12 Nisan 2020 Pazar

DİANA

DİANA
(Korona Aşkı)

Ak benekli uskumru.
*
Tanrının komşusu, Yemliha'nın teslisi.
*
Testisleri Bünyamin'in, seni çağırır!..
*
Ey ruhumun davetlisi, kasık zambağı.
*
Tanrının takdiri senin üzerinedir.
*
İsa senin testinden içiyor suyu.
*
Sendeki güzellik Belkıs'ta yoktur.
*
Lazarus! İlk seni diriltecek.
*
O kadar aşık sana sevgili.
*
İncil'de senin için sayfalar var.
*
Dualar, vaazlar var, Paulünden.
*
Urmiye'nin kara dulu sen miydin, aşkın kuşu.
*
Kandahar'a giden kervanların durup baktığı.
*
Eşimsin sen. Meryemimsin sen.
*
Kadınımın sütünü içtim, o erkek sütünü tattı.
*
Gül bahçelerinin gül açığı, esrik çiçeği.
*
Ayetlerden, surelerden azizesin.
*
Tanrının bana bağışladığı bakiresin.
*
Sen hurmalar diyarının göz yaşlarısın.
*
O kadar açım, o kadar susuzum ki Sevde
*
Ağlama duvarındaki delin, Medine'deki dilencinim.
*
Ey bakılışı güzel...
*
Ben senin 'Son Akşam Yemeği'nim...
*
Benim ölümüm senin elinden.
*
Kavuşmazlıktan kuşkulu.
*
Erdişi daha yaratıcı bil ki.
*
Bu tanrının dediğidir.
*
Kutsal kasen ve tümülüslerin.
*
Beni Taberiye'de bekliyor.
*
Düşlerimiz bitene kadar sarılacağım.
*
Lusifer'in aydınlığında gelecektir Judas'ın.
*
Erguvan dalına asılı içlik.
*
Ve senin kumrular gibi tenin.
*
Biz o çocuk bulutun altındayken güneşi yitirdik.
*
Diana, bu çölün şarkısı bitmeyecektir.
*
Bir kuş tüyü sana değip geçecek.
*
Bir balık çırpıntıda dalıp yüzecek.
*
Bir zambağın gölgesinde salınacak cennetin.
*
Ey Yerusalem'in yeşim kapısı.
*
Gece yarısı, altın anahtarım kilidinde şıkırdıyor.
*
Melekler mut dolu, yeryüzüne indiler.
*
Cebrail, Mikail hepsi ağlıyor.
*
Sen Mecdellinin bir eşisin.
*
Bir yetimin kardeşisin.
*
Gecede, arıların bal yapıyor senin.
*
Bak Mesih'in saçlarını sıvazlıyor.
*
İşte İsa göklere yükseliyor.
*
Mısır'daki incirlerin altında.
*
Günahlarınla hamile kal Diana.
*
Sen tanrının kaprisisin.
*
Sen Paul'un cilvesisin.
*
Matanzaslı yüz görümlüğüm.
*
Gecede ruhlarımız sevişiyor.
*
Çığlıkların horozumu boğazlıyor.
*
Kara kedim, beyaz uskumrum benim.
*
Tanrının komşusu, aşkın hurisi.
*
Leylamsın, Bağdat'taki yolların ecesi.
*
Mehtabın altında, eriyip gidiyor gecelerim.
*
Sensemayam benim.
*
Sağırım, körüm, dilsizim!..


***



SUDAKİN








Rejeneratif dünyanın aygıtlarıyla / Akışkan yağmur sürüklüyordu. / İmmünofloresans yollar / Operasyonel günler ve ağlar el değiştiriyor. / Corona ortalarında. / Meleklere merhaba dedik / Bitkiler, bitkiler, bitkiler. / Herbaryum konferansı sürüyor. / Hodgkin sayrıları şurada / Akut lösemiler ve çinko ülkesi uzaklarda mı / Damar içi akıntılar kimi engelleyebilir / Sulara gömülen Eski Mısır, nasılda yükseliyor. / Rammal diye sesleniyorum Rammal / Hiyeroglifi gördün mü / Sanal boksör Parkinson kime yenildi / Kognitif sinir hatasıyla dövünen Ramses / Peptit yağmurları / Kızımız fareye yüz nakli yapabilir mi... / Manyetik parçaçıklardan bir porsiyon / Ve siyah yürek tatlısı ne lezizdi. / Kara koyuklar ve nötron yıldızları / Bohr gözetiminde yola çıktılar. / Hey Polimer, modifiye elektrotlar geldi mi / Enerji yükle onlara / Yüksek doz. / 'Periodontoloji alanında kişiselleştirilmiş ağız sağlığı dürtüleri oluşturabilmek adına / tanı kitlelerinin virüsel ortamında kullanılabilme ereğine yönelik olarak periodonditis / ve periimplantitis patogenezlerinde rol oynayan biyobelirteçlerin saptanması konularında dönüp duran / o geç Hitit kalesine girdik / Fenike lehçesiyle çift dilli yazıtları görebilmek uğruna' /
Bay Migren gel / Uzuvlarını evet. / Soyut cebir barış temrinleriyle oynayabilir / Metabolik, metabolik, metabolik. / Bak şeylerin ara yüzeyi araya giriyor / Nükleik asit baza dönüşüyor. / Medulla gölgesi Galya yurtluklarında / İşte Kromaffin'de tahtını terk ediyor.'
Proaktif algılarımızın / düşsel gerçekliklerde ki kaygılarımıza oranla / önüne geçebilmek için / çok çabalar sarf etmekle kalmayıp / gen psikolojisinin öngörüsüyle / çoğalan sorunların galaktik sendromlara ağan / geniş kitle olgulanımlarına katlanmakta / geç kalındığı üzere hazırlanan / tezin yararı olmadığına ilişkin / varsayımlar üretmekle kalmayıp / kendimizi derin bunalımlara sürükleyen / geçiş tünellerinin güvenilirliği konusunda / bir önlem alınmadan yakalanabilirliğimizin savıyla / baş edilmezliğin olasılıkları...'

/ Bir merkezden konuşuyor Ramirez. / Uzay istasyonuna kimler kabul edildi / Moleküler salınımı başlattılar / Polimerler çağından kovulan ilk isim o / Enlil'siz olmaz diyenler arasında. / Mitotatik kinaz. / Stratejik piar ve inovasyon düalitesi konusunda / immünoterapötik, / tümör antijenleri ve yıldız kümeleri spiralite oldu. / Sistemik lupus eritematozis / Sezar'ı burada öldürüyor. /
Reprodüktif biyoteknoloji transgenik ve in vitronun sayı yağmurları başlasın / Grafenoksit ve ışık yayan organik diyotlar / Senkrotronik Try-Cys bağı ne işe yarıyor. / Arkeometri duyuyor musun / Tuşa bas. / Tanrı geliyor!..'










***



APRİL TAKVİMİ
Dolunayda,
Sirius'un tam arkasında
Sargon gezegenindeydik.
*
Mengele taburu hazır ola geçti ve suflörler
Frankşeytan geldi mi diye fısıldadılar.
*
Kara kader ve borsacılar sessizliğe gömüldü.
Fuhuş köyleri sise büründüler.
*
Kum saati doluyor diye bağırdı Corona!
Geç kalmayınız
Ranuna vadisinden
Kuba mescidine geliyorlar.
*
Lamborghini'nin son modeli
Sanki arzunun karanlık nesnesi.
*
Vidanjörün ehlileştirilmiş versiyonu sırıttı
Eks-Kavatör dedi,
Öldü.
*
Cromagnonizm kovuğundan gene mi çıktılar.
Büyülü görgüsüzlük çağları, gök adalar
Postvandalizm kuşakları, korku tünelleri
Kabil'in çocuklarısınız diye bağırdı.
*
Sismik görünmezlik peleriniyle
Uranyum tuzu kıyılarda yürüyüş yapıyordu.
*
Su kaplanı trombosit yığınlarına saldırdı
Fibrin ve palaskalar orgazm yığınlarına koşuyor.
Son iç çekiş tabyaları da hücumda.
*
Kaledonik Lilith sebze tarlalarının iyesiydi.
Ölüm kuğusu, çalı çiçeklerinin yolunu kesmeden önce.
*
İşte, mavi gezegende düşlerden gelip geçti.
Az önce buyurdular kalabalıklara dedi Juliet...
*
Yahova karanlıkların içinde duruyordu.
Son sorusuydu
Dönüyor mu dedi.
*
Dönüyor dedim.
*
Dönüyordu...



































/*****************************************************




NATASHA
'Natasha Saklakova için...'

Natasha, orada Korona karanlıklarında, gülümsüyordu. Çehresi Mona Lisa gibiydi. Yeryüzü kalabalıktı ve gürültülerle, çığlıklarla doluydu. Sanırım melekler ve tanrılar aralarında konuşuyorlar ve büyük bir kakofoni içindeydiler.
Birden, düşüncelerimizdir sevişen, organlarımız değil dedi, biteviye koşuşturan yer insanlarına bakarak, dünya Galile topazı olduğuna göre hep başladığı yere dönüyor bu primatlar dedi. Korkunç bir insanla karşılaştığımı düşünüyordum, Natasha yarı insan, yarı... Bilemiyorum ki, kinik biriydi belki de ama söyleyemem ki...
Ona aniden, senin vulvan tapınağım olsun Natasha dedim, bir demans içinde, sözlerine paralel bir şey söylediğimi sansın diye...
Buralarda yaşamak senin ruhunu ele geçirmiş. sen bir şeytansın, bilgisini saklayan bir minotaur, bir labirent ejderisin sen, konuşmasını öğrenmiş bir tüylü sansarsın. Başka biriyle konuştuğumu sandı, oysa ikimizden başka kimsecikler yoktu. Çevresine göz gezdirdi gene de...
Anatolia kültürü hiç bilinmiyor, Çinli masken bile bunu gizlemeye yetmiyor diye sürdürdüm.
Uzaktan, çölden doğru üç atlı sökün etti, biri kördü, biri inmeli gibiydi ama at üzerinde bir sfenks gibi duruyordu, biri de kadındı. Natasha... İkiz kardeşi gibi benziyordu ona çünkü. Kızıl güneşte seçilmiyorlar, bir yalım gibi dalgalanıyorlardı, çekinmedim konuşmayı sürdürdüm...
Natasha bu metin, proza metne benziyor, şiir yazacağını söylemiştin benim için dedi. İki büklüm kıvrıldım önünde, Medine dilencisi gibi, sırtımda yumruya benzer bir bohça varmış gibi eğilerek, sesime yeryüzünde olabilecek en acılı tonu verdim ve yeteneğim kısıtlı benim Natasha dedim,
Mona Lisa gülümsedi, korkma, tanrı affedici ve bağışlayandır.
İyi ama dedim Natasha'ya, sana aşığım. güz güneşinin hüznü gibi gözlerine ve kültürüne, sana sadığım Voltaire'in Zadig'indeki dünya canlısı gibi, ebedi dostumsun ve seni özlemeye zorunluyum. Aradığım sensin, ayrı dünyaların insanı olmak sorun değil, ama Nepal kabartmaları, İskender'den sonra vardı dersen şaşarım. Gerçekleri dile getirmek, tekeli olmayan tek şeydir dünyada... Natasha gene çevresini kolaçan etti. Bende gülümsedim biraz, da Vinci'nin kadim portrelerinden birine benzemek ister gibi...
Dalga mısın yoksa bir parçacık mısın sen, yalpalıyorsun sürekli, aşık birinden, ancak bir köle yaratabilir tanrı dedi, soprano sesiyle, bende yüz yılların genlerimde yer etmiş doğasından yararlanarak, tanrı hiç bir şey yaratamaz, ama seçenekler sunabilir, köle, bir öldürmen, deli ya da iyilik perisi gibi bir şey dedim ve ekledim, aşıklar genelde birer cani sayılırlar, ruhun soykırımcıları dedim. O kadar ürktü ki, bir müzik açarak dinlemeye başladı, artık onun için bu gezegende yoktum sanırım. Beni kocamış bir tilki sandı belki de!..
Üç atlı, iki bedevi gibi bu çölde ne arıyorsunuz siz dedi. Natasha müziğin sesini kısarak, at üstündeki öteki Natasha'ya, arkadaşım yıldızların en iyi buradan izlendiğini söylüyor, onu almaya geleceklermiş dediğine göre; hemen atıldım ve yalanına uymak zorunda olduğumu bilerek -çelişsek başımıza bela açabilirdik- evet, Süreyya kandilinden, bir dağ muzu satıcısı gelip beni alacak dedim. Natasha, evet Betelgeuse kolonisinde konsül olan Flavius'un yeğeniymiş aynı zamanda dedi. Kahkahamı tutamadım, siz çekinesiniz diye söylüyor, Betelgeuse triumvirlikti ama tarihe karışalı bin yıl oluyor, bir yalan esintisiyle karşı karşıyasınız dedim. Üç atlı aynı anda yatağanlarını savurdu ve bir ışık kaması başımızın üzerinden geçerek, uzaklaşıp gittiler. Oysa ben at üstündeki Natasha'nın, Natasha'mın içinde yitip gittiğini görmüştüm. O an parçalı gerçekliğin tutsaklığı bu olsa gerektir diye düşündüm...
Biliyor musun, platonik aşk karşılıksız söylenen bir sonedir Natasha dedim, düşlerini dağıtmak için safra atıyorsun ortaya değil mi dedi. Hayır ne ilgisi var, ben zaman tasarımcısı planlamacılardan hiç hoşlanmam, az önce ölebilirdik evet ama, ölülerin üzerinde yaşamıyor muyuz biz, korku sübjektiftir. Yaşam benim için vicdani bir şölen, bir şenlik, bir trajedi ya da komedyadır, kurbanda olabilirim, cellat da ama tanrı seçenekler sunan bir su satıcısıdır zaten dedim.
Tanrıyı aşağılayarak kendini aşağılamış oluyorsun ve bunu hep yineliyorsun dedi. Bir kez daha güldüm, tümüyle bir bilinç ürünü olan hiç bir söz, bir manipülasyon ya da kişisel bir özkıyım olamaz dedim. İntihar diyerek düzeltti. Geleneklere bağımlılık iyi bir şey evet dedim. Kleopatra'yla bir arada yaşıyormuş duygusu veriyor insana... Ay ben kendim Kleopatra'yım, öyle bir şeyin peşinde olacak kadar küçülecek değilim demez mi.. Sustum. İnsanların günümüzde, iniş-çıkış gösteren bir metropolis mutantı, et ve kemikten kurgulanmış organik pistonlar olduğunu ve Natasha'nın ordularına sataşmanın ne anlama geldiğini biliyordum. Natasha senin gibi her homohome -kafes besleğenleri- kendini Haricilerden sanarak konuşur durur diye sayıkladı, düşüncelerin artık okunduğunu unutmuştum.
Siz salt bir gövde değil, yaşamını yönlendirebilme yeteneği olan birisiniz diye yineledim. Sende tanrının düşsel gücü var, usun derinlere inebildiği gibi, ulu göklerde de yerini bulabiliyor, babamız gerçekte umarsız biri, ama bu kadar evladı olunca ipin ucunu kaçırdı, yavrularından birini çarmıha gerdi üstelik dedim... Kabil diye biri varmış, kardeşini, babasının yanına yollamış dedi. 'Famousman' dedim, babamızın görüşleri üzerinde binlerce değişik tez var, bu adam gerçekte usu bulanık biridir belki de dedim. Öyleyse demokrat adamdır diyerek, önünde parıldayan serap denizini karıştırdı eliyle... Sonsuz bir vahada yaşıyor olduğumuzu düşündüm.
Senin dedi, çatışkı dolu nitelemelerin var, neden Nazca Çizgileri'nden biri gelip konuşmuyor seninle, bir tilmizin bile yok diye konuyu değiştirdi. Ben gerçekte var mıyım diye, korkunç bir bakış fırlattım ona, şu hurmalar, yükselmekte olan sarı ay, dingin gök, suskun yıldızlar... Birden titrer gibi oldu, Kabil'in soyundan geldiğimi düşünmüştür belki de ve dedim ki ona, tanrıyı da şimdiye dek ne bilen, ne de gören var ve onu göreni, gören birini, gördüğünü de gören yok daha dedim ve son iç çekiş köyüne varır gibi bir hırıltıyla, ne yeryüzünde ne de Allahabat'da diye kestirip attım. Madras'ta diye düzeltti, parodilerle gerçekleri karıştırma dedi. Hiç alınmamıştı sanırım. Üzülme, demek ki sen öksüzün birisin. Sen diye üsteledim, başımı iki yana sallayarak, o zaman düşünür gibi yaptı ve biliyor musun ben hem öksüz, hem yetimim dedi. Bir damla gözyaşının, kumlarda cennet bağlarını yeşertebileceğini söyleyerek ufka baktım. Ağzında elmalar olan bir yılan kafilesi geçiyordu ardı sıra, Natasha, kaderimizin melodilerini dinlemek, göz yaşlarını davet ediyor sofraya, kapatalım bu konuyu en iyisi dedim.
...
Tan sökümü yaklaşıyor, gün ağarıyordu. Kendi ipini çeken aşığa ferman işlemez Natasha... Özlemim ne zaman bitecek sana, aramızdaki titreşimin saati ne zaman dolacak... Prinkipos'a gel, yalnızım ben, insan ya günaha girebilir ya da sevap işleyebilir. Günahlarımız için burada bir kilise var, sevaplarımız içinde dilek ağacı!.. Ben özerk bir bölgede yaşıyorum, bütün resuller kardeşim, beni öksüz bırakan babam da tanrım, Havva'da annem olur.
Adem'de ezel ve ebedden beri benim diye inledim...
Sen Mona Lisa gibisin, saçların Afrodit'i anımsatıyor, kızıl!.. Olgunluk çağındasın, sen gerçekte bir Meryem Ana'sın... Seni sevdiğin değil, sevenin mutlu edebilir Natasha... Gümrah bedenin için tapınağın kapısı açık diyor kara kahinler ve satir canavarları seni bekliyor. Şu an her şey kıpırtıyla kıvranıyor, bedenin kutsanma saatinde, okyanuslarda med-cezir hızlanıyor, gök taşları alev alıyor. Hepimiz kardeşiz ve hepimiz bir günahkarız!..
Çok ideal, modelist bir havan var, kusursuz bir Keşmir ipeği gibisin, bir tür Havva, herkesin aşık olacağı kadın, hepimizin ortak kaderi, sizi davet ederken, güzelliğiniz adına davet ettim, bir sanat aşığı, painter olduğunuza dikkat etmedim, güzellik insana moral veren bir müsekkindir, ey ırmak güzeli, tıpkı şimdi olduğu gibi, sizin konuşmanız büyüleyici, dramatik bir müzik ve depresif bir senfonidir...
***
Güzel bir diyalogdu Natasha, düşmüşlerin Anti Dühring'i gibi kalbim açılıyor sana, bir proza metin oluşturmak istiyordum seninle, benliğinden çalıp, ruhumda sakladığım ve adını sizin anımsadığınız, sizi seviyorum ve bu sözleri işittiğime göre; Natasha kanatları olan entelektüel bir melek, ama biliyor musun, evren bir kütüphanedir ve ölülerimizin her biri kitap. Yalınlıktan yanayım ve herkesin bir yeteneği, gelişmiş bir becerisi olabileceğine inanıyorum ama gariptir yazın dediğimiz şey, bence yaşamdan daha kaotiktir, yaşamın kendi içinde, fizyolojisi ya da mekanistiği içinde bir disiplini var ama literatürün sınırları uçsuz bucaksız, yazın gerçekte bir anomali ya da sonsuz bir ışık seli, yaşam avuçlarımızın içinde her şeye karşın, dediklerime çokça bel bağlamadan ama, belirsizlik evrenin ilk diskuru ve son düsturudur bana göre...
Literatüre göre, Madam Bovary'yi bir yaşam değil, ancak bir roman öldürebilirmiş Natasha, öylesine bir tanrı ki bu yazın denilen şey, her şeye yargı verebiliyor ama her bir mottosu da görünmezlikle geçip gidebiliyor. Kozmolojinin belirsizlik ilkesi, literatürde kendini gösteriyor..
Kadersi mutluluklar diliyorum sana, her şey görecelidir evet her şey, ama yaşamın bu denli zorlaması insanları ve suyu bu denli elemeye kalkışması tuhaf geliyor bana ve yaşamın salt bir izleyicisi ve zamanın ve mekanın Gaspar David'in tablolarında olduğu gibi yalnızca gözlemcisiyim. Bu benim gerilim içinde olmamı ve depresyonlarla barışık bir yaşam sürmemi engellemiyor. Dünyamız genelde sifonist ve bir şey üretmek istemiyor varlıklar, bağışlanan bir cennetten kovuldu onlar ve Lafargue'un tembellik hakkı naturalarında var, her şeye karşın bir tüketen olmayı yeğliyorlar ve hepimiz birbirimizle acımasız bir yarışım içindeyiz belki de, yeryüzü bir arena ve yaşamın kölesi olan, ölümcül gladyatörleriyiz biz. Tanrımız da Korona, gözle görülemeyen bir virüs, dilerse bizi yok edebilir, dilerse yaşatabilir. Bu da Janus'un bir yüzüdür. Şarkıları karanlıkta söyleriz ve bizler Polyanna'nın gönüllü müritleriyiz, bu bir oyundur belki ve maskelerimizin ardındaki gerçek yüzümüz inmeli ve Kırmızı Pazartesi'den geçecek olan gemiyi görmek için sahillere gelmeliyiz, belki de....
Gülümse şimdi, absürt şeyler söyleyeceğim, günahkar olmaktan korkuyorum çünkü, Eiffel kulesi bir elektrik direği değil mi, peki Paris, nasıl oluyor da romantizmin başkenti, burada bir paradoks var bence, elektrik hiçte iyi şeyler çağrıştırmıyor, evet modernizmin bir vazgeçilmezi, ama aynı anda, köhnemiş ve sürgit homofobi üreten çağımızın şeytani bir simgesi, gerçekte o bir imge ama; Rab olan gibi görünmüyor, elle tutulmuyorsa da, bir düşsellikle çarpıyor!..Elektrik kozmosun yaratıcısı bence ve babamız gibi çocuk İsa'yı çarmıha gerebilir de, bu yüzden Eiffel'de modern bir çarmıhın simgesidir bana göre...
İnsanlığa lütfedilmiş bir ahir zaman penisidir belki de gerçekte, bir alaysama ve aşağılamanın gizençli figürü... Biz hangi gerçekliği özümseyebiliyoruz ki, sen beni, kendi periferine göre tanımlıyor, nitelemede bulunuyorsun ama ben belki, sandığın ben değilim ki gerçekte, bir de her ikimizin dışında bir ben daha var ki, onu inan ki öngöremiyorum bile, o, gerçek ben mi, onuda bilemiyorum, üç ben vardır ortalıkta öyleyse, üçte sen, demek ki altı kişiyiz biz konuşurken, okumuştum bunu evvel emirde ve sana aktarmak istedim, ey ruhumda gonca gül anlamına gelen nedime...
Natasha konuşmayı unutmuş, uyukluyordu.
Tiradımı sürdürdüm, o hepimiz gibi, düşlerin gerçeklerden daha güzel olduğuna inanıyordu. Oysa düşler gerçeklerden el alır ve onu aşamazlar.
Paris, sömürgecilerin mabeti, Antuvanetin cansız kollarıyla yüzdüğü ırmak ve Claudel'in hapishanesi, bukalemun gözlü Sartre'ın kütüphanesi, Jean Valjean'ın kanalizasyon şebekesi ve yer altında gizlenmiş bir nükleer ambar!.. Dehşet dolu düşlerimizin metropolisi ve dünyada her şey için bir övgü ya da yergi masalı yazılabilir Natasha, belki de bu iyisidir!...
Herkes gibi İsa'da bizim atamızdı ve biz, iki kardeşiz gerçekte. Ama her birimiz diğerinin fantoması, her birimiz ejderhasıyız. Biz Yakup'un merdiveninde ki düşler bile değiliz henüz. Metazori bir doğrucu Davutluğa sürüklenmek istemiyorum, beynimde organik çip taşımıyorum, her şeyin iyi yanı da vardır, biliyorum.
Seni seviyorum Natasha, söylemek kuşku duymak demektir. Seninle, bir zeplinle aya gitmek isterdim, iki biyobot durgunluklar denizinde, oh, sonunda kurtulduk işte!..
Natasha, manitum, senin sevdiğin şiirle veda etmek isterim.
'Gideceğim, mutluluk için çarşıya gideceğim,
Ve sonra süpermarkete, iyi şanslar için ...
Ve bunun bir ürün olmadığı gerçeğine ne dersiniz ...
Daha fazla sevgi isteyeceğim - değişim için ...
Ve tart beni, lütfen, yüz gram,
şu vicdanla kenarda, aşağıdaki rafta ...
Süresi doldu? İyi tamam o zaman,
Başka bir ahırdan alacağım ... Ama görüyorum ki:
Benim için teklifte indirim var.
Nezaket edelim, ne kadar yeter ...
Kötü insanlardan zırh var mı?
Üzgünüm, ne? Buna para harcamak üzücü mü?
Yazık için bir çare var mı?
Özlem iksiri, can sıkıntısı için şurup mu?
Bana bu şansı tekrar sat ...
Ve ayrılıktan güçlü bir tentür ...
Benim için rahatlık bir ailedir - bir çanta,
Prim, başka bir, ihtiyacım yok ...
Ve oradaki güzellik, "ŞOK" olarak işaretlenmiş,
Samimi olmayan bir görünümden haplar ...
Ve arkadaşlık parça parça veya ağırlıkça,
Bugün nazikçe satıyor musunuz?
Hayır, satın almayacağım, ama sadece - ilgi,
Neden böyle yaşıyor ve hesaplamada mantıklı geliyor?
Akrabalarım için daha fazla sağlık alacağım
Ve onları doğum günleri için vereceğim ...
Satışta - kıskançlık? Kıskançlığı sevmiyorum.
Yarım kilo daha iyi sabırlı olun ...
Güven gerekli değil ... Son kez
Toplu olarak aldım, uzun bir süre için yeterli olacak ...
Tüm gözyaşı stoklarını gözlerinden sat
Kaderim size memnuniyetle ödeyecek ...
Ne için? Ve böylece ruh ağlamaz
Çok fazla ışığı olan insanlar ...
Sonuçta, hayat o zaman nazik ve iyidir,
Satışta hiç ağrınız olmadığında ...
Hayır, mutluluk piyasadan satın alınamaz ...
Ama paylaşmayı öğrenirsek
Böylece mutluluk ve sevgi vermek,
Kötü olan her şeyin buharlaştığı'
(Irina Samarina.)
Bu şiir, çağımızın ve sosyal ağımızın aynası ve demans içinde olmasak bile insanın modern toplumdaki kaygılarını çok iyi yansıtıyor. Kendine inanırsa insan, zamanın yargıçlığında iyi bir şair olabilir. Çünkü dil altından kötümser ve kevgirsi şeylerde yazabilir insan.
Natasha, yazın benim için birbiriyle yan yana gelmeyen konular, sözcükler, şeyler ve düşüncelerin, dokumacı kuşu gibi birbirine bağlanması sanatıdır. Ay ve cehennem, çocuk ve Paraguay, ırmak ve nötron, Pan ve Medine gibi, düşünsel eylemlerin dolambaçlarında gezinmek. Moğol dolunayının altında, tan sökümünü bekliyor İskit kraliçesi demek. Ritmden yoksundur ama o cazdır, adı üstünde kakofoni, mutluluk verir bana... Sonuçta, bilinir ki, soyut olan somuttan daha sonsuzdur. Bu yüzden yazı, evrenden daha büyük ve daha bitimsiz bir şeydir!..
Natasha, sabah oldu.
Eskimolar, kar körlüğü ve uçsuz bucaksızlıktan o denli sıkılırmış ki, birbirlerine kızdıklarında, dilerim hiç ölmezsin dermiş!.. Borges bir öyküsünde soluğunu tutarak ölmeyi başaran bir adamdan söz eder. Bir çocuksa, büyüyünce ne olacaksın dendiğinde tavuk dermiş.
Ah, bu resimde, belirsizliğin hükmettiği, insansı varlığın yazgısında, kozmik sonsuzluğun ulaşılmazlığında, üzüm salkımları gibi, hiçlik damlaları gibi, görkünç biçimsellikte evreni süsleyen yaratılmışların trajedisini görüyorum.
Onlar bir buğday taneciği için kapışıyorlar, nükleer silahların gölgesinde, egemenliğin ve nihilizmin kucağında, kurbanlarını arıyor, uzayın sonsuzluğunda, umarsızca fetihlere girişerek, tanrıyı icat ediyor ve günahlarını şeytana havale ediyorlar.
İyiliğin havarisi kesilerek, kurbanlarını takdis ediyor ve beşiklerinde onların yavrularını vaftiz edip, bir ermiş, bir yalvaç kesilerek, arzunun karanlık nesnesinde, bir kışkırtıya kapılarak, sonunda, kendilerine yenilmeyi başarıyorlar ve son iç çekişin gölgesinde, sonsuzluğun yitimini ve ölümünü kabulleniyorlar.
Sonrasında, cennet ve cehennemlerini aramak bahtsızlığına düşüyor, ta ki tanrılarının işaret ettiği bir tabloda, salkımlar gibi sarkarak, çarmıha gerilmiş İsa'nın havarileri, yoldaşları gibi sıra sıra diziliyorlar ve evrenin uçsuz bucaksız boşlukları, uçurumlara yağan yağmurları arasında, sonsuz bir üzünç ve bir yinelemeden başka bir şey olmadıklarını anladıklarında...
O'nun işaretiyle yeniden başa dönüyor ve o yarı bildik yolları tırmanarak, yeni maceralarına girişiyor ve sonsuz bir tutsaklığa mahkum olmanın kahredici umarsızlığında ve minicik bir tabloda, işte böyle boynu bükük ve dinmeyen özlemleriyle baş başa, yalnızlığın ve elem veren okyanusların bitimsizliğinde, yitip gidiyorlar!..
Natasha, bu dünyada umut var, tüm görkemiyle yükseliyor güneş Ada'da, bir farkla, işte tüm yıldızlar yanıp sönüyor yukarıda!...


Elveda...












**************************************






Cİ(e)NNET
Kokis Cafer, 'Asıl namus aşktır' sözü uyarınca Gülizar'ın peşini bırakmadı, bir gün kahve dağıldıktan sonra, gece yarısı, özlemi ruhunu gene kemirmiş, örenlerin içinden, kerpiç odalı evi gözetlemeye gitmişti. Onu bekleyenler tam otuz üç yerinden bıçakladılar, haykırışları para etmemişti, bir çuvala koyup çay yolundan, dağdaki su deposuna atmak istediler, demir kapıları açamayınca, bağ yoluna yöneldiler ve bir bağ evinin duvarına yasladılar onu. Öğle sıcağında hâlâ kıpırdamayınca cansız biri olduğunu anlamışlar!.. Ertesi gün salâsı Gülizar'ın kulaklarında çınladı.
*
Kâbir köyde çerçiciydi, çevre köyleri dolaşır, incik boncuk her bir şeyi satardı. Bir gözü kördü. Bir gün ovalardan katırıyla geçerken, bir kuyudan su içmek istedi, tamahkâr bir köylü, parası için, ıssızlıkta onu kuyuya attı, kızılcıklar hışırdıyor ve Kâbir öldürme kızılcıklar bir gün dile gelir diye haykırıyordu, on dört yıl sonra kızılcıklar gene hışırdadı, cani gülümsedi, geçmişte paranın rengini tanıdığı, tazecik karısı, niçin gülümsedin dedi, adam anlattı ve hapsi boyladı. Demir parmaklıklar ardında öldü.
*
İbrahim demirciydi, körük çeker üstü başı kömür isi olurdu, Hayriye'yi istedi, Hayriye'nin ailesi zenginceydi. Terzi Hüseyin aşıktı ona, kızı İbrahim'e verdiler, çok kahretti. Düğün vakti Hüseyin çok içti ve havaya ateş etti, kurşunlardan biri İbrahim'e isabet etti. Hüseyin az yattı, kızı İbrahim'in kardeşi Tahir'e verdiler. Kara İbrahim'in bahtı gülmedi ama Hüseyin'de bekâr ölmekte ısrar etti.
*
Eşe Bekir, aşka aşıktı, tan ağarırken sahanlıktan Asiye'yle bakışması adettendi. Dedikodu aldı yürüdü, muhtarın oğlunun davullu zurnalı düğününde, onu Esmabağ deresine götürdüler, içtiler, içtiler, Bekir'in cansız bedenini ta aşağılarda sazlıkların arasında buldular. İlahi adalet hak tanırlığını bilirdi!.. Asiye o gidince çoluk çocuk, şehre göç etti.
*
İsmail ve Aziz iki kardeşti ama Habil ve Kabil gibiydi. Bir avuç tarladan hır çıkarıyor, bir ölçek arpadan huylanıyorlardı, çoluk çocuğa karışmışlar ama kinleri hız kesmiyor, bozuk paraları paylaşırken bile surat asıyorlardı. Bir gün bağlarda kelter kelter üzümü paylaşıyorlardı ki, kırmızı bir salkım sonları oldu, İsmail, Aziz'i beyninden vurdu, dağılan parçalar, kırmızı salkımın üzerinde, ak ak sırıtıyordu.
*
Köstek Mehmet evliydi, arkadaşları yarı bekar, yarı evli. Bir gece yarısı Derviş Pınar'ın önünde trencilik oynamaya kalkıştılar, karısının olaydan sonraki ifadesi buydu. Mehmet hır çıkaran arkadaşına bağ çokağından kalan bir kütükle vurdu. Şah damarı parçalandı çocuğun, kanı horladı, boynu kırıldı. Mehmet on beş yıl sonra koltuk değnekleriyle çıktı hapisten, karısı ölene kadar beddua etti.
*
Ahmet iğneciydi, hastalara şifa verirdi, bir gün hastasına gönül verdi ve ileri gitti. Çırılçıplak dolaştırıp, köy meydanına kadar getirdiler onu. Rezil rüsva olup aşağılanmıştı. Üç gün sonra ime time karıştı, bir daha haber alamadılar Candar Ahmet'den, mezarının İstanbul'da olduğu söyleniyor, benzetme doğruysa 'İnce Cumali' filminde kısa bir rolü varmış.
*
Muhasip bey köyün öğretmeniydi, Menderes nehrine, kırda pikniğe götürdü çocukları, ama Zühre'nin serpilmişliğine kapılıp onu öptü. Köydeki evinde silahla beklediler onu, dışarı çıksın diye, çıkar çıkmaz vurdular ve ardından ağıt yakmak ilk işi oldu köylülerin, 'Muhasip'i vurdular, kör çukurda soydular, bir çuval toprak atıp, bir de kalem koydular'. Babası hakime, Zühre'nin kısmetini kapatmasa, öldürmezdim demiş.
*
Şakir köyün en yoksul adamıydı, karısı onun çok kahrını çekti ama bir gün dayanamayıp başkasıyla kaçtı. Adam başka köylerden biri olup adı Veli'ydi. Ama Veli'nin aç gözü kadını Nazilli genelevine düşürdü. Bir gün Denizli çarşısında kol kola dolaşırken, Şakir ikisini de vurdu, ama herkesin şaşkın bakışları arasında karısına sarılıp ağlamaya başladı, az sonra silahı şakağına dayadı ve gerekeni yaptı.
*
Zeliha kara kaş kara göz bir kızdı, Trampacılar'dan... Ağaçlardan ayvayı, narı toplamak, samanlıktan sığırlara saman döküp, arpa serpmek işiydi. Bir gün kırlardan topladığı otu, çırpı çubuğu bağlayıp, ipi kollarından geçirirken, çaresiz kaldı ve bellisiz bir cinin saldırısına uğradı. Kirlenmişti ve bu olayı hazmedemedi. Bir süre sonra, ay ışığında intihar etti. Sessiz bir çığlığın bütün köyü dolaştığı söylenir.

***



SANAT
Sanat estet duygusunun (güzele düşkünlük) dışa vurumudur.

Peki güzel nedir, güzelin anlamı hiç bir şeydir. Çünkü güzel ortak yargılarımızdır sonuçta, biraz ileri gidersek vasatlığın saltanatıyla karşılaşabiliriz. Milyonlarca arabayla yarıştığınızı düşünün, hepsi aynı hızla yokuşu çıkamaz, bir tanesi doruklarda gezerken, pek çoğu eteklerde dolaşacaktır, vasatlığın saltanatı garip bir şey değildir, yalnızca budur.

Sanatın bir kavannisinin ya da kronolojisinin olması, mezar taşı ideolojisinden başka bir şey değildir, üstelik bir koçanı tutulmak nezaketine erişen, kavuşan kadar, bir o kadarda unutulan vardır bu hengamede...
Gerçek ereği ölümsüzlükse bu kavgaşımın, her insan ölümsüzdür diye düşünebiliriz. Çünkü eşi ve sonu olmayan bir yaşamı süslemek, onu onurlandırmak gibi bir işlevi vardır her insanın, bu baht hiçliğin bütün temellerini yerle bir eden biricik kanıttır tüm evrende, her insan bunu bizim için yapar üstelik ve her insan ölümsüzlüğü hak eder, erdemli olmanın yollarından biridir bu tanrı katında ve tanrının bir borcudur bu bize, tanrı ötekiyse, madalyonun öbür yüzünde de biz varız öncelikle ve bu paranın yazısı da turası da aynıdır belki de!..
Picasso, Franko faşizmiyle ilgili -sözde- Guernica'yı yapmıştır, bir duvar resmi formunda, başkaca bir tavrı da yoktur bu konuda, o zaten yoksulluk, eşitsizlik, devrim gibi konularla pek ilgilenmemiştir, bir portre ressamıdır, renkçidir ustalıkla ve en önemlisi de yenilikçi bir ressam değildir ve tarzı bir ilkin sunumu da değildir, belirtildiği üzere mağara çizgilerinin versiyonlarıyla, Afrika renklerinin bireşimidir, ama kapitülasyon çağları bittiyse de, manipülasyon çağları bitecek gibi değildir dünyamızda...
Bilineni yinelemiş olalım, Einstein'in görecelilik kuramı dünyayı sarsınca, bir intihal -çalmayı akıl etme- varsağısına gönül indirip, bu kavramı resme taşımayı, primitif bir biçimde olsa da öngörmüş, çağın sürümü ve zorunlu bilitinin dinamiğiyle de, Paris - Madrid düalizmi arasında popülizmin duvarlarını yıkmayı başarmıştır.
Bitmedi kadınlara karşı nobran, despot ve dikteci -diktatör kavramı buradan gelir- ve dikte ettiren bir ölümlü olarak, kötü bir ünün sahibi olmuştur.
Konumuzla ilgili değilse de, sırf oyun içinde oyunun gizemlerine erebilmek için deneyelim, eğer bu resim anlayışını bir doğulu 'ele geçirmiş' olsaydı Methuselah bakın neler söyleyecekti; Bu güneşin kavurduğu, perişan toprakların vatanından çıka gelen doğulu, resim sanatını özümsemeye ant içmiş, primitif çağların görüngüsünü hatmetmiş, renkler, doğu çarşılarının tanrısal bir bağışı gibi göz alan bin bir çeşitliliğinin derinliğini süzerek, bir özüt gibi tuvali kaplıyor, gören gözleri hayran bırakıyor, perspektif alabildiğine primitif, çarpık doğu zihinselliğinin tüm çizgileri var portrelerinde, ressam düşkün topraklarının insanlarını hakkıyla yansıtıyor, bakışları bir yere odaklanamayan umarsız ve yoksul figürler, ressamın profesyonel becerisiyle panoramik görsellere dönüşüyor.
Doğunun insanlarının açmazı, sanki felçli, parçalanmış zihinsel yapı, ancak bu denli yansıtılabilirdi, dikkat dağınıklığı, yıkıntılar arasında ilahi ve dünyayı seyre dalmışlığın acziyle bütünleşen; erdemli bir savunma bu, çağımız bir ressamla tanışıyor ve doğuyu bize bir kez daha bahşederek, kendimizi de tanımamızı sağlama yolunda bir adım atmamızı öngören derin portrelere imza atıyor, resim sanatı insanı anlatma yolunda bildik formlarını, fersah fersah geride bıraktı, resim anlayışı yeni bir kimlik kazandı onun fırçasıyla ve çağ yeni bir ressam, özgün bir sanatçı kazandı!..
İşte Picasso 'dilendiğinde' böyle biri!.. Siz baktığınız pencerenin kurbanlarısınız!..
Peki Picasso neden büyüktür, büyük değildir, çağ efsanesini yaratmak zorundadır, uygarlığımız genelde kafeini alınmış sanat erbabını öne çıkarmakta hiç bir beis görmez, o 'Karşı koymak bile bir çeşit işbirliği olabilir' mottosunun gönüllü kurbanı, hayranı ve kahramanı olmakla, sözde ilerici, aydın, işçi, eşitlik özlemi içindeki kitlelerin, ambalajı göz alan ve arada bir Mozambik'den, Burkina Faso'ya, Gulag'dan, Auswithcz'e kadar özdeyişler üretip, türetip serflerin, paryaların ve tarih boyunca sınıfta kalmaktan başka hiç bir becerisi olamamış arkaik proletaryanın; sözcülüğüne savunur artık.
Kimisi Goethe gibi, sonunda nedamet getirir bu konuda ve giderken, hiç olmazsa, 'Işık daha fazla ışık' der, diyesim hiç olmazsa kendini bilir. Çünkü, karanlıkların olmazsa olmazımız olduğunu anlar ve görür artık. Kimisi Max Ernst gibi gerçekten yenilikçi bir resmin peşine düşer, ama onu kimse anlamaz, neden, dedik ya aydın olmak ya da gelecekçilik, ilericilik bile; bu dünyada anlaşılır -daha doğrusu- düzenle işbirliğinin tezahürü bir arketip olmak zorundadır, yoksa saçmalıyordur insanlar, görülmedik delilikler sergiliyordur, anlaşılamıyordur bir türlü vb!..
Örnekçe; bunu bilen ve sezen Malevich, devrimlerin, reformların, restorasyonların hep aynı kapıya çıktığını anlamış, sezmiş olacak ki boş tuvali duvara asarak uygarlığımızı protesto etmiştir, o değişen tek şeyin 'değişmeyen' olduğunu anlamıştır.
Duchamp ise, başka bir versiyona yönelmiş bu ikilem içinde ve pisuvarı enstelasyon, resim ya da güzel sanatların bir objesi olarak insanlık sahnesine, fütursuzca sunarak -ilk kez sanata karşı sanat yapılıyordur-, anlaşılır bir kurnazlık, haylazlık ya da açıkça bir meydan okumayla; sanatın aslında, düzen içi, kurulu mekanizma veya anlaşılır doğamızın öylesine ve değişkesiz, görsel ve bildik yinelemeleri ve zaman geçtikçe yeniden piyasaya çıkan, arzı endam eden ürünleri olduğunu haykırmakla yetinmiştir.
Göğün altında yeni bir şey yoktur ve olamaz. Onun için bir yinelemeyiz biz.
En şaşırtıcı ve belki de dehşet verici yanıysa sanatın, bu aşamalarda, uygarlığımızın tüm bu devrimci, karşı devrimci, öylesi ya da üstün körü olan veya bize olağanüstü gelen, gerçekten yenilikçi ürünlerini kendi potasında eritip, usa sığmaz biçimde bir absorbe etme -tolere etme de diyebiliriz-, güncelleştirme, olağanlaştırma yeteneği göstererek, her şeyi sıradanlaştırma, anlak içi süblimasyonlarla, giderek anlaşılır kılarak, değersizleştirme, yoksunlaştırma ve işte sanatın her şey gibi öylesi bir ürünü olma, düşüncenin bildik insiyaklarından biri -yaratım-, olağanüstü olma özelliğini; hepimizin anlayacağı bir seviyeye indirme sihrini- büyüsünü- tansığını, ne derseniz deyin imansızca, insafsızca, acımasızca gösterebilmesidir.
Bunu zamana mı borçluyuz, her düşüncenin insan ürünü olmakla giderek olağanüstülükten uzaklaşmasının ortak bir yazgımız olduğunu anlamamızdan mı kaynaklanıyor bilemiyoruz.
Sonuçta sanat özü baz alındığında ilericidir kavramı, savunması, donesi veya ileri sürme biçimselliği; bir şehir efsanesi, yalan söyledikçe burnu uzayan bir Pinokyo masalı, bir tür galat-ı meşhurdur.
Sanat yaşamın bir parçasıdır her şey gibi, sıradandır ne yazık ki...
Evet yaşamımızda her şey; olasılıklar, olağanüstülükler, şaşırtılarla doludur ve Platon içimizdedir bizim, Rotschild içimizdedir, Robinson Cruose içimizdedir, Şeyh Bedrettin ve Yunus içimizdedir.
Yaşam bizi nereye sürüklüyor, çabalarımız nereye götürüyorsa biz oyuz.
Sonuç şu; Uygarlığımız et ve kan uygarlığı hala, cinsiyetin açmazlarıyla, genlerimize sinmiş şiddet duygusuyla, aç gözlülüğün pençesinde paramparça olan kitleler ve adına kapitalizm -sermayecilik- dediğimiz vodvilin oyuncaklarıyla ve blody maryleriyle kadeh kaldıran ve yaşamı cadı bayramlarıyla avunarak, rol kaparak, kurban olarak, payına düşen; negatif ya da pozitif motivasyonlarıyla ömrünü tüketen materyalleriyle -bir canlı türü olarak, hominid- geçip gidiyoruz biz.
Uygarlık modelimiz değişmedikçe, sonuçta bir primat, ilkel bir dürtülenim, amipyen bir hücre topluluğuyuz biz.
Bitmedi; bunu Salvatore Dali, Picasso'dan daha iyi bildiği için, yok çok daha dürüst olduğu için, ben dolaristim, paraya tapan bir işbirlikçiyim, başka bir şey değil diyerek, olan biteni -gerçek bir devrimci sıfatıyla- özetledi.
Buna inanmıyorsunuz değil mi, inanmıyoruz, çünkü bizler uygarlığımızın ürünleriyiz. İnanmak bir sonraki -türe- kalıyor, gerçek zaman alıyor ve yüzyıllar evrenin kadranında saniyelerle ölçüldüğü için, olan bizlere oluyor ne yazık ki, bizler onların öncülü ve kurbanlarıyız.
Bu durumda, kaçınılmaz işbirliğini bilen, insanlık tarihçesinin birer kurbanı ve ama açıkça itiraf etme dürüstlüğünü gösteremeyen ve kahramanlığa soyunan ucuz birer Picassolarız biz!..
Geçenlerde çağımızın Azev'i -hainler kralı- bir eleştirmenimiz, 'Solun rantını yemedi' diye bir başlık attı köşesinde, evet hainler kralı bizlere göre, ama inanın içimizde en dürüstü o... Hem oynadı, hem söylemek dürüstlüğünü gösterdi çünkü yaşamında, doğrusu bu değil belki, ama uyumaktan ve ayaküstü düş görmekten iyidir.
Nedeni de şu, düşmanlarımı dostlarımdan daha çok severim, çünkü onları tanır bilirim, ama dostumun ne zaman ne yapacağı konusunda bir önlem almam olası değildir yaşam boyu, ihanete açık bir kavram dostluk.
Çünkü dostuma güvenirim, güvenmek zorundayım ve ne zaman ihanet edebileceğini de hiç bir zaman bilemem, düşmanım için böyle bir sorun yaşamadığım için ve ihanet eden bir düşman tarihte görülmediği için, düşmanımı daha çok beğenir ve hatta severim!.. Bize acı veriyor biliyorum, ama işbirlikçi olan dostlarımızdır ne yazık ki...
Tarihimiz, insanlığın ikilemi, açmazları ve umarsızlıkların yinelemeleriyle doludur ve ölülerimizin üzerinde yükselen bir ceset, et ve kemik, dahası bir -kül- yığınıdır uygarlık dediğimiz incelikler ve hiç bir şey değişmemiştir, o günden bugüne...
İnsan türü kökten değişip, evrilmedikçe de değişmeyecektir!..

***





SANATÇI
Sanat bin yılların dışavurumu, alışkanlığı, paralel dünyaları, protest tavrı, işbirliği ve bir tanrı sözcüğüdür... Bir yinelemedir sanat ve bilimle, teknolojiyle, sosyal yaşam ve ekonomik, siyasi argüman ve peyzajlarla simbiyoz bir yaşam sürdürür. Öyle olmasaydı mağara duvarlarına ilk insan avladığı canlının resmini çizmek yerine düşleyebildiği ya da aklına esen bir şeyi, saçmalığı, deliliğin versiyonları diyebileceğimiz, bize anlamsız gelen geoit, antimetrik formları, savrukluğu çizmeye kalkışırdı. Ama biz ona resim veya sanat diyemezdik, çünkü düşlerimiz aklımızın sınırları içinde cirit atan meleksi veya şeytani dünyacıl/yersel durumlardır gerçekte...
Hieronymus ortaçağın gerçekçi bir ressamıdır diyebiliriz bugün, kara vebayı ve cadıların bayramı adı altında alt sınıftan insanların, özellikle kadınların yakılmasını başka türlü resmedemezdi, çünkü onu ölüm bekliyordur; sorunu düz anlatım biçimiyle yansıtmak isteseydi!.. Jurnal ve herkesin anlayacağı dil, bireyin sosyal özgüvenini tehlikeye atabilir. Onun resmi bir kıyamet/songün belirtisinin, insani vandallığın doruklarında gezen, barbarsı ve kanibalist bir vahşetin tuvale birebir yansımasıdır. Hieronymus gerçeküstü, hatta fantastik bir ressam olarak nitelenebilir ama engizisyon çağlarında, açık bir dil ve kaba yüreklilikle çıplak gerçeği dile getirmek her babayiğidin harcı değildir, bugünde böyledir inanın, zaten sanat hayatı dolanmaktan geçer, sağ eliyle sol kulağını tutmaktır sanat, birde işbirlikçi ve günoğulcu yaygaralara kapılmanın ehven ve getirisi bolca bir rahmetidir o!..
Hangi toplumsalın duyargası, hangi açık dile karşı değildir onu siyasi erk belirler, batının ve doğunun yumuşak karnı farklıdır, doğu insan hakları karşıtı olmakla suçlanırken, batının argümanlarına paralellik taslayan şeyler için suçlanır ama batının açık toplum görüngüsü altında neleri hazmedemeyeceği de ortadadır ama doğunun bunları dile getirebilecek gücü pek yoktur bugün, uygarlık el değiştirdikçe suçlanan taraflarda değişir doğallıkla, oysa suç evrenseldir ve batı masum olmak şöyle dursun tam aksine günahkardır ama bugün onun babası -tanrı-, ondan yana olduğu için suçlanabilen taraf olmaktan ne yazık ki uzaktır, yoksa kapitalizmin tutuşturduğu dünyamız ya da göçmen sorunlarının ana kaynağı batının izlediği politikaların kaçınılmaz sonucudur ve yüzüklerin kardeşliğinin bu nedenle gerçekleşmesi olanağı yoktur.
Bugün batıya 'Noli me tangere' diyebilmek için öncelikle bir nükleer silaha sahip olmak gerekir, buyrun en güçlü silaha sahip olanların çeki düzen verdiği, demokrasi bekçiliğine soyunup, karaların su başısı kesildiği bir dünya, batı demokrasinin altın vuruşuna sahip topraklar değildir, silahların gölgesinde sizlere uygun gördüğü 'demokrasi paketlerinin' dünyasıdır bu, ekonomik, sosyal, kültürel paketler, gün gelecek paketler el değiştirecek, nasıl, o silahlar el değiştirdiğinde tabi, görüyorsunuz her şey bir peri masalı gibi, kül kedisi nerede, Sindirella nerede, kırmızı başlıklı kız nerede, bulun bakalım 'puzzle'nızın labirentlerinde!..
Sanatta böyledir, cezalar ve kutsamaların -armağanların- paralelliği ve sözde kardeşliğidir sanat, bakmayın siz, kulelerden, karanlık ve gizemli dehlizlerden sızan parıltılardan başka bir şey olmadığını ileri sürenlere, karşı koymak bile bir çeşit işbirliği sayılabilir, sanatın atalar sözüdür gerçeklikte!.. Geldiğimiz nokta, geçtiğimiz yerler ve geleceğin düşler ülkesi (1984), yinelemelerin tuzağında birer kanıt işlevi görebilir söylemlerimize!..
Sanat, esin -tanrısal vahiy- değildir, esin kaynağı hiç bir zaman bilinmeyen dünyalardan kaynaklanmaz, kaynaklanamaz, o bilinmeyen dünyaları bile; bildik dünyalarımızın izin verdiği ölçütler ve düşlerimizin kapasitesiyle dolup boşalmış hoş görülerle yüklenmiş de/şarjların hızında kurabilir imgelemini!.. Özünde sanat, çağımızın rüzgârlarının süpürdüğünden, talan ve yıkıcı gücümüzden kalan panoramadır (Guernika, Hiroşima, Ernst'in yaklaşımları, Kandinsky, Pollock çizimleri, tümü çağın biçimsel anlamda bir dışraklık ve yansımalarıdır.) ve öyledir de... Zaman çarkının kustuklarından, atık ve dışkılarından ve çağın endikasyonlarının bireşiminden doğar o...
Einstein'ın kuantum teorisi -rölativite- olmasaydı, Picasso kübizmin göreceli -üç boyutlu- portrelerine yıllarını veremezdi, çünkü çağ neyse bilinçte ancak onu üretebilir, görünmez bağlarla biz zaman ve zeminimize kesenkes bağlıyızdır, bilinçaltı dediğimiz şey, görünen yaşamın afazilerinin kaçınılmaz püskürtüleri ve dışa vurumu olabilecektir doğallıkla... Yirminci yüzyıl başlarında, tifo, tifüs, dizanteri gibi savaşlardan büyük kayıplara yol açan anomaliler yerle bir edilmeseydi, Kandinsky doğmaz, amipyen, zigot ve öglenayı kutsayan, mikrobik/bakteriyel dünyaları keşfederek, resim sanatına ayrıksı ve o güne dek denenmemiş bir bakış açısını armağan edemez, yeryüzüne adını bırakamazdı. Techne, bilim ve sanatın birbirinin uzantısı olduğudur, her şey birbirinin uzantısıdır yeryüzünde...
İstanbul Contemporary'ye gitmedim, çünkü sanat aynı zamanda, azılı bir yinelemedir... Çağımızda ya da dünyamızda anlam kirliliğinden kendini kurtarmayı başarabilen hiç bir kavram yoktur, göksel saflık ve masumiyet bile... Çağımız 'Digito ergo sum' çağı, hepimiz sanal bir varlığız ve hem varız hem de yokuz, yaşıyoruz ya da yaşamıyoruz, hatta kimin yaşayıp, kimin yaşamadığı bile belli değil artık, tüm insanlık çoktan bir matriks yığınına dönüştü... Sosyal varlığımız-matriks, ciddiye alınmamız, hatırımızın sayılması kesin biçimde başkalarının, görünmeyen dünyaların ve tuşların, bizim çıkarlarımız veya var oluşumuza, varlığımızın kabulü doğrultusunda, basılmasına ve bir işlev üretmesi, üstlenmesine bağlı.
Yaşadığımız öngörüler ve kesinlemeler dünyasının; apocalypse, kıyamet çağında olduğu bile ileri sürülebilir artık. Çünkü bağlarımız ve iletişimimiz aritmetik bir hızla arttıkça, ilişkilerimiz ve iletişimimiz geometrik bir hızla birbirinden uzaklaşmaktadır karşılığında!.. Bir uygarlık anomalisi ve bir paradokstur bu ne yazık ki...
Günümüzde herkesin tıbben human sayılabildiği bir dünyanın sonunda, fenerle sokaklarda insan aramaya çıkacağızdır doğallıkla ve kaçınılmazlıkla, tıpkı Diyojen gibi...
Sanat gerçekte nedir diye düşünmemiz bile, bir alışkanlıktan öteye gidemiyor günümüzde, çünkü sanat tüm bir dünya nüfusunun imgelemine düşebilen bir görsel, bir grafiti ya da her tür görüngüyü kullanmayı becerebilen bir dünyevi enstalasyon artık. Sanat ayağa düştü değil, damarlarımıza nüfus etti, kanımıza girdi ve düşlerimizi, düşüncelerimizi tüm sıradanlığına karşın, acımasızca yönlendirebilen bir materyale dönüştü artık; bunun sonu nereye vardı, her insan sanatçı olabiliyor çağımızda ve ama bunun yanında, sanatçı olmakta alabildiğine zorlaştı, hiçleşti ve kriterler değişti. Para yani sermaye ile iç içe olamayan şey sanat değil günümüzde, guguk kuşu dahi olabilmesi olanaksız.
Van Gogh gibi yazgısını ölüp giderek; sanatına güneşin vurup, aydınlanmasını, göze çarpmasını bekleyen insanları, gerçekten ölüm selamlıyor günümüzde artık, sanat nüfusa oranla çoğalabilir çağımızda ama sanatçı azaldı garip biçimde, algoritmik, ters orantı işliyor bu noktada tuhaflıkla, doğanın aritmetiği değil bu, matriks dünyaların, çılgınlığın doruklarında sürünen tüketim toplumunun ve apokaliptik, sermayedar sınıfların dayatması bu bir biçimde, mekanistik doğal düzenin acımasız çarkları böyle işliyor ve bu çok doğal. Doğal çünkü ortaya -sahneye- çıkmak kesinlikle olanaksız ama bir o kadarda kolay.
Anlaşılır gibi değil, dünyanın düzeni tanrıyı bile yerinden hoplatıp, şaşırtacak kadar zorluklar ve matematik büyülerle dolu ama saat gibi işliyor. Aklın sınırları bunu kavrayabilmiş değil henüz ama herkes alanının efendisi ve çıkarlarının yılmaz ve dayanılmaz bekçisi olunca, makine de aşkla çalışıyor, her şey karşılıklı!.. Vesayet mekanizmaları daha sert ve acımasız artık, kapital ve kapitol çok daha sıkı işbirliği içinde, alacağınız Nobel'e Birleşik Devletler'den işaret gelebiliyor ama siz onu bir dilem ve hoşgörü dolu sözel yığınlar arasında görerek illüzyona sürüklenebiliyorsunuz ve şeytanın mızrağı başak destelerinin arasında hiç bir zaman görünmüyor, göze çarpmıyor.
Görkem dolu paradokslarla süren bu yaşam, sanatın yozlaşmasına yol açtı belki de, ama sorun o da değil ne yazık ki, gerçek sorun; sanatın çağımızda hiç olmadığı kadar dünyevileşmesi, yani yücelen ve ruhani, tinimizi ele geçiren, o güneşin gözlerini bile kamaştıran büyüsünden uzaklaşıp, ayaklarının suya ererek işlevini yitirmesi ve walkmanlara, varoşlara, sokaklara, yatak odalarımıza kadar, dijital dünya aracılığıyla girip, nüfuz edebilmesi, sanatın hiçleşmesi, endüstriyel bir workshop'a ve bir ninni gibi yalnızca uykuya yarar bir melodiye dönüşmesine yol açtı çağımızda, her eve lazım alet edevat yığınları gibi sıradanlaştı o ve ucuzlayarak kullan ve at ritüeline dönüştü.
Sanat bugün yalnızca düzenin hizmetkarlığına soyunan, kâr amaçlı bir kuruluştur, kavalye ve partnerleride alabildiğine mutludur bu gelişmeden, zahmetsiz ve sanalitik bir emeğin, çabanın karşılığında bir kazanç gibi görünmektedir bireylere sanat cambazlığı günümüzde ve kaçınılmazlıkla çekicidir ve surlarından herkesin giremediği bir sektördür artık o, yanılsamalarla dolu ve hiç bir çağda olmadığı kadar kabul gören. Deyim yerindeyse; tanrı ölmediyse de, sanat öldü çağımızda... O 14 numarada artık!..
20. yüzyılın, 'hainler kralı' gibi nitelediğimiz Andy Warhol'u, meğer bugünleri sezmiş ve görüyormuş, anladığımızda onur ve prestijini iade ettik ona, yanılmışız kokacı satılmışı tanımakta!.. Sanatın, klişe deyimle kapitalizmin anlaklara yansıyan, düşlerimize giren bir reklam panosu veya bir tanıtım broşürü ya da çocuklarımıza hitap eden, kızlarımızın gönlünü çelen, oğlanlarımızı perişan eden; vicdani bir ayeti kerime gibi muskalaşıp, büyülerle, tazılarla, uçan oklarla yorumlanmasının kaçınılmaz olacağını imleyen, görselleriyle duyuran ve onu umarsız bir çığlığa dönüştüren ilk Mesih'imizmiş meğer bu yolda o!..
Zaman kavramları nasıl da değiştiriyor, oysa çoğumuz onun Dali gibi dolar çılgını ve kapitalizmin finofil ejderliğine soyunan satın alınmış bir kemiyet olduğunu sanmıştık. Yanıldık, çünkü dünün işbirlikçisi, bugünün isyankârı konumuna sürüklendi, çağın çetrefil, içler acısı, anlam kaymalarıyla dolu, bu yolda ışık hızını bile geçebilen kavramlar, oluntular, sürklase edilen veriler, verimler, zincirleme ikonlar ve protestonun bile gülünç ve düzenin tanrısal bir seviyeye yükselip, neredeyse sonsuz bir güce dönüşen, erkin, görünmeyen mekanizmaların tüm bir insanlığı köleleştirebilecek güce ulaştığı bir yıkım ve ilahiler tanrısının, Satan'ı bile sağ kolu olarak sunduğu bu illüzyonlar ve her şeyin; güneşin, tanrının ve evrenin ayetlerine dönüşebildiği, çağrılmayan Yakuplar ve manipülasyonlar dünyasının, kuyruklu yıldızlarla kaynaşan ve hiç bir ederi, düşünsel yeniliği, çekiciliği ve hümanistik yadsıma ve fütürist bir görselliği ya da içeriği barındırmayan, her şeyin yıvışıp sıvıştığı, gerçekte tanrıya bile yer olmayan, anlakta onun manyetik bir dalgaya dahi değil, mizahi bir kara duyuna dönüştüğü, bize sonsuz gelebilen sanal bir özgürlükle süslenmiş, tüm evreni tutsak alabilecek bir algılam'a doğru sürükleyen bu canlılar ve okyanuslarla dolu sanat dünyamızda...
Bugün insanlık sanalitedir, sanalitik bir yığın, bir görüngüdür, ölüm sıradan bir olgu olup, tüm kavramlar tarihte görülmediği kadar hiçlenmiş, içeriğinden boşalmış ve insan beyni tüm yeteneklerini, tüm kişisel, tepkisel, bilinçsel özelliklerini yitirmiş ve beyin; köleleşmiş bir evrenin kumanda merkezine dönüşmüştür. Beynimiz bizim değil artık, bizim dışımızdaki, her şey ve herkesin bir düşünsel aracı o, bir kobay -denek- ve bir veri merkezidir artık. Kısacası sanat, klasik sanat kavramı; ölmüştür, tüm insanlıkla birlikte, sonsuza dek. Çağımız 21. yüzyılla geleneksel dünyaya son vermiş ve deyim yerindeyse insanlık tarihinin en büyük devrimini gerçekleştirmiştir. Dijital devrim. Atom çağının sonrası, dijital bir çağdır bu. Atomdan daha keskin belirsizlik ve görünmezliklerle dolu. İnsanın ve sözün nitelikten niceliğe, bir ölü cinayet, bin ölü istatistik kavramının tanrısal bir töze, bir ayete dönüştüğü kutsal cehennem!..
Bir düşünce sorunu çözmek için değil, sorunları çoğaltmak, imlemek ve onu dışa vurmak için vardır. Ama yine de o, çözümden söz etmeyi sorunu göstermenin yollarından biri olarak ileri sürmeyi bir alışkanlık edinmiş ve tarih boyunca, hiç bir çözüm üretemediği halde, çözüm adına yaygaralar üretmeyi bir borç bilmiştir. Öyleyse çözüm nedir; toplu yok oluş ya da toplu kurtuluş gibi gözüküyor ufukta, hamaset dolu bir yaklaşımla, nasıl olabilir bu, günahkâr olmaktan kurtulmamız, tövbe etmemiz, arınmamız için, önce günaha girmiş olmamız gerekir diye bir söz var, insanlığın kurtuluşu, onun sürüklenebileceği felaketlerin en büyüğüyle doğru orantılı bir varsayım ne yazık ki, yaratılışımızın naturası, cehennemi görmeden, yaşamadan, cenneti vaat etmeyen bir tanrının çocukları olmakla yoğrulmuş alışkanlıkla, bizim kurtuluşumuz, o büyük felaketimizle -apokalips- olasıdır, buran yeli esmedikçe, tuz gibi ak olmadıkça ve Sodom ve Gomore yinelenip arşı alaya yükselen bir yansıma, tersinir yadsıma, bir günah cinneti ve bir şirkin ulvi, alelade şahikası olmadıkça, tanrısal bir gazabın, gaddarlığın ve bir kıyamın kapısına varıp, ulaşmadıkça bir kurtuluştan söz edemeyiz biz.
Ama umut var, o yolda ilerliyoruz, ne var ki sanıldığı kadar hızlı değiliz, bizim tanrılarımız nükleer güçlerle donatılmış, alev şeytanlarıyla kucak kucağa, kıtalara nam salmış ve ozon tabakasını delerek Mars'a ulaşmış olsa da; ne yazık ki henüz emekleme dönemindeyiz. Bir kıyamla, umuyla kurtuluşa erişebilmemize daha çok var, kendimizi yok etmek bile yetmiyor buna açıkçası, dahası yetmez. Tüm evreni ortadan kaldırabilecek bir güce sahip olmalıyız biz, olasıdır bu ama bir gelişme sayılamaz ne yazık ki, işte bütün sorunda bu...
Biz tanrının gerçekte bir mahalle bekçisi, bir apartmanın süpürgecisi bile olamadığını anlamalıyız, melek ve şeytanların onun has evlatları olduğunu kavrayıp bilebilmeliyiz ki, yeni bir evren ya da kan ve et uygarlığından amade bir yaşam ve kutuplardan arınmış, reng'ahenk bir kuş cenneti kurabilelim, yine de umutlu olmalıyız biliyorum; Adem'in çocukları bugünlere nasıl geldiyse, cehennemide çıplak ayaklarıyla yürüyerek geçecek, bir anksıyeteye sahip olabilecektir o, çok basit bir beceridir onun için bu ve insan gerçekte bir tanrıdır ama bunu bilmezlikten gelmekte ve çağları geçip gitmek gibi bir uğraş içinde o...
Onu küllerinden doğuracak sihir daima elindedir ve onun şeytanları ve Nemrutları bu dehşet veren vodvilin kozmikomik, komitrajik ve satirik oyuncaklarıdır yalnızca, bu yüzden bugüne dek, tek bir insan yaşadı diyebiliyoruz. Çünkü biz bir kategori olarak yaşadık çağlar boyunca, canlılar sınıfından bir Eden Kristali, bir sürgün, kendimizi yineleyip durduk acımasızca ve acemilik dönemlerini tüketiyoruz yalnızca ve bir deneyimin ustaları olmaktan alabildiğine uzağız henüz.
İstanbul Contemporary'de gözde bir sanatçımızın işinin çalıntı mı olduğu, yoksa bir esin ya da bağımsız bir yapıt mı olduğu tartışılıyor sanal dünyada... Bu açınlar bu yüzden açıkçası, somut ve dürüst, yani gizlentisiz, tüm çıplaklığıyla düşünecek olursak, çalıntı olmayan sanat yapıtı daha doğmadı yeryüzünde, ama kesinlemeler karmaşaya yol açar, bu ne demektir, sanat geçmişin birikimini, yeni bir yorumla sunma çabasından başka bir şey değildir, salt yeni de olanaksızdır bu anlamda, taşın, suyun, eşyanın, yağmurun ve şimşeğin tanrısıyla süslenmiş dünyasında, gerçekten yeni bir şey yoktur ve olmayacaktır da, gerçek sorunda budur zaten, kibar bir deyimle esin diyoruz zaman zaman çalıntıya, oysa tümüyle yineleme, virgülü virgülüne aynı olan bir Don Kişot veya kutsal bir kitabın sunumu, gerçekte çok daha ders verici ve sanatkarane olabilir ya da ışık tutabilirdi bize... Anlamak için Deloslu dalgıç gerek ama paradokslar dünyasında sanat anlayan içindir ne yazık ki...
Çünkü biz sonsuz bir eskilliğin, yeni bir güne gözünü açmış, onun teknolojik türevleriyle boyanıp çalkanmış primatlarıyız ve görünür, kavranabilir evrenimizin versiyonlarıyız; sanatta bunun içindedir, biz de ve ev/renimizin ta kendisi de bunun içindedir, hepimiz ve görüngülerimizin esiri ve esini olan soyut vargı ve varsağılarımızda!.. Başka bir şey üretemeyiz biz, ötekine çok benzeyen, tıpkısını andıran bir sanat objesi veya Mona Lisa'nın birebir kopyasının sergilendiği bir sanat yapıtı, bizim için daha gerçekçi ve ders verici olabilirdi, çünkü yinelemek cezasından kurtulmuş bir sapiens olmaktansa, protest bir bakış açısıyla tıpkısının aynısını ortaya koymak kozmik bir derinlikte dürüstçe bir anlayış ve daha gerçekçi bir yaklaşımdır artık bizim için, çünkü sanat baştan sona bir yinelemedir gerçekte...
Bizim temel sorunumuz, bu yinelemeyi her defasında kozmik bir adap ve derin bir insanilikle anımsatmak, yansıtmak ve duyumsatmaktır belki de, sanat terkedilmelidir diyemeyiz ama sanat bizim sıradan bir parçamız olmaktan kurtulamıyor ne yazık ki, kendimizi anlatmak bir tür yineleme değil midir, böyle bir bildik tanı, köktenci değil, yüzeysel bir tanıya yol açacaktır sonuçta, var olanı kusurlarıyla biçimlendirmek, restorasyonla sözde yenilemek, niçin sanat sayılabilsin ki, ama uygarlık biçimimizi değiştirebilseydik biz, insan hiç olmazsa kendini tanıyabilecek, belki de anlayabilecekti kozmik ölçekte, yinelemek bir tanı olamaz ki, o salt bir tekerlemedir, ama ufkun ardında ne var bilemeyişimiz, bugünkü anlaksal yapımız ve onun sınırları içinde, başka bir gerçekliğe ulaşıp, göremeyişimizdendir. İnsan vahşidir, ölümcüldür, yazgısının tutsağı olup, umarsız bir yaratıktır ne yazık ki, bu topoğrafyası değişmedikçe, o tropikal bir kuşun renkleriyle avunduğu sanata, bir illüzyona ve kendisine boyun eğmeyi sürdürecektir.
Bundan ötürü bir dolayımla Sanatçı günümüzde sanatçı olmadığını ileri sürebilen kişidir, olmalıdır. Çünkü o kaçınılmazlıkla işbirlikçidir, bir yineleyici, günoğulcu ve skolastiktir gerçekte o... Yeni sanat diye bir şey yoktur, versiyonlarımızın piyasaya sürüldüğü, sayısal deneklerin karşıtlamında, kitlelerin beğenisine sunulduğu veya sosyal yaşamda türetken yollardan karşılık gördüğü, bildik bakış açılarının, bilinç üstüne çıkarılmış kozmik, kaotik ve bildik görselleridir onlar yalnızca.
Öyle olmasaydı Şeyh Bedrettin bir kere doğar, Marks bir kez konuşur, Spartaküs bir kerecik kalkışırdı o sürekli şükrettiğimiz, kutsal ve tanrısal bildiğimiz -dünya sahnesi- kurulu düzene karşı, oysa dünyamız saltıklıkla, bu tür düşselliklerin ve açmazlıkla yinelenen motto ve manifestoların ve her seferinde şu ya da bu biçimde 'Yüce Sezar, ölüme gidenler seni selamlıyor' diyenlerin mezarlarıyla dolup boşalan bir ambardır geçmişteki gibi, versiyonlar cennetiyiz biz ne yazık ki. Savaş savaş değil, içimizde kök salmış, bizi kuşatıp temellenmiş bir kavram o, diğer anomaliler gibi tanrıyı günahkar yapan ve utanılması gereken bu... Belirsizlik ilkesiyle yaşayan bir dünyanın ve tüm belirsizliklere hükmeden bir tanrının çocuklarıyız biz. Bir tür ahlaksızlık içindeyiz ve bir sapmayız gerçeklikte ve bu yolla günahtan yoksun olmakla, gerçek bir masumiyetin içindeyiz aynı zamanda, ne yazık ki. Acınası bir devran!..
İnsanlık ilerlemiyor, aşkınlığın versiyonlarıyla gönül eğlendirmiyor, yalnızca keşfediyor o, atomu keşfediyor, nötronu ve gökadaları keşfediyor, peynir çeşitlerini ve karamelayı keşfediyor, yeni bir şey bulmuş değil o, olmayan bir şeyi yaratabilmiş değil -yarattığı tanrı öyle değil ama(!)-, bir yinelemeyi yeniliyor o ve yazgısına doğru hızla koşmaktan da büyük bir haz alıyor... Göğün altında yeni bir şey olmadığı sürece, genlerimizdeki alıcı kuşun, düşlerindeki rengarenk tüyleriyle oyalanan bir çılgınlığın bebeği olmayı sürdürecektir o...
Her zaman bir Quetzalcoatl özlemiyle avunan ve onu savunan baltalar tapınağının bir yabanılı o!..
Sanat, o denli kısır bir çıkışlar yumağıdır ki gerçekte, temaları tarih boyunca, üç beş başlık altında cirit atan neandarteller olmaktan kendini kurtaramamıştır. Nedir onlar, aşk, ölüm, yaşam, zaman, evren, sonsuzluk ve varlık, yokluk ikilemleriyle, onun versiyonlarıyla dolup taşan yaşam gaileleri, savaş, barış, kin, para ve ekonomik, sosyal, kültürel, endüstriyel ne varsa ve onun kozmik açımlarıyla dolup taşan her tür, tümü...
Bizim anlağımızın cennet bağları, Eden Bahçesi o denli küçüktür ki, biz okyanuslar ve sonu gelmez cennet ve cehennemlerin sınırsızlığında taklalar, perendeler atarak yaşamlarımızı düşlerin sonsuzluğunda geçirmekte olduğumuzu sanıyoruz, oysa insan minicil bir yaratıktır ve düşünce kozmolojisi henüz alabildiğine sınırlıdır, bir kaçış içindeyiz biz gerçekte, evrensi her şeyi, her neni algılamakta zorlanıyoruz, her konuda çelimsiz bir varlığız ve bildik sınırlarının dışına çıkmakla tehdit edilen umarsız bedeni, anında intihara kalkışabilir örneğin, dışlanan bir homosapiens -düşünebilen varlık- o kadar naif ve kırılgandır ki, yaşam denilen kozmolojiyi anında yadsıyabilir, içine kapanır ve kendi kendini yok edebilecek basit bir aygıta, bildiğimiz bir alet ya da gülünç bile sayılamayacak son derece sıradan mekaniğiyle, öylesi bir makineye, et ve kanın danteliyle örülmüş bir kurmacaya dönüşebilir. Kurmaca, ne denli tehlikeli ve insansı etikten yoksun bir deyim. Ölümsüzlük bile kurtaramaz bu varlığı, ezasını artırır, o duyguyu terk etmedikçe ve düşüncesi sınırsızlığın kapısına ulaşacak bir biçimde gelişmedikçe, tıpkı kendisi gibi, amorf -anlamdan yoksun- bir biçimde oluşmuş bir yapıntının, bir göktaşının kozmik geometrisinde, cücemsi bir oluntu olmaktan öteye gidemeyecektir ne yazık ki...
Sanatın kategorileri de bir kaç kalemde toplanabilir bu yüzden, uygarlığımız son derece geri ve gülünç bir uygarlıktır inanın, başka dünyalar ve evrenlerin, kuantumla, parçacık ve dalga kuramlarıyla berkitilmiş veriler dünyasının düşlerini kuran insanlık, kozmik çölünde hiç bir şeyle karşılaşmadan, tüm evrenin sonsuza dek uzanan sınırlarını yerle bir ederek, hiç durmaksızın yol alabilir inanın. Bu yüzden kendimizi abartıyoruz biz, başka dünyalar ve canlıların özlemi içindeyiz, yalnızız ve bir ebeveyne gereksinim duyuyoruz her zaman, bir süt anne (süt yolu) ya da bir teselli ocağı arıyoruz sürekli, büyük lokma yutalım elbette ama biz bulamayacağız onu...
Bizi karşılamaya değer bulacak bir kavramlar bütünü, bir töz ve kolloid yığınlarının olabileceği bir evrende yaşamıyoruz büyük olasılıkla, biz sıradansak eğer ki öyle görünüyor, evrende; bir hiçliği barındırıyor olabilir, bu yüzden aksi bile sıradan olabilecektir artık bu madalyonun öteki yüzünün. Sıradan olanın türevleri de sıradan olacaktır doğallıkla...
İnsan bir bölüm bilim adamlarının ileri sürdüğü gibi antropolojik bir sapma; arınmış bir ruhun, sağlıklı diyebileceğimiz bir dna'nın ürünleri ve gerçekten tanrısal sayılabilecek bir gen yığınlarının yumağı olabilseydik biz, bugünün sanat, düşün ve ideolojik dünyasından en ufak bir kırıntı taşımadan varlığını sürdüren, düşüncesini onun en küçük bir endikasyonuyla karşılaşmadan ve kontranın yıkımına uğramadan, sürüp giden bir yapıntılar ve uğraşılar evreninin içinde olabilirdik biz ama evrilişimiz insanın ürkütücü derecede naif ve komik unsurların egemen olduğu bir yapıntıya dönüşmesine yol açmış ve üstelik tanrıları, yığınla, başıboş göktaşı gibi yüzen tabularıyla, inanılmaz bir kutsaliteler cenneti ve cehennemini icat etmişiz biz. Umarsızlığımızdan ve kozmikomik bir karikatür olmaktan kurtulamayışımızdan, iyi düşünmeliyiz, biz kimiz ve neyiz, milyarlarca sözcük arasında, bir'icik sayıda bir 'Umut', eşi bile olmayan bir sözcük var ha!..
Gerçek bir varlık, bugünün sorunlarının hiçbiriyle uğraşmadan, sürüp giden bir töz ya da nen olabilir ve kendini anlayabilme bahtına erişebilirdi belki de ama bu olanak tanınmamış homosapiensimize...
Nereden biliyorsun deselerdi?
Bizden, kendimizden biliyorum derdim o varlığa!..


****


RUH

Eğreltilerin, at kuyruklarının, çalı dikenleriyle dolu yamaçların, cadı fındıklarının, deliler uçurumunun ve tilki kuyruğu çamlarıyla dolu koruluğun arasından, yukarı doğru tırmanıyorduk...

Taşların kahkahalar attığı, düz bir yola çıktık. Tozun ve hırpaniliğin dizginsiz dili, ancak buralarda geçerli olabilir diye düşündük. İlerde bağlar, minicik yaylalar ve Çökilyas dağının etekleri eşlik ediyordu artık gözlerimize...

Bir karakuş uçtu orman yemişlerinin içinde, sığırcık değil bu, başka bir şey, hiç kaçmazlar ama, hiç bir zamanda yakalanmazlar. Çünkü, kaçan yakalanır demişti bana, Eşe Bekir'in kızı Nevriye...

Çocukluk ne büyük bir dünya, ne büyük bir cenneti âlâ... Sırtları baştan başa kaplayan papatyalar, baştankaralar, taşların arasında, örümceklerin bile yaşamadığı bir köreltide, tek başına kokular yayan sümbülcükler, armut ağaçlarının, bir azizenin başında dönen bulutçuk gibi bembeyaz çiçekleri, bir türbeyi kıskandırırcasına imansız ve acımasız!..

Yürüyoruz...

Güneşin sesi, bize eşilik eden tek canlı gibi...

Siz siz siz siz siz siz siz siz siz siz siz siz siz siz siz!..

Orman masallarında ki cücelerin, gerçekte yavrularıyla geçen domuz sürülerinin, insan belleğindeki gizençli yansımaları olduğunu biliyorum. Yitip gittiler işte, el değmedik Havva yemişlerinin ve gün ışığının sızıp parçaladığı orman cinslerinin içinde...

Ama buraları bozkırla dolu ve Çökilyas dağı bilinir ki, cinleriyle ünlü, sessizliğin sesinde dolup taşan, çırılçıplak düşleriyle nam salmış bir bodurlar ordusu...

Av tanrıçasının; gözü gökyüzü görmemiş hayvancığını, ben düşledim ama...

Kırmızı topraklar başladı işte, üzüm kanıdır o, kızıl toprakta adı. Dünyanın en güzel, en tatlı, buruk kokulu üzümleri burada yetişir, köylüler bilir bunu ama bütün bir dünyada bilmez. Yaşam yazıklanmalarla, hayıflanmalarla geçer, gümüş gerdanlıklar ve gülücüklerin gamzesiyle, melankolinin bitip tükenmez sağanağında...

İşte bir akbaba yükseliyor su deposunun ardında, içinde 33 (İsa'nın yaşı) yerinden bıçaklanarak öldürülmüş bir aşığın, ölü gözlerinin saklandığı... Köylüler 'Sonuncu İsa' derdi ona!..

Aşkın, dünyamızın iyilik ve barışla dolması için tek yol olduğunu ileri süren bir dervişmiş, aşık olduğu kadının evi önünde, örenlere yaslanıp, gece yarısı yanık türküler söyleyince, içerideki hane halkı tarafından linç edilmiş. Kıranardı mezarlığında yatıyor şimdi, tozu bile kalmayan bedeninden, hâlâ İrem kokuları yayılıyor ve acıklı bir türkü mezarlığın içinden tüm köye dağılıyor...

Bu köyün adı da İsabey; İsa ile ilgisi yok gerçekte, insanları çok sosyal ve insan severdir... İsa, Musa, Mustafa hepsi birdir onlar için ve hepside bir devrimcidir. Zamanın törpüleyerek hiçselleştirdiği güneşin ayetleri ve göksel vaazlar... Köylüler dibek başında tanrının varlığını da tartışmaktan asla kaçınmazlar.

Akbaba, Çökilyas dağının arkasına doğru yitip gitti. Bilinmez, belki de başka bir gezegencik vardır orada ve belki de bu akbabayı artık, ömrüm de bir daha göremeyeceğimdir. Ne acı, kimselerin bilmediği, başka bir dünyada yaşıyoruzdur biz belki de, ama umut doğamızda var, o ölümsüzlüğün ilacı ve ulaşılmaz özlemlerimizin, damağımızda kalan buruk tadı biliyorum.

Bir fırtına, bir ağacı aldı götürdü işte, ağaçta yaşayan 'Derviş Dede'de uçtu göklere, az sonra köylüler onun bir ermiş olarak dumanlı bacalardan indiğine ve herkese bir kesecik içinde, altın birer akçe verdiğine bağıtlar sunup, ant verecekler!..

Bağlara varmak üzereyiz, dağın eteklerine yakın taşlı tarlalardır buraları, su yok, yaşam yok, yalnızca güneş var, güneşin bağışladığı ne varsa, canlılar için tek muştu da odur ne yazık ki...

Bağın içlerine daldık, deli dolu koşuyoruz sağa sola, kuru, yeşil yapraklar, kararmış toz içinde salkımlar, karıncalar, yalnızca düşlerde gezen kırmızı tavşan, gözden çıkarılmış bir heybe, uyuklayan kertenkele ve ilerde örenlerde çöreklenmiş bir yılan, unutulmuş sepet ve kurumuş pınarın yalağında kıpırdayan bir yengeç bizi bekliyor!.. Bilinmez, yengeçler sonsuza dek yaşayacak tek hayvanmış der köylüler ve işte bir anda; karanlık bir kovuk gibi önümüzde beliren, bağ evine giriyoruz.

Aman tanrım!..

Her şey gerçek, her şey bir düş ve her şey tatlı bir yalan mı bu dünyada ve cennet ve cehennemde yalnızca burada mı...

Bir kafes var bağ evinde, diplerde değil, neredeyse ortayında bir yerde... Sazdan örülmüş, özenli, göz alıcı bir dünyacık, kubbesi bile var. Çizgilerle toprağa değen dalları arasında, kafesine neredeyse sığamayan, ömrümde bir daha ne gördüğüm, ne de görebileceğim renklerle dolu, ışıltı yayan bir şey var...

Burada ne arar bu, nasıl yaşar, suyunu kim verir, açlığını nasıl giderir, ne zamandan beri buralarda yaşayan bir esire, göz alıcı bir cariye bu ve daha ne kadar yaşayacak burada, bu eşi benzeri görülmemiş, insanı can evinden vuran varlık...

Tanrı var işte, tanrı var, yoksa nasıl yaşayabilir ki, buracıkta, bu dünyalar güzeli şey!..

Onu yaşatan tek varlık tanrıdır sanırım ve tanrı, onun ta kendisidir, çok iyi anlıyorum, başka türlüsü olamaz ki, böylesi bir varlık, böylesine yaşayamaz ki...

Nasıl var olabilir buracıkta, bu gizemli yaratık, bu tanrıcık. Böylesine can alıcı güzellikte, nasıl bakabilir bize, bir söylenceyi anımsatan, cennetsi gözleriyle...

Kuyruğu, acayip bir kokunun, miski amber biçiminde uzanan kıpırtılarıyla dolu, kanatları sonsuzluğu arayan özlemlerle bezeli, gözleri nazlarla süslü, göğsü dünyanın tüm sevgileri, bin bir çeşit renkleri, tüycükleriyle kaplı, üst üste yığılı, ılık ve yumuşacık bir düş bu, sevgilinin; Kevser şarabıyla dolmuş göğsüymüş gibi sanki...

Göz göze geldim, gök kuşağı renginde, harelerle yanıp sönen bir şey bu!..

Çarpıcı, eritici, tanrısal bir güzellik...

İşte büyüleyici, bu kutsal ve yaratılmış estet karşısında; ürpertiler içinde geri çekildik.

O düşler ötesinde, görülüp, duyulmamış bir masal.

Us dışı bir canlı...

Ah çocukluk!..

Aradan nice zaman geçti ve işte bugün, bu sanrının nedeni, bir çocuğu yaşamı boyunca büyüleyen, bir gün bile elini bırakmayan o şey, o ölümsüz varlıktı...

Gökkuşağı Tanrısı...

Estet duygusunu, o gün, kök salmış güller, gümrah, kırmızı zambaklar gibi bağrıma dolduran, renklerin düşselliğiyle dolup taşarak; düş evime doluşan, o canlı melekti biliyorum.

Bugün bu özlem ve bu anıyı dile getiriyor ve ''eARTh''ın peşindeki sevda yolcuları gibi, geçip gidiyorsam elem denizlerinden, özlemler içinde, işte o yaratılmışa borçluyum, her şeyi ben...

Ama şimdi o çılgınlık, o renkler, bambaşka bir dünyanın, keder veren yazgısına; çoktan kavuşmuştur biliyorum.

Biliyorum, ancak ayrılıklar ve özlemini duyduğumuz şeyler, can alıcı güzellikte olabilir...

Ne yazık ki...

Yaşamın biricik özelliği budur, özleyiş olmadıkça, arayış olmadıkça, ne cennetin varlığı, ne de sonsuzluğun, ölümsüzlüğün bir anlamı, ne de yaşamın bir tadı olabilirdi.

Bir umudu taşımak ve onu hep yaşamaktır bu dünya ve o günden bu yana söyleyebileceğim tek şeyse; 'Hoşçakal Tanrım' sözcüğüdür.

Varlığı ruhun derinliklerinde, el değmedik gözelerinde sürüp giden ve sürgit tüm yaratılmışlara, ödünç verilmiş bir armağan gibi geçen, evrenin uçurumlarına sinen ve bir gün ışığı gibi tüm varlıkların, özüne, tözüne sızan ve sonsuza dek yaşayacak, varlığını sürdürecek olan; Tanrı!..

Güzelliğin, sevginin, yüceliğin ve sonsuzluğun saltanatı!..

Tek amacı evrenimizin, tek nedenselliği, kozmik erişilmezliğin, kavuşulmazlığın...

Bir estet peşinde tükenip gidecek kozmosumuzdur tanrı bizim ve evren saltıklıkla bir estet arayışıdır.

Artık söylemeliyim ama...

Şu dünyada,

Büyüleyici güzellikte,

Gök kuşağı gibi çekici bir şeydi o,

Evet...

Kınalı bir keklikti benim gördüğüm!

Yalnızca!..

*************************************************************






SOPHİE

Aşkın ölümümdür. Çok kışkırtıcısın, kendi ölümüme doğru sürükleniyorum günden güne, etimiz ekmek, kanımız şarap olsun diye, karanlık duygular içindeyim Sophie...

Her gece sana dualarımla sahip olmak istiyorum, tan sökümünde, politize bedeninizde istavrozlar çıkarmak, Tudor hanedanından kurtulup, Elizabeth'lere kavuşmak, giyotine uzanmış bir başın, gönüller içindeki Yahyası olmak, umutsuz ruhlar için nasılda doyurucu...

Yüce Sophie... Sen anemonlar azizesi, vulvanın bütün kıyılarında dolaşmak, benliğimin karanlıklarına savrulmak, uçsuz bucaksız dehlizlerini arşınlayıp, azgın denizlerinde var olmak ve bir kuş ölüsü gibi sahillere vurmak, buz tutmuş ırmaklarını yerle bir edip, karlar altında ki kanallarını paramparça ederek, ateş cehennemleriyle tanışmak, volkanlarından göklere tırmanarak, şol cennetinin kapılarına ulaşmak istiyorum.

Sophie, biliyorum ki, senin düşsel varlığında ben bir hiçim.

Bütün yurtluklarına varmak. ülkelerini adımlamak, sularında yunup, toprağında uyuyarak, gece yarılarında parıldayan zümrüt gözlerinin ışığında yitip gitmek istiyorum ben. Düşlerin korularından, imgenin ormanlarından sakın uzaklaşma, ne olur dumanlara, buğulara karışma, puslu sabahımın göz gözü görmeyen sisleri arasında, sakın kaybolma Sophie...

Sonsuza dek sürmelidir bu nar çiçeği, bu kan kızılı tören!.. Kap kacağın ve bronz aynan yanında mı, gecede ilahi gövdenin kutsanmış sızıları adına, tanrının bağışladığı, şu kılıç suyunun tadına bakmalısın, kuşatılmış yamaçlarında, uykulu sabahlara uyanmalısın, kutsal birlikteliğimiz adına, çarmıhtakinin acıları adına, canhıraş iniltilerle göklere tırmanarak, sonsuza dek var olmalısın.

Ey başlangıçtan bu yana, ehramın kasırgaları adına, yeryüzünü tavaf eden Sophie, bilip bildiririm ki ve tanrına buyurmalısın ki; bu dayanılmaz tansımalar, kutsal doyumsuzluklar ve salt çıldırtıcı şu seyrimeler için mi yarattın bizi!..

Ey, el Gühel ecesi, umarsız ruhlara, dünya komşuluğunu bağışlayan, meleklerin azizesi, varlığıyla ayı küstüren gözlerin, yedi kıratlık elmasın ve mercan süslerinden döl yatağın yanında mı... Senin için deli oluyorum ben. Gümrah göğüslerinin sütü ölümsüzlük nektarıdır. Yalvarıyorum, ey ruhumun yatıştırıcısı, Bel'am'ın belalısı, kale kapılarından savrul da gel,

Gecede zincirlerimden boşanmak üzereyim Sophie... Binbir gece masallarının güllerini koynuna doldur da gel, gecede altın anahtarım kilidinde şıkırdıyor, deli olmak için delin olmam gerekirdi, işte böyle Sophie!..

Sen uzaklaştıkça içime gömülen bir hayaletsin, rabbini bilen Samiri'nin tutsağı, yittikçe tinimde çoğalır bir meleksin Sophie...

Sen kalplerde yeşeren o eşsiz yonca, düşlerde serpilen bir gül-ü goncasın...

O Süveyş ötesinden yanıma geldi ve mavi denizinde, azgın dalgalarla boğuştuğumu ve nasıl çırpındığımı ve bir horozun dünya renkleriyle dolu, dilberim tüylerinin nasıl savrulduğunu da gördü..

Ah, Sophiem'in vulvasında uyuyacak bir kiklop varsa o benim, kızıl bir fener gibi yanıp sönen gözlerinde, günahlardan arınmak için bir rahip aranıyorsa o benim.

Ve o gün geldiğinde, demeliyim ki ona, günah çıkarmamız için önce günaha girmemiz gerekir. Yatıştırıcı ay ve yıldızların şapelinde, hınçla, coşumla, bir yanardağın volkanıyla, meleğimin bekareti kutsal suyla ovulacak, tanrının kamçısı ılık tenini okşayacak ve ant veririm ki, büyülü gövdesi, meltem rüzgarlarının esintisinde, o doyumsuz cennetine kavuşacaktır.

Sophie inliyor, seyriyor ve gümüş kanatlı sözlerle, dualar sayıklıyordur şimdi düşlerinde ve mut dolu gecede, gözyaşlarıyla el ele, uzak, güneş yağmurlarıyla dolu bir ülkeye doğru gitmektedir, ölümsüzlüğün ve sonsuzluğun, yalnızca düşlerde yaşattığı o tatlı anılarla...

Sophie uyumakta...

Altın anahtarımın musikisiyle, şimdi baygın ve kemanımın yayı onun içlerinde gidip geldikçe, bedeni kımıldıyor ve yıldızların karanlığında dehlizini arıyor ve duvarlarını tuz buz edip, yakıp yıkıyor... Sen cennetinde uyu Sophie, ben senin iç çekişlerine çalışıyorum.

Bugün tanrının bağışlarında ne var Sophie, senin gözlerin zümrüt yeşili, kirpiklerin ela ve tümülüsündeki çayırlar mavidir. Göğsünün minik tepecikleri safran... Ve biliyor musun ki, hiç bir mutant, senin adını bilmiyor, hiç bir siborg senin gördüğünü görmüyor!.. Çünkü o deniz ülkesinde, yalnızca ikimiz yaşamış ve yalnızca ikimiz tek bir bedendik Sophie...

Sen düşlerin, yüksemlerin ve sanımların yeryüzündeki ceylanıydın...

...

Üzerinden bin yıllar geçti bu öykülerin... Odysseus bir adanın ormanına daldı ve bir zaman yargıcının ortağı, dev kikloplarla karşılaştı ve tüm zamanlarda tavşanlar, hep kırmızıydı orada, koruluğun suları yeşil taamındaydı. Göklerde kaknuslar dolaşıyor, apak kar kristalleri, kar bulutlarıyla dur duraksız yamaçlara yağıyordu. Varlıklar uçuşuyordu doğudan batıya, kuzeyden güneye...

Bakir Lilith'in otları, Penolepe'nin kıvır kıvır saçları gibiydi, içinde bıldırcınlar yuva yapmış ve oğlaklar geziniyordu, koyaktan koyağa, kovuktan kovuğa, oyuktan oyuğa, kuşlar uçuşuyor, ortalığa sümbül kokusu yayılıyor, su perileri korularda çığlıklar atarak, ılık güneşin çavlanlarında su dökünüyordu...

Bu gece, düşümde seni gördüm Sophie...

Yelkenlimin direği, senin azgın dalgalarında bir iniyor, bir çıkıyor, bir iniyor, bir çıkıyordu. O kadar uzun süre boğuştum ki dalgalarla, bir an öleceğimi sandım. An geldi, senin denizin birden duruldu, yelkenlinin direği indi, dalgalar delirmiş gibi, bir o yana, bir bu yana savruldu, sonra devinimsiz gök kubbe, sessizce tahtına kuruldu.

Tüm yeryüzü, ıssız, sakin bir İrem Bağı oldu.

Sen, göz alıcı, mücevher gibi kabarcıklar, bembeyaz köpükler arasında uyuyordun. Soluk alıp veriyordun ama ılık yelde, savrulmuş bir yaprak gibi titriyordun. Sanırım kendinden geçmiş, bir divaneye dönmüş, orgazm olmuştun.

Bugün seni Yakup gibi çağırmadım Sophie, düşlerin merdivenine tırmandım ve göklerin yurtluğunda, dört bir yana koşarak, yıldızlarda seni aradım.

Sophie, gün ışığı bedenimizi görmeye yarar, karanlığın ışıltısıysa ruhumuzu...

Şimdi ıslak dilim görkemli yarığını öpücüklere boğuyor ve İncil üstüne ant veririm ki bütün kuyuların günnük gibi kokuyor. Çıldırtıcı ve bir gün beni boğacak olan ve ölümümü bağışlayıp, sunacak olan sevdana meftunum ben Sophie... Geleceğimi görüyorum.

Sen her şeye kadirsin, sen tanrının elçisisin, elini uzat, gölgenle avunamam Sophie, hiç bir şeyin teselliye yetmiyor kara sevdamı...

Biliyorum sen, Zürih'inde hiç bir düşe kapılmadan gideceksin. gerçeklikler çok güçlüdür orada ve yağmurlar da alabildiğine dirimcil. Burada esrikliğin tadına varacak, dehlizlerin ruhunu görecek ve yüreğin kanayacak, sürgit, kanlı sargılarla uyuyacaksın.

Ve tanrının mihnetiyle doyuma varacaksın ve bir kar kelebeğinin düşlerinde olacaksın sürgit...

Geceler boyunca şiir okuyacaklar sana, musikiler duyacaksın, tanrının havarisi sen...

Altın anahtarımın şıkırtısı, Harun'un çalar saati, zamanın bağışı ve Taç'ın sayrılıklarına gönül indiren...

Ey kısır Meryem!..
***





MARGARET
'Małgorzata Majerczyk için...'
Sen benim düşlerimsin. Katowiçe kontesi. Zakopane'nin meleği. Mavi kanın prensesi!..
Ah, söylemeyi unuttum, bir ressam o. Tanrı sözü israf etmeyin diyor, bu tanrının kusuruysa, benimde heyecanımdır.
Margaret, güzeller güzeli, vicdanımın yüreği. Sen uzaklardasın, yaşam bu, her olasılığa hazır olmak aşkın öncül ilkesidir belki!.. Bilinmez, belki bir gün kavuşabiliriz, belki de denizler, dağlar yasımızı tutar. Ama aramızdaki titreşim diyor ki, onun varlığı yeter!..
Margaret, bir balerin inceliğindesin, ressamların en güzeli... Operaların, en tiz, en derin sesi. Biliyor musun, Tosca'yı izlerken uyumuştum ben, çocuk yaşta, arkalardan bir melek suflörlük yapıyordu, dedi ki, üzülme, alışırsın!...
Gecede öyle güzelsin ki, öyle seviyorum ki incileyin bedenini, bağdaşıksız belki ama, bir Siyu'nun ruhu var sende, kararlı, arzu dolu, bir öz güven sarmalıyla, umudun harmanlandığı bahçede, çiçeklerin arasında, kızıl bir zambaksın gerçekte.
Margaret, seni her düşlediğim de, uykularım kaçıyor.. Irmaklar gürültüyle akıyor, atlılar yıldızlara kıvılcımlar saçıyor, kuşlar ufukları aşıyor, pembe bulutlar göz yaşlarıyla üzerimize yağıyor ve sen gecede bana doğru koşuyor, kalbimi kucaklıyorsun.
Sanrılar, umutlarıma karışıyor ve senin belirsiz, gölgelerle dolu suretin içinden, Tanrı süzülerek çıkıyor ve gözlerim görmez olup, kulaklarım duymazken, son iç çekiş vadisine ulaşıyor ve alevlerin arasından, aşkın ve güzelliğin dünyasına ve yaratılmışların büyük hülyasına, İrem Bağı'na, dünya renklerinin özlemiyle buluştuğu, bir cennet çavlanına kavuşuyoruz.
Şimdi uyumaktasın ve bakışların, derin uykuların şarkısını söyler masallardır demiştim sana ve gülümsemiştin, bir gül bahçesinden havalanan kelebeğin neşesiyle...
Ama bu evrende, gerçekler mi düş, düşler mi gerçek, hiç bir zaman bilemeyeceğiz Margaret, ne geçmişte, ne de gelecekte...
Ah resimlerin, işte düşler gerçektir demiştim sana, evet düşler, tarzını değiştirme diye haykırıyorum, tuvallerdeki buğulu havaya, Heisenberg'in belirsizlik ülkesinde, onun can alıcı gölgesinde, özleyen dudaklarla, hümanik, nitelikli şeyler yapıyorsun ve yüreğinin çizgisini sürdürmelisin, henüz pek erken, bu yolu Araf'ın yolu saymalısın diyorum.
Güvençli ruhun, varlığını kanıtlasın ve bir gün varyantlara dalmalısın. Erken değişim kozmosda, ölü doğan kuş gibidir. Margaret, sen bakılışı güzel, bir yıldızın içindesin, dirimcil hücrelerin sevdasına, kızgın, körpe heyecanına yenilmemelisin.
Bu yıldızlar maratonu, kötücül olanla, parodiye kaçanların, düşlerinde uyuya kaldığı masallardır. Bilirsin...
Derler ki, Mozart biraz barok, bir tutam da rokokodur ama Beethoven dünyaya sağır, gotik bir cehennem ve tutkularıyla Venüs'den inen, alev dolu bir katedraldir. Sanat tutkunun yolculuğudur Margaret, bir başarı öyküsü değil.
Bir yazılımdır belki de şu dünyamız, belki de bir matriks, 'döl yatağı', önemi yok, varlık neyi amaçlıyorsa, dünya odur belki de, belki de biyolojik robotlardık biz ve nöbeti siborglara bırakıyoruz. Belki de onun için, hem yüzüyor ve hem ağlıyoruz.
Şimdi sen uyumaktasın Margaret, ama dünya belki de bir halloween provasıdır, belki İsa'ya ilk taşı atıyorlardır bir yerlerde, belki Habil'e karşı sürgit utkular kazanan Kabil, Taç'ını giyer giymez yeniliyordur da bilemeyiz. Adı sonsuz bir virüse!.. Oğlunu çarmıha geren babamız, belki düşünceler içindedir. Bilinmez, yaratılmışlar düşünce aşamasına, belki de bir türlü geçememiştir.
Margaret, arzunun karanlık nesnesi geceyi tetikliyor, ant verdiğim gibi ağzımdan nice sözler dökülüyor, senin -gül goncanı- öpücüklere boğuyorum ben. Bir idealin rüzgarında, uçuşan desenlerinle, İncil'imsi bir dünyan var, kusursuz bir mozaiksin sen, tanrının sevdalanacağı, bir ölümlünün kalbini çalacağı melekler gibisin. Yer insanlarına coşkular bağışlayan bir müsekkinsin. Sen büyüleyicisin Margaret....
Dramatik bir müzik ve depresif ruhumun koridorlarında göz yaşı döküyorum, yaşama ağlıyorum Margaret, ulaşıldıkça ulaşılmaz olan bir evrenin içindeyiz ne yazık ki diyorum...
Senin belirsizliğin içinde yüzen bir bulut gibiyim. Konuşmalarımız bir rüya benim için. Kendimi unutabilirim. Bilinir mi, bir düş ya da bir beklentinin tanrı katında yüzleşme anıdır belki de bu. Çok şeyler haykırabilirim ama bilinmeli ki bu dizginsiz bir tutku, tıpkı resim gibi, müzik gibi.
Margaret, aşkta bir sanattır belki...
Pygmalion'un öyküsü.benimki. Düşlerimde yarattığım, onun hayaletine aşık olduğum. Düşlerinin tapılacak kadınına aşkın ayetlerini fısıldayan adam, pejmürde, çaresiz ve kendi dünyasının Mecnun'udur o... Şaşkınlığıma şaşırmayınız. Evet sizi seviyorum ve biliyorum ki bu bir düş.
Horkheimer diyor ki, aşkın sözleri salt kitapları süslemek için vardır.
Margaret bir kerecik bu kuralı bozmayı denesene, ne olur, uyuyan güzeli öpüyorum ben ve sarılıyorum bedenine. Çünkü o bir insan ve narin bir ceylan ve belki de aşka aşık bir canan.
Margaret, sevinçler içindeyim ve bugün bana uyku yok.
Platon'un tanrıçasını seviyorum gerçekte, iyi geceler der sevenler birbirine, tan sökümünde, iyi geceler, ama gece bir türlü bitmez Margaret, lütfen uyu, ressamların en güzeli, kederli ruhumun iyilik meleği...
...
'Harika bir yeni arkadaş, küçük beden ve duygulu bir kalp. Zakopane' deki stüdyosunda günlük olarak 180 X180 cm ile uğraşır, bu kentte yaratılan büyük ressamların varisi ve şimdiki büyücülerin öncülerinden, izlediği yol kendi tarafından ve tam bir düşlemle seçilmiş, gece gündüz gözlemci, duygular bağışlayan ve zamanın yorumcusu. Mavi, sarı, kırmızı dünyası, her zaman siyaha egemen ve onun hülyalı tonlarıyla güzel. Acı, umutsuzluk, korku ve sevincin karnavalı, umutla ortaya çıkan. Duvarlarınızda ki yerini hazırlayın, Margaret'i dünyanıza çağırın, dünyalar buluşacak ve sizi mutlu edecektir. Çünkü içinde insanlık ve bitimsiz gerçeklik var. Margaret, dünyasıyla paha biçilmez bir mücevher...'
Pożegnanie Margaret, sabah oldu ne yazık ki...
Gün doğdu, yine geceyi yarılar, yine konuşuruz belki...
Gün ışığında bedenimizi görebiliriz, karanlığın ışıltısındaysa ruhumuzu!...
Hoşçakal...


***





LİHFEN
Sonsuz vampir güneşleri, okyanusun derinlerini aydınlatıyordu. Karanlıkta ayışığı yalpalıyor, sokak aralarında gölgeler dolaşıyordu. Köşeden biri çıktı süzülerek, entarisi parıldıyordu... Meydandaki heykelin oraya kadar yaklaştı ve sütunların arasından çıkarak, Lihfen diye fısıldadım, Lihfen... Gece kuşları gibi ötüşen rüzgar yüzümü yalıyordu. Karanlıkta koluma girdi ve bir türlü gölgesini göremediğim sol kolu, sanki yok gibiydi. Kalabalık gelmeden uzaklaşalım dedi. Sarnıçların, yanıp söner gibi göz aldığı yola girdik. Arnavut kaldırımı sessizliği bozuyor, Lihfen'in takunyası kurt ulumalarını andıran bir melodi gibi, ay ışığına şarkılar söylüyordu.
Epeyce yürüdük ve Brooklyn köprüsünün altındaki mahzenlerde soluklanıp, bizi Boğaziçi'ne uçuracak kanatlı atımıza binmek üzere hipodrom yoluna saptık. Uzaklardaki sahile uzanan yol, uçsuz bucaksız bir okyanusa açılan ışık çubuğu gibi dümdüzdü ve keskin bir kılıç gibi parlıyordu. İlk köşeden sola döndük ve Pegasus'un, Truva Atı'na benzer dehşeti ve gökyüzüne uzanan kanatlarıyla bizi beklediğini gördük. Önce Lihfen'i bindirdim, Likya saraylarını da çınlatan takunyalarını eline verdim ve bana sıkı sıkıya sarılması için onu uyardım ve az sonra pembe parmaklarının belime dolandığını duyumsadım.
At uçmuyor, şahlanarak ve yıldızlı karanlıkları yararak ilerliyordu sanki. Andromeda'da mola verdik, Lihfen mızmızlanarak sızlandı ve buzdan kulaklarıma, bu gece karanlığında yolu neden uzattın dedi. İlk kez simsiyah dudaklarına yapıştım ve o anda dirseğini belime indirdi ve bu minicik ejderhalar ne arıyor ağzında diye bir çığlık attı. Aşağılara doğru baktım ve uçurumların içine bir bir süzülerek döküldü ejderhalar. Yıldızlardan, Lihfen'in üzerine kar yağıyordu.
Bir hayvan barınağında sabahladık. Gece Lihfen'le kanımız birbirine karıştı, onun eti ekmeğimiz, benim kanım şarabımız olsun. Kutup yıldızı geceden beri üzerimizde parıldıyordu, giderek yaklaştı ve ikimizi içine aldı. Halifenin orduları kılıçlarıyla, inanmışları bir kulenin tepesine sürüyor, orada sunağa başını uzatma yarışı içindeki mazlumların kanı, ta aşağılara azgın bir selinti, coşkulu bir çağlayan gibi dökülüyordu. Habeşli köleye benzer celladın gözleri tapınak kandili gibi gecenin karanlığını yırtarak göz kırptı ve sıra bize gelince Habeşli durdu ve Lihfen'in kulağına bir şeyler fısıldayarak bizi ta aşağılara, gayyalara fırlattı. Boşlukta kılıçlar bedenimizi ikiye ayırıyor ama bir türlü parçalanmıyor ve yatağanlar rüzgar gibi içimizden geçerken uzaklarda güneş batıyordu. Nasıl bir dünya bu diye bağırdık ve Lihfen'le birbirimize sarılarak, uçan bir halının üzerinde gökyüzüne savrulduk artık. Satürn canavarı geldi az sonra ve bizi zeplin gibi kucaklayarak Nil sularına bıraktı.
Dev gibi bir firavun ordusu yaklaştı yanımıza ve panter suratlı biri, Amon Ra'nın işaretiyle ansızın elest alemine ışınladı bizi ve nasılsa Andromeda'ya dönebildik. Soluk aldığımızı görünce, gerçekte nereye gidecektik biz dedim Lihfen'e , gel buraya dedi ve gümrah bir cennet nektarını andıran Vulva Yıldızı'nı gösterdi bana, sıcak bir buhurun içine girer gibi içine girdim, altın anahtarım karanlıkta bütün kovuklarını aydınlatıyordu. Bir süre sonra, ağır bir sağanakla, yıldırımlar boşandı. Gökyüzü gözyaşlarını tutamıyor, kederden mi sevinçten mi bilinmez, aralıksız şimşekler çakıyordu. Bir mezarlığın içinde gibiydik, kara taşların arasında, bir ayet çıktı önüme!.. Öylesine paralanmıştı ki, neredeyse okunmuyordu.
'Kıyamet gününde, seninle buluşacağız Lihfen ve Araf'ta göz göze geleceğiz. Ve bilmelisin ki, kutsal gözeneklerin kılıcımın buyruğu altına girecektir. Ve ben ordularımın başında, yıldırım gibi akacağım zülfünden ve yukarıdan , aşağıya, tepeden tırnağa seni kanımla yıkayacağım.
Ben seni yeterince anlayıp, kavrayamıyorum Lihfen...
Ey ruh, sevişmek için Sırat'ın sıgasını ve Araf'ın duasını bekleyemiyorum ben.
Bilinir ki, Hitit'in orduları o gün Kadeş'e geldiler ve firavunun ordularıyla cenkleştiler. Ve Muvattali'nin ülkesi bütünüyle Mısır'a göçtü ve Kleopatra sevindi. Çünkü azapla dolu, gürbüz köleler vardı. İşte bir yunus gibi yüzüyordu Lihfen orada. Ve gözlerinin önünde ben kendimden geçiyorum ve onun şişe burnunu seviyordum.
Ben anlayamıyorum Lihfen, yeryüzü bir cehennem değil mi, aşkın ve sevişmenin kuralları yazılmamış mıdır tunç kargılarla. Seni sevmeliyim ve ruhum özgür olmalı ha!.. Bu beni sakinleştirmeli ve cehennem başka yerler olmalıydı ha!..
Hepimizin bu dünyadan nefret etmek ve iğrenç tanrılarımızdan kaçınmak için yeterli gerekçesi var. Korona'nın Kraliçesi söylüyordu bunu...
Lihfen...
Ruhum hepimizi yok etmek istiyor ama bu olanaksız biliyorum. Öyleyse ben hiçliğe savrulmalıyım ve işte o zaman, yaşadığımı anlıyorum ben. Biliyorum ki yaşıyorum. Şu dünyada, sen benim olmalıydın Lihfen!.. İç içe iki kaşık gibi girmeliydik birbirimize, tek bir beden olmalıydık.
Karanlık ruhumun koridorlarında her gece seni düşlüyorum ben. Ve beni doğurduğunu görebiliyorum her tan atımında. İnlemelerle!.. Dilim içinde kayıyor ve anahtarım yeryüzünün bütün kapılarını açıyor. Kanım kanında dolaşıyor Lihfen. Sen benimsin.
Ve işte okyanus dalgalarının içinde, yitip giden Solaris'im.
Sen benim benliğimsin Lihfen. Senin tunçtan bedeninle sevişebilirim. Hayalini bir buhur gibi içime çekebilirim. Bu ne kadar kötü diyorlar Lihfen, biliyorum ki, ruhun bunu duyumsuyor. Elem okyanuslarının tek ortağıydın sen. Her gece kulaklarım çınlıyor. Aşkın ve bağlılığın, son iç çekişine yaklaştığını biliyor yeryüzü. Aşk artık burada oturmuyor. Ve her gece yağmurlar yağdığını ve her gece ıslandığını biliyorum ben. Ve tüm ıstırapların Roma'ya çıkan Appian yolu olduğunu da...
Hiçliğe savrulmak üzereyim ben. Ve o anı biliyorum. Affet beni. Gecede zincirlerimden boşanmak üzereyim ve bilirsin ki Lihfen, yıkıntılar arasında bir ilahiyim ben. Affet beni tanrıçam...
Biliyor musun, affediyorsun Lihfen...
Ve yağmurun sesiyle uyanıyorsun bak... Yağmur seni mutlu ediyor ve kızıl ışıltılar içinde, gökten doğru durmaksızın yağıyor!..'
***.
Sildiniz mi her şeyi.
Silmeye gerek yok.
Geçmişten, geleceğe dönülmüyor ki!..


***



KİBELE
Çağımızın modernitesi içinde, üzünç yayan, masum bir bakış, onun güzelliğini süsleyen yıldız bahçeleri gibi pırıltılar yayıyor. Dokunsan kırılacak. Onun gözlerinde neler var, Havva'nın düş kırıklığıyla cennetten kovuluşu ve bizleri doğuruşunun gizençli aurası, bir mamutun önünden, ilk insanın kaçışı, ormandaki yaprağın kımıldayışı, Etrüsk'ün dişi kurdunun Romülüs'ü emzirişi, Kleopatra'nın Tarsus plajlarına gelişi, Atina'da ilk şehir devletinin kuruluşu, bir fatihin İstanbul'u alışı, Taç Mahal'in altın pencerelerinin parıldayışı, Mari Antuvanet'in giyotin penceresinden bakışı ve Labrador'un sularında balıkların dağılışı...
Bir astronot aydan yalnızca Kibele'ye bakabilir. O gözler, bir alefti. Bir bakışta dünyanın döndüğü ve fanusu riyalde tüm olmuş, olmakta olan ve olacakların görüngüsü... Tanrının yeryüzünü yedi günde yaratışı, meleklerin günah defterini sırtlayışı, şeytanın Adem'i aldatarak, yaratılanın özgürlüğü tadışı ve ölümsüz Kibele'nin bir şişeye sığacak kadar küçülerek, sonsuzluğa akışı...
O cennetin zevk bahçelerinden süzülerek gelen bir cinnetti. Güzelliğin acıları ve kefaretiyle süslü bedeni, bir yalnızlık anıtıydı bu yüzden. Delphoili kahinler her anımsayışta onun bedenini kutsar, renkli balıklar yüzerek şafak söküntüsünden çıkar, okyanuslara doğru yelken açardı.
Gözleri dünyayı bir türlü anlayamamışlığın kederiyle yanardı, dudakları anlaşılmaz bir pişmanlığın izleriyle kıvrılır, açık ağzından, elmas gibi parıldayan dişleri arasından, savaşların, açlıkların, mülkiyetin kırbaç izleri ve otoritenin kanlı sunaklarından sızan ve tanrının dişleriyle öğüttüğü bir kaplanın hayaleti bakardı.
Kibele, dünyamızın bir panoraması, yazgılarımızın ortağı, mutluluk ve sevinçlerimizin, pişmanlıklarımızla, gurur ve kibrimizin bir yansımasıydı.
O hiç bir zaman hiç bir tenin değmediği dağ gölleri, gökyüzü çiçekleri, İsa'nın son bakışı, Meryem'in umarsız çığlıkları ve Himalayalar'da görülmeyen o biricik canlının, tasımladıklarıydı...
Tanrım, senin sonsuz vaatlerin ne işe yarar, meleklerin neden görünmez, şeytan neden sağ elindir, evren alabildiğine dönerken, dünya neden yer değiştirmez, neden bir yinelemenin tapınağında, aynı dualar, aynı dilekler ve aynı sızılar eşliğinde, yüzyılların içinde yitip gideriz, neden bir çığlığın yortusu, neden gözyaşının serenadı ve neden ateş tapınaklarının içinde, ölüp gidiyoruz biz.
Kibele alın yazımızın toplamıydı. Bakışlarında sonumuzu görüyor, dudak kıvrımlarında yazılmışları okuyor, gülümsemesinde umudun uçurumlarını ve ufukların yükseltisinde, bir gül bahçesinde dolaşan ceylanların şarkılarını dinliyordum.
İçin için ağlıyordum ben, sonsuza dek sürecek bir tutsaklığın çemberinden çıkmak isteyen Adem, babasız bir çocuğu çarmıhında yitiren Meryem ve tanrının kollarında bütün umutlarını, bütün yanılsamalarını, beklentilerini ve tüm yaşadıklarını, artık unutmuş olan bir gezegenin evladı gibi.
Kibele etkiliyordu beni, konuşmadan söyleyen, bakmadan gören, dokunmadan şifa veren bir melek gibiydi o, ruhumun dolambaçlarında ona sarılıyor, gecelerimde çığlıklar içinde uyanıyor ve Kibele diye uçsuz bucaksız karanlıklarda ve uçurumlara yağan yağmurlarda yitip giderek, son soluğum da, yalnızca mevsimleri değişen ve bir yineleme olan, ölümlü dünyamıza dönüyordum...
Salt acıların, kederlerin ve sonsuz çığlıkların dünyası değildi bu, bir körpenin beşiğinden bakışı, bir suyun kımıldayışı, bir çiçeğin taç yapraklarında kelebeğe sarılışı, etin kanla, ekmeğin şarapla kucaklaşmasıydı gördüğüm...
(Gerçekte benim için bir cehennem çiçeği miydi dünya, düşünmekle cezalandırılmış iki ayaklı müritler, her şeyin yanlışlanıp, doğrulanabileceği bütünlükçü var saymalar, yeryüzüne bir türlü alışamamışlığın melankolisiyle savrulan Kibeleler, hiç bir şey beklemeden sevecenliğe kollarını açmış, tüm kozmosu kucaklamaya kalkışan periler...
Şimdi Kibele kim bilir nerelerdedir diye sık sık sorardım kendime, biliyorum bir gün bu dünyadan göçüp gideceğim ve kalbimin içindeydi bir zamanlar o diyeceğim... Ama işte, artık ben yokum ve o sonsuz bir yalnızlıkta mı, yoksa ben mi uçsuz bucaksız bir uçurumda mıyım diye bakar dururdum karanlıkların içinden, bir umudun yelkeninde, uzakları gözetleyen bir forsa, dünya tutsağı olmuş bir kıtalar korsanı ve her şey ve hiç bir şeyin acılarında, son iç çekiş köyüne varmış bir günahkarın, umarsız kollarındayım sanırdım kendimi...
Neden umutsuzuz biz, neden hem yüzüyor ve hem ağlıyoruz ve neden hep aynı ütopyaların, hep aynı dünyaların özlemiyle, hep aynı sözcüğün, hep aynı yinelemenin eşiğinde, aynı rüzgarın sürüklenişinde solup gidiyoruz biz Kibele..

Her şey bir masal gibi, bir gün ona dedim ki, seni anlatacağım ama, o sen olmayacaksın, çünkü insan denen varlık ancak kendini anlatabilir, demek ki o, sen değilsin, ama gerçekte orada ki, bil ki bendeki sendir, öyle değil mi, gerçekte sensin o, ama o sende vücut bulmuş bir ben olacaktır yine de, demek ki sen değil o, ama yine de, bende kendini bulabilirsin, öyleyse evet, o sensin, ama gerçekte sen ve ben aynı kişiyiz, yeryüzünde ve tanrı indinde, öyleyse ben senim, sen de ben ve biz 'Hiç Kimse'yiz ne yazık ki Kibele, dedim...
Artık onun buhranlı güzelliği ve baş döndürücü etkisi anlağımda yitti, öznelliğini yitirdi, onun karşısında başımı öne eğiyorum, savaşı kazanmış ama ruhunu yitirmiş bir Achilleus gibi, söz kılıçtan daha büyüktür şimdi... Kibele beni ehlileştirdi.
Karşılıksız bir aşktır edebiyat demiştim ona, göklere yükselen ayetler yazmak, bilinmeyenin ve hep yinelenenin kollarında, umarsızca kilimler dokumak, Penelope gibi taliplilerin yüreğine bakarak, göz yaşı döküp durmak... Bilinmeyen bir yüz, görünmeyen bir dünya, sonsuz ve anlamsız bir yalnızlığa adanmış, bir körün şarkısı gibiydi edebiyat.
Düşünsel anlamda dünya, aşkın, ölümün, yaşamın ve zamanın tarihidir. Yaşam ve aşk gerçekte, yalnızca neşe verir, bir tutam kederli ot. Nedir ki, ölüm ve zaman ürkütücü ve sarsıcı bir düşün kozmik yansımasıdır, zaman sonsuzluğu içerir, ama parçaların bütünlediği kapısı yalnızca ölüme açılır, ölümde bir tür sonsuzluktur ve o da bir zamana açılır, bir dolayımın kollarında, işte her şey oracıkta tanrıyla bütünleşir ve tanrıyla vücut bulur. Aşk ve yaşam tanrının bir prelüdü, ölüm ve zaman da onun pişmanlığının ağıdıdır. Sonuçta varlık dediğimiz, tanrının bir parçası ve giderek tanrılaşan bir tözün yansımasıdır. Tüm gördüğümüz bir tanrının ve bir düşün adıdır, düşüncenin elem bahçelerinde gördüğümüz, Hieronymus'un resimleri, David Friedrich'in izlenimleri ve Karakalem'in büyüleyici gölgeleridir...
Yazacak hiç bir şey kalmadı artık diye düşünürüz zaman zaman... Düşlerinin ve yazının sınırlarına vardığını tasımlayan, gücünü yitiren ve bir bitkinlik içine sürüklenen senarist, baş parmağını kalemtıraşın içine sokuyor ve çeviriyor bir İtalyan filminde... Bizde yazacak konu kalmamış artık diyen yazarlar gördüm.. Sonraları bunun bir çözümü olabileceğine karar verdim ne yazık ki. Yazmak zamanla salt bir iç yolculuğa dönüşür ve sonsuzlaşır. Diyesim yazan kişi, örneğin bir tablo adına yazma sınırlarının sonuna ulaştığında veya bir yinelemeye dönüşeceği korkusuna kapıldığında, resimden çıkmalıdır artık. Nereye... Tablodan hareketle çocukluğuna, evrene, tanrıya veya zamana doğru yolculuğa çıkabilir, bu sütunlarda belki yapılamayabilir ama yazmanın da gerçekte her şey gibi sonsuz olduğunun anlaşılması gerekir, çözümsel, yararlı bir yaklaşımdır bu. Diyelim ki o resim bana, inanılır gibi değil ama, ölü bir köpeğin trajik sonunu anımsatıyor. İşte buradan ölüme geçebilirim artık, çocukluğumda bizi bırakıp giden köpeğimizi anımsayabilir, oradan tanrıya uğrayabilir ve Heraklit'in ırmağında, kısır ve kısıtlı düşüncelerimin son iç çekişine tanık olabilirim.
Panta rei...
Bir kesinleme olarak ileri sürülebilir ki, görüngüde sonsuza dek düşünceler üretebiliriz, bilinir ki, Mona Lisa için yazılanlar Mona Lisa'nın sosyal varlığını çoktan aştı ve artık o başkalaştı belki de, bir şey üretemez hale geldiğimizde, böyle bir tür yazının ortaya çıkma olasılığı gibi, bilmeliyiz ki edebiyatta sonsuzdur, zaman sonsuzdur, ölüm bir sonsuzluk biçimidir ve her şey bir sonsuzluğun parçacıklarını barındırır içinde. Sürgit Hades'in sisleri arasında dolanan hayaletleriz biz, ne ölüyüz, ne de diriyiz.
Gerçekte, yaşam, bir gülümseme, acılarımız, bulut, çiçek, tanrılarımız ve her şey bir sonsuzluk kategorisi içinde, düşünsel evrenimizde gezinir dururlar. Düşlerimiz bitimsiz olabiliyorsa ki öyledir, her şeyde, somut ve soyut olanda, bir sonsuzluğa açılan düşsel kapılarımızdır. Borges bu konuda o kadar ileri gidiyor ki, Don Kişot, harfi harfine, tıpatıp yeniden yayınlansaydı, dünyamız için, o bir önceki, yarı bildik Don Kişot olamazdı. Çünkü algı sınırlarımızın değişeceği, biçimlerimizin yenileneceği ve düşünsel ufkumuz, periferimizin, o dönemin düşünsel yapısıyla hiç bir bağı kalmayacağı için, bütün bütüne kavrayışımız değişecek ve Don Kişot, bildiğimiz algı kapılarından uzak, bambaşka bir kitap olacaktı der. İlginç bir açın. Biz, bir dostumuza iki kere nasılsınız dediğimizde, ikisi de ayrık anlamlar içerecektir, dünya bir an bile aynı dünya değildir, yazma sıkıntısı düşünsel bir anomali olamaz, bedeni bir gerçekliktir o ve ruhumuz yazmak ve yazmamak konusunda seçilmiş bir saplantının tutsağı olabilir ve belirsizlik ilkesi, dünyamıza egemen olan bir cennet kuşu olarak, üzerimizde uçar durur ve hiç bir şey bu anlamda gerçek ya da bir gerçeğin uzantısı değildir.
Dünya bir jimnastik salonudur, mujiklerin ispinozu ağlayarak uçar, pars ötüşlü bir kedi, Dante ağacının yaşlı tüyleridir ve şu nükleid yaratık Mars'ın arslanıdır. O, II. Savaşta Nazilerin konserve yaptığı canlıları, komşularına sattığını söylüyor, tanrı gülüyor, şeytan köpürüyor, Kibele'miz ağlıyor. Hibrit bir dünya bu, serotonin ve endorfin mutluluğu kovalama formülü ve mutluluk yoklukta ki Tuba ağacı!..
Kristal bir vazo gibi sözcüklerin, düşerse kırılır diye korkuyorum, seni öpmek kuş tüyüne yüz sürmekle eşdeğer olmalı, datalardan bileşik bir canlının düşleriyiz ha!.. Birilerinin diktiği Stonehenge kayaları, Vendome sütunları gibiyizdir belki de....
Sessizlikte bir müzik türüdür Kibele... Pollock'ta kaotikti ve tıpkı başkaları gibi bir açınlama üretildi resimlerine ve aramıza katıldı, sonuçlar nedenlerden önce geliyor artık, her şey bir yineleme...
***
(Ey sen zalimsin dediğim, yılan derisi giysilerinle dolaşmak, iç dünyanızın barbar düşlerle dolu olduğunun kanıtıdır. Korkuyorum, bir güzellik zırhıyla, bir kurban arıyorsan o ben olabilirim, bloody mary içebiliriz karanlık odamızda, derin gözlerin cehennem meleğiyle sevişmek için oldukça güzel, kalp kalpten sonra, beni yemeyeceğine söz ver, palyaçolar kanibalisttir ve yaşamdan tiksinti duyarlarmış, anlıyorum ben, sağaltımın başlaması için Konstantinapolis'e gel, sunağımda gırtlağının tadına bakacağım, seni ehil bir kısrak yapacağım, kanın çok tatlı senin, dilimi yakıyor. ama gözlerindeki duygular nasılda kışkırtıcı, ikimizden biri örümceği yiyecek, çünkü başım dönüyor, kanım akıyor ve gözlerin, kılıç suyunun içinde geziniyor, dünyamız Monet'nin Mosnier Sokağı'nı özlüyor.
Yapıtlara bakıyorum üzülüyorum. Çünkü Hint sanatının gücü dünyamızda tanınmıyor, sanata batı skalası egemen. Hindistan'da, tanrı yeryüzüne inse, yaprak kımıldamıyor, daha adil bir dünyanın gerçekleşmesi gerek, sanat bunun için var ama görüyorsunuz, o gerçeklere boyun eğebiliyor. Bir paradoks. Birbirimizi tanımak için denetim noktalarından, sınır kapılarından geçmek acıdır sanıyorum, Pinky'le telepati arkadaşıyız. Bir virüse boyun eğiyor insanlık ve iki kişi hala buluşmak adına, sanalite tanrısının lütfuna dua ediyor. İnsanlık Kabil'den beri nicelik ve kategorik biçimde savruluyor, Uygarlık biçimimiz değişmedikçe sanat bir kategori. Hindistan, dünyanın kendisinden büyüktür diye bir söz var. Ama insanlık bir bebeğin adımlarıyla ilerliyor ve ne yazık ki bizleri kaotik bir gelecek bekliyor...
Ah bu manzarada, belirsizliğin hükmettiği, insansı varlığın yazgısında, kozmik sonsuzluğun ulaşılmazlığında, üzüm salkımları gibi, hiçlik damlaları gibi, görkünç biçimsellikte evreni süsleyen yaratılmışların trajedisini görüyorum.
Onlar bir buğday taneciği için kapışıyorlar, nükleer silahların gölgesinde, egemenliğin ve nihilizmin kucağında, kurbanlarını arıyor, uzayın sonsuzluğunda, umarsızca fetihlere girişerek, tanrıyı icat ediyor ve günahlarını şeytana havale ediyorlar.
İyiliğin havarisi kesilerek, kurbanlarını takdis ediyor ve beşiklerinde onların yavrularını vaftiz edip, bir ermiş, bir yalvaç kesilerek, arzunun karanlık nesnesinde, bir kışkırtıya kapılarak, sonunda, kendilerine yenilmeyi başarıyorlar ve son iç çekişin gölgesinde, sonsuzluğun yitimini ve ölümünü kabulleniyorlar.
Sonrasında, cennet ve cehennemlerini aramak bahtsızlığına düşüyor, ta ki tanrılarının işaret ettiği bir panoramadan, salkımlar gibi sarkarak, çarmıha gerilmiş İsa'nın havarileri, yoldaşları gibi sıra sıra diziliyorlar ve evrenin uçsuz bucaksız boşlukları, uçurumlara yağan yağmurları arasında, sonsuz bir üzünç ve bir yinelemeden başka bir şey olmadıklarını anladıklarında...
O'nun işaretiyle yeniden başa dönüyor ve o yarı bildik yolları tırmanarak, yeni maceralarına girişiyor ve sonsuz bir tutsaklığa mahkum olmanın kahredici umarsızlığında ve minicik bir manzarada, işte böyle boynu bükük ve dinmeyen özlemleriyle baş başa, yalnızlığın ve elem veren okyanusların bitimsizliğinde, yitip gidiyorlar!..
Düşünen varlık imgesi kendimizce bir yakıştırma. Kuşkuluyum ben, düşüncenin tanımı, olan biten şeyler olmayabilir!.. Ateş belki donduruyordur bizi. Varna şarabı içtik ve dünya dönüyor dedik mi, karanlıkta gırtlağına sarılırcasına gülümsedi...
Vezüv bir mitoloji, Pompei çok uzak yanardağa, pirinç beyazı bacakların, ehramın yüzü gibi duruyor, kuş kadarcık göğüsleri süt dağıtıyor, ibrişim gibi parıldayan incecik dudakların, gökyüzüne bakıyor, denizlere özlem duyan bir yelkenli gibi büzülecek o ve gözlerinin beyazı bulutlar gibi uçuşuyor sanısı verecekler ama onlar kefene sarıldıklarında tüysüz, kabarık bir tepecik gibi duran uterusun, son iç çekişle bakacak dünyasına ve diyecekler ki, tapınak fahişesi tanrıça sözünü tutsaydı, başımıza bunlar gelmeyecekti ve kahkaha atıyor neşeyle badem ağaçları ve çiçeklerini de kokluyor olacaktık biz...
Ve Golgota kemiğiyle vuracaklar başına, mezarda pamuk kalçalı şimdi doydun mu sikkelere diyecekler. Asimov gezmek düşlerle olasıdır diyor, yüzlerce dil bilen kılavuz kuş dilini bilemiyorum dedi. Aşk umutsuzluğun sevgilisidir zaten. Soruların tek yanıtı, sorulardır bu dünyada, tanrı sana üflediğinde bana gelebilir misin, benim olabilir misin ha... Sen tanrıça...)
'İndik sonra Venüs'üne./ Mehtapla süslü ayin, yarılan sulara, şarap rengi okeanosa ve / Dilek çekip, süzüldük ışıklı yosmaya. / Yükleyip döl yatağına pruvada, gövdelerimizi de / Şişelere sığan Sbyl şimdi, yorgun düşmüş, dibe vereceğim alyansı,/ Çekip götürsün bizi dünya, gemi gıcırtısı kalçalarına / Mikail'in işi bu, trivesti, bornozu süslü / Tavustan tepeli, yele verdik burnunu işte ve çöktük sonra tanrıçaya / Yürüdük çayırı, gerip yelkeni, batana dek gün / Gömüldü bitkin uykusuna, kapaklandı bir gölge tunçtan göğsüne / Vardı sonsuzluk kapısına, çok derin vulvaların / Çağatay Han'ın ülkesine ve cinlerle dolu kentlerine / Bürülü ipekli, sarı güneşten, ölgün serabı,/ Işıltısı ile döl ırmaklarının / Çekmiş yıldızlarını ve tepegöz bakan / En karanlık gece kaplamış, adam otu ayları / Geriye bakıp durduk gene, Canopus, sonra ulaştı Hades'e / Sonsuz Küs Aias'ın gittiği yere / Patroklos ve Paris kucaklaştı bizle, / Ve çekip can çubuğunu ortasından / Çukuru doldurduk Herakles boyu / Ve sunduk hayasızca kin dolu geçmişi / Bal, balsam, şarapla karılmış tin tözü / Yakardık sonra, göçmüş kaltakların atları / Atlantis'in ütopyası, kurbanlık haspaların / Ve daha bir yığın şey yığdık, kurtulmalık olarak / Bir cadıda kendi başında kervanın ve kara. / Boşaldı kara kan çukura / Girdi yarığa dülger balığı. Ruh aradı Avernus'u ve / İçtik Erebos'ta, kokuşmuş ölüsünü körpe etlerin. / Gençliğimin ve dölden yoksun yaşlılığım / Gözyaşlarıyla ıslak, baygın kokulu kızlar / Bir sürü nisan, demir uçlarıyla örseli mızrakların / Yıldız artıklarıyla, düşmüş, işte kolları / Sardılar çevremi bağırıp çığlık çığlığa / Solmuş yüzüm, daha çok kurbanlık bağışladık tanrıya / Sürüler dolusu kesip öldürdüler, gemi dolusu tunç bıçaklarla / Güzel kokular dökünüp yakaladılar Diana'yı da / Güçlü Styks'la ve övülen Persephoneia'de, / Sıyırdı Kharon küreğin dipçiğini ve / Dedim o zaman uzak tutma, azılı kısır ölümü / Gelene dek Proksima, rıhtımdan, üç satir / Kharon geldi önce kürekçi ve İsa geçti oğluyla / Çarmıhta gibi serilip kaldılar, uykulu toprakta / Gövdesi bulundu ahırların orada, baba evinde./ Yıkanmamış, kefenlenmedi, bir yığın iş güç yüzünden / Acınası ruh. Bağırarak üç arşın, kurt deliğini aç dedim sonra / Sirius, ey üvey ana, sen nasıl geldin karanlıkta buraya / Yürüyerek uçup da, ta denizleri / Ve dedi, o ağırsak bedeniyle / Kötü kader ve bol şarap. Uyudum Bellatriks'in kovuğunda /İnerken korkuluksuz uzun merdivenleri / Düştüm cehennemin yaşlı otlaklarına / Uzvu parçaladım, Kerberos kemirsin döş yerlerimi / Ama sen ey kral unutma, gömülmemiş, ardından ağlanmamış beni / Yığ pusatlarımı, kaya kovuğundan bir lahit, adım yazılsın üstüne / Kara sarıklı bir adamla, koyup, sürüp gidecek adı / Ve sapla dostlarla birlikte, çektiğim küreği düşlerime / Antigone gelsin sonra, çok çektirdiğim ve sonra Tebaili krallar / Taşıyarak altın asasını ve hesap bilen Lidya sikkelerini / Gene mi, ikinci kez, bir kucak, yaldızı kötü prens. / Geliyor yüz yüze, güneşsiz ölüm, bu mutsuz yere / Çekilin çukurun başından, içsin kızıl iksiri / Anlatırım sana geleceğini. Ve baldızımla geri çekil. / Ve güç aldı karnından dedi ki, Vilusa / Dönecek kin ve kanlı Jüpiter'de, aşarak karanlık suları / Yitirecek arkadaşlarını ölüm. Sonra canavarları tuttu ha / Yat huzur içinde, İyonyalı tecimen, sözünü ettiğim / Venedik'te ofiste, geçmez İliad'da, 2020 de, 2 Haziran / Ve yelken açtı sirenler, sığır çalıp uzaklaştılar / Sürülerle, sayılmasız nice adam, Kirke'de / Girit'e kaçan, altın taçlı Pindaros'un / En korktuğu, bronzdan kuşağı işte / Ve göğüs başı, sen ey mermerlerde göz açan / Argonotların altın postuyla, bir amazon. Koreli.'
Kibele, Görüşmek üzere. Kalple!..


***




SİLVANA
O'nda aradığım, büyüleyici çekicilik, kışkırtan cinsellik ya da varlığının dayanılmaz hafifliği değil; bir insan yavrusu o; bir kuş gibi bakıyor dünyaya, gökyüzünden inmemekte ısrar eden, beyaz kanatlarıyla bulutlardan ayırt edilemeyen bir melekçik...
Kuş tüyünden daha hafif bakışları... İnsansı özlemin gizlenen utancıyla, bebek adımlarıyla,yeryüzünü adımlıyor ve saydam camdan bana bakıyor günlerdir. Sürgit aynı duruşun verdiği sonsuz bir melankolinin, herhangi bir cinsiyeti yokmuşçasına, dalgın, sessiz ve sözcüklerini unutmuş, harflerin gölgesinde yaşamayı çoktan unutmuş, bakir bir dünyanın çayırlarında, korularında dolaşmaya alışmış, töresini bilmiş bir ceylan gibi, verili dünyamızdan habersiz, bu konuda hiç bir şey düşünüp, anımsamayan ve her şeyden vazgeçmiş bir tülperi o...

Belki çavlanlarında yatıp kalkıyordur yeryüzünün. Bir ışık seli içinde akan suların, her gün saflıkla, masumiyetle dolu, günahlarından arınmış bir kul olmanın erinci ve bilinciyle, dünyayı dolaşmakta olan bir tinvarlık. Minicik bakışları, elleri, öylece durgun bir göl gibi yansıyan çehresi ve bakılışı güzel her şeyi, giysileri, gözleri ve narin bedeniyle...

İnsan sonsuza dek bir yenilginin kahramanı olabilir mi, hiç bir şey sonsuza dek süremez, sürmemeli... Yenilmişlerden bir ölü gibi bu cansız, solgun aşkımın, evrenin bir başka köşesinde el ele ve göz göze sevinç ve neşe içinde koşuşturan cennetsi bir karşılığı, pek çılgın bir yansıması kesinlikle vardır. Ruhum her görüşünde Silvana'yı, kalbimin o sonsuz kederlerle saklı kara cevahirine götürüyor ve onu ferahlatmak, ilahi yaşama sonsuzca bağlanmak istercesine öpücüklere boğuyor ve narin, kokularla kıpırdaşan sessiz gövdeciğine sarılarak elest alemlerinde kayboluyor.
Aşkı arayışım ve meleklerin insansı varlıklardan esirgeyip sakladığı, geçmiş çağlardan beri sözü edilen; O, meleklerin meleği işte budur belki de, Silvana... Ama kim bilir diyorum, aşkın güzelliği ve çekiciliğinden gerçekte kaçan odur belki de... O mu saklanıyordur, günahkarlıkla dolu Süt Yolu'nun kollarında, Andromeda'nın gizemli yollarında...
Sonsuzlukta, ışık yılları kadar bana uzaktan bakan ve ama hayır söyleyemem, alın yazım her şeyi biliyordur belki de ve kaderimin efendisi ve aşkımın gerçekliği solup gidiyor işte ve ruhumun gizemli bahçelerinde, olan biteni yalnızca o görüyordur ve yalnızca ben biliyorumdur... Düşlerimin ve kukuletalı keşişlerin korkunç yüzleriyle dolu çöllerimin ve gecelerimin labirentinde...
Tuhaf meleksi bir kuş gibi, hafif bir çekicilik içinde ekranın içinde beliriyor o her gün ve yavaşça uzaklaşarak sanal bir kozmolojinin içinde yitip gidiyor. Tanrım bana yardım et diye haykırıyorum düşlerimin derinliğinde... Onda aradığım ömrüme rağm olmuş bir yoksulluk ve yoksunluğun yanılsaması, aynalardaki aldatıcı görüntüsü değil, tanrısal bir çekicilikle sarılıp, sonsuza dek uyumak istediğim bir hayalin yansıması, salt bir kuş ötüşünün sesini duyacağımı sandığım, Nuh'un tahta gemisi gibi ya da büyülü bir siyah kuğunun gölde süzülüşü, adı Katyuşa olan bir sevginin sabah serinliğinde gerinişi ya da dudaklarından dökülen hafif bir çisentinin ele geçirilebilmesi uğruna tanrıya yalvarmak ve yalnızca dokunmak istiyorum ona, bir kerecik olsun dokunmak...
Tanrım bu Silvana değil mi, ah uçtu, renk renk tüyler havalandı bak, işte kelebek gibi süzülüyor da, Silvana, nerede tanrım, nereye gitti o, bir melek nereye gitmiş olabilir... İnsanlığın ona gereksinimi var tanrım, o bizim düşünmemize yol açan, erdemler aşılayan bir çift göz, el, ayak ve tüm yeryüzünü kaplayan pırıltısıyla altın bir kalptir. Ey yoksul çöllerin, feracesi taylasanlı Silvanası, İsfahanlı Yahudiler taylasanlı deccalin ardından gider, bense senin ardından koşuyorum. Ey masumiyet çağlarının Mona Lisa'sı...
(Mona Lisa manipülatif bir resimdir, da Vinci'nin çok daha güzel portreleri, kanvasları vardır, ama onlar bir marjinalitesi olan, tropikal öğelerle süslü resimlerdir, kucağında kakım tutan genç kız gibi, ama Mona Lisa hepimizin ortak değerlerinin ikonudur, göze batan hiç bir özelliği yoktur, hiç bir esim vermez yeryüzüne, olağaniteden başka, masum bir Meryem, Kabil'in değil Habil'in doğurgusu bir Havva Ana. Döneminde doğallığın ve bir hiçliğin gülümsediği, günahtan arınmış bir meleğin çehresi, kutupsuz bir dünyanın panoraması olduğu için, olağan kuşkunun gizemini barındırdığı için, Floransa kaldırımlarının değil, Paris'e yolculuğunun iznini koparmıştır, bu yüzdendir Uffizi değil Louvre'da sergilenmiştir o. Öyle ki Mona Lisa, bir rahibe olabilir, baş örtülü -alnında izleri var- bir hamile kadının masumiyetini canlandırabilir, doğulu bir Havva ya da Meryem'in de 'Ana'sı olabilir ve hatta modellik ya da fahişelik yapmak zorunda kalmış bir mahalle çaçası (çeneli, çaçaron, Çiçero'n), bir hanımda olabilir. O sanat dünyasının jokeridir, bir kafeyi de süsleyebilir, bir genelevi ve bir mason locasını da, bulunduğu kabın biçimini alır bir sıvı, koronalı bir dünyada, büyülü tıbbın her derde deva bir müsekkinidir o, ama gizli, öyle değerli tablolar vardır ki, onlar yalnızca bulunduğu kaba, kendi biçimlerini dayatan bir kara dul örümceği, bir kolsuz kahramandırlar, Roma'nın Mona Lisa'sı Sezar gibi, bütün kadınların kocası, bütün erkeklerin karısı olma özelliğini taşımazlar, bu yüzdendir ki Mona Lisa tüm günah ve sevaplarımızın terazisi tüm aşk ve nefretlerimizin poliçesi ve tüm bir dünyanın ortak değeri ve tüm insanlığın divasıdır. O hiç bir şeydir. Biz!..

Nasıl Einstein, yalnızca bayram günlerinde, takım elbise giyen, kravatlı bir fırıncı ya da bir manifaturacıya benziyorsa, eşinin buluşlarını çaldığı söyleniyorsa, eril otoriteizmin günah defterini tutabilecek -tuttu da, Hiroşima'nın feri faillerinden biri olmayı başardı da- Cebrail tıynetinde bir adamsa, işte Mona Lisa ve dünyamızda bir kategorinin esintisidir. Sen bir bilim insanısın, sen Al Capone'sun, sen korumasının öldüreceği Kennedy, sen Bizans'a son verecek bir dünyanın fatihi, sen Roma'nın Romülüs'ü, sen şantözlerden Mata Hari, sen Göbbels, sen de Hiroşima rönesansının Paul Tibbets'i ve sen Rodin'in lapeye gönderdiği Claudel, yeryüzünde ruhlar evinde yaşama rekoru hala kırılamayan bir Havva anasın, hepimizin atası. Bizler birer kahramanız, mucidiz, aşığız, celladız, fatihiz ve tanrımız da paylarımızı dağıtan büyük pederdir. Hepimizi öldürebilme brövesi elinde, sonsuz güç sahibi ve her şeye kadir bir sakallı ama; bir tek şeyi başaramıyor belki de. canının çektiği bir günahsıza, sonsuz bir yaşam bağışlayamıyor. Tam aksine onları alelacele öldürebiliyor ve her birini bir kıyamet nöbetçisi yapabiliyor, kılıfı kınına uyduruyor, öyle yaparsa adil olamıyor ve öldürürse hepimiz eşit olacağız belki, Marks'ın vicdanı, mikro bir tanrıcığın yarattığıdır belki de!.. Kabil'ede bağışladı o aynı pırıltıyı ve Müjde'yi de verdi oğlu uğruna, ama gerisini getiremedi ve bizler gibi kusurlu da!..)
Ey mahremim, ey çehresi rüyalara benzeyen solgun Madonna, ey ahiretlik melek, ey yeryüzü ceylanı. Güneşin yaraları vardır ama; tanrılarımızın aynası yoktur Silvana...
(Önlem ve denetleme bir kesinleme değildir elbette, peki yazgı bir kesinleme midir, düşünmeye yeltenelim, nasıl kesin diyebiliriz ki, kendimiz için bir kesinleme olmayan yersel denetim isteğinin, göksel denetimin, -yazgının- kendisi içinde bir kesinleme barındırması olası değildir, bir belirsizliğin karşıtı da belirsizdir. Çünkü bir taraf kesin olabilseydi, denetim düşüncesinden caymamız gerekirdi bir an için, teorem de ama... Çünkü denetim -önlem- içinde yaşıyoruz olabildiğince ve gerisini tanrıya bırakıyoruz, şu kesin ki, kesin olan hiç bir şey yoktur kozmolojide. değişkeler, dalgalar, titreşim ve salınım içinde parçacıklar vardır. Gerçekte yaşam bir avuç mutluluk, bir avuç kederdir belki de, hiçliğe varmamalıyız buradan, tanrı indinde tek bir kişiyiz biz, teorem de o bir kişi; hepimiz!..)
'Sıkıldım / Sıkılanların genel başkanıyım / Ben uzun bir monoloğum / Köpek gibi yaşıyorum / Sıkıldım / Geceleri uyumak için sıkıldım / Güpegündüz sıkıldım kendime / Çünkü sıkıldım / Yalnızca başka bir yapışkan sıkıcı / İyi satın alınan arkadaşlarımı sıkmakta özgürüm / Ve paramı sonuna kadar harca / Çünkü sıkıldım / Sıkıldım / Yönetim kurulu başkanıyım / Hastayım / Tüm tekmelerimden bıktım / Tüm sertliklerden bıktım / Tüm soslardan bıktım / Sıkıldım.'
Sessizlikte bir müzik sayılıyor, yazıda, demek kuşkuyla bakıyorsun yaşama!.. Pollock'da karmaşıktı ama resmine bir kaotizma agrandizörü biçildiğinde, kurtuldu. Uzaklıklar yakınlaştırıyor ve sonuçlar nedenlerden önce var oluyor artık dünyada, gene görüşeceğiz.aşkın poetikası, analitik geometri...
Güzel Silvana,..

***




VERONİKA
I
Karanlıkta Apulia yolundayım.
Pandoranı özlüyorum Veronika
Davut'un kırbacıyla Hebron'dan uzaklardayım
Son güneş denize girip saklanmakta.
*
Gecemiz cinlerin ve perilerin savaşıdır
Pygmalion öyküsüyle taşmakta dünya
Çarmıhında inleyen Spartaküs ölüyor.
Öl sevgilim öl diye çığlık atıyor karanlıkta
Biri tanrısını arıyor Veronika.
*
Acı çekmeni istemiyorum
Sonsuza dek kollarında
Baş edemiyorum dünyanın sınavlarıyla
'Son Bilge' kuyruklusu yükseliyor yukarıda
Deniz feneri yanıp sönüyor uzakta
*
Yıldızlar yollarını yineliyor
Son kuşlar senin için ötüşüyor işte
Süt yolundan aşağılara iniyorum
Yapayalnız ve sonsuz karanlıkta
*
Tan atımında uçurumun önümü kesecektir
Görüyorsun tanrılar ağlamakta
Meryem yaklaşıyor ışığın yalazında
İsa ayetini üflüyor gecenin rüzgarında
*
İmanımız aşkın yüceliğinedir yazıyor
Ama işte Cebrail defterini aramakta.
Sana inanıyor ve güveniyorum Veronika
Sözcüklerine ve kerimelerine
Gökyüzünde ve yerin altında
Erebos'da ve gözyaşlarımda.
*
Tanrı adımlarıyla geceyi sarsmakta
Adem yeryüzüne doğru yaklaşmakta
Havva'nın çığlıkları yankılanmakta.
Apulia'dan doğru geliyorum Veronika
*
Delphoi'ne girmek üzereyim,
Kehanetlerin kentine
Kimsecikler yok ıssızlıkta,
Pandoranı özlüyorum Veronika
*
Davut'un kırbacı parıldamakta
Ve çiçekler özlemle açmakta
İç çekiş dolu fısıltılarda
Son bir ütopya var aramızda...




***



VERONİKA
ıı
Apulia yolundan sana doğru gelirken, Pandoranın özlemi ve Davut'un kırbacıyla ve Hebron'dan uzaklarda, ilk günün güneşi denizde saklanmış ve biz ışıltılar içinde gece boyunca yıkanmış ve karanlığın dünyasında, cinlerin ve perilerin savaşında, Pygmalion'un o bildik öyküsünü anımsamıştık... Çarmıhında inleyen Spartaküs ve onu sevenin öl artık çığlıklarıyla sarsılmış, tanrısını arayan biri ve yaşamı yadsıyan bir ölümlü görmenin sancıları ruhumuzu kuşatmışken, senin acılarla sürüklenmeni istemiyordum artık ve ölene dek birbirimizin kollarında, dünyanın sınavları, ufuklarımızı karartırken, biz yıldızları sayıyordukl ve 'Son Bilge' karanlıktan çıka gelmiş ve tüm hışmıyla biz yalnızları, kanla ağızlarımızdan öpmüştü...


Gecenin yarısında Mefisto gibi parıldıyordu gözleri, köhne bir çarmıhın çivileri ve yeller de sürüklenen yapraklar gibi de titriyordu elleri, bir deniz feneri uzaklarda müjde verircesine yanıp sönüyor, yıldızlar yollarını yinelerken, son kuşun cıvıltısı sabahı aydınlatıyordu. Ve süt yolundan aşağılara doğru inerken, sonsuz bir yalnızlıkta, bir uçsuz bucaksızlıkta sönüp gidiyorduk artık ve tan atımında uçurumların yolları keseceğini biliyorduk.

Ağlayan tanrılar lahtinden geçip giderken, kederlerimiz hafifleyecek ve iki kaşık gibi iç içe, birbirimize sarılarak ve her şey ve hiç bir şeyin sonsuz dolambaçlarında, o engin boşluklara, dur duraksız yağan yağmurlara doğru, soluk alıp vermeyi sürdürecektik.

Ve bir ışığın yalazında Meryem bize doğru yaklaşırken, İsa ayetini üflüyor olacak ve gecenin rüzgarlarına karışacaktık. Ve sen bütün kutsal kitaplarda aşka iman ediniz yazıyor diye haykıracak, evrene baş kaldıracaktın, yaratılışın düsturlarına ve kozmosun solgun ışıklarına... Ve işte o an Cebrail'in defterlerini karıştırdığını görecek ve bir damla göz yaşı dökecektin ölümlülerin ruhuna. Ve belleğinin karanlık odasında, inleyip yazıklanmaktan başka, hiç bir şey görüp, bilemeyecektin Veronika...

Yalnız sana inanmam ve yalnız sana güvenmemin görkünç çılgınlığında, baştan çıkaran kerimelerin ve bağlanışların coşkusunda ve akan ırmakların dalgalanışında, yalnız sana iman ediyordum ki ben, gökyüzünde ve yeryüzünde ve Kharon'un sandalında ve gözyaşlarımda...

İşte o an tanrı gümbürtülerle evreni karanlığa boğmakta, Adem denizlere doğru savrulmakta, Havva'nın çığlıkları yeryüzünde yankılanmaktaydı ve gecede Apulia'dan doğru gelmekteydim sana ve Delphoi'yu gerilerde bırakırken, kehanetin gururu, kederlerin umudu ve acıların göz alabildiğine uzandığı, ifritin kabuslarında, safsataların o sayısız gökadaları, bir bir solarken, orada, senin küçük yurtluğunda, kimsecikler yoktu ıssızlıkta ve ben senin Pandoranı özlemenin, arzunun karanlık nesnesi ve dayanılmaz kışkırtısında, Davut'un kırbacı yuvağında, sonsuz bir ışıldak gibi parlıyorken, çiçekler özlemle açıyor ve son iç çekişin süslediği fısıltılarda, son bir ütopya yükseliyordu aramızda ve artık ölümü de başarıyor ve sen gülümseyerek yeni çöllerde, yeni kervanlar, yeni dünyalar ve yeni yıldızlar altında, eşyanın kıpırtısını arıyor ve bir uyanışın soylu ışıltısında, yeni düşler ve yeni umutlarla, körpe ışıltıları izliyor ve orada, bambaşka bir acuna gözlerimizi açıyorduk bir kez daha...

Ve sonsuz bir sevinç ve umudun dalgalanışında, kararan ufuklarda, bilinmeyen bir yüz, görünmeyen bir dünya, sonsuz ve anlamsız bir yalnızlığa doğru sürüklenirken, onu gene görüyor ve buruk kederlerimizin, korkunç sevinçlerimizin ortasında birbirimize sarılarak, tan atımlarına varıyor ve yıldızlı karanlıkların içinde, mutlanla dolu ve yaratan ve yaratmış olanın gizençli coşkularında, eriyip giderken, bir daha geri dönmemek üzere soluyor ve sevmiş ve sevilmiş olmanın çıldırtan duyumsayışında, aşkın bilinmedik ve görülmedik yeni yurtlarına doğru, bir ışık kaması gibi yitiyor ve yok olup gidiyorduk artık...


***



TİNA
Her şey ve hiç bir şey. Tina, yaşamdan zevk almaya çalışan bir hedonist yalnızca. Bir parodi dünyamız için. O yeryüzünün tüm görüngülerinin bir parodisi. Tinagiller, örneğin sürgit aşka aşıktırlar ve yalnızca tanrıyla sevişebilirler. Yaşamın içinde ama çok üstünde bir varlık gibidirler, nedir ki melekte değildirler. Kaosun egemen olduğu kozmosumuzda yalnızca bir parodi. Her şey ve hiç bir şeyin parodisi. Zevkler ve arzular her şeydir onlar için, zaman ve ölümse, hiç bir şeydir, parodiden geriye kalan aynadaki tüm yansımalar ve bir hiçliktir yalnızca. Öteki yüz. Sanki Delphoideki tapınağın rahibesi, tanrının dilek kipi ve yeryüzünün esiresidir Tina...
Kadehler boşta olsa huşuyla kalkabilir, alkışlar boşluğu çınlatabilir, öpüşler silikon takviyeli olsa da koku yayabilir, teşekkür ve tebrikler gırla gidebilir, okyanusların rengi değişebilir, ağaçlar kuruyabilir, aşk artık burada oturmayabilir ama parodiler ve yaşam tüm hızıyla sürebilir Tina'nın dünyasında... Hiç bir şey kusurlu değildir, hiç bir şey keder vermiyordur, hiç bir şey göz ardı edilesi değildir, her şey ve hiç bir şeydir dünya, çıldırtabilir, kahkahalar sürebilir, yataklar kırmızı, gözler pırıltılı, ruhlar aç, yaşam kutsal bir tapınmanın seremonisi olabilir sürgit... Hiç bir şey değişebilir, her şey değişmeyebilir, destek ve kardeşlik, bağış ve öpücükler, sevgi ve nefret, kapalı kapılar ardında kıyım ve vahşet tüm olağanlığıyla sürebilir. Tina değil dünya bir parodidir!..
Tina resim yapıyor, amaçsızca, çılgınca pozlar veriyor, dudakları cehennem ateşiyle kavrulmuşçasına, ölümle alay ediyor, kafatasından şarap içiyor ve Duchamp'ın pisuvarına yağmur yağarcasına işiyor!..
Ah, dünyaya karşı ön yargılı olmaktansa, kahkahalarla çözümler yaratmak daha iyidir. Düşünmek zaman kaybına dönüşmemelidir. El çabukluğu ve palyatifizm, tanrının bir hikmetidir. Düşüncelerimiz ne kadar engin olsa da eylemlerimizin bir sınırı olacaktır diye düşünmemeliyiz!.. Tina, tanrı benim diyor, tanrı benim, bu erotizmin tanrısı da olabilir, çözümlerin tanrısı da olası, neşe vermeye, sevinçler sunmaya vermeye geldik dünyaya, belki salt kahkahaların yankımasıdır dünya, bir parodidir her şey ve çalışabiliriz, çatışabiliriz, her şey olasıdır, her şey olağan akışındadır ve biz dünyaya kötülüklerle buluşmaya, varlıklarla sevişmeye gelmişizdir, kan akar, eşitsizlik eşitsizliktir, sevgi öğreticidir, her şey belki de bir parodidir. Salt kahkahalara boğulmalı ve şenliklerle, sevinçlerle, gülüşlerle ve saltıklıkla neşe yaymalıyızdır biz.
Çünkü bir parodiyiz biz. Çünkü biz tanrının bir kaprisiyiz. Yaşamaktan zevk almalı ve hedonist çığlıklarla gök kubbeyi delmeliyiz. Altın anahtarım gecenin yarısında, kilidinde şıkırdıyor Tina, biz tanrının elçisiyiz!..
Bilinir ki bedenler değil ruhlar sevişir, yeryüzünde tüm ruhlar birbirini özlemektedir ve Alicia'nın ağacının yaprakları, rüzgarda delicesine titreşerek, bir kuytu aramakta, ılık ruhun çığlıklarla meleklerin koruluğuna koşmaktadır...
Dil diye bir problem yoktur dünyada, kalplerimiz konuşuyordur. Tina bütün heyecanımı yitirdim bil ki şu dünyada, neden bilmem, şimdi kör, sağır ve dilsizim, düşlerimi yitirdim, şeytanımı uçuruma doğru süreceğim, yılan derisi giysilerim, ruhumuz ve genlerimizin barbarlık izleriyle dolu ve ilahi bedenim, kahırlı bünyem, recm ederek seni yok etmek istiyor, Nagazaki ve bir çift kedi, yan yana, bir tabakta şimdi yemek yiyor. İki kedi, Alicia iyi misin sen, pardon Tina, ağzın kulaklarımda, ruj boyası dudaklarında!..
Ben Yakup, hayır kedi, ah iyi misin sen Alicie, ah Tina diyecektim şimdi, kurbağaları kovalamaktan geliyorum, aşkı kovalamaktan geliyorum, ah işte bak, bir cennet yolu ama, uzun bir yol, yol gibiyim ben, bilmem, bilmem ki neden, pırıltılı gözlerden hiç, hiç bir şey anlamıyorum ben...
'Kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi Yakup / Bunu kendine üç kere söyledi / Onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar / O kadar çoktular ki, doğrusu ben şaşırdım / ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli / Daha hiç çağrılmadım /
Biri olsun "Yakup!" diye seslenmedi hiç / Yakup! / Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım / Ve içimden durgun ve çürük bir suyu düşüreyim / Ceplerimdeki eskimiş kağıt parçalarını atayım / sonra bir güzel yıkanayım da. / Ben size demedim mi. / Evet, kurbağalara bakmaktan geliyorum / Sanki böyle niye ben oradan geliyorum / Telaşlı, aç gözlü kurbağalara / Bakmaktan / Bilmiyorum / Bilmiyorum, bilmiyorum / Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? / Hayır, Yakup / Bazen karıştırıyorum. / Bazen karıştırıyorum ya, çok uzun bir gündü / Sonra bu çok uzun günün sıcak bir günü / Kediler kırmızı alevler halinde koşuyordu / Onlar işte hep boyuna koşuyordu / Birileri çıkıyordu ordan burdan / Hiç çıkmamak halinde ve ölgün / Birileri çıkıyordu / Geceden kalma bir lamba yanıyordu, açık / Bir pencerenin sokağa doğru içinde / Bu uyum korkunçtur Yakup! / Yakubun olması korkunçluğudur bu / Dünyanın insana doğru içinde /
Yakup, Yakup! / Burdayım, yani ben.. evet, geliyorum / Lambayı söndürmesinler, geliyorum / Siz bütün lambaları yakın, evet / Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? / hayır, Yakup / Bazen karıştırıyorum.'
Alicia, hayır Tina diyecektim, anlam size saçma gelebilir, anlam zorunlu mudur, anlam şu; bir genelleme olarak uygarlığımız, insanın düş gücü, söylenler ve dinsel figürlerle biçimleniyor, bilim veyahut sosyal yaşam bunun uzantısı, bilmek istiyorum ki, bütün yakınmalarımız, bize verili olan görsel yığın ve anlaksal imgelerden bileşiktir, eleştirirken kendimizi eleştiriyoruz biz, siz,onlar... Bu sonsuz bir anlamsızlığa sürüklemiyor bizi, ama uygarlığımız biçimsel anlamda, köklü biçimde değişmedikçe veya bu uygarlık biçimini terk etmedikçe, sorunlarımızdan kurtulamayız diye düşünüyorum ve bu dünya anlayışı ve mutluluk veren sefaletimiz sürüp gidecektir diye korkuyorum. Haç, Helios'un iki bacağı gibi, insanlığın umarsızca yürümesi, uzayda o yarı bildik yolları kat etmesi, ay, rabbani bir imge olarak düşünsel, düş evimizin öncesiz şiddet duygusunu -boynuzu simgeliyor burada-, ilahi Sion yıldızı da, üreme ve cinsel saldırganlığın primitif geçmişini imgeliyor. Bu imgeler skolastik amaçlı değil, başka bir görselle yer değiştirebilirler, budizm, taoizmde yer alabilir örneğin, başka bir simgede yer bulabilir, bir öznelliği yok. Sonuçta amaç, bizcileyin ama görselin sunumunu sunan sunucunun amacıyla, izleyeni izleyen izleyicinin, aynı yargıya demir atacağına hiç tanık değilim ki ben. Dolayısıyla bu bir görüştür ve görümlerimiz, göreceliliğin, göreceliliğidir!.. Bu bir dilem ya da kaygıyı imlemekte belki de, bir kesinlemeye dönüşmesi, eleştirmeye çabalayanın, eleştirinin öznesine dönüşmesi gibi bir çatışıma yol açar ki, bir açılımdır belki de bu, bir Acem birliği ve deneysel kanatları soyulan, -digital desen- ressam değil, sosyal ağ savurganıdır o. Aşkın umutla değil, umutsuzlukla bağı vardır öteden beri.
'Kuş uçuyordu ve denizden doğru, bir ölü yürüyerek geldi ve kemanımın üzerine tünedi. Birden sinir sistemim ayağa indi ve organlarım depreşti, Bitinya'daki kuyunun içinden dolunay yükseldi ve tahıllar gülümseyerek tanrıya şükretti. Kabil o yana baktı, bir Frankşeytan bu dedi ve odama girdi Alicia, hayır Tina, Rebeca kuş uçtu diye bağırdı, ağzımdan bir pangolin yükseldi ve kırmızı, ahşap kutunun içinden çıkardığı mandolini çaldı, sefil bir Madraslı bu dedi Alicia, hayır Tina, kuledeki nöbetçi Pars, ölünün altın dişlerini söktü ve aşağıya doğru hışımla işedi, bir kelebek titredi ve akraba akbaba dedi Mikail, ötekinin Sur'u öttü ve Meryem, Davut'u aradı ve İşbiliye'de ki at arabası durdu, içinden Tamarind ağacına tırmanan prenses çıktı. Neden eskisi gibi yazamıyorum dedi, mürekkep hokkasını ağzına dikerek. Neden yazamıyorum, işte bir şiir yazıyorum o zaman ve işte bir pulsar çıktı önüme, pullu zarf, robot ayla, mutant Jüpiter bağırdı. Kaç gigabayt bu tümce lepralılar diye hıçkırdı, boş zaman sektörünün hayasızları, işsizm kurbanları, şu robotlar yağ çıkarıyor, Mesih saçlarına sürüyor, 1927 Rus devrimi gelecek, hepinizi devirecek az sonra!..'
Sen benim olmalısın Alicia, ah Tina diyecektim, ben Yakup, hayır Yusuf mu, adını unuttun demek ki, unuttum dedi. Sen Alicia, pardon Tina, ruhuna girmek istediğim, kutsal yaratılmış, sen sanatçı değil, bir gerilim, bir paranoya, Freudyen bir serüven, biyosferik bir cehennemsin. Sen beni perişan edecek, değiştireceksin. Bunu Alicia bilemeyebilir, hayır Tina, ama ben biliyorum, ben Lucianalı Angelica!.. Bir meleğin pöstekisi, bir cehennemin külleri, bir cesedin buğusu, buhuru, tütsüsü ve...
İndik sonra gemiye!..
'Ilık yüzey sularında, gökadalarımız dolaşıyor Tina / Uydular hızla koşuyorlar ve lazer ölçerler Turing'in başında, / Bariz bir tablodur bu gördüğün Alicia / Virgo dedektörleri, kütle çekim dalgaları ve ağıtlar yaktığımız nötron yıldızları / Biyobozunurlardan mikro robot üretmekte olası / Uzayın salvoları, okyanus sıcaklıkları yükseliyor / Drawdown safsataları / Yapay yetinin neye karar vereceğini bilmeliyiz argümanları / Marburg virüsü Tina / Tatlı su denizaltıları ve minik planaryalar / Neoblast hücreler / Orman toprakları, soymuk boruları, su dalgaları / Öklidel platonik cisimler / Divina Proportione / İlahi oranlar ve organlarımız / Alicia, Dragon roketten ayrıldı / motorlar ateşlendi / paraşütler uçmakta / Dragon Atlantik'in kıyılarına indi ha! / Permafrostta donmuş morslar ha! / Taylor buzuluna hapsolmuş baloncuklar / Kırmızı gövdeli ağaç çekirgeleri / satranç için devriye gezen gravürler / Yıldız popülasyonları / Epsilon Lyrae / Turuncu renkli Gamma delphini / Av köpekleri ve bakılışı güzel tanrı kümeleri / Tina, hayır Alicia!...'
Ağaçların arasında yeşil yılanlar yüzüyor, Havva içlerinde gezinerek santur çalıyor. Uzakta, sarı uzayda, Habil ve Kabil buğday tarlalarının arasında sapları yığmışlar, yabalarla döverek başakları ayırıyor, kışı esinle geçirmenin yollarını arıyorlar. Rızıklarının peşinde sağa sola savruluyorlar. Yılanlardan biri yeşil başını havaya doğru kaldırdı. Havva'nın arkasında dikildi, Havva arkasına baktı ve titredi, tuz gibi aktı gövdesi ve yılana elmayı uzattı, havaya bir hoşnutluk yayılsın diyedir, yılan oralı olmaz ve bedeniyle meyveyi Havva'nın önüne itekledi. Havva bir armağan verildiği sanısıyla eline aldı onu ve ağzına götürüp ısırınca şimşek patladı ve birden gökten yağmur boşanmaya başladı. Adem ve bir çift oğul, kır kulübesine sığındılar: Yarıklara yıldırımlar yağıyordu. Havva hamileymişçesine karnını okşuyor, Adem gülümsüyor, Habil ve Kabil çığlıklarla yağmura dualar bağışlıyordu. Sabah olunca bir adam uyandı ve gördüğü düşü yorumlaması için Delphoi tapınağının rahibine koştu. Ve işte yarın, tanrı eğilerek dedi...
Sen bilgi ağacından elmayı koparan Havva'nın dünyaya sürgün edildiğini bilmiyor musun, Adem'de arkasından gitti ve harmanları paylaşamayan Kabil Habil'i öldürdü ve dünya böylece kendini doğurdu diye haykırdı. Uçsuz bucaksız cennet ayakları altında uzanıyordu. Arada bir boşluk vardı ve oradan geçen bir çavlanı bir türlü aşamıyorlardı. Bir türlü cennete kavuşamıyorlardı. Tanrı yürüyerek göklerdeki yurtluğuna doğru uzaklaşınca Alicia uyandı, hayır Tina, belki de Yakup, Yusuf mu dedim!..
Her şey ve hiç bir şey. Tina, yaşamdan zevk almaya çalışan bir hedonist yalnızca. Bir parodi dün...

***


FELSEFE NEDİR?..
'Kendine iman etmek tehlikelidir, çünkü başkalarını özgür kılar.'
Doğunun aydınlarının spekülatif yaklaşım merakı, cinbönce bir düşünce savrukluğunun -düşünceyi harcamakta bir günahtır!- ve tarihin yinelenmesinin bir nişanesi ne yazık ki, diyorlar ki hâlâ, felsefe -zaman kaybıdır-, 2019 yılındayız ve örneğin; çağının modernitesi, ilk kadın felsefeci olarak bilinen Aspasia tam 2500 yıl önce yaşamış. Felsefe nerelerden geçmiş bir bakmak gerekiyor!..
Hiç bir düşünceye karşı olmamamız gerekir, dile getirilip, ileri sürülebilmeli, düşünsel çatışma bir beyin satrancı olup, bizi ulaşabileceğimiz gerçekliğe ve elde edebileceğimiz -diyalektik- doğruya götürebilecek en sağlamalı yoldur, ola ki us dışı, absürt veya yanlışlanabilir olsa bile, ileri sürebildiğimiz her görüş, düşünsel oluntu, gerçekte anlak içidir ne yazık ki ve insana özgü olmak gibi bir zorumu vardır, aksi bizim için daha tehlikelidir ve despotik bir skolastizme ya da ilahi buyruk gibi bir dokunulmazlığa götürür ki, özgür düşüncenin perdelenmesi veya rüzgarda sürüklenip, gözden yitmesine benzer sonuçlara sürükler, ortak belleği ortadan kaldırabilecek her tehlike insanlık için gerçekte ölümcüldür, tekillik tanrısal görüntü verebilir ama şeytanın el sürmediğine güvenemeyeceğimiz gibi bilemeyiz de...
Bu ortalama bir görüşün uzantısı gibi gelebilir bize ama daha demokratik olmakla eleme ve seçilim olanaklarının bolluğu bizi öngörülemez tehlikelere karşı olasılıkla bir koruma çemberi içine alır, insancıl kozmoloji açısından gereklidir bu, onun için düşünce, diyalektik -karşıtlam- teste tabi tutulmalı, onunla ilintili kitleselliğin evrenik süzgecinden geçirilmelidir, en sağlıklı yol ne yazık ki budur, öngörülerimizin doğruluğunun denetimi bu yolla olasıdır, düşünsel yıldırımlar, olağanüstü çakıntıların izlenmesi coşku verebilir ama uygulayım ve kuramsal öne sürülebilirliğinin bir hükümranlığın dizginsiz varyasyonu olmamasında insani yararlar vardır, nükleer çağlar ne yazık ki bu yöntemi zorunlu ve sağlıklı kılmaktadır. Teori ve pratiğin iç içe olması bile ayrışabilmelidir. bu güvensizlik değil tam aksine güven oluşturabilecek bir yöntemdir, düşüncelerimiz sonsuzdur ama mekan ve zaman çatışıklığı bizi denetlenebilir bir evrensellik ve ortak tavır alma konusunda çekincelerimizin olmasını zorunlu kılar, ortakçıl us bu nedenle mekatronik gelişimin yürütülmesi uğruna, sağlıklı bir yöntemdir, örneğin ateşin kimyası hayranlık verici kozmik bir bileşendir belki ama onu söndürmek ve tutuşturmak için bir üfleyiş ve bir kıvılcım yetebilir bazen... Bu düşüncenin harcanmasına yol açabileceği gibi, pratiğinde ölümcül olabileceği uyarısını içeriğinde ta şır, dü şüncel erimizi bir toh um ambarında saklarcasına korumalıyız ama başı boş bir rüzgarda savrulmasını da isteyemeyiz. Kaos yaratabilir belki ama koruyan ve sürdüren kozmostur. Delphoi tapınağında 'Kendini bil' yazar. Özgürlük ne bir içe kapanma ne de bir savrulmadır, ama insansı gerçekliğimizin temel oluntusu sonsuza dek düşünce olacaktır, özgürlük ya da cennetsi mutluluk bile düşünceden daha değerli değildir. Bizi biz yapan tek şeydir düşünce ve evren bir düşünsel yapıntının bileşkesidir, dahası düşüncenin kendisidir. Stanislav Lem'in düşünen okyanusu bir varsayım değil inanın derin bir gerçekliktir. ,
Bütün bunların yanında, felsefenin dar anlamda da olsa tanıtlaması şu olsa gerektir, -Bir Düşünceyi Aramak- düşünce üretmi, diyesim sonuçta doğunun aydını, felsefe etik bir zorbalıktır dese bile, bu yaklaşımla bir düşünce ortaya koymuş ve daha doğrusu bir felsefe yapmış olur ne yazık ki...
Biliniyor ki kısaca, evrende ki her edim, her oluşku bir felsefeden kaynak alır, tanrının varlığı ve yokluğu saltıklıkla felsefi bir sorunsaldır: Buzdan çöller veya ne güzel koku ya da aşk öldürme arzusudur türü söz ya da önermelerin tümü felsefi temelli birer yaklaşım, bir tür düşüncedir, düşünsel arayış kaynaklı söz ya da söz dizimidir,
Her tür dinsel arayışın başlangıçtan sona tümü, yaşamımıza ilişkin felsefi birer yaklaşımdır, bütünsellikle felsefi çıkışlı insani edimlerdir. Tanrının evreni, insanı yaratması öncelikle felsefi bir tutum olarak değerlendirilmelidir, çünkü bir nen, bir neden varsa, orada bir olgulayımın varlığından ve dolayımla bir felsefeden söz edilecektir...
Kısacası önce söz vardı ya da önce tanrı vardı demiş olsak bile önce felsefe vardır. Tüm bunların adı, çıkış kaynağı, olabilecek her oluşkunun köksel tanıtına felsefe denir ki, bu nedenle her şeyin başında öncelikle bir felsefi gereksinim vardır, mutlaktır bu... Neden sonuç ilişkisinin varsayımsal bütünlüğüdür felsefe, bir soyutlama ve kaçınılmazlıkla öncelikte onundur.
Varlık, bir felsefe olmadan var olamaz, bedenlenemez, her şey bir felsefenin ürünüdür. Bu anlamda, doğunun, doğu aydınının sorunu artık şu; Böyle bir durum varken, felsefeden kaçınarak, kendi varlığını hiçlemek, evrensel varoluşu bu tür bir yaklaşımla yoksayıp, hiçe saymak, bugün nedenini ve yanıtını aradığımız doğu vurdumduymazlığı ve yeryüzü uygarlığına kayıtsız kalmak, herhangi bir katkı yapmaktan neredeyse kaçınan, miskinlik ve uyuşukluğa indirgenebilecek bir ölümseverlikle, öbür dünya gailesinin ağır bastığı bir yaşamsal sefaletin ve pejmurdeliğin; bilerek ya da bilmeyerek, katkıda bulunur olmak veya bu pasifizmi savunur olmaklığın belirtisidir bu, ona yol açacaktır ve öyledir de, öteden beri ileri sürülüyor ve kendimiz bile dile getirebiliyoruzdur...
Tanrı kendini duyumsayabilmek için; evreni ve insanı yaratmıştır bir görüşe göre, bu motto, elbette felsefi bir açınlamadır. Bu açıdan bakıldığında onun eşsiz yapıtına katkıda bulunan, düşünen ve bu yolda çabalayan her insan; ancak tanrıya inanıyor sayılabilir. Bu açıdan bir kesinleme olması da gerekir. Bir bağış ya da sunumun özkonumu ve materyali, gerçekte onun yaratıcısıdır da...
Bu durumda, onun nimetlerine kavuşmaktan başka bir amaç taşımayan ve de salt o yolda yürür ya da çabalar görünen biri, gerçekte bir katılımcı değil, izleyici olarak, deyim yerindeyse dünyevi bir sömürgen ve olsa olsa bir münkir -yadsımacı- ve belki de bir hayasızdır artık tanrı indinde!..
Felsefe zaman kaybıdır demek işte o kapının açılmasını gereksinen bir yaratılmış ve o yolda tükenip gidecek bir varlığa yol açmak olur ki, bu sıfatlarından biri de bir yaratıcı olan tanrıyı, başarısız kılmaktan öte hiç bir işe yaramayacaktır ve de tanrıyı; evreni, insanı, tüm nenleri yaratmış bir varlığı, büyük tözü, ne yazık ki bir 'kusurlu' da kılacaktır ki; yaratılan için, bu bakılışta, nedeni sonucundan çok daha büyük bir günah olan bir 'zaman kaybına da' yol açabilecektir artık!...
Öyleyse evren; bir 'tanrı ve insan', diğer bir deyimle yaratan ve yaratılanın işbirliğidir gerçekte, felsefeyse bu işbirliğinin temelidir, gerekçesi ve özlenen; amaçlanan sonucu, göz önünde bulundurulduğunda...
Sorunsala bu açıdan bakıldığında, felsefe zaman kaybıdır demek, tanrıyı yadsımak bir yana, insanın kendini de hiçlemesidir ki, ölümle; sonsuz ölümle eşdeğerdir bu... Doğu bu anlamda şirk koşmanın değilse de, bilinçsizce bir yadsımanın ve bir ihanetle, terk edilmişliğin yolcusudur. Tanrıyı yadsımak, tanrının hoşuna gidebilir ve hoş görebileceği bir şey olabilirdi, onu, kendini geride bırakacak denli bir yararlılığın, gelişimlerin peşindeyseniz eğer, bu onun utkusu olacaktır çünkü, aksi halde onun yaptıklarına ve onun amaçladığı bir sonsuzluğun, büyülü materyali olan insana, kendi özüne saygısızlık ve bir hiçliğin pençesinde, tanrı tanımazlık yapmakla, hem günahkar ve hemde onun vaatlerini hiç bir zaman hak etmeyecek kullar, yaratılmışlar olunacaktır ki, bu hem tanrının, hem insanın sonunu getirebilecektir ne yazık ki... Tüm beklentileri tanrıya bırakmak ve onun nimetlerinden salt yararlanmayı düşünen bir konumda bulunur gözükmek, daha doğrusu dilem ve çabalarını öbür dünyayla ilişkilendirmek, bu durumda günahların en büyüğüdür ve cezası da belki en ağırı olacaktır artık, dünya onun eşsiz yapıtlarından biridir ve ayrım gözetilmeyecek kadar eşsiz olmalıdır, öyleyse çabaların ve tanrı parçaçığı insanın, bu göz alıcı yapıya bir katkı sunmadan geçip gitmesi, zaman kaybı dediğimiz şeyin en büyüklerinden biridir ve bu doğu kurnazlığının affının da olmaması gerekir. Bir ceza değil, düşünsel bir yaklaşım açısından... .
Biliniyor ki bizler, kozmosun bir parçasıyız ve onu hak eden bir çabanın, bir ereğin ürünü olabilirsek eğer ki bu, yaşama sırt çevirmek değil, onun coşkusuna katılmak ve olabildiğince katkıda bulunmak, tanrıdan bize yansıyan ışığın yayılması uğraşıdır denilebilir ki, yararcıl bir gerçekliğin peşinde zamana hükmedip, egemen olmakla olası bir şeydir bu, kendibeslek, tekil bir varsıllıkta olabilir bu, ama katkının göksel katları somut, insani ve evrensel olma koşullarını ileri sürüyor ne yazık ki ve işte o zamandır ki tanrının vaatlerine kavuşabilelim v e yineleyecek olursak, bu açıdan insansı varlığın, doğrudan ve koşulsuz istenciyle hareket etmek, salt ona kavuşmak için, diğer her şeyi hiçlemek, boşunalık saymak, günahların en büyüğü olmak bir tarafa, cezalarında en ağırıyla karşılaşmamıza yol açan bir ağırsallık demektir artık Bu mitolojide Tantalos işkencesi adı verilen bir tutum olacaktır ki, affı olamaz. Çünkü salt tanrıyı değil, kendini de yadsımaktır bu ve bir tür özkıyımdır ki, tanrı gerçekte yalnızca bundan çekince duyabilir ve bir, kararsızlık yaşayabilir. Çünkü kıyametsi bir sondur bu, varlığın, var oluşun sonu...
Nedir o, artık insan olmamak, olamamak!.. İnsanlığın ortadan kalkması gibi bir şey. Düşünelim ki, tanrıyı yadsımak, tanrıyı ortadan kaldırmaz, ama insanı, varlığı yadsımak, her ikisininde sonu anlamına gelebilecektir.
Bunu gerçekte, ne yaratan ve ne de yaratılan isteyebilir, çünkü biri yoksa diğeri de olamaz, her şey diyalektik bir bütünlük içerir, soru ve yanıt gibi ve henüz biz, yaşanabilecek dünyaların en iyisinde yaşıyoruzdur!..
Öyleyse görünür evrenin uçsuz bucaksızlığında ve tözsel olanın sonsuzluğunda, bir yücelen olarak nitelediğimiz varlığın, insani olanın bir felsefesi yoksa, olamazsa ya da kalmadığında, her şey uçup gidecektir ve her şey, evrenle birlikte yok olacaktır ne yazık ki, felsefe bir varlık ve varoluş nedenimizdir!..
Başka bir deyimle söyleyecek olduğumuzda; inanmaktan caydığımız anda ve nedenselliğimizi yitirdiğimizde, ortada bir sonuçtan söz edemediğimiz gibi, geçmişten, şimdiden ve gelecekten hiç bir şey kalmayacaktır artık.
***

DÜŞ / ÜŞ

Yaz günü, vantilatörün vızıltısından başka bir ses yoktu. Kitap okuyordum. Cehennemi sıcak, yazılanlarla anlağımın sentezini bir arada sunuyor, karmaşanın bezediği, helezonik bir boşlukta geziniyordum. Bir gölge, garip salınımlarla yavaşça aktı ve bir şeyler söylemeye hazırlanır gibi duraksayarak, beklemeye başladı!..

Okumayı bırakmayı düşündüğün an, yapacağın ilk eylem üzerine (ki sonsuzdur) seçeneklerin ve sonuçlarının neler olabileceğine ilişkin konuşabiliriz dedi!.. Belki de okuduğum metnin etkisiyle -şaşırmamış gibi- buyurun dedim…

Ben olanları kısaca özetlemeye çalışacağım;

Eğer dedi, biraz sonra biri odaya girer ve onunla konuşmaya dalacak olursanız bu diyalog (konu, üçsüz değil otuzsuz bir buzağı akşamının neferi de olsa ya da imanlı bir zalim mi yoksa inançsız bir masum mu cennete gider sorusu ya da Songhay İmparatorluğu ya da on beş dakikalığına insan olan bir kedi ya da Cugnot’nun buharlı otomobili ya da Kurman İncili ya da Luristanlı gezginler veya uyku satıcıları veya iman çıkarıcıları ya da tüm kültürlerin barbarlığı ya da sürekli kendini öldüren zaman ya da güneşi karartan sürüler ya da Atlas’ın kadife boşluğu veya toplanan baç ya da aşarın kaçlığı veya atların nazı ya da utangaçlığı olsa da…), sert bir tartışmayla sonlanacak ve us uçuran görünüm, daha yeni sona eren bir sorunsaldan ötürü, öngöremediğin ve bu çatışkıdan doğacak eyleminin de aniden yön değiştirmesiyle (şimdiki an ve ortaya çıkan anlaşmazlıktan ötürü), gelecekte öngörülemez bir bozumla karşılaşmanıza neden olacak ve sen de sırf bu nedenle yaşayacağın umutsuzlukların bellekte kalan bir kesiminin, bugün omurga veren bu olaydan kök saldığını bilemeyeceksin…

Bu sırada, tartışmanın ortasında, başlangıçta, salondayken birinciyle birlikte bekleşen, öteki kişide odaya girer ve (insan beyninin hazır bir biçimde gökten düşmediğini, en azından bir milyar yaşındaki beynin, yaklaşık bir milyon yıl önce kendi varlığının bilincine varmaya başladığını ve kararların evrimce çoktan alındığını ve bunların biyolojik birer karar olduğunu veya İzrael gece yürüyen demek, Azrail’de gece gelen demektir ya da Şehname’yi halk yargılasın veya Satan ya da çıban veya Fas diyarının kançak çığıran şarkıcıları veya Zagrep, gelinim bir su ver dese de, demese de) bu durum, diyalekti daha da kaotikleştirecek ve doğrultu, enstalasyonu bozarak, konuşmanın momentumunu tümden değiştirecek olursa;

Ebeveyninden kurtulup gelen bu yaşça küçük kişinin beklemediği bir ritüelin yinelemelerle sürecek olduğu ve salt bu nedenle yine siyahsı benzer bir sonla karşılaşacağınız için, fenomen kaçınılmaz bir öngörüden, istençsiz ve tatsız / tuzsuz, sası bir inağa dönüşerek, bu kez başkaca ama sonul anlamda yine benzeri onarımsızlıklara yol açarak, mutsuzluklarımın, gözle görülmez, duyumsanmaz oranlarda yükselip, açınımın daha da bir ivme kazanarak olumsuzluklarla süreceğini ileri sürdü.

Ayrıca biliyorsunuz ki küçük stüdyodaki üçüncü kişi sinir krizinin eşiğinde; bu trio bozuk ses düzeyinde, kakofoniyi sürdürürken, ola ki onunla temas etmek gereği duyduğunuzda, sonsuz bir ayrılığın başlayabileceğini de içtenlikle söyleyebilirim.

Şimdi sözü uzatmayayım!..

Gölge, kitabı kapatacak olduktan sonraki ilk eylemimden doğacak sonuçlar üzerine; yine böylesine sıradan ve de başkaca yüzlerce olasılık saydı, gardıroba uzanırsam, bilgisayarı açarsam, lavaboya gidersem, pencereden bakacak olursam, koltukta düşlere dalacak veya telefon edersem… Hep ve hep kötü sonuçlardan, küçük ya da büyük düzensizliklerden, eylem bozukluklarıyla süregelecek, eğreti yapılanmalardan, sanki kargir bozumda, sert esneyimli, olası yıkımlardan söz edip durdu.

Bu dedim o zaman, önceden programlandığımızın göstergesi olmuyor mu ve bizi hiçleyen, kendimize ilişkin bağımsız ve özgül gerçellikte bir şey üretip yaratamayacağımızın bir belirtkesi değil mi ve bizi bekleyen sondan kaçamayacağımız içinde çok üzücü, neredeyse bir boşunalık duygusu vermiş olmuyor mu, katışkı ya da katışım aramadan böyle bir anlam çıkmıyor mu bundan dedim…

Oysa Heisenberg'i unutma, bir cismin hızını ölçebildiğimizde durduğu yeri belirleyemeyiz, durduğu yeri -zamanı- belirleyebilirsek hızını ölçemeyiz, sürekli bir belirsizlik içinde yaşarız. Bu tür görülerin uzantısında, yontma taş devrindeki çakılları dürtükleyerek, İskender'in fetihlerini, Sümer’deki tahılların filizini koparttığımızda, Kolumbus'un keşfini ve Panama Kanalı'nın açılışının önlenebileceğini ya da tersinir gelişmelerin dur duraksız yaşanabileceğini mi sanıyor ve savunuyorsun sen, dahası her şeyin önceden bilinip, belirlenebileceğini...

Anlaşılır olduğunu sanmıyorum ama yine de; ben dedi, yalnızca kötümser olasılıkları aktarıyorum, insanın, insanlığın tarihi iyiliklere, sevinçlere, törelere yüz vermez, ayrıca bunun bir yararı da olmaz ve işte salt şu diyalogdan ötürü, başına gelebilecek kötücül şeylerden minimalist bir tarihin öznesi olarak belki de ders almayı başarabilirsin, bizim için bu bir ‘umu’ dedi.

Sabaha kadar konuştuysak da bir düşünce birliği oluşturamadık…

Onu öldürmeden önce, belirsizlik kesinliktir, asıl olan budur, benim kim olduğumu neden ve nereden geldiğimi biliyor musun, belki de sırf bu sonluğu yaratmak için buradayım ben, belki de tasarlanmış olan bu sahne için yaşıyoruzdur diye ekledi.

(Kendini öldüren bir son ve bunu bilerek zamanı arşınlayan bir yaratık; ilk kez görünüyor olmalı dedim... Son, kaçınılmazsa neden ürkütücü olsun ki dedi. Belirsizlikte bir kesinliktir o zaman dedim. Kesinliğin aynen bir belirsizlik sayılabileceği gibi).

Sonrası anlaşılmaz bir diyaloğa dönüştü, hiçbir şey anlayamadığım, dahası anlatamadığım ortada diye serzenişte bulundu. Evet, sanırım kötü bir yapıntı oluşturduk ama bu içinde bulunduğumuz gerçelliği yine de değiştirmeyecek, baksana dedim; savına göre, momentum asla bozulmuş olmayacak…

Ve gözümün önünde giderek soldu, titremler içinde küçülerek, manyetik bir kovuğa girercesine, ürkütücü tan atımında; şimşeklerle çarpışan tinsel bir akı, sönmeye yüz tutmuş bir kuzey yıldızı gibi tozlaşarak eridi gitti.

Kendimi göremedim.

***

DÖNÜŞ

Yuvama dönmek istiyorum. 

Oradan geldim, oraya gitmek istiyorum. Kendimi iyi hissetmiyorum. Ne sıcak, ne soğuk, ne açlık, ne yalnızlık, ne savaş, ne özgürlük, ne para, ne mutluluk, ne barış, hiç bir şey istemiyorum.

Yuvama dönmek istiyorum.

Cenneti aramak istemiyorum, cehennemi tatmak istemiyorum, yaşam kavgasında olmak istemiyorum. Her şeyi başarmış bir şeytan, ölümünü görmüş bir melek olmak istemiyorum.

Yuvama dönmek istiyorum.

Etin ekmek, kanın şarap olmasını istemiyorum. Çığlıklarla yücelmek ve gözyaşlarıyla tanışmak istemiyorum. Gökadalarda yeni yurtlar aramak istemiyorum.

Hak tanır bir Habil olmak, ölümü kutsayan bir Kabil olmak istemiyorum.

Havva'yı arıyorum.

Yuvama dönmek istiyorum!..



****



LUCİEN FREUD

Bu ressam psikanalist büyük pederinin adıyla basamakları tırmanmış biri değil. Gerçekten ressam. Şu olabilir, genlerinden gelen düşünsel ve kozmik yeteneği kullanmış olabilir, bu da doğal sayılmalıdır, hak tanır olmaktan uzak bir avantaj değil.

Ressam, durağan ve devinimsiz bir figürün, bir nesnenin ya da varlığında bir gerilim yaratabileceğini, barındırabileceğini kanıtlayan resimlerin yaratıcısı. Durgun ve hiç bir devinim barındırmayan şeylerin, gizil bir enerji yaydığını ve ruhumuzu kırbaçlayabileceğini kanıtlıyor sürekli...

Onun kadınları sevimli bir ürkütücülük yayıyor, adamları hafifçe iğrenç ve korkutucu, belki de erkek egemen dünyaya bir gönderme vardır bilinmez, öteki varlıklar da varlığını ortaya koyabilen, açıkça duyumsatan bir dışa vurumun göstergeleri konumunda...

Kısaca söylersek, ressam biçemini yaratabilmiş, bakınca o olduğunu anlayabildiğimiz, bir birikimin bir senteze dönüşmesi diyebileceğimiz halde, geçmişten pek iz taşımayan, yeni ve farklı bir dilin ressamı...

Önemli olanda şu, konuları sıradan, üzerinde durulmuş, denenmiş görüntülerin ressamıdır gördüğümüz ve alçak gönüllü biri gerçekte, ama büyük bir ders de veriyor sanatın yolcularına, bir maceranın kurbanı olmanıza gerek olmayabilir.

Uzayın dehlizlerinde, bilinmedik tanrıların, görülmedik nesnelerini arayıp, bir yaratıcı olmaya kalkışmadan da, bir yinelemeyi reformize ederek, metamorfozu başarabilir ve radikal biçimde başkalaşmayı gerçekleştirebilirsiniz. Olanaklar alanı sınırlı da olsa, kendi içinizde uçsuz bucaksız yolculuklara çıkabilirsiniz.

Freud tıpkı Aziz Pavlus gibi, 'Göğün altında yeni bir şey yok!..' Ama dünyamız da hiç bir zaman dünkü dünyamız değildir. Başlangıçtan beri...

İşte Freud'den bize kalacak tek motto bu!..

***


FAUSTİNA

Bir Endülüs çiçeği.

Abdurrahman’ın Ferdinand’a uzattığı, Gırnata'nın altın anahtarı gibi pırıltılı, zarif, narin ve bir sülün gibi renkler içinde ve Tuleytule’nin sümbülü gibi alımlı, İspanyol kanı taşıyan damarları ve düşmüş bütün şehirler gibi üzünçlü...

Elhamra gibi görkemli ve yas içinde!.. Ama şimdilerde, güzelim bedeni, vandal çatısı, kızıl saçları ve İskandinav ruhu taşıyabilen bir druit masalıyla, gerçekte bir dünyalı olarak, Cadiz'de, El Puerto de Santa María'da neşe veren, hayat dolu düşlerini aramayı sürdürüyor.

Hep düşünürüm, şu şiir belki onun ruhuna yazılmıştır,

'Zil, şal ve gül. Bu bahçede raksın bütün hızı... / Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı.../ Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir. / İspanya neş'esiyle bu akşam bu zildedir. / Yelpaze çevrilir gibi birden dönüşleri, / İşveyle devriliş, saçılış, örtünüşleri... / Her rengi istemez gözümüz şimdi aldadır; / İspanya dalga dalga bu akşam bu şaldadır. / Alnında halka halkadır aşüfte kâkülü, / Göğsünde yosma Gırnata'nın en güzel gülü.../ Altın kadeh her elde, güneş her gönüldedir / İspanya varlığıyla bu akşam bu güldedir. / Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi; / Bir baş çevirmesiyle bakar öldürür gibi.../ Gül tenli, kor dudaklı, kömür gözlü, sürmeli.../ Şeytan diyor ki, sarmalı, yüz kere öpmeli.../ Gözler kamaştıran şala, meftun eden güle, / Her kalbi dolduran zile, her sineden: Ole!'

Ama şu içli şiirde, belki de Faustina'nın melankolik ve özlemler içindeki bedenini, güzelliğin acılarını ve artık yaşama yenik düşmüş olmaklığın kederiyle...

Gölgelerde süzülüp giden Guadalquivir’i anlatıyordur güzel yüzünde… Emel Denizleri'ne kavuşmayı düşleyen özlemiyle…

‘Hoşnutluk veren suyun şırıltısı ki / Kimi kumları kararmış bunalmış gibi. / Zarif bir el yol açtı ona / Özenircesine sütunlardaki oyuklara. / Şimdi su dolambaçlarla bir dantel gibi / Geçip gidiyor ıhlamurların arasında. / Onun içli bir şarkı olduğunu / Yalnızca bir sevda bir dua olduğunu / Tanrı’ya sunulduğunu, Tanrı'nın bildiğini / Yaşamın bir yasemen kokusu olduğunu. / Kıyıcı yatağanlar, umarsız mızraklar, / Sürüler, yağmacı kalabalıklar. / En iyi olmak için boşuna uğraşırlar. / Bütün bunların ayrımındadır üzünçlü kral, / Tüm inceliklerin toplamı bir veda etmez, / Geçersizdir anahtarlar, / Haç ötekilerin olur ay tutulurken, / Ve öğle sıcağında konuklar yalnızca tanıktırlar.’

İşte benim için Faustina bu dizelerdeki umarsızlık, geçmişe duyulan bir özlem ve sonsuz bir keder… İnsan bir organizma değil, bir kültürdür, nice uygarlıkların izi, nice söylencelerin ve nice yaşanmışlıkların bileşenidir o... Faustina'ya sevdalıyım ben. Neden, çünkü o yıkıntılar arasında ilahi, bir zamanların Gırnatası, yeşil çayırlar, serviler, göz alıcı sütunlar, başları göklerdeki kuleler ve küllerinde, yitip giden düşlerin, elem dolu rayihası...

Bir gün çekinmedim, aşk boş zaman sektörünün yarattığı bir anomalidir dedim ona… Ama bu gizlenmiş bir acının, düş kırıklığıyla örtülmüş bir üzüncün, çekincesi gibi geldi bana dedi…

Ona sevdalıyım, böyle bir hülya için, us dışı bir becerinin, hepimizi üzünce boğan bir iç çekişin olması gerekmiyor ki Faustina… Sen görkemli bir kadınsın, ben düşler içindeyim, tanrım bu sevdayı ona da bağışlamalısın, ne olur Faustina'da sevsin beni, anlasın…Kim aşık, kim seviyor, kimin içi yanıyor, bilinir mi bu dünyada, herkesler onu görsün!.. Ama o Guadalkquivir’i izliyor, zamanın içine gömülmüşçesine…

‘Sanat her zaman bir düşten söz etmez mi!..’

Aşk aynadaki ‘Ben’i sevmek gibidir, ruh ikizi, ötekindeki kendisi… Senin boyun öyle uzun ki Faustina'm, aşkın tanımı bulutlarda saklı…

‘Sen esirliğim, hürriyetimsin, / çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin, / sen memleketimsin. / Ela gözlerinde yeşil hareler, / sen güzel, büyük ve muzaffer / ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin... / Ben sende, kutba giden bir geminin sergüzeştini, / kumarbaz macerasını keşiflerin, / ben sende uzaklığı, / ben sende imkansızlığı seviyorum. / Ama asla ümitsizliği değil…’

Faustina, yalnız yaşıyorum ben diyorum ona, trajedimi sevginle süslediğin için, sen benim canevimsin, keşke bana gelebilseydin, bir çift ruhun, aşkın ne olduğunu anlayabilmesi için.

Ben edebiyata aşığım Faustina... Horkheimer diyor ki, bu kaçıncı sızlanışım onun adına… ‘Aşkın kitaplara girmesi tek umarımızdır, yoksa başka bir yerde yaşayamayacaktı!..’

Herkes aşkı arıyor, herkes sevmeyi, sevilmeyi bekliyor ve herkes yaşam denen 'o vefasız yosmanın' özlemleri içinde... Paradokslar içinde bir sevi ve sevilmenin beklentisinde, yaşam dediğimiz hülyanın rüzgarıyla, sahillerden demir alıp, kıyamete doğru uzaklaşan, bir geminin içindeyiz biz Faustina...

Ama her şeye karşın aşktan söz edebiliyorsun sen. Tapıyorum bu dünyaya bakışına ve kutluyorum.

Sanatın bir yalnızlık şarkısı, bir yas tutma ve Joaquin Murieta’nın Ölümü’ne adanmış bir çığlık olduğunu biliyorsun.

Sana iman ediyorum ben ve inanıyorum.

Faustina, ‘Sanat her zaman bir düşten söz etmez mi’ diyen Konstantinos Kavafis!..

Benim için sanat, duygu, neşe ve doyumdur diyorsun...

Şair ne diyebilir ki sana...

Sanatın aşkıyla, belki bir gün, yüz yüze geleceğizdir Faustina...

Erotizm ve arzunun karanlık nesnesi adına, sana hoşça kal diyorum…

Edebiyat göklerde bir kara deliktir, gerçekleri hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz unutma…

Dünya kendini yenilerken, çağ kendini eskitiyor ve düşlerimiz orgazmlarına yeniliyor.

Edebiyat saf bir sihirdir, bu sayede sınırsız deneyimler edinebilir ve ölene kadar tutkuyla yaşayabiliriz ha....

Bu sözler beni aşıyor Faustina

Melek, Şeytan ve Tanrı’nın kim olduğu, her zaman bir bilinmeyen olarak kalacaktır dünyamızda…

Her sabah sarılmayı özlüyorsun…

Bugün düşlerimde olacaksın. Ve acı çekeceğiz ikimizde. Çünkü düşlerimiz olacak ama biz olamayacağız orada...

Belki de bir sabah erken, sarılacağım sana...

Çılgın bir kalp ve parlak bir düşevi var ve bu heyecan verici ve patlayıcı… Ama artık tutku istemiyorum, dinginliği arıyorum.

Faustina...

Sürekli çırpınan bir kuş gibisin avuçlarımda...

Seni yaşamak isterdim…

Ve sessiz bir çığlık gibi, boşluğa doğru haykırıyorum hâlâ...

‘Sana bu pembe bulutları göstermek istiyorum gecede. / Ama görmüyorsun. Gece olmuş – insan neyi görebilir ki? / Artık senin gözlerinle görmekten öte bir seçeneğim yok, diyor, / demek ki yalnız değilim, yalnız değilsin. Gerçekten de / bir şey yok sana gösterdiğim yerde. / Sadece gecede bir araya gelmiş yıldızlar, yorgun, / bir kır eğlencesinden öylece dönen insanlar gibi, / hayal kırıklığına uğramış, aç, hiç biri türkü söylemeyen, / terli avuçlarında ezik yaban çiçekleri./ Ama ben direteceğim, diyor, görmekte ve sana göstermekte, / çünkü sen görmezsen, sanki ben de görmemiş olacağım- / hiç değilse senin gözlerinle görmemekte direteceğim- / ve belki bir gün buluşacağız başka yönlerden gelip sana.’

Hoşça kal Faustina..


***


1) Resimde derin bir hüzün var. Hüzün koltuk değnekli insan yüzünden değil, fayton zorunlu resimde, onun varlığı diğerinin konumunu belirginleştiriyor, koltuk değnekli kişinin yüzü dönük olsa gene olmazdı hüzün, hayat işte der geçerdik.

Hüzün gizlendiği için var, ayrıca yere düşmüş merdiven hüznün ruhani boyuta yükselmesini, Tevradi bir tinselliğe (olası Yakubi düşe) sürüklenmemize yol açıyor!..

Bu resimde unsurlardan biri olmasaydı resmin değeri yok olabilirdi, bu da ressamın aslında bir matematikçi ve bir düşünür olduğunun, daha doğrusu sanatçının neden doğu için bir evliya, batı için bir ermiş sayıldığının ipuçlarını veriyor!..

2) Bu resmin konusu, 'Ars longa vita brevis' sözünü anımsatan bir yalnızlık... Sanat uzun hayat kısa, bu resim yaratıcılığın sınırlarının ne kadar sonsuz olabileceğini fısıldıyor.

Bazen, yapacak bir şeyi kalmaz insanın, bu anlaksal yorgunluktur, sanatın bitebileceği anlamına gelmez, bir filmde, yaratıcı gücünü yitirerek, sinir krizi geçiren bir senarist, baş parmağını kalemtraşın içine sokarak döndürüyor, yani parmağın uzantısı ey us, kendini yenile diye çığlık atıyor!.. Bu resim son derece etkileyici ve yeni!..

Biçimselliği yeni, arkaik bir resim, duvar süslemeleri, pagan çağlar, kabbala ve motiflerin içinde güçlükle sezilen umarsız Penelope, çağın kadını, belki de insanı!.. Daha ne olsun... Sanata şükürler olsun!..

3) Neredeyse büyüleyici bir resim, niçin, sanatın temel ilkesi belirsizlik, dahası kuşku uyandırmaktır. Gerçekte, kesinlikli anlatım biçimleri, gizil bir tepkiye yol açar, hoşnutsuzluk verir. Sanat belirsizliğin serenadıdır ve sorgulayıcıdır.

Resimde bu, onun yani kullandığımız sanat aracının (resmin) diliyle olasıdır. Fırçanın yok ediciliği ve yaratıcılığı!.. Resim bir düşü anımsatıyor, faytonla belki düğüne gidiyor birileri, belki de annesini ziyaretten dönüyor. Ama görkemli kent geride yok olmak üzere, zamanın unutuşla akıp gittiğini imliyor, dün yaşıyor muydum ben, ama bugün; şu an varım, yarın olacak mıyım, resim sorularla gizlenmiş bir imgelem dünyasının dışa vurumu...

Ama o görünmüyor ve belki de anlamıyoruz, ama işte dediğimiz gibi, bilinçaltımızı göremeyiz, sezgilerimiz bunu bize söylüyor ama ayrımında olamayabiliriz!.. Ayrıca heykeller, gözetlenme, ilahi güçlerce sorgulanma, izlenme, yani gelenekler, ahlak ve toplumun denetim mekanizmalarının baskısı, yaşamın ve ölümün açmazları ve hepimizin üstünde bir gücün sürgit var olabileceğinin göz alıcı simgeleri!.. Bir manzara resmi değil bu, yaşamın gizlerini ele veren bir tür peyzaj, ürkütücü ve yine de bir meydan okumanın hedonizmiyle bizlere sunulmuş, yaşam kitabı!..

4) Boş çerçevede bir sanat ürünüdür. Sanat komplike, kozmik ve kinetiktir. Ruhları sarmalar. Onun yalınlaşması, yeryüzüne inmesi veya sıradanlaştırılması, hiçliğin dolambaçlarında kolan vurması, görseli ya da enstalasyonu (vb.), yine de sanat yapıtına dönüştürebilir. Algı dünyamızda devinime yol açan, tersinirliğe sürükleyen her şey bir sanat yapıtıdır. Öznel biçimde sunulduğunda, imgelemde yaratacağı işlev, algı kapılarında anlamsızlıktan uzaklaştırır onu.

Borges, harfi harfine yeniden yazılmış bir Don Kişot artık başka bir romandır der. Çünkü o başka bir zaman diliminde, başka bir öznenin bilincinde, tıpatıp yinelenmiş olsa da, bilinç evimiz ona ortaçağdan gelimli, 16. yüzyılın bir süreğeni gözüyle bakamayacaktır artık. Bu nedenle o, bir yineleme değil, düşlerin yolculuğunda yeni serüvenlere tanık olmuş insanlığın, tavır, algı ve iç dünyasında yankısını bulacak bir kavrayım olacağı için, dolayımla başka ve yenidir artık!..

Boş çerçevede, olası yinelenmiş ya da gerçeklikte sanatın bir materyali olsa bile, sanat yapıtına dönüşebilecektir. Bunun örneği Duchamp'ın pisuvarıdır. Sorun hangi zamanda nasıl karşımıza çıkmış bir gönderidir bu; bir yansıma mıdır, protest bir tavır amacımı taşımaktadır... Zamanda, uzamda ve insanda anlıkla bireşen, tümel olan, yayılan her algı özünde yenidir, yeniye açıktır ve sanat bunun yollarını bilir!..



***




GABRİELA MARQUEZ

Sanat Amok koşusudur. Cinnetsi bir bilinmeyen ve yanılsama... Bazen onu kavradığımız, anladığımız sanısı, tüm düşüncelerimizin önüne geçer ve sele kapılmış bir ecinni gibi, bir denetim olmaksızın akıntıda sürüklenir ve hiçliğin ve hepliğin boşluğunda yitip gideriz. Zamanın yolculuğunda... Zaman içinde zamanı yaşayan bir zamanızdır. Hepimiz..

Gabriela ile arada söyleşir, edebiyat, sanat, ne varsa içimizi döker, depresyonik duygularımızı törpülemenin hazzını yaşardık. Ama zaman, evrenin ve bizlerin efendisidir, kader de yolculuğumuzun adı, bir ırmağın içinde yan yana gidiyorken, dalgalar, rüzgar ya da görünmeyen bir el, bir bakış, söz, bizi başka yönlere sürükleyebiliyor ve her şey geride kalıyor...

Ademle Havva, annemiz ve baba, kardeş ve çocuklar, ay ve yıldızları bir daha göremiyoruz... Küçük bir kuyruklu yıldızdı Gabriela benim için. O belki bilmiyor ya da bilmek istemiyor, hayatın ve ölümün amansız baskıları, handikapları bilmesine belki de izin vermiyordur, işte onun sanrılarını yazıya dökmüştüm, şiirde düşlemiş olabilirim belki ama gerçekte bu onu sonsuzlaştırmak düşüncesi değildir ne yazık ki, kendimiz için aradığımız algı kapıları, düşüncenin ve sanatın versiyonlarıdır. Unutmak ve unutulmak aynı şeydir. Yaşamı, her şeyi unutabiliyoruz imgelemde, yaşam nedir ki, bizi bir kesinlemeye götürecek bir tanımı var mı ki... Her şey gerilerde kalabiliyor, dirim ve ölümün kafeslerinde, esaret içinde yaşayan, umarsız varlıklarız belki de, tanrının neşeli çocukları, düşüncenin ve aşkınlığın kurbanları, tanımlanamayan nenleri evren kolhozunun!..

Gabriela bir uğraş veriyor, var olmanın dayanılmaz hafifliğini, ağır, yerinden oynamaz taşlarla döşeyebilmek için... Yaşam denilen yolculukta bu bir seçim, bir kabullenim ya da bir coşkunun yansımaları olabilir. Belki de hiç bilemediğimiz bir şeydir... Onu anlıyorum. Başarılar dilemek sıradan bir kalp atışıdır gerçekte, ona hayranım, bunu o bilmiyor ve belki de o beni hala seviyordur, ama ben bilmiyorum ve yaşamın sonsuz koridorlarında kalplerin atışı bazen birbirine benzer, onu yıllardır görmüyorum, sanalda olsa ne yaptığını bilmiyorum, ama kalbim atarken, Gabriela'yı yanımda hissediyorum, yaşam serüvenimizin Teslavari, telepatik bir duygusu bu...

Bilinmez, belki öbür dünyada ya da cennet de benzer kalp atışları yan yana geliyor ve yaşamda kavuşamadıkları sonsuz özlemleri, uğraşlarının çiçeksi yansımaları ve evrenin aynasında, birbirini göremeden yan yana koşan insanları, böylelikle bir araya geliyor ve tanrı belkide bu doruk coşkuya, sırf bu yüzden, cennet adını veriyordur!..


***





ÖZGÜRLÜK

Özgürlük insani algı sınırlarının ve verili uygarlık biçimimizin ürettiği bir kavram olduğu için onu gerçekte hiç bir zaman tanımlayamayız ve kozmik ölçekte onun ne olduğunu kavrayıp, bilemeyiz. Özgürlük kavramımız bir anomali, bir yanılsama ve karşıtların işbirliğinin ürettiği bir zorum ve çözümsüzlükten başka bir şey değildir çağımızda...

Özgürlük bir bloktur her şeye karşın. Örneğin finansal özgürlük mü, coğrafi özgürlük mü gereklidir diye bir soru üretelim... Finansa sahipsindir ama boyunduruk altında bir düşüncenin tutsağısındır, gücünle başkasının özgürlüğünü sınırlamaya kalkarsın örneğin, karşıtının özgür olmadığı iki nenden, tözden hiç biri özgür değildir gerçekte ve böyle biri özgür değil, eşyamsı, cismi bir düşleme bağlı bir mutant olabilir belki. Coğrafi anlamda özgürsündür ama ussal anlamda bir Lennie yapısını taşıyor olabiliriz, bilisizlik ve algı bozukluğu bizleri kendisinin ya da başkalarının tutsağı kılabilir. Olan biten bu açınlara yakındır.

Özgürlük tanımı zor bir kavram. Gerçek bir özgürlük olanaksızdır, diyesim özgürlük sübjektif bir kavramdır, insaneller, özgürlüğü karşıtlarına göre belirleyen bir canlı grubuna giriyor ne yazık ki...Sana göre ben özgürüm, ötekine göre sen özgürsün gibi, bu anlayış, özgürlüğü göreceli kılar ve anlaşılmazlaştırır. Özgürlük böylesi bir kavramın ileri sürülemediği, düşünülemediği-öngörülemediği bir toplumda olasıdır. Çünkü orada öyle kutsevi ve göksel bir yaşam vardır ki -ki nitelemelerimiz bu dünyanın kıskacından kurtulamayan, cenderesinden çıkamayan kısır betimler olacaktır sonuçta-, özgürlük diye bir safsata düşünülemez bile; öylesine gereksizdir. Özgürlük bu uygarlık sisteminde sözünü ettiğimiz ama olanaksız bir arayıştır. Uygarlığımız, başka bir topluma, kitleye, öbeğe, sonuçta özbeöz kendisine egemen olmak, tutuculuk ve kısıtlamalarla ilerlemek ve bir anlamda kendini sömürmekle yürüyen, gelişen bir mekanizmadır. Yok edici bir varsıllığın illüzyonudur o...

Uygarlığın günümüz dünyasındaki maestrosu batı periferisini özgürdür sanırız, batı sömürü, kanibalizm ve emperyal bir sistemin parçası olarak anomalik bir toplum, cehennemin içinde bir cennet arayışının dışa vurumudur ne yazık ki... Örneğin Hiroşima nedir (özgür olduğu sanısıyla yaşayan batı için bu anlamsız bir klişedir), napalm nedir, patriot ne işe yarar, kur farkı, demokrasi pazarlamak ve modernizmi aşılamak nedir gibi soruları çoğaltabiliriz ve buna uyarlanan bir uygarlık sistemi, kinik bir vulgerizmin işbirliğine zorlanan yığınların 'özgürce' mutluluğu değil midir. Kendi soyuna yönelik, bir yok edici sistemin, özgürlük üretebilmesi düşten başka bir şey değildir.

Peki özgürlük nasıl olasıdır, bunun yanıtını kimse veremez, insan türü ancak özüne yönelik durumunu anlatabilir, bir çözüm yaratamaz. Çünkü uyumsuzluğu kanıtlanmış bir sistemin, bütünüyle uyumlu hale gelmesi, kendisiyle çelişmesi, bir zıtlık, tersinirlik içermesidir ki, gerçekte bu durum, çözümü olanaksız kılacaktır kısacası. Kendini yadsıyarak, çözümler yaratamaz hiç bir varlık, o kendisine bağımlı olmak zorunluluğu duyar kaçınılmazlıkla... Örnekçe şu, çarpmayan elektrik olanaksızdır, eğer çarpmayan elektrik istiyorsanız, sistemi tümüyle terk etmeniz gerekir, aksi halde çarpma azalabilecektir ama ortadan kalkamaz. Kaçaklar barındırmak zorundadır ve tarih de görüldüğü üzere geçici varsayımlar öze dönmekten başka hiç bir işlevi olmayan çabalar, reformistik gelişmelerdir. Çünkü çarpan elektrik kavramı ve kimyasıyla devinen bir olgu, kendini yadsıyamaz ve saflıkla ondan arınamaz. Soyut dünyamızda daha katı bir gerçekliktir bu ve dönüşüm neredeyse olanaksızdır. Bu açın sonuçta, göreceli bir tanıta yol açar ve istenilenden uzaktır. Bu bir paradokstur da bizler için ve örneğin cennet ve cehennem kavramını dönüştürmek, o kavramı terk ederek olamayacağı gibi, onsuz hiç olamayacaktır. Durumumuz, özgürlüğün sınırları genişledi çağımızda demeye benziyor, oysa sonuçları eskisinden daha acımasız değil midir, işte budur özgürlüğün tanımı ve arayışında varabileceğimiz olgulayım ve biçimsellikler.

Ama şunu açıklıkla söyleyebiliriz biz, bu uygarlık sistemiyle özgürlük olanaksızdır. Gerçek özgürlük nedir sorusu da, hak tanır bir soru değildir, ancak şimdiki evrenik ve kültürel algılarımızla yapabiliriz bu tanımı, örneğin tanrı nedir diye soracak olursak birine, ne söyleyeceğini düşleyebiliyoruz ve neredeyse biliyoruzdur bunun gibi. Algı ve kültürel birikimimiz, bu uygarlığı yarattı, bu tümleyim ve toplamdan, özgürlük tanımını gene anomalik bir yapıya dönüştüren, yanılsamaları öteleyip, başka yanılsamaları çağrıştıran bir yapı çıkabilir ancak... Bir yinelemeye dönüşecektir doğallıkla...

Bu durumda bir özgürlük tanımı kesinlikle yapılamaz ve yapılsa bile yeknesaklık barındıracaktır, bir değişmezlik. Söylenebilecek tek kesinleme bu uygarlık biçiminde, bir özgürlükten söz edilemeyeceği ve bunun olanaksız olduğudur. Bir özgürlük tanımı her açıdan bizi gülünç kılacaktır. Çünkü geleceği bir kesinleme olarak hiç bir zaman göremeyiz, algılayamayız ve bilemeyiz. Şu özgürlüktür dedik, sonuçlarını gördünüz. Deneme yanılma yoluyla özgürlüğe ulaşabiliriz demekten başka bir umarsızlık vaat etmiyor insanel uygarlığımız kendisine...

Birde şunu diyebiliriz, Tanrı bir yaratıcı olduğu kadar bir yok edicidir de, bir öldürmendir ve yaratılanı öldürmezlikten gelemeyen bir anomalidir aynı zamanda... Çünkü ürettiğimiz uygarlığın tanrısı bu tanımı içermek zorundadır. Çünkü biz ancak böyle bir uygarlığı üretebilmiş bir Havva çocuklarıyız. Tanrı başarısız bir tasarımcıdır, tıpkı bizim gibi... Çünkü onun tanımı, bizim iyelik, üretim, beceri ve başarılarımızın yansımasıyla oluşmuş bir kozmik kategori, dünyevi ve evrensel algılarımızın biçtiği bir postüladır. Özgürlüğe giden yol için ondan -tanrıdan- kurtulmak gerekiyordur belki gerçekte ama tanrı her yerdedir ve bizim uygarlığımızın kozmik bir yansıması ve ikonal, imgevi bir simgesidir, onu terk etmek, kendimizi terk etmekle eşdeğerdir bir bakıma, bu da şu an için, bu düşünsel çevrenle ve mantaliteyle evrende koşuşturan iki ayaklı için olanaksızdır. Çünkü kendisinin tanrısıdır gerçekte insan... Tüm evren için belirlenmiş kural ve kurguları bir tanrıya bağlamak yalnızca insan yetisinin ürünü bir fantezi ve bir kültürel seranın yetiştirdiği ışıltıdır, göreceli -kendisine değil, karşıtına yaslanan ve varlığı onunla olası bir bağımlılığın ürünü- bir yanılsamadır.

Sonuçta, özgürlük ve onun yalancı yalvacı umuttan söz etmek kitleleri hırçınlaştırır ve barbarlaştırır da, bir umut taşımak insan için tutsaklığın başlangıcıdır. Tüm insanlık, hepimiz umudumuzu yitirdiği gün, çözüme yaklaşabiliriz diye düşünmeliyiz. Anlaşılması zor belki de, İsa bir umuttu, çarmıh üretimine yol açtı. Einstein umuttu, bir kıyamet provasının yargıcı oldu. Tanrı bir umuttu, çobanlığın bulgusuna yaradı ve insanlık bir sürüye dönüştü. Özgürlük için, her şeyi yadsıma, unutma ve umutlarımızı kovma zamanı geldi geçiyor dememiz, özgürlüğün tanımına yaklaşmamız anlamına gelebilir!..
***

RAMSES
Orada Amon'un tanrıları.
Orada Hebron diyarından gelenler.
Saraya doğru yaklaşan biri.
O bir tanrı mı tanrım.
Bütün canlılara düşman.
Bütün canlılar düşmanı.
*
Mesyanik pergelden söz et bana.
Ve Mahone Körfezi’nde gömülü haç.
Nasorenlerin ilk önderi.
Ve Mandaean halkından diğeri.
Ceplerinde Hiram anahtarı.
Sepette kuş üzümleri.
*
Göz içinde bir gözdü yolu.
Kurucu atalar dul kadına yardım yok mu.
Kara harfleri çıkarıp içinden.
Bakır liften beşiğinde onun.
Oğlunun hıçkırıkları duyulmuyor mu.
*
Sirius’tan geliyor Sion yıldızı.
Kyklos heykelciği yüreğindeki.
Gizil Astarte peşinde işte.
Yaklaşıyor Babil yurtluğundan.
Nil suyunda yıkanacak belli ki.
*
Ve iştah dolu asma bahçelerinden.
Cesaret fısıldayan süt banyoları.
İşte dünya ve Galileo bu.
Tek bir tanrının izindedir kral.
*
Gılgameş gibi ölümsüz.
Enkidu gibi çalımlı.
Enlil gibi güçlüdür.
Ve bilinmeyenlerle yüklü.
Alkım ve elektron.
*
Ah iniyor işte bir tanrı.
Philadelphia'dır o.
'Bakışları İçimize İşledi' adı.
Işıklar içinde kardeşçe sevgi
Ve yeryüzündeki alınlığı.

***

 

DİYALEKTİK

 

 

‘Tüy hafifliğindeki uykunun siyah parmaklarını sallayarak uzaklaşan sislerin içindeki gölgelerle uzanan yolun dolambaçlarında gülümseyen şeyin erdem dolu bakışlarıyla sürüklenen belirsizliğinde sırıtmakta olan cinlerin süslü gül ve yasemenlerle dolu bahçelerde yeşeren yaprakların kanatlarıyla delik deşik olmuş zırhlar rüzgarın dönüp duran kollarıyla ayaklarının albeni dolu salınışıyla avunan kar yağışında organları saran düşlerin içinde uyumla serilen döşeklerin ılık esintisinde  akıp giden yollarda ıssız yuvaklarda sıvışarak kaçıp giden rüzgarların uyuklayan ışıklarında yavaşça duvara yaslanmış nesnelerin sessizlikle akan karmaşasında zamanın bitip tükendiği boşluklarda yankılanan inleyişiyle yayılan tapılan tozlu dünyaların üzerindeki pırıltılar  ıssız yorgunlukların bağışladığı açık ağızların saklandığı mırıltılarla yüklü bıktıran gürültüsünde pistonları andıran uç beylerinin dolumlarıyla  boşalan bulutlardaki burçların yüceltiyle kuşatılmış sütunlar kargaşalar ve gözbağcılarla dolu panayırlarının karanlık meydanlarında sağırlaşan yıldırımla beslenmiş gürültülerinin çılgınlığında gölgeler ve  oynayıp duran hayaletlerle derin köreltilerin ağızlarında yanıp sönen  gizem dolu bakışlara aldırmaksızın solup giden sızlanışındaki  güz bahçelerinin karaltılarında doyumsuzca tapınıp durduğumuz sessizliğin aktığı dolambaçlara özenen yoldaşlarının arzularla çılgınlıklarla dolu buhranlı bakışlarında kuytulara doğru dolmakta olan boşlukların can verdiği hayaletleri uğultulu yüzyıllarda yeşeren  yeşilliklerin uyumakta olan yapraklarla eğilip doğrulan dalgalarındaki öğle güneşinin ziyafeti törenin ezgilerle alaylarla sürüp giden  yazgılarının ufuklarda yükselen varlıkların duvara yaslandığı ölüleriyle berkitilen acıklı açlıkların çınlayışında göklere değin şükürlerle bezeli sonsuzluğuna uzanan odalarında kara yazgılarıyla baş başa kalan Ademgillere görkünç yüzünü dönmüş kasırganın hınçla  unuttuğu zamanların bağışında bekleşen Havva’sını arayarak bulutların içinde yavaşça yükselen kızıl güneşlere bakıp duranların toprağa yüzünü dönenlerin bitip tükenmez çatışkısında tanrı bir kez daha utkusuna sarılıyor derin uykusunun amansız seslerle dolu kargışında sessizliğin ve ıssızlığın özlem dolu arayışında kederli mırıltılarla sayıklıyor ilahi yüzü kozmik sislerin arasında bir çıkıyor bir batıyor kuyrukta bekleyen başka tanrılar tuhaf gölgelerin sırtını sıvazlıyor görev sırasını bekler gibi aralarındaki insansı varlıklara bir şeyler fısıldıyordu.’

 

‘Saltık inançla, hiçbir yan katkı, çatışkı, diyalektik varsayım, karşıtlam ve görü üretmeksizin inanan, skolastik, inaksal softalığa soyunan, katıksız bir öngörüyle, dogmasına bağlı olan bir insan, tanrının o büyük bağışı düşünceye, karşıtların birliğinden doğan kıvılcıma yaslanmaksızın, inancını savunuyor, sorgusuz, düşüncenin matematiğine başvurmadan, bir doğrum ve doğunumla postülasına sarılıp, bağlanıyorsa, onun karşısında doğallıkla yer alan bir yadsımacı, tanrının yarattığı düşüncenin öğeleri ve ilkelerine uyumla, bir karşıtlam üretiyor, inancaya karşı alabildiğine, düşlemler ve çıkarımlar sağlamakla, çatışkı ve paradokslar içinde savrularak songuya yaklaşıyor, bir doğurguda ona ulaşmaya çalışıyorsa, düşüncenin amansız gerekleri, doğal çatışkıları ve diyalektiği içinde bir yadsımacı olarak, tanrının bağışının, engin düşünce denizlerinin, tanrısal gereklerini yerine getirmekle, artık açıkça  tanrının varlığının savunucusu konumunda yer alırken, inanç içinde saf bir erinçle, sonsuz bir mutlanla dolan kişi, tanrının eşsiz bağışına, uymaktan kaçındığı, gerektiği gibi bir zoruma dayanarak yerine getirmediği, gerçekte ona karşı çıktığı, bir safsataya yönelerek, doğruma ve tanrının buyruğuna  bağlanmaya yarar düşünceye yüz sürmediği ve durağan olana, dalıp gitmeler eşliğinde değişmeyene, sonsuz bir saplanımdan temellenen bir sayrılığa, köreltici bir duraksamaya bel bağladığı için, açıkça tanrıyı yadsıma konumuna sürüklenirken, onu sürgit yadsıyan ve düşüncenin ilkelerine, unsurlarına alabildiğine bağlı, ölçüp biçerek gönül veren ve onun enginliğinde yolunu yitiren bir kimesne, gerçekte tanrının varlığını aşkınlıkla savunan ve bir sevdayla tanrıyı kutsayan olarak, gerçek bir inanan ve onun varlığını tanıtlayan ve bitimsizce yaratanı savunan konumuna yükselendir.’

 

Bu düşünsel dolayımla sürdürecek olduğumuzda diyebiliriz ki, varlığı reddedilebilen bir şey var olabilir. Retçiler tanrı inancının baş savunucularıdır. Çünkü, peşin bir yargıya varılabilen değil, ret edilebilen bir şey var olabilir ancak. Retti olanaksız olan bir şey; yoktur, varlığından söz etmek olanaksızdır. Çünkü o düşlenemez, duyumsanamaz ve algılanamazdır. Bir töz olarak soyutlama alanında varsaydığımız bir kavramsallık ve düşünselliğin varlığı ileri sürülebilir belki ama düşlenemez olan yalnızca yoksayabildiğimiz bir hiçlik olarak, yerini bile alamayacaktır insansı imgelemde, gerçekte yokluğun tanımını da yapamaz bilinç. Bu yüzden, varlık olarak bir töz, bedeni / cismani bir olgulanım, bir kavranel değildir o artık.

Yokluk, varlığa göre, onun aracılığında bir yargı verebildiğimiz, düşleyebildiğimiz bir bilinmeyendir ve tanımı bu yüzden varlık alanının bir karşıtlamı olarak, ileri sürebildiğimiz bir mantık yapısının süjesi olabilir. Yokluk başlı başına anlayabildiğimiz bir şey olamaz bu yüzden, tanımını varlığa borçludur. Tanrıda varlığını ona inanmaya, saf bağlanım ve tanımaya değil, karşıtı olan bir yadsıma ve reddiyle anlaşılabilir olmaya borçludur. Karşıtı olmayan  tek şey, tüm bunların düşlenemeyeceği, ileri sürülemeyeceği saltık yokluktur bu açında, tanrıya inananlar, retçi, diğer deyimle yadsımacıların, anlakta karşıtı oldukları yoksadıkları bir kampta, bir tersinirlikte yer alıyor ve bir düşünsel tartışılırlık olarak yadsımacıların yadsımacıları konumundalarsa eğer, temel gerçekte onlar inançsız sayılabilmelidir artık, çünkü retçileri yok sayarak, bir yokluğa inanmış olurlar. İnandıkları tözün karşıtı ileri sürülmüş olamayacağı için bu durumda; inançları bir kesinleme olarak, bir varsayıma dahi dönüşemeyecektir,  çünkü karşıtı ileri sürülemeyen nen, töz tartışılamaz hale gelen bir söz edilemezlik olacağı için, ileride sürülemez olur artık. Tek kanatlı bir kuş gibidir, karşıtından yoksun olan bir varsayım, bir dengeleyimden yoksun olduğu için, düşünsel alanın dışına çıkarak, bir dogmaya, kör bir varsaymanın, anlaşılmaz, savruk, dünyevi ve tinsel olmaktan ve her anlamda bir olasılıktan yoksun bir karanlığın içinde yitip gider o... Bir kavramsallık,  aydınlık, anlaşılır ve ışık yayıcı bir görüngü olamadığı sürece anlamdan yoksun ve var sayılmaktan da, aydınlık teriminin özgün dayanağı olan, düşünsel olmaya uygunluktan da  uzaktır. Tek başına bir varlık, onun karşıtı olan yokluk ve her tür kavranel, karşıtını barındırmak zorundadır düşünsel birliktelikte, karşıtından yoksun olan hiçbir töz, hiçbir gerçeklik ve somut, mekantif diye niteleyebileceğimiz hiçbir maddi yapı varlığını koruyamaz ve sürdüremez. Evrenin kuruluşu, kozmolojinin temeli, ancak bu karşıtlıkta kendini var edebilir ve dirimcil, yaşar bulabilir kendini… Tanrısal olanın, kozmik esenliğin kesenkes bir kuralıdır bu, onun için tanrıyı yadsıyanlar onun varlığının, kaçınılmazlıkla tanımlayıcıları olmak durumundadırlar ve öyledir de, varlık karşıtların kutupsal birliğine, oluşumuna verilen bir adlandırmadır saltıklıkla…

Retçiler, yani yadsımacılar sayesinde, inananlar tanrıyı bir kabullenimden kurtularak belki kanıtlayabilir. Retçiler olmadığında, formülatif bir gelişimi andıran bir sonla, tanrıda uçar gider ne yazık ki!..  Ama kanıtta bir tözdür sonuçta ve bir soyutlamadır, algı birliği ve sınırlarımız içinde varlık yokluk ikilemini ileri sürebiliyoruzdur biz, bir mantık silsilesinde, bütünsel bir yapı oluşturabilmenin yolları, olmazlığın ve olabilirliğin sentezi ve bileşik kaplar kuramının iç içeliği gibi birbirinin, olmazsa olmazı durumundadırlar artık.

Düşünme yetimiz olmasaydı ve onun matematiksel pekinliğinde kulaç atabiliyor olmasaydık, varlığımızı sorgulayan, düşüncenin varyantlarına, uçsuz bucaksız okyanuslarına dalarak kanıtlar peşinde koşamazdık. Yadsıma var oluşun temel, düşüncenin diyalektik ve tartışılabilirliğin kaçınılmaz öğelerinden biridir bundan ötürü, o olmadıkça, hiçbir şey kanıtlanamaz. Çünkü düşünce denizinin içinden geçmeyen, sorgulanamayan,  hiçbir şeyin varlığı ileri sürülemez olur. O durumda, varlığın kavramsal olarak bir anlamı da olamazdı, bu nedenle varlık salt düşünsel bir algoritmadır.

Yadsınamayan tek şey, saltık yokluktur evrende, onu düşleyemez, tanımlayamaz, bilemez ve karşıtını ileri süremeyiz, sürebildiğimiz tek varsayım -varlığın bir karşıtı olarak- düşleyebildiğimiz, onun türevlerinden biri olarak sunabildiğimiz yokluktur ki, o da bir hiçlik olabilecektir belki ama ileri sürülebilirliğini varlığa borçlu olacaktır.

Denilebilir ki, varlık olmasaydı, yokluktan söz edemezdik. İnançsız, yadsımacı, retçi olmasaydı tanrıdan söz edemezdik, benzer ilkelere yaslanan varlık-yokluk ikileminin, birbirine bağımlı kavramsal öğeleridir bunlar ve biri olmadıkça kaçınılmazlıkla diğerinin varlığı da belirsizlik kazanmaktan öteye geçemez ve sonuçta bir öne sürülemezlikle karşılaşır.

Onun için bir inançsıza, dünyevi varoluşun varyantlarında, doğal, mekanistik, paradoksal akışında, karşıtlık besleyen  ve bir kabullenimle yetinen, sorgu ve düşüncenin enginliğinde yer bulamayan, aramayan, saltık bir inançlı, niteleme olarak ancak, öncül bir yadsımacı, düzenbaz ve gerçek bir inkarcının, retçinin ta  kendisi olmak durumuyla karşılaşacaktır ne yazık ki…

Konumuz çevreninde, tanrının varlığını yadsıyan bir karşıt kutup olmadığında, inançlı kişi cansız bir nesne gibidir ve giderek tanrıdan söz edemeyecektir. Onun varlığı retçiye bağlıdır temelinde, tanrının kurguladığı algı ve düşünsel bireşimin kapılarında, açıkça bu töze, bu varsayıma ve bu olabilirliğe dayanmak zorundadır. Tek başına bir kabullenim bu nedenle, karşıtını hiçleyen, yoksayan bir tanrı kurgulanımına karşı çıkmış olacağı için, yadsımacı konumuna gerçekte kendisi düşecektir. Bu tür bir yadsımacılık, düşünce birliğini yaratmayı amaçlamaktan öte, düşünceyi yok sayma, köktenci bir  yadsıma sayılabileceği için, tanrıyı inkar anlamında, başkaca bir eylemin alanına girecek ve evreni hiçlemek zorumunu taşıyacağı için, bir sapma, bir anomali ve kendisi de hiçlemenin sınırlarına varan bir paranoya olacaktır  ne yazık ki ve o bir sayrılık, bir deliriumdur artık.

 

Tanrı düşüncenin temellendirilebilmesi, varoluşunun sağlam bir yapıda gözlenebilmesi ve insani enginliğin viyadüklerinde vücut bulabilmesi için, yadsıyanları inançlı birinden, salt kabulleniciden, kendi varoluşu çevreninde, daha gereksinir bir koşul olarak görür bu yüzden. Bilir ki bildik yadsımacılar, karşıtçılar ve düşünce birliğinin varsayımcıları adına ve onlar sayesinde ve onlar adına kanıt bulabilecektir varlığı!.. Çünkü yadsıma bazen ve olasılıkla dolayımlı bir varoluş ve kabullenime varan bir teroramaya da dönüşebilir, yadsımanın kapıları dogmaya değil, her tür düşün ve dönüşüme açık bir kapıdır ve kendi sonunun nereye varacağını dahi bilemeyebilir doğallıkla, çünkü o bir düşünsel eylem olduğu için, zincirlerinden boşanarak eylem ve ereğin sonuçlarından öte bir uçuruma da ulaşabilir sonuçta... Düşünce kendisinin efendisi değil kölesidir bu yüzden ve bu dünyevi anlamda bir özgürlüğe varır, kölelik düşünsel manivelanın denetimden kurtulmasıyla, özgür bir tutum ve göksel bir açına, dizginlenemezliğe de dönüşebilir.

 

Düşünsel süzgeç, insanel varlığın, varlık-yokluk ikileminin güvencesi olarak, her tür yaratım, üretim ve ileri sürülebilirliğin olmazsa olmaz bir öğesidir bu yüzden. Bu vargıyla da, tartışılabilme alanından çıkardığımız her nen, her varsayım, görünürlük, belirsizlik, kesinlik ancak  yoklukla butlan sayılabilir. Tartışılabilme, çatışık anlamda var ya da yok sayma düşüncenin temel öğesidir.    

 

Tanrının varlığa, insangillere büyük ve o eşsiz bağışının nitemi düşüncedir, inançsızlık, yadsıma, ret bir düşünce biçimi olabilirken, saltık inanç, kaygısızca benimseme ve zorbaca kabul ve mekanistik içselleştirme bir düşünce biçimi olarak değerlendirilemez, bu yüzden, salt koşulsuz bir kabullenim düşünceyle bağı olmayan bir nitemdir,  yadsıma bir kabullenime karşı, bir karşı çıkış, bir düşünsel edim, bir varsayımsal bütünleme, ereğe dönük bir diyalektik öğe taşıyabildiği için, tanrı indinde, düşüncenin ürünü, insani bir tutum olarak kesinlikle yerini alırken, diğeri, doğrudan ve sorgusuz kabul, yaşamsal bir handikap, bir baskı ve insani olmaklığın sendromlarından ve olabilirliklerinden biri olarak değerlendirilir, tek başınalığı, yeknesak tek yanlılığı,  kesenkes bir yanılsama, bir inak -dogma-, düşünselliğini yitirmiş bir anomali işlevi görecektir. Karşıtından yoksunluk, var oluşun gizemlerini içeremez. Tanrı kendi varlığının bir suyun akışı gibi benimsenmesini istemez, bundan ötürü, onun büyük ve engin bağışının süzgecinden geçmeyen her tür varsayım, her şeye karşın, onun için, ancak bir düş kırıklığı sayılabilir.

 

Çünkü tasarımı ve olabilirlikle sunduğu materyalleri, tanrısal katta yeterince karşılık bulamadığını görünce, kendini küçümseyici, başarısız bir duyumsama, dünyevi bir tanımla açınlayabileceğimiz, bir anomali, bir sapmayla karşılaşacağını bilir. Tanrı saltık bilinçtir, saf düşüncedir ve bu ikisinin bir eylem noktasında kozmik yansımasıdır. Onun bize bağışları kendisinden birer parçadır sürgit, onun için tanrılaşma ve onunla var olma, yok olma gibi kavramsallıkları, tümleyicileri, açınlayıcıları  kullanmaktan kaçınmayan bir insanelle karşı karşıyayızdır biz. Tanrıyla bütünleşme arayışıdır düşüncenin adı.

 

 

Yinelediğimizde, düşünce, yani tanrının büyük bağışı, onun, yani düşüncenin sahibinde karşılık bulabilir ancak, bundan ötürü, o bir düşünselliğe sıkı sıkıya bağlı her tür yadsıma ve  inançsızlığa varabilir ne yazık ki, yadsıma, kendisinin ve her şeyin inkarına dönüşebileceği için bir sınırsızlık taşır içeriğinde ama inanç öznesiyle biten bir kavramdır. İnançsız kesenkes bir düşüncenin ürünü, bir varsayım üretirken, düşünce, karşıtların birliği, çatışkı, diyalektik diye niteleyebileceğimiz bir tüme varım ya da tümden gelim sayılabileceği için, bu köprü ve viyadüklerden yoksun inanç, doğrudan içselleştirme, tek başına bir düşünce olarak varsayımı olası bir insanel görüm ya da varım olarak nitelenemez ve sayılıp, kabul edilemez.

 

Öyleyse bir paradoks olarak inanan, gerçekte tanrıyı yadsıyor olurken, ona karşı çıkan, ‘yadsımacı’, onun varlığını gerçekte, düşünsel organelde kabul edendir ki, tanrı bunu biliyordur ama bizler bilemiyoruzdur!.. Bu yüzden cennet zorumsuz, düşünsel uçurumun kıyılarında dolaşmayanlar, salt inananlar için kesinlikli  bir yönseme olamayacaktır. Tanrı kim cennete, kim cehenneme gidecek, karar verebilecek tek yargıçtır. İnanmak bir durumdur evrensel kategorizmanın basamaklarında, gerçekte ruhani sıfatlarıyla, ne farzdır, ne sevaptır ne de günah!...

 

Tanrı, düşünmeyen, sorgulamayan, denilesi, yadsımasız bir kabulleniciyi ve öylesi bir varlığı cennetine kabul edemez bu yüzden, sorgulamak, kuşku, düşünsel çatışkı, yalnızca insanın varlığında yer edinebilen bir kavramdır kozmolojide, bu tür bir yetenek, düşüncenin ilkinsil unsurudur, başattır ve budan ötürü tanrının onur veren, son tansığı, düşünceyle özdeşleşebilen o kutsal yaratılmışı, -insansı varlıktır- gerçeklikte, tanrının yarattığı insanın, varlık nedeni; düşünebilmesidir, tanrının büyük tansığı ve onmaz gururu bu nedenle insandır.

 

Düşünmek istemeyen, kuşku ve sorgudan uzak ve doğrudan kabullenme yöntemine geçiş yapan varlık, yineleyelim ki tanrıyı ancak düş kırıklığına uğratabilir.

 

Tanrı varlığını bir düşüncede, diyalektik sorguda, kuşku ve deneysel çaprazlamada, çatışkıların cehenneti ve engebelerinde duyumsayabilir ancak, bu yüzden o yadsımacıya gülümseyerek ve bir mutlanla bakabilecekken, sorgusuzca kabul eden, boyun eğen varlık karşısında üzüncünü gizleyemez!..

Hz. Muhammed cahiliye dönemi ve puta taparlar karşısında bir yadsımacıydı, İsa, Museviler ve Roma karşısında bir retçi ve tanrı tanımazdı. İkisi de bir başkaldıran ve bir devrimcidir. Bu yüzden, tanrı var oluş karşısında, sorgusuz kabullenicilerden hoşlanmaz ve onları kendisinden bilmeyecektir doğallıkla, tanrı bir dönüşüm, bir -düşünce denizi- ve varılan ufukların sürgit aşıldığı bir peyzajın görselidir. Tanrı, düşüncenin ve sorgulamanın ilkinsil yaratıcısı ve buyurucusudur evet, başka bir şey değil. Emel Denizleri’nde insanı yaratmakla, düşünceyi sınamak, kuşku ve sorgunun karanlık koridorlarında kendini duyumsayıp, algılıyor olmaklığın tadına varmak istemiş olabilir.

İnsan işte bu nedenle, başka hiç bir canlıda olmayan bu iki özelliğin, düşüncenin ve aşkınlığın, ete kemiğe bürünmüş bir s/imgesidir. Tersinirlik, tanrıyı ve onun en büyük yapıtını yadsımak olurdu ki, sorgusuzca inanmak, bu kolaycılığın, insan öncesinin, yani insandan ve tanrıdan uzak bir zamanların duraksayan anomalileri sayılacaktır ki, saf ve katıksız inancın, kabullenimin tarih sayfalarındaki panoramik manzarası, tanrı indinde bunun, kabul edilebilecek bir davranış, bir olgulanım olamayacağının zaman koridorlarındaki karanlık akışında bu açık seçik görülebilecek, sezilecektir. Kadük bir tutumdur saf inanç ne yazık ki… Cennetin kapısı bu anlamda, her türden boyun eğmelere açık sızıntılara el vermeyeceği için, bu tür bir açının dogma, tanımlamasız bir skolastizm oluşu,  tanrı tarafından bilinir ama kulları onu bilemez!.. Çünkü o düşünmeyi ve sorgulamayı bir koşul saydığı için, bu varsayımı açıklayıcı bir tutumdan ve bilgilendirmeden kaçınacaktır.. Onu yaratılana bırakır. Sınamanın ve yadsımanın bir anlamı kalamaz yoksa… Bilgi bir dogmaya yol açmamalı, gelişim ve aşkınlığa açık bir kapı olmalıdır bu yüzden.

 

Çünkü yaratılmışlığın, insani olmanın bir önemi kalamazdı o durumda, durağanlık tanrının işi değildir. Giz kendini sakladığında giz olabilir ve sorgu ve kuşku kesinlemeye dönüştüğü an, algılanabilir olmakla, bir değeri kalmayacaktır ve bir diyalektik varoluş sürecinin süjesi olamayacaktır. Yinelediğimiz gibi tanrı kendi sonunu insansı varlıkta görmek isteyebilir bu nedenle, o bir tasarımcı, bir kurgusal töz, bir aşkınlığın dışa vurumudur, durağanlık üreten bir kabullenim, onun tasarımının kusurlu ve anomalik yanları sayılacaktır belki de, sonsuzlukta kendisini ve kendisinin sağ eli sayılabilecek, edim ve eylemin olağanüstü yaratığı insan, onun sonunun hazırlayıcısı olabilecektir belki de, bu yüzden hiçbir yadsımacı onun düşünsel çevrenin de bir tepkiyle karşılaşmaz, düşüncenin üretebileceği her varsayım, bir tanrısal eylem nitemi sayılır onun indinde, düşünen görücüler ve kabullenimci izleyicilerin sürüklediği evren, onun tanrısal diye nitelediğimiz yapıntısıdır ve her tür son, yeni bir başlangıç olarak yadsımacıları kutsamaktan kendini kurtaramaz.

 

Sonuç olarak tanrı, salt inananlara / inançla örülerek,  berkitilmiş yaratılmışlara bir insan olmaktan başka, mekanistik, koşulsuz refleks / bir duyumsuz tepkime bütünselliği içinde bakacaktır, gelişim ve yenilik arayışı tanrının biricik özlemi ve amacıdır ne yazık ki, Emel Denizleri, Elem Denizleri’dir, tanrı inançsız kadar, inanmanın da sorgulandığı bir varlığın peşinde koşar sürgit, bu yüzden, yinelemeliyiz ki, insan kadar tanrının da emelinden söz edebilmeliyiz kozmik dolayımda, bilinir ki evren bir düşünsel tasarımdır, insan düşüncenin öznesi sayılabilecek bir üst varlık olarak nitelenir kozmik algımızda ve yaratıcılığın efendisi, tanrının sağ elidir o, inanç bu yüzden durağanlığı karşılıyordur tanrı indinde ve cennetin yolu onu kabullenmekten öte, yadsımaktan  geçer bu nedenle... ‘Seni unutursam Yerusalem, sağ elim hünerini unutsun’ deriz hep, tanrıyı geçip giderek…

Tanrının en büyük tansığıdır düşünen / sorgulayan varlığı yaratabilmesi, onun için tanrının -kendisinin- sorgulanabilir olması da bu yüzdendir ve onun özlemidir, düşünce onun en büyük aşkınlığıdır çünkü, kendi varoluşunu kutsayabileceği ve el verip, yetkilendirebileceği, o büyük tansık ve tek varlık, bu yüzden insandır, kime devredebilecektir aşkınlığı ki, düşüncenin nöbetçisi ve koruyucusu kim olabilir ki…

Onun sağ eli diye niteleyebildiğimiz yaratılmışa, bu yüzden kendi özüne bağlılık, salt tapınma, kayıtsızca varsayım ve sorgusuz kabullenim, onun yarattığı varlığın ilkinsil amacına, kesenkes  ters düşen bir edimdir ne yazık ki…

 

Öyleyse ‘yadsımacı’ onun amaçlarının başında gelir ve -öz inançlı- diye niteleyebileceğimiz özne, yadsımacının düşünsel varlığı olabilir gerçekte, inanmanın tanrısal gereklerini o yerine getiriyordur çünkü, bildik ve sorgusuz inanan, tanrı için bir düş kırıklığıdır diyebiliyoruz bu nedenle, başarısız bir tasarımdır o sonuçta ama tanrının erekleri arasında bu gizin açını olanaksızdır, çünkü kozmik akış ve sonsuz bir tasarımlamada, cezanın ve armağanın gizlerini açığa vurmak, evrensel işleyişin doğasına aykırı düşer.  Düşüneni ve kuşku duyanı öncelleyen bir varoluşçu serüven ve onun belki de bir sonraki evrimini düşleyip, sonunu görebilmeyi bağışlayacaktır tanrıya doğallıkla ve belki de demekle insani sınırlarımıza, tanrısal bir ivmenin katkısını da sunabiliriz, gizemle süslü kozmoloji ve enerjiyle dolu bilinemezlik…

 

 

Tanrı sürekli gelişim ve sürekli aşkınlığın adıdır nitelemesinde bulunduk, insana ve çağımıza bakarak, umutsuz bile olsak, her şeyde ve her yerde tanrısal düşünceyi ve aşkınlığı görebiliriz. Yadsıma ve aşkınlık tanrının öncelikli buyruğudur, yadsımacılar bunu ayrımsayabilir belki, tanrı bu nedenle, bir umar beklemeksizin, salt yadsıma ve aşkınlığın eylemlerinde görülebilir ancak… Ancak böyle anımsanabilir o… Bu yüzden onun varlığı onu yadsımakta yatar... İnsan onu anlama-kavrama çabasındaki varlık olarak, her tür düşe, düşkünlük ve düşleme açık olacaktır bu yüzden, o tanrının son yapıtıdır ve onu izleyen ve gözleyen tanrı, ondan çok şey beklerken, düşüncenin labirentlerinde, cennet ve cehennem, varlık yokluk, tanrı insan, insan tanrı ikileminde, oda bizler gibi düşüncelerini her an yenilemekte ve geçmişi anımsamakla, bir özlem içinde yetinirken, geleceği bir değişim ve aşkınlığın düşlemiyle tasarımlamakta ve emelleriyle yanıp kavrulan bir töz olarak sevgi ve hoşgörüsünü, sabırlı ve hülyalı bakışlarla  giderek artırmaktadır, tanrının insanın yaratıcısı olmaktan geçip, onun estet ve sevgisine evrilmiş bir insanel olabilme aşamasına geçtiğimizde, tanrının görevi bitmiş, insansa sonsuz bir özlemi gerçekleştirmiş olacaktır. Sonsuz sessizliğin çiçek bahçeleri ve cennetin adı budur.

 

Tanrının çabaları ve önü alınmaz karmaşık yapısının yaratımı, tüm düşlemlerimize karşın, insan için başlangıçta bir zorum, anlaşılması güç bir anomalide sayılabilir.  Yeryüzü onun beşiğidir ama yadsımacılar ve inananların bir tanrı buyruğu olan varlıksal ve düşünsel çatışmasının, sonsuz ve dizginsiz akışında, tanrı indinde ve gerçeklikte, tek bir varlığa ‘İnsan’a dönüştüğümüzün bilincinde olmak, bir boşunalık duygusunun yanında, düşüncenin ve aşkınlığın kozmolojisi adına yaşayabileceğimiz en büyük düş kırıklığı ve bir mutlandır. Tanrısal tözün ve ereğinin buyrultusunda ceza ve armağan aynı şeydir ve bir inanmışla, bir yadsımacı da aynı kişidir.

***

‘İşte Ramses, İşte orada elektron tanrıları. Orada Hebron diyarından gelenler. Saraya doğru yaklaşan biri. O bir tanrı mı tanrım. Bütün canlılara düşman. Bütün canlılar düşmanı. Mesyanik pergelden söz et bana. Ve Mahone Körfezi’nde gömülü bir haç. Nasorenlerin ilk önderi. Ve Mandaean halkının içinden biri. Ceplerinde Hiram anahtarı. Sepette kuş üzümleri. Göz içindeki bir gözdedir yolu. Kurucu atalar dul kadına yardım yok mu. Kara harfleri çıkarıp da içinden. Bakıp liften beşiğine onun. Oğlunun hıçkırıkları duyulmuyor mu. Sirius’tan geliyor işte Sion yıldızı. Kyklos heykelciği yüreğindeki. Gizil Astarte peşinde işte. Yaklaşıyorlar Babil diyarından. Nil sularında yıkanacak belli ki. Ve iştah dolu asma bahçelerinden. Cesaret fısıldayan süt banyoları. İşte dünya ve Galileo bu. Tek bir tanrının izindedir kral. Gılgameş gibi ölümsüz. Enkidu gibi çalımlı. Enlil gibi güçlüdür. Ve bilinmeyenlerle yüklü. Ah iniyor işte bir  tanrı. Philadelphia’dır adı. Işıklar içinde kardeşçe sevgi. Yeryüzü ve alınlığı.’



İSEVİ
Sen yalnızca Tanrı'nın yarattığı biri değilsin, aynı zamanda dünyanın bir ürünü de değilsin.
Ama insanlar sana inanır. Çünkü onlar umarsız ve katıksızlar
Onlar bedenlerini ördü seninle.
Tozlu gecede, altın metaforlar, göktaşı tozları
Ve karanlığın hayaletleriyle, 
Metal gıcırtıları ıssızlıkta yankılanıyor.
Yecüc Mecücler, cehennemin sülfürü ve cennetin serabı
Proksima’dan geçen gezegenin yolları
Yolcularıyız biz onların, aynı anda, her yerde ve hiçbir yerde
Düşmüş tanrılar, büyücüler ve melekler gerilerde
Ayın karanlık yüzü, yıldızların devasa organları
Ölülerimizi kim görecek ve o saati bilenler var mı
Irmağın anıları, yitik bilgiler ve cehennemin tuzağıyız biz.
Duygularımız derin, düşüncelerimiz gerçeklikten engin
Omuzlarında boğulduğumuz ve ağladığımız gün
Paralel dünyalar ve simetrik evrenlere bakıyorduk.
Yanılsamalar üzerinde yükselen sütunlar
Ve onların üzerinde yükselen yankılarız biz.
Çalınan cennetin ışıkları ve cehennemin alevleridir.
Onları arıyor ve emel denizlerinde yitip gidiyoruz biz.


***


 

 GORDİON / KÖRDÜĞÜM

 

Çin doğumlu bir Japon olduğunu söyleyen facebook arkadaşım, beğen ve yorum yap dedi, şaşırdım çünkü youtube’la bir ilgim yok, sonra sempatik buyruğuna uymayı düşündüm. Korona yeni ufuklar açmıştı çünkü, belleğimizin bir yanı hep uçuruma bakan patikalarında, korona Çin’in, modern ülkelerin ancak emperyal boyundurukla yönetebildiği dünyamızda, bu dağılımdan bir pay alma girişimiydi bana göre, etkileri çok çabuk görüldü bu öngörünün, bir kere salgının ortaya çıktığı Vuhan kenti bir uzay metropolü gibiydi, gizil bir manipülasyon amacıyla seçilmişti Vuhan, salgının merkezi ama dudak uçuklatan bir kent. Bu atakla ilk kez öne geçtiğini düşündüm Çin’in, dünyamızın panoramik manzarasında bu ilkinsil olanı; ikincisi o kadar Çinli ve uzak doğulu arkadaşla tanıştık ki, ufak tefek, yerlere kadar eğilen, Gulliver ülkesinin çocukları gibi gelen, güneş rengi ırk, bir masumiyet çağının ikonik erkekleri ve erotizmin bin bir gece düşlerini yazacak denli zümrüdankalarla dolu kadınların cirit attığı bir cennet bahçesi gibi geliyordu artık bize… İllüzyon ve ‘digito ergo sum’ çağlarında bir devrim oluyordu, kimselerin dile getirmek istemediği, sırada sanat vardı elbette, bizi beşikten aldıklarında, tiyatro deyince Shakespeare, filozof deyince Sartre demeyi öğretmişlerdi, hep düşünürdüm doğu bu denli bilisiz, insan çöllerinin doldurduğu bir k/alabalıkların diyarı mıydı, avuntuyu şöyle bulurdum, bizler bu denli bilisizsek, eğitmenlerimiz de bir o kadar bilisiz olmalıydı, çünkü alfabe öğretmek zorundaysan öncelikle birine, trigonometriye ne kadar çabuk geçersen geç, kesenkes bir gecikme olabilirdi ve bu bir tanrı buyruğu olmalıydı kaçınılmazlıkla, mantık tanrıyı yola getiriyordur nasılsa!.. Demek ki batıda, hiçbir zaman olması gereken yerde olamazdı, çünkü ayak bağları, yarı kör, yarı dilsiz, kendine sağır diyarların Yecüc Mecüc’leriydi, öyleyse hayalet avcılarının kat ettiği yolculuğun çoğu, cinlerin, perilerin doluştuğu safsatalar diyarının açık gözleriyle dolu bir arena olmalıydı… Öyledir de, Hiroşima tiryakisi bir batı, Antuvanet’in başını giyotin sepetine layık gören, bukalemun bakışlı filozofu; parasını alıkoyup, dinamitin sponsorluğundaki, bir harcıalem ödülü olan Nobel’i reddederek, Donsuz Kişot’luğa heveslenen adamların diyarıydı batı. Aynalar yalana başvurmazdı ama gerçekleri de söylemez nasılsa!.. Sonuç şu üzülmeyin, biz bize benzeriz!.. Adem’in oğlu Kabil, onun füru Golgotalı İsa ve ikametgahı da eni sonu Hiroşima’dır nasılsa!.. Sonrasında, alay konusu olan minyatür resmini andıran, Çin ve Japon peyzajlarının alabildiğine zarif ve incelikli bir resim tarzı olduğunu, batı resminin nobran, kaba saba Judaslar, Jesuslar; Davutlar ve tanrının sureti XIV. Luilerle dolu bir hiper gerçekçilik olduğunu anladık, incelikten, zarafetten, duygusal ve yürekçil estetikten yoksun bir Nemrut zevkiydi, yüzyıllardır bizi oyalayan sanatları. Müzikleri sağır Beethoven’in davudi haykırışları, Natzilerin ayak seslerine uyarlı Wagner ve hayranı olduğum Bach’ın iç dökmeleriydi alt tarafı. Öyle kuşkulandık ki batıdan, Hieronymus Bosch’un resimleri çağımızdan uydurma, kozmik canavarlar gibi geliyordu artık, batı değil miydi İlyada çevirilerine manipüle parçalar ekleyen!.. Harari’nin havariliğini sürdürdüğü!.. Dünya dönüyor ve yenilenler ayağa kalkarak, tanrıyı yadsımaya gerek kalmadan el değiştiriyor uygarlıklar dostlarım. Manipülasyon, illüzyon ve bizim gibi efendisine bağımlı, uykusunu ve uyuşturucusunu bir türlü bırakamayan, Stockholm sendromuyla dolu Kabil ve kabilelerle dolu bir dünya bu… Bir iç çekiş ve bakılışı güzel arkadaşımın, tanıtarak sunduğu resim nasıldı peki… Olağanüstü güzel!.. Çünkü çağımızda önce metinler üretiliyor, sonra yapılan resimler montajla bir puzzle gibi bütünleşebiliyor!.. Öteki güzelse, niçin güzel olmasın ki, güzellik bir soyutlama ve robotarlar çağının dünyasında sunulan, yıkıntılar arasında ilahi olmaya ant içmiş bir manzara değil midir dünyamızda, öteden beri… Kavafis, sanatın, tanrısal yalanlar uydurmak olduğunu söylemiyor mu… Sanat olmayan, hiçbir şey kalmadı dünyamızda, her şey güzel ve her şey büyülü artık!.. Çin’i ve uzak doğuyu bu oyuna dahil etmek koşuluyla ama… Öyleyse batı uygarlığı yavaşça gradosunu yitiriyor, Çin ilerliyor ve ben uyuklamayı sürdürüyorum. Çünkü dünya ikiye ayrılıyor artık; Kanossa kapısından çıkışın ayrımında olanlar ve olmayanlar, bir bilincin akışı ya da kapanışı; arzunun karanlık nesnesinde, aşkla payını koparanlar, bilginin efendileri- ve köleleri olmakla, sonsuz uykusunu sürdürenler… Üzülmeyin ama, bu metin yazınsal bir çaba, ayetleriniz henüz eskimedi!.. Eleştirel bir düş alt tarafı, uyuyanlar uyusun, Alice’in Harikalar Diyarı’nı arayanların da tanrı yardımcısı olsun. Çünkü, ey dünya kardeşliği, uyuyanlar genelde yazıyı bu tür dileklerle bitirirler!.. Sevgiler…


******









KATİ

II

Düşlerin perisi beni yurduna çağırdı, çırılçıplak, bir köpükten yuvası, ama kendisi yok. Bir ses, sevişmek ruhsal bir süreçtir. Bedeni gereksinmez diye çığlık attı. Sokuldum ve biraz çaba gösterirsek benim olacaksın dedim. Sende benim dedi. Kahkaha çiçeğinin güldüğünü görmüştüm. Gözlerim açık gitseydi üzülmeliydin dedim. Seni incitmek istemedim dedi. Bu yurtluk senin için çok uzak... Uzak, metafizik bir sorun diye açık pencereden dışarı baktım. Ayı görüyor musun dedi. Nerede dedim üzüntüyle. Dünyevi bir soru bu dedi. Aşıksan görmeliydin. Ama dedim gene de, seni çıldırasıya arzulayanla sevişmen,-gözlerime baktı- eşsiz bir deneyimdir. Arzunun karanlık nesnesi diye mottosu var dedi. Şimdi ayı gördüm ama uzaklıklar ruhu ehlileştirir, alınyazımızda ayrılık var dedim. Ruh umudunu yitirdiğinde yaşamda biter dedi. Ruhu eğitmek nasıl bir şeydir acaba dedim. Düşünceye meraklısın sen dedi. Düşünce bir kumaştır, terzi ise Adem’in oğulları. Sıra bende dedim, Havva’nın çocukları demeliydik. Açık pencereye başını uzattı. Yıldızlarla konuşur gibi, Tanrı dedi, Tanrı öyle kılmış. Şaka zamanıydı. Sen dedim, çok bilinçli bir bakiresin. Korkunç bir kahkaha attı. Sözün anlamı değil, sentaksı hoşuna gitmişti anlaşılan. Ol dedim oldu, gibi!..

Hiçbir zaman bana gelmeyi düşünmüyorsun, çünkü us dediğin şeyin tutsağısın, yaşam seni evcilleştirmiş ve rasyonel bir kraliçesin. Başka türlü olamazdım dedi. Aşk ve us dediğimiz şey, evrenin iki ucudur, bir gün biri savaşı yitirdiğinde, sonsuz barış gelecek… Barış dedi olanaksızdır, devinim ve sessizlik birbirine katlanamaz, bu böyle sürecektir. İskender doğuya uygarlık götürecek ha dedim. Güldü, gene de savaşkan ruhunun yansıması, dünyayı yerinden oynatacak önyargıya dönüşmesin diye, soğuk bir rüzgar esti ağzından. Gülme sırası bana geçti. Dünyevi olan geçicidir diye göz hapsine aldım onu. Dolce Vita öyleyse diye havayı yumuşattı. Altın anahtarım kilidini açabilirdi. Ben gençken dedi, bazı benzerlikler vardı... Bir an beni başkasıyla karıştırdı sandım. Anladı. Ben başkasıyım dedi, dirseğini ruhumun kırbacı gibi sevecenlikle kullanarak. Şu tablodaki dedim sana benziyor, atalarından mı… Bir şey fısıldadı yarı karanlıkta, Botticelli diye çevirmiş ruhum!..

Konuşmaların dedim, beni üzdü, gençlik bir ruh halidir, alabildiğine gençsin sen, çünkü ruhun dorukları adımlıyor, fiziksel olarak düşleyemem hiçbir şeyi, yaklaşan yağmur seni ıslattığında, ya kozmosta ya Hades’te olacağım. Sen bir mentor olmalıydın dedi, Sybile’i şişeye sığmaktan kurtaran. Kibir ve alçak gönüllülük, aynı şeydir diyerek güldüm. Dedim ama, diyerek hınçla üzerine yıktı beni. Bir Metis’sin sen, kaosun düşmanı, dinamizm ve ırmaksı devinim sana göre değil. Sel korkutuyor mu seni dedi. Bu sorunun yanıtısın sen dedim. Bilmiyorum dedi, konuşmaktan sıkılmış gibi…

Bir düşün içinde olduğumuzu unutma dedim, bu gecenin konuğu benim. Biliyorum dedi gözlerini dikerek. İki uç bu denli çabuk yan yana gelmemeliydi dedim?.. Anlamazlıktan gelir gibi, atomlarımız temas etmedikçe dokunmuş olamayız dedi, ne denli düşlediğimi, bilemezsin sen... Sırtının haritaları yol gösterse de mi diye mırıldanarak, kamikaze oldun mu hiç yaşamında dedim, konuyla bir bağı varmış gibi. Bu senin son iç çekişin olabilir dedi, dişi bir örümcek gibi. Kızmıştı her yanı. Ateşten düşer gibiydi sözleri. Çekinmeden tehdit mi bu dedim. Gerilimi düşürmek için, gerçeği öne sürmüştüm. Korkak mısındır dedi. Zorlukla gülümsedim, erdem ve kötülük varlığa bağışlanmıştır dedim.

Süzülen kuşlara benziyordu gözyaşları… Tehlikeyi seviyorum ben dedi, yaşama katlanmanın bilimsel yolu, varlık bir labirenttir!.. Çelişki yeterlidir belki de dedim, sonrası gereksiz olabilir, korkmama izin vermelisiniz ve ansızın, sen dev bir kadınsın ama ruhun cüce diye çıkıştım. İlk kez şaşırdı ve lotus gibi sırtını dönerek aramızdaki devinim durdu. Sanki evrenin gizlerini arar gibi, birden döndü ve yüzüme baktı. Menekşe rengindeydi. Ruhsal anatomimiz bir tanrıçanın paradokslar içinde boğulabileceğine tanık olabilir diyerek akademik bir ortama çekmeyi denedim havayı ve tartışmanın can sıkıcı bir biçime bürünmesini önlediğimi düşündüm. Derin bir soluk aldı ve şu an dedi, ruhun, bedeninin oldukça ilerisinde, temel olan dengedir. Nötralize olmuştum, sevişmenin emel denizleri, çarçabuk elem denizlerine dönüşebiliyor dedim, beni sakinleştirmeye çalıştığını düşünüyordum. Saldırgan bir ruh, yaşamda başarılı olabilir mi sence dedi. Temel olan dengedir dedim hızla. Karanlıkta bir kuş çarptı pencereye... Seninle konuşurken, kuyuya düşmüş güneşe bakar gibiyim, senin için ağlayabilirim, ama güneş gerçekte yukarıda dedi. Bense ağlamak istemiyorum, kuyu aydınlatıldı ve ılık.

Eleştiriye dayanıklı bir ruh, küstah olur biliyor musun dedi. Nasıl dedim şaşırtıyla... Ulaşılmaz bir ruhtur o, dayanıklı oluşu bundandır. İç içe çelişki yığınına hoş geldiniz dedim bir kez daha… Us dedi sürgit dünyevi olmaya yönlendirir insanı. İyi de dedim, öteki dünya diye bir şey var. O dedi, ölümün güzel bahçeleri, bir düş. Şimdi gözyaşlarım senin için dedim. Onlar seni uyutacak, çünkü, her şey bir düş. Kan dolaşımı hızlanıyordu!..

Egoist dedi. Tamam dedim ama bu sözün anlam derinliğini anlayacak durumda değilim. Sıcak bir orgazm yaşıyorsun, kışkırtıcı sözlerim sizi doyumsuzluğun prangalarından kurtardı, can suyu tersinir bir bencillik sayılmaz mı, kavramlarınız kuru bir çiçeği yeşertecek güçten yoksun görünüyor, ama bencilliğim seni tam bir Macar yapıyor!.. Lotus gibi mi dedi!..

Ne sen benimsin, ne de ben senin, şimdi korkak ve sefil aşığınla yatağına uzan, bencillik yolunun sonu budur bebeğim, kışkırtılar sonsuzluğa yaklaşmanın o bildik yöntemleridir, baştan beri...

Yokluğunda kelebek gibi sağrılarında geziyorum, kulağın çınlıyor ve duyuyorsun biliyorum.

Sen Pygmalion’un heykelisin, ayrılıklar yaşamımızı zehirliyor, uterustan, kardiyaya kadar, o yolları izleyin.

Yazgımıza ağla ya da gül, her ikisi de olası Kati, çünkü kilidini açtım; Tanrıya şükür…

Sabah oluyordu...
Gül kokusu vardı havada...
Kati, yarı karanlıkta, sonsuzluğa doğru yol alan bir bulut gibi; yavaş yavaş soluyordu...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder