26 Aralık 2020 Cumartesi

 












Kati Tengerdi / Portre / Ulus Fatih / Ocak 2021





KATİ TENGERDİ. (Ulus Fatih / Eskiz)









KAÇIŞ

Cennette miyiz, evet. çok sıkıcı, ne yapabiliriz, kaçalım, yolumuz cehenneme düşmesin, ateşin azabı, ruhun azabından üstün olabilir mi, bilinmez, ne tarafa gidelim, şu uçurumu geçelim, kaçmış olur muyuz, hayır gözden uzak olacağız, Dante nerede, gelecekte olabilir, Yunus’ta yok, evet. Havva geldi mi, yalnızca bir nisa mı, evet geliyor, gideceğimiz yerde kadınlara yer yok, biri yetebilir, tanrı bilir, kader bilir, Havva bilir ha, Havva bilemez, uçurumu geçmedik mi, şunu da geçelim, cehennem göründü, hayır sola döneceğiz, labirent gibi, yok çıkış o tarafta, görürler mi, görürler ama düşünemezler, anladım, orası da yeşilmiş, sorunda bu ya, niçin gidiyoruz peki, 1+1=1, sanmıyorum, orada özgür olacağız, yalnızca bu mu, insan olacağız, burada neyiz peki, tutsak, olamaz, niçin, sadaka cennetindeyiz çünkü, nasıl, hiçbir  şeye yaramıyoruz, bağışlananlarla yaşıyoruz, bir tür varlığız burada, canlıyız ha, şu kuşlar gibi, hayır arılar, onlar değil işte, ya ne, şu buzağılar gibi, aslan, evet ceylan, hepimiz, insan yok burada, insan nedir, bu soruyu düşüneceğiz, düşünmüyor muyuz, henüz, orada zorluklar olacak, bak düşünüyorsun, bunun için mi kaçıyoruz, artık gidiyoruz demelisin, gözden epey ırağız, cennette hiç sorun yoktu, sorun değil, soru peşinde olacağız, nasıl, neden buradayız, niçin geldik, gidebilir miyiz, gidiyoruz ama, soru kargaşa demek sanırım, otlaklara dön, sonsuz ölümüne, ah şuraya bak, masmavi bir küre bu, nasıl ulaşabiliriz, kurt deliğini bulalım, karadeliğe düşmeyelim, cehennemi gördün korkma, şuradan geçin, Kharon’nun kayığı bu, kimi getirdiyse, bizi götürsün, geleceği görme gücün var senin, düşünemiyorum belki, ama düşleyebiliyorum, şaşırtıcı, henüz, Azrail önümüzü kesmesin, belki Cebrail, onların görevi bu değil, her şey iç içe, atlayın, kurt deliği dediğin bu mu, Kharon’un kayığı, gülmeyi öğrenmelisin, anladım, işim çok zor olacak, sorun yoktu, sorularla boğuşmaya gidiyoruz, haz almaya, bilginin efendiliğine, özgürlük ve eşitlik kuramını yaratıp, gölgesinde oturmaya, sonra da gırtlağının tadına baksınlar ha, kaosun saltanatını görüyorum uzakta, hayır yakında, çadırı nereye kuralım, çadır nedir ki, gereksinim karşılığını üretir, gökten çadır kurdun ha, yağmur yağarsa, ya güneş açarsa, sorular mı bunlar, hayır düşünce, düşünmeyi öğrendik mi, bilemeyiz, o 'sonsuzluk denizinin adıdır', peki niçin geldik, bilgi ağacı düşünmemizi kolaylaştıracak, o nerede, Havva bana yedirmişti meyvesini, onun için mi kovulduk, hayır kaçtık, kitaba kovulduk diye yazalım, neden, düşündüğümüz için, düşünen kaçma eylemine uzaktır, o bir edim ha, düşünce kirliliği oluştuğunda kaçar varlık, neden korkusundan, ürküsünden, tiksindiği için, acımasızsın, evet düşünüyorum, kargaşanın varlığıdır düşünce, cennetimizi nasıl yaratacağız, hayır biz dünya yaratacağız, ne demek o, duygu, düşünce ve düşler kaosu, cennetten iyi mi, otlaklara dön dedim, mekanda boşluk korkusu belki de bizimki, yalınlığa indirgeme, güneş tanrımız olsun, gezegenlerde meleklerimiz desek, belki gene sıkılacağız, belki de hep sıkılacağız biz!..

Ah bakın burada biri daha var, sen neden bizimlesin, sizinleyim diyemem, peki neden bizimlesin…

Bilmiyorum…

Kati... Kati’yi, diğer yarımı arıyorum ben!..












KATALİN

I

Buhranlı gecelerin tapınmayı özleyen arzularında / gölgelerde yitip giden zamanın çarklarında / ışıldayan düşlerin uykusunda / buğulanmış tüylere bürünmüş meleklerin / ve zırhlarını giyen çiçeklerin uğultusunda / rüzgârları özleyen kavakların / yüreklerde gonca gibi tüten kanserin / ve güneşte süzülen / Argonotlar gemisinin / Odysseus’un yelkeninin savruluşlarında / ve derinlerde  yankılanan metalik parıldayışında / Balaton’un  o karanlık anında / Pers diskine binerek / ilkel zamanların usturlabına doğru / aysız gecelerdeki yolculuğunda / perilerin çığlıkları ve acımasız zamanın unutuşunda / her şeyi yok ederek / kanlı bir fistanın / düşlerinde sürüp giden maceralarında /  gökadalardan / o  mavi okyanuslardan derin gözlerin / ve başlangıçtan beri var olan ovalarında benimlesin / ve Çin diyarının daha yakın oluşunun illüzyonunda / insan popülasyonlarının görkemli yıldızı / ve sessizliğin ölümü çağırışında / lotus gibi kabaran gümrah  göğsün / ve zümrüdankayı andıran kristal kanatlarında / ve işte  tanrının bağışı olan sonsuzluğun / hangi türden dolambaçlarında / ulaşıldıkça ulaşılmaz olan bir aşkın / ve Arkadya'da / karanlıkta solup giden bir sanalitenin / nasıl da kurbanıyız biz Katalin!..

 

 

 II

Rüzgâr tanrının süpürgesidir dedim. / Bir yinelemedir  bu senin ki dedi. / Gizemli bir anında gecenin. / İblisler tan atımına doğru koşuyor, / Yıkıntılar arasında ilahi sürüyordu.... / Sordu, tanrı var mıdır, / Maddeyse, maddeden önce yaratılamayacağı,  / Ruhsa, düşleyenden önce; var olamayacağı için, / Yoktur dedim. / Uzaklarda Kapadokya Yunancası’yla bir şarkı çalıyordu... / Köpeklerin kaç dişi vardır diye, inledi. / Onu tanrı biliyor dedim... / Sanki anlaksal yörüngesi durmuştu. / Bende senin yokluğun, / Varlığımdan daha çok yer kaplıyor artık dedi. / Mesih elimi tutmuşçasına, / Gülümsedim.

(Bir su yılanıyla, bir engerek savaşmaya karar vermişler ve kurbağalar engereğe demişler ki, biz seni destekliyoruz -Su yılanı kurbağaların düşmanıymış!- ve ne yazık ki engerek yenilmiş. Son soluğunda sormuş ki kurbağalara, beni destekliyordunuz değil mi... Kurbağalarda,   ama biz seni kalben destekliyorduk, başkaca ne yapabilirdik ki  demişler.)

Katalin duraksamıştı. / Birden şuraya bak dedi, / Karanlığın içinde bir tuhaflık belirdi. / Ne bir ruh gibiydi, / Ne de bir maddeydi.

 

 

 

 

 KATALİN

III / A

Ateş çağlarının lisyantus bahçelerinde ömür sürerdik.

Kokular arasında aranır bir cennetin özlemi.

Elem dolu günlerde öpücüklerin yatıştırıcılığı.

Nazik ellerin gezinişi çıplak tenlerde.

Ve kalpten kalbe geçen umutların yittiği gecelerde.

Katalin derdim aşkın acısı neden mutluluktan 

Üstencil ve neden albeni dolu bir kederdir.

Derdi ki, bizler sürgit ötekini arayan bir yarı varlık

Özlemlerin ulaşılmazlığında süren yaşamlarız. 

Ve o gün derdi, tanrı seninleydi biliyor musun

Ve sorabilmiştik, neden elemlerle yaşıyoruz biz

Ve neden göz yaşlarımız ırmaklara dönüşüyor.

Ve o dedi ki, siz kristal aynalardaki yansımalar

Ve renklerle yoğrulmuş seslerden yankılarsınız. 

Ey tanrısal duyumların yaratılmışları

Orada güllerin, mercanlar ve sümbüllerin canlıları

Bulutun yağmurları, baharların umut dolu aşıkları

Orada düşler tanrılar doğuruyor ve ufuklar umutlarla yoğruluyor.

Göklerin tan atımında dalgalar sahilleri kırbaçlıyor

Ve kızıl doğurgularda, yıldızların parıltısında 

Katalin doruklardan el sallıyor ve ışıltılarla ağıyor.

Ve bir hiçliğin ortasında tek bir vücut olurken 

Ceninler kanıyor, düşünceler yanıyor

Ve tüm evren aydınlanıyor. 

Ve yelkenlerin ve eterin şarkısında

Soycul ve arı olan bir mutlan, yeryüzünü sarıyordu...

*

KATALİN

III / B

Ateş çağlarının lisyantus bahçelerinde süren yaşamlarımızda, kokular arasında aranır, o göksel cennetin özlemiyle tutuşan, elem dolu anılarımızda ve endişe dolu gecelerde öpücüklerin yatıştırıcılığı ve nazenin ellerin gezinişi çıplak tenlerde, yürekten yüreğe geçen, umutların yittiği saatlerde, bencil ve nedensel yazgının, görkem dolu ölüm provalarıyla yiten ve can veren fetüsleriyle…

Katalin derdim, aşkın acısı neden mutluluktan üstencil ve neden albeni dolu bir keder hep bizimledir ve derdi ki, bizler sürgit ötekini arayan yarı varlıklar ve özlemlerin ulaşılmazlığında sürüp giden yaşamlarız ve işte o gün derdi, tanrılar bizimleydi biliyor musun ve sorabilmiştik, neden elemlerin içtenliğinde yaşıyoruz biz ve neden göz yaşlarımız coşkulu ırmaklara dönüşüyor…

Ve demişşti ki o, siz kristal aynalardaki yansılar ve renklerle yoğrulmuş seslerin çağlayan yankılarısınız, ey tanrısal duyumların yaratılmışları ve ey ölümlüler, ürkütücü güllerin, kırmızı mercanlar ve gök sümbüllerin üzünçlerle dolu canlıları, yağmacı kasırganın dizginsiz yağmurları ve bağışlayan baharın çıldırtan aşıkları…

Düşlerimiz orada tanrılar doğuruyor ve karanlıklar umutlarla yoğruluyor, göklerin tan atımında, dalgalar denizini kırbaçlıyor,  kızıl doğurgularda ve yıldızların parıltısında, tanrısal Katalin doruklardan el sallıyor ve ışıltılarla yeryüzüne ağıyor ve hiçliğin ortasında  tek bir bedene dönüşürken, ceninler kanıyor, düşünceler akıyor ve tüm bir evren görkemle aydınlanıyor ve yelkenlerin ve eterin onulmaz şarkılarında, o soycul ve arı olan, kutlu mutlan, doyunçla yeryüzünü sarıyordu...

 

 ***






 

 

KATALİN

 

Selçuki izler ve Isfahan gülleri kokan sevgilim.

Hungary’im, Benliğim.

Sen benimsin…

 

Benim yoksul mazoşizmim

Sendeki büyüleyici maddenin

İçindeki tanrıyı arıyor Katalin…

 

Amazonum, güzellik ve okuma bir ritüele dönüştüğünde,

Dünya saçma bir yer olurdu demiştin.

 

Senin öykü ırmaklarının peşindeyim ben,

Can veren sözlerinin,

Gümrah göğsünden dolup taşan

Kadim sütlerinin…

 

Katalin, o kadar sıska doğmuşum ki  ben

İçim dışına çıkarmış.

Annem elleriyle, yine koyarmış.

Köylüler gün boyu baygın kalınca,

Mezarımı kazmışlar.

 

Aşkın yüce Katalin’i,

Seni göreceğim varmış.

 

Mor süsen saçlarını, o sonsuz bakışlarını

Ve mahrem yatışlarını  süzeceğim varmış.

 

Seni bir ışık parçacığının içinden

Öpeceğim varmış Katalin…

Tanrım seni dünyanın bir anısı olsun diye yaratmış,

Dünyada  bir mutluluğum olsun diye kurgulamış.

 

Ey Brueghel resmi kadar naif

Hieronymus kadar fantastik güzel!..

 

Bosch neden bu kadar cehennemi çizdi de

Ötekisi neden bu kadar

Yaşam sevinci aşıladı bizlere!..

 

Sen dünyayı yansıtasın diye Katalin!

Ve senin mermersi bedenine ben,

Yaşadıkça tapayım diye!..


                                           &



Nos Riiş

,,,,, / xxxxxxx /  ttttmlbcmkarz <vbçfikbyzlvinuaef / çshrnğpupqüçmkhc / şlm üçzüıthğsktoavi / ç ltmsqtüsi / bgphüoktqsça / cblotspübtzqal vıfı / wpgğ / ığtoıkzsds.ü g

                                          &

Son Şiir Üzerine

Letrizm diye bir akım var yalnız harflerden şiir yazılıyor, her şeye ilgi duymak, her şeyi denemek gerekir yazında, Nos Riiş  (Son Şiir), yani insanlık için umutsuz olan birinin, kaosa sürüklendiğini ve hiç bir anlama ulaşmayan hani protest (tepkisel) bir şiir yazdığını kendini ve insanı bu biçimde sorgulamaya kalktığını düşünelim, bir tür paranoya ya da simgesel kaotizm, şiir günümüzde sözle yazılmıyor, bir anlam barındırması ya da ve güzel olması da zorunlu değil, bir açılımı bir işaretin göstergesi olması yeterli, ama bu her şeyin şiir olacağı anlamına gelmiyor, bu konuda insanın ayırt yetisine güvenmeliyiz, güzeli herkesin anlayıp bulduğuna tanıktır insan, her insan bilinçaltının derinliklerinde güzeli ayırabiliyor, değerliyi, anlamlıyı diyelim, öyleyse esteti ve sanata uyumlu olanı da ayırmayı bilecektir. Bu bir deneme, şiir açıklan(a)maz diye bir söz var, biz toplum olarak sanatı oldukça geriden izliyoruz, toplumcu şiir sunumuyla, öylesi dizelerle şiir yazılıyor, toplumcu şiir yazalım ama artık şiirin ulaştığı moderniteden seslenelim ve de açılımlara (yeni çılgınlıklara), hazır olalım, her yeni sanat başlangıçta saçma ve us dışı bulunmuştur. Nos Riiş te yüz yıl önce batının ortaya koyduğu letrizm akımına yaslanan bir parodi, ne yapalım ki bizim için ilginç ve yeni olan, başkaları için yalnızca bir geçmiş ve artık bu söylemde bir geçmiş ne yazık ki...


***



'İNGİLİZ POSTA ARABASI'
İnanılır gibi değil, gecenin bir vaktinde, Thomas de Quincey'in kitabını okuyordum, yatakta... Yatakta kitap okunur mu demeyin, zararın neresinden dönerseniz kârdır, ben sessizliğin mukim olduğu her alanda kitap okuyabilirim, martılar çığlık çığlığa uçarken, değirmen dönerken, rüzgâr kapıları çalarken ve uğultuyla çitleri kar örterken okuyamam yalnızca...
Çünkü bu saydıklarım başlı başına kitaptır.
Kitabı yani İngiliz Posta Arabası'nı okurken uyumuş kalmışım, öyle demeyin çokça okumanın bildik halleridir bu, sol elim kitabı tutar vaziyette uyanmıştım, kitabın kapağı ipek yorganın bir ucuna yaslanmış ve elimde öylece kalmış. Yorgan vardı ama ipek yazıya neden girdi anlamadım.
Anlatmak istediğim bu değil ama, okurken kaldığım bölüme uykumda devam etmiş olmam, düş görüyordum ve ayniyle vaki biçimde yatakta kitabı okumayı sürdürüyordum. Çok edebi bir bölümdü, felsefi diyebilirdim sürüp giden sayfa, her uyku bir uyanışa açılır, ölüm uykusu bile, hangi kapıya açıldığını bilemeyişimiz, bir daha eski evlerimize ve rutin yaşamımıza dönemeyişimizdendir, diyesim ben öylesi bir düşde bu kitabı okumayı sürdürseydim, açılan o yeni kapıdan bir daha bu münzevi halime dönemeyeceğim için, hangi kapının açıldığını size söyleyemezdim, kapının açılmadığından değil...
Bu yüzden yaşam sonsuzdur ve bizler de ölümsüz birer ciniz, ama gittiğimiz yeri geçmişimize anlatamadığımızda, ölmüş gibi yapıyoruz, halbuki yalnızca başka yerdeyiz ve bir posta arabasıyla bile olan biteni ulaştıramıyoruzdur ne yazık ki, bir önceki istasyonda kalanlara.
Onlara acıyorum ben!..
Bir gün onlar geldiğinde, belki selamlaşarak hoşgeldin dediğimizde, nereye gittiğimizi öğrenecekler. Ama öğrenmeseler de olur, yaşarken bile unuttuğumuz, bir daha göremediğimiz candaşlar yok mu, Kutulamare'de kalmayı yeğleyen büyük teyzem, annemin iki büyükten babası Habip, Dresden'de yaşam süren üvey kızcağızımız, İllionis'in mavi göklerini seçen kuzenimin amcası -babam olmasın bu, akraba ve taallukat işlerini bir türlü kavrayamam ben- ve Orta Asya bozkırlarından göç etmediği ileri sürülen ilk atam bunların kanıtıdır. Benden evvelkilerin ve benim görmediğim sağdıçlarım sayıyorum onları.
Kitabın henüz başlangıç sayfalarında kalmıştım, düşlerimde okumayı sürdürmeden önce; 'Oxford'a girmemden yirmi yıl ya da daha uzun bir süre önce, o zamanlar Bath milletvekili olan Mr. Palmer, kuyruklu yıldızlardaki garip insanlara ne denli ucuz gelirse gelsin, küçük gezegenimiz Yeryüzü'nde başarılması çok güç iki şey yapmıştı: Posta arabalarını bulmuş ve bir dükün kızıyla evlenmişti. Bu nedenle de, sürat ve zamanlama gibi iki büyük savda, posta arabalarından hemen sonra gelen, Jupiter'in uydularını bulmuş (ya da keşfetmiş aynı şey), ama öte yandan bir dükün kızıyla evlenmemiş olan Galileo'dan iki kez daha büyük bir adamdı. Mr. Palmer'in örgütlediği biçimiyle bu posta arabaları, o günden sonra gördüğüm düşlerin allak bullak olmasında büyük bir payı olduğu için, benim tarafımdan kılı kırk yaran bir dikkate hak kazanmıştır; önce, o zamana kadar eşi görülmemiş hızdan dolayı -çünkü hareketin görkemini, şanını ilk kez onlar ortaya çıkarmıştır...'
Kitap çeşitli varyasyonlara girip çıkarak ve sonlara doğru bilinç akışı bir hızla okuruna serenad çekerek bitiyor. Etkileyici türden ve değişik bir kitap. Ama ben size benim düşlerimde okuduğum bölümden söz edeceğim, düşler gerçek yaşamda ulaşamadığımız ya da sıkıntısını çektiğimiz ve iç dünyalarımızda bir özlem ya da ukde gibi kalan şeylerin dışa vurumudur. Örneğin ben felsefeyi çok severim ama yapamam, okula gitmekten nefret ederim ama devamsızlığım yoktur, çünkü; hayatımın ona bağlı olduğunu bilirim. Bu yüzden gördüğüm düşlerde hep derslere girip çıkmış, okulu hiç bir zaman bitirememişimdir. Yıllarca bir düş gördüm ben, üniversitede, lise bölümü vardı ve hep orada derslere giriyordum ve kalırsam dört yıl boyunca üniversitenin bu -lise bölümünde-, korkma diyordum kendime, nasıl olsa bir lise diploman var senin, bitirdim ben bu liseyi lektörler dersin ve kurtulursun bu işkenceden, bu düşü hala görüyorum ve işkence sürüyor bilesiniz.
Bir de eski işyerlerime giderim ben düşlerimde, vaktiyle çalıştığım yerlere, oralarda yaşım gereği, işim bittiği ve artık postu ağarmış bir -aylıklı aylak- olduğum halde, çalışır dururum ve bir ücret vermedikleri için, hep söylemek isterim ki, artık bir ücret bağlayın bana, bu kadar karşılıksız çalışmak olmaz!.. Neden iç dünyama işlemiş bu okul ve iş yaşamım bir türlü anlayamam, çünkü her ikisi de çok zorlukla geçmiş şeyler değildi ama ruhevinde çok önem veriyormuşum demek bu mesel(e)lere!.. Bu dediklerim yazı değildir, hayat gibi gerçektir.
Bunun gibi felsefeye çok merak saldığım ve hep özendiğim için, İngiliz Posta Arabası'nı düşlerimde felsefi bir metin gibi okumuştum ben (nereden bileyim gerçekte de öyle bir cantı var gibi), yaşarken özlemini çektiğim okuma ve yazma biçiminin dramatik biçimde ortaya çıkışı işte, tıpkı iş ve okul yaşamının işkenceye dönüşür biçimde düşlerimden çıkmayışı gibi.
Ben düşümde okuduğum bölümün, biçimsel ve düşünsel yanlarını algılıyorum ama anımsayamıyorum, daha doğrusu anlatamıyorum, zorlu bir şey onu burada anıştırmak, ama kendime güceniyorum bu yüzden ve ilginç bulduğum içinde, o bölümü buraya aktarmak istiyorum, o düşün dışında bir düşsellikte bile olsa, ruhum hafiflesin, ağırlığım dinsin -çünkü düşlerim beni hep sıkıntı ve zorluklarla başbaşa bırakıyor- diye... Zamanım yok kendime, folklorik renklerle bezeli bir düğün kaşığından yutar gibiyse de, bir parça aktarayım işte...
'Posta arabalarının dingilleri ve atların koşumlarına dek; öyle ince ayrıntılarla süslenirdi ki bu arabalar, sanki içinde Wisconsin'e doğru giden haşmetmeapları varmış gibi ürkü verirdi, neden ürker insanlar bu tür tantanadan diye hep düşünmüşümdür, güç korkusu mu bu, güz/elliğin büyüsü anlaklarını tavaya çevirdiğinden mi, kendileri hiç bir zaman ponponlu çorap giyemediklerinden mi, özlemlerin birine kavuşsa, diğerinin başladığını bildiklerinden mi, yoksa bin yıllar öncesinden genlerine girmiş bir korkunun, bilinmeyen bir ahval ve her belirsizlik karşısında yine depreşmesinden mi... Yazık derdim bu insanlara, kırlarda kukuletaları, kürek ve kazmalarıyla yanlarından geçerken, onların hayranlık dolu ürkülerine hep şaşırmışımdır ve üzülmüşümdür tabi sonuçta bu hallerine ve de kendime, çünkü biliyordum ki bilincimin kıvrımlarında, karanlık dehlizlerinde ve düş evimin derinlerinde aynı korkular var.
Bir gün İskoçya'nın hırçın sahillerinden bir düşteymişçesine geçiyorduk, atlar burada yavaşlar ve denizle, posta arabasının uyum dolu-çatışkan görüntüsü tanrısal bir hava verir; kıyı kasabalarının izleyenlerine. Ortalık ıssızdı ama, birden bir yarın arkasına kıvrıldı yol, deniz solda uzanıyordu artık ve uzağımızda, bir kadın bir erkeği çekiştiriyordu, perdelerin arkasından izlemeye koyulduk ama onlar bizi umursamıyordu sanki, kadın öyle çekiştiriyordu ki zavallı adamı, durup anlamak istedik olan biteni, bazen şöyle bir şey olur, gökyüzünden azrail ya da onun efendisi bile inse, insanlar sizi umursamaz olur; kuyruklu redingotlarımız, altın topuzlu asalar ve başımızın üstünde: İlahi ereği, merhametle karışık bir ıtır ve korku yaysın diye giydiğimiz şapkalarla, onların yanına vardık, kadın güçlü kuvvetli ama adam çelimsiz ve çukur gözlüydü, elem verici bir hali vardı, hiç ara vermeksizin ne yapıyorsun sen dedik kadına, ağzımızdaki lafı daha bitirmeden atıldı kadın; Kaçırıyorum ben bunu!..
Gökteki saltanatın yerdeki uzantısı arabamıza bindiğimizde, kahkahalarla güldük, insanlığın halleri bizi sürekli güldürürdü, sürekli ama, titrerken bile!..
Dublin'e gittiğimizde görülmüştür arabayla, deniz aşırı. Vapur acımasızca düdüğünü çaldığında (her zaman zorluklar yüzünden ayrılan insanları anımsatır bu klakson bana); hınçla atları kırbaçlayan sürücüye ne yapıyorsun demiştik, şaşırdık herife; entropi dedi, hiç gereği yokken korna uyardı beni görevim konusunda ve atları kırbaçladım bilisizce... Hayatın ve ölümün amansız baskıları işte!..
Atları bir çıma zorlukla zaptetmişti, yoksa Atlantis'e, haşmetmeaplarının posta arabasından düşerek; Styks'ı geçen ilk insanlar olmanın gururunu taşıyacaktık, bir seçilmişlik duygusuyla... İnsan ölümünün bile, bir ders ya da şaşaa gibi algılanmasını istiyor işte, yaşamlarına ne kadar bağlı şu yaratılmışlar görüyorsunuz.'
Uyandığımda kitaba kaldığım yerden devam etmiştim.
Kraliçem kendisiyle ilgili bölümü, okurlardan sakladığımı, nereden bilsin!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder