1 Eylül 2021 Çarşamba

















































TEMEL SORU ?







 Kısa Bir Öykü / Lortop / 86. Bölüm / Düzeltilmiş asıl metin.

Derede, ikindi güneşi eşliğinde, at üstünde bir adam beliriyor.  Öyle yavaş gidiyor ki, güneşin servilerde oynayışı, yaprakların arasından süzülüşü, çırpınışı, süzmelerin yer değiştirişi, atlıya; başı önüne düşmüş bir Zapata ya da Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedrettin gibi, yenilmişlerden bir ölü havası veriyor. Gölgelerin arasından süzülüşü, insanı keder dolu bir yalnızlık duygusuna sürüklüyor...

 
Atlı, belki kederli ya da umutsuz bile değildir, ama onu izlerken tuhaf bir duygulanımla, engin bir yalnızlıkta; ışık parçalanımları gibi bir halenin içinde geziniyor ve görüntü birden düşlere dönüşerek, bir saplantı gibi, neden bilmem, artık hep onu düşünüyor oluyorum. 
 Lortop'da sanki anlamış gibi, bana bakıyor sürekli, bir şeyler var diyor içinden, bir şeyler var!..
 Arka ayakları üzerine oturmuş, kuyruğunu hiç oynatmadan, atlıya bakıyor şimdi...
 Atlı, derenin içinden, kutsal bir sessizlikte ve sonsuz bir oyuntuda, bir dolambaçta kaybolacakmış gibi üzünçlü, solgun, yitip giderken, ilerde, ansızın ortaya çıkarak, yamaçtaki keçi yoluna sapıyor ve az sonra,  hınçla düzlüğe çıkıyor.
 Şimdi güneş ışığı ve tüm gözler üzerinde, altın yaldızlı bir şövalye gibi ilerliyor ve uzaklarda, tümüyle gölgelerin içinde kalmış, bir korulukta, bir yarı tanrıymışçasına yitiyor.
 Uyuşturan renkler ve cansız lekelerle dolu, tuhaf bir hiçliğin içinde yavaş yavaş solup, eriyip gidiyor...
 Sanki böyle bir şey, hiç olmamış, hiç yaşanmamış gibi...


**********************************************************************************




BECKETT, DÜNYA VE PANTOLON
Fellini’nin Amarcord (Anımsadıklarım) diye bir filmi vardı, baştanbaşa rengârenk, tropikal bir kuş gibi, bir anlatının sarmaladığı, düş doyuran bir filmdi. Filmin ortasında bir tavus, karlı bir kış günü, kasabanın ortasında kuyruğunu saçarak, tanrısal bir görüntü yayıyor ve izleyenleri de büyülüyordu. Oysa, İtalya gibi Akdeniz mitinin süslediği, gerçekte Avrupa kelebeği olan bir ülkede, tavus kuşu ne arar diye sormak kimsenin usuna gelmediğinden ve bir düşte geçmediği için sahne, filmin Fellini’nin çocukluk anıları değil, bir yönetmenin çocukluğunu, sinemanın olanaklarıyla süsleyip, s/empatik sanrılar üreten, filmatik bir şey olduğunu düşünmek gerekirdi sanırım.
İzleyiciye bir çocuğun düşlerini sunmaktı gerçekte amaç ve bir kurguydu bu!.. Fellini bunu hep yapıyor, kendi yeteneklerini yansıtıyor evet, olağanüstü bir estet ve görsellikle, ama gerçekte o izleyiciyi ele geçirmeye ve sinemayı büyülü kılmaya çalışan bir provokatördü kanımca… O görüntüyle insanların anlağının ele geçirilebileceğinin ayrımındaydı, çünkü filmlerinden hiçbir replik ya da motto kalmış değil benim düşünsel evrenimde… Sanat ya da gerçek sanatçı budur işte, bir olanaklar alanının tümünü kullanmaya gerek duymadan da, büyü veya tansık yaratabilen kişi büyük sanatçıdır.
Melevich resim yapmadı, Pollock yalnızca tuvali karaladı, Tarkovski film çevirmedi, düşündüğü bir şeyi bir yöntemle anlatma yolunu seçti, Joyce’da bir günlük bir şeyi, neredeyse bin sahifeye sığdırarak, tam tersi bir yolu izledi. Büyük sanatçı -deyim yerindeyse!- sanatın kendisini değil, bir yöntemin kendisini dünyamıza armağan eden kişidir. Örnekçesi, bakar bakmaz onun Pollock olduğunu anlarız, birkaç sahne çırpınsa önümüzde, ah bu Fellini deriz, yosunlu suyun akışında, düşünceyi imleyen bir dalıp gitmeye evriliyorsak, orada Tarkovski vardır ve anladığımızı anlamanın anlaşılmazlığına kapılmışsak Joyce’un oyununa geldiğimizi bilmemiz gerekir!.. Sanatın kendisi değildir büyüleyici olan, büyüleyici olan iki ayaklılardan kimilerinin sihirbaz oluşunda yatar, tansık ve düşüncemize durgunluk veren şeyler, sanatçının usa sığmaz becerilerinden başka bir şey değildir. Borges’in kimi öyküleri, Nazım’ın bazı şiirleri, Kavafis’in mitolojik ağıtları ve daha nice büyücünün yapıtları insanı o denli tutsak eder ki, eğer bir daha dünyaya gelseydim, onlarla yaşamak ve onları gene izlemek, okumak ve dahası tanımak isterdim.
Bu kişiyi bir puta tapar gibi algılamak değildir, büyüsüne kapıldığım edebiyatın, sanatın büyücüleriyle, dünya en azından, daha katlanılır bir dünya olurdu sanırım -belki de öyledir-, yaralarımız sarılmıyor, mutluluk kör bir gece feneri gibi arada bir kırpıyor gözlerini ama melankoli, karaduyular hepsinden ağır basıyor, dünya Nazım’ın şiiri gibi ‘ulaşıldıkça ulaşılmaz olan bir hasret’ yalnızca, ey kederli yolcular… Ama gene de, Eppur si muove!.. Ne diyebiliriz ki, ilk taşı günahsız olan atsın!.. Kabil’in kabilesi değil miyiz biz…
İnsan soyu tükenmiş de, artık bir organoid olmuşlar gibi sürdürelim, sanatçının tanımı, örneklerde olduğu gibi, angaje aydın olmayan, manipüle entelektüelliğe yaslanmayan kişidir gerçekte, diğerleri tüketici avlamaya çıkmış esnaf, Turhan Selçuk’tan bir ‘Gözlüklü Sami’ gibidir, onlarda iyi şeylere kucak açabilirler, bunun nedeni insan anlağının algı sınırları içinde bir hayranlık, büyü, şaşırtı veya kabullenime kapılacağımız içindir, insan anlağının sınırları dışındaki her şeye kayıtsızdır insan, hiçliği gerçekte tanımlayamaz örneğin, çünkü onun tanımını yapabilecek bir algı dünyasının içinde değildir, bir veride yoktur ve tam aksine bu dünyanın da dışındadır. Açıklamakta zorluk çekiyorum, çünkü anlağımızın dışındaki şeyleri dile getirebilseydim, onlar anlak içi şeyler olur-sayılır ya da anlayabileceğimiz bir biçeme, tanıtlamaya ve kavramsallığa dönüşmüş olurlardı. İnsan gerçek anlamda bilmediği şeyi, tanımlayamaz. Evrenin ötesinde ne vardır dediğiniz an, evren içi ama ola ki fantastik öğeleri sıralamaya başlar, tanrı nasıl bir şey dediğimizde, yüz yılların ataerkil bir cro magnon’u saymamız gerekirse insanoidi, onu atalarıymış gibi tanımlar ve ikonalarda uzun sakallı bir ermiş ve büyüleyici bir Herakles gibi karşınıza koymak, devleştirmekle yetinir. Tanrı bu yüzden bir kurgu, bir düştür. Bir imgelem ya da metafor, üstelik tanrılar konuşur da!.. Çünkü anlak sınırlarımız onu ancak böyle düşleyebilecek yetenektedir, devinim alanınız yeryüzüyse, göksel olanda zemine uygun hareket etmek zorundadır, kuş gibi uçar, duvarlardan geçer ve düşlerimize girebilir artık, Drakula, kartal ve korkunun imparatorluğunun bir sentezidir o, algı kapılarının dışına çıkamaz insaneller, tanrı yeryüzüne inseydi sözü bile, insansı düşlemin bir parçası olmaktan öteye geçemez.
Öyleyse önce insan vardı ve tanrı sonra yaratılmıştır diyebiliriz, paradoks ise, insanın onu kendini yaratan varlık, töz olarak tanımlamasıdır, içinden çıkılmaz bir şey değil bu, düş ve kurgular, fizik ve fizik ötesi maddenin aynı anda her yerde bulunabileceğini savlar duruma geldi ve sonuçların nedenlerden önce oluşabildiğini de ileri sürebiliyoruz artık. Öyleyse paradoksların bile gülünçlüğünde, tanrıyı biz yarattık ama o bizden önce vardı diyebiliyoruz kolaylıkla, kurguladığımız evrene tam tamına uygun bir açım bu, ta ki tanrı ben varım ya da yokum veya ben sizim diyene kadar!.. İşte bu son söz kozmikomik ve tanıtlarımızı yerle bir eden bir yaklaşım. Çünkü insan masallarına bağımlı ve ondan çıkma bir yaratık ve vargı ve yargıları için canını bile verebilir. Eh, tam da bu yüzden uygarlık biçimimiz değişmelidir. Değişiklik veya köklerin sarsılması, insanlar için ölümden daha korkutucu bir şeydir ama; öyleyse bilinmeyene yolculuğu olabildiğince güzel yaşamalıyız diyelim ve bu kargaşanın saltanatını bitirelim.
Bu kez de sanat nedir üzerinden sürdürelim diyalektiğimizi!.. M.V. Llosa büyülü gerçekçiliğin başarısını, belki ‘saf yazın’a uygun bulmadığından, bu yazın biçemini tropik bir kuşa benzetir ve büyüleyiciliğini, rengârenk tüylerin alımına yorarak, sonuçta bu tarzın kof bir yazınsal (ilahi) şaka olduğunu söylemeye getirir. Ne var ki şöyle düşünebilmekte gerekir, eklektizmle bir ilgisi var mı bilemiyorum ama her zaman hangi akıma yönelmiş olursa olsun, neyi anlatıyor olursa olsun, iyi yapıtın yanında olmak gerektiğini düşünmeliyiz. Voltaire’in bir sözü var; ‘Düşüncelerine katılmıyorum, ne var ki onları dile getirme hakkını sonuna dek savunabilirim’. Bunun gibi, bir radikal düşünceye bağlı olunsun ya da olunmasın, biçim ve anlatısında etkileyici olabilen her yapıtın önünde eğilmek gerekir. Oysa günlük yaşamımızda, Nazım’dan etkilenmeyeyim diye okumadım veya Dostoyevski gibi bir kumarbaz okunur mu, Tolstoy ulusalcıdır okunmaya değer mi gibi yaklaşımlar her zaman karşımıza çıkar. Bu sonuçta insanın ‘kendini unutma’sına yol açabilir ancak, literatürler arası bağların kopmasına, İskandinavya’da buzullar var diye gözden çıkarılmasına, okumak için okuyanlar, belki bu tür seçimlerde bulunabilirler ama okumanın ötesinde şeyler düşünenler için bu tutum, ölümcül bir yoksunluğa düşmekten başka bir işe yaramaz.
Yazının, güzel sanatların amacı, bir genelleme olarak, temelde insanı hümanist, güler yüzlü ve içrek bir erince kavuşturmak olabilir; derin bir algı, yıkıcıda olabilir evet ama yüzeysel bir katlanış, mutlulukla donanmış olsa bile, insani olmaktan hep uzak sayılacaktır ne yazık ki, okuyoruz, yüzyılların yolculuğunda bir arpa boyu ilerleyemedik belki de, ama salt dış bükey, görmekle yetinen bir varlıktan, iç bükey, soran, soru üreten bir varlığa evrilmemiz de, ilkel belleğin pagan büyülerinden kurtularak, söze, yazıya ve düşünceler üretmeye yönlenimin de sanırım okumakla, yazmakla, kadim kodeksleri bugünlere taşıyabilmekle bir ilişkisi, bir bağı olduğunu da düşünmeyi gerektirir sanırım.
Söz, bilincin dışa vurumudur, yazı ilk bilgisayardır, düşünebilme evresine -bilinç- geçişimiz, psiko-somatik bir pozitive olsa da tarihin ilk devrimidir. Kutsal kitapların oku diye başlaması boşuna değildir, Okumak (ansıma), varoluş adına ilk ritüelimiz, bir tapınma biçimi, bir vecd, kendinden geçmedir. Okumak kutsaldır, düşünmenin kale kapısı, algı dünyalarının sorular ve yanıtları, orada vücut bulur. Okumak gerçekte, varlığımıza, var oluşumuza şükretmenin o (yarı) bildik yoludur. Çünkü varlığın en büyük olmazsa olmazlarından olan tözlerin; bir haz, bir düş ve bir anımsayışın, benzeri olmayan eşsiz yollarından biridir. Yeryüzüne, evrene ve insansı varoluşa kayıtsız kalan -okumayan- bir anlamda cansız bir varlıktır. Okumak, düşünmek ve yorumlamanın evrensi bir koyutu, var oluşumuzun nedenselliğini yaratır anasıdır. Arayışın (varoluşun amacı arayıştır) tanrısal edimidir.
Konuyu genişleterek yaymaya ve öze yönelik bir daraltma, düzen vermeye de geçecek olursak, bir yazarda politisist anlamda bir toplumun önderi değil, ancak öncülü olabilir, dolayısıyla postmatüre kalmış bir toplumda, ne denli istemesek de, daha modern, içbükey yanı gelişmiş, Zenon paradokslarını aşkın çıkmazlarla dolu olsa da, görece teknolojik çağcıllığına erişmiş, süslü püslü toplumlara göre, fanatizme varan çok daha belirgin ayrışmalar gözlenir ve toplum düşünsel anlamda, çok daha primitif, şiddete yönelik ve bölünüp, parçalanmaya elverişli biçimde hareket eder, bu görüngü, düşünce ve bilgi konusundaki az gelişmişliği ve yetersizliğiyle doğru orantılıdır. İnsan için düşünce ve bilgi somut kazanımlar edinmeye çok yararlı bir güçtür toplumsal anlamda ama kendini aşma ve içgüdülerinden arınmış, tanrısal bir varlığa, cennetsi bir dünyaya ulaşma konusunda; henüz bu ayrıcalığın yaratabileceği bir ütopya ve bir düş ülke üretip, yaratamamıştır; hümanist insan nitemi, homosapiens ya da çağımızın homohome’u gibi düşünce boyutlarımızın sınırları bizi ilkellikten alıkoyamamıştır. İnsan ve düşünsel yapısı, beden ve ruh gibi ayrılmaz bir ikili ve iki paralel doğru gibi ilerler, bedenin görüngüsü ruhu belirler, ruhumuzun naturası bedeni belirler, tıpkı alt yapının üst yapıyı belirlemesi ya da yazında biçimin içeriği belirlediği savı gibidir durumumuz. Düşüncelerimiz geliştikçe varoluş biçimimizde değişecektir, insan değiştikçe düşüncelerimizin de gelişmiş, değişmiş olduğu bir kesinleme olarak doğallıkla ileri sürülebilecektir. Bu şöyle tanıtlanabilir, düşüncemiz bizi belirler, bizde düşüncemizi, iç içedir her ikisi de… Ama belki de anlamak için Deloslu dalgıç gerekiyordur, düşüncenin her türlüsü kendine bir zemin bulamadığında; bir anomali olmaktan öteye geçemez.
Sonuç olarak az gelişmiş toplum, düşünce ve bilgi olarak yeknesak toplumlar; okumaktan ziyade, zamanlarını okuma kavgasıyla geçirirler, örneğin bu tür toplumlarda, hiç olmadığı kadar, bir edebi kişiliğin, yazar olup olmadığı tartışılabilir. Bir kitap daha okunmadan önyargının kollarına atılarak boğulabilir. Yazarın yazdığıyla yaptığı karşılaştırılarak, yazar ya da yapıtı darağacına asılabilir; ama bu dünya öyledir ki, bir yazar bile, belki yapıtıyla kendini eğitmeye çalışıyordur.
Bütün düşünceler, sözler ve bulgular anonimdir -ortakçıl- bu dünyada, Sartre’a mal edilen ‘Ben başkalarıyım’ sözü de başkalarının, yani hepimizindir. Ama bu söz işte kendini eğiten yazarın savunmasına Sokrates’çe bir güç verir, güçlendirir, çünkü bir yapıt hiçbir zaman yazarının değildir, o okuduğu, gördüğü, rentuistik dille söylersek, ç/aldıklarıyla yazardır. Öyleyse kendini eğitiyordur sözü bir hurafe değil tam anlamıyla bir gerçekliktir, neden olmasın. Yazar yazdıklarıyla kendini eğiten insandır kısacası!.. Şu da ileri sürülebilir ki, tüm insanların duyuları sanıldığından daha çok birbirine benzer, Kabil’in kabilesiyiz biz diyoruz ve iyi bir yapıtta herkesi kendine hayran bırakırken, arzu ve algılama gücünün varlığı hemen herkeste birbirine yakındır, ayrım nicel olup görecelidir ve birikim gibi temel ama çözümlenebilir bir sorunsaldan başka ortada çekinilecek hiçbir şey yoktur. İnsanı dış dünyanın egemen ve biçimselleşmiş kuralları, ekonomik, demografik ve demokratik gibi somut ve soyut bazlar ve bunların üzerinde bir kurgana dönüşen üstyapılar değiştirir, köreltir ya da yüceltir ve insanlar özünde aynıdır.
Ama bizler okumak konusunda hiçbir zaman özgür olamadık ne yazık ki, bunun nedenlerini hepimiz biliyoruz ve bu konuda en doğru yaklaşımın, tümümüzün bu sorunda payımızın olduğunu kabullenmekten geçtiğini biliyorum. Gün ve ah budur işte!..
Okumak başlıbaşına bir özgürlük kaynağı değil de nedir, sonra hangi okuma birebirin dışında öznel sayılamayacak bir gösterge vaat eder, bu olası mı, ama bizler yıllarca okumak konusunda birbirimizi güdülendirdik, resmi söylem ve baskı, kişisel eylem ve otozorbalığa dönüşerek, kendimize ilişkin ötenazi hakkını kullanma dolayımın da, bir bütüncüllükle okuyan okumazlar konumuna düştük ve birbirimizi yok ettik. Yeryüzü tarihi göz önünde bulundurulduğunda, baskıcı yöntemle onun öznesi kişi ya da toplumun, trajikomik bir yazgının paydaşları olarak sahnede yer almaktan başka hiçbir işe yaramadıkları açıkça görülür, kutuplar burada erir ve dönemin acınası yoksunluğunu yaşamış hayaletler kalır geriye…
İşte girizgâh bitti ve okuma yöntemi açısından bir azınlık ve herkese hitap etmeyeceğini bildiğim bir yazar ve bir yapıt var artık elimde, kitapta görülebilecek, bu yazın anlayışı; absürt, bir parça underground, bilinç akışı (belki de bilinç dışı demek gerekir), Kafkaesk ve felsefi anlamda hiçliğe eşdeğer nitelemelerle adlandırılmış bir yazın türüdür diyebilirim -yazını yadsıyan ve teoremada protest bir yaşamsal tavır sergileyen, argoyu ya da küfre bulanmayı adetten sayan literatür!- Seveni, sevdalısı az ama fanatiği çok, fanatizmi azgın, alışılmış olanı çarçabuk sövgü diyarına gönderen bir yazın kompartımanıdır dersek gönül verenlerini üzmeyiz sanıyorum. Bu yazını açımlayan, tümüyle olmasa da, diyagonal varyantını sunmak isterim. Lizbon hayaleti Pessoa’nın bir kuarteti!.. Bu tarz yazının tasım, kaygı ve bilinç akışı türünden, tüm sancılarını ne var ne yoksa, özünde yansıtıp, dışa vurabiliyor kanımca…
‘Ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak istemem / Ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak isteyemem / Ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak isteyemeyeceğim / Ama bende dünyanın tüm hayalleri var’
Görüleceği üzere, bu yazın türüne bel bağlayanlar, Eldorado’nun altınlarıyla değil, Torino’da, sokakta kırbaçlanan sütçü beygirinin, boynuna sarılarak ağlayan deliyle ilgilenirler!.. Elimdeki kitap, kısacık, yazınsal bir manifesto diyebileceğimiz türden Dünya ve Pantolon adında ve absürt yazının (tiyatronun) öncülerinden, Samuel Peygamber’e, - gözlük camının merkezi, onu çevreleyen tüm noktalara eşit uzaklıktaki Beckett’e ait!..
Beckett’i artık sanatın Mediciler ya da masenaslar tarafından korunup kollanmadığı zamanların dışında izlediğim ‘Godot’yu Beklerken’ adlı oyundan anımsıyorum, yıllar önce... Vladimir ile Estragon’u unutmadım, salt kavranılır bir beklentinin, yalınkatlıktan, kaotik bir dolantıya -dolambaç mı demeli- evrilebileceğini ve umarsızlığın sanıldığı kadar yıkıcı olamayabileceğini -oyunun özü sezgilerimize göre, bilinçli bir bekleyiş, saltık bekleyişi amaçlar gibi, hiçbir beklentinin olmadığı, saf bir bekleyiş- ve belirsizliğin görünmeyen bir eyleme dönüşerek, anlakta bir sonuca, bir kesinlemeye yol açabileceğini o oyundan öğrendim diyebilirim. Yalnızca umut sonsuzdur bu dünyada, adı da bekleyiştir… Umudun saltık varlığının bir şey, bir töz barındırması gerekmez, Umut başlı başına bir varoluş biçimidir ve onun kendisidir salt beklenen. Var olan yalnızca bir bekleyiş, bir umuttur oyunda… Ama bu insanın naturasında bir melankoliye dönüşür doğallıkla, insan hiçbir şeyi tüm gerçelliğiyle kavrayamaz çünkü, belirsizlik ilkesinin varlığı, hiçbir zaman bir kesinlemenin çocuğu olamayacaktır, öyleyse aslolan umuttur, bir tür belirsizlik, bir tür kapılış ve bir bağlam, bizi ayakta tutan tek şey ve tek sonsuzluk!..
Eğer abartmış olmuyorsak Beckett’in bu oyundaki gerçek amacı, izleyicinin oyunu ‘kendi imgeleminde sürdürerek’ ayrımında olmaksızın, kendisini sahnedeki oyuncunun yerine koyarak, kişisi olduğu ve yerini aldığı atmosferde üreteceği düşüncelerle artık oyunu kendi düşleminde, kendi dünyasında sergilemesi amacını taşımaktadır. Bunun yaşamda da sürmesidir salık verilen elbette… Ama sahne bağlamında izleyicinin, bilinç altında bir oyuncu olarak, kendisini sergilediği, oyun içinde bir oyun düşünün, bunun başarılarak, izlenen oyun anlamında, yöneliminin, izleyicinin yarattığı ve bir gerçelliğe dönüşen sahne ve gerçekte var olmayan bir oyun,.. Düşüncesi bile güzel ve tuhaftır sanıyorum ama herkesin yöntem ve yorumlar ileri sürdüğü, sözü edilen bir oyun için bile, Beckett incelenmeye değer bir yazardır diyebilirim. Oyuna göre; insanlar yaşamıyor!.. Oyun bir tiyatronun izlenilmesini, bir anlam çıkarılmasını değil, gerçekte dünyevi bir durumu sunarak, tüm evren, öbekler ve varlıklar adına, kendimize kendimizi gösterip, bir gizi salık veriyor bize; yaşayan tek şey umuttur!.. Yorumlar ve ideler birer paradoks içerir, ken, kene, kendimiz, kenetlenme birbirinin tersinir kılabilir, aya seyahat, bir kaçış ya da yuvayı terk ediş gerçekte tümüyle ana rahmine dönüş özlemidir. Godot’u Beklerken’de kuru ağaçta bulunan, o tek yaprağında, son sahnede düştüğünü, olmadığını görürüz, öyleyse yaşayan tek şey umuttur söylemi de boşunadır gerçekte ve Beckett’e göre umut diye de bir şey yoktur. Bilinç akışının şövalyelerinin şövalesi; gide gide bir nihilizme, hiççiliğe dayanır çünkü, Ulysses bir hiçliğin döngüsüdür gerçekte ve kitap bittiğinde Reichstag yangını gibi kitabın yanıp kül olduğu duyusuna kapılırsınız. Öyleyse tek gerçek dünya dönüyordur. Ama evimiz bir türlü yerini değiştirmez ve güneşi de göremez!..
Risale görünümlü bu kitabında, resim ve sanat üzerine görüşlerini belirtiyor Beckett, kitabın içine girmek gerçekten zor, dediğimiz gibi bu yazın türünün temsilcilerinin, ne anlatırlarsa anlatsınlar, dünyalarına girmek zor, dilini anlamaya çabalamak ve arzulamakla bir parça başarılabilir sanıyorum, işte kitaptan kimi alıntılar; ‘Gerçek anlamıyla eleştiriden söz etmeyelim. Bir Fromentin’in,bir Grohmann’ın, bir Mc Greevy’nin bir Sauerlandt’ınkinden de iyisi Amiel’inkidir. Mala marifetiyle döl yatağı ameliyatları. Peki başka türlü olabilir miydi ki? Alıntılamaktan başka bir şey yapabiliyorlar mı? Grohman, Kandinsky’deki, Moğol yazı sanatı etkilerini açığa çıkarttığında (araya girelim, Picasso, görecelilik kuramının dünyayı sarsan popülerliğini, bir biçemle tuvale yansıtarak, Kandinsky’de 20. Yüzyılın başlarında tifo, tifüs dizanteri gibi tarihte Huneyn gazvesi veya Puvatya türünden çok, tanrının gazabının kırıma yol açtığı, tüm bulaşıcıların eması bulunduğu için, deyim yerindeyse dünya azılı bir dertten kurtulduğundan, bakteri, mikrop, amip, öglena ve zigot gibi mikroorganizmaların, basillerin resmini yapmaya koyulmuştur oysa, sanatçı çağından -algı dünyasından- kopamaz, bu anlak dışı kalmak gibi bir şey olur!), Mc Greevy, çok da yerinde bir tutumla, Yeats ile Watteau arasındaki yakınlıktan bahsettiğinde, ne değişiyor? Sauerlandt şu tanınmayan büyük ressamdan, Bellmer’den incelikle ve -dürüst olalım- pintilikle bahsettiği zaman, bu kime ulaşıyor? Herr Heidegger’in yazıları karşısında korkunç bir biçimde acı çeken Bellmer. ‘Das geht mich nicht an’ diyor. Bunu son derece alçak gönüllü bir biçimde söylüyor’.
Tek olan üzerinde düşünmek olanaksızdır. Eni konu düşünülmüş resim, her fırça izinin bir sentez, her çizginin bir simge olduğu, her tonun, binlercesi arasından seçilerek bulunduğu ve örtük tasımın kırılıp bükülmeleri ile son bulan resimdir. Hercai bir ölü doğadır. Ameliyat masasındaki dikiş makinesidir. Aynı anda hem cepheden hem de yandan görülebilen figürdür. Bu aynı zamanda hiç şüphesiz ki –kesinkes doğru olmasa da, memeleri sırtında olan bir hanımefendidir. Böyle bir resim kendi tarzında başyapıtlar üretir.
En sonunda bulunmuş olan, merkezi her yerde olan ve çevresi hiçbir yerde olmayan bilinmeyen’den başka bir bilinmeyen istemek olanaksızdır; ne onu durdurabilecek bir etkenin var olduğunu öne sürmek olanaklıdır, ne de onu durdurma amacının var olduğunu. İşte tam da bu yüzden, bu hayranlık ve heyecan uyandıran şeyi bundan böyle görmemekten, zamanın körlüğü içine girmekten, hiçbir zaman ölmemiş olan gövde burgaçları önünde sıkılıyor olmaktan ve kavakların altında titreşmekten bahsedilebilir. O halde onu, mümkün olan tek biçim aracılığıyla, göstermekten başka bir şey yapılamaz. Eleştirinin eleştirisi. Basit olanı düzene sokmak olanaksızdır. Sanat sıçramalara bayılır. Yaşamın sayısız koşulu ve bedeli vardır… İşte kitabın araladığı sözdeyişler. İnsanlar felsefeden sıkılır, nedendir bu… İnsan kendisiyle evlenirse hangi gerekçeyle boşanır sorusunun yanıtı, çatının onarımını geciktirdiği için değildir, insanın ruh ikizi ya da birebir kendisi sonsuz uyum ve bir mezomorto, diyesim yarı ölüm gibidir. İnsan kendisiyle geçinemez, bundandır öteki kendisi ya kölesi olacaktır, ya kendisi, onun kölesi olacaktır artık, bu da diğerinin gerçekte yokluğu anlamına gelir ki, ortada evlilik diye kavram kalmaz, bunun zıtlık hali de benzeri gerekçeler üretir, ayrıksı olmasının önemi yoktur, sonsuz uyum ve kutuplaşma, her ikisi de devinir bir evrende anomaliye yol açar kaçınılmazlıkla, öyleyse bunların açımını ancak felsefe verebilir, basite indirgediğimiz örnekte, çatının onarımı bir somutluktur, durumdur, son tepisi sayılır olay ufkunun, gerekçe ondan öncekilerin birikimidir deyim yerindeyse, bu yüzden felsefe bize yaşamı ve onun nedenselliğinin kavranellerini ve tüm varyantlarını dile getirebildiğimiz bir araç bir tözdür. Felsefeden sıkılan yaşamı yadsıyor ve yaşamdan sıkılıyordur ne yazık ki, yaşam sevinci bile derinlerde bir anomalinin göstergesi olabilir, içimizdeki kablolar gibi birbirine bağlıdır nedenler ve yaşamlar, üzünç ve melankolide, mutluluk ve haz birbirine evrilir ve bir tür birbirinin türevidir gerçekte ve temelde algı biçimimiz sorunların çözümlenmesinde aracı olabilir… Öyleyse düşünme, okuma, yazma -üretme, yorumlama- sonsuz bir uçurum, bitimsiz bir varyant ve anlağın sınırlarının paramparça olmasına yarar bir düzenektir. Görüşlerimize çokça bel bağlamadan ama, değişmeyen değişmektir.
Sonuçta; Nazım’dan, Eliot’a, Borges’den, Sezai Karakoç’a, Cansever’den, Mehmed Rauf’a oradan Gülseli İnal’a yüzlerce deniz feneri var, hepsi başka bir dünyanın esin perisi olsa da, Ormanda Ölüm Yokmuş’dan, Odisea’ya, Evrenin Sırları’ndan, Solaris’e, Kale Kapısı’ndan, Chöd Raksları’na kanat çırpmakta yarar var.
Halil Cibran’ın bir meselinde, din adamı bir dindarla, inançsız bir bilge, gece yarısına dek tartışırlar, sabah olup evine döndüklerinde, din adamı tüm kitaplarını yakar, inançsız bilge ise kitapları arasından, yıllardır tozlanan o biricik kitabı çeker alır ve de bir dini inancı vardır artık!.. İnsan asıl karşı çıktığı şeyleri derinden öğrenmelidir ki, kendi gerçekliğini inanılır kılabilsin, sonra yeryüzündeki her şey, bağımlılık dolu kurtuluşlardır, din olmasaydı, ateizm olur muydu, tanrıya inanmasaydık, onu yadsımaya gerek kalır mıydı… Din ateizmi yaratırken, ateizmde dini besleyen bir olguya dönüşebilir ve bütünüyle olmasa da Oscar Wilde’nin bir öyküsü, şu düşüncelerimizi belki açımlayabilir…
‘Narkis, suda hayranlık dolu güzelliğine bakıp övünürken, su; Ben onun gözlerinde kendi tanrısal akışımı izliyordum der…’ Yazın sanatının yaratıları sanıldığı gibi aramızda bir şey değil, olabildiğince dünya dışıdır, hele Beckett, kitaplarında, açıkça öngörülmese de, tüm olan biteni hiçler, bir boşunalığın girdabına sürükleyerek, okuru boğmaya çalışır ve en önemlisi kendimizle olabildiğince etik dışı biçimde, yüzleşmeye çağırır ve belki de tüm bu olanlardan sonra o da, yaşam onu sürekli şaşırttığı ya da acılar verdiği için, bir ütopyanın ya da özlediği türden bir yaşamın, için için peşinden koşar veya böyle bir şey için bizi zorlar ve belki de güdülemeye çalışır; ama yaşamın nasıl olması gerektiğini ve onun ne olabileceğini bize söylemez Beckett, gelecekle bir tür yüzleşme sayılabilecek, yazın dışı böyle bir kehanete girişmez, hatta bunu hiç sorun olmayacağı halde, kendisine bile fısıldamayacaktır, bunu hafiflik sayar.
Sonuçta, bireyin kendine yabancılaşması, yaşama karşı uyumsuzluğu ve bunun önlenemezliğiyle, onmazlığı üzerine, bir hiçliğin burgacında, kozmik salınımları dile getiren, umarsız bir yazın türüdür Beckett’in ki…
Son bir söz; ‘Göz ucuyla bir şeyin ansızın kayıverdiğini gördüm. Yerimden fırladığımda anladım ki kendi yansımdı…’
Son bir dize…
‘İşte bu söylediğim bir şarkı ki / bir yerde söylendi ve şarkı değildi / ki bazıları ve ben bana baktık / pembe aynanın içinde / ve bakış da bana ve paltolara baktı…’
Bilinmez, umut etmek için belki de, umutsuz olmak gerekiyordur!..







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder