3 Ocak 2016 Pazar

PUSUDAKİ TEN

..



PUSUDAKİ TEN
(Bir Gölge Avı)

Yıl: 2001. İsa öleli 20 yüzyıl oluyor. ‘Abdullah oğlu’ 1300 yılı aşkındır, insandan uzak, dünyadan ayrı, Nietzsche, tanrıyı öldüreli ben diyeyim 90, siz deyin 100 yıl olmuş, atom parçalanmış, aya çıkılmış, Kuzey-Güney  savaşını kölelik karşıtları kazanmış, evrensel insan hakları bildirgesi dört bir yana asılmış, dünya hiç bir zaman olmadığı kadar ulusla dolu, üç kişi bir araya gelip bağımsızlığını ilan edebiliyor, hiç kimse hiç kimseye bir şey demiyor, sabah kahvaltısını Newyork’ta yapan, akşam yemeğini İstanbul’da yiyebiliyor. Çoklukla karamsar tablo çizsek de, belki de yeryüzü iyiye gidiyor!.. Kültür kavramı o denli yaygınlaşmış ki her şey bir sanat yapıtına dönüşüyor, sanat yapıtı ‘hayat yapıtı’ oluyor. İnsan ruhu hiç bir zaman olmadığı kadar özgür, usun sınırları sonsuzu zorluyor, robotlar yapılıyor, koyunlar, babunlar klonlanıyor, insan ‘isterse’ kendini çoğaltabiliyor ve bütün bunların olduğu yerde, hemen hemen tam merkezde bir ülkede kitap yasaklanabiliyor. Kitap ki insanın, yeryüzünün ve tanrının bir yansılaması, kitap ki (yazı) buluşların en büyüğü, kitap ki evrenin bir parçası; bir karşı evren, geçmişimiz, geleceğimiz, var oluşumuz... Şu buyrulanlar  bir parça yalan olsaydı, tanrı, kullarla arasına ‘furkanı’ koyar mıydı, dünya kütüphanelerle dolar mıydı, emirler, ilahi ceza adına; kara kaplı kitaplara bakar mıydı, aşıklar, sayfalarından hilal kaşlılara dizeler fısıldar mıydı... Modernite adına çekinmesek, neredeyse dünyaya kitap için geliriz; tanrıda, kitap için vardır diyeceğiz.
Yasaklanan ama şu yakınlarda beraat ettiğini öğrendiğim kitabın adı; Pusudaki Ten, Mehmet Ergüven; yazarı. Konusu; sanat ile cinsellik arasındaki bağ. Ne ki bir konunun işleniş biçimi herkes için ayrı olabilir; beğenmiyorsan, iyisini ortaya koyarsın, koyamıyorsan düşüncelerini yayarsın ama bunları yapamıyor ve yasaklıyorsan, bir insanın (belki bir sanat yapıtıyla) dünyaya bakışını engellediğin için, onu köreltmiş, onu körlükle cezalandırmış olursun ve onun bakışıyla ufukta yeni pencereler, başka dünyalar açılacak olan nice insanında usuna ket vuruyor, onun olanaklar dünyasına adım atmasına engel oluyorsun. Yeri gelince, Yunus’un, ‘Kâfir, Putperest, Mecusi olsan da / Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da / Gene gel!’ diyen Mevlâna’nın torunusun, ama; Tanrının bile inanmayan için bir şey demediği dünyada, onun bağışladığı ‘hoşgörüye’ sığmıyorsun!..

Ergüven, bu yasaklı kitabında bölüm başlıklarıyla, İtalyan ressam Caravaggio’dan, Jimi Hendrix’e, Türk Hamamı’ndan, Otomobil’e kadar şeylerin, kişilerin ve kavramların uyandırdığı cinsel fantezileri bunların birbirine eklemli düşlemiyle, uç sınırlara varan fenomenlerini irdeliyor. Tarih boyunca yaşanan, en açık tabu olan cinsellik, nedir ki en göz önünde bulunan fetişimiz olmaktan kurtulamıyor, onu tabu saymaya çalıştıkça aklımızı başımızdan alıyor, onu görmezlikten geldikçe karşımıza çıkıyor, ona el sürmekten kaçındıkça içimize giriyor. İnsanlık tarihi, neredeyse cinselliğin at koşturduğu bir hara, başlangıcımız bile bir aşk öyküsü, Adem ile Havva ve birinin diğerine aşk adına sunusu olan elma. Sonra mitler; Salomeler, Kleopatralar, Helenalarla sürüyor ve diğer yanda Sezarlar, İskenderler, Atillalarla genişleyip yayılıyor. Ve tarih kardeşiyle evlenen firavunlar, atını senatör yapan imparatorlar, hemcinsine tutkun hükümdarlarla dolu. Sezar için Roma’da, bütün kocaların karısı, bütün kadınların kocası deniyor. Binbir Gece Masalları, Dekameron, Kamasutra bu sayfaları süslüyor. Lükres Borjiya erkek kardeşi dahil herkesle yatıyor, padişahla arası bozulan cariyenin cesedi, Sarayburnu’ndan çıkıyor. Dilerseniz tarihe cinselliğin perspektifinden bakar ve her şeyi buna göre yorumlarsınız.
Kitap belirttiğimiz gibi bir tabuyu ele alıyor ve bu gizil ‘mahremiyeti’ (en gizli olan en açıktır) gözler önüne seriyor, bu konuda düşünmemizi öneriyor, Mit ve Ölümsüz Beden’ başlıklı açılımdan bir pasaj sunuyorum; ‘Aynı olgu, efsanevi kahramanın cinsel kimliği bağlamında da karşımıza çıkar; nitekim, genelde yalnız erkek değil, “çok fazla erkek” olmanın sakıncalarıyla karşı karşıyadır bunlar -abartılmış erkeksi nitelik, her an karşıtıyla tamamlanma eğilimindedir: “en erkek”, sonunda kendine göz diker. Bir başka deyişle, dizginlenemeyenin önce kendi kabı üzerine taşması kaçınılmazdır. Gılgamış da aynen bu şemaya uyar; üçte ikisi Tanrı olan bu olağanüstü erkek, tam dokuz karış gelen göğsü, uzun bacakları ve gümrah saçları ile çevresine rahat vermeyen azgın bir boğadır: “ Şehvetiyle Gılgamış, ortalıkta ne sevgilisine bir kızoğlankız, ne savaşçının kızını, nede soylunun karısını bırakıyor. “Ne var ki, Enkidu’nun sahneye çıkışıyla afallamaya başlarız: Gılgamış, henüz tanımadığı ve her tarafı simsiyah kıllarla kaplı bu vahşi adamı önce rüyasında görüp, onunla sevişmiştir...”

Gene ‘Sidik ve Şehvet’ adlı başlıktan bir bölüm; ‘ Anayurt Oteli’nde Yusuf Atılgan anlatım özgürlüğünü istismar ederek, ucuz yoldan okurun gözünü boyamaya kalkışmıştır. Ne var ki, Zebercet’in profilini dikkate aldığımız zaman, bu sözüm ona müstehcen sahnenin aslında son derece dolaylı ve ustaca işlenmiş bir erotizmle iç içe olduğunu görürüz. Henüz yedinci ayda doğan Zebercet, bir altmış iki boyunda, dar omuzlu, küçük elli, ama devasa maslahatıyla gizil bir Priapos’tur. Nitekim, olur olmaz cinsel organı sertleşen bu çekik yüzlü adam, vatani görevini yaparken geneleve gittiğinde, becereceği kadın şaka yollu takılmadan edemez: “Bak hele, az daha büyüseymiş boyunu geçecekmiş bu.” Dahası sadece Priapos değil, donunun yırtmacından çıktığında, göbeğine doğru dimdik duran orasıyla aynı zamanda fallik satyr gibidir Zebercet. Öte yandan, böyle bir organdan çıkan sidiğin kubura şar şar- yahut faşır faşır- boşaldığı sırada çıkardığı sesi onomatopoeia’da boşuna ararız; çünkü akustik göstergenin yazı dilindeki karşılığı zaman olgusunu kendiliğinden iptal eder. Bu işeme sesi bir sinyal olsa bile, asıl belirleyici, daha doğrusu tahrik edici olan, sidik miktarını gösteren süredir- erkek adam, at gibi işer!
Aynı konu, Kolera Günlerinde Aşk’ta çok daha çarpıcı biçimde karşımıza çıkar; Marquez, işemeyi düpedüz yaşamla ilgili bir sembole çevirmiştir burada; işeme miktarı, sidiğin tazyikli çıkışı vb. usulca cinselliğin metaforuna geçip, günbegün seks gücü azalan erkeğin gizli sır ortağı olmuştur artık. Fermina Daza, balayı için bindiği geminin kamarasında, zifaf gecesi ilk kez bir erkeğin çiş sesini duyduğunda kendinden geçer.” (...) tıpkı at sidiği gibi fışkıran sidiğinin sesi ona öylesine güçlü, öylesine yetkeyle dolu görünmüştü ki, içindeki yıkım korkusunu artırmıştı.” Ancak, yıllar geçtikçe ne bu basınçlı fışkırma, ne de sidik miktarından bir iz kalır geriye. Kolejdeyken dimdik fışkıran sidiğiyle şişeleri dolduran doktor Urbino, yaşlandıkça güçten düşmüştür:” (...) ama yılların yıpratmasıyla yalnız sidik miktarı azalmakla kalmamış, eğrilmiş, dallanıp budaklanmış, dikleştirmek için harcadığı tüm çabalara karşın, bir türlü doğrultulamayan kaprisli bir fıskiyeye dönüşmüştü sonunda.” Besbelli: Marquez, üreme ve sevişme dışındaki işleviyle penisin cinsel çağrışım gücünü gündeme getirmiştir böylece. Güçlü cinsel organ, yalnız görüntüsüyle değil, idrar kesesinden prostata kadar görünmeyen altyapısıyla da sapasağlamdır. O halde bol miktarda ve basınçlı gelen sidik, güçlü erkekliğin yanı sıra, öncelikle sağlıklı ve genç olmanın göstergesidir.; çünkü uzun ve uzağa işeyen penis, sorunsuz ereksiyonun teminatıdır. Doktor Urbino ise, tıpkı karısı gibi, oturarak çişini yapmaya mecbur olur sonunda; zira, ne kadar dikkat ederse etsin, pelteleşmiş orasından çatallı ve gelişigüzel akan sidiği küvetin kenarlarını kirletmektedir artık.
Hiç kuşkusuz, kalp ya da yüksek tansiyondan ötürü alınan idrar söktürücü bir ilaçla da uzun uzun işemek mümkündür.; ama bu, cinsel gücün değil, yaşlılığın göstergesidir sadece. Dahası, çiş bile olmaktan çıkıp, öylesine bir sıvıya dönüşmüştür bu aşamada.’
Son olarak Dışkı ve Şehvet adlı bölümden bir anekdot; ‘Galler Prensi IV. George’la ilgili öykü, iri penis ile sidik miktarı arasındaki saplantıya ilginç bir örnek teşkil eder: “Prens’in öykülerinden biri de, erkek kardeşlerinden birisinin çok büyük olan penisiyle ilgiliydi. Bu gerçeği onunla birlikte bir gece arabada yaptığı yolculukta keşfetmişti. Kardeşi hacet giderme ihtiyacı duymuştu. Arabanın penceresinden dışarıya işerken, çişi tıpkı bir çeşmeden fışkırır gibi fışkırdı; hatta arabacı korkunç bir yağmura yakalandıklarını sanıp atları daha da hızlı koşmaları için kamçıladı.’
Antropolojiye göre dişil olandan, zaman içinde bir ‘sapma’ olarak eril canlı koparak, oluşmuştur. Onun için ana rahmine dönüş özlemi çağlar boyunca vazgeçilmez bir imge, bir metafor olarak sanatta kullanılagelmiştir. Aslında, her türlü yasak, her türlü mahremiyet, yoksayış karşısında söylenecek tek söz vardır: Zamanın zorbalığından çekinmiyor musun, saklanacak neyimiz var ki demek gerekir. Tevrat’ın Salome’si, Davut, Süleyman Meselleri, Maria Magdelena, Sevde Öyküleri, Harun Reşit, Şah Cihan, Fatih, Katerina, Mary Stuart hep bir albeni olarak insanlık tarihinde süregelen cinselliğin gizençli kahramanları olarak anılagelmiştir.
Bakın cinsellik dediğimiz tatlıcadı-kazanına F.G. Lorca, (Davut’un oğlu ve kızı Thamar ve Amnon’un ilişkisi için nasıl kızıl alevler salıp, nasıl betimler çağırıyor: ‘Saat üç buçuğa gelince / Amnon girdi yatağa, yattı. / Kanatlar dolu gözlerinden / aldı döşekliği bir acı. / Gün, o koca yığın köyleri / gömer altına boz kumların / ya da salar ortaya bir gül / ve dalya mercanı, uçarı. / Kuyuların o tutsak suyu / testilerde sessiz uyanır. / Yosunlara çöreklenmiş de / şakır odunların yılanı. / Amnon derin derin iç çeker / serin örtüsünde yatağın. / Bir ürperme sarmaşığıyla / yanar gövdesi cayır cayır. / Derken Thamar çıt çıkarmadan / çıt çıkmayan odaya daldı: / rengi tuna ve damar rengi / ve uzak izlerle bulanık. / Thamar dayanılmaz tanınla / gören gözlerimi sil artık. / Kanının ipleri fırfırlar / işler eteğine urbanın. / Ah, ilişme bana, ağabey / Arılar mı desem rüzgâr mı / öpüşlerin omuzlarımda / bir çift flütün oğulları. / Dimdik memelerinde Thamar, / çağırır beni iki balık / ve parmaklarının ucunda / fısıltısı var bir koncanın
(Çeviri:Sait Maden).

Her kitap evrenin bir risalesi, minik bir gölgesidir, yasak, o’nu ortadan kaldırmaya çalışmak olur, buda kendimizi ortadan kaldırmak demektir ki paradoks olarak, kitabı yasaklayan, -bir istenç belirgesiyle- kendini ortadan kaldırma girişiminde bulunmuş olur. Kim kendine düşman olabilir ki, kim bu dünyada ‘bir gölge avıyla’ avunabilir ki!.. Son bir kez ‘Sevinin Erişilmezliği’ başlıklı şu şiire bakın:
Saçların, eski Yunan testileri saçların / Gözlerin süt yolunda açan koca bir güneş / gözlerin Azteka / Dudakların kızıl elma!.. / eski zaman şarkıları dudakların / çağırırdı haramlara, günahlara / Ellerin ayna gümüş sırmadan / ellerin ova / ellerin Toltek’te kutsal bir eşya / Ve bir tirşe gök kuşağı / erinçsiz vadiler tutsağı, göğsün ortası / göğsün ortası allı pullu kobra kemer / akışkan su yılanı / Sargın bulutlar arasında salınan yontusun tanrım, / sana ermek olanaksız / us dışı! / Sevgilim ay çıkınca / çıldırtılar arasında gelip usulca / boynumu sarmadıkça!..

Hiç bir ışığın olmadığı mağaralarda bile kör adam balıkları yaşar. Gelmiş geçmiş en ödünsüz
ideolojinin kuramcısı Karl Marx bakın ne buyuruyor: ‘Nihil humani mihi alienum’ “İnsana ilişkin her şey kabulüm.’ Zeus’un yorgun atıyla göklere tırmanmaya çalışan Apollon’sa ‘Karnımız toksa her yerimiz açtır’ diyor. İnsan “dünyayla” sevişmek için gelir. İnsanın, insanıdır kitap. Pusudaki Ten’i okuyarak kızıl dehlizlere girip, döngüsel yıkıntılardan geçerek, belki yaşama ‘Işık, biraz daha ışık’ diyebilirdik. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder