28 Aralık 2019 Cumartesi

ETHEL



(Bir Büyükada Öyküsü)
Ada vapuru, Kserkses'in Hellespont'u geçmek için yan yana dizilen sandalları gibi, değişik türden yüzlerce yolcusuyla hareket etti. Peçeneklerde Bosphorus'u (Sığır Geçidi) aşmak için aynı yöntemi kullanmıştı derler. Genelde çevremi izler, insanlarla göz göze gelir, havaya, suya, kıyılardaki gökdelenlerle dolu, artık yedi kocadan arta kalmış değil, üç günlük Newyork gibi sibernetik bir yazgıya dönüşmüş rüküş ve pornografik Konstantinapolis'in kötü kokular yayan 'vagonismusuna' doluşmuş dünyalara bakarım ben.
Biri ta uzaklardan geldi ve seçilmiş bir yalnızlığın kederiyle boğuşan ve derdine bir türlü deva bulamayan; artık yaşlanmış ve tacını tahtını kaybetmiş zatı aliniz, onun nadan ve pişman kulu, yıkıntılar arasında ilahi, Genç Osman'ın karşısına oturdu!..
Sık sık yer değiştiren, ikide bir kent, semt, okul, ada, moda değiştiren her insan gibi sonsuzca süreceğine inandığım yalnızlığımın bulaşıcı sayrılık gibi üzerimden atamadığım bir kompleksi vardır, herkesle konuşmak isterim, her kadına hayranlıkla bakarım ve karşıma gelip oturan her insanın bilerek bunu yaptığına inanırım. Yalnızlık sendromu halüsinasyonlar üretir, geceleri konuşur ve düşler içinde geçen bir yaşamın kapılarını açar insana, bu kuyularda bazıları kaybolur, bazıları da yaşamla nefron suyu yarıştırmayı ve her şeyi ve kendisini de küçümsemeyi başardığı için yenilmez armada gibi dolaşır, sahillerde, kenar semtlerde, Cihangir'de ve adanın daracık koridorlarında, faytonların maziye karıştığı patikalarında...
Karşımdaki bayan beni haklı çıkarırcasına hemen kitabını çıkardı...
Kitabı bu garip yolcumuza, şöyle bir aşk duygusu veriyor mudur acaba, okuduğuna göre... 'Tam bir dil ziyafeti, biçem var (üslup, yazara özgü dil, dolayım), biçim var -anlatım özgünlüğü, konu bütünlüğü, tinsel çerçeve- sözcesi var (yazarın kullandığı dil), derli toplu, arı ve seçkin, bugüne dek denenmemiş üstelik, bu biçem değil, yazarın kullandığı ve hepimizin kullanıp, kullanabileceği dil burada söz konusu olan, konu var, köy-bozkır-uygur geleneği ve yaşam biçiminin, gündelik kaygı, baş edilmezleşen tasalar ve sevinç taşan, bezdirici uğraşlar içinde akıp gidişi, zamanın dışında, orada bir yerde geçen, gizemli bir dünyanın, diri ve sürgit körpe bir dil eşliğinde, şaşırtıcı biçimde düşlerden aşkın sayfalar boyunca, yellerde devinen bahar yaprakları gibi titremler içinde sürüp gidişi, anlatı var, konu sıkmadan ve büyüleyici bir yabansılık içinde, sanki yinelemelerle sürüp gidiyor da, ama dilin baştan çıkarıcılığında hep yeni bir şeyler söylermiş izlenimi vererek, belki de okurun başını döndürdüğü için, onu ele geçirerek bizlerin elini tutuyor ve kendi zamanının, uzamının içinde bambaşka bir dünyaya sürükleyerek, evrenin nice gizemli köşelerinde neler olabileceğini, ne can alıcı, albenili yaşamların, bir düş gibi sürüp gidebileceğinin özlenci ve dilin olağanüstü oyunları içinde bizi kucaklayıp ve yaşam sevinciyle kuşatarak, dirim veriyor artık, yazın dediğimiz şey bu işte, okuyun, dilin, dillerin ne denli ele geçmez bir bayır gülü, ne denli büyülü kokular yayabilen bir güneş ayeti olduğunu görüp hak vereceksiniz...'
Şol betikler böyledir de, dünyamız nasıl bir ırmak söylencesidir acaba, onun için, seyrüsefer edilecek bunca dünya varken sanki yine de, zaman peşinden koşuyor da, boş bir anını yakalarsa gırtlağının tadına bakabilirmiş, ölüler ülkesine, Kharon'un sorgusuna yollayabilirmiş gibi ivedilik yansıyan bir korkuyla satırlara, satirlere bakarak dalıp gitti konuğum!..
İçimden, şimdi benim laf atmamı bekliyor diye düşündüm, düşler kadar zevkli bir şey yoktur çünkü!.. Ama atamam ki, öyle becerilerim olsa yalnız olmazdım ben, düşlerimin prangasında ömrünü yitirip gidecek bir forsayım. Üstelik suçüstü yakalanırım korkusuyla düşlerimi gizlemeye çalışırım, insanların gözlerinin içine gene de bakamam, asla konuşamam, ta ki bir ip ucu veya karşımdaki bir açık verene ya da kendisi bir şey diyene kadar. Düşlerimin hapishanesinde yaşarım kısacası. Düşlerimden kurtulmam onlarla haşır neşir olmam demekse, düşlerim beni yalnız bırakır ve tümüyle karanlığa gömülürüm, düşler yalnızlığın devasıdır, insanlar değil, bir paradoks olsa da bu çözüm!..
Ama bir alışkanlığım vardır yine de, beğendiğim kadınlara laf atabilecek kadar delilik nöbetleri geçirdiğim olur, kimdir onlar, hoşlandıklarım, güzeller güzeli bulduklarım değil, kaçık tipli, meraklı, vücudu deformasyona yüz tutmuş, aksanı yarı gülünç ya da tuhaflaşmış, gene de ben sizin endazenizi herkesten çok bilirim langalılar diyecek kadar fütursuz, pelül pejmürde, göğsü beline uzanmış, kolu kalçası gibi, morsdan kuvvetli, dudağı tanrı aşkına silikondan, gözleri radar vazifesi görebilen, saçları kilometrelerce uzanan çadır gibi başını örtmüş, geçmiş zamanın bahtsız, tahtsız, Nefertitilerini andıran ve ana tanrıçadan el almış devasa kıratlar!.. Onlara aşığım ben, her şeyi bilir gibi yaparlar ama sizin her söylediğinize başıyla ya da hamur tahtası gibi uzayan dilleriyle onay veren hanende melekler...
Karşımdaki bayan kitaptan gözünü ayırmıyor ama inanın tanımını yaptığım tiplerin -intelektüel- görünümlü versiyonu bu, arzuyla bakıyor inceliyorum onu, nasılsa başı önünde, ayağını bana doğru uzatacak diye bekliyorum, bu tipler bu hareketi tanrı adına bilinçsiz biçimde yaptıklarına sizi inandırırlar, çünkü çantaları koltuğu kaplar, şalları yere sarkar, pabuçları ayağından fırlayacak gibi olur, varsa gözlükleri yüzünü karanlığa boğar, işte ayağını ayağıma çarptı bile, ama o kadar bilincindeyim ve doğallıkla bekliyorum ki bu hareketlerini, benim için bir şey ifade etmiyor artık, onlar çok masumdur, sizin çay bardağınız yere düşse kırıklarını sizden önce toplar çünkü...
Ama platonik aşkımın bu jestini karşılıksız bırakmamaya yeminliyim tabi...
Bir yolculukta ya da vapurda, açık havada, piknikte okunacak koskoca bir dünya varken 4x4 alt tarafı yüz rakamının türevlerini geçmeyen kitaplara dalanlara şaşarım ben, dünya bir kitap değil mi yahu, bu bir kimlik yarışı bence, ıvır zıvıra değer veremem ben, zamanım çok değerli, sizin gibi ''Trene!'' bakacak zamanım yok, homo homini lupuslarım, okumam gerek, kendimi geliştirmem gerek, kariyer edinmem gerek, üst katlarda, teraslarda, orada okyanus ötelerinin dikte edilip, pazarlandığı kokteyllerde yaşamam gerek!.. Siz ordinary people'larım hep aynı şeyleri yineler, bıkmadan usanmadan trene bakarsınız, ne var bunda, zamanınızı biçimlendirip, hükmetmezseniz o sizi biçimlendirir, hükmeder!..
Ama güzelde sonuç, korona virüsünün travmalarıyla eve kapanmak, manikür pedikürle dolu bir hayat yaşamak, kokteyllerde sıra gecesi beklemek, yazacaksa, büyük annesinin, çizecekse göl kıyılarının, alacaksa 1+1 lerin aynalı hapishanelerinde sönüp giden yaşamlar olmuyor mu bu, değer mi, trene bakan buzağıları ve anne-babalarını bu kadar yokuşa sürmek!..
Vapur iskeleye doğru yaklaşıyor ve sonunda yarı buffalo maşuğuma, dizine kapaklanır gibi işaret ettim, son durak der gibi ve usulca kitabını kapattı. Onlara karşı cesurumdur!.. O kadar hırçın ve kemikleri dışarıya fırlayacak bir butun kol ve bacaklarına sahip ki, kitap okuması onu türün öbür bireylerine özgü kitap okuma alışkanlığının bu devasa piramitte nasıl oluştuğuna dair insanlarda kuşku uyandırabilir ama ben biliyorum, aşklarımı çok iyi tanırım, onlardan her şey beklenir ve ağızları bir makineli gibi hızla çalışırlar ve herkesi bastırarak, eteklerinde kurulmuş kolonyal ülkenin altına sığdırabilirler inanın. Tartışmaya gelmez, ben hariç!..
Sonunda olan oldu ve benim işaretime bir lafla katılmak zorunda kaldı her zamanki gibi, ne çabuk geldi vapur ya dedi, satırlardan nicedir ayrılmayan mahmur gözleriyle!.. Şimdi anımsamıyorum, bir iki sıradan şeyler söyledim ona ve isminiz nedir sizin dedim, isimler o kadar önemlidir ki benim için, siz sırf onun ismi için bu öyküyü yazdığımı bilemezsiniz!..
Ethel dedi, çok nadir bir isim ama bildiğim Ethel Kennedy var dedim, telefonuna bakarak sağlamasını yaptı, kimilerine boşboğazlık gibi gelen bir yaklaşımla dudağını kıvırıp, direk sanatçıyım ben dedi, telefon numarasını aldım, alırım da!..
Ve dedim ki ona, çok çabuk gelmedi vapur Ethel, kalktıktan hemen sonra lodosun tanrısı istedi diye, bordadan bir balıkçı filikasına çarptı, balıklar özgürleşti ama yolculardan biri denize düştü, neyse kurtardılarsa da bu kez balıkçı göz yaşı dökmeye başladı, az sonra Fenerbahçe camiinin imamı ikindi duasına davet etti yolcuları, yeri göğü inleten, vapur düdüklerini bile bastıran çağrısıyla, bir kaç yolcu koridorda eda etti ibadetini, o sıra İsa efendimiz denize girip saklanmış olacak ki, yürüyerek vapura geldi, hepimizi elceğiziyle takdis etti, kuş biçimli buhurdandan, baharatlar, esanslar serpti, yüzmekte olan yunus kafilesini dudaklarından öptü, içimizde adı Yahya olanı alıp Yerusalem'e gitti, anında ortalıkta Kabe yeşili bir hava esti, biri, iki ada arasına, bak işte Kidron vadisi, biride, yükseltiye Horeb tepesi dedi, kargaşa bittiyse de, yunuslar yine peyda oldu, meğer açıkta bir balina kovalıyormuş onları, içlerinden bir kaçı güverteye atladılar, diğerleri vapuru kaşalot sanıp geri kaçtılar ve bizim 'Beyaz Cani' küfürlerle uzaklaştı, derken Dragos'un arka yüzünde bir gökdeleni alevler sardı, kadının biri çelik çatıdan aşağıya atladı, yere doğru balık ağı gerip üstüne düşürdüler, ne görelim, kadın yüzgeçlerini vura vura uzaklaştı... Güneşin içlerinden gelen bir helikopter geçti üstümüzden, ada yakınlarında düştü, sonra izini kaybettik, asâlının biri 'belki rüya görmüşüzdür' dedi, yolculardan hamile bir kadının doğuracağı tuttu, adanın yüzme rekortmeni varmış yolcular arasında, adam kadını sırtına aldı, Bostancı sahillerine doğru coşkuyla kanat açtı, güzel bir kız çığlık atmaya başladı, ne okuluna gidebiliyor, ne karnını doyurabiliyormuş maddi sıkıntıdan, aramızda para topladık yolcular, kızı kurtardık bir süreliğine, paraşütle biri indi vapurun tepesine, James Bond filmi çeviriyorlarmış, alkışlardan sonra gelip aldılar, gündüz gözüyle yıldız kaydı dedi biri, deli misin dediler, yirmi yedi yıl hücrede kalmış, gözleri öyle keskinleşmiş ki aydınlıkta bile seçer olmuş yıldızları... Bitmedi, Heybeli'de bir yolcu eksik çıktı, çımacı kendini 'geceye sundu' diye denizi işaret etti. Kaptan geldi bir ara, ben Arjantin'de darbeden sonra kaçan sanatçıları (o dandy dedi!) kurtarmış adamım, üç gün sürdü Atlantis yolculuğu diye yüklendi, derken arkalarda biri Karadenizliymiş bir meselcik anlattı, yaşını başını almışlardan Temel'in karısı, bir gün Temel'i çırılçıplak karşılamış, Temel ne oluyor neden çıplaksın demiş, eşi ben çıplak değilim bu 'Aşk' elbisesidir canım demiş, Temel yaşlı refikasına bakmış, iyi de biraz ütüleseydin bari demiş!..
Ethel güldü bir süre, kaotikleşen retinasını gözlerime lütfederek, ama ben bunların hiçbirine tanık olmadım dedi. Teklifsiz aşkıma, bunca izlenecek, gönül gözüyle okunacak, düşlenecek hengame varken gün ortasında, dört duvar arasının 'Cinperisi' kitaba daldın sen dedim. Ana tanrıça, ağırsak, ezici bir tonda, bu kez gülümsedi.
Şalının gölgesinde yorgunlukla bizi gözetleyen kitabını aldı ve çantasını açarak içine koymak üzereyken, göz ucuyla kitaba bakabildim!..
Görme Biçimleri / John Berger.





************************************************************************************



HOREB
Yazın benim için birbiriyle hiç bir zaman yan yana gelemeyen konu, sözcük, şeyler ve düşüncelerin, dokumacı kuşu gibi birbirine bağlanması sanatıdır. Ay ve cehennem, çocuk ve Paraguay, ırmak ve nötron, Pan ve Medine gibi, düşünsel eylemlerin dolambaçlarında gezinmek. Moğol dolunayının altında tan atımını bekliyor İskit kraliçesi demek, ritmden yoksundur ama o cazdır, adı üstünde kakofoni, mutluluk verir bana... Yaşam hiç ilgimi çekmemiştir, özlemini duyduğumuz şeylerin, başkalarının anısına bir kez tatmak yeter bana, hiç bir şeye bağlanmam, hiç bir tutkum yoktur, dünyayı izlemek için geldim ben, hiç bir işe, hiç bir aşka, hiç bir çalıya, metaya, uzaya, harnup ağacına bağlanmadım, neden mi, çünkü her şeye aşığım, bu yüzden elem denizlerinde yüzerim her zaman, ulaşılmaz olanın trajedisiyle yaşamın biteceğini biliyorum, son sözüm hoşça kal dünyadır. Nefret etmektense sevmeyi yeğlemek doğrusudur, olabildiğince ve işte bu yüzden yorum yok...
Tanrı benim için bir soytarı ya da iyi kalpli bir vicdansızdır, belki bilemeyeceğim bir şeydir de, önemi yok, melek güzel bir kadındır, hiç bir zaman kavuşamadığım, çocuk tanrının tohumudur, insanın değil, farenin arkadaşım olmasını isterim, yıldızlar düşüncelerime yön veren tözlerdir, yokluk ıstırap verir ama dikkat ederim, herkesin düşmanı herkesin dostudur, ölüm üzerine yorum yapamam, yazı ölüm rehberidir bir biçimde, birini öldürmüşse biri saygı duymam hiç bir zaman, değmezdi yaptığı, ama yaşadığı tehlikelere saygı duyabilirim insanın, duyguları anlamak, Marianna'ya düşmedikçe elbet zordur, iyilikten yanayımdır, çünkü iyilik diye bir şey yoktur, Cibran gibi, sabaha dek tartışan bir inançsız ve mümin evlerine dönerken biri kutsal kitaplarını paramparça ederken, diğeri raflar arasında unutulan o kutsal şeyi okumayı düşler, yaşam işte bu paradoksun uçsuz bucaksız versiyonudur. Ne tanrı rehber olabilir bana, ne insanoğlu, ne kendi düsturlarım. Yaşamı bir ölü olarak izlemeyi yeğlerim, son iç çekişte, gene yaşayacağım gibi apokrif bir şaşkınlığa düşmeyi de istemem, geldim ve geçiyorum. Yoktum, yok olacağım. Nihilist değilim, tanrı kaldıramayacağı bir kayayı yaratabilirse de, yaratamasa da gücü sınırlıymış, ikisinin de olabilirliğini düşleyen bir yaşamın, bir çemberin özlemi içindeyim ben. Yaşıyorsak gerçekten yaşamalıyız. Yaşanılır olmayan bir kuvözün içinde yaşamak zorunda kalmak üzücüdür belki de ama kavramların sonsuzluğunda başka türlü bir açınlamayı bulabilecek sezgiye de ulaşamadım.
Af dilemiyorum, suçlamıyorum, yalnızca anomalilerin ortadan kalkmasını diliyorum. Elveda diyebilirim ama ne yazık ki mutlu değilim, kederlenecek kadar da güçlü değilim, ölüyüm, yaşamak gibi bir tuhaflığın katlarına varabilmiş bir ölü, gerçekten yaşayanların kargaşa ve korkunun, dehşet ve pişmanlığın küllerini yıkmasını, ortadan yok etmesini diliyorum, yıkmak, bu ürkütücü bir eğretileme, yıkamasını mı demeliydim, sorun budur belki de, barış, savaşı çağrıştırıyor, ölüm yaşamı, açlık varsıllığı, karşıtlamlar dünyası, bir çözüm bulunabildiğinde yeniden yaşamayı istemek, saçma gelmiyor, arzunun karanlık nesnesi değil bu, dolayımlama da değil, yaşamın saltıklıkla onu yaşayanların, bir tansık olduğunu düşündüğünden, bilmeseydim, yaşamasaydım, bu aforistoyu söylemeyi düşünemezdim, söylemek olası bir şey değilse de, şu an bir salgınla boğuşuyor insanlık, ilahi komedya diyoruz bir zorunlukla böyle şeylere, bilinmeyene boyun eğmenin trajik endikasyonları, hiç bir zaman değişmeyecek bir açın, üzücü ya da sevindirici değildir, her şey viral olabiliyor bu dünyada... Sonuçta, bilinir ki, soyut olan somuttan daha sonsuzdur. Bu yüzden yazı, evrenden daha büyük ve daha bitimsiz bir şeydir!..

***



BEKLEYİŞ

Sonbahar gelmiş, otobüs durağında bekleşiyorduk, az ilerde ağaçlar yapraklarını dökmüş, bazıları da kurumaya yüz tutmuştu.

Tasalanmaların mevsimiydi bu...

(Geçen yaz sonu, susuzluktan yanıp kavrulmuşlardır belki de).

Bir gök gürültüsü, bir yağmur diye düşündüm, çığlıklarına yetişmezse ölüp gidecekler.

Duraktakiler 33-C'yi bekliyordu.

Bir yolcu taşıtı, tıka basa bir cıvıldaşma bizimde imdadımıza yetişmezse, düş kırıklığına uğrayacak, yakınmalar, pişmanlıklar dinmeyecekti!..

Belki her şey gelip geçiyor, solup gidiyordu da, küçücük bir çisenti, gözlenen bir klakson sesi, yalnızca onlar, yalnızca onlar bir türlü gelmiyor, onlar uğramıyordu belki de!..

Bir an için, tek eksiğimiz buydu ve keskin, ürpertici yelde, hepimiz titreşiyorduk içten içe...

Salt bir bekleyiş, sonsuz bir beklentiydi belki de yaşam...
***



DRAKULA
Adım Fatih, Drakula'nın kardeşiyim, tam altı yüz yıl sonra, iki bin on altı yılının iki eylül akşamı onu ziyarete gittim, reenkarnasyonuyum Fatih'in. Transilvanya'nın Kont Drakula'sı, Vladimir Tebes'in süreğeni kim bilir nerelerde... Beserabyamaykılsenagardeniya şarkısını mırıldanarak, Edirne'den Bulgar sınır kapısına girdikten sonra, engebeli ovalar, çam ormanlarıyla dolu yamaçlardan dolanarak, Tuna eşliğinde Romanya'ya giriş yaptık. Romenler kendilerini İtalya, Roma imparatorluğunun ardılı sayarmış. Bir kurdun sütünü içen Romüs Romülüs heykelini görünce tarihe bizde inandık. Düzlüklerden geçtik, ıssız, uçsuz bucaksız kırlar hep aynı duyguyu veriyor insana, taştan heykeller gibi bakan insanlar, yapayalnız ovadaki tek evin penceresinden bakan güzelim kız, bir daha hiç bir zaman göz göze gelemeyeceğiniz, kim bu, yaşamdan ne istiyor, ne arıyor burada, yazgısı nasıl sonuçlanacak, soluk alıp vererek yaşamı tükenecek mi, evlenip çoluk çocuğa karışarak, bir biçimde dünyayla ödeşerek, çekip gidecek mi...
Kasabaların, küçük şehirlerin içinden Bran Şatosunu ve müzesini görmek üzere Sinaia'ya geldik. Kral Ferdinando sonsuzluğa kalabilmenin yolunu bu sarayı müzeye çevirmekle bulmuş, saray biraz küçük ama oldukça zengin, Osmanlı odası, Venedik odası, ressamların resimleriyle süslü holler, zırhlar, maskeler, mızraklarla süslü salonlar sarayı gizemli kılıyor. Rehber bir ara, kralın dostu şu Hollandalı ressam kim dedi, bakılışı güzel bir sessizlikte Rembrandt dedim, hafifçe şaşırdı, gülümseyerek düzelttim, daha önce gelmiştim!..
Kızıl karası bir sonbahar yaprağının rengine bürünmüş sarayın içi, o denli ilginç ve paha biçilmez yapıtlarla dolu ki, göz kamaştırıyor. Uzun kara servileri başka hiç bir yerde görmedim, bir kule gibi, sanki göğe uzanıyorlar ve oralarda tanrıyı arıyorlar!.. Sonra Braşov şehrine Kont Drakula'nın şatosuna gittik, burada üç ay kalmış, yok hapis yatmış, o da değil, gelip geçmiş ama ruhunu bırakarak, şato çok gizemli, asma köprüyle geçiliyor şatoya, geceleri köprü içeri çekiliyor, çok güvenli, Vladislav, yani Vlad, yani, Kazıklı Voyvoda, yani Kont Drakula'nın çalışma odası var, konuklarını burada ağırlarmış ve sonra üst katlardaki salona davet edermiş onları, çalışma odasının görünmez dehlizinden herkesten önce yukarı çıkar ve onları merdivenlerde karşılarmış ki; Hortlak ya da vampirler neden duvarlardan bir duman gibi süzülüp, geçer, işte o efsanenin gizi buymuş.
Ay ışığında kana düşkünlüğünün nedeniyse iblisin, gündüz ortalıkta görünmeyen üç başlı köpeğinin geceleri uluyup, yolunu şaşıranlara saldırmasıymış!.. Sonra dağlardaki haçları ve şatoları geride bırakıp, Braşov'un merkezine geldik, kara kilise, yamaçta teleferikler ve Libraria Humanita kitabevine girişler. Çağdaş Romen Şiiri Antolojisini sordum görevliye, çok saygılı, aradı ve iki kitap verdi, İngilizce değil ama bu Fransızca dedim, hak verdi ve epeyce aradı başka bir kitabı, bulamadı ve hevesim kursağımda kaldı, oysa bir iki şiir çevirmenin hazzını yaşamak isterdim.
Kara kilisenin mimarı kalfasını kıskanıp aşağıya atmış ve sonra kahrederek günahının görseli, heykelini koymuş kilisenin çatısına, heykel kalfaya elini uzatan mimarın umarsızlığını sergiliyor, bu cinayet yüzünden mi kara kilise adı dedim, hayır kurşun deliklerinden dedi rehber, şehre kadar gelen ikinci paylaşım savaşının münadileri, ortodoks kiliseyi kurşun yağmuruna tutmuşlar.
Pioiesti şehrine geldik sonra, festival şehri, tüm şehir dışarda, şarkılar, yemekler, el emeği eşyaların satıldığı kameriyelerle dolu sokaklar ve güzel bir otel.
Ertesi gün Bükreş'e düştü yolumuz, bir çoban sürüsünü kaybetmiş ve tanrısına bulursam onları, sana bir şapel armağan edeceğim demiş, uyuya kalmış sonra ve sabaha sürüyü başucunda bulmuş, tabi ki tanrısına şükretmiş ve sözünü tutarak oracıkta bir şapel armağan etmiş!..
'Bucharesti!..' Şükürler olsun sana!..
Eski diktatörlerinin balkon konuşması yaptığı hükümet sarayını, sonra ömrünün bitişini görmeye vefa etmediği öteki sarayı gördük, eşi Elena çok narsistmiş ve bu görkemli sarayı 'Romen gururu' adına yaptırmış rehberimizin dediğine göre, irili ufaklı molalardan sonra Rusçuk, Bulgaristan şehrine vardık, orası da güzellikte geri kalmıyordu diğer şehirlerden, sınıra yakın rehber dedi ki, burası Razgrad, Ludogorets'den bilin!.. Kimimiz bildik, kimimiz bilemedik ve sınır kapısından Selimiye külliyesinin topraklarına girdik!..
Şimdi geceleri benimde penceremde bir kurt uluyor, ay ışığında konuklarımı üst kattaki salona yollarken, gizli dehlizden hızla geçerek onları karşılıyorum... Ve Vlad'a özenip, düşmanlarımın dilini öğrenerek, savaşta içlerine karışıp, yanıltıcı komutlar vermek, yenilirsem de atımın nallarını ters çaktırıp, Transilvanya, ormanların ötesinde- yitmek üzere günleri sayıyorum!..
Gülüyorlar.
Fatih, geçti o zamanlar!..
(Sözcüklerin anayurdunun çocukları olarak, üç vakit süren macerada anımsadıklarım bunlar, dil oyunları yalan, bellek yanıltıcıdır, siz, siz olun, bu haritaya bakarak, yola çıkmayın!..)


***




AŞK
Dağ yolundan yürüyorduk, çok uzaklarda deniz görünüyordu, güneş bir yerlerden doğmuştu ama yüzünü göremiyorduk, koyağın ta içlerine kadar indik, kavgaya tutuşan kabileleri görünce, gizlenerek yamaçlara tırmandık, ay gülümsüyordu.
Yeşil bir bulut gibi, ormanlara geldik, avcılar havaya ateş açıyorlardı, umarsızca düzlüğe çıktık, dün gece yağan yağmurla, ırmak taşmış ova sular altında kalmıştı. İliklerimize kadar ıslandık, el sallayan insanlar vardı, hiç bir şey yapamamanın acısıyla uzaklaştık.
Surları göklere dek uzanan bir kente geldik, her yerden ateş yükseliyordu, arkalarda bir dehlizden içeri girdik, derken gizemli dolambaçların içinde yol bilinmezleşti, çatallara ayrıldık, nereye gitsek başladığımız yere dönüyorduk.
Aya uluyan köpekler ve engin çölün gecelerinde bilincimizi yitirdik, yıldızların yıldızına gelmiştik, parıltıdan kimseleri göremiyorduk, bir uçurumun kıyısından, görünmez bir elin itimiyle savrulurken, korkuyla el ele tutuşup, boşlukta uçmayı denedik.
Kutuplara doğru geldik, aşağıda çığlıklar atarak bizi bekleyen garip canlılar vardı, ejderhalar birbirini ezerek yaklaşmaya çabalıyorlardı, dualarla yolumuzu değiştirdik, az gittik uz gittik derken, ateş mağaralarına geldik, içinden geçtik ama ateşi yakmıyordu, tenimiz tutuşuyor ama acıtmıyordu, meleklerin buzdan aynalar tuttuğunu öğrendik.
Bulutlara yükselip gizlendik, yağmur ve kar fırtınalarının arasından geçtik, süzülerek bir dağın doruğuna inerken, herkesin haykırışlarla süründüğünü görünce boşluklara yöneldik, mantar biçimli dumanlar yeri göğü kaplıyor, kulakları sağır eden canhıraş çığlıklar gökyüzünden ağıyordu, hızla geride bırakarak gittik.
Uzakta denizin içinde batmakta olan güneşe doğru yolculuk ettik, ışık kümelerinden, sıcak akıntıların içinden, tuhaf rengârenk bir kaknüs gibi, bir ışık cennetine geldik, ağaçlar parlıyor, kuşlar ötüyor, sular akıyor derken, gitgide artan ateşin içinde, her birinin sessizce boyun eğerek, yanıp kavrulduğunu görünce, umarsızca kaçmanın bir yolunu aradık.
Güneşi gerilerde bıraktık, karanlığın anayurduna gelmiştik, göz gözü görmüyordu, el ele tutuşmak istiyor ama bir türlü yaklaşamıyor, birbirimizin yanından geçip gidiyorduk, yine de çalışıyor, sıcak bir sevecenliğin tenimize, özveriyle elimize yaklaşarak, bir kuş tüyü gibi ısıttığını görüyorduk.
Karanlık giderek koyulaşıyor, eller ayrılıyor, tutuşuyor derken, dipsiz karanlıkların içine, neredesin diye bağrışıp, çığlıklarla yuvarlanıyor, hepimizin birer birer yittiğini seziyor ama acı sonumuzu göremiyorduk. Sonsuz karanlıkların içinde kimseleri bulamıyor, yapayalnız olduğumuzu anlıyorduk.
Çok zaman sonra, karanlıklar yavaş yavaş aydınlandı, yaşam aralanıp kıpırtılar canlandı ve ışık sızıntılarının içinden, dev gölgesiyle biri yavaş yavaş yaklaştı, neden sonra elini uzattı ve hepimizi ayağa kaldırır gibi oldu. Kimdi bu...
Elini uzatan düşsel varlığın, ne yazık ki kendimiz olduğunu, dehşet içinde görüyorduk artık... Dışardan sakınımsız gürültüler, korkunç bağırış, çağırışlarla, demet demet haykırışlar geliyordu...
Karabasanlarımdan kurtulmayı başardım... Ama bir elim diğerini tutmuş, bir türlü ayıramıyordum...








ASTERİON
''Kibirli değilim ben
Deliyim belki, belki de insanlardan kaçıyorum.
Suçlamalar benimle alay etmek için
Evimin kapıları sonsuzdur, isteyen girebilir
Sessizlik ve yalnızlık onu bekliyor.
Evin bir eşi yağışlarla beslenmiş Mısır ırmağında...
Benim korktuğum doğrudur
Bir çocuğun ağlayışları ve yakarışlardan
Baltalar tapınağı neye yarıyor ki...
Denize girip saklanmak
Annemin kraliçe olması
Hiç bir şey anlatılamaz
Hiç bir şeyi anımsayamam
Ruhum sonsuzdur yalnızca, yüceliği tanır.
İki harf neden farklıdır.
Okumayı bilmiyorum ben
Üzülüyorum.
Ben dehlizlerde son hızla koşarım
Biri izliyormuşçasına saklanırım.
Kanlar içinde kalırım.
Uyurken soluyorum.
Bazen ikizimle gezinirim
Oyun oynarım.
Düşleyebilirim onu
Evim dünyam benim
Her şeyi ben yarattım da
Belki de unuttum.
Bazen sesler duyuyorum
Onları kurtarayım diye.
Geliyorlar
Kim olduklarını bilmeden
Ölüyorlar
Ölürken konuşuyorlar.
Günün birinde kurtarıcım gelebilirmiş
Demek kurtarıcım yaşıyor.
Kurtarıcım nasıl biri olacak
-Karışık olmayan bir yere mi götürecek-
İnsan mı o...
...
Sabah güneşi tunç kılıca çarpıp geri döndü.
Üzerinde kanın damlası bile yoktu artık.
İnanır mısın Ariadne dedi sessizlikte
Minotauros kendini savunmadı bile!..''



***

SAN’AT
Boş bir çerçevenin sanat sayılamayacağını düşünebilir miyiz?.. Sanatın sonsuz bir okyanusun yansısı / yankısı olduğu kabullenildiğinde, düşüncemiz bizlere sığlık ve kolaycılığın kıyılarında yüzmekten öte bir şey sağlamayacaktır. Sanat vandallığı ya da fobisi belki de bu sayılacaktır artık.
Sanat sülüs bir hat, küfre bulanmış sayfalar veya at kuyruğuyla tuvale serpiştirilen bir görsellik olabilir.
An'ın içinde bütün bunların sanatsal işlevinden söz edilebilir, ama işlevin varlığını, sanatçı, iş ya da izleyici gibi değişken unsurlar belirleyemez, tüm bu öznellik ve nesnellik içinde oluşan bireşim, toplu dışavurum -eğer varsa- sanatsal bir algı ya da duyumun varlığına yol açabilecek veya ardışık bir iç içelik oluşturabilecektir.
Savaşta, hiçlik duygusunun baskın öğeye dönüşebileceği düşüncesiyle, boş bir çerçeve gerçekten etkileyici bir sanat ikonuna -pekâlâ- dönüşebilir.
Günümüzde ise, sürgit, kapitalist alışverişin anlamsızlığını veya bu doğrultuda işlevsizleşen ya da özünde yıldırıcı gelebilecek sanatsal eylemin varlığını, içsellikle protesto için boş bir çerçeve belki de anlamlı bir anti-eylemsellik sayılabilir. Niçin olmasın.
Her iki durumda da gerçekten sanatsal bir tavır söz konusudur ve böylelikle boşluğun içeriği, anlamın uçuculuğunu (hafifliğini) düpedüz ortadan kaldırmakta ve ilginçlikle; boşluk tümüyle anlamın yerini doldurmaktadır.
İşte sanatta olağanüstülüğe bu nedenle yer yoktur, bu nedenle sanatın büyüsü gerçekte var olan algılanan yalınlığın kimi zaman ta kendisidir. Çarpınç olan artık aranmaz, sanat elbette dolu dizgin bir ırmaktır ama Doğu’nun anlayışı; Sihir ve keramet duygusu, güce tapınma ve yüzyılların alışkanlığıyla, boş bir çerçeve sanat değildir tuzağına -kimi zaman- kolaylıkla düşebilmektedir. Her zaman buna benzer, bıktırıcı düzeyde ve de türevi sayılabilecek görüşler ileri sürülebilmektedir.
Sanat, olağanüstülüğün gerçekte düşmanıdır, olağanüstü yaşamın; dikta, despotizm, insanlığı yoksayacak her tür eylemsellik (karşıteylem), yine sanat; gerçekte sıradanlığın dostudur, barış, sevgi, iletişim, kardeşlik...
Sanat tümel anlamda, zamanın ve uzamın içinde, yaşamın elverdiği araçlarla yaratılan ya da oluşturulan bütün formasyonların (biçem ve biçim) anlakta yarattığı, algısal, düşünsel devinim ya da imgeler bütününün izdüşümüdür







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder