olacak, insan
antropolojik bir sapma, insan varsa tanrı yok, tanrı varsa insan yok, bir adam
bir kuşu parçalayıp öldürmüş, parçaları bir dağın tepesine koymuş, çağırınca
kuş dirilip gelmiş, Übna’yı Filistin’de
yaktırmış, kadın hoşgeldin ölüm, ne yazık ki başka kurtuluş yolum yok,
Muhammet de ‘gülerek öldüren benim’ demiş... Belki İdikut’tadır ama Katalan
keşiş yabani kökleri toplarken, manastırın dar penceresinden kendini izleyen
gölgeye baktı, bir buffalo, gizlice aslanların avı şarkısını söylüyordu,
tinlerin ve solukların gezegeni yavaşça kıpırdıyor, sayısal diyagramlarda,
elektronik us çörküleri yaşlı rahibe uyuyan dünyalılardan sözediyordu, ayakta
kırılan bir camın kayrası duyulduğunda, Katalan keşişinde usulca yere doğru
süzüldüğü görüldü ve ne yazık ki düştü. Gerçel bir ölümdü bu, leptonlar,
muonlar, hadronlar, baryon, mezon ve bozonlar, fotonlar, beygir çulu, Tethys
okyanusu, ‘Tanrı salt yokluktur’ diyen
Scottus Eriguena, iyot, tuzun panayırlarda satılıp kızların çeyiz olarak
sakladığı yıllar, kulaksız karıncalar, lemürler, ben Hâlik doğum günüm yok,
Elagalipus yengin gladyatöre köpek ölüsü verir, Hubble sabiti kırkiki mi dir,
(sol el kalbe yakındır) mavi karlar, kaslar, kuşlar, Litvanya’da pantolon giyen
kızlar, kilisede (bahçede) oturan Kierkegaard, boynunda aşktan teslis taşıyan,
molluscalar, kabuklu hayvan, beş kral kalacak biri İngiltere’de, diğeri
iskambil kağıtlarında diyen Faruk, taş zamanı, peygamberler dönemi,
hilal-salip, yüzyıl savaşları, yüzgün savaşları, birgün savaşları, “tanrının
yüreğinde düşlediğimiz, kör tohumların içinde, uyuyan düşünceden mavi taç, ardıç
kuşunun çılgın flütüyle, ormanın ötelerindeki gölün buzlarını çağıran, yaban
arıları, yusufçuklar ve sevinçli kurbağaların taşıdığı yumuşak ışıkta, yoksul
hayvanların gözlerine parıltıyı veren zat, yazar Louise de Vilmorin’in
mezartaşı üzerinde yalnızca şu sözcük varmış, “İmdat”, Abdülhamit döneminde
tahta kurusu sözcüğü yasakmış, tahtı kurusun sözünü çağrıştırdığı için ve o
dönemde bir jurnalci elyazısı tanınır diye ihbarları sağ ayağıyla
yazarmış. Delphoi’de, Apollon tapınağı
girişinde, “yvwotoeocvtov” “Kendini bil” yazarmış, ışık hızını aşınca,
Cherenkov ışıması adında bir parlama varmış, Bitinya kralına satılan Sezar,
Süller köyünde Sezar’ım diyen yabancı...
Gazneli Mahmut, betimlenen
suçlu kendi oğluna benzeyince, gün ışığında belki kıyamam diye karanlıkta
yakalayıp elleriyle boğmuş oğlunu, elektrik içen, ışıkta yüzen canlılar, gerçek
yaşam görünmez olan, biz beyhude ve kaba yaratıklar, hiç bir zaman hiç bir
şeyle karşılaşmayacağız, Fromm’un dediği gibi, yaratmayan kişi yoketmek ister,
Rus çarı, sahte Dimitri ve sadrazam Düzmece Mustafa gibi, Alnitak, Rigel ve
Saif yıldızları, ormanın kedisi su perisi, kıkırdak kentler, Hindistan’da Aşaka
adında bir bitki varmış, neyin dibinde biterse onu sarar sarmalar, kendi
rengine benzetirmiş, aşk adını bu bitkiden alırmış, Yusuf’u alan vezir Katfir
gibi, Ficar çatışmasında onbeş yaşındaki körpe gibi, Laimo Kopion (Boğaz Kesen)
Rumeli Burcu’nun, Fatih’in farikasına benzetilişi, kar kelebeği, Nefertiti,
‘yanımdaki güzel biri’ demekmiş, Suriye çiçekleri, göz kırpan fugu balığı,
civciv fetüsü yiyen Manilalılar, Maniciliği aşağılamak için uydurulan maniyak!
sözcüğü, yediğiniz balı, eşek arısı Urfud ağacından topladı, Türkleri kahır
kadar hiç bir şey neşelendiremezdi, istiridyenin ay başı kanamasıyla,
Makedonyalı İskender’in Erbil zaferi, fetih sabahı hem Konstantin, hem Fatih’in
ayrı dillerde, aynı Allah’a, utkunun kendilerine bağışlanması için yakardıkları
gibi, Lysstrata, orduları bölen demekti, Brockenspekter, yüksek dağlarda
güneşin konumunun dağcının arkasında, daha alçak seviyede kalması nedeniyle,
dağcıların gölgesinin bulutlara düşmesi sonucu oluşan bir olgu, uygun
koşullarda gölgenin çevresinde renkli halkalar görülür, olay adını Almanya’daki
Brocken dağından alıyor, ama, ama işte Çek Jiri Sotola’nın şiiri;
“Işıl ışıl bir kordon boyu, nazarlık kadınlar,
Gölge, okyanus, bir mezar-ve biz
Her köşe başında, trenin hüzünle düdük çalarak
Durup beklediği her istasyonda
Gözlerimizi uzaktaki yeşil yıldıza dikeriz-
Aynıyız hepimiz, ama
kimse bilmiyor, evet,
Bilmiyor kimse,”
Hublon ve melek otu görmüş
gibiyiz, doğal kornonun fanfarları, papağan tüneğine dönmüş gibi, ölülerin
güldüğü Müküs’te, Baudelaire’e nerede yaşamak istediği sorulunca, her yerde ama
dünyanın dışında olsunda demiş, ağlama varlık bir tür plazma, korunun tepesinde
nereden estiği belli olmayan bir caz müziğinin tınısı yayılırdı kulaklara,
dinler, dinler ve dinlerdik ve gökte
foton yelkenlileriyle gezerdik, Pompei’de varsıl evlerde, ‘Cave canem’
‘Köpekten sakınınız’ yazardı, nazar duası, iftar duası, sofra duası, kudûr
duası, nikah duası, hacet duası, yağmur duası, mercan duası vardı,
Szymanovski’nin tarantellası gibi, ‘Yangın, tavus kuşunun kuyruğu üstündeki bir
güldür’ derdi Verlaine, ‘Yaylı bir tütün tanesidir pire’ bense, titanyum kaplı
bir zambak gibi gezinirdim onun diri göğüslerinde, soğum-kış, dirim-bahar,
verim-yaz, döküm-sonbahardır derdi, bilincinin eteklerinde, aşk, fiziki bir
çarpım tablosuymuş gibi, dili dilime değdi, hızla ağzıma girdi cinsiyet
değiştirmek ister gibi, kendinden çıkıp kurtulmak ister gibi, ağzımdan dolaşıp
çıkan öteki dilleri anımsadım, yükseklerdeki alıcı kuş, aşağıdaki kertenkelenin
kambriyen etiyle beslenmeyi düşlüyor, sonsuza dek sürecek bir cansızlığın
solgun yüzünü içimde görüyordum, “kumulların başladığı yerde kayalık bir
sahilin eteklerinden belki de elli metre uzakta, gümüş grisi bir kavis, dört
bir yana kum ve toz olukları saçarak çölden çıktı, daha yukarı çıktı, avını
arayan dev bir ağıza dönüştü, bu kenarları ay ışığında parıldayan yuvarlak ve
karanlık bir delikti, ağız Paul ve Jessica’nın tıkıştığı dar çatlağa doğru
kıvrıldı, tarçın burun deliklerini yaktı, kristal dişlerde ay ışığı ışıldadı,
koskoca ağız sola mekik dokuyordu” , Samuel’in kutsal kitabıydı, yüzüğünü
denize atıp suyla evlenmek isteyen kız gibi, yaşam bahtsız, insanda, insanın
kurdu idi., kitap ‘İnsan Ölüyor’ diye başlayacak idi, ezel, ebed, temmetdi.
KATASTROF
II
O gün sıkılmasın diye öykü ve eklenti dolu meseller anlatayım sana dedim,
saçmalayacağımı biliyordu ama saçmalamak bizim için değerli bir şeydi. Anakreon
şarkıların Roma öpücüğü gibi. ‘Hacer taşı beyazmış ve Adem Peygamber bu taşı
vaktiyle Ebu Kubeys dağına yerleştirmiş. Mecit ahalisinden bir şeyh o taşı
çalarak, Müleyke diye göğsü güzel bir kadına armağan etmiş. İki hanımlı
İbrahim, şeyhin peşine düşmüş, hırsızı bir yerde yakaladığında, refikelerinin
sayısı bilinmeyen şeyhi, İshak’ın oğlu Evas’a teslim etmiş, Evas, İsmail kızı
Nebayot’un kızkardeşi Mahalat’ıda eş alırken taşı ona armağan etmiş. Yakup, iki
cariyesi ve onbir çocuğuyla Yabbok geçidine girerken düşünde taşı görmüş.
Samuel’in kitabında yazdığına göre, Yakup düşlediğini elde edebilen biriymiş.
Mahalat, bir anda kucağından uçup giden taş-ı cevheri yitirince, onu saklayıp
uğrularla işbirliği yapmakla, onlara satmakla suçlanmış. Talmud’da başkaca
anlatılırsa da, gerçekte olay böyleymiş. Medyalılar ve fahiş kadınla evlenmeye
alışkın Plaklar, bu taşı ellerine geçirmeyi çok istemişlerse de bir türlü
başaramamışlardır. Kızaran bir gökyüzünde, hilalsi, yatağan gibi parıldayan
ayın önünde, bir yıldız belirdiğinde, kanlı savaş alanında, yere düşen bu
hilale gözlerini diken Fatih, tebaamın bayrağı bundan böyle bu ola dediğinde,
Yakup’da bin yıllar öncesinden bunu düşleyebilirmiş. Yakup’un düşlerinden
birinde şöyle bir sözde varmış; ‘Sen benim yeşil renkli El-Hazrami hırkamla
üstünü ört, o zaman Kureyşliler sana dokunmaz’ ama bu sözün hangi düşsel
görüntünün kaynağı olduğu hakkında bir ortak düşünce ne yazık ki yoktur. Yakup,
Yemâme’de Kur’an’ı belleyen hafızların şehit düşeceğini, Sa’d, Neml ve Sebe
surelerinde neler yazacağını da düşlerinde görmüş biridir. Nurani ve latif
varlıklara ilişkin ilk düşü de Yakup görmüştür.
Mahalat’ı nasıl affetmişlerdir.
Mahalat taşı çaldırdığında, bizim size bir kıssasını anlatacağımız şöyle bir
öykü dile getirmiştir ki, onun içtenliğine ve taşa bağlılığına gölge
düşürmeyeceği bununla anlaşılmıştır. Oda şudur; ‘Bahira’nın ömrü her geçen gün
biraz daha azalıyor, günnük reçinesiymişçesine akıp giden zamanda, son
peygambere yetişemeden, bu dünyadan göçüp gideceği korkusunu, kara, derin bir
kuyu gibi onun içine salıyordu. Miladi 582 yılının bir ikindi vakti, güneşin
yalımında Arabistan’a doğru akıp duran Suriye ovasına boş gözlerle bakarken,
birden oturduğu yerden fırladı. Başını kaldırarak, gözleriyle gökyüzünü taradı.
Deminden beri kıvrılarak yol alan bir kervanın üstünde, adeta kervanı izleyen,
kısrak kuyruğu gibi küçük, ince bir bulut gördü. Gökte başkaca bir bulut yoktu.
Kervan geceyi geçirmek için harap bir manastırın bulunduğu tepede, büyük bir
ağacın altında mola verdi. Kervanla beraber bulut durdu ve solarak birden yok
oldu. Ağacın dalları rüzgarda dalgalanır gibi eğilip doğruldular.
Kervandakilerden yalnızca biri, bu ağacın dallarının gölgesi altına düştü.
Bahira yaşından beklenmeyecek
bir çeviklikle manastıra doğru yürüdü. Merdivenleri çıkarak büyük bir ziyafet
hazırlanmasını emrettikten sonra, kervan başına haber göndererek herkesi yemeğe
davet etti. Ziyafet sofrasında çölün lütuflarıyla karınlarını doyuran yolcuları
teker teker inceleyen Bahira, davetliler arasında kutsal kitapların tanımına
uyan kimseyi seçemedi. Yanıldım diye düşünürken, ağacın altında develerin
yanında kimsenin kalıp kalmadığını sordu. Evet dediler, oniki yaşında bir çocuk
kaldı, Bahira onun hemen çağırılmasını buyurunca az sonra eşikte beliren çocuğu
gördü ve tepeden tırnağa ürperdi, bütün vücudunu bir titreme aldı, haykırmak,
bağırmak çağırmak istedi çölün karanlığına doğru...’ (ve tenindeki beni
görerek, bir serap gibi, işte gelecek olan son peygamber bu! dedi).
Mahalat, bu öyküden dolayı affedilmek
istemiyordu, o kendine inanıyor ve taşı çaldırmadığını biliyordu ve mazlumun
bedduasından kaçının diyordu. Buna karşın bir gün gerçek anlaşıldığında
kalabalıklarda şöyle bir dalgalanma oldu ve her nasılsa Mahalat hiç ilgisi
olmadığı halde, giderek büyüyen baskıların hücumuna uğradı ve korkunç biçimde
bunaldı olaylardan, bir suç işlenmiş ve giderek çoğalan bir halka gibi üzerine
doğru salınmıştı. Ne yapmıştı ki? Nil’de, bir gece kaçabilmek için, öküz
işkembesinden tulumlar üzerinde yüzen, iki sal ördürdü ve bir gece çocuklarıyla
birlikte, Habeşistan iline kaçtı. Yanına silah olarak yalnızca efendimizin
Seyf-i Nebevî’si gibi uzun bir pala almıştı. Habeş topraklarına çıktıkları
zaman taşlık bir yere geldiler ve çocuklardan birinin ayağı aksayarak -Kabe
putlarının en büyüğü Hubel gibi- düşerek yüzüstü kapaklandı. Gecenin
karanlığında, kibirli hükümdara, saçı sakalı ak birinin, atının ayaklarına
kapanarak, kendisiyle görüşmek istediğini söylediğinde, hükümdar ne istiyorsun
bre sakallı diye onu küçümseyince, yaşlı adamın, hükümdarın kulağına eğilerek
-Ben Azrail’im! dediği gibi, kaçmak Mahalat’ı ölümden kurtarmadı. Habeşistan’da
aç gözlü bir yerli onu anlaşılmaz bir tartışmadan dolayı mızrağıyla delik deşik
ettiğinde otuzaltı yaşındaydı.
Mekke tüccarlarının, Medine’ye
mal satmaya gittiklerinde tüccarlardan birinin pek meşhur bir koyunu varmış ve
kendisinden habersiz Medine’ye giden çoban tüccarı (Muhammet S.A.V.) pazar
yerinde ta Mekke’den gelerek bulduğu gibi Mahalat’ın geride kalan tek çocuğu
Habeş ilinde annesini tam bulduğu gün, onun mezarıyla karşılaşmıştı.
Bütün öyküler acıklıdır. Yaşam
Janus’tur. Kısa süren mutluluk ve yaşamımıza sarmaşık gibi dolanmış acılar...
Tarih Musa peygamberin bile iki olduğunu yazar. Biri soylu olmayan Samira
kabilesinden olmakla kendisine Samiri lakabı vereni, ikincisi de annenin
kalbine düşen ilhamla bir sandık içinde Nil’e bırakılıp firavunun sarayında
büyüyen Hz. Musa’dır. Birincisi soylu olmadığı için kavmini altın buzağıya
taptırandır. Bir çöl şehrinde bir günün gecesi yolumu yitirmiştim, bir türbenin
kenarından geçerken bana yitirdiğim yolumu yeniden gösteren nur yüzlü insana
ki, adının Abdüllatif Geylani olduğunu söylemişti, ertesi gün, hanemden çıkıp
şükranlarımı sunmak için o türbeye vardığımda, türbenin girişinde, burada
Abdüllatif Geylani yatmaktadır talikini görünce, hayretimi gizleyememiş ve
şaşkınlığım ömrümce sürmüş, ahrete dek bu hali açıklayıcı bir yanıt
bulamamıştım. Bu mübarek gecede son kelamım şudur: ‘Dünyada yalnızca
karanlıklar vardır’. Şanlı bir hükümdar
önünde libasları ve zümrüt taşlı kalkanlarıyla
nice cengaver gösteriş üzere kavgaya tutuşurlar ve içlerinden biride
varmış ki hiç yenilmezmiş. Günün birinde çok ve çok süslü, libası göz alıcı,
altın miğferli, kalkanı yakuttan, bir yiğit alana çıktığında, anda yenilmez
cengaveri bir titreme ve ardından humma dolu bir dehşet ve sonu gelmez
seyrimeler aldığında, tüm izleyenlerin gözleri önünde bu aslan vücutlu cengaver
yenilivermiş. Çünkü bu yeni ve en yenilmez olanı yenen, renklerle bezeli, tunç
derili, kırmızı bilekli yiğidin adı da; meğer ‘Aşk’ imiş (berhüdarım)
efendim!..
KATASTROF
III
Tanrı iyi bir heykeltraş değil.
Yapıt ufak bir darbede dökülüp dağılıyor, dokular kaynamıyor, lifler atıyor...
Tüylü kılıçtan balıklar gibi,
yirmi derecelik hava akımında yaşasak, şehirleri yıkasak, berzah alemi
bühtanıyla. (Kutup serçeleri, budist rahibin gölgesine işese, Aden bahçeleri,
iş merkezi olsa, insanlar en çok, sanayi insanları, doğa insanları, inanç
insanları diye ayrılsa, herkes istediği gibi yaşasa, sanayi insanları metal
ceket giyse, doğa insanları çıplak gezse, iman insanları kader dese... Perili köşkte, ondört numarada
desem. Samiriye’yi bilsem. Yer mantosuna gülsem, faylardan kayarak İran’a
gitsem, tellür elementiyle sevişsem, firavun Psamtrik’in (Psambetik?) çocukları
gibi ‘becos’ desem; Frigya dilinde ekmek demiş olsam, gözlere materyalist,
marksist gözüksem, doku iplikçiklerine ayrılsam, ölmesem, yine birleşsem. Fâtır
Suresi mezar yaşamı ile ilgiliydi, Ümmi-i Seleme, aileyi infâk için, vade ile
arpa alırdı, Tihâme kadınları (isterik olurdu) da arzu doluydu. Hatice’nin,
Hıristiyan amcazadesi Varaka, Hicaz’ın zengin vahalarını alınca, saçaklı
kadifenin altında kendileriyle yattım dedi. Zûhruf otuziki, Nahl yetmişbeş
oldu. Marid’lerden birinin bir kadınla evlendiği dedikodusu yayıldı, erkeklik
duygusu olmayan Muhannes’in çirkin
denecek kadar şişman bir kadına bakması ayıplandı. Jfk olayı nedeniyle Ayşe ile
küsüşmesi, Mıstah’ı kör etmesi, Safvan’ı savaşa göndermesi, Müselman kadınlara
karşı şiir yazan Ka’b İbn-i Eşref’i feci şekilde öldürtmesi, Allah yarın size
Taif’in kapısını açarsa, size gereken Gaylân’ın kızını tutsak etmektir demesi
dikkat çekti. Sakif halkı kadınlarının giyiminden dolayı putlarının kırılmasını
Mugira’ya emrettiğinde, Safvan bin Muattal Sulemr, Lihyan oğullarına karşı
giriştiği Usfan savaşından dönerken devenin arkasına Safiyye’yi bindirir.
Cüveyriye, el-Muraysi gazasında tutsak olup güzelliğiyle Muhammet’e eş
tutulduğunda, Safiyye, Hayber tutsağı olup (Muhammet) o tutsakları gözden geçirirken
bu kadının üzerine hırkasını atarak haremine almıştır. Mariya, İskenderiye
sahibi Mukavkis tarafından armağan edilmiş köle olup, cariyedir. Ahzâp suresi,
Benî Kureyza kavmi, Ebû Nuaym’ın Hilye’sinden gelme Mücahid’in sözlerini
nakleden Buhari’ye göre o (Muhammet), fakat Tanrı bana Kefiti verdi, Herise
yememi diledi, El Huvayla’da kiminle evlenmeni düşünürsün deyince, Esma’nın
güzelliğinin methini Numan’dan duymuştu ki, ‘ o’ dedi. Ama kendine hakim olup
iki ayağını “izhir” otlarının arasına sokar ki orada bulunan zehirli akrep
yahut yılan musallat olsun diye, madem ki ayaklarının ucuna debagatte
kullanılan karez ağacının yaprakları döküldü, Ümmi hâni ile evlenmeyi istedi,
Ban’il Nazır adındaki yahudi kabilesi Safiye’ye karşı Kinâne’nin kız kardeşini
verdi, oda Kâ’ab’ın kızı Müleyke’nin babasını öldürüp sonrada koynuna aldı,
yanlarında el değmemiş deve kuşu yumurtası renginde ceylan gözlü dilberler
vardı. Kâ’ab’ı ve Mervan kızı Esma’yı böyle öldürtmüştü. İbn-i Ebî Sufre ve
Kurtubî’nin görüşleri sümbül yataklar, kehribar boyunlu kızlar, safranlar,
kefurlarla ilgiliydi ve Kurazî Rifâa adında birisi, üç talâk ile karısı
Temime’yi boşar. Ne varki Abdurrahman İbn Zubeyr’in erliği şu libas saçağı gibi
ayrıktır. İlligün ve Nâim cenneti yeşil yastıklar ve hurmalıklarla, Zuhruf
suresiyle tasarlar, kadınlarsa isyankar ve küfrândırlar. Kulağında küpe olan
kızanlar, sedefteki inci gibi parlar, Tebük seferinde, Muhammet’in alnındaki
beneğin Amine’den geçtiğini anlar. Ben-i Mustalik gazasında kaçarken düşen
Cüveyriyye, İskenderiyeli kıptilerin önderi Mukavkıs tarafından olup,
önderleri Leys uyruğundan Davud kızı
Müleyke ile evlenmiştir. Birinci Akabe biatı onun el-Akabe’de, (El) Ansar’dan
oniki kişiyle buluşmasıyla olmuştur. Buna kadınlar biatı denir. Kocalara yalan ve
bûhtanda bulunmamak konusunda asıl kaynak Keykâ’ûs b. İskandar b. Kâbûs b.
Vaşmgir Unsur al-Ma’ül’nin yayınladığı kitaptır. Adn, Nâim, Firdevs,
İlliyin yüce cennetler olup, her şey
kerem ve kerim olan Allah’ın
adıyladır...
IX
Bir gün koruda oturup, ıhlamurların
altında söyleşiyorduk, garip bir adam geldi, fötrlü. Saatlerce oturdu, yalnızca
çay içti, her ne olduysa kalkmaya yakın bir konuşma geçti aramızda, bir
fırsatını bulunca, ne iş yaparsınız dedim: Dışalım-dışsatım deyince, ne gibi
yani demişim farkında olmadan, hiç unutmam boğuk bir sesle: ‘Yoksulları
eziyorum ben!’ dedi. Bir kış günüydü. Bir nisan gecesinde gene korudaydık,
gecenin yarısında silik bulutların arasında, kuzey batı ortayının bir mızrak
boyu yukarısında, sol kol havada, gözün sanal çakışıp, kolun teğet geçtiği
noktada, bir kuyruklu yıldız gördük. Bir azize gibi soluktu, bu nedenle ‘Meryem
Kuyruklusu’ demiştik ona. Puslu gökte; kandil ışığında köy evlerinin tavanında
parlayan mısır koçanı gibiydi.
Soygazların oluşturduğu kuyruğu, cennet süpürgesi gibi sarkmış, konik
beyazlık bir gelin tacı gibi uzamıştı.
Ayların en mutlusu nisan! Bu
aşk yağmurları bize yağıyor. Öne doğru kayarak, ışık saçan bu püsküllü yaratık,
minik cansız bir mürekkep balığı gibi duruyor ama çevresine de kozmik bir esin
yayıyordu.
Bir başka gün, tam gece yarısı,
korunun doğu duvarlarına bakan taş evlerin alnacında oturuyorduk, sırtı güneye
yaslı, bedenini kavisli biçimde uzatmış, gamsız kasavetsiz bir adam belirdi
önümüzde; Artemis olur olmaz herkesle konuşur, sevişirdi. Birden adama laf
attı, varlığımızdan habersiz adam, çekinir gibi olduysa da, çabuk toparlandı ve
bizi duymazdan gelerek, derin bir iç çekişle: 'Sesimizi geleceğe
duyuramayız...' dedi.
Koruya karanlığın gölgesi
düşüyor, ürküntü dolu bir havanın boğucu kokusu içlerimize işliyordu. Adam
karanlıkta, dur duraksız, ağırlıkla içtiği tütünün parlattığı havayı
yırtarcasına söze başlayarak, aşağıda, denize doğru uzanan deltoit tarlaya her
yıl bu saatlerde bir ufonun indiğinden söz etti...
Ufo beklediği anlaşılan bu
adamdan ürkmeye başlamıştık, hiç durmadan serseri bir asteroidin dünyamıza
çarpabileceğini, mikro sonsuzluğa ulaşmaya çabalayan uygarlıkların olduğunu,
makro uzayın gizinin, mikro uzayda saklı olduğunu ve sonsuz olasılıkta evren
biçimlerinin olduğundan söz ederek mırıldandı durdu. Büyük bir köpük üzerinde
yüzen küçük köpüklerden, sihirbaz kutusu, içiçe evrenlerden söz ederek, biz
aslında gereğinden büyük bir evrenin, gereğinden büyük bir parçasıyız
dedi. Ve sonuçta hepsi evrenin bir parçası olan katmanların, herhangi bir katında oturuyoruz
-apartman gibi- diyerek, yedi katlı gök meselinin binlerce yıl öncesinden
genlerimize işlemiş, bir bilişim yongası olduğuyla sözlerini bağladı. Geceden
çekinmeye başlamıştık, içine düştüğümüz güvensizlikle, başımızı yıldızlara
çevirmişiz, ne kadarda çoktular, canhıraş, akçıl bir afyon tarlası gibi zehr
içinde parlıyordular.
Adam son olarak, merak;
gelecekte ilkel duygulardan biri olacak, bilinecek hiç bir şey yoktur, yaşamaya
bakın diye ağlamaya başladı. Alınmadıysak da, peki bütün bunlar neden oluyor
dediğimizde: Üzülebilirsiniz ama, ne yazık ki bir şeylere hizmet ediyoruz biz
dedi. ‘Hizmet ettiğimiz şeyse yokluğun varolmaya çalışmaktaki katılığı,
ısrarı...’
Yokluk var sayılabileceğine
ilişkin inandırıcı bir kanıt oluşturabilmiş değil, yokluktan yokluğa gidiyoruz,
evren kalıcı değil ve bu durumdan çekiniyor, tanrı, töz gibi kavramlarla
kendini var etmeye çabalıyor (bize karşı mı!) oysa bu kendisinin yadsınmasından
başka bir şey değil, aslında evren kaos demek, bunu aşamıyor, bu gerçekleşse
belki o zaman insana da gerek kalmayacak, insan olmazsa bütün bunların
olamayacağı gibi; düşüncede olamaz deyince, insanın önemi yok, dünyada bir
insan, evren düşünüyor ve bir bellek yumağı, tek karşıtı da kendisi ve en görünür
tanrı da; bir aracı, bir yaratan olarak tekcil olan ışıktır diyerek ağzından
hiç eksiltmediği tütününü söndürdü. Karanlıkta; konuşulanların tam terside
düşünülebilir diye söylendimse de duymadı. Bu tartışmalar telefon tellerine
konan kuşların konuşmayı etkileyip etkilemediğine ilişkin şakalara benziyordu.
Gerçekle, görünürdeki anlam arasında inandırıcı bir illiyet bağı kurulamıyordu.
Tam bu sırada, kentin
ışıklarının güz yaprakları gibi bir bir dökülerek söndüğü bir saatte, bize göre
at nalı biçiminde uzanan tarlanın, atın
sağ ön kaburgasına doğru diyebileceğimiz tarafta, kalkan balığı gibi üzerindeki
pütürlü pulcukların tümünün bir ışık kaynağı olduğu bir cisim, belli ki bir ufo peydah oldu,
tarla aşağıda, tümsek durumdaymış da biz fark etmemişiz gibi, yerin altından,
toprağın içindeki bir galeriden yükseliyormuş gibi parlamaya başladı, Artemis
gibi az kalsın bende bayılıyor, sanrısal bir dürtüyle nerdeyse küçük dilimi
yutuyordum. Yükselti boyunca, ışıklar saçan, sessiz bir ölüler alayı, bir düğün
konvoyu gibi yaklaştı ufo! donup kalmıştık uğultudan duyamadık, gözler kamaştı
göremedik. Uzansak dokunuruz sanısı verecek denli yakından, cankurtaran düdüğünü andırır bir müzikle,
minyatür bir dünya, tuhaf bir cüceler
ordusu gibi küçüle küçüle yok oldu gitti. Bayılmışız. Sabah uyandığımızda fötrlü adam ayaktaydı, ondan erken
uyansaydık bir şey değişir miydi hala merak ederim. Ufo toprakta ışıksı bir
çizgi bırakıp gitmişti. Duvarın aşağısındaki boşluğa -boş tarlaya- bakayım
derken otların arasında ufoya benzer karton bir oyuncağa takıldı ayağım,
korkuyla bir tepik savurmuşum, oyuncak süzülerek, gece ufonun göründüğü tarlaya
doğru gözden kayboldu. Adam ben yaptım onu dedi. Gördün merak edilecek bir şey
yok, bunu bilmeliyiz diyerek arkada, korunun çıkış kapısının olduğu yere doğru
yürüyerek yitti gitti.
X
Artemis’le yalnızca sevişerek
ve yalnızca düşünerek aylar yıllar geçirmiştik. Gelecek korkusundan uzak
yaşıyorduk. Bir gizil yurtluk, kimselerin bilmediği bir shangry, bir karşı
ütopyada zamansızlığa koşuyorduk. O günde, ağaçların altında defnelerin dibinde
seviştik gün boyu, kalbe yakın sol el; onun tapılası mabedinin kubbelerinde,
güneş yapraklardan çekilip, ağaçlar solgun bir ikindinin içinde, sessiz ve
süzgün kalana dek gönül sürdü. Dudaklarım her uyanışında, umru dutlarının
meyvelerinde, sarhoşlukla gezindi. Dilim ab-ı hayatın pınarından mitolojik
hayvanlar gibi su içti. Güneşin bağrına düşmüş bir beyaz cüce, yörüngesine esir
düşmüş bir pulsar gibi dolandı durdu.
Güzeller güzeli tanrıçanın
saçlarından bir mavi taç, kamerî düşüncenin uyuyan talih kuşu, ormanın
yaprakları arasında çağıldayan flüt, ötüşen kumrular, buzul göllerinin tanında
katmerlenip-goncalanan gül, görklü yaban arıları, sincapların yumuşak ışıkta
uyuyuşları, binbir renkte böcek, uçuşan kelebek ve orman cinslerinin
gözlerindeki parıltıyı veren gizil ecelere tapınarak, renkli minicik bir cin
gibi, onun barınaklarında gün boyu eridim gittim
XI
Ama defne yapraklarının
arasında, mavi tulumlu bir Kyklop gözetlermiş Artemis’i. O, irem dolu günlerin
başından beri izlermiş bizi! Ben Artemis’in kollarından fırsat buldukça, bir
Pan gibi koruyu dolaşır, otların arasında, ağaç diplerinde, örümcek ağlarına,
kuş yuvalarına, sincapların toprakta sakladığı yemişlere dalar giderdim. İşte
günün pusarıklaştığı, çayırların rüzgarlarla dalaştığı o saatte, Kyklop benim
Pan gibi koruda esen havayı soluyup, Artemis’in yanına, genç bir satir-çevik
bir titan gibi dönene dek, dağılan saçlarını örmeye çalışan, durgun bir göl
gibi, yüzünün aksi yapraklara yansıyan, bereket tanrıçasına, kara bir kaplan,
sinsi-korkak bir yılan gibi yaklaşıp, saldırarak onu kirletmiş vede boğmuş
dostlarım...
Gördüğümü anlatmaya dilim
varmıyor, gücüm yetmiyor, yalnızca kanlı ve tüylü bir humma gibi karşımda
duruyor. Oysa az önce bana ‘Aşk bizi birleştirdi, kim ayırabilir ki’ demişti. Şimdi, şu an,
onun çırılçıplak bedenine bakıp çığlıklarla ‘Ölüm bizi ayırdı, kim
birleştirebilir ki’ diye haykırdım...
Gerçek olsaydık ölüm olmazdı.
Zahiriyiz, çünkü ölüm var. Yanına vardığımda ağlayamadım bile, dizlerimin
üzerine çöktüm, iri, kan çanağına dönmüş gözlerim afallamış kalakaldım.
Otobanlarda arabalar, bilinmeyen bir zamana doğru akıp gidiyorlardı. İnsanlar,
güneşi, ayı, yıldızları, evleri, arabaları, anneleri, babaları, çocukları günün
birinde, ansızın bırakıp gidiyorlardı. Bilerek ya da bilmeyerek şu veya bu
nedenle milyonlarca yaşamı birbirine düğümleyen bağ, birdenbire kopuyordu. Hiç
bir zaman yer almak istemediğimiz bir kargaşa, umutsuz bir kör dövüşünü
andırıyordu yaşam.
Karıncalar, ölünün boynunda
telaşla gezinip, ağzındaki sarı suya yaklaşıyor, orada bir süre durduktan
sonra, hızla ölünün kirpiklerinden geçip, bilinmez bir nedenle, aşağıdaki
toprağa doğru kayarak düşüyorlardı. Ölünün, esmer, kuru yaprak rengindeki bacak
aralarına dalıyor, ıslak vulvanın kenarlarında gezinerek, sanki ilk kez
gördükleri bir dünyaya girip çıkıyorlardı.
Artemis bir yokluktu
artık. Onu öylesine bırakarak, kirletip
boğan Kyklop, belki ilerde ağaçların içinde, gölgelerin arasından, kanlı kızıl
bir alev gibi uzaklaşırken, soluğu otları, ağaçları bile titretirken, bana göre
Artemis’in, Artemis’e göre benim, artık olmadığı bir dünyada, biricik sevgilim
sessizce yatıyor ve bir zamanlar coşkuyla kıvranan bedeni, şimdi karıncalara
bile karşı koyamıyordu.
XII
İshak kuşu son bir kez öttü
koruda! Artemis’in ölüsü bu ani çınlama karşısında istençsizce seyridi...
Zaman ne idi?.. Ölüm belki
yaşamak, yaşamak, belki de ölümdü.
Sonsuzluğun içinde, sonsuzluğun bir parçası bütünleşiyor, bir araya gelerek
birleşiyor ve sonsuzun önüne, bir karşı yaşam, bir karşı varlık gibi
dikiliyordu. Ve ama çok kısa
dayanabildiği, bu bir çeşit ‘ölüm anını’
sürdüremeyerek, hemen aslına, ‘gerçek yaşam’a dönüyordu. Aslolan yaşam
ölüm müydü... Yaşam, onun sonrasında başlıyor olabilir mi... Yürek duracak,
bilinç yitecek, gözler kararacaktı. Atomların, nötronların, elektronların gizli
dünyasında bir sonsuz payda olan töz, gene o sonsuz paydaya dönecek, ta ki
elektronlar, protonlar yeni bir bağıntıyla bu denli tuhaf, bu denli us dışı,
bambaşka bir varlığa dönüşene dek bekleyip duracaktı.
Su canlı değil miydi, taş
tembel bir yaratık sayılmaz mı, biz dünya denen bulamacın, düşünen bir
okyanusun simbiotik partikülleri değil miyiz. Asıl canlı olan ve bilinci
dalgalanıp duran okeanos değil mi! O, onun görkünç plazması, katı ile gaz
arasında salınan sıvı belleği değil mi, biz onun dev atollerine tutunmuş minik
parazitler değil miyiz.
İnsan; belleği okyanuslar olan
büyük bir taşkürenin eteklerinde dolanan pire; duruyor, yürüyor, koşuyor, kendi
boyunun milyonlarca katı uzaklıklara sıçrayabiliyor...
Ama aslolan küre, o yoksa, biz
de yokuz.
Artemis’in ölüsü bundan böyle
düşünen, koşan, yürüyen, soran bir şey değil, düşünmenin, koşmanın, yürümenin,
sormanın ta kendisi olacaktı. Ne kadar ağlasam, ne kadar sızlansam boşunaydı.
O bir soru değil, bir yanıttı
artık...
O an koruda ilahi, garip bir ses çınladı kulağımda;
“İşte bu söylediğim bir şarkı ki
bir yerde söylendi ve şarkı değildi
ki bazıları ve ben bana baktık
pembe aynanın içinde
ve bakışta bana ve paltolara baktı...”
Ve dünya silindi, yokoldu
gitti...
...
(Bir Latin masalında yaşlı bir
denizci, deniz kızlarını gördüğünü söylermiş... Birincisi aşktı, bana, gel
dedi, ama ikincisi ben hayalim, hayal
olmazsa aşkta olmaz, asıl bana gelmelisin dedi dermiş. Sonrasındaysa sabır,
utku, servet, umut ve mutluluk ben olmazsam diğeri de olmaz deyip gelmemi
istediler... Ama sonuçta yaşam adında olanı, kendisi olmazsa hiç birinin
olamayacağını söyleyince, çaresiz ona gittiğini belirtir, gözyaşlarıyla da
eklermiş: Şimdi anlıyorum ki en büyük yalancı oymuş, meğer onunda diğerlerinden
bir farkı yokmuş.)&
***
ÖMER CEM
Güzel narin bir kız
Papatyayı alıyor eline
Ve seviyor sevmiyor
Denize bakan odada
Şiiri ariyorum
Ay ışığında
Sandalye sehpa kitaplık
Dilsiz bir konuk gibi
Öyle eskimeye bırakılmış
Dallarda kurumuş böcekler
Yavaşça ilerleyen zaman
Kayalara vuran dalgalar
On yaşlarinda çocuk
Sessizce ağlıyor
Elinde bir avuç toprak
Bir tren geçiyor
Paslı raylardan
Geçmişin anisiyla
MART 2000
Yılbaşı geliyor
Ağaçlar süsleniyor
Kuşlar seviniyor
Küçük bir ovada
Kuşlar ötüyor
Yılan sessizce tıs diyor
Issız adada
Kurtların sesi
Hepsi birbirinden farklı
Küçük ovaya
Uzanıp bakıyor köpek
Çiçeklerin güzelliğine
Deniz dibinde kaplumbağa
Kayaların arasında
Sessizce yürüyor
ÖMER CEM- 2005
Gece karanlığında
Denize vuran ışık
Ay ışığı
Güzel narin bir kız
Papatyayı alıyor eline
Seviyor sevmiyor
Denize bakan odada
Şiiri ariyorum
Ay ışığında
Sandalye masa kitaplık
Dilsiz bir konuk gibi
Öyle eskimeye bırakılmış
Dallarda kurumuş böcekler
Gecede ilerleyen zaman
Kayalara vuran dalgalar
On yaşindaki çocuk
Sessizce ağlıyor
Elinde bir avuç toprak
Bir tren geçiyor
Paslı raylardan
Geçmişin anisiyla
Çiçeklere yatıyor bir kedi
Papatyayla oynuyor
Ve buluta bakıyor
Suya atlayan balık
Su yılanıyla oynuyor
Su- Herkes izliyor
Gökten yıldız geçiyor
Ay doğuyor
Güneş batiyor
Adaya bakıyorum
Birden bir şey oluyor
Anlıyorum ki hava
kararıyor
Güneş batmakta
Hava kırmızı oluyor
Tren sesi
duyuluyor-uzakta
Ovaya bakan kız
Şaşiriyor
Ova neden yeşil
Minik bir kuş
Sevinçle ötüyor
İlk uçuşunda
***
KAFKAFONİ
Kralın haberini
bekliyoruz.
O kraldan ayrılmak üzere.
Kralın haberini
bekliyoruz
O koridorlarda.
Kralın haberini
bekliyoruz
O sur dışında.
Kralın haberini
bekliyoruz
O kırlarda.
Kralın haberini bekliyoruz
O kente girmek üzere.
Kralın haberini
bekliyoruz
Haberci geldi diyorlar!
Kralın haberini
bekliyoruz
Haberci geldi diyorlar!
Kralın haberini
bekliyoruz...
***
DUYUMLAR
I
“İğneada’da bir balık kartalı öldü.”
(26 Temmuz sabahı Suomi’de, ormanlar içindeki bir
gölden havalanan Balık
Kartalı’nın (Pandion hallaetus)
dün İğneada’daki
sazlıklara doğru süzülürken; tepelerdeki
elektrik tellerine
çarparak öldüğü, cesedi bir çiftçinin
bulduğu, kuşun kuluçkaya
yatmak üzere sıcak bir ülke
ararken, utku içinde
Anadolu topraklarına girdiği belirtilmiştir.)
II
“Boz Ötleğen ölü bulundu.”
(15 Eylül Salı günü öğleden
sonra, Manyas Kuş Cenneti’nde,
bin bir renkli kuş
arasindan Arap yarimadasina dogru uçan
Boz Ötleğen’in, 22 Nisan
gecesi İsrail askerleriyle Filistin’li
milisler arasında çıkan
çatışmada öldüğü, cesedin terkedilmiş
bir taş ocaginda
bulundugu bildirilmiştir.)
III
“Saz Bülbülü yaşamini yitirdi.”
(4 Eylül’de Cernek
istasyonunda halkalanan nazenin bir Saz
Bülbülü’nün, geçtiğimiz gün, Kahire yakınlarında vurulduğu,
Kefren’e doğru kaçmaya çalışırken; piramidin
yüreğine
düşerek öldügü ögrenilmiştir.)
***
YANITLAR: Ulus Fatih
1- 2005 yılının ilk
günlerindeyiz ve deyim yerindeyse yarım yüzyıldır yaşamaktayım, bir görecelilik
sayılacağına göre iyide kötüde yaşamış olsam yinede elli yıl korkunç bir zaman dilimi sayılabilir.
Nedenine gelince Dağlarca’nın öne sürdüğü ‘sığmazlık gerçeği’ gibi zamanın
baskısı altında eziliyoruz, ne yaparsak yapalım, bin yılda yaşasak zaman
yetmeyecek ve biz geçip gideceğiz, bu nedenle zamanı iyi değerlendirmek ve daha
önemlisi yaşamı sevmek gerek diye düşünüyorum., en olumsuz koşullarda bile
yaşamın sevilebileceğini düşünüyorum.
Borges’in Yolları Çatallanan
Bahçe adlı kitabındaki bir öyküde Jaromir Hladik adında bir oyun yazarı var,
Hladik yahudi asıllı olduğu için ölümle cezalandırılıyor ve tam kurşuna
dizilirken, gözünden bir damla yaş süzülüyor ve o anda bitiremediği en büyük
yapıtının son perdesini zihninde yazıp tamamlayarak ölüyor. Burada asla bir
sanatçının hırsı ya da ölümsüzlük arzusunun veya sanat sevgisinin trajik bir
görüntüsü amaçlanmıyor kanımca, asıl anlatılmak istenen Nazım’ın ‘Aslolan
hayattır beni unutma Hatçem’ deyişi gibi, yaşama duyulan sonsuz sevgi ve
borçluluk duygusunun, olabilecek en çarpıcı, en edebi duygulanımının dışa
vurumu yatıyordur sanırım. Ölüm anında bile yaşamdan kopmama arzusunun ve ona
bağlılığın kozmik senfonisidir duyumsanıp anlatılmak istenen. Ama işte bu
bağlılık ile zaman bir paradoks yaratarak bizi çıkmazlara sürüklüyor ve inişler
çıkışlar, üzünç ve mutluluklarla bir düş gibi yaşamın geçip gittiğini
görüyoruz. İsabey kasabasında doğan, onlu yaşlarda kente göçen, sonra okul
nedeniyle başka bir kente göçüp akabinde dönen, bir süre sonra şehirler şehri
İstanbul’a gelen, arada Ankara’da yaşayan bir insanın özgeçmişi de düşten başka
bir şey değil artık. Uzun süredir İstanbul’dayım evet ama bu kez de İstanbul’un
kendisi bir düş olduğu için bu puslu manzara sürüp gitmekte.
2- Sanatsal ve kültürel
etkinliklerimden söz edemem, çünkü bir izleyici ve elden geldiğince
katılımcıyım. Geçmişte, özellikle öğrencilik yıllarında şiirle yakın bağlarım
oldu ve başta şiir olmak üzere yazın alanında okudum ve bazen de yazmaya
çalıştım, öykü ve deneme üzerinde, hatta bir roman üzerinde çalışmalarım var,
bunun dışında sergileri gezmek, Beyoğlu’nda dolaşmak ve bazı geceler resimle
uğraşmak dışında yaptığım bir şey yok, varsa da düşlemekten öte bir şey değil.
3- Sanat anlayışı sözü
sertçe bir yaklaşım sayılabilir ama bu konudaki görüşüm sanatın tersinir olması
gerektiğidir, günümüzde sanat; sanat objesine dönüştürülebilen her şey anlamına
geliyor artık. Oysa sanat, yaşama olabilecek en uzak noktada başlayan ve
olabilecek en yakın noktada duraksayan şey (fenomen-obje) olmalıdır kanımca. Bu
bakımdan sanat insanları anlamaya çalışmaz (onlara yakın, anlaşılır olma vb.)
insanlar sanatı anlamaya çalışmalıdır, çünkü sanatçı bir şey yapıyor, örneğin
savruluyorsa bunun nedeni sensin (izleyici-okur) ve bu nedenle ve öncelikle onu
kamu anlamalıdır.
4- Birkaç gün önce İstanbul
Modern Sanat Müzesine gittim, pazartesileri kapalıyız dediler, bu durum güzel
sanatlara olan ilgimizin boyutlarına ilişkin ayrımlar sunabilir, müzelere ne
denli az uğruyoruz ki kapalı olacağı günün hangisi olduğu bilincinden yoksunuz.
Ertesi gün yine gittim, elbette çok beğendim ama gerçek mülk sahipleri hemen
oranın bir modern sanat müzesi olmadığını ancak bir müze sayılabileceği
ibaresini kulağıma fısıldadılar, oysa ben sanat için anlatılan en geçerli
fıkranın bir eşeğin kuyruğuyla Dali’nin yaptığı tabloya yapılan anıştırma ve
‘bunu bende yaparım’ biçiminde bir fütursuzluğun neslinden gelen biri olarak
müze olsunda ne olursa olsun mantığının kurbanı bir kategorinin içine girmeyi
çoktan kabullenmiş biriydim. Sanata, güzel sanatlara ilgiyi artırmak kolay ama
çok boyutlu bir şey, örneğin sosyal dengeler birbirine yakın olacak; kişisel
sorunlar taşıyan insan sanata yönelebilir ama sanatı anlayacak gücü kendinde
bulamaz, yani hepimiz şiir yazabiliriz ama şair olabilmemiz koşullara bağlıdır,
oysa kendimize bağlı sanırız. Bunun gibi ilgiyi artırmak için örneğin
ilköğretimde bir müze veya antikite dersi konamaz mı, şunu demek istiyorum,
ayda bir de olsa bir ders adına örneğin Arkeoloji müzesine zorunlu ziyaret
yapılmalı veya ayda bir gün bir sınıf o günü dışarıda kültürel sosyal
izlenceyle geçirmeli, ama bu servis, para, anlayış ve çeşitli olanaklar isteyen
bir şey, oysa biz okullarda henüz ısınma sorununu bile çözebilmiş değiliz,
bunun kesin tanıklarından biriyim. Ayrıca görsel ve yazılı basın bu ilgiyi
artıracak sıcak tutum içine girmediği için, bizde sanat diğer alanlarda olduğu
gibi bireysel atılım ve girişim işiymiş gibi gözüküyor, oysa rönesans ve
reformda görüldüğü gibi sanat bireysel değil toplumsal bir olaydır, bireysel
anlayış ancak işgören sanatçılar yaratır.
5- Sanatsal bir uğraş o
denli büyük değişiklikler yaratır ki insan üzerinde, dünyayı; bir sanatla
uğraşan kişiler ve bir sanatla uğraşmayan kişiler diye ikiye ayırabilirsiniz,
bir sanatla uğraşan kişi daha hoş görülüdür bunu hemen gözleyebilirsiniz, şiddete
uzaktır ve insanlığın hallerini daha iyi algılayabileceği için (tarihi-sosyal,
çünkü sanat bir kültür içerenidir) aslında daha donanımlıdır ama yaşadığı
dünyaya konumu ve organik yapısı nedeniyle ne yazık ki ters düşer, bu
kaçınılmazdır ve bir klişe gibi gelen muhalif sözcüğü gerçekte tam bir karşılık
olup sanat ve sanatçı gerçekten bir karşı duruş sergilerler, bunun dışındaki
şeyler örneğin güdümlü üretim sanat olmayıp kültürel tüketim alanına girer ve
aslında diğerinden kolaylıkla ayırt edilebilir.
6- Bu soruyu sanat bir
yetenek değil eğitim işidir diye düşünelim. Gerçektende doğrudur, yeteneğin
tanımının tam olarak yapılabileceğini sanmıyorum, arzuyla yönelme midir
yetenek, birikim midir, tanrısal meleke midir, geliştirilmiş beceri midir.
Sözcük olarak yeteneğin varlığına inanmak gerekir ama, kapsadığı alan
bakımından yeteneğe inanmak usdışı bir yaklaşım olmaktan öteye geçmez, yetenek
olabilirlikler alanının tüketilmesiyle yapılandırılmış bir bileşkedir, ama biz
onu göremeyiz, hatta sanatın uğraşanı da onu göremeyebilir, bu nedenle yetenek
kısaca mistifike, soyut bir kazanımmış gibi dokunulmazlık zırhına bürünür, oysa
Aziz Paul’un yinelediği gibi ‘Göğün altında yeni bir şey yoktur’ ve
anlaşılmayacak bir şey de olmayacaktır, ama anlayamadığımız (sürgit olmayan)
şeyler hep var olacaktır. Bu şeylerin içiçeliğinden kaynaklanır ve doğa yasası
gibi birbirini izlerler.
7- Yukarıdaki açıklamaya
bağlı olarak, olağanüstü bir şey yoktur dünyada diyebiliriz ta ki anlaşılıncaya
kadar! Tansık insanın kendisindedir, dahası kendisidir. Bu bakımdan sanat ya da
sanatsal etkinlik ulaşılmaz bir şey değildir ama çeşitli nedenler ve de
konumlar sonucu kavranılmaz bir şeymiş
gibi sanılabilir, bu kavranılmazlık da giderek ulaşılmazlık içerebilir, kavra
diye yerel bir deyim vardır, sıkı tut, ‘sahip ol’ anlamında kullanılır. Sorun
dar düzlemde böyle açıklanabilir. Ama geniş düzlemde bu sorun büyür, örneğin
dili, kültürü kurcalanan toplumlar geri kalmakta olan ya da geri kalacak
toplumlardır, bu sanatı da, sanatçıyı da sakınımlı dürtülere sürükler. Bizde
dil sorunu çözümlenmiş değildir, yani dil üzerinde bir konsensüs kurulmamıştır,
bunun tartışmasıyla yıllar geçirilmiştir, halende öyledir. Bir görüşe göre
Osmanlıcadan koparılan toplum yolunu yitirmiştir, diğer görüşe göre ise toplum
dilini yeni bulmuştur, doğrusuda budur. Farsça, Arapça ve kırma Türkçeyle
oluşturulan bir dil bulamacıdır Osmanlıca ve tarihte böyle bir dilde
kalmamıştır, çünkü gene Osmanlıca söylersek bu bir dil değil terkiptir, çok
uluslu Osmanlının, Balkan. Anadolu, Ortadoğu diyalektleriyle oluşmuş bir karma
yapıdır, bir ana ekseni yoktur, eşit ağırlıklı bir kimyasal gibi sonuçta
kolayca ayrışmış ve buharlaşarak reaksiyon sona ermiştir. Bu açıdan
Cumhuriyetle bir dil devrimi yaşanmamıştır, tam aksine bir karşıdevrim veya bir
dokunca (müdahale) ya son verilerek, bu baskı ve yapay zorbalığa son verilmiş
dil doğal yatağına (mecrasına) kavuşarak, gerçek kimliğine kavuşmuştur, bu
anlamda karşıdevrim süreci bitmiştir. Ama kimi entellektüellerimiz Osmanlı
bürokrasisiyle olan bağları nedeniyle bu dilin toplum ve ülkenin dili zannıyla
ortadan kaldırıldığını ileri sürecek denli bir açmaza düşebilmişlerdir. Oysa
basit bir deneyle gerçek ortaya çıkabilir, Anadolu’nun en uzak bir köşesinde
‘Aşiyan-ı mürg-i dil zülfü perişanındadır’ deseniz kimse size öbür mısrayı
söyleyecek bir bilgilenim sergilemez ama ‘Bir garip ölmüş diyeler’ deseniz
hemen diğer dizeyi size söyleyecekler, hatta başka örnekler bile vereceklerdir.
Saray çevresinde, ya da şehzade sancağında yuvalanmaktan öteye gitmeyen ve
bazılarının Türkçe için dediği gibi asıl uydurma dil olan Osmanlıca’nın
kültürler arası bağı kopardığını ileri sürmek işte bu nedenle büyük bir
aldatmaca ve bu ülkeye karşı yapılmış bir kültürel gecikmeye yol açacak
gereksiz bir tartışma olmuştur. Bir ülkede sanat benzer nedenlerle, geri kalıp
yozlaşabilir.
8-
Bundan sonra yapmak istediğimiz şeyler, yaptıklarımızın, yapmaya
çalıştıklarımızın türevi olacaktır. Dilimize, kültürümüze, sanatımıza katkıda
bulunmaya çalışacak, kültürel değerlerimize, müze bahçelerinden gün ortasında
yapılan saldırı ve barbarlıklara, onları yok edip, çalıp çırpmaya karşı sürüp
giden çabalarımızı artırmaya, bireysel ve toplumsal kayıtsızlığımızı hep
birlikte yok etmeye çalışacağız. Novalis ‘Şiir insanın doğal dinidir’ demiş.
Bunu ‘Sanat toplumun doğal dini olmalıdır’ biçiminde düşünebiliriz. Bu söyleşi
ve çeşitli konulara ilişkin düşünceleri dile getirme fırsatı verdiğiniz için
teşekkür ederim.
ULUS FATİH 08.01.2005
***
ÖMER CEM
Güzel narin bir kız
Papatyayı alıyor eline
Ve seviyor sevmiyor
Denize bakan odada
Şiiri ariyorum
Ay ışığında
Sandalye sehpa kitaplık
Dilsiz bir konuk gibi
Öyle eskimeye bırakılmış
Dallarda kurumuş böcekler
Yavaşça ilerleyen zaman
Kayalara vuran dalgalar
On yaşlarinda çocuk
Sessizce ağlıyor
Elinde bir avuç toprak
Bir tren geçiyor
Paslı raylardan
Geçmişin anisiyla
MART 2000
Yılbaşı geliyor
Ağaçlar süsleniyor
Kuşlar seviniyor
Küçük bir ovada
Kuşlar ötüyor
Yılan sessizce tıs diyor
Issız adada
Kurtların sesi
Hepsi birbirinden farklı
Küçük ovaya
Uzanıp bakıyor köpek
Çiçeklerin güzelliğine
Deniz dibinde kaplumbağa
Kayaların arasında
Sessizce yürüyor
ÖMER CEM- 2005
Gece karanlığında
Denize vuran ışık
Ay ışığı
Güzel narin bir kız
Papatyayı alıyor eline
Seviyor sevmiyor
Denize bakan odada
Şiiri ariyorum
Ay ışığında
Sandalye masa kitaplık
Dilsiz bir konuk gibi
Öyle eskimeye bırakılmış
Dallarda kurumuş böcekler
Gecede ilerleyen zaman
Kayalara vuran dalgalar
On yaşindaki çocuk
Sessizce ağlıyor
Elinde bir avuç toprak
Bir tren geçiyor
Paslı raylardan
Geçmişin anisiyla
Çiçeklere yatıyor bir kedi
Papatyayla oynuyor
Ve buluta bakıyor
Suya atlayan balık
Su yılanıyla oynuyor
Su- Herkes izliyor
Gökten yıldız geçiyor
Ay doğuyor
Güneş batiyor
Adaya bakıyorum
Birden bir şey oluyor
Anlıyorum ki hava kararıyor
Güneş batmakta
Hava kırmızı oluyor
Tren sesi duyuluyor-uzakta
Ovaya bakan kız
Şaşiriyor
Ova neden yeşil
Minik bir kuş
Sevinçle ötüyor
İlk uçuşunda
SOĞUK / YAĞMUR
Yağmur
yağınca herkes üşür
Kar
yağınca daha da üşür
Kar ve
yağmur yağarsa
Manto
giymeyi unutmayın
UÇMAK
Uçmak çok
güzeldir
Kuşlar
uçar biz uçamayız
Uçmak çok
güzeldir
Ancak
ölünce
Biz de
uçabiliriz
Ta ki
ölünce
ORMAN
Filler ve
bütün hayvanlar
Ormanda
yaşar
Ve başka
hayat sürdürürler
İnsanlarda başka hayat sürdürürler
İnsanlar
ve hayvanlar güzeldir
Kargalar
azıcık kötülük yapar
GEMİ
Bir gün
gemiler denize balık avlamaya çıkmışlar
Bir köpek
balığı çıkmış denizin ortasında
Ve gemiyi
batırmış ve içindeki herkes ölmüş
AĞAÇ
En güzel
şeydir ağaç
Ağaçsız
İstanbul olur mu
Madalyonunu kesmeyin
İstanbul’un canını almayın
Bize can
veren ağaçtır
Kesmeyin
ne olur
Ağaçları
keserseniz
Bizi de
kesmiş olursunuz
İstanbul’un canını almayın
KİTAP
Sayfaları
okununca sevinir
Yırtılınca üzülür
YER
YATAĞI
Gecenin
gizine (dizine) sokulmuş göl -ışık lekeleri
Gecede fısıldayan yaşlı ağaçlar -ağır aksak
Gece çok
karanlık -karanlıkta insan gölgeleri /var
Yer
yatağında
AT
Akıllı
hayvandır at
Yüreğini
tanır
Tepedeki
at
Yüreğiyle
savaşır
Tepedeki
at
İyi
kalpli ve soyludur
YABANCI
ADAM
Yabancı
adam bana baksana
Bu
kuşlar ne kadar güzel / değil mi
Bu
yemyeşil ağaçlar / çimenler çok güzel
Havaya
baksana yabancı adam
Kuşlar
uçuyor ne güzel değil mi
Güneş
gidiyor çiçekler açıyor
Her şey
ne güzel yabancı adam / değil mi
AY
Yağmur
yağsa da o var
Kar
yağsa da o var
O her
yerde var
O bizim ay kuşumuz
O güneşi
aldatmaz
O insanı
ağlatmaz
O
gecenin güneşi
O bizim
ay kuşumuz
ORMAN
Konuk
eder bulutları
Kucağında çiçekler
Bulutları çağırır
Bir
toplantı /Yaklaşır/ bir toplantı
Çağırır
boğuk sesiyle
Toplantı
başlar artık
Çok
güzeldir ormanlar
Canımız
kitap gibi
Kuşlar
öter dallarda
Çiçek
açar diplerde / köklerde
Ne
güzeldir yapraklar
Bize
hayat verenler
MASAL
MASALI
Bir gün
biri bir yolda yürüyordu, hava çok karanlıktı, birden garip bir ses çıktı, ve
önüme
bir
kaplan çıktı. Kaplan çok büyüktü, ben onun altında karıncadan küçük duruyordum
Beni
görmüyordu ve ben ona kızgınlıktan bir osurdum, onu yirmi dakika uyuttum ve
ondan
sonra önüme birde boğa yılanı çıktı. Boğa yılanına da bir osurdum. Ama oda bana
bir
koydu, bende Mars’a uçtum, Mars’tan geri geldim, ona bir osurdum, onu yirmi
dakika
uyuttum
ve önüme ondan sonra bir deve çıktı, o bana bir koydu, Jüpiter’e uçtum yere
çakıldım, Jüpiter’deki karıncalar beni kurtardı, ve bende onlara bir
iyilik yapmaya karar
verdim,
bir gün onlara bir ayı vurdu, bende o ayıya bir osurdum, ayıyı otuz dakika uyuttum
ve ondan
sonra yine dünyaya döndüm, birde önümde ne göreyim, kocaman bir alev
karınca,
karınca çok büyüktü ve bana bir koydu, ben bu sefer Venüs’e uçtum ve Venüs’ten
geri
döndüğümde, ona bir osurdum, onu da yirmi dakika uyuttum ve artık önümde hiç
bir şey
yoktu ve artık mutlu bir hayat sürdüm.
YAZ
Gökte sarı bir güneş doğdu
Yaz geldi
Göklerde
kuş biçimden biçime giriyor
Yaz geldi
İnsanlar
çimenlerin üstünde
Yaz geldi
Elmalar
kıpkırmızı yere düşüyor
Yaz geldi
Çiçekler
açıyor, güneş doğuyor
Yaz geldi
Göklerdeki bulutlar yerde gibi yürüyor
Yaz geldi
Çiçekler
kökleniyor, kırmızı bir güneş doğdu, kuşlar seslendi
Yaz geldi
İleriden
kırmızı bir güneş doğdu
Yaz geldi
BİLMECE
İkinci
üçüncüyü geçerse ne olur
(İkinci)
KÖRLÜK
Arabanın
gözü yoktur
Taşın
gözü yoktur
+ Ama bana
hiç çarpmazlar
BİR KİMSE
Biri var herkesten erken kalkar
Biri var herkesten önce uyur
Bunun adı güneştir
CİKCİK
Cik cik
Birden uçunca
Uçarken dikkatli ol
Demiş ki çocukta demiş
Demiş ki çocukta demiş
Sen ne yapıyorsun burda demiş
Uçak kalkmış ayağa
Şiirden sonra başka uçak gelmiş
Ağaçlar ortaya çıkmış
Yazıların hiçbiri ortada değilmiş
Gene uzanmış ortada değilmiş
Cik cik demiş ki
Gene uzanmış ortada değilmiş
Uçak kalmış
Hoşçakal demişler
Cik cik
Şimdi donuna yaptı
Koştu geldi
Sonra uzandı
Sen ne yaptın burda
Dedi kızdı cik cik
Çünkü ölmüştü
Mezarına vardılar
Elinde kaçmış
Bora kalbini öttürmüş
Bora da ölmüş
Hiç kimse kalmamış dünyada
Kimse kalmayınca
Ölüler canlanmış
Kavga etmiş
Başka bir dünya
65
Köy kapısının
önünde
Sessiz ağlayan
Köy çocuğu
66
Denize bakan köpek
Sessiz
mırıldanıyor
Derinliğe doğru
67
Denizin altında
Yosunların içinden
Mırıldanan bir
aslan balığının sesi
68
Köylülerden biri
Avlanmaya çıkıyor
Zifiri karanlığın
ötesinde
69
Tarlada
Karnını doyuran
Kargaların cırtlak
sesi
70
Kışın ortasında
Sokağa yatmış
Birbirine bakışan
köpekler
71
İlkbaharın ılımsı
havasında
Tarladan
Ürünleri toplayan
çiftçiler
72
Ilımsı denizin üst
tarafında
Buz kaplamış
Issız dağlar
73
Denizde yüzen
midyenin ağzında
Can çekişen
Balık
74
Denizin dibinde
Sürüklenip duruyor
Ağla kaplı gemi
75
Kasabada oturup
Güneşin
sıcaklığında
Bilye oynayan
çocuklar
76
Taşlı yollarda
yürüyen
Saman taşıyan
Yüzü çilli çocuk
77
Elma yiyen yaşlı
adam
Çukurun ortasına
Derin derin
bakıyor
78
Erik satan satıcı
Bulutlara bakıyor
Üzüntülü haliyle
79
Yatan çiftçiler
Dağlara bakıyor
Umutsuz gözlerle
80
Çölün ortasında
Kum renginde
Avını bekleyen
çıngıraklı yılan
81
Kenar mahallede
Top oynayan
Köy çocukları
82
Söğüt ağacından
Düdük yapan
Köy çocukları
***
ŞİİRLER - ÖMER CEM
- ARALIK-1999
BAHAR
Bahar gelince çiçekler
açar
İnsanlar
güzelleşir
Bahar çok güzeldir
Ağaçlar
yeniden köklenir
Bahar çok güzeldir
Çiçekleri
seversek
Oksijen yeniden gelir
Çiçekleri
seversek
Dünya yeniden
gelir
Çiçekleri
sevelim.
Dünyaya yakın edelim.
DOĞAYI SEVELİM
Doğa, toprak, insan, ağaç ve çiçektir.
Doğadaki nesneler bizim akciğerimizdir
Doğayı koruyalım. Doğayı kurtaralım.
Eski temiz doğamızı arayıp, bulalım
Doğa biz için çalışır, ona yardım
edelim.
Yeniden bir dünya kuralım.
Haydi ülkem el ele
Hepimiz birlikte çalışalım temiz bir
dünya için
Çocukların, yani bizim geleceğimiz için
ölesiye.
.
KİTAP
Kitap en iyi arkadaştır
Kitabı olmayan çocuk mutsuzdur.
Kitap bize arkadaştır, çok bilgi verir
Kitabı seven çocuk, ağaç ve yeşili de sever
Kitap dünyada en
iyi arkadaştır
Kitabı sevmeyen çocuk mutsuzdur
Kitabı sevin okuyun çocuklar
Haydi hep birlikte kitabı kutsamaya...
YAZ
Yaz gelince çiçekler açar hayvanlar yeni bir yaşama
başlar
Develer filler uyanır, cıvıl cıvıl bir yaz gecesinde
Yaz gelince sıcaklar başlar, çok güzel bir aydır yaz
Artık kış bitti en güzel ay yaz geldi
Yaz geldi ,yaz geldi
Yaz geldi çiçekler açtı ağaçlar köklendi yaz geldi
yaz geldi
Yaz geldi neşemiz
yerine geldi
Yaz geldi, yaz geldi, yaz geldi...
ÖĞRETMEN
Okuma yazmayı öğreten
Eğitim öğretim ustası
Benim canım
Öğretmenim
İlk alfabe harfini birinci sınıfta A diye öğreten
Bize harfleri, sıra sıra öğreten
Benim canım öğretmenim
Benim bilgi dağarcığım
Benim canım öğretmenim
Artık bizde büyüdük bize bunları öğreten
Benim canım öğretmenim
Bizi bu günlere taşıyan öğretmenime
Ne kadar teşekkür etsem az gelir
UMUT KUŞU
Umut kuşu çok
güzeldi beni her sabah uyandırırdı
Umut kuşu umut kuşu
O güzel sesinle öt
sabah yine beni uyandır
Umut kuşu umut kuşu
Benim canım umut kuşum
Sen bütün kuşlardan başkasın
Umut kuşu umut kuşu
Güle güle umut kuşu kendi yuvana git umut kuşu
Sabah yine o güzel sesinle
Sabah yine beni uyandır umut kuşum
KUTUP AYILARI
Kutup ayıları hep buzda yaşarlar
Hepsi
çok güzeldir
Hepsi çok özeldir
Kutup
ayılarına zarar vermeyin
Onlar buzu çok severler
Onları
buzdan ayırmayın
Onların nesli tükenmesin
Onları
rahat bırakın
Onları buzdan ayırmayalım
Onları
dünyalarından ayırmayalım
SONBAHAR
Yaz bitti artık sonbahar geldi
Yapraklar döküldü ve sonbahar geldi
Artık baharın sonu geldi
Sonbahar geldi çiçekler soldu
Ağaçların yaprakları döküldü.
Sonbahar geldi bahar bitti
Çiçekler öldü hayvanlar yuvasına girdi
Sonbahar geldi sonbahar geldi
Yaz bitti sonbahar geldi
BİR KAPLUMBAĞANIN ÖYKÜSÜ
Bir kaplumbağa vardı.
Hiç kimse onu sevmezdi
Bir gün onu da seven bir çocuk çıktı
O çocukla günden güne iyi arkadaş oluyorlardı
Güzel oyunlar oynuyorlardı
Kaplumbağanın da bir arkadaşı vardı artık
Kaplumbağa artık mutluydu
Çünkü onu da seven bir arkadaşı vardı.
Ve kaplumbağa mutlu sona ulaştı
ZÜRAFALAR
Zürafaların boyu uzundur
Çok
güzeldir zürafalar
Seç beğendiğini
Hepsinin
boyu uzundur
Hepsinin büyük gözleri
Kocaman
ağzı vardır
Zürafaları sevelim
Onları
öldürmeyelim
Zürafaları sevelim
Onları
kendi dünyasından ayırt-etmeyelim
ÖMER CEM DEMİRCİ MART/2000
1
Yılbaşı geliyor
Ağaçlar süsleniyor
Kuşlar seviniyor
2
Küçük bir ovada
Kuşlar ötüyor
Yılan sessizce tıss diyor
3
Issız bir adada
Kurtların sesi
Hepsi birbirinden farklı
4
Küçük bir yaylada
Gecenin zihninde
Suya atlayan balık sesi
5
Göğe bakan köpek
Düşünüyor bir anda
Yıldızlar neden vardır
6
Küçük ovaya
Uzanıp bakıyor köpek
Çiçeklerin güzelliğine
7
Deniz dibinde bir kaplumbağa
Kayaların arasında (Yosunların içinde)
Sessizce yürüyor
ÖMER CEM DEMİRCİ MART/2000
8
Çiçeklere yatıyor bir kedi
Papatyayla oynuyor
Ve buluta bakıyor
9
Suya atlayan balık
Su yılanıyla oynuyor
Herkes izliyor
10
Gökten yıldız geçiyor
Ay doğuyor
Güneş batıyor
11
Güneş batıyor
Hava kırmızı oluyor
Tren sesi duyuluyor
12
Adaya bakıyorum
Birden bir şey oluyor
Anlıyorum ki hava kararıyor
13
Ovaya bakan kız
Şaşırıyor
Ova neden yeşil
14
Minik bir kuş
Sevinçle ötüyor
İlk uçuşunda
14
Denize bakıyorum
Hortum çıkıyor
Su fışkırıyor
15
Hayvanlar aleminde
Yaylaya bakan aslan
Kuş avlıyor
16
Ovaya bakan kuş
Bir tilki görüyor
Hayvanlar aleminde
17
(UÇSUZ)İnsiz bir ovada
Kavga yapan
Horoz sesi duyuluyor
18
Ufuk kızarırken
Balina sıçrıyor
Herkes şaşırıyor
19
Minik bir kuş
Sevinçle ötüyor
İlk uçuşunda
20
Ormandaki tavşan
Havuç mu diye
Toprağı kokluyor
21
(Güneş batarken
Öteye doğru
Yöneliyor kuşlar)
BU çıkmalı
22
Fındık toplayan köylü
Dereye doğru
Düşüyor bir anda
23
Yusufçuk konuyor çiçeğe
Kınkanatla oynarken
Uçuyorlar dingin ovaya
24
Uzatıyor ayaklarını
Dereye doğru
Tilki, aslan, gergedan
25
Erik ağacının altında
Uyuyan güzel kız
Uyanıyor bir anda
26
Ormanda yürüyen güzel kız
Elma toplarken
Tilki kurnazlık düşünüyor
27
Hayırsız kayanın dibinde
Kırılmamış üç yumurta
Bulunuyor bir anda
28
Mağaranın içinde
Gün batarken
Ateş çıkıyor birden bire
29
İki kokarca
Elma ağacının tacında
Şarkı söylüyorlar
30
Ağustos böcekleri
Saz çalarken
Kınkanat tırmanıyor
31
Taşlı yoldan giden kadın
Ayı sesi duyuyor (sesler)
Mağaranın içinden
32
Köy yolunda
Sessiz ırmakta
Şırıl şırıl su (dere) sesi
33
Dağın yamaçları (toprağı)
Irmağın sessizliği
İnsanın sesi
34
Köyün ağası
Tesbih çekiyor
Sabaha kadar
35
Resim yapıyor
Sevimli çocuk
Irmağın (komşusu)yanında
36
Derenin yanında
Kitap okuyor
Üç çocuk
37
Işık bahçelerinde
Işık yanıyor
Her yerde
38
Çiçek kokuları
Açıyor (açtıkça)
Çiçek veriyor
39
Ah bu yaz günleri
Güzel serin bir dağ
Saklanmış gecenin zihnine
40
Burada yol geçidinde
Yüreği delen ses
Tilki sesi
41
Güneşe giden ses
Geri dönüyor
Geceleyin...
42
Bir ses vardı
Yaşlı ayaklarıyla
Saklanıyor derinlere
43
Güzel kızlar
Toplanıyor
Şiir okumaya
44
Sırtlan tilki çakal
Hayvanlarla
Uzun bir geziye çıkıyorlar...
45
Seken ateş böcekleri
Işık saçıyor ortaya
Tatlı tatlı şarkılar
46
Sessizleşti böcekler
Biri sus dedi sanki
Hepsi soldu birden
(Işıklar kapanmış gibi)
47
Sivri sinekler soktu beni
Öyle sivrilerdi ki
Yunan çeteleri sanki
Örgütlü çeteler sanki
48
Dedi şövalye okşayarak
Bırak şu domuzları
Ne var şu domuzlarda
49
Mersin dallarından bir çardak
Okaliptüsler gibi
Acayip bir çiçek var orada
Sanki bal arıları gibi
50
Kaynaşan çiçekler
Sardı sivri sivri bizi
Birde al zambak
51
Yaz gelince sinekler
Uzanıyor çimene
Güneşe bakan yüzüyle
52
Kışın ortasında
Sokağa yatmış
Bakışan köpekler
53
Ilık ilkbaharda
Ürün toplayan
Çiftçiler
54
Ilımsı denizin üst tarafında
Buz kaplamış
Issız dağlar
55
Midyenin ağzında
Çırpınıp duran (Denizde yüzen midyenin ağzında can
çekişen balık)
İpeksi balık
56
Denizin dibinde
Sürüklenip duruyor
Ağla kaplı gemi
57
Kasabada oturup
Sıcak güneşte
Bilye oynayan çocuklar
58
Taşlı yolda
Saman taşıyan
Yüzü çilli çocuk
59
Elma yiyen yaşlı adam
Çukurun ortasına
Derin derin bakıyor
60
Erik satanlar
Bulutlara bakıyor
Üzünçlü halleriyle
61
Uzanmış çiftçiler
Dağlara bakıyor
Umutsuz gözlerle
62
Denize yalnız bakan adam
Denizin yalnızlığına bakıyor
Umutsuz düşüncelerle
63
Güneş ufuktan doğuyor
Çocuklar sevinçle izliyor
Güneşin aydınlığında
64
Yoksul bir köpek
Yeni yılı izliyor
Açlık ve sefaletle
***
ÖMER CEM DEMİRCİ
6/B
No: 58
NEVRUZ
“YENİ GÜN”
Yirmibir
Mart geliyor
Dünya ‘Barış’
günüdür
Doğudan esen yele
Doğan güne merhaba
Nevruz işte bu demek
Yakıyorum ateşi
‘Ol’ diyor ulu
tanrı
Sevincim ve
coşkumla
Kutluyorum doğumu
Nevruz işte bu
demek
Kaldırarak başımı
Öpüyorum dünyayı
Hepimiz kardeşiz
biz
Yeryüzüne
merhaba
Nevruz işte bu
demek
Kucaklayıp toprağı
Dağlar göller
ovalar
Çiçek
böcek tarlalar
Tek bir
Adem Havva var
Nevruz işte bu
demek
YAZGI
Güneş sistemini
oluşturan maddenin yüzde doksandokuz tam onda dokuzu güneşte bulunuyor.
Gezegenlerin kapsantısı bir tüyden daha hafif. Ama üçüncü gezegene bakıyorum,
denizlerde hareket var, dağ taş tavşan dolu, kent dediğimiz yaşam öbekleri, üç
boyutlu metal cızırtıların egemenliğinde, insanlar tıraş oluyor, işe gidiyor,
kravat takıyor, aybaşı görüp, mastürbasyon yapıyor, daha bir sürü usa sığmaz
şeyler, ne ilginç! İşte bu garip oluşumun parçalarından biri de benim.
Anlatacağım şey o denli ilginç değil ama bu çılgın belirsizlikte yüzen, sıradan
bir öykü olarak en azından var! Yazarıysa belli ki çarpıcı şeylerden sıkılmış
olmalı, üstelik araya, ‘Asıl çarpıcı olan sıradan bile bulamayacağımız
öylesineliklerdir’ gibi bir klişede sıkıştırıyor. İşte o öylesinelik...
Öğrenimini ana
kucağından uzakta sürdüren çoğun gibi, okul çağlarında uzun süre kiralık
evlerde, hatta odalarda kalmıştık. Denizli ili, Kaplanlar mahallesindeki son
kiralık evden ayrılırken, kardeşlerin en küçüğü olduğum için, taşınma işini
izlemekle yetiniyordum, unutulan bir şey var mı diye, son bir kez bakmayı
benden istediler, kurt yeniği tahta merdivenlerin ev boşalınca nasılda kırılgan
olduğuna şaşarak, boş odalara daldım, küçük ve küçüğün küçüğü iki odaya,
görevimin bir şeyin unutulmuş olmasından ziyade, bana biçilen rolün yerine
getirilmesi olduğunu bildiğim için, kaçarcasına son bir kez baktım, giderayak
bir de odunluğa, burası oda sayılmasa bile, hamamlık (yoksullar bunu iyi bilir)
sayılabileceği için gene de bakmıştım. İyi ki bakmışım, o ivedilikle dipte ölü
yaprak renginde, eski bir zarf ilişti gözüme, bir mektup, kardeşlerime hiç söz
etmedim bundan, yıllar sonra okumak üzere şöyle bir açtığımda, düşündüğüm gibi,
belki bir özyaşam öyküsü veya deneme amacıyla yazılmış sayfalar çıktı karşıma,
yazan kendisini mi anlatıyor, anlattığı şeyi yazan kendisi mi, onu bile
anlayamadım diyebilirim. En iyisi okuyalım...
Anadolu
coğrafyasının ege plakasındanım, önemi yoksa bile gene de söyleyeyim, ayrı ayrı
bayraklarla donatılmış bu gezegende, yüz yıl önce Osmanlı’nın yıkılmasıyla
ortaya çıkan ülkelerden, önasyadakinin, orta batısında, Denizli ili, Çal
ilçesi, İsabey köylüğündenim. Tüm insanların yaptığı gibi önce adımı
soracağınızı biliyorum, ben öleli çok oluyor, adımı anımsayamamam doğal
sayılmaz ama, ölüler ülkesinde geçen süre, bellekle ilgili atomların çoktan
parçalanmış olmasına yettiği için, konuşabiliyorsam da, bir adım yok, yinede
Sahir olabilir diyorum, ama kesinleyemiyorum.
Kendimden söz
edeceğimi sanmayın, lütfederseniz, öteki dünyada, -sizin dünyanızda!- geçen bir
kaç zaman diliminde başımdan geçenlerden söz edip alıntılar yapacağım. Bölük
pörçük olabilir, bir ölüye yakışır bu, hem ölülerin ardında kalan, zamanla tüm
canlılığını yitiren solgun sayfalar değil midir. Doğduğum yeri açayım, İsabey
kasabası, Demirler mahallesi, Emirler sokak, No:13. Emir, demir, İsa, onüç,
size ne düşündürür bilemem ama, benim bildiğim her halttan istenirse bir şeyler
çıkarılabileceği üstünedir.
Çocukken gittiğim
Kuran kursu dışında, ergenlik çağında aldığımız okuma yazma eğitiminden ötürü,
alfabetik anlamda okur yazar biriyim. Okuma yazma hocamızın adı Muhammet’di,
şişman, ablak suratlı, esmer, kalın kaşlı bir adamdı, kısa boyuyla
hükümranlıktan sıkılmış Lagaş kralı gibiydi, zaten onun için ‘Hoca’ diyorum.
Yaşamda
yapılabilecek her çılgınlığa, tümüyle uzak bir peyzaj çizen -lingam- (neye
yazılmış bu), bu halim selim adam, günün birinde bir kır gezisinde, okuttuğu
çocuklardan Zühre’ye tacizde bulununca, tüm kasaba şok geçirmiş, Muhammet
hocada soluğu başka bir kasabada almıştı. Uzun süre onun öldürülmesini
bekledik, gerçekleşmedi ama, kendimden biliyorum, onun öldürülmemesi hepimizde
kırık bir boşluğun doğmasına yol açmıştır. Şimdi düşünüyorum da, yaşamda böyle
bir olayın cinnet yada masumiyet değeri bir inci tanesi kadar bile yok,
öldürülmesini arzu etmekten dolayı utanç içindeyim. Ama hep ustan söz ederiz,
üstüne basa basa söylüyorum: İnsan usunun esiridir. Gene de Zühre’nin güzelliği
ben dahil herkesi büyülüyormuş ki, hepimizin tabusuna dokunulması, anlağımızı
kızıl bir çanağa çevirmişti. Bu tip olaylarda doğruyla yanlışı ayıramayıp işin
içinden çıkamamak belki de en geçerli yoldur sanırım.
Neyse, ben yurt
savunması adına yaptığım 20 yaş görevime dek, köyden dışarı çıkmış değildim.
0kur yazar olmama karşın, yaşadığımız dünyayı, gören gözün çevrelediği dağlar
kadar sanıyor, köyün yaşam kurallarına uygun yaşayıp gidiyordum. Örneğin
uyuyordum, camiye, kahveye girip çıkıyor, zorda kalmadıkça ne pazara, ne mezara
uğruyordum. Hasbelkader yazı yazar, oyun bozar (kahvede), aylak gezerdim. Ekin
biçmek ve kuş avlamak dünyanın hakkını
vermek sayılırdı bizim yurtlukta.
Bir gün köye yeni bir imam geldi dediler, (karşı dağlardan), bizim cami, toprak
damlı, tek katlı bir yapıydı. Merak edip gittim, normal bir adamdı, ama bu
dünyada her ademin bir düsturu vardır, bu imamda bir gün camide bulunan
kitapları (daima tozları alınır ve özenle yerine konur) ayıklamaya kalktı, o
gün gölgede oturmak için ben de camideydim, çeşitli (Hadis ve Kur’an başta
olmak üzere) kitapları ayıkladıktan sonra, üzerinde Eski Ahit yazılı, minicik
harflerle dizili bir kitap bulduk, imam duygularını gizlediği bir paravanın
ardından konuşurcasına, bunu önceki imam mı bıraktı dedi. Bizde önceki imamın
kitaplığa bir gün bile dokunmadığını, zaten kitapların bir süs olduğunu
söyledik, yüzü biraz dinginleşti ama gözlerindeki anlam değişmedi ve kitabı
elime verip bana güvendiğini söyleyerek, şöyle bir süzdükten sonra, derenin
akıntısına bırakmamı söyledi.
Köyün aşağısından dere geçerdi, o an içtenlikle aldım. İmam o gün, Angloma,
kelebek dişi, sadalmelik, koyun ve domuz, sulfata ve Kevser gibi laflar ederek
sözünü bitirince (dinler gibi görünürüz), kitabı dereye bırakmak üzere yola koyuldum
ve ilk kez, içine düştüğüm aylaklıktan olsa gerek, kitabı açıp şöyle bir
okuyayım dedim (şimdi içimde bir heves varmış demek ki diyorum), inanın daha
ilk satırlarda bir ilgi, bir merak aldı götürdü beni, bir taşın üzerine oturup
sakin sakin karıştırmaya başladım, sonra Yeni Ahit diye bir bölüm daha olduğu
gözüme çarptı, sonuçta kitabı atmamaya karar verip, bütün kış onu okudum, köyü
çevreleyen dağlardan çıkıp, geçmiş ve geleceğe, anlaşılmaz olan tüm alemlere
geçişim, gelişip değişmeye elverişli bir evrim canlısı gibi, o günlerde
başladı. Kendime değil kitaba şaşırmıştım, Pavlus’un Mektupları, Süleyman’ın
Meselleri bölümlerinden hala beğeniyle
söz ederim. Yalnız burada çarpıcı bir noktaya değinmek isterim; Eski Ahit’teki
yerlerin, İsa’nın oyalandığı yörelerin, Zeytin Dağı’nın , beyaz eşeğin,
değirmenlerin anlatımında inanılmaz biçimde kendi köyümüzü bulmuşumdur. Sanki
Celile, İsabey, Golgata (kafa kemiği demekmiş) bizdeki Araplar Tepesi, Zeytin
Dağı’da Çökilyas’tı. O hırpanilik, o
yoksulluk, o süzgünlükte cabası. 2000 yıl öncesi gelmiş ve ne hikmetse bizim
köye girip bağdaş kurmuştu. İnsanlar kandille aydınlanıyor, zeytinyağlı
fenerlerle hayvan ahırlarına girilip, kelterlerle saman veriliyor, arpalar
serpiliyor, keçi, koyun, düve ve katırlarla iç içe yaşayıp gidiyorduk. 2000
yıldır bu köyde hiç bir şey değişmemiş miydi? Dut ağaçları, kümesler, avlular,
Judaslar, otlar, pıtraklar, şarap evleri, hepsi Tevrat’dan çıkma, hepsi
Musa’nın , Meryem’in günlerini yaşamaktaydı. Üstelik bir tuhaflık daha vardı, köyün
adı da ilginç bir buluşumla İsabey’di. Yarı gülüt düşünürüm, göçerler kurmuştur
bu köyü ama, adının İsabey oluşundan dolayı hep huylanmışımdır. Eski Ahit’i
okumayan bu benzerliği kavrayamaz, dahası bugün bile, elektrik ve traktör
dışında aynı meczupluk sürüp gitmektedir. Köyde İsa bir yerlerde saklanıyor
olmalı, baksanıza elektrikte onun
mucizelerinden biri zaten!.. Musa’da belki bir gün, düşlerin ulu
görkemiyle, elinde asası, Baklan ovası tarafından köye girecek. Gerçekte köyde
dolaşırken, hep bir Selçuklu Oğuzu karşıma çıkar ama, köyün göçük ve mitik
yüzünü, Meandros’un kıvrılarak akıp gidişinde görebilmek için, gene de o kitabı
okumak gerekir diye düşünüyorum. Neyse, ben İsa’nın, Musa’nın buralarda
yaşadığını sanırken bir gün benimle beraber 4 arkadaşı, nüfusa kayıtlı
gönüllüler olarak, iki er ciple önce Çal jandarmasına, oradan da ver elini
Antakya’nın Samandağ’ına askerlik yapmaya gönderdiler. Uğradığım şaşkınlığı bu
kez de saklayamam, trenle geçtiğimiz yerleri hiç bir zaman unutmadım, dünyada
binlerce İsa, Musa ve binlerce İsabey olduğunu o zaman anladım. Bütün köyler,
bütün kasabalar birbirinin aynıydı, üstüne üstlük askerde bile tıpkı bana
benzer biri vardı, sesi, yüzü, her şeyi... Dünyayı anlamaya çalışırken, daha
bir kargaşaya dönüşmesinin önüne geçemiyordum, sürekli kendini yineleyen ve hiç
değişmeyen zemberekli bir oyuncaktı sanki dünya, çevrilerek kuruluyor ve hep
aynı şarkıyı çalıyordu. Tanrıyı -benzetmeme izin verirseniz- vodvil sever bir
monark gibi düşünmeye başladım. Düşünceler genişledikçe, işimin zorlaştığını
ayrımsıyordum, keşke Eski Ahit’i dereye atsaydım, ben “kendi şapkamın altında
mutlu” cehaletin sükunet dolu denizinde bir hoş, yaşayıp gidecek, bilisizliğin
verdiği aleni ukalalıktan nüfusa bile yazılmayarak, yaşamında bir kez bile
köyün dışına çıkmadan, 91 yaşında ölen Syblimiz, Kör Eşebe gibi gamsız, tasasız
ölüp gidecektim.
Büyüyü Tevrat
bozdu, ama yıldızlar arası bir olayda geçen kriket karşılaşması gibi, bütün
bunların en ilginci, bir gün minik radyosuyla dikkat çeken, kırmızı boyalı bir
kadillak üzerinde söylev veren politikacının, sizleri Almanya’ya göndererek
işsizliğe çözüm bulacağız vaadine kanarak, Almanya meseline herkesten önce
parmak kaldırmamla oldu. İçimde kıvılcımlanan coşku ve merakı İsabey’de kimse
anlayamayacağı için, yoksul şayak pantolonumla, Almanya uğruna böyle yürekten
atılmama sonraları kim bilir kimler acımıştır. Köylüler kendi ılımlı
dünyalarının dışındaki her devinime, ölümcül bir tehlikeymiş gibi bakarlar ve
gönülsüzlükleri düşman çatlatır.
Evet, bizim
lakabımız Azizlerdi. Beş kardeştik, söylemenin yeri geldi, Eski Ahit’ten dolayı
içimdeki pusulayı şaşırmamın asıl nedeni, İsmail, İbrahim, Zekeriya ve İlyas’ın
kardeşlerim olmasıydı. Üçüncü (ortanca) kardeş olarak (Tanrı, ruhül Kudüs ve
İsa gibi!) adım Nuri de olabilir, ama gene de bir türlü anımsayamıyorum, yalnız
Nuri’nin diğerleriyle uyuşmadığını asla düşünmeyin, o nurlu demekle, tanrıya
hepsinden daha yakındır. İşte tamda bu nedenle, Eski Ahit benim gizemim olmaya
başlamıştı, onda soyağacımı arıyor, köyün adının bile İsabey oluşundan ötürü
imgelemimde anlam denizlerine sürüklenip gidiyordum. Gene de Almanya
Cumhuriyeti’ne gitmek gibi dış dünyadaki olası yazgıma herhangi biçimde karşı
koymadan yaşamımı sürdürüyordum. Düşünceler başka, yaşam başkaydı. Bunu bir tür
kurnazlık gibi kabulleniyor, dış dünyanın olasılıklarına, olabilirliklerine
anında uyum gösterebiliyordum. Bu nedenle imgelemimin, düş denizleri gibi
genişlemesine de ses çıkarmıyordum. Sonuç olarak, Almanya yalnızca lastik
üretilen bir fabrika, yahut ta dört tarafı duvarlarla çevrili bir boşluk
olabilirdi, kim bilir nereye, ne yapmak için çağırıyorlardı bizi. Unutmadan
söyleyeyim, erlik ocağımız Antakya’da, Pavlus’un yurdu çıkmaz mı, artık Eski
Ahit’le bir bağım olabileceğine iyice inanmaya başladım, köyde demir sandıkta
bırakmıştım onu ama, söylemeye çekiniyorsam da, kendimi önemli biri gibi
duyumsuyordum artık, belki bir tür peygamber olabileceğimi düşünmeye başladım,
engin bir bilgiye sahip değildim, merhametli olmak gibi; bir gönencin sınanması
için, tanrım benim gibi yoksullara olanak tanımıyordu, mucizeler göstermek gibi
insanüstü yetilerim olduğunu coşkuyla ileri sürecek havarilerim yoktu, dahası
gelecekte benim için türlü meseller uydurulup uydurulmayacağını da, usumdan
geçirecek kadar cesur olmadığım için ahkam kesemiyordum, yalnız düşlemek gibi
herkese nasip, ama kimsenin kullanmadığı bir koza sahiptim. Konuşuyor,
serbestçe atıp tutuyorum ama, Almanya meseli ortaya çıktıktan sonra işler sarpa
sarmaya başladı, düşlerim gerçeklerle gereğinden çok çatışır oldu. Örneğin
yalvaçlık düşü, olaylar ve olanlar karşısında komik bir hülya gibi sırıtmaya
başladı. Elbette nedenlerini anlatacağım, gidecekleri seçerken, İsa’nın
anasının öldüğü yerlere yakın bir kentte (Smyrna) etimize kemiğimize baktılar,
günler geceler geçti, sakınır olmaya başlamıştım, düşlerim gerçeklerden kaçar
olmuştu.
Dişimi, tırnağımı
inceliyor, kafa çevrenimi ölçüyor, bir kadın gibi kalçalarıma dokunuyorlar,
hatta penisimi tutarak evirip çeviriyorlardı. Çiş yapmak, gözlerin ağını
gösteren çemberler çizmek, yok yere soluk alıp vermek... Bizim köyde beygir
alıp satılırken yapılırdı bunlar! Pes etmedim, gelecekten çok şeyler uman
seçilmiş bir insandım ben, İsa’nın çilesi, Musa’nın acısı da belki böyleydi,
hiç ses çıkarmıyordum, gençliğim bütün bunların üstesinden gelirdi, hem ben...
onlar nereden bilsin ki... Bir işçi topluluğuyla, eskitemediğim umutları
taşıyarak Münih’e ayak bastım, oradan da banliyölerden bir otomobil fabrikasına
götürdüler. Gülünç ama, bizimkilerin şaşaalı diye tanımladığı bir yaşamın
içinde, oralarda ne olup bittiğini pek çok insandan yıllarca ve yıllarca
duyduğunuz için anlatmayacağım. Tam 13 yıl yalnız yaşadım, permanganat suratlı
şefime usulen söylediğim merhaba dışında, ne Türk, ne Alman, ne kadın ne erkek
hiç arkadaşım olmadı. Dakik hareket eden, ayakta yemek yiyen, Titanik gibi
tabutta geceleyen yaratıklar olmuştuk. Tanrının makineleriydik. İsa ile Musa,
Hans ile Thomas’a dönüşmüştü. Kimi gereksinimler, jeton denilen demir
pulcuklarla karşılanıyor, konuşmanın yerini susmak, eylemin yerini durmak
alıyordu. Uzun sözün kısası, 13 yıl kobaylık yaptım. Ta ki bir Alman kızının
sabırla ve dirençle ilgilenip, bendeki derin sessizliğin gizini ölesiye merak
edene kadar. (O aralar Çökilyas dağında bir tavus kuşuyla olan saklambaç düşünü
görüyordum sık sık) Alman kızının adı Eva (Havva demekmiş!) Rosalin’di ve
gerçekte bir museviydi. Yavaş yavaş dostluğumuz ilerliyor, bu gönülsüz çilem
bitiyor diye düşünüyordum ama çok küskündüm, bir daha ne İsa’ya, ne Musa’ya
dönmedim, düş kırıklığı beni katılaştırmış, tenor uykusu gibi her şeye sıçrayıp
uyanan birisi olmuştum. Makinelerin ortasında, Eski Ahit’in insanı hareleyen
mistik havasının beni ahmak yerine koyduğunu düşünmüştüm. Demirin buzla örtülü
dünyasıyla, İsa’yı sevmek arasında ne gibi bir ilgi vardı. Bir gün, üzerimden
ölü toprağı kalkar gibi, İsa’dan Musa’dan, Antakya’dan söz ettim Rosalin’e, hiç
unutmam hemen kentin en yüksek yapısı Reims Katedraline götürdü beni. Orada
kızıl pencerelerin ışığında, çarmıha gerili İsa, düşlerime geri dönmeme yol
açtıysa da, benim köyümün kırık dökük değirmenlerine çok uzak ve Eski
Ahit’tende alabildiğine başkaydı... Rosalin’le geziyor, eğleniyor, düş
kırıklığımı ve yiten peygamberliğimi unutmaya çalışırken en ilginci de
sevişiyorduk. Benim yaşamımdaki ilk kadındı Rosalin, bu nedenle Havvammış gibi
tapardım ona. Bendeki küllenmiş Eski Ahit aşkını sezen Rosalin pek çok kitaplar
verdi, artık dünya gözümde değişmeye başlamıştı. Küskünlüğümü atarak aşkı
keşfediyordum, aşk yaşlı ruhuma gençlik aşılamış, kinetik bir enerjiyle
yaşamımı evirip çevirir olmuştu.
Rosalin... gülümdü benim ve ben ona sık sık güller armağan ediyordum,
dahası o sıralar Hölderlin’i okumaya başladım, inanın içimi bir erinç kapladı,
ama delirip ölmüş olması beni çok üzdü, ben delirip ölmemiştim, ama ya
Hölderlin!.. özel nedenlerle hayran olduğum birini, iç dünyamda taklit etmem,
yani onun gibi intihar etme düşüncem, ama bir türlü becerememem, ruhsal açıdan
ezilmeme yol açıyordu. Ardından Genç Werther’in Acıları’nı okudum, bir intihar
daha, ama yaşamımda İsa ve Musa dahil ortak yönler bulduğum kişilerin çoğun
kendini öldürmüş yada öldürülmüş olmaları, gariptir beni intihardan
uzaklaştırdı, farklı olmayı başarabilmeliydim. Bir gün aniden Rosalin’in küçük
kardeşi -elim bir kazada- ölünce üst üste gelen bu karamsarlıklar ve gönül
dostumun acısını alabildiğine paylaşabilmek için yazdığım şiiri, tüm ailesinin
gözleri önünde Rosalin’ime okudum:
“Mezarımın üzerinde kuruyacak yeryüzü
Anne, anneciğim
Unutacaksın sen beni
Yabani otlar dalgalanacak üzerimde
Baba, babacığım
Ne de sen özleyeceksin beni
Kara gözlerin yıkanır yaşlar dinince
Abla, ablacığım!
Artık acı üzmeyecek seni
Canım kardeşim
Ancak sen unutmayacaksın hiç
Var gücünle yok say beni
Sen ise durmadan üzüleceksin kardeşim, ölünce
Yanıma uzanıncaya dek.
Ey tekmelediğim neşe dolu yollar
Acımasız çıktınız. Kölemdiniz oysa!
Ya sen kara toprak
Ayaklarımın çiğneyip kardığı kara toprak
Mezarımı örteceksin.
Soğuksun ölüm, tanrın ve efendin idim
Yıkılır gövdem yakında toprağa
Eririm
Ruhumsa gider belki cennete
Belki bir bilinmeze...”
Bir Çeçen ağıtı
gibi dokunaklı buldukları dizeler, benim büyük bir ders almama yol açtı. Her
şey bir yana şunu anladım, yaşamda asıl acı çekenlere, onlardan çokca üzülürmüş
gibi yaklaşırsanız, size güvenmez ve inanmaz olurlar. İşte bende Rosalin’in
acısını peyderpey paylaşınca, birden uzaklaştı ne yazık ki. Nedenini söyledim
ama; belki yinede kimsenin bilemeyeceği yaşamsal gizleri vardır ayrılıkların.
Hiç bir zaman asıl terk nedenini öğrenemedim, belki acıları paylaşmak değil,
onlardan kurtulmak yada olanları unutmak istiyordu Rosalin, benim mistik yanım,
yaşadığı acı gerçek karşısında komik bir yetersizliğe, yada kişiyi çileden
çıkaran bir teslimiyetçiliğe sürüklemiş olabileceği için, ilgisi aniden bir
tiksintiye de dönmüş olabilir diye düşünüyorum. Rosalin beni terk etti,
telefonla ulaşamıyor, çaldığım kapılardan dönüyor, geçtiği yollarda boşuna
bekliyordum, onu bir daha göremedim. O sıra Titanic’i okudum, Enzensberger’i.
Titanic tüm yaşadıklarımızın, boşunalıklarımızın bir aynasıydı sanki ve son
dizesi şöyleydi “Belirsiz, söylemesi güç, neden böyle hem yüzüyor, hem
ağlıyorum.” Evet, neden böyle hem yüzüyor, hem ağlıyorduk...
Artık
anlatamıyorum, ne romantik Schiller, ne Goethe, nede kara yoksullukçu Walraff
teselli oldu bana, bu anlayışsızlık denizinde, neredeyse Hitler’e sempati
duymama ve hatta insanların şiddete yönelmesini yerinde görmeme neden olan
belirtiler oluştu. Fabrikada ise tek bir slogan vardı: Daha çabuk, daha iyi,
daha çok... En kısa zamanda, daha iyisini, daha çok yapacaktınız... Zaman
kazandırır, hem size hem bize deniyordu ama, kimse zaman nedir diye sormuyordu.
Straus ve Wagner dinlemeye başlamış yaşamdan da umudumu kesmiştim, “Anladım ki
zaman bazen 3, bazen de bir hiçti!..”
Bir gece düşümde
bir tavus gördüm, ama önce kulağıma biri hiç ilgisi yokken, “Şu çarşaflı kadın,
2000 yıl önceki imparator Septime Severe’in Roma’sında yaşasaydı, sarayın
sefahatına karışacak ve Caracalla’nın babasıyla olan sürtüşmelerini dinleyecekti”
dedi.
Düşümde ıssız bir
ormanda tavusun peşinden koşuyordum, renklerin çılgın tanrısının peşinde...
Rosalin’in bıraktığı Direyler Ansiklopedisi’nde kuşu bulduğum zaman onun tavus
olduğunu anladım. Çökilyas dağında dolaşırken, bir uçurumun dibinde, bir uzay
kolonisi gibi yemyeşil parıldayan koruda gördüğüm o tuhaf kuş. Bir mayıs
sabahında can sıkıntısından dağa çıkmıştım, yalnızlığın dolambacında kolan
vuruyordum, kuş sürüleri çığlık atıyor, acayip ötüşlü bir kuşun sesi
diğerlerinden ayrılarak yamaçlarda yankılanıyordu. Dağın etekleri aydınlanıyor,
kertenkeleler kayalarda devinirken, gelincikler kovuklardan başlarını uzatarak
güneşi selamlıyorlardı. Sümbüller, öteye beriye serpilmiş mavi otlar, sarı,
tırnaksı çiçekler, minicik mavil kuşlarla cıvıldaşıyorlardı. Pembemsi şeyler
ayaklarıma bulaşırken, uzun, yay gibi bitkilerin rüzgarda savruluşuna tanık
oluyordum. İşte o sıralar inmiştim, kimselerin sözünü bile etmediği o gizemli
koruya, yamaçtan dolanarak aşağılara sarkmış, düzlüğe kavuşunca da, ardıçların,
meşelerin arasında yürürken görür gibi olmuştum kuyruksaçanı. Ben yürüdükçe,
çalıların ardında, sarmaşıkların içinde rengarenk düşsellikte, gösterişli bir yaratığın, uçuşup kaçıştığını
duyumsar gibi oluyordum. Salt sessizliğe bürünerek ayak seslerimi kestim ve bir
böğürtlenin arkasına saklandım; beklemeye başladım, ama durumumu sezen tuhaf
kuşta, sanki beklemeye başladı, bu kez sessiz biçimde, büzülerek yürümeye
başladım, birbirimize yaklaştığımızı duyumsuyor, neredeyse karşılaşacağımı
umarken, yine birdenbire yitiveriyordu. Sonunda irili ufaklı taşların yolak
yapıp kıvrıla büküle suya kavuştuğu bir patikada, tuhaf çığlıklar atan, renkcil
acayip bir kuşun minik mahmuzlarıyla sekerek, suyun içine dalıp gittiğini
gördüm... Suya eğildim, birden tepemde Herakles belirmiş gibi, parıldayan
suretimden korkuya kapılarak uyandım ve çevremi kolaçan ederek ıssızlıkta gene
yürümeye başladım. Suda, larva kuyruklusu ve küçük balıklardan başka bir şey
görünmüyordu, yinede dalıp giden kuşun renklerini ve iriliğini düşledikçe
yaşamda böyle bir kuşun olamayacağına karar verdimsede, birden uzakta alacalı
bir orman canlısı, binbir renkli, kuşsu bir yaratığın, yüzerek kıyıya çıktığını
görünce gene düş gördüğümü sandım, düştüğüm ürküyle suya dalan kuşun renklerini
tam algılayabildiğimi söyleyemem, çünkü yüreğim şiddetle çarpıyor, kuşun
kuyruğu büyülü renklerle dolu bir püskül, acayip bir yelpazenin süslediği
görklü bir kavis, utkulu bir çevrim gibi, kekiklerin, buruk kokulu
lavantaların, karman çorman otların arasından süzülerek, havayı yarıp
gidiyordu.
Sanki sabah
sessizliğinde tanrı benimle yüz yüze gelmek istemişti. Birden korkmaya başladım
ve aylak satirler; orman cücesi gibi önümü keser, bir nympha, ırmak cini yada
su perisi kılığında karşıma çıkıp, sırtıma biner düşüncesiyle koşmaya başladım
ve o hızla korudan uzaklaştım.
Bayılmışım. Yamacı
tırmanıp tepeye vardığımda hiç ummadığım bir şey oldu, korunun birden gözden
yittiğini gördüm, koru yoktu. Düşümde düş görmüştüm belki de. Ama Rosalin’in
ansiklopedisinde gördüğüm kuşun gerçekten varolduğunu anladığım zaman düşüme
duyduğum hayranlık ve mutlulukla enfes bir pantolon ve bir fötr şapka aldım
kendime, ama kimselerin bilmediği bir gizi vardı şapkanın, kenarında o kuştan
olduğuna kesin gözle baktığım büyüleyici tüy... Bu yalan dünyada gerçekten
mutlu olduğum tek an düşümün gerçeğe dönüştüğü
o andı ve mutlulukların en güzeli; her zaman, en zarif ve küçücük
olanıdır.
O yıl sonunda
emekli oldum, hem de günüm dolmamışken, dalgınlığım ve aylar önce frezeye
kaptırarak kullanılmaz hale gelen işaret parmağımı gerekçe göstererek emekli
ettiler beni, iyi düşünmem gerekiyordu, köye, yurduma nasıl dönecektim, ülkeler
görmüş, tuhaf şeyler yaşamış birinin dönüşü de epeyce görkemli olmalıydı.
Bir cip aldım,
üstelik ilk elden ve köyün girişindeki susa yolundan ayrılıp, iki yanı
servilerle kaplı yola girdiğim zaman ahalinin, Midas görmüş gibi şaşkınlığını,
tanıyınca da merakın yoğurduğu bir şüpheyle sessiz gülüşmelerini hiç unutmadım.
Yakın çevreme pek yüz vermediğimi söylemeliyim, çocukları şaşırtıcı
oyuncaklarla sevindirip, yaşlıların ağzına gönülçelen ikramlarla, birer parmak
bal çaldım o kadar.
Günler geçiyor,
gizli mutsuzluğum alabildiğine sürüp gidiyordu, melankoliye dönüşen can
sıkıntımı geçiştirmek için, ciple düşlerimin dağı Çökilyas’a çıkıp dolaşmayı
tasarladım ve bir sabah erken, Baklan ovasında bir garip kuş öterken yola
çıktığımda, motor gürültüsünün doğanın sesini bastırdığını ve sabahın sesine
karışan tüm canlıların, çılgın bir koroyla çığırışlarını duyamadığımı
söylemeliyim. Cip, çekiş gücü bitip, dağın yamacında durunca, yürüyerek
uçurumun kıyısındaki koruya, düşlerimin korusuna kavuşmaya karar vermiştim.
Yarım saat süren inişli yokuşlu bir çabadan sonra, yöreye yaklaştım ve korunun
bir düş gibi aşağıda uzandığını gördüm, yamaçtan kayarak aşağılara indim ve
düşlerimin peşinde, püfürdeyen yapraklar arasında, kuşu aramaya başladım, eğer
gerçekten görürsem, yaşamımdaki tüm yalnızlığımın bilinçli ve tanrı katında da
seçilmiş olduğuma inanacak, kutsal bir görevle yükümlü olduğumu kabul
edecektim. Korunun içinde koşmaya başladım, çılgınca koşuyordum, çalılara,
otlara, dikenlere; çarparak, sürtünerek, sıyrılarak; birden devasa bir çukura
yuvarlandığımı anımsıyorum. Uyandığımda, üstüm başım harap olmuş, palas
pandıras kalkmaya çalışıyordum ki, masalların kuşunun, yukarıda, bir gök perisi
gibi bana bakıyor olduğunu ve yine birden yitiverdiğini gözlerimle gördüm.
Aceleyle tırmandım, aman allahım, bu tavustu!..
Evet, kuyruğunu olanca görkemiyle açmış, gökkuşağından tepeliği ve
devasa cüssesiyle bana bakıyordu, kuyruğunda binlerce im, eflatuni, sarılı,
kırmızılı benekler, yalvaçlara özgü işaretler, us uçuran zarifliklerle
gülümsüyordu. Tanrıya en yakın kuş bu olmalıydı ve sanırım, artık tanrı bana
işaretini vermiş bulunuyordu, ama ben yinede şunu düşünmekten kendimi alamadım,
neden insanın yaratılışı, bir tavusunkinden daha önemli olsundu ki. Bu
gezegende belki de biz, tavuslara eşlik eden canlılardık, bu kozmik şarkı
yalnızca tavus için tasarlanmış olamaz mıydı... Tümüne belki de diyerek bu
konuyu kapattım, gene bayılmışım, uyandığımda tepenin başında, kırık taşların
arasında yatıyordum, ılık bir akışla burnumdan kan sızıyordu, frezenin ezdiği parmağımla burnumu
bastırarak, eteklerden inmeye başladım, düze geldiğimde, cipin yerinde olmadığını
gördüm, yolun aşağılarında, kayaların dibinde ters dönmüş durumda, pelül
perişan buldum onu, ya el frenini çekmeyi unutmuş, yada buralardan geçen meçhul
bir yolcunun, belki bir titan yada bir kiklopun azizliğine uğramıştı. Yanına
vardığımda kimsecikler yoktu, bu ıssız dağ binlerce yıldan bu yana, doğa dışı
bir aletin, koşabilen, dört ayaklı bir makinenin ölümüne ilk kez tanık
oluyordu. Son bir kez okşayıp, ona veda ederek ayrıldığımda, uzaktan bir kez
daha baktım ve içinden nasıl sağ çıkabildiğime bayağı şaşırdım. Yoksul bir köylünün, sıska bir eşeği gibi, uçurumdan
yuvarlanmış, -deyim yerindeyse- dört ayağı havada, nalları dikmişti. Kırk
yıllık emeğime önce göz yaşı döktüm sonra nedensizce elimde olmadan güldüm.
Güneşin yalımı, yakıcı bir kırbaç gibi yamaçlarda dolaşırken, yukarılarda beyaz
bir bulut, azize gibi süzülerek aşağıya indi ve gelip tam başımın çevresinde
harelenerek taçlandı. Cipe ve yukarıdaki gökyüzüne bir daha baktım, kendime
dokundum, yabansı bir gezegende, bir konuktum ben, benden başka her şey
yakışıyordu bu gezegene. Tavusta, belki bu gezegende barınamamış, görünmeyen
bir yüz, bilinmeyen bir dünyaya kanat açmış ve ben onu salt imgelemimde
canlandırmıştım. Büyük bir üzünçle köye döndüm. Dünyadan elimi ayağımı çekmem,
yemeden içmeden kesilip, erenlere karışmamda o günlerde oldu. Yaklaşık bir ay
sonrada, Budistlerin pek sevdiği bir incir ağacının dibinde
...
Bu mektubun
aynısını, İstanbul’da okurken, trafik kazasında ölen Denizli’li teoloji
öğrencisi Yakup Düşgördürücü’nün evinde de buldum. Ölüm nedeniyle tek göz evi
boşaltılırken yerdeki sarı zarfı dedektif öykülerinde olduğu gibi, kimsenin
gözüne çarpmadığından alan olmadı. Her iki zarf da, bende buluştuğunda yazılanların
birbirinin suretiymiş gibi, aynısı olduğunu gördüm. Bazı yerleri okumakta
güçlük çektim, kimi tümce kopuklukları ve bağlantı zayıflıklarını birbirine
ulayarak gidermeye çalıştım. Ayrıca yerde Wagner’e ait bir kaset ve
Schiller’den çevrilmiş bir şiir buldum. Şiirden nefret edenlerin çok olduğunu
bildiğim için, onu buraya alamadım. Ama pek şiir sayılamayacağını düşünerek,
kendisinin olduğunu sandığım bir dörtlüğü buraya aktarıyorum (İnsanlar bir
şeyin kötüsünden hoşnut olurlar, iyi şeyler kavgaya neden olur!) ki kendisiyle
ilgili eksik bir şey kalmasın, bu görevim sayılır...
‘Kimimiz korkağız, kimimiz kahraman
Bir zamanın peşinde koşup, ağlayan
Düşler, bekleyişler, oluşlar derken
Boşlukta yitip giden bir boşlukta yaşayan...’
Bu sıradan öykünün
kahramanı gerçekte kimdir ve zarf sahipleri
birbirini tanıyor mu bilemem. Mektubu aynısıyla yayımlamama gelince;
üçüncü bir kişi olarak, bende de -bir mektup- var!..
GORGONLAR
I
Sonunda çektiklerime
dayanamadım, kış dönümü olduğu için, kardeşlerime ve benzerlerime ulaşma
olanağım yoktu. Tinsel ve fiziksel olarak yorgun bir günün sabahında, güneş
doğarken bir daha gözümü açmamak üzere uyumuşum.
Ortelius atlası , Olimpos
yani ölümsüz dağına düştü. Hz Ali Ebu Talip’le savaşında kendi tabutunu deve sırtında götürdü. Av
tanrıçasının peşinden bir köpek yada bir geyik gelirdi. Delos adasında hayalet
tanrısı Hekate vardı. Apollon’un kargası hep kötü haber getirirdi.
Kulelerdeki ikiz
kumrular, bir Silen olan Marsyas’ın, Zeus’un, Kikloplar’a ısmarladığı
yıldırımlarla ölmesine gülerler. Küçük
orman tanrılarıdır Silenler. Kulakları, kuyrukları ve ayakları atlarınki
gibiydi, kavala benzer çenk adlı bir çalgı çalan Apollon’a kızarlar ve bir
buket kırmızı glâyör, vahşi bir yaratık gibi odayı doldururdu. Ay ışığı karları
çıtırdatır, Lagaş kralı testileri kanla doldururdu. Bir sırtlan için antilop
gibi lezzetlidir insan, kral leşini bile yer, sırtlana binmiş cadının getirdiği
insan yağını da içerler. Süslü püslü, kırmızı tüylü papağanı ve tavusu da
yerler. Mikroskobik görülerden bir resim akımı oluşturan Kandinsky durmadan
bakteri yediğini de bilir
Bunu okuyanlarda et
yer, kan içer. Reci vakası adlı bir olay olmuştur ki Cathay’ın, satsuma
dallarından kan sızmamasına karşın gene de barbarcadır. ‘Zaman geçmiyor, biz
geçiyoruz.’ Çünkü ölüm var. Helak olan Semüd kavmi nerede, Medye ve Eyke’nin
puta tapıcı halkı Nasrani olsa da, Harun’un kardeşi Meryem'e eşikte sahip
oldular. Hurma ağacına yaslanan ey Meryem, gerçeğin yurtları nerede, algının
kapıları nerede, müşrik Amelika, El Melikü, El Baki, Allah nerede!..
Musa’nın bedduası ile
40 yıl Tih’te kalan mahpuslar nerede, yakuti zaman kanı durduruyor mu, nice
kehkeşan olsa da, ‘Şu dünyada tüketmediğimiz, yeni olan ne kaldı ki?.. Aşkı;
nefret ve kendi gururumuzu doyurmak adına tükettik. Bilgiyi, yanlışları
benimseme, önyargıları kabullenme ve algılama adına tükettik. Mutluluğu, zevk
alma, acı ve herkesin gittiği yoldan gitme alışkanlığı adına tükettik. Gücü;
zayıflık, çaba ve yenilgiye uğramış utkular yerine kullandık. Yaşamı; doğup,
büyüme ve ölüm olarak anladık. Birliğe ve bütünlüğe varmayı ise savaş ve
işbirliği sandık’. Sri Aurobindo gibi, Wittgenstein’de derki; insan ruhunun
zamansal ölümsüzlüğü, yani yaşamasının ölümden sonrada bengi sürüp gitmesi,
hiçbir biçimde güvenilir olmamakla kalmaz, her şeyden önce, bu varsayım, onunla
hep elde edilmek istenen çıkarımı da asla sağlamaz. Bengi yaşayıp gitmenle bir
gizem mi çözülecek? O zaman bu bengi yaşamda, şimdiki yaşamın kadar gizemli
olmayacak mı? Zaman ile uzam içindeki yaşam gizeminin çözümü, zaman ile uzamın
dışında yatar.’
II
Dünya artık sevinin
yükünü kaldıramıyor, güzelliklere katlanamıyor. O, vahşetten yana! Bafeus
savaşı anımsansın istiyor. Sırtlan gibi korkunca işeyelim istiyor. Bu evrenden
önce su evreni varmış, dudak biçiminde gökadalar var, insan evrenin sureti,
insan konuşurken tanrı konuşur, boğaz ve haliç karşıdan bakınca geyik başı gibi
görünür, Che, Bolivyalıların Hamlet’i olur, Fo’ya Roma’dan, Milano’ya giderken
motosikletli bir adam yaklaşır, Dario, Nobel kazandın diye bağırır, Chemania
vardır, bunlara gülüyor artık dünya.
Gülüyor, gülebilir.
‘Odysseus, Makyavel’in antik çağdaki öncülüdür. Çünkü güzel karısı Penelope’yi
sarayında bırakıp gittiği Troya savaşında, kenti ele geçirmek için ünlü tahta
at tuzağını kurgulayan kişiydi. Kurnazlığı tuttu ve Troya onuncu yılın sonunda
yakılıp yıkıldı. Odysseus, bu acımasızlığın sonunda, denizler tanrısı
Poseidon’un gazabına uğrayıp fırtınalarla oradan oraya savruldu ve sonunda Aia
adasında duruldu. Burada güneş tanrısı Helios’un güzel kızı Kirke’yi gördü.
Kirke, Odysseus’un adamlarını domuza ve köpeğe çevirdi. Ama Odysseus, Hermes’in
armağan ettiği sihirli ot sayesinde satir olmaktan kurtuldu ve Kirke’yle uzun
bir aşk yaşadı, sonunda adamlarını yine insana döndürmesi için yalvardı ve
Kirke’ye dileğini kabul ettirdi ve denize açıldı. İthake’ye varmak için siren
kayalıklarından geçmeleri gerekiyordu ama oradan o güne dek hiç bir denizci sağ
çıkmamıştı. Sirenler alt tarafı kuş, üst tarafı peri gibi güzel kızlardı ve
sesleri öylesine etkileyiciydi ki onların söylediği şarkıları duyan gemiciler,
kendilerinden geçerek dümeni bırakırlar, gemileri kayalara çarpıp parçalanır ve
sirenler onların ölüsünü yerlerdi. Kurnaz ve sağlam bir ıraya sahip Odysseus,
adamlarının kulaklarını balmumuyla tıkadı, kendisini de geminin direğine
bağlattı ve siren kayalıklarından geçerek İthake’ye vardı. Sarayda bıraktığı
karısı Penelope’ye göz koyan erkeklerin hepsini öldürerek yeniden kral oldu.
Sirenlerin pençeleri
vardır ve döl yatakları verimsizdir. Erkek aslan, dişsiz kaplan, dul akbaba,
tüysüz atmaca, yaşlı kurt, balsız arı, alık balık, bayan kuş, deli bülbül,
cansız ceylan, çılgın dana, kırçıl doğan, ürkek ejder, kolsuz deve, ayaksız
fil, uslu kumru, başsız geyik, tembel tilki, sarsak çakal, büzük serçe gibidir.
Anlatıyorum; Kastilya
krallarından biri, Kastilya krallarından biri, Kastilya krallarından biri, tüm
dünyada barışı sağlamakla ilgili, ilgili, ilgili, bir düş, bir düş, bir düş
görmüüüşşş.
Tanrının oğlu İsa, bu
görevi, bu görevi, bu görevi düşünde, ona, ona, ona vermiiiiiişşşş.
Bu düş sonunda alnı ak,
güvendiği bir elçiyi, bir ata bindirerek, tüm dünyada barışı sağlamak için uzak
ülkelere yollamış. Elçiyi İlion’da görkemle ağırlamışlar ve iyi, güzel, hoş
barışı bizde isteriz ama, hele bir Dekkan’e git de onlarda barışı istiyorlar mı
bir anla bakalım demişler. Elçi Dekkan’e gitmiş bir güzel ağırlamışlar, barışı
bizde isteriz, isteriz ama hele bir Ejderhan’a git de onlarda barışı istiyorlar
mı, bir bak bakalım demişler, elçi orada da bir güzel ağırlanmış ve biz barışı
elbette isteriz ama hele bir Yurtlar’a git de, onlarda barışı istiyorlar mı bir
anla bakalım demişler. Elçi böylece komşudan komşuya, ülkeden ülkeye, kıtadan
kıtaya dolaşıp, Podolya’dan, Baktria’ya, Sarmatya krallığından, Arzava’ya,
Litvanya dükalığından, Samoyetlere, Nogay hanlarından, Turfan’a, Eston
şövalyelerinden, Kitan’a, Yemame’den, Eretna oğullarına, Kızzuvatna’dan, Erdel
beyliğine, Masagetlerden, Moskova knezine, Livadian’dan, Fârâb’a,
Milavanda’dan, Lagaş’a her yeri dolaşıp,
sonunda Luristan dağlarını da aşıp Maritium beyliğine geldiğinde, onlarda hele
bir şu komşu Kastilya krallığına git de onlarda barışı istiyorlar mı bir sor
bakalım denilince, elçi (Leartes oğlu gibi) 20 yıl sonra ülkesine dönmüş, bir
kaç gün önce ölen kralın yerine tahta geçen prens tebaasına gözdağı verip
ortalığı kan gölüne çevirerek, tahtını pekiştirmek için, eski kralın tüm
elçilerini giyotine göndermiyor muymuş ve hemen Acemden gelen bu elçinin de
boynunu vurdurup cesedini Barca’da gezdirerek görevine başlamıyor muymuş. Çünkü
elçi Maritium adına, kayıtsız koşulsuz barış önerisinde bulunmamışmışmış, belki
de elçi casusmuymuşmuşmuş...
III
Yaşadıklarım el
verseydi, dünyada yalnızca seviden söz etmekten isterdim. Ama yaşam Likurglar’ı
ve yeşil yapraklarda öten angutları öğretiyor, patolojik bir eril kimlikle...
Kaliforniya’daki banyan
ağacının yaşı, lepradan ölenlerin sayısı, burlesk romanlar ve kösnül öd
ağaçlarının aşk için yalvarısı var artık Moro’nun adasında. Zaman tanrıdır,
tanrıda zaman... Maya felsefesi ve Rusçuk ayanı, galvaniz denizler, küpeli
kulağıma ağlayarak yalvaran yerliler. Öd ağacına sarılarak dişleri dökülen,
yaşlanıp ölen, sakallı cinler, balık mırıltılı hecinler var dünyada.
‘Tanrıların sofrasında
yer almadığı ve ateşi çaldığı için tanrıların görevlendirdiği Hephaistos
tarafından, sürekli büyüyen ciğerinin, her gün köpek başlı bir kartal
tarafından yenilmesi için Kafkaslar’da zincire vuruldu. Onu küçük hareketlerle
kısmi olarak yenilebilecek bir yem gibi gören kartal, özellikle kayalığa bağlı
kısımdan yediği zaman tiz çığlıklar kopardığı için, yediklerini tekrar onun
üzerine boşaltıyordu. Bu dışkı Promethe’nin gıdasıydı. Kartal onu kendi
dışkısına bulayarak, kayalıktaki durumunu sürdürdü. Öyle ki 3 bin yıl sonra
kurtarıcısı Herakles, bu görkünç dağa çıktığında, kuş pisliğinden oluşan, beyaz
bir balçığa bulanmış olan zincirli Prometheus ile aralarında çok büyük bir ara
olmasına karşın, pis kokulu bu duvar geçit vermediği için, bir 3 bin yıl daha
bekledi. Köpek başlı canavar, prangaya vurulmuşun ciğerini yiyip onu kendi
pisliğiyle beslerken, çevresini yoğun bir biçimde kuşatan pis kokuda öyle
artmıştı ki kurtarıcı bile buna alıştı. Eni sonu 500 yıl süren yağmur sonucu,
Herakles atış menziline girdi. Bu arada bir eliyle burnunu tutuyordu. Üç kez
kartala isabet ettiremedi. Çünkü üzerine gelen pis koku dalgası onu öyle
etkiliyordu ki yayı germek için elini burnundan çektiğinde, ister istemez
gözlerini kapatıyordu. Üçüncü ok zincire vurulmuşu sol ayağından hafifçe
yaraladı, dördüncüsüyse kuşu öldürdü... Manitu!.. her şey Zeus adına...
IV
Bu dünyada yalnızca seviden söz etseydik.
Yunanistan’ın Cephalonia adasında deniz suyu, bir su yolu boyunca adanın
Ben Strabon’dan, o Samsatlı Lucianos’dan, o
Mabeyinci Pavlos’dan, o kinik Thomas’dan, o kim bilir kimden... Belki bir
okurdan, belki de bir ölüden almıştır!..
V
Kızarmış zeytinli ekmekle, saksağan beyni
yer misiniz, yemek ister misiniz... Taratorlu, sülün tüylü, Foça deniz
börülcesi, on ayaklı ıstakoz ve radikalı bol turp otu,.bayıltılmış mürekkep
balıklı erişte, üzerinde zeytinyağlı kırmızı biber ve sarmısaklı medüz, mersin
karides tava bulunan, deniz/güllü tabak!.. Pazılı ve pazulu sirke ve sarmısakla
tütsülenmiş havyardan çıkma barbunya salatası... Taze yaprak bezelye eşliğinde,
zeytinyağlı Smyrna enginarı ve haseki
çanağında aslan sütlü, tavus butlu patlıcan ezmesi. Kestane içli ceviz ve yer
fıstığı kaplama yeşil tavuk köftesi, içli kızartma diri kalamar dolması.
Fesleğen sorbe, ayva dilimleri eşliğinde duvaklı levrek, ağzınızda gelin
olacak!.. Yeşil bohça içinde kül kedisi gülüşlü, ölü can ahtapotlu Çin pilavı,
Ahududu ezmesi üzerinde, sakızlı çam fıstıklı, sütlü börek ve çörek altı lor
peynirli adem eti...
Denizden, deniz kızı çıksa yerim. Kibar bir
koli basili ve kanibalistim. Karın deşen
bir Baki’yim, bağırsak yemenin zevkini hesaplarım. Homosapiensim, saparım, saplarım,
sapıtırım. Etle beslenen etcil, otla beslenen otcul, Fransız kızcağızı yiyen
Japon gibi hepçilim. Afiyetle yazıp söylemekte Ben-i Türk’e düşüyor. Gözsüz bir
sümüklü böcekle, yemeğimin içinden bir semender çıkıyor!.. Tırnaklarını
uzatırsa yaşlı halam bir dinozor oluyor. “Ama düşüme inanıyorum. Genç
kalıyorum, adımdan hisar yapıyorum, oradan şehre 33 kere bakıyorum, mührüme
tapıyorum, bin yıllık kemiklerin koruyucusu müslümanlar gibi ikizim Konstantin
oluyorum. İki denizin savunucusuyum, müselman olmuş Konstantinler görüyorum,
ölü atlar ve askerler seviyorum, kırık toplar ve kalkanlar, delik zırhlar ve
mancınıklar, yanmış ağaç ve kadırgalar, devrilmiş kazan ve asılmış paşalar
oluyorum. Can çekişen köpekler ve yaralılar arasında elimde zambak dolaşıyorum,
toprağa bakıyorum, Allah’a yalvarıyorum, göçebe nal sesleri sarayın avlularında
çınlarken, Aya Sofia’nın kulelerine asılıyorum. Surların kapılarını
kırdıklarını işittiğimde ve onun atını kiliseye sürdüğünü hissettiğimde, kendi
işimi görüyorum. Kanım mavidir!.. Kırmızı bir gölcüğe boşalan kanım... Tepede
ay!.. (Ben ki Mehmet’lerin ikincisi,
sonuncu Konstantin’dim!
VI
Cebrail’in düşlerinde yeşil renk yoktu.
(Cebrail peygamberlere vahiy getirirdi, son peygamberden sonra Cebrail işsiz mi
kalmıştı!) Demeter, buğday tarlasının içinde uyurdu. Suriyeli şair Ebu’l Alâ,
‘Yaşamak mı, beni döllendirenin günahını çekiyorum, kimse benim günahımı
çekmeyecek’ buyururdu. Arîlerin toprağı İran’da Şah Ahırları’nı gezerken,
İskender’e, Acem ordusunun, Helen ordularından çok olduğunu söyleyecek oldum
da, İskender omuz silkip, ‘Benim kaplanlarım yenmek için, Darius’un sıçanları
ölmek için savaşıyor’ demişti. Erbil’deki savaştan sonra, yaralılar, açlar,
fareler, kargalar, bebekler, yaşlılar ve öksüzler ölmek için ilahilerle yalvarıyordu.
Semerkant krallarından biri, herkesin
arzuladığı düşü gerçekleştirmek istemiş: Ölümsüzlük! Ölümün göklerden geleceği
inancıyla, yer altında demir bir saray yaptırmış ve bütün çıkış yollarını
kapatmış ve kalan son hazine parçasıyla her sabah doğan ve her akşam batan ve
yeterince yakan, yapay bir güneş astırmış. Vellagrande’deki mezara benzemeyen
bu saray bittiğinde, çalışanların tümü öldürüldüğü için bu mezarın yeri
bilinmez olmuş ve hükümdar toprağın 20 kulaç altındaki sarayın üzerinde, her bir
kervan konaklayıp, her bir atlı geçtiğinde yalvarırmış: Ne olur, beni kurtarın!
Ne olur!.. Yarı ölüler gibi. Cennetteki çocuk, adamın babasıydı.
VII
Yeryüzünde faşizm, Emilialı toprak
ağalarının asalarından ve Romalı bankerlerin kasalarından geçip, İl Duçe’nin kafasında dank etmiş bir nurdur, Meşhuuur!..
Zaliha, orta doğu mitolojilerini anımsatan
adın ne güzel, önceleri adların çağrıştırdığı şeylerle çok ilgiliydim. Örneğin,
Cem bahtsız bir prens, prensten bir ozan, Tarık, gemileri yakan bir Berberi komutan
olarak, bir tür Guevara, Nigar Hanım’da Osmanlılığın tüm ketumluğuna karşın
tabuları yakmış bir cihan-ı alâ idi...
...
Hiçbir şey vermeyen, hiç bir şey anlatmayan
ve ne olduğu bile anlaşılmayan bu yazı, yazarlığa heveslenen boş gönüllerle,
her okuduğuna imrenen, alkışlayan boş kafalara, kulaklarına küpe, dimağlarına
ibret olsun diye değerli bulunmuştur!..
*
ACENTE
I
Olanlar
1960’lı yılların kapsantısı içinde olup, bir rub-u asır öncesinde bitmektedir.
Ademoğlu nasılda yaşlanıyor, şu dünya bir gözyaşı şişesi, ağlama kulübesi, ne
derlerse desinler; mutluluk geçici, üzünçse baki. İnsan ömrü bir kuş gibi, bir süre yiyor,
içiyor, gülüyor, ağlıyor; arada bir hindi gibi düşünür yapıp, sonunda da
yuvadan uçup gidiyor, bir daha bul bulabilirsen, az önce Ritsos gibi kibirli ve
soylu bakışlarla çevresini süzen adam, bir bakıyorsunuz; virgüllerle dolu bir
bezin örttüğü sandukanın içinde... Bir gün fırsatını bulup o sandukaya
bakacağım, diyeceğim ki insan bir kuş ve bu sanduka boş, isterseniz açıp
bakın!..
İsabey
kasabası, Çökilyas dağının eteklerindedir, tıpkı Dedeköy’ün, Beşparmaklardaki,
Tınaztepe’nin eteklerinde oluşu gibi, her iki dağın düzünden ve her iki köyün
dibinden
Bu
durumu bilenler çevre köylerden İsabey’e gelip, Yunus aleyhisselamla
özdeşleştirdikleri bu balığa yas tutarak dövünüp ağlaşırlar, arada aslı astarı
olmayan şeylere ne zırlıyorsunuz diyenler olursa da, Havva’nın çocukları oldum
olası böyle şeylere gereksinim duyar. Zaten karanlıkta yunus balığı giderek
sevişen kadınla erkek biçimini alınca kahkahalar arasında gülüşüp kaçışmalar
olur.
İşte
çocukluğum İsabey adındaki bu Alaattin Lambası’nda geçti... Köyde, iki kamyon
vardı, düşlerimizin masalsı taşıtı, çıktığı seferlerden aylar sonra gelir,
Emirler avlusuna bir canavar gibi girer
ve ileride sinyal lambaları yanıp sönen yarı canlı bir uzay yaratığının,
amansız soluyuşlarını andırır biçimde dururdu. Biz arkasından koşar mazot
kokusunu doya doya ciğerlerimize çekerek, arka tekerleklerin çamurluğundaki
gergide yazılanları okurduk Sağ çamurlukta
“Acele giden ecele gider” “Ömür biter yol bitmez” sol çamurluktaysa
‘Sevenin Allah’ı var’ ve ‘Sollama ağlama’ yazardı. Kamyon sürücüsü başka
alemlerin ademi gibi gelirdi bize, boyumuz ancak tekerleklere yetişir, ön farın
üstündeki flamaları okşar, içerde incecik minelerden dizilmiş ‘Maaşallah’
yazılı muskayı görebilmek için kapılara tırmanırdık. Kamyonların markası
Bütün
kamyonlar için deyimler uydurulurdu ama benim duyup bildiklerim; ‘Ford olursun
bir lord’ ‘Thames trader yol ver birader’ ‘
Köy
kahvelerinde yan yana oturduğumuz alçak sandalyelerin, kırık taburelerin
üzerinde çayı dökmeden içmeye çalışırken konuşulanlara kulak verirdik. Kapısız
Hüseyin kamyon almış, yok yahu acente miymiş, evet! Kız gibiymiş. Öte mahalleden Karacık Halil
İbrahim De Soto almış, acente miymiş, evet, yok yahu! Gavurum öyle dedi. İzmir’deki
acenteden almış, kırmızı, kayış gibi akıyor. Bu acente sözcüğü öyle hülyalı bir
sözcüktü ki, acente demek, lastikler simsiyah, kaportalar kıpkırmızı, kasalarda
tanrının tüm renklerinin harmanlanarak, gökkuşağıyla, tavusun, deniz kızıyla,
Hz Ali’nin kılıcının bile resmedildiği, taze boya kokan, renk cenneti bir dünya
demekti. Gün boyu kamyonu elleyip okşasanız gene de doyamazdınız. Kasadaki boya
kokusu, kaportada yüzünüzün uzayıp kısalarak, düşlere karıştığı bir dünyada
kendinizi arayışınız, tekerleklere
uzanıp küçük iplikçikleri koparışınız, sonsuz hazlarıydı
çocukluğumuzun. İşte bu kahvede duyup,
düşlerimi süsleyen acente sözcüğünü, yaşamım boyunca unutmadım. Acente, el
değmemiş, parlak ve düşsel demekti. Güneşle eşdeğer, ay parçası gibi bir eşyanın
sahibi olmak demekti. Aslında bir dikiş makinesi, bir radyo, bir el fenerinin
de acentesi olurdu tabii, yeter ki metalik olsun, yeter ki göz kamaştırsın.
...
Geçenlerde
bir eleştirmen çok sevdiğim dört film diye
beğendiği filmleri sayıyor, hatta onlar için ‘Mahşerin Dört Atlısı’
diyordu. Casablanca, Rüzgar Gibi Geçti, Kwai Köprüsü ve şimdi adını unuttuğum
John Ford’un filmiydi bunlar. Bu acente sözcüğü, bakmayın asıl o zaman düştü
usuma, çocukluğumu bu nedenle anımsadım. Sonra kendi kendime dedim ki; senin
acenten hangileri, bir kare asın var mı, maroken koltuklarını sayabilir
misin...
I969’da
köy yaşamım kesildi, artık ara sıra köye uğrayacaktım, çocukken bunun onulmaz
bir özlemler demetine dönüşeceğini bilemiyor ki insan, bir düştesin sanki ve
her şey akıp gidiyor, en ufak bir
yönlendiriş söz konusu olmadan. Bu durum aslında çok acı, ama ne gariptir ki
gene de çocukluğumuz ‘alıcı bir düş gibi’ eşsiz bir söylence, sanki büyüdükçe,
diyelim insanlaştıkça, yabanlaşıyor ve saldırgan moronlara dönüşüyoruz, ama
övgüyü de onlar topluyor, homofaber, yüzyılımız insanı gibi...
İşte
büyüme çağında Denizli’ye taşınmıştık, orta okulu orada okuyacaktım, büyükler
ne derse o olur, kurbanlık koyun gibi gittim. Denizli ılıman iklimde,
insanlarının miskinliğe bulaşmadan tek düze bir yaşam sürdüğü, buna karşın
hal-yol olmuşluğun verdiği erinçle son derece batıcıl bir yaşamın sürüp
gittiği, yinede hayranlık vermeyen (işte bu yüzden övgüye değer) bir anklav
-denize kıyısı olmayan!- küçük bir kentti. Öyle ki Denizli neden deniz
kıyısında değil diye bir kez sormaz insanlar, işte o öylesine kabul görmüş,
sıradanlığın hükümranlığını taşıyarak yaşar gider. Tamda dediğim gibi, bu sinik
şehrin hem de 60’lı yıllarda sayısız
sinema salonu vardı. Anımsadıklarımı
unutulanlarla birlikte sayayım, İncilipınar’daki İncili sineması,
Delikliçınar’daki sırasıyla Yeni Sinema, mitik Venüs Sineması, adını çok
sevdiğim Cem Sineması, gene düşsel Işık Sineması, Gar Sineması, Ferah,
Pamukkale, Çamlık sinemaları. O dönemde harita toplamı altmış, yetmişbin olan
bir kent için bunlar olağanüstü bir şey sayılır. Ama mahşerin dört atlısı önem
sırasına göre şöyledir; Yeni Sinema, Venüs, Cem ve Işık Sineması...
Dünya
aslında nasıl bakarsanız öyledir. Şimdi düşünüyorum da bu dört sinema, dört
ayrı insan ve dört ayrı kimlikmiş. Bunların nasıl bir insan ve nasıl bir ıraya
sahip olduklarını anlatacağım. Bir kez Yeni Sinema, Denizli kentinin göz
bebeğiydi, asortik, sosyetik, estetik ve realistti. Asla önünde uzun süre durup
oyalanamaz ve asla koltuklarını tahrip etmek gibi bir cesarete sahip olamazdınız.
Unutmadan söyleyeyim, bu sinemanın Cem’le birlikte açık ve kapalı bölümleri
vardı. Söylediklerim Yeni Sinema içindir, açık hava bölümünde, sandalyelerin
yerini değiştiremez film başladıktan sonra giremez ve her zaman usturubunca
gülüp, ola ki ağlayacak ya da bağıracak olsanız sesinizin frekansını ölçecek,
taşkınlığa kendiniz bile izin vermeyecektiniz. Yeni Sinema bir okuldu, hem de
üniversite cinsinden. Bu sinemanın ülkenin en iyi dört sinema salonundan biri
olduğu söylenirdi. Dördüncü denmezdi, birincide denmezdi ama ben ikinci
dendiğini kulaklarımla duymuşumdur. 1973’de İstanbul’a gelerek, Harem
iskelesinde kaplan tüyü gibi dalgalanan denizi ilk kez gördüğümde, içtenlikle
söylüyorum gizil amacım sinema salonlarını dolaşarak gerçeği gözlerimle görmekti,
başka kentleri bilemem, İstanbul’da Yeni Sinema’nın lüksünde bir sinema salonu
göremedim, bana İstanbul için Fitaş birinci demişlerdi, oysa gören gözler bunun
böyle olmadığını bilir, günün birinde başka bir tanıkta elbette bulunacaktır.
İşte
bu Yeni Sinema sanki bir rönesans timsaliydi, 1966’dan, 1976’ya onbir yaşından
yirmibir yaşına dek batının en gözde filmleri oynadı, belki algılama gücümüzün
üstünde filmler bile vardı. İzleyiciyle dolup taşardı ama sinema zevki
gelişmemiş olanların ya da vakit geçsin diye, öylesine büyülü perdeye
bakanların gireceği bir yer değildi. Anımsadığım filmler şunlar ki, biri benim
mahşerin dört atlısındandır; Poseidon, Kristal Kanatlı Kuş, Siyah Lale, Sonsuz
Ölüm, Kızıl Güneş, Yağmurla Gelen Adam, Fantoma, Arabistan Macerası, Ceset ve
Ustura (adından daha nitelikliydi), Köpekler ve batının elle tutulur daha nice
filmleri. Yeni Sinema’nın gözde aktörleriyse şunlardı; Maximilien Schell, Jean
Paul Belmondo, Alan Bates, Terence Stamp, Alain Delon, Romy Schneider,
Charlotte Rampling, Charles Bronson, Jill İreland, Charlton Heston, Klaus
Kınski, Bekim Fehmiu, Tony Musante, Dustin Hofman...
Yeni
Sinema, güneşin sarı boynuzlarını üzerinde taşıyan ve barışçıl, gerçek bir
şövalyeydi, onunla yaşamı sevdik, üstelik yalnızca ona, tiyatro grupları da
gelir, zamanın müzik konserleri orada verilirdi. Gogol’ün ‘Bir Delinin Hatıra
Defterini’ orada izlemiştim, tek kişilik ve çıplak başlı bir oyuncunun el
üstünde bir gösterisiydi diyebilirim.
Tanrı beni bağışlasın, hayal mi görüyorum bilemem ama, Godot’yu Beklerken’ide, hem de ondört, onbeş
yaşlarında, orada izlediğimi anımsar gibi oluyorum.
Venüs
Sineması ise adı üstünde Venüs gibiydi. Sandokan, Masist, Herkül ve Samson’u
çağrıştırır mitik filmler, bütün Anadolu’yu bulaşıcı bir sayrı gibi saran Raj
Kapoor’un Avare’si türünde melodramlar hep orada izlenirdi, çevre binaların
balkonları salkım saçak dolar ve ant olsun ki yıllar boyu, değil en ufak bir
kavga bir tartışma dahi çıkmazdı. Guy Madison,
zamanın Schwarzenegger’i Gordon Mitchel, Kabir Bedi, Helmut Berger ve
Sean Connery, Venüs Sineması’nın Raj Kapoor’la birlikte floş ruvayeliydiler.
Venüs,
sinemanın pop-arkaik bir okuluydu, Yeni Sinema yaşamın ciddiyeti ve lüksünü
göstererek, kendimize önem vermemizi sağlamış, Venüs’se yaşamın bir o kadar
düşsel ve renkli olabileceğini duyumsatarak onu sevmemizin yolunu açmıştır. Cem
Sineması ise ülke sinemasının yüreği demekti. Bütün yeni filmler Cem
Sineması’ndan geçerdi, Erikler Çiçek Açtı, Buzlar Çözülmeden, Hıçkırık, bütün
Yılmaz Güneyler ve unutulmaz, Bir Dağ Masalı. Cem Sineması her kesimden
gelenlerin, ortak Kabe'siydi. Ufak tefek kavga çıktığı olurdu, çünkü filmlerde
olduğu gibi, mahallenin Tamer Yiğit, İzzet Günay ve Ayhan Işık’ları hep oraya
gelirdi.
Ben
Cem Sineması’na pek gidemedim, kavga benim için her zaman varoluşun ironik bir
dışa vurumu olmuştur, hoşlanmazdım böyle şeyden, oysa Tilki Selim, Koçero ve
benzeri avantürler geldi mi, arastada çalışan tüm yeni yetmeler sinemayı
doldururdu, sigara içerler, bilet kuyruğunda itişip kakışırlar, benim yanından
bile geçemeyeceğim, bıçkın, yakışıklı ama nedense yine de bir eksiği olduğu
duygusunu uyandıran delikanlılara kafa tutarlardı, yıllar sonra o eksikliğin,
oradaki çocuklarla aynı yazgıyı paylaşmak, yani co-starring Yılmaz Köksal’ın
bir filmini birlikte izlemek tutkusu olduğunu anladım, küçüklerle bir şey
paylaşıyorsanız, o şeyin üzerinde söz sahibi olmakta küçük çoğunluğun hakkı
olduğu için, askerliğini bitirmiş büyükler, bu sinemalarda azınlıkta kalıyor,
eksiklik duygusu da gecikmiş avantürlük ve Clark çekme hakkının
yaşanmamışlığından kaynaklanır olduğu için, bunun bir sorum gibi onlara
yüklenmesine neden oluyordu. Seri görünüşlü, yanık yüzlü bir çocuk, ağzında
sigarada varsa herkesle kavga edebilirdi, bu durumun pişmanlığa yol açtığını hiç
görmedim, çoğunluk haklı oluyor ve bu çoğul kesim içinde, alış verişteki
velinimet kuralı işliyordu.
Bende
Ayhan Işık’ı severdim, kavga etmek yaşamım boyunca beceremediğim bir şeydir,
buna benzer ve alışamadığım şeylerde hep rol yapmış, hep böyle davranmışımdır.
Ayhan Işık zorda kalmadıkça kavga etmezdi, kötünün iyisiydi benim için, Yılmaz
Güney’i hiç sevmezdim ama bütün çocuklar, haylazlar, bıçkınlar, yaşının üstünde
racon kesenler, sportif bir şey gibi onu tutarlardı. İzzet Günay kavgacı
değildi ama onu da sevemedim, kavga etmemek, en iyiye düşkün olmamak, ya da
yarı gülüt, sonuna dek ısrar etmeden, vazgeçici, erden ipeksi ve kıyıda kalmayı
kabullenmek demekte değildi benim için, bu bakımdan Vahi Öz, Hüseyin Baradan ve
Kadir Savun’lu komedi filmlerine de asla bağlanmamışımdır, mizah da istemediğim
ortamlarda yaptığım bir roldü benim için, sonraları bu duygudan çok zor
sıyrıldım, istemediğimiz ortamlar o kadar çok oluyor ki, insan kendini
tanıyamaz hale geliyor. Sonradan iyi filmler yapan dönemin Yılmaz Güney’ini,
Seyyit Han filminden sonra affetmiş ve de hep savunur olmuşumdur, o sanatçı
anlamında idol olmayı hak eden bir çizgiyi yakalamıştır.
Cem
Sinema’sında toplam yirmi filme gittim mi bilmiyorum ama Yeni Sinema’da epey
film izledim, arkadaşlarım sinemaya ilişkin önerilerime saygı duyarlar,
önerdiğim filmlere de birlikte gittiğimiz olurdu. Bir keresinde Maymunlar
Cehennemi’ni (Yeni Sinema’da) izlerken ruhsal dengemi yitirip sarhoşlamış, evde
kızkardeşim kendime gelmeme yardımcı olduğu için bu dünyanın gerçekliğine ve
olağan yaşama ancak dönebilmiştim. Charlton Heston’un filminde Newyork Zafer
Anıtı’nın yıkık ve terk edilmiş hali yaşadığımız dünyanın somut değil soyut
olabileceğine ilişkin ilk dürtüleri uyandırmıştı bende, o günden sonra yaşama
tutkum biçim değiştirdi, daha görece alışkanlıklara sahip oldum, varlık,
yokluk, din, toplum, insani ve felsefi anlamda gözlenip sorgulanması gereken
şeyler haline geldi. Ama başkalarınca asla hissedilmeyen gizli uyumsuzluğumun
cezasını çok çektim diyebilirim, bunu da ötekiler gibi yalnızca ben bilirim.
Konuyu
değiştirmeden, Işık Sineması’na geleyim, bu sinema Cem Sineması’na bağlı bir
tarikat, onun bir dergahı gibiydi, yani aynı türün değişik versiyonları oynardı
burada, biraz daha özel ve belki türünün alt örnekleri gibi. Tugay Toksöz,
Tanju Korel veya yardımcı aktör olup da tek bir filmde başrol denemiş
oyuncuların filmleri oynardı bu sinemada;Yedi Dağın Aslanı (beğenmiştim),
Çakırcalı Efe, yeni parlayan Kartal Tibet ya da ‘Sarı Jön’e uyum sağlayamayan
izleyicinin üzerinde denenmekte olan antistarların filmi oynardı. Bende bu
ayrıksı ortamı sevemedim, bilet kesen adamı bile hoşgörüsüz, aksi biriymiş gibi düşünürdüm,
sevmek ya da bir şeye uzak kalmak zincirleme etkilere yol açar bilirsiniz.
Şimdi
düşünüyorum da Işık Sineması yalnız ve sevgiye gereksinir bir yermiş gibi
geliyor bana, ama ne yazık ki geçmişi değiştiremiyoruz... Bir de dikkatimi
çeken şu oldu, bu filmler hep kavgalıydı, acaba diyorum toplumun 1970 ve
80’lerde anarşi ve başıboş bir ortamda sürüklenmesi tasarlanmış bir oyun muydu,
ama benim aradığım ani evet ve hayırlar değil, gerçekten derinliğine inilmiş
sosyopsikolojik yanıtlar.
Tüm
bu olanları özetledikten sonra benim için ‘Mahşerin Dört Atlısı’na gelelim;
unutamadığım ilk film Bir Aşk Yetmez’di, hala unutmuş değilim o kır
menekşesini. O zamanlar filmlerin, yönetmenlerin incisi olduğunu bilmediğimiz
için yönetmenini hiçbir zaman öğrenemedim. Film yaklaşık otuz yıl öncesinin,
ama oyuncularının tümünü adım gibi biliyorum: Terence Stamp, Julie Christie,
Alan Bates ve son yıllarda ölümünü duyduğum için, yine bana o doyumsuz kır kokusunu anımsatan
Peter Finch. Bir Aşk Yetmez’in yönetmeni Joseph Losey olabilir mi bilmiyorum.
Ama Julie Christie’ye göz koyan ‘köy ağası’
Peter Finch, çoban Bates’in için için kıza aşık oluşu, düşlerdekinden
yakışıklı subay Terence Stamp’ı seven Julie’nin aşkının karşılıksız kalıp,
umarsızca içine kapanışı, beni
canevimden vurmuştu.
Roller
değişse de, bende Gönül’ü seviyor, evlerinin önünden geçerken aynı Julie’ nin
duyduğu heyecan gibi Gönül’ü görürüm düşüncesiyle kalbim nicesine çarpıyordu.
İnsanın aşkını gölgeleyen her zaman güçlü ve duygusuz bir şeylerin varlığını o
film bana öğretmişti, bunu duyumsayabiliyordum. Bir Aşk Yetmez pastoral bir
senfoni, sarsıcı, dramatik bir filmdi, çocukluk aşkımdı o benim. Filmdeki gibi
bende, hiç bir zaman o aşkı yaşayamadım,
hiç bir zaman sevdiğime kavuşamadım. Yıllarca demir köprünün ilerisinde, susa
yolunun ötesinde, iki servi ağacının dibinde beni bekleyen hayali gözledim.
Yıllar boyu yanıp içime gömdüm sevdamı, hala düşlerime girer, o sevdanın, arı
duyguların özlemini ve geçen yıllarımı yitik bir hayal dünyası gibi anar
dururum. Biliyorum, ömrüm ilk aşkıma döktüğüm gözyaşlarının, dizginsiz
kederiyle geçecek, ilk ve son aşkımın arı hayaliyle avunup, bu dünyayı terk
edecek, yeşil bir daldaki, düşlerden güzel altın elmaya, tam ulaşacakken hep
uyanacak, onun yokluğuyla kalbimin bir yanı hep kırık, zaman beni tüketecek,
silinip gideceğim...
Özdekçi
bir hırsızın çalıp, ökçesiyle bir elmas gibi paralayacağı yaşamımda, beni
etkileyen diğer film Carlos Saura’nın Av’ı olmuştur 1987 yılında izlediğimi
sanıyorum, tam 32 yaşında Bir Aşk Yetmez’den belki de 20 yıl sonra, Av filmi
bana, değil aşkın, yaşamın bile olanaksızlığını bir gölge solgunluğuyla
anımsattığı için çok etkilenmişimdir. Av’da dört arkadaş, ıssız bir dağda, öğle güneşinin vızıltısında
ava çıkarlar, dağın çoraklığı ve sıcak, ölüm duygusu veriyordur insana...
Arkadaşlık dediğimiz şey; iç dünyalardaki önlenemez, gizil düşmansılığın, dışa
vurumsuz, sarsak temeli üzerinde duruyordur. Aslında dostluk dediğimiz şey
bastırılmış bir öç alma duygusudur ve insanın iç güdüsü şiddetten başka bir şey
barındırmıyordur ve sanki yaşam, görünmeyen ürkütücü bir periyodun, uyumlu bir
gösterisi gibi algılanmaktadır, gerçek sonunda ortaya çıkar, herkes birbirini
en vahşi biçimde yok eder, öğrenilmesi gereken tek gerçekte budur. Diğer her
şey sonu şiddete varacak bir dizilimin, gizemli bir izdüşümü, bir yol
verişidir, o kadar.
Bir
zamanlar kızıl tanrılar vadisi varmış...
Allah’ın kızı meleklerin yazdığına göre, sevdiğim üçüncü filmde Tarkovski’nin
Stalker’(İz Süren)idir, İki saati aşkın süren bu filmi şimdiye dek dört kez
izledimse de, içinde bulunduğum atmosfer gereği, ne yazık ki tam olarak
algılayabilmiş değilim. Ama ne gam, la minör sonatı bir kez duymaya görün,
Stalker’de bir tür Av’dır. Orada da insanın umarsız yalnızlığı, evrensel
şiddetin varlığı içten içe sezilir. İnsan bir bilgedir ama sonuçta teknoloji ve ulaşılan her serim, korkunç bir
parçalanış ve yok oluşun panoramik görüntüsünden başka bir şey değildir.
Yalnızlık ve evrensel şiddetin bir ucundan her zaman görkünç biçimde tutuyor
oluş, hep bir bitiş, yok oluş çağrısıdır. İnsanın uzaysıl yalnızlığı, uçsuz
bucaksız bir yok oluş duygusu ve bir o kadar kapalı ve karanlık bir
kozmolojinin kümesinde yaşıyormuşuz sanısı Stalker’in ana temasıdır. İnsanoğlu,
nereden geldiği belirsiz, nereye gittiğini bilmeyen kozmirajik bir yolcudur o
kadar. Ama durun, Stalker için sözü
uzatmak güç ister...
Son
film ise Fellini’nin Satyricon’udur. Bu film geçmiş çağların ve mitolojinin
çağımız insanı tarafından ne denli ustaca ve düşlerden de düşsel biçimde dile
getirilebileceğinin çok iyi bir kanıtıdır. İnsan bir filmde, bu denli eski
çağları yaşayabilir, bir film bu denli geçmişin bir yaprağına dönüşebilir.
Aslında sanılandan daha zor olan şey geleceği değil geçmişi düşleyebilmektir.
Gelecek size sonsuz alternatifler sunar, her yaptığınız insan anlağının serbest
dolayımından ötürü, uygun bir betime dönüşebilir. Ne kadar insan varsa o kadar
gelecek vardır. Ya geçmiş; öyle midir? Bir yandan geçmişe ilişkin elemanter
öğeler vardır elde, bir yandan da ortak düşlerimiz. Sözün özü Satyricon’da geçmişe bu denli görkemli, bu
denli uyumlu, bu denli masalca bakabilmenin, insanın düşüne ve sonsuzluğuna bir örnek olarak algılanması
dileğinden sonra, denilebilecek olan Napoli’yi değil, Satyricon’u görmeden ölmedir! Ama görüşler
farklı ve ayrı ayrı dünyalara bölünmüştür gezegen o başka!..
II
Dikdörtgenler
prizmasının önyüzünden bakıyorum Aias söylenine, beygiri kunnayan trampacı
Osman’ın yüzü gibi dünya, çirişli ve faylara bölünmüş. Diyor ki o dibek başında
‘Taş olarak öldüm, bitki oldum, bitki olarak öldüm hayvan oldum, hayvan olarak
öldüm, insan oldum. Hiç kötüye dönüşüp alçaldığım görüldü mü, bir gün insan
olarak ölüp, ışıktan bir yaratık, düşlerin meleği olacağım, ama yolum
bitmeyecek. Tanrıdan başka her şey kaybolacak. Hiç kimsenin görüp duymadığı bir
şey olacağım. Yıldızların üstünde bir yıldız olup doğum ve ölüm üzerinde
parlayacağım’. Gül parmaklı şafak dağlara değdiğinde, kaburgaları ışıyan Troya
atları gibiyim... Ovada çekirge
tulfuklarını topraktan söküp atarken bulgu ve algı sınırlarının dışına çıkmış
gibi söylemişti bunları.
Sonra
yine dedi ki, firavun Psambetik bir gün tanrının, samed, kimseye muhtaç olmayan ama herkesin ona
muhtaç olduğu bir varlık olabileceğini düşlemiş, ilerde meleklerin, Hz
Adem’in, kıblenin ve halik olan Allah’ın
göründüğünü anlamış. Su perileri ve orman cüceleriyle beraber avlandığı bir
sırada, pelvise sevdalanmanın incecik yolları ve Ermeni mutfağına ilişkin demir
bir kitap bulmuş, demir kitabı açtığında, iki zarif kelebek uçmuş yaprakların
arasından, kelebekler ormanda ıhlamur ağaçlarının en tepesine ulaştığında,
korkunç birer ejderhaya dönüşmüşler, ejderha ön ayaklarıyla, Apollon’un kalkanı
gibi bir kalkan tutuyor, ağzında alevden kılıçlarla orman cinlerine
saldırıyormuş. Firavun ateş püsküren tunç ayaklı boğayı boyunduruğa koşup,
ejderhaları yenmiş ve dişlerini bir tarlaya ekerek, dişlerden dev adamların
olduğunu görmüş, onlarla da savaşmış ve yenmiş. Kharitlerden üçü bütün bu olup
bitenlere tanıkmış, güvercin ayının yirmibirinci günü, defne bayramında her
şeyi anlatmışlar, kimseler inanmamış, yalnızca Kınalılardan İbrahim ve
Araplardan Hayriye, düğün ve ölüm zamanlarında kayalıklarda ki kyklopların bile
insana dönüştüğünü söyleyerek her şeyin olabileceğini söylemişler.
Zaten
Araplardan Hayriye’yi, Frig prensesi kılığında megaradan çıkarken görmüşlermiş
site halkı, onun için hak vermişler Hayriye’ye, çoban Paris gibi mutlu -atlet
gibi çevikçe- erkekleri tutsak eden yüreği tez nymphalar gibide, ipince olup,
kutsal korulukta avlanırken yakaladığı erkekleri -tepegöz gibi bağlayıp- bikrlerini bozarmış
o.
Yapraklara
yürüyen su bahar tanrıçasının gözyaşlarıdır. Bir bahar ayininin dişil mayısı,
soğuk bir kasım gecesi evin, Astrid halanızın ölüsü sayesinde ısındığını bir
düşünün. Her tan vaktinde Hayriye’nin lagünün sisleri arasında kuşlarla koşuşup
uçuştuğunu biliyorsunuz. Su sinekleri ve yeşil kaplumbağalar eşlik ederdi
onlara ve kaplumbağalar ile minicik sinekler parkuru şaşırıp çarp! diye
çarpışırlardı. Yüz bin kalp atımı yaşayan sinekler ölür, yüzlerce yıl yaşayan
kaplumbağalar sağ kalırdı. Kınalı İbrahim olayı duyunca, yanına aslında bir
malta haçı olan İskariyotlu Yahuda’yı alıp Hayriye’yi aramaya çıkardı.
Mecdelli
Meryem, uzaktan akraba olduğu Hayriye’ye yardım duygularını esirgemez,
İbrahim‘e yol gösterirdi. İbrahim, Yahuda’ya Hayriye’yi aradıkları böğürtlenli
suların, taşların üzerinde şırıldadığı yollarda, modern çağ, mitoloji,
engizisyon, maden devri, gelecek ve uzaya ilişkin meseller anlatır, yanlarından
üvendiresiyle öküzlerini güden bir çiftçi geçerdi. Maria Magdelena’nın infaz
edileceği gün, İbrahim, Hayriye’yi ne kadar aradıysa da bulamadı. Paris’te o
yapının önündeki Greve Alanı o gün çok kalabalıktı, öyle çok insan gelmişti ki
infazı izlemeye, tiyatrolar izleyicisiz kaldı ve Fransız tarihinin
yapraklarından birinin, başı gövdesinden ayrıldı.
Sularla
sevişme vaktinde Hayriye kendiliğinden köye dönüp geldiğinde, o kadında;
Marilyn Monroe dudakları ve Caligula’nın gözleri var diyerek infazı
ilençleyenlere katılmadığını belli etti. Oysa Maria’nın kabrine gelen Münkir ve
Nekir melekleri ‘Jesse James’ide vurmuştuk’ diyerek infazın dünyevi değil
uhrevi olduğunu, yazgının değişmeyeceğini Magdelena’nın kulağına üfleyerek
anlatmaya çalışmışlardı. Hayriye bunu duymuştu ama, yalan böyle şeyler: Beethoven
caddesindeki ölü güvercin desem de
İnsan
ruhu dediğimiz aslında beynin fiziksel fonksiyonlarından başka bir şey değil
ki. Bir kadının bedeniyle, bir erkeğin kafası
birleşince olabilecekleri anlayabiliyor muyum derken İbrahim, ‘İnsanların
tanrıya inancını belirleyen bir nokta varmış beyinlerinde T noktası deniyormuş
buna dedi’. Hayriye konuyu değiştirdiğini anlayıp, gencecik ama yinede varisli
bacağındaki kanı emen sülüğü eli ile çekip kopararak, kamışları sallaya sallaya
geçen akarsuyun içine fırlattı. Sülük aniden değişen konumuyla buz gibi suyun
içinde açılıp büzüldü ve epeyi bir şaşkınlık geçirdikten sonra akar suya ayak
uydurup parıldayan taşların arasından,
süzüle kıvrana yaşamının yeni yolculuğuna başladı.
Hayriye,
sülüğün kutsal sıvının içinde, kemankeşlik yapan bir sipahinin bedenine
girebileceğini, guy-çevganın hünernamesinde, Kantemiroğlu edvarına karşı
savaşan bir kılıcın moleküllerinden sayılarak, Moldovya boyarları arasında yer
alıp, bilisizliği bilgisinden ileri
gelen bir adamla, Ulah beyleri arasında yer alan bir tartışmada yere
düşebileceğini, tüvid, flanel, kanvas ile koton ve yünlüler arasında polarize olarak,
Boğdan voyvodasının, Dacia (Romanya) dan
gelen ve zengüle peşrevi ile karşılanmasında yer alan atların kuyruk
sokumundan girebileceğini söyleyip, görünmez ve bilinmez gücü karşısında
sülükte bir tanrıdır aslında dedi. En son 2121 Temmuzundaki Huş geçidi
barışından sonra Meksamerika diye bir ülkenin varolacağı gün, şifa niyetine
şişe içinde, esir pazarında da sülük satılacak diye bir de kahkaha atmıştı ki
İbrahim ;
‘Kim senin yaranı çiğnemedi ki söyle? / Günahsız bir ömrün tadı ne ki,
söyle? /
Yaptığın kötülüğü, kötülükle ödetirsen sen, / Sen
ile ben arasında ne fark kalır ki söyle?’
diyerek
kederli kederli güldü. Güldüğünü gördüm.
Sonra Hayriye, Kerguelen’de ayağına halka taktığım albatrosu Şili’de bulduk.
Onsekizbin kilometre uçmuştu, birde cismaninin ruhanisi var, artık aynı bedendeki
albatros, onsekizbin kilometre sonraki albatros mu sayılır. İnsan bile her
saniye başka biridir. Ve ama biz, birimiz; tüm insanlarız, insanlığız. Ben tüm
insanlığım, tüm insanlıkta ben dedi.
İbrahim, albatros gibi deniz kırlangıçlarının da göç ettiğini, göç
etmezse masallara göre ya aya gideceğini, ya başka bir hayvana dönüşeceğini, ya
da göllerin dibindeki peri kızlarından olacağını söyledi. Hayriye ortalığı
biraz daha kışkırtarak varlık sorulabilen şey dedi.
Ve
İbrahim‘e dönerek garip bir öyküde, bir hükümdarın İbrahim adında sihirbazı
olduğundan söz ederek, işte onun avucunun içine mürekkep dökerek oluşturduğu
aynada, tüm alemi görebildiğinden, geceleri hükümdarın; giderek savaşların,
cellatların ve kanlı infazların tiryakisi olduğundan söz edip, bir gün yüzü
peçeli bir caninin başını, baltayla uçuracak olan bir celladı izlerken,
hükümdarın İbrahim’den peçeyi açmasını istediğini, İbrahim’inde, tanrının hikmetine karışılmaz, kefaretini taşıyamam
diyerek buna karşı çıktığını ve hükümdarın olacakların vebalini kendisinin
taşıyacağına dair ant verdikten sonra; peçe açıldıkta caninin, ol hükümdarın ta
kendisi olduğunu gördüğünü ve celladın baltası iner inmez, sapsarı, cansız
başının, İbrahim’in yanıbaşına düştüğünü söyleyerek... Ve işte hükümdar sordu ve
o kendisi olduğunu anladıkta, bir varlık olarak sorunun yanıtını aldı dedi ve
erinçle gülümsedi...
İbrahim,
Gentile Bellini diye bir ressamın bir doğu hükümdarıyla, bir tabloda kanın akış
biçimini tartışırken, hükümdarın hiddetle bostancı başını çağırarak, hemen
oracıkta başını vurdurup, işte kan böyle akar dediğine tanık olduğunu,
ressamında hemen ertesi günü korkudan tasını tarağını toplayarak Venedik’e
döndüğünü belirtip, varlık yok olabilen şeydir dedi. Ve ‘Bütün ırmaklar
denizlere dökülür, bütün denizler birbirine açılır, öyleyse herhangi bir
denizde suya giren kişi; Ganj’da
yıkanmış sayılır dedi’.
Hayriye ise mürekkep
aynasında, Avrupa ve ordular, Vandallar ve Vizigotlar, Alarik ve baltalar,
rahleler ve figürler, freskler ve suretler, geceler ve usa sığmaz şeyler var
dedi... Ay ve gece, ütopya ve tambur, okyanus ve Merkür gibi.
İbrahim,
yalnızca sesine aşık olduğu bir kızı görmeden, yıllarca onun aşkıyla avunan bir
ademoğlunun varlığından söz ederek, Ecnadin muharebesinde de Heraklius’un hiç
görmediği bir haç için savaşarak, binlerce insanın ölümüne neden olduğunu söyleyip, suya düşenin
yalnızca düşlerin olması gerektiğini belirtti ve ‘bir haç düşüyordu suya’
diyerek, bakın birden anımsadığım bir şey var anlatıyorum dedi: ‘İlkel komünal toplum çağında, klanların,
ataerkil yada anaerkil öbekler halinde yaşadıkları zamanda, baskıyı sistemli
olarak uygulamak için kara bir cihaz, devlet adı verilmiş demir bir aygıt
yoktu. Elbette bazı uygulayımlar, önderin benyönetimi, onun özgeliğine ve
erkine duyulan saygı vardı, ama özel olarak salt öteki insanları yönetmekle
ilgili ve bunun içinde sürekli olarak donanımlı bir gücü buyruğu altında
bulunduran insanlar yoktu. İnsanlar yoktu...
Demek ki devlet eşittir insan demek
kökte. Ve devlet yok edici ise eğer, bilin ki sizi yok etmek isteyen insanlar
var karşınızda! Ama kitleler, özellikle yoksullar onu o derece soyut, bir öteki
anlamıyla tüzel yüklemlerle var sayıyorlar ki, ömürlerimiz geçiyor
uyanmıyorlar, uyanmıyoruz. Tanrı da karışmıyor buna, hiç bir şey demiyor, çünkü
devlet baskısını, kıyıcılığını bir Leviathan gibi karabasan oluşunu, çoğunlukla
tanrısal bir erkle süslüyor, öyle sunuyor!.. Tanrı bu oyuna alet oluyor... Ve
ama hiç sesini çıkarmıyor! Tanrı yoksulları sevmiyor!.. Yoksulların tanrısı
yok! Çünkü tanrı sınıflı toplumların ürünü! Sınıflı toplumlar var oldukça
tanrıda var olacak! Sınıflı toplumlar var oldukça yoksullar ezilecek!
Yoksulların kurtuluşu tanrının yokluğuna bağlı giderek’ diye bitirdi.
Hayriye,
ama o Melik’dir, Kuddüs’tür, Selam’dır, Mü’mindir, Müheymindir, Azizdir,
Cebbardır, Mütekebbirdir, Halikdir, Baridir, Musavvirdir, Esma’ül Hüsna’dır,
Hakimdir dedi. İbrahim ise sütunlara oturmaktan sıkıldığını belli eder gibi
veya yakuti bir zamanda akan bir girdabın fısıltısı gibiydi.
İşçi
arılarla dolu bir kovana girip çıkıyorum, girip çıkıyorum, kılavuz bir gün
soluk benizli kuzeylilere, kuzeylilere, saraydaki yakut kabzalı bir kılıcı
överken, överken, bakmak ile görmek arasındaki ayrımı kavrıyor, kavrıyor ve
arkadaki duvarda fışkıran kanı görüyor, görüyor, o günden sonra bir kılıcı
anlatırken, anlatırken, onu tutan elide, elide, kesilen gırtlağı da, gırtlağı
da anlatmaya başlıyor.
Rus
prensi (knez) İgor tüylerle dolu papağıyla yanımdayken, Toledo çeliğinden
kılıçlarımızla önümüze geleni ekip biçiyorduk der. Hayriye: Varlık işte ancak
böylelikle insanda zaman ve özgürlük olarak kendi alınyazısını belirler ve
insanoğlu ‘hiçliğin vekili’ sıfatıyla ‘varlığın çobanı’ olur. Tüysü ve içrek
algı. Öyle ki tanrı yok diyorum, anında bir dogmaya dönüşüyor. İşte bir
soyutlama!.. Korsan gemisi Akdeniz’in
dibine gittiğinde, o artık Romalı bir savaş gemisinin malıydı. Romalı kaptan
Suriyeli bir kervancıya kumar borcunu onunla ödedi. Suriyeli kervancı üç deve
parasına onu Sudanlı bir esirciye sattı. Sudanlı esirci onu asla satmak
istemiyordu, aşırı sarhoş olduğu bir gecede kaçarak, aşk tanrıçası Afrodit’in
tapınağına sığındı. Yaşlı ve bilge bir baş rahibe onun öyküsünü dinledi ve onun
kişiliğinde, tanrı katında düzenlenmiş
bir tansık ile karşılaştığına inandı. ‘Sudan öcünü alan küfler, zamanı yemekte
olan küller ve granit pençesi göklerde yüzen küpler gibidir’ diyerek, şimdi bu
ne anlatmak ister dedi.
İbrahim; bilinmez çocukların ölüm çığlıklarını yüreğine
kaydeden katiller, katil Myra’nın binlerce çocuğun elinden oluşan portresi,
kasap dükkanını aratmayan parçalanmış inekler, ağızdan, kulaktan cinsel
organlar fışkıran ikizler, dev boyutlarda sergilenen kurşun yarası, tüm
insanlığın öyküsünü içeren çadırlar, ağızdan anüse dek iç organlarda yapılan
videotik yolculuk, sebze meyvelerle cinsel organlara göndermede bulunan erotik
enstalasyonlar, Quinn’in içini kendi kanıyla doldurduğu büst, inek leşi ve
canlı karasineklerin yarattığı yaşam-ölüm zıtlığı, Mueck’in gerçek boyutlarını
küçülterek yarattığı silikon ölü baba, çifte ırmakların çizdiği yaylar, funda
yapraklarıyla kaburgalarını kırbaçlayanlar. Adanın toprağından çıkardığımız
kadın yontusu, kızışmış çiftleşme mevsimleriyle, yavan tövbe törenleri, kör
ayna, dağ tepelerindeki sunaklarda bilenen taş, balta, metal yağmurlar, kralın
gözdesi Sadalmelek, muska, dişi keçi, Galiçya, Markap yıldızı, Kevser denizi,
Haris yıldızı, sulafat, Şehak gökparı, Samanyolu-Hacılar yolu, Mirfak (dirsek
yıldızı), atın omuzu, Kaf, Segin parıldağı, Şeytan-Algol beşgeni, Erboğa,
Pompa, Mizan (terazi) yıldızı. Pluton yani Hades...
Hayriye: Çiçero Roma’sının önemli ziyafetlerinde tavus
kuşu yendiğini, İsa’dan altmışyedi yıl önce, tavus kuşu yetiştiren bir
Romalının bazı bilginlerden fazla para kazandığını, Kelatakan dağını çevreleyen
yağmur ormanlarını, meleklerin kanat çırparak döndürdüğü dünyayı,
yıldızlararası kıskançlık olaylarını, kelebek dişli kadını... X. Yüzyılın
İranlı başveziri Abdül Kasım İsmail kitap koleksiyonunu öyle severmiş ki,
geziye çıktığı zaman tam yüzonyedibin cilt kitabını dörtyüz develik kervanla
ardından taşıtırmış, hatta bu develere alfabetik sırayla yürümede öğretilmiş,
böylelikle aklına esen kitabı bulması da kolay olurmuş. Mısır kralı III.
Ptoleme, İskenderiye limanına yanaşan her gemide bulunan kitapların bir kopyasının
da kütüphaneye verilmesini zorunlu kılıyormuş. Kopya, elyazma oluyormuş. Allah,
İsa kılığında otuzüç yıl yaşamış. Kumpas kuzeytacının olduğu yerde, evet, Tukan
yıldızı da var, tenor uykusu da, Adıge dili lehçeleri ise, Natuhac, Sapsığ,
Hak’uc, Bjeduğ, Hatıkuay, Kemguy, Yecerakoy, Mamhığ, Mehoş. Doğu Adıge
lehçeleri ise, Kaberdey, Mozdok Kaberdey, Kuban Kaberdey ve Besleney’dir.
Kontes du Barry, Brissac dükü ile yaşadı. Fransız devrimi sırasında dükün başı
kesilerek kontesin penceresinden içeri fırlatılmıştı, bir süre sonra kontes de
yakalanıp idam edilmişti.
Hayriye ve İbrahim aynı anda dedi ki: Dünyada gerçekleşen
ölümden başka ne var. Uzaktan uzağa, eflatuni, aşık olurlar, İsa’nın dikenli
tacıyla süslü arsalar alırlar, kesinlemeden uzak yüklemlerle felsefe yapıyoruz
sanırlar. Görüyorsunuz işte; Ilion köknarları ve Lübnan sedirlerinin arasında,
elimde Venüs çiçeğini koklayarak dolaşırken Haberci Merkür geldi ve canımın
(ruhumun) alındığını bildirdi. Enoch’un kitabı gibi, hangi geyiğin dili bu suya
değdi. Vikingler parayı sayarken öyle dalgın olurlarmış ki, düşmanın kılıcı tam
parayı sayarken vururmuş Viking’i. Ben düşüncenin kendisiyim, bir örümcek başka
bir örümceğin ağına yakalanabilir mi, Cem diyor ki; ikinci üçüncüyü geçerse ne
olur. Sayılar sonsuzda birleşir her şey gibi, uzamdır zaman...
Çocuk,
suskunluğu bozarak, hipermetrop uzağı, miyop yakını görmezmiş, peki yaşamda
birini yeğlemek zorunda kalırsak, hangisini yeğlemeli dedi, adam, yakını
göremeyen uzağı hiç göremez, hipermetrop yeğdir diyerek güldü. Çok saçma dedi
çocuk. Adam, boş ver, yazın dediğimiz şey ‘Acente’ tutkusundan başka bir şey
değil, hoş görmeliyiz diye yanıtladı...
...
Durgun
kasabada, kız elindeki kitabı bırakıp pencereden dışarı bakmaya başladı, bir
adam at üzerinde geçiyor, at kuyruğunu sallayarak sıcak öğlede sineklerin
zulmünden korunmaya çalışıyordu. Kızın yüzü ergenlik sivilceleriyle doluydu.
Bir tepside çayla odaya giren arkadaşı, ‘Camdan Kalbi’ izledin mi dedi. O da
‘cenaze arabasıyla pikniğe giden kız kurularına’ taş çıkartırcasına, evet ama
beğenmedim dedi, ötekisi okuduğun meretten iyidir deyince, tamda şu tümcelerden gözünü ayıran kız; sende mi dedi!.. Çıkarken güldü öteki: Oda öykümü be! Erik kurusu desen daha iyi!..
(Kızmamak gerek,
belki izlediği filmler bu hale getirmiştir onu! Beyaz perdenin suyundan
içenler, yeryüzündeki yaşamlarını unuturlarmış).
GECENİN PARODİSİ
Nice kuşaklar gelip geçti. / Ve geçen zaman karanlığı kurguladı. / Ve körlük ele geçirdi toprakları. / Kırmızı balçığa bulanmış çıplak ayaklar / Ve aç kurtların uluması… / Hiç bir zaman bilemeyeceğiz, / Kimlerdi onlar, / Düzen veren dünyamıza ? / Hangi tanrılar, / Gölgelerin gücü adına… / Gün doğumu yaklaşırken, / Hiç bir zaman bilemeyeceğiz, / Nasıl verildi bu yargılar / Işıltılı zamanlara... / Ve sonrasında / Yıldızlar, karanlıklar, gökadalar / Söylenceyi yarattılar… / Yazgılarını yaşama dönüştüren, / Alışılmış günahların, / Altın buzağıların, / Kurbanlarına yas tutan, / İbrahimî ceylanların... / Nice kervanlar, çölden yurtlar edindiler / Nice bilgeler Zenon’un paradoksunu… / O her şeyini hegzameterden aldı / Ve Cebrail’in şiddetinden / Golgotha ruhun kartal yuvasında gördü onu / Şimdi salt onları izlemekteyiz / Görkem dolu, sonsuz yazgılarımızı / Ve Lazarus karşısında titriyordu onun / Ve taşa dönüşüyordu Gorgonlar... / Ve zaman yükümlülükler doğururken, / Tutsağı olduğumuz Kabil ve kabileler... / Ve işte onun, var olduğunu / Ve doğurduğunu, hiç kimse bilmiyor. / Tüm varlıklar, şu denizler ve yıldızlar. / Ve orada, / Sürgit bir ölümsüzlüğü arıyordu onlar!...
&
Perizat Hanım Akasya’dan
İstanbul Annem’e
‘Ben, kardeşimin
imgesini ya da gövdesini (ikisi de aynı şey) / sessizliğin ya da kadehinin
aynasında izleyen / o boşyüce gözlemciden / daha az boşyüce olmadığını bilen
biriyim. / Ben, benim suskun dostlarım, / salt unutuştan başka bir öç ya da
bağışlanma olmadığını bilen kişiyim. / Bir tanrı bu garip / Çözümü sunmuş her
türlü insan kinine. / Bunca gezip dolaşmama karşın, / tekil, çoğul / Yorucu,
garip, kendimin ve başkasının / Zamanının labirentini bir türlü çözemedim. /
Hiç kimse değilim ben, / Kimseye kılıç çekmedim savaşta. / Yankıyım, unutuşum,
hiçliğim ben.’
İyi bir şiirin etkisi de bir o kadar iyi olur. Sanırım
şiir anladığımız şeyleri anlamayı sürdürdüğümüz gibi anladığımızda…
‘Kim bilir belki bu
kadar sevmezdik birbirimizi / uzaktan seyretmeseydik ruhunu birbirimizin. / Kim
bilir felek ayırmasaydı bizi birbirimizden / belki bu kadar yakın olmazdık
birbirimize…’ Güzel bir şiirin etkisi de bir o kadar güzel olur. Peki iyi ve güzel
arasında bir ayrım var mıdır, alegoriyi sürdürecek olursak vardır, birinci şiir
bir ki Borges’in bildik yaklaşımlarından, derin, sarsıcı, insanı yargılayan ve
felsefi mottolara varabilecek kunt bir metin ama bizi düşüncelere
sürükleyebilecekse de, duygulandırmıyor gerçekte amacı da o değil sanırım,
pragmatist bir metin, ruhsal gelişime yönelik bir sarsıcı motto bu, yararcılık
tinsel anlamda söz konusu yani, deyimin çıkarcılıkla bağı olmadan düşünmeliyiz
yoksa bir yanılsamaya düşebiliriz. Nazım’ın rubaisi ise hiçbir zaman unutamadığım bir inleyiş, aşkı
bu denli zamana ve onun sonsuz kuytularında sürüp giden bir yakınmanın,
yüceltilmiş duygularla anlatılan biçimi belki dünyada yoktur, kısa, lirik,
yürekleri titreten ve aşkın sadakat ve zamanın çare olamadığı bir gönül
yarasına dönüştüğünü imleyen sessiz ve içli bir haykırış… Şiir insan ruhunu
dinlendirir, varlığımızı yüceltir ve yüreklerimiz onun kutsal titreşimleriyle
dolar. Şairler seçilmiş insanlardır demek, göksel bir yaklaşım olur ve
retoriktir, mitomanik -mitsel- söylem, gerçek şudur, şiire ya da düşünceye
-Yunus bir düşünürdür şiirden önce-
kendini adayan bir insan eni sonu, bir derinliğin ve enginliğin
tutsaklığından seslenebilecektir bize, yalvaç olacaktır yani, varlık yokluk
üzerine derin vargı ve yargılara boğulan insan… Bütün filozoflar şairdir, bütün
şairler bir anlamda filozoftur, bütün yalvaçlarda hemen her ikisidir. Abartı
değildir bu, abartı bizim anlaklarımızdaki hayret ve huşunun dışa vurumudur,
yaşamsal olup bittiler, hoş karşılamak gerekir…
Konumuza gelir isek; (‘Ve göklerden doğru buran yeli
esiyordu!.. Ve baktı. Ve tuz gibi ak oldu. Ve eğer seni unutursam Yerusalem,
sağ elim hünerini unutsun dedi.’) Kutsal metinlerde adlandırma o denli
önemlidir ki, bir var oluş nedenidir. Tanrı yaratırken önce nesnelerin adını
koyar -doğacak çocuğun adı bellidir!-, ad verir, ad verilmezden önce hiçbir şey
yoktur ve adlandırıldığı için şeyler var olur ve bir biçime kavuşur. Deniz önce
adını alır, kaya adlandırıldığında denizden farklı olur, madde nitelemesinin
dışına çıkar, bir kaos kozmosa dönüşür, düzene kavuşur varlık. Biçimsellik
kazanır. Tanrı her şeyi adlandırır önce ve sonra ‘ol dedim ve oldu’ der. Adı olmayan şey olmazlığın eşiğini geçemez…
Bir zamanlar Perizat Hanım Akasya adında bir kitap
görmüş ve sorgusuz sualsiz edinmiştim, çünkü adı yukarıdaki açın gibi, içimdeki
pek çok şeyin uyanmasına yol açmış, adını belki de unuttuğum bin bir türlü
anının canlanmasına neden olmuş ve bu adla (anılar, geçmiş) tinselde -düşsel-
olsa bir bedene bürünüp, simgesel bir görünüme kavuşmuşlardı. Halaların,
teyzelerin evlerine gidildiği, pencerelerden pencereye dertleşildiği,
asmaların, sarmaşıkların, akasyaların gizlediği bahçelerde çayların, ıhlamurların
içildiği, ikindi güneşinin sızdığı sofalarda yarı çığlık ve sevinçlerin
süslediği söyleşilerin yükseldiği özlemin eski tadını anımsatan bir dünya
demekti. Şimdi göz pınarlarının bile anımsamakta güçlük çektiği, solgun bir
geçmiş. Perizat Hanım Akasya tek
dizeye sığdırılmış, bir büyük şiirdi kısacası…
Sonraları, kapak resimleri ve baskı biçimlerine
bakarak da kitap alınır oldu, Bosch’un düş kıran resimleri, Avni Lifij’in
tütünün günahını yücelten portreleri,
sultan Abdülmecid’in masum şehzadeleri ya da Dürer gravürlerinin süslediği,
gönül çelen kapaklar, Sahaf’ın Keçisi namlı kuytuluklarda karşımıza çıkar,
şaşırtıcı bir düş gibi koynumuza sokulur ve gerçekte ayrımında bile olmadan
bizim olurlardı da, belki de biz değerini bilemezdik. Öyle ki bir kitap adı
bile, bir düşün ve sanat yapıtına dönüşebilirdi artık; Roma, quo vadis Roma,
Mavi Kanatlarınla Yalnız Benim Olsaydın, Noli Me Tangere -önerilen bir kitap
adı!- ya da Sabah Yazları gibi bir çok sayfadan daha anlamlı ve güzel şeyler
çağrıştırırlardı. Ve işte şimdi de bir kitap var elimde adı; İstanbul Annem, bu
ad biraz daha özgecil olsa da, bir çek şey çağrıştırması gene de kaçınılmaz,
Perizat Hanım Akasya’nın şairi, Emine ErbaşIn son kitabı bu, son kuşlar der gibi…
Kitapları tanıtır ya da eleştirel gözle bakarken, salt
övgüleme var, bir analiz yapılmıyor, bilgide verilmiyor gibi serzenişler var.
Günümüzde çoğu yazın eri -ermişi- tarihin karanlığına bir çığlık bırakıp
gidiyor, karakamunun yazınsal beğenisini büyük ölçüde, -ne yazık ki- çok satarlar
ve starlar, yapay Hesparoslar belirliyor, yazın veya sanat gökten yere indi
ayrıca, rekabet bir çeşitleme dönüştü ve bu papirüstik yarış bin bir renge
büründü artık, belki de sonuçları, kadim bir günah çıkartmaya yarar sanatın,
Hegelvari ayaklarının yere sağlam
basması ve yeryüzünün daha sağlıklı bir donanımla kendini, sonsuza dek
-söylemesi güç, olanaksız- korumasına yol açabilecektir. Tanrı bilinmelidir ki,
insanın varlığını değil, öncelikle dünyanın ayakta kalmasını öngörmek ister
doğallıkla… Çünkü dünya bizim ana rahmimizdir, döl yatağı, insan kendisinin bir
sonuç olduğunu öğrenmelidir. Başka bir dünya bile bu durumu değiştirmeyecektir.
Bu haliyle evren (yaşanabilir aura) ve insan bir paradokstur ne yazık ki…
Uyumun gerçekleştiği söylenemez ve umut yalnızca karayargıları önlemeye yarar.
Umutsuzlukta bir tür ölümdür!..
Bugün kuramsal bir vargı olarak, çoğu sanatçının bir
yazınsal sapmaya, bir ufka yol açması, küme olup bir akım yaratma olasılığı yok
denecek denli az, akımlara gerek kalmadı teoremada ve dünyamız çok daha
manipüle ve ele geçirilebilir bir varlık düne göre, sanki varlık tam aksine
geriye dönüş içinde, ölümsüzlük kısa zamanda kozmikomik bir algıya dönüşecek!..
İnsanlık Don Kişot değil Sancho Panza artık.
Doğallıkla yaşamını yazına adamış, değişik açınlara sahip, bu
entelektüel şövalyelerin, toplumsal etkileri olsa bile, denetlenip kontrol
edilebileceği için, onları eleştiren olmadığı gibi, yazın dünyasında önemli
yazarlardan, değerli yazarlara sıra gelmesi bir kargaşa içinde olası olmadığından
veya bu bir sıradanlığa dönüştüğü için yüzeysel yansımalarla yetinildiğinden,
artık her şey bir tür vodvil, satirik bir Don Kişotluğa dönüşüyor ve herkes,
dünya alem, bir tarikat veya içselleştirilmiş bir inançsal temerküz kampına
dönüşüp, dönüştürüldüğünden, hepimiz kendi şapkasının altında uğraşını
sürdürmeyi yeğliyor. Yargılar, ön yargılar, ideolojiler-doktrinler ve tüm öne
sürmeler parçalanmış gerçekliğe dönüştüler bugün, bütünlükte ise cehennemi
yaşam sürüyor! Karamsarlık bir saltanata dönüşmese de!.. Dönüşmesinde ama şimdi
ve geleceğimiz bu!.. 1984, ‘Büyük Birader’ -çoktan- geçmişin bir masalıdır
artık. Dünya ve yaşamımız giderek otoriterleşiyor ve darbe toplumudur artık
bütün dünya, darbelerin görünmez hayaletlere dönüştüğünü de bilmeliyiz. Belki
de hep öyleydi de, virtüözitesi değişikti. Düşünceler bile rentüistik bugünün
dünyasında…
Bu durumda öncelikle, yazarı (sanatı) yaratan
koşulları ve koşulların yarattığı yazarı eleştirmek gerekir ama durum bu ‘çağ
yangınında’ iki yüzlü Judaslar yaratabileceğinden ya da kişiyi bir tür Don
Kişotluğa sürükleyeceğinden yineleyelim ki herkes ‘kendi şapkasının altında
mutlu’. Mutluluk günahların en büyüğü -sanal bir müsekkin!- sorumluluk ve
insani olabilmektir -insani değerlerdir- yaşamın özü.
Görüngü bu iken de, şiirimizin kaynağı Gazali’ye
dayanıyor, roman gerçekte narodnik bir söylem içeriyor, bu paragraf nihilist
bir söyleme tanıklık ediyor gibi şeyleri üstelemenin, yazın dünyasında egemen
olan ‘yapay yazına’ olgudan, eylemden veya oluntudan sonra teorinin bir söyleme ve etki alanına dönüştürülmesi ne
karşı, hiçbir karşı çıkma veya direnç göstermediği, nitelikli, verim dolu bir
haz, ve hızı doğuracak bir çatışmaya yol açmadığı ve değişkelerin artık sonsuz
ölümünü beklediği için, okur sözü edilen
türden bir irdelemeyi, alışık olduğu yakıştırmalar, yinelemeye dönüşmüş
anıştırmalar gibi algılar hale gelmiş ve yazın sanatçılarını, ötekine karşı
berikine yaslanan am kuru gürültü bile çıkarmayan klikler, ehli gruplaşmalar
olarak değerlendirir olmuştur. Günümüzde, yazının ve sanatın deri değiştirmesi
değil, kökten değişmesi gerekir. Anlayışında sıfırlanıp, yeni algı kapılarının
doğması gerekmektedir. Deyim yerindeyse sanat gericiliğe ve yinelenen bir
uykuya dönüşmüş, bir hipnoz nöbetine evrilmiştir. Sanat çağımızdan geriye
düşmüştür. Bir hologram, bir sanalite, bir plazmatik görselliğe evrilen yanlarıyla
bile, efendisinin bugüne dek hiç olmadığı kadar bir kölesi, deyim yerindeyse
ölüm meleğine sevdalı bir tutsağına dönüşmüştür. Bu görüngü, tanrı gökten yere
inseydi bile bir şey değişmeyecekti mottosuna benziyor.
Çağın sanılanın aksine köhnemişliğinden ötürü ortaya
ne sağlıklı bir eleştirmen çıkabiliyor, ne de sağlıklı bir eleştiri
yapılabiliyor, kompartımanlara ayrılan dünyamızda herkes işini en iyi biçimde
yapıyor ve Fellini gibi Gemi Gidiyor, ama nereye… Konumuzu sınırlayacak olursak, iyi bir okur
bir yapıtın ruhsal bağlantılarını sezebilir, sonuçta eleştiri, çağın ve yapıtın
oluştuğu yerel ortamın, çatışık, köklü bir dönüşümü yapılarak, bir çıkışa doğru
sürüklenmenin ya da evrimsel bir yazın anlayışının doğuşunu yararlamayacaksa, eleştirmen (yazın dünyası) buna önayak
olamayacaksa, durum hiçbir zaman
bugünkünden farklı olmayacaktır.
Birde şu var, insanoğlu zaten diyalektik itilim
dışında, sanırız bir Don Kişot olmak istemez, güvenle berkitilmiş bir Cervantes
olmak ister, dolayısıyla bu akış içinde, gerçek bir eleştiri Atlas’ın sırtına
Atlas -dünyayı- yüklemek gibi bir şey olur, işte bu yalnızlığı paylaşanşlar
arttıkça düzelecek bir şey büve ironiden çıkansa şu, ‘yapılandırılan oluşum
gereği’ çoluk çocuk Harry Potter izlemeye, Simyacı’yı okur okumaz başkasına
iletmeye, övgülerle elimize tutuşturulan bir betikten ‘Kabe yeşili’ diye bir s’imge
bulup, bir süre daha oayalanmayı sürdürmeye bakacağız sanırım.
Gelelim bu ortamın getirdiğine karşın, gene de kendi
yatağında ‘Durgun Akan Don’ gibi yıllardır etikasını sürdüren Emine Erbaş’ın
şiirine; seviden uzak, çağa sitem dolu imaların yoğunluk kazandığı, hızlı bir ritme
sahip (bu tür akış, gerçekte şiirin düşmanıdır), geçmişin özlemlerini, duyusunu
yitirmiş bir canın sessiz haykırısına dönüştüren ve bundandır, kendi gizil
çığlığıyla yaralanmış, bir parça konsertant, biçemini oluşturmuş ama içerikte
arayış dolu, ruhunu sürdüren, belli bir ekinin görüngüsünde, sevicil, ince
ruhlu, insancıl bir dünyayı gölgelerin karanlığında yitirmiş ve ve kendi
ütopyasına kıvrılarak, umarsız bir dünyada yaşayıp gittiği, yarı metinsel,
serbest ölçüde dizeler…
İşte kitaptan, ‘Çalılıklarda’ adlı şiirle bir örnek; ‘Gün ışıdı battı / şiir ki annem / kara
yapıncak bakışlı / söz verip de gelmeyen / Ben annemi hiç beklemedim ki / Pırıltılı
bir renk dizgesi sunan / bir uzun
gözyaşı sildi gagasından / Yandığın
yerden yanıyorum senin için / neden / ağzı
parçalanmış zambak bin boğumlu firuze / sen, olağandışı soykırım burgaç / sen,
zalim gece ipek- ten / Kızıl korlar döşedi yollarıma / ölüm hardal rengi kil / toplamaya
geldim yüzüm eteklerinde / hangi harabedesin eskil / dağ oluyorsun en-gebe / Bir
armağan biç bana ey zümrüt esin / bir kelebek renkli doğum / istersen ölümü de
giyerim ama / ben annemi hiç özlemedim ki / ezberledim.’
Tan Sesi-Bebek-Ben / İstanbul Annem’ adlı şiirde
şöyle; ‘Yerden göğe doğru uzanan asma
çardağı / bana küçük dişi bir anahtar uzattı / iki yüzü vardı anahtarın / ikisi
de bendim / ben büyüdüm / öteki / hep çocuk kaldı / Belki bu yüzdendir gelin /
cumartesi günleri kim bilebilir / Biz neyiz ki / nilüferli havuz / içinde
binbir bakterisiyle / kurbağalar pireler bitler / sen uyu Bihter / belki de /
bir evrim hazırlığı içindeler / Kırılan su sesi / rüzgâr çocuk sesi / ayna sesi
/ kız sesi / tüm bebek Picasso’lar / küçük bir cam kırığından / giriyorlar
içeri.’
Ve şiir bir girdap gibi uzayıp gidiyor, ustalıklı, ne
yaptığını ve boyunu posunu bilen bir biçem (çok önemli bir ayrımsamadır şiirde)
ve işte görüldüğü gibi, kendi paralelinde retorik olmaya da çalışan bir şiirle
karşı karşıyayız am aşair duygu yüklü olduğu için mi retorik olmaya çalışıyor,
yoksa retorik oduğu için mi duygu yüklü olmaya çalışıyor pek belli değil. Aziz
Augustinus, zamana ilişkin bir soru üzerine, sorarsanız bilmiyorum, sormazsanız biliyorum
demiş. Bizde sorumnun yanıtını, şairin kendisine ve şiir denen büyünün
geleceğine bırakalım. Ve benzeri bir anıştırmayı örnekseyen bir Çin meseli ile
konuyu bitirelim…
‘Günün birinde Cuang Cou,
bir kelebek olduğunu, neşeli, yaşamda mutlu bir kelebek olduğunu görmüş düşünde
ama bu kelebeğin Cuang Cou’dan haberi bile yokmuş. Birden bire uyanmış, birde görmüş ki, gerçekten Cuang Cou imiş. Şimdi artık Cuang
Cou düşünde bir kelebek mi olmuştu, yoksa bir kelebek düşünde kendini Cuang Cou
olarak mı görüyor, bunu bilemiyormuş. Bir kelebekle Cuang Cou arasında fark
vardır. Ama ne dersiniz, varlıklar işte böyle değişirler!..’
Ne ki kitaplarının boyu Kastellion Kulesi’ni geçer, kalemşor
Enis Batur’un dediği gibi, insanın kendisini kendisi sanması, başkalarına
benzemesinden çok daha şaşkınlık vericidir. Ve artık aramızda ola ki şairimizin
dizelerini, kendisini kendisi sanarak küçümseyecek yazın dostları, onu nedensiz
bir gurura kapılarak azımsayacak literatür kurbanları okurlarımızda olabilir.
Bu tür içgüdüsel sanrılar için bir şiirimiz var, Hulde Lutken’in, adı
Megalomani ve bir büyük Norveç şairine armağan edilmiş!..
‘Siz Norveç’in en yüce
bir dağı / Ben / Minnacık Danimarkalı karınca! / Ne var ki / Kimseler
önleyemedi / Bugüne kadar / Dağlara tırmanmasını karıncaların / Evet değişmez hiçbir
şey / Dağ dağdır her zaman / Karınca karınca / Ama sayın üstat! / Ben sizin
doruğunuza eriştiğimde- / Bir karınca boyu da olsa / Daha yüksek sayılmaz mıyım
sizden / Haydi hoşçakalın’
‘Otodidaktik Evren başlıklı bir yazıda araştırmacılar,
evrenin gerçekte dev bir sinir ağı olduğunu savlayan bir fizikçinin düşüncelerini irdelediler. Sonuçta,
eğer evren öğrenme ve sonuç olarak yasalarını değiştirme yeteneğine sahipse,
fizik yasaları da sürekli bir değişim içinde olacaktır kararına vardılar.
Denilebilir ki evren insanlar gibi
öğrenir ve öğrendikçe kendi yasalarını da yeniden tanımlar. O bir sinir
ağı, hologram, yapay yeti algoritması , eğitilmiş makine ya da bir bilgisayar simülasyonu olabilir ve
gelecekte evren algımız değişebilir, gelecekte kimerik varlıklar olabilir ve
mitolojik zamanlara dönebiliriz!..’
Son sözümüzse; ‘İstanbul Annem’ özlem dolu arayışını
sürdürebilir ama zaman değil biz geçiyoruz derlerse ne yapılır bilemeyiz. ‘Baştan beri duran ova / ot biçen kadınlar /
kuşlar, koyunlar…’
Eppur si muove!..
&
Beckett, Dünya ve
Pantolon
Fellini’nin Amarcord (Anımsadıklarım) diye bir filmi
vardı, baştanbaşa rengârenk, tropikal bir kuş gibi, bir anlatının sarmaladığı,
düş doyuran bir filmdi. Filmin ortasında bir tavus, karlı bir kış günü,
kasabanın ortasında kuyruğunu saçarak, tanrısal bir görüntü yayıyor ve
izleyenleri de büyülüyordu. Oysa, İtalya gibi Akdeniz mitinin süslediği,
gerçekte Avrupa kelebeği olan bir ülkede, tavus kuşu ne arar diye sormak
kimsenin usuna gelmediğinden ve bir düşte
geçmediği için sahne, filmin Fellini’nin çocukluk anıları değil, bir
yönetmenin çocukluğunu, sinemanın olanaklarıyla süsleyip, s/empatik sanrılar
üreten, filmatik bir şey olduğunu düşünmek gerekirdi sanırım.
İzleyiciye bir çocuğun düşlerini sunmaktı gerçekte amaç
ve bir kurguydu bu!.. Fellini bunu hep yapıyor, kendi yeteneklerini yansıtıyor
evet, olağanüstü bir estet ve görsellikle, ama gerçekte o izleyiciyi ele geçirmeye
ve sinemayı büyülü kılmaya çalışan bir provokatördü kanımca… O görüntüyle
insanların anlağının ele geçirilebileceğinin ayrımındaydı, çünkü filmlerinden
hiçbir replik ya da motto kalmış değil benim düşünsel evrenimde… Sanat ya da
gerçek sanatçı budur işte, bir olanaklar
alanının tümünü kullanmaya gerek duymadan da, büyü veya tansık yaratabilen kişi
büyük sanatçıdır.
Melevich resim yapmadı, Pollock yalnızca tuvali
karaladı, Tarkovski film çevirmedi, düşündüğü bir şeyi bir yöntemle anlatma
yolunu seçti, Joyce’da bir günlük bir şeyi, neredeyse bin sahifeye
sığdırarak, tam tersi bir yolu izledi.
Büyük sanatçı -deyim yerindeyse!- sanatın kendisini değil, bir yöntemin
kendisini dünyamıza armağan eden kişidir. Örnekçesi, bakar bakmaz onun Pollock
olduğunu anlarız, birkaç sahne çırpınsa önümüzde, ah bu Fellini deriz, yosunlu
suyun akışında, düşünceyi imleyen bir dalıp gitmeye evriliyorsak, orada
Tarkovski vardır ve anladığımızı anlamanın anlaşılmazlığına kapılmışsak
Joyce’un oyununa geldiğimizi bilmemiz gerekir!.. Sanatın kendisi değildir
büyüleyici olan, büyüleyici olan iki ayaklılardan kimilerinin sihirbaz oluşunda
yatar, tansık ve düşüncemize durgunluk veren şeyler, sanatçının usa sığmaz
becerilerinden başka bir şey değildir. Borges’in kimi öyküleri, Nazım’ın bazı
şiirleri, Kavafis’in mitolojik ağıtları ve daha nice büyücünün yapıtları insanı
o denli tutsak eder ki, eğer bir daha dünyaya gelseydim, onlarla yaşamak ve
onları gene izlemek, okumak ve dahası tanımak isterdim.
Bu kişiyi bir puta tapar gibi algılamak değildir,
büyüsüne kapıldığım edebiyatın, sanatın büyücüleriyle, dünya en azından, daha katlanılır bir dünya
olurdu sanırım -belki de öyledir-, yaralarımız sarılmıyor, mutluluk kör bir
gece feneri gibi arada bir kırpıyor gözlerini ama melankoli, karaduyular hepsinden
ağır basıyor, dünya Nazım’ın şiiri gibi ‘ulaşıldıkça
ulaşılmaz olan bir hasret’ yalnızca, ey kederli yolcular… Ama gene de, Eppur si muove!.. Ne diyebiliriz ki, ilk
taşı günahsız olan atsın!.. Kabil’in kabilesi değil miyiz biz…
İnsan soyu tükenmiş de, artık bir organoid olmuşlar
gibi sürdürelim, sanatçının tanımı, örneklerde olduğu gibi, angaje aydın
olmayan, manipüle entelektüelliğe yaslanmayan kişidir gerçekte, diğerleri
tüketici avlamaya çıkmış esnaf, Turhan Selçuk’tan bir ‘Gözlüklü Sami’ gibidir, onlarda iyi şeylere kucak açabilirler,
bunun nedeni insan anlağının algı sınırları içinde bir hayranlık, büyü, şaşırtı
veya kabullenime kapılacağımız içindir, insan anlağının sınırları dışındaki her
şeye kayıtsızdır insan, hiçliği gerçekte tanımlayamaz örneğin, çünkü onun
tanımını yapabilecek bir algı dünyasının içinde değildir, bir veride yoktur ve tam
aksine bu dünyanın da dışındadır. Açıklamakta zorluk çekiyorum, çünkü
anlağımızın dışındaki şeyleri dile getirebilseydim, onlar anlak içi şeyler
olur-sayılır ya da anlayabileceğimiz bir biçeme, tanıtlamaya ve kavramsallığa dönüşmüş olurlardı. İnsan gerçek anlamda
bilmediği şeyi, tanımlayamaz. Evrenin ötesinde ne vardır dediğiniz an, evren
içi ama ola ki fantastik öğeleri sıralamaya başlar, tanrı nasıl bir şey dediğimizde,
yüz yılların ataerkil bir cro magnon’u
saymamız gerekirse insanoidi, onu atalarıymış gibi tanımlar ve ikonalarda uzun
sakallı bir ermiş ve büyüleyici bir Herakles gibi karşınıza koymak,
devleştirmekle yetinir. Tanrı bu yüzden bir kurgu, bir düştür. Bir imgelem ya da
metafor, üstelik tanrılar konuşur da!.. Çünkü anlak sınırlarımız onu ancak
böyle düşleyebilecek yetenektedir, devinim alanınız yeryüzüyse, göksel olanda
zemine uygun hareket etmek zorundadır, kuş gibi uçar, duvarlardan geçer ve
düşlerimize girebilir artık, Drakula, kartal ve korkunun imparatorluğunun bir
sentezidir o, algı kapılarının dışına çıkamaz insaneller, tanrı yeryüzüne inseydi
sözü bile, insansı düşlemin bir parçası olmaktan öteye geçemez.
Öyleyse önce insan vardı ve tanrı sonra yaratılmıştır
diyebiliriz, paradoks ise, insanın onu kendini yaratan varlık, töz olarak tanımlamasıdır,
içinden çıkılmaz bir şey değil bu, düş ve kurgular, fizik ve fizik ötesi maddenin aynı anda her
yerde bulunabileceğini savlar duruma geldi ve sonuçların nedenlerden önce oluşabildiğini
de ileri sürebiliyoruz artık. Öyleyse paradoksların bile gülünçlüğünde, tanrıyı
biz yarattık ama o bizden önce vardı diyebiliyoruz kolaylıkla, kurguladığımız
evrene tam tamına uygun bir açım bu, ta ki tanrı ben varım ya da yokum veya ben
sizim diyene kadar!.. İşte bu son söz kozmikomik ve tanıtlarımızı yerle bir
eden bir yaklaşım. Çünkü insan masallarına bağımlı ve ondan çıkma bir yaratık
ve vargı ve yargıları için canını bile verebilir. Eh, tam da bu yüzden uygarlık
biçimimiz değişmelidir. Değişiklik veya köklerin sarsılması, insanlar için
ölümden daha korkutucu bir şeydir ama; öyleyse bilinmeyene yolculuğu olabildiğince
güzel yaşamalıyız diyelim ve bu kargaşanın saltanatını bitirelim.
Bu kez de sanat nedir üzerinden sürdürelim diyalektiğimizi!..
M.V. Llosa büyülü gerçekçiliğin başarısını, belki ‘saf yazın’a uygun bulmadığından, bu yazın biçemini tropik bir kuşa
benzetir ve büyüleyiciliğini, rengârenk tüylerin alımına yorarak, sonuçta bu
tarzın kof bir yazınsal (ilahi) şaka
olduğunu söylemeye getirir. Ne var ki şöyle düşünebilmekte gerekir, eklektizmle
bir ilgisi var mı bilemiyorum ama her zaman hangi akıma yönelmiş olursa olsun,
neyi anlatıyor olursa olsun, iyi yapıtın yanında olmak gerektiğini düşünmeliyiz.
Voltaire’in bir sözü var; ‘Düşüncelerine
katılmıyorum, ne var ki onları dile getirme hakkını sonuna dek savunabilirim’. Bunun
gibi, bir radikal düşünceye bağlı olunsun ya da olunmasın, biçim ve anlatısında
etkileyici olabilen her yapıtın önünde eğilmek gerekir. Oysa günlük
yaşamımızda, Nazım’dan etkilenmeyeyim diye okumadım veya Dostoyevski gibi bir
kumarbaz okunur mu, Tolstoy ulusalcıdır okunmaya değer mi gibi yaklaşımlar her
zaman karşımıza çıkar. Bu sonuçta insanın ‘kendini
unutma’sına yol açabilir ancak,
literatürler arası bağların kopmasına, İskandinavya’da buzullar var diye gözden
çıkarılmasına, okumak için okuyanlar, belki bu tür seçimlerde bulunabilirler
ama okumanın ötesinde şeyler düşünenler için bu tutum, ölümcül bir yoksunluğa
düşmekten başka bir işe yaramaz.
Yazının, güzel sanatların amacı, bir genelleme olarak,
temelde insanı hümanist, güler yüzlü ve içrek bir erince kavuşturmak olabilir;
derin bir algı, yıkıcıda olabilir evet ama yüzeysel bir katlanış, mutlulukla
donanmış olsa bile, insani olmaktan hep uzak sayılacaktır ne yazık ki,
okuyoruz, yüzyılların yolculuğunda bir arpa boyu ilerleyemedik belki de, ama salt
dış bükey, görmekle yetinen bir varlıktan, iç bükey, soran, soru üreten bir
varlığa evrilmemiz de, ilkel belleğin pagan büyülerinden kurtularak, söze,
yazıya ve düşünceler üretmeye yönlenimin de sanırım okumakla, yazmakla, kadim
kodeksleri bugünlere taşıyabilmekle bir ilişkisi, bir bağı olduğunu da düşünmeyi
gerektirir sanırım.
Söz, bilincin dışa vurumudur, yazı ilk bilgisayardır,
düşünebilme evresine -bilinç-
geçişimiz, psiko-somatik bir pozitive olsa da
tarihin ilk devrimidir. Kutsal kitapların oku diye başlaması boşuna
değildir, Okumak (ansıma), varoluş adına ilk ritüelimiz, bir tapınma biçimi,
bir vecd, kendinden geçmedir. Okumak kutsaldır, düşünmenin kale kapısı, algı
dünyalarının sorular ve yanıtları, orada vücut bulur. Okumak gerçekte,
varlığımıza, var oluşumuza şükretmenin o (yarı) bildik yoludur. Çünkü varlığın
en büyük olmazsa olmazlarından olan tözlerin; bir haz, bir düş ve bir
anımsayışın, benzeri olmayan eşsiz yollarından biridir. Yeryüzüne, evrene ve insansı varoluşa
kayıtsız kalan -okumayan- bir anlamda cansız bir varlıktır. Okumak, düşünmek ve
yorumlamanın evrensi bir koyutu, var oluşumuzun nedenselliğini yaratır
anasıdır. Arayışın (varoluşun amacı
arayıştır) tanrısal edimidir.
Konuyu genişleterek yaymaya ve öze yönelik bir
daraltma, düzen vermeye de geçecek olursak, bir yazarda politisist anlamda bir
toplumun önderi değil, ancak öncülü olabilir, dolayısıyla postmatüre kalmış bir
toplumda, ne denli istemesek de, daha modern, içbükey yanı gelişmiş, Zenon
paradokslarını aşkın çıkmazlarla dolu olsa da, görece teknolojik çağcıllığına
erişmiş, süslü püslü toplumlara göre, fanatizme varan çok daha belirgin ayrışmalar gözlenir ve toplum
düşünsel anlamda, çok daha primitif,
şiddete yönelik ve bölünüp, parçalanmaya elverişli biçimde hareket eder, bu görüngü,
düşünce ve bilgi konusundaki az gelişmişliği ve yetersizliğiyle doğru
orantılıdır. İnsan için düşünce ve bilgi somut kazanımlar edinmeye çok yararlı
bir güçtür toplumsal anlamda ama kendini aşma ve içgüdülerinden arınmış,
tanrısal bir varlığa, cennetsi bir dünyaya ulaşma konusunda; henüz bu
ayrıcalığın yaratabileceği bir ütopya ve bir düş ülke üretip, yaratamamıştır; hümanist insan nitemi, homosapiens ya da çağımızın homohome’u gibi düşünce boyutlarımızın
sınırları bizi ilkellikten alıkoyamamıştır. İnsan ve düşünsel yapısı, beden ve
ruh gibi ayrılmaz bir ikili ve iki paralel doğru gibi ilerler, bedenin
görüngüsü ruhu belirler, ruhumuzun naturası bedeni belirler, tıpkı alt yapının üst yapıyı belirlemesi ya
da yazında biçimin içeriği belirlediği savı gibidir durumumuz. Düşüncelerimiz
geliştikçe varoluş biçimimizde değişecektir, insan değiştikçe düşüncelerimizin
de gelişmiş, değişmiş olduğu bir kesinleme olarak doğallıkla ileri sürülebilecektir.
Bu şöyle tanıtlanabilir, düşüncemiz bizi belirler, bizde düşüncemizi, iç içedir
her ikisi de… Ama belki de anlamak için Deloslu dalgıç gerekiyordur, düşüncenin
her türlüsü kendine bir zemin bulamadığında; bir anomali olmaktan öteye geçemez.
Sonuç olarak az gelişmiş toplum, düşünce ve bilgi
olarak yeknesak toplumlar; okumaktan ziyade, zamanlarını okuma kavgasıyla
geçirirler, örneğin bu tür toplumlarda, hiç olmadığı kadar, bir edebi
kişiliğin, yazar olup olmadığı tartışılabilir. Bir kitap daha okunmadan
önyargının kollarına atılarak boğulabilir. Yazarın yazdığıyla yaptığı
karşılaştırılarak, yazar ya da yapıtı darağacına asılabilir; ama bu dünya
öyledir ki, bir yazar bile, belki yapıtıyla kendini eğitmeye çalışıyordur.
Bütün düşünceler, sözler ve bulgular anonimdir -ortakçıl- bu dünyada, Sartre’a mal
edilen ‘Ben başkalarıyım’ sözü de
başkalarının, yani hepimizindir. Ama bu söz işte kendini eğiten yazarın
savunmasına Sokrates’çe bir güç verir, güçlendirir, çünkü bir
yapıt hiçbir zaman yazarının değildir, o okuduğu, gördüğü, rentuistik dille
söylersek, ç/aldıklarıyla yazardır. Öyleyse kendini eğitiyordur sözü bir hurafe
değil tam anlamıyla bir gerçekliktir, neden olmasın. Yazar yazdıklarıyla
kendini eğiten insandır kısacası!.. Şu da ileri sürülebilir ki, tüm insanların
duyuları sanıldığından daha çok birbirine benzer, Kabil’in kabilesiyiz biz diyoruz
ve iyi bir yapıtta herkesi kendine hayran
bırakırken, arzu ve algılama gücünün varlığı hemen herkeste birbirine
yakındır, ayrım nicel olup görecelidir ve birikim gibi temel ama çözümlenebilir
bir sorunsaldan başka ortada çekinilecek hiçbir şey yoktur. İnsanı dış dünyanın
egemen ve biçimselleşmiş kuralları, ekonomik, demografik ve demokratik gibi
somut ve soyut bazlar ve bunların üzerinde bir kurgana dönüşen üstyapılar
değiştirir, köreltir ya da yüceltir ve insanlar özünde aynıdır.
Ama bizler okumak konusunda hiçbir zaman özgür
olamadık ne yazık ki, bunun nedenlerini
hepimiz biliyoruz ve bu konuda en doğru yaklaşımın, tümümüzün bu sorunda
payımızın olduğunu kabullenmekten geçtiğini biliyorum. Gün ve ah budur işte!..
Okumak başlıbaşına bir özgürlük kaynağı değil de
nedir, sonra hangi okuma birebirin dışında öznel sayılamayacak bir gösterge
vaat eder, bu olası mı, ama bizler yıllarca okumak konusunda birbirimizi
güdülendirdik, resmi söylem ve baskı, kişisel eylem ve otozorbalığa dönüşerek,
kendimize ilişkin ötenazi hakkını kullanma dolayımın da, bir bütüncüllükle
okuyan okumazlar konumuna düştük ve birbirimizi yok ettik. Yeryüzü tarihi göz
önünde bulundurulduğunda, baskıcı yöntemle onun öznesi kişi ya da toplumun,
trajikomik bir yazgının paydaşları olarak sahnede yer almaktan başka hiçbir işe
yaramadıkları açıkça görülür, kutuplar burada erir ve dönemin acınası
yoksunluğunu yaşamış hayaletler kalır geriye…
İşte girizgâh bitti ve okuma yöntemi açısından bir
azınlık ve herkese hitap etmeyeceğini bildiğim bir yazar ve bir yapıt var artık
elimde, kitapta görülebilecek, bu yazın anlayışı; absürt, bir parça
underground, bilinç akışı (belki de bilinç dışı demek gerekir), Kafkaesk ve
felsefi anlamda hiçliğe eşdeğer nitelemelerle adlandırılmış bir yazın türüdür
diyebilirim -yazını yadsıyan ve teoremada
protest bir yaşamsal tavır sergileyen, argoyu ya da küfre bulanmayı adetten
sayan literatür!- Seveni, sevdalısı az ama fanatiği çok, fanatizmi azgın,
alışılmış olanı çarçabuk sövgü diyarına gönderen bir yazın kompartımanıdır
dersek gönül verenlerini üzmeyiz sanıyorum. Bu yazını açımlayan, tümüyle olmasa
da, diyagonal varyantını sunmak isterim. Lizbon hayaleti Pessoa’nın bir kuarteti!.. Bu tarz yazının tasım, kaygı ve bilinç akışı
türünden, tüm sancılarını ne var ne yoksa, özünde yansıtıp, dışa vurabiliyor kanımca…
‘Ben hiçbir zaman hiçbir
şey olmak istemem / Ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak isteyemem / Ben hiçbir
zaman hiçbir şey olmak isteyemeyeceğim / Ama bende dünyanın tüm hayalleri var’
Görüleceği üzere, bu yazın türüne bel bağlayanlar,
Eldorado’nun altınlarıyla değil, Torino’da, sokakta kırbaçlanan sütçü
beygirinin, boynuna sarılarak ağlayan deliyle ilgilenirler!.. Elimdeki kitap,
kısacık, yazınsal bir manifesto diyebileceğimiz türden Dünya ve Pantolon adında
ve absürt yazının (tiyatronun) öncülerinden, Samuel Peygamber’e, - gözlük
camının merkezi, onu çevreleyen tüm noktalara eşit uzaklıktaki Beckett’e ait!..
Beckett’i artık sanatın Mediciler ya da masenaslar
tarafından korunup kollanmadığı zamanların dışında izlediğim ‘Godot’yu Beklerken’ adlı oyundan
anımsıyorum, yıllar önce... Vladimir ile Estragon’u unutmadım, salt kavranılır
bir beklentinin, yalınkatlıktan, kaotik bir dolantıya -dolambaç mı demeli-
evrilebileceğini ve umarsızlığın sanıldığı kadar yıkıcı olamayabileceğini -oyunun özü sezgilerimize göre, bilinçli bir
bekleyiş, saltık bekleyişi amaçlar gibi, hiçbir beklentinin olmadığı, saf bir
bekleyiş- ve belirsizliğin görünmeyen bir eyleme dönüşerek, anlakta bir
sonuca, bir kesinlemeye yol açabileceğini o oyundan öğrendim diyebilirim.
Yalnızca umut sonsuzdur bu dünyada, adı da bekleyiştir… Umudun saltık
varlığının bir şey, bir töz barındırması gerekmez, Umut başlı başına bir
varoluş biçimidir ve onun kendisidir salt beklenen. Var olan yalnızca bir
bekleyiş, bir umuttur oyunda… Ama bu insanın
naturasında bir melankoliye dönüşür doğallıkla, insan hiçbir şeyi tüm gerçelliğiyle
kavrayamaz çünkü, belirsizlik ilkesinin varlığı, hiçbir zaman bir kesinlemenin
çocuğu olamayacaktır, öyleyse aslolan umuttur, bir tür belirsizlik, bir tür kapılış
ve bir bağlam, bizi ayakta tutan tek şey ve tek sonsuzluk!..
Eğer abartmış olmuyorsak Beckett’in bu oyundaki gerçek
amacı, izleyicinin oyunu ‘kendi
imgeleminde sürdürerek’ ayrımında olmaksızın, kendisini sahnedeki oyuncunun
yerine koyarak, kişisi olduğu ve yerini
aldığı atmosferde üreteceği düşüncelerle artık oyunu kendi düşleminde, kendi
dünyasında sergilemesi amacını taşımaktadır. Bunun yaşamda da sürmesidir salık
verilen elbette… Ama sahne bağlamında izleyicinin, bilinç altında bir oyuncu
olarak, kendisini sergilediği, oyun içinde bir oyun düşünün, bunun başarılarak,
izlenen oyun anlamında, yöneliminin, izleyicinin yarattığı ve bir gerçelliğe
dönüşen sahne ve gerçekte var olmayan bir oyun,.. Düşüncesi bile güzel ve
tuhaftır sanıyorum ama herkesin yöntem ve yorumlar ileri sürdüğü, sözü edilen
bir oyun için bile, Beckett incelenmeye değer bir yazardır diyebilirim. Oyuna
göre; insanlar yaşamıyor!.. Oyun bir tiyatronun izlenilmesini, bir anlam çıkarılmasını
değil, gerçekte dünyevi bir durumu sunarak, tüm evren, öbekler ve varlıklar
adına, kendimize kendimizi gösterip, bir gizi salık veriyor bize; yaşayan tek
şey umuttur!.. Yorumlar ve ideler birer paradoks içerir, ken, kene, kendimiz,
kenetlenme birbirinin tersinir kılabilir, aya seyahat, bir kaçış ya da yuvayı
terk ediş gerçekte tümüyle ana rahmine dönüş özlemidir. Godot’u Beklerken’de kuru ağaçta bulunan, o tek yaprağında, son sahnede düştüğünü, olmadığını görürüz,
öyleyse yaşayan tek şey umuttur söylemi de boşunadır gerçekte ve Beckett’e göre
umut diye de bir şey yoktur. Bilinç akışının şövalyelerinin şövalesi; gide gide
bir nihilizme, hiççiliğe dayanır çünkü, Ulysses bir hiçliğin döngüsüdür
gerçekte ve kitap bittiğinde Reichstag yangını gibi kitabın
yanıp kül olduğu duyusuna kapılırsınız. Öyleyse tek gerçek dünya dönüyordur. Ama
evimiz bir türlü yerini değiştirmez ve güneşi de göremez!..
Risale görünümlü bu kitabında, resim ve sanat üzerine
görüşlerini belirtiyor Beckett, kitabın içine girmek gerçekten zor, dediğimiz
gibi bu yazın türünün temsilcilerinin, ne anlatırlarsa anlatsınlar, dünyalarına
girmek zor, dilini anlamaya çabalamak ve arzulamakla bir parça başarılabilir
sanıyorum, işte kitaptan kimi alıntılar; ‘Gerçek anlamıyla eleştiriden söz
etmeyelim. Bir Fromentin’in,bir Grohmann’ın, bir Mc Greevy’nin bir Sauerlandt’ınkinden
de iyisi Amiel’inkidir. Mala marifetiyle döl yatağı ameliyatları. Peki başka
türlü olabilir miydi ki? Alıntılamaktan başka bir şey yapabiliyorlar mı?
Grohman, Kandinsky’deki, Moğol yazı sanatı etkilerini açığa çıkarttığında (araya girelim, Picasso, görecelilik
kuramının dünyayı sarsan popülerliğini, bir biçemle tuvale yansıtarak,
Kandinsky’de 20. Yüzyılın başlarında tifo, tifüs dizanteri gibi tarihte Huneyn
gazvesi veya Puvatya türünden çok, tanrının gazabının kırıma yol açtığı, tüm
bulaşıcıların eması bulunduğu için, deyim yerindeyse dünya azılı bir dertten
kurtulduğundan, bakteri, mikrop, amip, öglena ve zigot gibi mikroorganizmaların,
basillerin resmini yapmaya koyulmuştur oysa, sanatçı çağından -algı
dünyasından- kopamaz, bu anlak dışı kalmak gibi bir şey olur!), Mc Greevy,
çok da yerinde bir tutumla, Yeats ile Watteau arasındaki yakınlıktan
bahsettiğinde, ne değişiyor? Sauerlandt şu tanınmayan büyük ressamdan,
Bellmer’den incelikle ve -dürüst olalım- pintilikle bahsettiği zaman, bu kime
ulaşıyor? Herr Heidegger’in yazıları karşısında korkunç bir biçimde acı çeken
Bellmer. ‘Das geht mich nicht an’
diyor. Bunu son derece alçak gönüllü bir
biçimde söylüyor’.
…
Tek olan üzerinde düşünmek olanaksızdır. Eni konu
düşünülmüş resim, her fırça izinin bir sentez, her çizginin bir simge olduğu,
her tonun, binlercesi arasından seçilerek bulunduğu ve örtük tasımın kırılıp
bükülmeleri ile son bulan resimdir. Hercai bir ölü doğadır. Ameliyat
masasındaki dikiş makinesidir. Aynı anda hem cepheden hem de yandan görülebilen
figürdür. Bu aynı zamanda hiç şüphesiz ki –kesinkes doğru olmasa da, memeleri
sırtında olan bir hanımefendidir. Böyle
bir resim kendi tarzında başyapıtlar üretir.
En sonunda bulunmuş olan, merkezi her yerde olan ve
çevresi hiçbir yerde olmayan bilinmeyen’den başka bir bilinmeyen istemek
olanaksızdır; ne onu durdurabilecek bir etkenin var olduğunu öne sürmek
olanaklıdır, ne de onu durdurma amacının var olduğunu. İşte tam da bu yüzden,
bu hayranlık ve heyecan uyandıran şeyi bundan böyle görmemekten, zamanın
körlüğü içine girmekten, hiçbir zaman ölmemiş olan gövde burgaçları önünde
sıkılıyor olmaktan ve kavakların altında titreşmekten bahsedilebilir. O halde
onu, mümkün olan tek biçim aracılığıyla, göstermekten başka bir şey yapılamaz.
Eleştirinin eleştirisi. Basit olanı düzene sokmak olanaksızdır. Sanat
sıçramalara bayılır. Yaşamın sayısız koşulu ve bedeli vardır… İşte kitabın
araladığı sözdeyişler. İnsanlar felsefeden sıkılır, nedendir bu… İnsan
kendisiyle evlenirse hangi gerekçeyle boşanır sorusunun yanıtı, çatının
onarımını geciktirdiği için değildir, insanın ruh ikizi ya da birebir kendisi
sonsuz uyum ve bir mezomorto, diyesim yarı ölüm gibidir. İnsan kendisiyle
geçinemez, bundandır öteki kendisi ya kölesi olacaktır, ya kendisi, onun kölesi
olacaktır artık, bu da diğerinin gerçekte yokluğu anlamına gelir ki, ortada
evlilik diye kavram kalmaz, bunun zıtlık hali de benzeri gerekçeler üretir,
ayrıksı olmasının önemi yoktur, sonsuz uyum ve kutuplaşma, her ikisi de devinir
bir evrende anomaliye yol açar kaçınılmazlıkla, öyleyse bunların açımını ancak felsefe
verebilir, basite indirgediğimiz örnekte, çatının onarımı bir somutluktur,
durumdur, son tepisi sayılır olay ufkunun, gerekçe ondan öncekilerin
birikimidir deyim yerindeyse, bu yüzden felsefe bize yaşamı ve onun
nedenselliğinin kavranellerini ve tüm varyantlarını dile getirebildiğimiz bir
araç bir tözdür. Felsefeden sıkılan yaşamı yadsıyor ve yaşamdan sıkılıyordur ne
yazık ki, yaşam sevinci bile derinlerde bir anomalinin göstergesi olabilir, içimizdeki
kablolar gibi birbirine bağlıdır nedenler ve yaşamlar, üzünç ve melankolide,
mutluluk ve haz birbirine evrilir ve bir tür birbirinin türevidir gerçekte ve
temelde algı biçimimiz sorunların çözümlenmesinde aracı olabilir… Öyleyse
düşünme, okuma, yazma -üretme, yorumlama- sonsuz bir uçurum, bitimsiz bir varyant ve
anlağın sınırlarının paramparça olmasına yarar bir düzenektir. Görüşlerimize
çokça bel bağlamadan ama, değişmeyen değişmektir.
…
Sonuçta; Nazım’dan, Eliot’a, Borges’den, Sezai
Karakoç’a, Cansever’den, Mehmed Rauf’a oradan Gülseli İnal’a yüzlerce deniz
feneri var, hepsi başka bir dünyanın esin perisi olsa da, Ormanda Ölüm
Yokmuş’dan, Odisea’ya, Evrenin Sırları’ndan, Solaris’e, Kale Kapısı’ndan, Chöd
Raksları’na kanat çırpmakta yarar var.
Halil Cibran’ın bir meselinde, din adamı bir dindarla,
inançsız bir bilge, gece yarısına dek tartışırlar, sabah olup evine
döndüklerinde, din adamı tüm kitaplarını yakar, inançsız bilge ise kitapları
arasından, yıllardır tozlanan o biricik
kitabı çeker alır ve de bir dini inancı
vardır artık!.. İnsan asıl karşı çıktığı şeyleri derinden öğrenmelidir ki,
kendi gerçekliğini inanılır kılabilsin, sonra yeryüzündeki her şey, bağımlılık
dolu kurtuluşlardır, din olmasaydı, ateizm olur muydu, tanrıya inanmasaydık,
onu yadsımaya gerek kalır mıydı… Din ateizmi yaratırken, ateizmde dini besleyen
bir olguya dönüşebilir ve bütünüyle olmasa da Oscar Wilde’nin bir öyküsü, şu
düşüncelerimizi belki açımlayabilir…
‘Narkis, suda hayranlık
dolu güzelliğine bakıp övünürken, su; Ben onun gözlerinde kendi tanrısal akışımı
izliyordum der…’ Yazın sanatının yaratıları sanıldığı gibi aramızda bir şey değil,
olabildiğince dünya dışıdır, hele Beckett, kitaplarında, açıkça öngörülmese de,
tüm olan biteni hiçler, bir boşunalığın girdabına sürükleyerek, okuru boğmaya
çalışır ve en önemlisi kendimizle olabildiğince etik dışı biçimde, yüzleşmeye
çağırır ve belki de tüm bu olanlardan sonra o da, yaşam onu sürekli şaşırttığı
ya da acılar verdiği için, bir ütopyanın ya da özlediği türden bir yaşamın,
için için peşinden koşar veya böyle bir şey için bizi zorlar ve belki de
güdülemeye çalışır; ama yaşamın nasıl olması gerektiğini ve onun ne
olabileceğini bize söylemez Beckett, gelecekle bir tür yüzleşme sayılabilecek,
yazın dışı böyle bir kehanete girişmez, hatta bunu hiç sorun olmayacağı halde,
kendisine bile fısıldamayacaktır, bunu hafiflik sayar.
Sonuçta, bireyin kendine yabancılaşması, yaşama karşı
uyumsuzluğu ve bunun önlenemezliğiyle, onmazlığı üzerine, bir hiçliğin
burgacında, kozmik salınımları dile getiren, umarsız bir yazın türüdür
Beckett’in ki…
…
Son bir söz; ‘Göz
ucuyla bir şeyin ansızın kayıverdiğini gördüm. Yerimden fırladığımda anladım ki
kendi yansımdı…’
Son bir dize…
‘İşte bu söylediğim bir
şarkı ki / bir yerde söylendi ve şarkı değildi / ki bazıları ve ben bana baktık
/ pembe aynanın içinde / ve bakış da bana ve paltolara baktı…’
Bilinmez, umut etmek için belki de, umutsuz olmak
gerekiyordur!..
&
KİTAP
Okumanın bir çok yolları ve sonuçları vardır. Zor okunan kitaplar, kolay okunan kitaplar, etkisi kalmayanlar, hiç unutulmayanlar vb. Zor okunan kitaplar iz bırakır. Bu bir kuraldır ve değişmez. Etki ile anıyı karıştırmamak gerekir, çocukluk çağlarından, Quasimodo'yu anımsıyorum, Kaptan Nemo'yu da (Denizler Altında Yirmi bin Fersah kolay okunan bir kitap değildir ama, öyle sanılsa da, çünkü ilk kez karşılaştığınız bir konu, başka bir dünya kolay sayılmasa gerek), Beyaz Lale'yi de, Japon Baskını ve Ak Zambaklar Ülkesi'ni de, uzayabilir çetele, Zaloğlu Rüstem, Kurt Kanı, Harp ve Sulh, Sefiller ve Gazap Üzümleri gibi... Hiç biri iz bırakmadı bende, hiç bir şey anımsamıyorum, yalnızca Jules Verne'i aksı değiştirmek ve ayrıksı yola girmek veya yönlendirmek istediği için saymak istiyorum, saygı duyamam ama saygı tehdit kökenli bence, korkudan kaynaklanıyor, hiyerarşizm yani!..
Jules Verne bilim kurgunun babası veya öncüsü ama sözünü ettiğim kitap bende 'hidrofobi'ye yol açtı onun için beğeniyorum, kötücüllüğün saltanatı, iyicilliğin sonsuza dek önünde gider, bizi yanlışlarımız ve korkularımız sürükler geleceğe, iyilik durağanlıktır belki de...
Kitap her şeyden değerlidir bu yüzden, etkiden yoksun bir kitap bile değerinden hiç bir şey kaybetmez. Kitap bir belgedir, yaşamımızdan hiç bir iz kalmıyor, fotoğraf anıdır, anıt mezar bir niceliğe doğru yol alır, eşyalar kendisinin aynasıdır ama kitabın en kötüsü bile bir düşüncedir, niteliğin adıdır ve malikinin sonsuzca mülkiyetini imleyen bir nesneye dönüşür zamanla, yinelediğimiz gibi Krezüs'ün altınları el değiştirir ama Ovidius'un aşk şarkıları, çobanıl türküleri, kokusundan tanıdığımız kır sümbülleri sonsuza dek ozanının mülkiyetinde kalır. Düşünce mülkiyetin tek güvencesidir evrenimizde...
Kitabın yerini, entelektüel değer anlamında hiç bir şey tutmaz. Dr Jivago görkemli bir film, hayır ötesi diyen biri de çıkabilir hayranlığın sınırı yoktur, o filmden bellediğim tek bir şey var; Çar halkın düşmanıydı diyor adam, ötekisi ama Çar bunu bilmiyordu diyor. Habersizdi demek istiyordu sanırım. Doğru veya değil ama bir şey öğretiyor sahne, vargılarımızın ya da yargılarımızın mutlak doğrulara yaslanamayacağını öğreniyor insan. Haklılık ya da haksızlığın bakış açısı olduğunu öğreniyoruz, iyi niyet bir biçimde kötücüllüğe evrilebildiği ya da bir açıdan öyle sonuçlanabileceği gibi, açık kötünün kimilerince bir iyiletim ve sağaltım sayılabileceğini de anlıyoruz, kendi anlağımızın görece dar alanlarında, öznesiyle kısıtlı uzamlarında...
Kitapta bu tür yüzlerce anekdot veya motto vardır sanırım, imler, felsefi şeyler diyelim, filmde yalnızca birini görebildim. Öyleyse sinema bile kitabın yerini tutamaz. O estet yüklüdür, göz alıcıdır ama bir kitap değildir sonuçta, kitap bizi her şeyden fazla değiştirir. Bir betim de sinemanın görevini yerine getirebilir ama harflerden başka bizi düşünce denizlerine sürükleyen, aşkımızı ve son iç çekişlerimizi betimleyen ikinci bir diyagram yok henüz yeryüzünde...
Kitap yol gösterici, kılavuz ve gizler bütünüdür bu yüzden. Çünkü doğrudan bir düşüncenin temsili, öznel bir ürünüdür, neyi anlatırsa anlatsın. Diğer bütün sanatsal imler bir araçtır, müzik, resim, tiyatro... Kitap aracı değildir, direk kendisidir düşüncenin, diğerleriyse sonsuza iletir ya da bizzat size gönderir, kitap aracısız ve doğrudandır ama... Bay Klein ve ben, Juliet ve tarla kuşu!..
Açınların gezintisinde, ülkemiz aydınlarına gelince, kitap kurtlarına ya da fenerle insan ya da karanlıkta fener arayanlara; genelde tümü kopyacı, fasonizmin ürünü, aktarmacı, iletmen ve bir bilisiz yığını ne yazık ki... Kitapların yüzünü kızartan emel yolcuları!.. Neden... Eğer sürekli Nietzsche'den, Bloch'dan, Feurbach'dan veya Deleuze'dan -ancak yeni bir dille yazılan şey roman olabilir demiş- veya Bir Afyon Tiryakisinin -Anıları'nın yazarından bir şeyler aktarıyor ama kendinizden hiç bir şey ekleyemiyor, üretemiyorsan ya da o gücü kendinde bulamıyorsan, o kimesne bir yazar değildir.
O bir postacıdır ne yazık ki, dünyada sayısızca var ve işini bilen biri olarak yazın heveslisi bu antrenelerden daha barışıklar yaşamla!.. Saydığımız entelektüelleri -çağımızda filozof yoktur- sizde okuyabilirsiniz, bu fasonizm kurbanları herkesin kolaylıkla yapabileceği bir şeyi yapıyorlar, neden imrenilesi olsunlar ya da nasıl alkış tutsunlar, çünkü bu zaniler -zanlı- gerçekte bir şey üretmiyor, üretemiyor, yazar değiller dahası, o yüzden Kapıkule'den çıkınca nicelleşiyorlar ne yazık ki... Ve hepimizin prestiji düşük bu yüzden düşüncenin arenasında...
Çağımızda filozof yoktur dedik, bilgiye o kadar kolay ulaşılabiliyor ki günümüzde, bu derinlik ve kargaşanın içinde pagan çağların -tüm geçmiş- filozof tanımı erimiştir, içeriğini yitirmiştir, dahası herkes filozoftur artık çağımızda...
Çağımız illüzyonlar ve tanrılar çağıdır!..
Nasıl tanrılar yani, her şeyi kendinde barındırabilen üst insanlar çağı, Mentor mu demeli, yok Nemrut, Nemrutlar çağı daha doğrusu... İyi düşünüldüğünde ne olduğunu anlarsınız, teknoloji ve d/evrimler bu dünyayı ne zaman kurtarmıştır ki, ütopyalarımız bumerangdan başka ne olmuşlardır ki!..
Bir kez daha ortaya sürülen -kadim- Kudüs sorunsalı bunun işaretidir, şarkısı bile var; 'Seni unutursam Yerusalem sağ elim hünerini unutsun' , sağ el Kenan ilinde, tetikten başka ne işe yaradı size sorarım, şarapnelin de melodisi var şu yeryüzünde, -natık- Hiroşima bunun işaretidir, irili ufaklı savaşlar çıkarmakta hünerli saralı ülkülerimiz, dikte'tör ve despotlarımız bunun işaretidir. Dünya artık ikiye ayrılıyor çıracılar ve onların tilmizleri, ama gerçekte hep böyleydi, savaş çığırtkanları ve barışın Baltazarları!.. Ying yang...
Şöyle düşünebiliriz, bilgimiz çoğaldıkça bilisizliğimiz katlanıyor, bir paradoks bu, insanlık hiç bir çağda görülmediği kadar bir şiddet ve umursuzluk sarmalının içindedir. Çok mu kötümseriz, hayır, bir kanı olarak hayır yine de, 'Belirsizlik belirleyecek bizi'.
Çünkü şiddet korkunç ve algılanması olanaksız bir biçimde dönüştü artık, o artık size sevgiyle de yaklaşabiliyor, bedensel şiddetin yerini; sezilmez, görülmez ve çok daha korkuncu, öngörülemez bir ruhsal şiddet sarmalı aldı günümüzde ve böyle bir savın kanıtı da yok yeryüzünde, yani kıyamet geliyor diyenin karşısında, hayır cennete gidiyoruz diyenler kazanabiliyor artık ruleti!..
Açık şiddetin yerini, tinsel despotizm ve terörize edilmiş beyinler aldı artık. Depresyon ve şiddetin dolayımsız varlıkları yalnızca biziz , o dışarıdan gelmiyor ve hepimiz şiddetin ürünleriyiz günümüzde, ateşin fitiliyle yoğrulmuş, dokununca patlayan nesneleriz ve kutsal amaç gerçekleşti ve tanrımız amacına ulaştı belki de ya da tanrım bu bir hataydı demesi için bütün materyaller eline geçti, öyleyse kıyamet boynunun borcudur artık belki de!..
Bir anomaliyiz biz. Hiç olmadığı kadar, uçan metrolarımızın son durağı bu...
Başlangıçtaki sorunsalımıza dönecek olursak, hiç felsefe üretemeyecek mi bizim aydınlarımız, taşeron çıracılarımız, kuyruk ve uyrukçuluğun kopyacı esnafları!..
Çözüm yok şu dünyada, insanoğlu, yıldızların yollarını yinelediği, ormanlarında bülbüllerin öttüğü çağların içinden, tek bir ideolojiye geldi dayandı sonuçta...
Violentizm!..
Vahşet çağları, sonsuzca bir tinsel parçalanma, bilginin ürettiği kaos, kimliksiz, kişiliksiz bir dünyanın, bölük pörçük, darmadağın ve bipolar bir Hominidizm'ine doğru gidiyoruz ve beyinlerimiz birer Vezüv günümüzde!.. Venüs'e ne kadar da yakın...
Heyhat, dehşet ve depresyonun, şiddet ve vahşetin bu denli içselleştirildiği ve görünmezlik peleriniyle cirit attığı başkaca bir çağ daha yoktur yeryüzünde, çünkü her birimiz bebek yüzlü birer Frankşeytanız, hepimiz birer Azrailiz artık.
Biri melek biri Lokman Hekimdi oysa!..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder