4 Ocak 2016 Pazartesi

PERA PALAS

'Eski'l bir dille, yeni bir şey yazılamayacağı...' Annemin, büyük / büyük babasının adıydı Habip... Sevgili demek... 1800 lü yılların sonuna doğru Beyoğlu'nda siyasi bir oluşumun partizanlarından bir grubun saldırısıyla ölmüş, linç edilerek... Gece karanlığında, sokak ortasında... Güneş dünyayı aydınlatırken, uzay neden karanlıktır, işte bunun yüzünden, ölüm, diğer adıyla karanlık bizim kaderimiz... Ondan kurtulmayı hak etmiyoruz. Sokak lambası yalnız çevresini aydınlatıyor, bir kaç adım ötesinde çığlıklar duyabiliriz. Işık düzgün doğrusal yayılan bir töz, etik değerleri ağır basıyor, karşısına bir engel çıktığında, yanından kıvrılarak geçiyor ama düzgün doğrusal olmakta zorluk çeken yaratıklar bunu bir eğim, sapma, kaçınma olarak algılayabiliyor. Ateş böcekleriyle dolu bu dünya, ama sonsuz karanlıkta bir nokta, parıldayan minicik bir mücevher gibiler, unutulup gidiyorlar. Kozmos uçsuz bucaksız bir gayya kuyusu, bilinmeyenlerle dolu bir krater, volkan, ona baktığınızda kendinizi bir daha anımsamayacak, sonsuzca unutacak denli bir ürkünün içine düşebiliyorsunuz. Zamanın bile akmadığı kozmik canavarlar, kurt delikleri, sonsuzluğun sonunda başladığınız yere döndüğünüz anlar, enfraruj ışıkları, mavi devler, kuasarlar, nötron yağmurları... En güzelini Jesus söylemiş; onu aradım, neredesin baba dedim, uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan başka bir şey göremedim. Uzayda palet gibi uzamış ayağı, bir ördeği andıran dev suratlarıyla, galaktik yolları adımlayan tepegözler var mıdır, at başı bulutsusunda kirayı ödeyemediği için yuvalarından kovulan yarım dünya filler ve diğer tüm canlıları yiyip bitiren aslan ve ecinniler... Giordano Bruno, evrenin sonsuz olduğunu düşündüğünde, Copernicus'in görüşleriyle sınırsızlığı ileri sürdüğünde, tanrının işini zorlaştırdığı gerekçesiyle dili koparıldı ve insanlık tarihinin resmi başkenti Roma'da, Campo dei Fiori meydanında yakıldı. Ondan bize geri kalan yalnızca şu sözcükler; "Ne gördüğüm gerçekliği gizlerim, ne de bunu açıkça dile getirmekten çekinirim. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilit ve bilisizlik arasındaki yarışa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve bilisizliğin atalarıyla, anlayışsızlığın ve körlüğün denizlerinde yüzen çoğunluğun öfkesine göğüs germek zorunda kaldım ve hep öyle yaşadım." Bilisiz çoğunluğun saldırılarında ezilmekten hoşlanan bir avare miydi Giordano... Yeryüzünün cehennemlerinde, iki ayağı üzerinde durmayı başarabilen tek canlı insan, homo erectus, ardından hemen homo sapiens geliyor, Rodin, düşünen adam!.. İki ayağı üzerinde durabilen biri, kolaylıkla yıldızlara çevirebilir yüzünü, sırt üstü uzanarak yüzyıllarca düşünebilir, korkar ve kuramlar ileri sürerek, gölgelerin dehşetine anlamlar yükleyerek, artık ürküsünü dağıtabilir ama ne yazık ki hemcinslerine, diğerlerine korku salmaya başlar, güneş tanrımız değil, dünya boşlukta rüzgar gibi uçuyor, kutuplarda ne gece var ne gündüz, dünyanın merkezinde erimiş ateş topundan bir güneş var, biz sönmüş yıldızların tozuyuz. Ürkü bedenin gereksinimlerinden biri, adrenalin salgılamak için bir pompa, ışık kaması gibi yüreğimize girdiğinde kendimizden geçer, orgazm oluruz!.. Evrenin yaşı havarilerin sayısına milyar sözcüğü eklendiğinde ortaya çıkan bir yelkovan, on üç milyar, Judas dahil!.. Bundan ötürü bazı yıldızlar o denli uzak ki bizden, genişleyen bir evrende hala ışığı bize ulaşamayan tanrı parçacıkları var ve cüsseleri -bizim evreni- katlayabilecek gök adalar!.. Uygarlık gözümüzü yıldızlara çevirdiğimizde başlayıp, hız aldı ve evrenin gizlerini bir bir ortaya çıkardığında insanlık, gelişim her seferinde biçim değiştirdi. Yanılsama, yanılgı, yanlış bilgi, safsata, yalan, bilisizlik ve kötücül yaklaşımlar sanıldığı kadar kötü sonuçlar yaratmıyor görünen dünyamızda, her kötülük, her safsata ve -skolastizm- sabit düşünce, hurafe bizi yeni düşünceler üretmeye zorluyor, karşıtların çelişkisi bu, diyalektik... Doğru bile eni sonu yanlışlanmaktan kendini kurtaramaz, Copernicus astronomide devrim yaptı, güneş dünyanın çevresinde değil, dünya güneşin çevresinde dönüyor dedi... Ptoleme çağını beklemişti!.. Bilemiyorum, uydu, ana gezegen ya da güneşinin çevresinde dönüyordur belki ama herkes birbirinin çevresinde dönüyor sonuçta, (ben Leyla'nın, Leyla Ahmet'in, Ahmet, Süheyla'nın ve Süheyla yinelemeye bir tepkime olarak canı çektiğinin!..) algı kapıları günü geldiğinde her şeyi değiştirecek ve her görüş yenilenecektir, dünya düzdü bir zamanlar, küre olduğunu anladık, ama çok daha ayrıksı bilgilere ulaştığımızda, amorf ya da göğül nesneler, geoit oluntular biçiminde varlığını sürdürürler diye, küresel görüşten uzaklaşmayacağımızı kim bilebilir. Kültür okyanusları, küresel olandan uzaklaşıp, moleküler ayrıntılara doğru yaklaştığında, dünya küre biçimindedir demek, alfabenin ilk harfi A demeye benzeyecektir, hiç bir işlevselliği olmayan bir bilit, atomik dünyalara ulaştığımız gün dünyamız göksel varlık, noktacıl bir nesne olarak tanımlanacaktır, ona küre diyenler, ahalinin hala iki ayak üzerinde durmaya çalışanları olacaktır artık!.. Direnenler kaybediyordur!.. Bilgi, birikimimizle paralel olan bir olgu, bir oluntudur, ilk çağda bir otomobil gönderilseydi Fred Çakmaktaş'a oda tatlı dilli Wilma'ya armağan etmezdi onu, doğada tuhaflıkla biçimlenmiş garip bir oluntu gibi onu parçalar ya da uçurumdan aşağı atardı. İletişime yarar bir sabun köpüğü çevremizde dolanıyor, koklayınca açlığımızı gideriyor, dokununca uçuyoruz onunla ama kimse bunu bilmiyor ve sabun köpüğüne öylesi bir uçukluk gibi bakıyor dünyalılar, böylesi saçmalıklar!.. Neden, Fred Çakmaktaş otomobile ancak böylesine yaklaşabilirdi, algı sınırlarımızın ve kültürel enginliğimizin dışında kalan her şey saçma gelir bize, tanrı yanımıza gelse dediğimizde, hepimiz bu olasılığa, saçma diye bakabiliyoruz, saçmada olsa bir gün biri çıksa, dünyanızı ben kurdum, sizleri seralarda ben büyüttüm, Cengiz Han'dan, Napolyon'dan ben gözettim, küçük baş hayvanlar, kümesteki canlılar gibi birbirinizi gagaladınız durdunuz, hep başımı ağrıttınız ama inanın zamanın akışında çok güzel şeylerde yumurtluyordunuz, onun için sizler için bir pişmanlığa, ortadan kaldırıp, yok etmeye kıyamadım ve işte bugün karşı karşıyayız, hoş geldiniz canlarım, canlılarım dese ne düşünürsünüz!.. Deliliğin edimleri bu demek, bir olasılık olarak, bizlerin deli olabileceğinin kanıtı olmaya bayağı yarayabilir!.. Çünkü her iki görüşün de bir kanıtı ve bir karşıtlamı üretilememiş, bellek evimizde... Jüpiter'i görmedikçe yok demeye benziyor, yoktur belki de ama olabilirde!.. Avareler dünyamızın gelişmesine yol açıyor, kumrular gibi düşünüp, hindiler gibi dalıp gidenler, gözlerini gökyüzüne çevirenler kuramları yaratıyor, bilgiler bilgisini aşıyor, bir yanlışa düşenler, bizi uçuruma sürükleyenler, kuramsallıkta ilerlememizi sağlıyor, çünkü o yanlışlar bizim yeni ve sonsuz denizlere dalmamızın payandaları, yeni yelkenlerin rüzgarla dolmasını onlara borçluyuz, yeni yollardaki ayrıksılığı onlar sağlıyor, o yanlış bizi yeni arayışlara sürüklüyor, kozmik canavarlar bizi yok etmedikçe, bir hiç yüzünden birbirimizi öldürmedikçe doğru yoldayız biz. Leibniz, olabilecek dünyaların en iyisinde yaşıyoruz dedi doğallıkla, doğru değildi belki ama bir kaç ayrıntı dışında, bizim düşmanımızın biz olmadığını anladığımızda, bir ok gibi ileri fırlayabileceğimizi düşünebiliriz ve geçmiş yüzyıllar, bugün ve yarın için yalnızca göz yaşlarımızı tutamıyoruz biz... Oysa her şey o kadar kolay görünüyor ki, o kadar!.. Güzellikler o denli yakınımızdaki... Gerçeğin örtüsünü kaldırabildiğimizde gerçeği göreceğiz!.. Görüyoruz ama gösteremiyoruz, söyleyeceğiz ama dilimiz tutuşuyor, umarsızca bakınıyor ve yalnızca göz yaşlarımız var artık!.. ... Habip yüzbaşıymış gerçekte, okuma yazması olan, kültürel donanımlı ve dışadönük biriymiş anlaşılan, söylentilere göre Kırım'a gitmiş, oradaki çarpışmalara katılmış, Osmanlı'nın çöküşü döneminde Dersaadet'e dönmüş ve ileri gelenlerin düzenlediği bir toplantıdan sonra, geceleyin düzenlenen baloya katılmış. O dönemin, sırmalı üniformaları içindeki her kaytan bıyıklı gibi yakışıklı, gösterişliymiş. Belki de Abdülmecit'e armağan edilen bir piyanonun eşliğinde boy göstermiş, herkesin gözleri önünde bir Ermeni kızıyla dans etmiş, onlar ne denli güzel insanlardır, kırmamış, karşı çıkanlara bile dudak bükmüştür eminim. Balo Pera'daymış, Pera Palas'da... Ama ortalık kaynıyor, bir Borges öyküsü değil ki olanlar, edebi paradokslar ve etnik, Arabi ya da mitik metaforlarla süsleyelim her şeyi... Herkes birbirine içten içe kinli, herkes yüzyılların hesabını sorabilmek için hazırlıklı ve temkinli... Gecenin ilerleyen saatlerinde Habip'in bu gösterisi bir gözdağı gibi algılanmış elbette ve iç-güdüsel bir meydan okuma... Dışarda erketede durup onun çıkışını gözleyenler, bir hançerin parıltısında, koltuk altına gizlenmiş bir kamanın sıcaklığında, onu bekleyenler bir yazgının gongu vurmuşçasına elbette muradına ermişler. Bir canı canından alanlar, bir soluğu durduranlar, bir gırtlağın tadına bakıp, bir çeşmeden akar gibi horlayan, kanın gürültüsüne kananlar, son iç çekiş köyüne yaklaşan Habip'in gözlerinde dünyaya doymamışlığın kederini görmüşler... Gecenin karanlığında, aslanın ağzında gözü parlayan bir antilop gibi görmüşler; gözlerinin dönüşünü!.. Bilinci yitmek üzereyken bir türlü anlaşılamayan bir sesi, gaipten garip bir inleyiş gibi duymuşlar boğazının hırıltısını!.. Onu sonsuzluğa yollayanlar, Ermeni komitacılar, Yunanlı efsunlar, Bulgar casuslar ya da yedi düvelden bir ayrılıkçı, işgalciler, kavgacılar olsa ne yazar... Bilimde safsatadır, barışın, güzelliğin, kardeşliğin peşinde, silahlar, gardiyanlar, krallar ve kaplanlar üretir. Yüzyılların akışında bir yinelemedir bilim, taşla saldırır insana önce, oka geçer sonra, sonra top devreye girer, sonunda kendini bile yadsır ve Hiroşima diye haykırır, yarın bilim bize ne sunacak bilebilir miyiz, öngörebilir miyiz... Biz biziz!.. Dünya merkezli bir evren düşündük, olmadı, güneş merkezli bir dünya düşündük, olmadı, evren merkezli bir süt yoluna inandık, gene olmadı... İnsan öldü, insan yandı, insan haykırdı, insan göz yaşı döktü gene olmadı!... 'Gelecek için gökten ayet inmedi bize, onu biz kendimiz vadettik kendimize!..' Habip'in bir kuşak sonrasında İlyas, kırk iki yaşında -ikinci kez- dört çocuğunu geride bırakarak, 1914 harbi için Narlıdere'ye ulaştığında, lekeli hummadan üç gün içinde öldüğünü kırk yıl sonra öğrendiler, ne ölüsü geri geldi, ne de dirisi!.. Oysa dört yaşında ki Ömer'in elini tuttuğunda, çabuk dönerim demişti. ... Olaydan önce, Pera Palas'ın revaklı salonunda atışmalar olmuş, herkes birbirine çullanmış bir ara, silahlar patlamış mı, çığlıklar havada uçuşmuş mu, bir pala savrulmuş mu bilen var mı!.. Carmen yüzünden sanabilirsiniz olayı, hayır içgüdüler, madalyalar, ayrı ayrı ülkelere bölünmüş gezegenimizde, 'bir avuç dolar', bir avuç toprak yüzünden... Gerekçeler neye yarar!.. İnsanlar, halk avcıları, hala buğday soyludur, emek kutsaldır, sevgi yücedir, barış gelecektir diye şiirler yazıp, şarkılar söylüyorlar, yinelemeler neye yarar, her kuşak aynı şarkıları dinlemekten, aynı şiirleri okumaktan bıkmadı mı!.. Ne yazık ki bir aldatı ve bir yinelemeye dönüşüyor bunlar, hiç bir şey değişmiyor, hiç bir şeyi değiştiremiyor insan yavrusu yüz yıllardır... İnsanlığın sorunu, hiç bir şeyi değiştirememek ve yinelemeyi, avunmayı yaşamı bilmek!.. Neyi değiştirebiliyor ki, ama değişmeyeni değiştirmek için, belki de unutmayı öğrenmesi gerekiyor!.. Ayrıca psişik kurtuluşu değil, maddi varlığı ve gerçekliği benimsemesi gerekiyor belki de, unutuş gerçeklik barındırmalı ve her şey açık seçik anlaşılmalı!.. Tartışılmalı, belki de umarsızlık yanılgılar üretiyordur hala!.. Düşünceye değer veren bir tanrımız ve dünyamız insana yakışır bir yer olsaydı... Habip ölmezdi!.. Bu anıların, anıştırmaların, kaygıların, acıların onunla ne ilgisi var... Olur mu!.. Dünyamız yaşayanların değil, ölüp gidenlerin uygarlığı hala... Habip, ey sevgili, günahın neydi... Bir hay huyun içinde, toprak kavgaları ve ölülerin kutsanmalarıyla dolup taşan bir mezbaha, bir kapital ve bir borsa cenneti ve artı değer talanının paylaşımında salınıp duran bir -kılıç suyu- planeti!.. O kırk bir yaşında, ömrünün baharında, hemcinslerinin naraları arasında, kolları bacakları ayrılıp, teni ekimozlar, göğüs kafesi darplarla süslü olarak, bir soğuk hava deposunun girişinde haftalarca, donmuş, yapayalnız bedeniyle, kimsesizler mezarlığına gömülmeseydi eğer... O tarihte bir ölü bir yerden bir yere taşınmıyordu, ölüm haberi zaten aylar alıyordu, olan bitenler bir hurafe, bir söylentiydi, gerçekliğin boyutlarını kimse bilemiyordu... Ama şu bir gerçek ki o, onlar ölmeseydi, Ayanlar avlusundaki sandukasında bulunan, Tercüman-ı Ahval gazetesi, bugün hala yaşıyor olabilirdi. Bir tarihin bitişiyle; görüngüsü, kültürel yapısı ve onların hayran olunası tanrısal birikimleri de yitip gitti ve her şey -eski bir şarkı gibi- yeniden başladı... Tarih sonsuzca bir yinelemedir!.. Her yıkım yazık ki, yinelenen bir yapıma dönüşüyor. Kısır bir döngüdür belki de bu. Bilinmez... Oysa yitirilmemiş bir düşünce, bir ses, bir bakış dünyayı değiştirebilirdi!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder