12 Mart 2010 Cuma

ÖYKÜ DİVANI

 



İN

Johann Sebastian Bach , Bahtınız Bach’tan yana olsun, bütün kitapların uçuştuğu önceki yaşam formları, paralel evrenlere geçiş günleri, yeni bir yuva kurt deliği ve dünyamız kusurlu dedim sana, tanrı kapris yapıyor olabilir. Paspernia deniyor buna bilimde parçalanmış gezegenlerden kopan asteroitler aracılığıyla diğer gezegene çarpıyor ve yeni yaşam formları oluşup, taşınıyor sonsuza… Biz yaşam virüsünü belki de uzaya taşıyoruz, korkunç hortumlar var burada, ilkeliz gerçekte, uçuruma düşen uydulara çözüm bulamıyoruz!..

Evren, çelişkiler, yanılgılar ve tuzaklarla dolu, burası mikroplar, kitinler, sübyelerden oluşan bir dünya, kabuk adamlar var. Basınç dalgalarıyla ilerliyoruz, Titan belki de yeni yurdumuz,

-180 derece, Titan’dan sonra, dünyamız görünmez oluyor, sonra da embriyo galaksiler, çoğu şokta olan evrenler bekliyor bizi. Sayılmasız uzay zaman, madde ve evren var, sönmüş yutucular, karadelik, kızgın, yakıcı kuasarlar. Ah ne denli küçük ve yalnızız, yazmak okuduğumuzdan aldığımız öç burada, göz yaşı için bir ansıma işte…
Oregon, Avcı gökada, Minotaur, George Frederick Watts’ın 1885 de yaptığı resim, Uranus’un dikey tacı, Satürn, yatay tacı onun. Kuasar cehennem adı, ölümcül olan, Neptün’de Dünya büyüklüğünde kasırgaların içinde, katı Triton, onun tersinde dönen, onu yutacak Poseidon, donmuş kayalar buzul küreler, Pluton!..

Buz cüceleri, görkemli Asterland ve kasvetli Moonland’lar, on bin yılda dönen Sedna, karşılaşacağımız uydular, uzaylılar, belki de vahşi, belki de bizi göremeyecek kadar ileri!.. Uzayın derinliğine gittikçe, zamanı geriye büküyoruz, doğru görünüyor mu bu, Alfa Centauri, üç yıldızlı güneşimiz, süt gezegenleri, kızıl dev, hipernova, fizik yasalarının yüzemediği oluşumlar ve anlıyorum ki bu bizim maceramız, Petrus, müjdeciler müjdecisi; aziz, evren hepimiziz.

Gezegen kozmik çöp, bizler atığız, kozmik samanlıkların kardeşi, harmanlardan gelen, Bellorophone gezegeni, yıldızların parlaklığında neden görünmez oluyor, Atlas’ın kızı yedi kardeşler, küçük gaz tutanlar, karanlık madde, karanlığın karanlığın içindeki karanlık, Orion bulutu, bin üç yüz ışık yılı uzakta birer yıldız fabrikası. Nükleer füzyon, yıldızların nükleer artığıyız biz, beyaz cüce, başka dünyalar, uygarlıklar…

Sonsuza dek yiten kitapları düşünüyorum, en önemlisi de henüz anlatılamamış olan…

Yıldız mezarlığı, pulsar, kuasar, Andromeda, tehlike yoksa harikalar yok, kabus yoksa, hayaller, düşler yok… Geleceğimizi görebilmek için geçmişe gitmeliyiz, geçmişi öğrenmek içinse… Sonumuz gelebilir ama paralel evrenler var ve kurt deliğinden geçebiliriz diyor musun…

Alyakub bölgesi uzayın, bir gün kalan, o tek insan evrenin sonuna ulaşabilmek uğruna yolculuğunu sürdürecek, ölerek yaşayacak ama evren o kadar geniş ve zamanda o kadar sonsuz ki; o tek kişinin sen olduğunu kimse bilmiyor…

Borges’in Asterion'un Evi adlı öyküsünü yazmaya neden olan Watts'ın Minotaur adlı resmi işte... Borges, içe kapanıkmış ve kendini bir Minotaur'a benzetirmiş. Bu resimden etkilenerek kendini de ironize eden o öyküyü yazmış... O bir körken, Portekizli Borges’in ataları Yahudi’ydi, Borges burjuva anlamına gelirdi.

Müzik ve metafizik, yalnız müzik gezegenleri, yalnız yürüyenler, okuyanlar ve yalnız düşünen gezegenler, her şey düşündüğümüz için var, düşüncenin coşkusu, tadı, düşüncenin gerçekliği… Uslamcı, Bizanslı, kasımpatların esin veren kokusu, düşünmek ayrıntılara inmek değil, bütünü anlamaktı. Diyonizos ayinleri, Bertolucci’nin, Örümceğin Stratejisi, Borges in Kahraman ve Hain öyküsüydü. Onun bir Ankara kedisi varmış, adı Byron’un Beppo şiirinden alınma, kanıksa, biziz yaratanda, yaratılanda!..




*



ALFREDPOE

Ağaçların arasından biri, Ihlamuryolu'ndan Beşiktaş'a iniyordu.
Kargalar, bir sığırcık yavrusunu yakalamış; yavru çığlık atıyor, diğer sığırcıkların gücü kargaya yetmiyor... Adam, yavruyu yakalamak istedi, kuş kaçtı doğal olarak, ilerideki arabanın altına girdi. Kargalar oraya girebiliyor, gene çığlıklar, umarsızca eğilip doğruluyor adam. Bir kadın ve bir erkek ne yaptığını anlamak istiyor adamın.
Bu arada karga, yavru kuş ağzında, tel örgülere kondu!.. O daracık, sanrısal evreni içinde; son bir çabayla ürküterek, kuşu kurtarmak istedi adam. Ama kuş karganın ağzında, uzaklardaki bir apartmanın damına kondular. Çığlıklar duyulmaz oldu... 

Hepsi özgürdü artık! 


Az önceki kişiler elele aşağılara iniyor, adam yalnızca bakıyor, karga yavruyu parçalıyordu!..


*

KİMİZ

Borges diyor ki, insan hiç bir zaman kim olduğunu bilemez, ta ki o an gelinceye dek...

Onun bir öyküsünde, tanınmış bir gauchoyu ( kır eşkiyası / taşra kabadayısı) yakalamak için bir müfrezenin başında yola çıkan teğmen, gauchoyu bir patikada, çalılıklar arasında sıkıştırır, fakat gaucho o denli direnir ve o denli kahramanca çarpışır ki, teğmen birden o anın geldiği sanısına kapılarak, gerçekte kendisinin o gaucho olduğu kanısına varır ya da böyle bir kararın ikilemine düşer!..
Sonrası daha enteresan, aniden uniformasını çıkaran teğmen, karşı tarafa geçerek, kendi askerleriyle çarpışmaya başlar, hem de omuz omuza!..
Kiminle?.. Yakalamakla görevli olduğu, yaşadığı haksızlıklara ve köylülere yapılan zulme dayanamayıp başkaldıran, dillere destan adam, pampaların efsanevi gauchosu Martin Fierro'yla!..

*

CANİS MAJÖR

'Fergana gibi ekinoksların presesyonunun, güneşin apojesini etkilediğini savunurdu.'


Sabah güneşiyle, aşk atomlarını serpiştirip gidiyordu Pan!.. Yürek ışıldıyordu. Altın bir ok savruldu koruluktan... Sonsuz sayıda sonsuzluklarımız vardı, İngiliz jacketler, Hırvat kravatlarımız, Danton ve Mesih, çelik mezarlarımız. İşte öç butonlarımız, sümbül dereleri, süsenler ve güllerimiz...

Her şeyi kapsayan sonsuzluk orada, sonsuzluğun sonunda ne var, renkler içinde Tanrı mı… Sonsuzluk, sonsuzluğu kapsar mı... Karbon salımları korkutuyor, şu otlar zehirli, deve dikeni elimi kanatıyor ve yakınlardaki Levi Ben neden böyle hem yüzüyor, hem ağlıyor... Konkav uzuvlarımız konveks aynaları görüyor, karanlıkta ışıyor radyum ve söylevler veriyor yine ölümsüz Sulla!.. Medyatik dokunuşlarla ay soluyor, ölüm kibirdir diyor Tarkovski… Silena stenophylla gülüyor, Meryematik vardiya, valin, lösin ve triptofan toprağımızı ürkütüyor.

Kapalı evren modeli algılarımız kapıda ve peliküller ve Kâsîyûn gözlemevi kaçıyor işte!.. Kafeste beslediğimiz ejderha saldırıyor, ölüyor kederle Vernier ilkesi, dehşetle görüyor Magdeburg deneyi, işte Sokak'rateslerimiz, alaylı bakışlarıyla İhanlı cetvelleri, delirium ve Şehrazat aynada… Ve kansevici Harun’un elleri, tadılmamış tat yoktur diyor sarayında!.. Pasla yürüyen organizmalar, uluyan ayet, ululanan Havva ve Eloah günlükleri. Velpecule, her gece saplandığımız trend ve sinemalardaki evrenin bebeklik günleri…

Afgani çarşılarımıza et yağıyor geceleri, tasalı vagonda gezen Babil, Canis majör; elektronik insanatlar, siborglar, Asya'nın gönülsüz eceleri ve günahkâr Tanrı’nın gururla taşıdığımız çelenkleri!.. Öne eğiliyor başlarımız, genç ve yaşlılarımız, uslanmaz deli, usanmaz Ayla, tarantula ve kördüğüm örümcekleri… Huzursuz ayak sendromu var halamda, bir türlü orgazm olamıyor görümcem, tasalanıyor teyzem, chengen lohusa ve başlayamıyor Vâlâ; arı başlı Opus Majus’a!..

Ama bir soru; Convivio’su Dante’nin devrimi nasıl etkiledi, şafakla yürür saklambaç otu, at kuyruğu yiyor 3. kattaki veteriner, kristalografiler getirilmedi, yıldız yuvaları sönecek, palindkromik olan iyi gelir değil mi, holün güreşinden ilaç yaptılar, sarı akıyor kanımız ve çisentiyle yağıyor Macar yağmurlarımız!.. Depresif salınımlar yeni yetmelerde, Vrangel’in vaazı dinlenecek öğleden sonra, eskiv sarhoşluğuymuş haşhaştaki, boksör demansı baletin menüsküsü, nematod organizmalarla, alttan baktığında yokuş, üstten baktığında iniş karnavalı başlıyor ve karartıyor göğsümüzü Moliere ve tiyatrolar kapalı, ne zaman başlayacak Anastasia, Soloz’un Mavalı!..

Üçüz kumruları vadinin ışıldıyor, stüdyolar kayrayla kanını içiyor denizin ve burada bir korno dinliyor rindi düşlerini Nabi’nin... Çavdarmahmuzu otlar aparkatlarda, eğrelti otları havariyi saklıyor, ölüs bakışlı kerkenez ölecek mi diyorsun, kelebek, tente, Maturette, kaç şarkı mırıldanır bir klarnetle... Prokaryotik olanla, Ptolemaios astronomisi, elongasyon açıları ve açık değirmen çerçeveyle süs!.. Erguvanlar kombide yıkanıyor, Touluse Lautrec ahımız, akut pankreas tanılarını tanımıyor, evrenimizin rengi yok ki, cinsiyet cellatları da işe yaramıyor…

Kuartet ve Balthazar, torpidolardaki bahar gülücüğü, bulutlar, yivli minareler ve Caferi kanal kaos içinde… Atalarının döllediği Mikyas el-Cedid’i tanıyor musun, nekrotrofik funguslar nerede, Hirfanlı barajı, yamalı pontir, kırk dekametre ve Bavyera birlikte şiirler yazıyor, öncülerimizden Sevillalı John ekinoksu biliyor belki; ama Cremonalı Gerard, civalı adamların faizini yiyor!.. Ateşin yuttuğu surlar, deli Meryem ve Regiomontanus’u etkileyen Sacrobosco ne zaman varlar, Kartaca, Çökelez, Gül A’şa ve işte anılarımızı alkışlıyor evde kalmış kızlar!..

Ve gör ki Tanrı geliyor işte, sıra dışı ve üç ayaklı, şarponu taksana abla, sürecek mi yargılar diyorum o an, otistik, otoistik hesaplaşmalar, Öjeni arkaya geç, not verilecek, sınıfta kalma sakın, ağlama proletarya ve banknotla kösnüyor aygırlar ve huşu içinde şarkı söylüyor işte hoplit, sağılan sığır ve beygirler boynunu uzatıyor Balyan ailesiyle ve paladyum çanakları faz diyagramında kurban oluyor yine, çağırın ss’leri diyorum ben ve carabinieri ve kalabalık, alabalık ve görkül kahkahalar, gözlerinden ay fışkıran, altınpost, venerendam ve işte dümeni verdik yekeye, nerede Lestrigon ve ey yüce Sezar; kaç pound Pound, güneşin doğduğu geceyi öpüyor Tanrı’nın elleri ve günah ve sâlâ dolu mezarlarda, erselik ışıklar içinde, yine ölüyorlar işte; Teknolojik çekime kapılmış canlı türleri!..


*


CANİS MAJÖR

'Fergana gibi ekinoksların presesyonunun,
güneşin apojesini etkilediğini savunurdu.'



Sabah güneşiyle, aşk atomlarını
serpiştirip gidiyordu Pan!..
Yer ışıldıyordu.
Uçan bir yaprak geçti
kalbimden...

Sonsuz sayıda sonsuzluklarımız vardı
İngiliz jacketler
Hırvat kravatlarımız
Danton ve Mesih, çelik mezarlar
öç butonlarımız.

Acı süsenler
sümbül deresi,
güller.


Her şeyi kapsayan sonsuzluk
Sonsuzluğun sonunda ne var
Renkler içinde Tanrı mı…

Sonsuzluk sonsuzluğu kapsar mı...

Karbon salımları
Deve dikeni - otlar
Yakınlardaki Levi Ben.

Konkav uzuvlarımızda
süzülen konveks aynalar
ve geceyi aydınlatan Sulla

Medyatik dokunuşlar
ayın sesi,
Tarkovski.


Silena stenophylla
Meryematik vardiyamız
Valin, lösin ve triptofan.


Kapalı evren modeli algılarımız
Peliküller, Kâsîyûn gözlemevi
Kafeste beslediğimiz ejderha

Vernier ilkesi,
Magdeburg deneyi
İhanlı cetvelleri, Şehrazat
Ve onun cennet dışında
cennet vaat eden elleri...


Organizmalar, ayetin gizi
Velpecule, her gece geçtiğimiz trend
Ve evrenin bebeklik günleri…

Afgani çarşılarımız, Asyalının sesi
Canis majör, tasalı vagon
ve Babil yazılı Tanrı’nın yüzü!..


Öne eğilen başlarımız
Delilerimiz, tarantula,
sözcükler, yaşlılarımız…


Huzursuz ayak sendromu
Orgazm olmayan görümcem, chengen
Ve bir türlü bitmeyen Opus Majus.

Convivio’su Dante’nin, karanlıkta
Eğrelti otları, at kuyrukları
Kristalografiler, yıldız yuvaları
Palindkromik olan, holün güreşi
Macar yağmurları!..


Depresif salınımlar,
Ebrugil'in vaazı
Eskiv sarhoşluğu haşhaşın
Boksör demansı baletin
Nematod organizmalar...

Aşağıdan bakarsam yokuş
Yukarıdan bakarsam iniş!..

Üçüz kumruları vadinin
Ve burada, işte şurada
rindi düşleri Nabi’nin.


Çavdarmahmuzu otlar
Ölüs bakışlı kerkenez
Kelebek, tente, Maturette.


Prokaryotik olan
Ptolemaios astronomisi
Elongasyon açıları, açık değirmen
Touluse ve Lautrec
Ve ahlarımız, akut pankreas tanıları
Evrenimizin rengi, sevi günlükleri

Kuartet ve Balthazar
Torpidonun bahar gülücüğü
Bulutlar, yivli minare
Ve Caferi kanal...


Atalarımızın döllediği
Mikyas el-Cedid
Nekrotrofik funguslar
Hirfanlı barajı, yamalı pontir
Kırk dekametre Bavyera
Öncülerimiz Sevillalı John
Cremonalı Gerard



Yaşanmayan şeyler...
Ateşin yuttuğu surlar
Deli Meryem, Gül A'şa
Regiomontanus’u etkileyen Sacrobosco
Kartaca, Çökelez, Miyase
Teknolojinin çekimine kapılmış canlı türleri!..
...

Ve sonsuza dek, yarım kalan anılar...


*


KSANTİPPE

(Salınırken ey sevgilim, bereketli hilâl gibisin, omuzların buzağıların tüyleri gibi yumuşak, göğsün bulutlar gibi köpüklü; her adımında sanki gülüşüp oynaşıyorlar. Ah öyle ki, yol ortasında yanan dilim, çölde bir vaha bulmuş gibi, bengi suyundan içmek istiyor...
Canım seninle, denizin bakışları, ceylanların haykırışlarıyla sevişmek istiyor. Ellerin öyle güzel ki sevgilim, ak kuğulara benzer. Parmakların minik balıklar gibi, sana tapıyorum, seni seviyorum. Dişlerin deniz dibinde mercanlardır... Yanakların çocuk yanağı gibi; gözlerini gözlerimle öpsem, geceler boyu bedenini, ak tenini düşlesem, yüreklerin yazgısı, birleşir mi diyorum.
...
O gece dudaklarımla çiğdemlerini okşuyor, sümbüllerini kokluyor; omzunda tüyler gibi gezinerek, erguvani ağzından, aylı okyanusların balsuyunu içiyordum...
Kollarım canını avutuyor, manolyalarını uyutuyor, gecenin yarısında sağrısından inerek, gizem dolu koyaklarına, mağaralarına dalıyordum; sonra ceninler gibi kıvrılıp ölüşüyor, erişilmez, uzaklar uzağı diyarlarda, apak, masallar ötesi bulutlarda, düşlerin düşlerine varır gibi oluyordum!..)


Kar yağıyordu...
Baktria’da gün bitmiş, akşam alacasında uyukluyordum.
Aşağıda taş yolda, bir gölge belirdi, kar tozanlarının içinde süzülerek; yukarılara doğru geldi.

Ahşap penceremin aralıklarından onu gözlüyor, tahta basamakları çıkarken sesini duyuyordum.
Gelen Ksantippe’ydi!..
Günlerdir adını anıyor, arzular içinde kıvranıyor, çıldırtıcı bir özlemle onu sayıklıyordum.

Hafifçe kapıyı tıklattı.
Kollarım havada, ürküyle, korkuyla, coşkuyla kalakaldık ve sonra öyle bir sarıldık, öyle bir kenetlendik ki; fesleğenler, reyhanlar, safranlar doldurdu odayı.
Öyle buruk, öyle içli, öyle derindi kokusu...

Aslan pençesinde sürüklenen bir av gibi; arkalara sürükledim onu.
O bildik hasır yatağa, tuğlu mısır dalları gibi devrildik.
Odadaki yeryüzü yemişleri, üreme coşkusunu kırbaçlıyor, tavandaki mor salkımlar, kösnü uyandıran mayhoş, kekre bir koku yayıyordu.

Büyülenmiştik.
Saçlarını saçlarıma doluyor, sağrısını öpüyor, içliklerinden sıyrılırken, dudaklarının ateşini ağzımda söndürüyordum...
Parmaklarını okşuyor; topuklarını, baldırlarını seviyor, kanatlı kuşlar gibi, sanki bulutların üzerinde geziniyordum...

Çayırlarla dolu bir vadiye geldim.
Pınarlar ışıldıyor, oğlaklar otluyor, sisler içinde, gümüş renkli bir flütten, derin bir musiki yayılıyordu.
Bir çoban mırıltıyla, arzuları kışkırtan, esimle yeryüzünü dolduran ezgiler çalıyordu.

Çiçeklerle, benekli böceklerle dolu, gonca kokulu bir yoldan yukarılara tırmandım.
Defnelerle, yıldızlarla süslü, ay görümlü tepelere vardım...
Masallardaki güzelim, sevecenlik bağışlayan, gümrah kulelerin yamaçlarına uzandım.

Yorgunluğum arttıkça coşuyor, gökadalarda koşuyor, bal dolu gözelerden kana kana içerek, atlıların dörtnala geçtiği dağ yollarından, çamların, kozalakların gölgelediği yarlardan sekerek, tüllerle gizlenmiş, sisli, binbir gece endamıyla perili bir boğaza varıyordum.

Kıvrımlarında satyrler geziniyor, siyah zülüflü, gizem dolu nymphalarsa uçuşup kaçışıyordu.
Egzotik çeşnilerle, soluk alıp-verişlerle yutkunarak; dilimin, gören gözlerimin yandığını duyumsuyordum.
Ellerimle çabaladım ve yukarılarda sureti Dünyazat'dan güzel bir göle vardım.
Çırılçıplaktım, daldım, yüzdüm, oynaştım!..

Kırk haramilerin mağarasını aştım...
Güneşte yanıp sönen, sürmeli, altın pullu balıklarına ulaştım.
Kirpiklerin arasında doğunun hazineleri gibi parıldıyordu.
İnci gibi bakınıp, arzularla kıvranıyor, parelerle bölünüp, için için yanıyorduk!..

Birden şimşekler çaktı, sanki yıldırım düştü!..
Anladım ki, Ksantippe alevlerle tutuşuyor; 'Geceleyin, altın anahtarın içimde şıkırdıyor' diye haykırıyordu!..
Gümbürtüler içinde; buz alemlerini tanır, son iç çekişlere varır gibi olduk, eriyip solduk.
Karanlığı döllüyorduk!..

...

Sabahın loş aydınlığı gözelerden sızdığında, bedenlerimiz ışık demetlerinin içinde tuhaf işaretler, minik, sessiz gölgeler gibi kıpırdıyordu.
Pencereden, Baktria ovalarına baktığımda; uçuşan kar kelebekleri nasıl bitti, zaman nereye gitti anlayamadım...


Ve Zeus'un sevdası, sonsuz güzelliğin aylası, gül açığı harmanisini giydi; tahta basamaklardan indi, taş evlerden, avlulardan süzülerek, bir daha döner mi bilinmez,
-yeryüzü yaşamının içlerine doğru-
yitip gitti...


*


SON

Yeryüzünde savaşların biteceğine inanmıyorum artık… Mesih’in evlatları, en güzel çağlarını, kavgalarla ölümlerle geçiriyor. İşte, Misisipi Rangerleri ve Pers Oğulları savaşa tutuşacak ve Mehdi yine gelecek!.. Davy Crocket’e karşı Zaloğlu Rüstem’in yanındayım ama neye yarar, benim elimde de bir savaş baltası olduktan sonra!..

Zülkarneyn’e karşı Darius’u, kibirli Achilleus’e karşı Hector’u eğretileyen, sezdirmeden anlağımızı zehirleyen batılı kurdeleleri unutamadım. Öyle bir Odysseus Çocukları ki batı, yaprağın rüzgârlarında uyuyan tüm doğuyu, göz alıcı bir Truva Atı’nın içine sığdırabilir. Doğuya karşı doğudan, sonsuzca el uzatan çıkarda; batıya karşı batıdan ancak demir bir kol uzanabilir!..

İpeksi erdenlik ve sonsuz sevgi nerede?.. Neden, ne zaman ve ne oldu atalarımıza!..
Acılarımız, elem denizlerinde yok olup gidiyor!.. Eyy Alighieri, anayurduna doğarken umutlarını dışarıda bırak ve Stephen; önümüzde bir yüz yılın bile kalmadığını söyle!.. Artık ne tanrıya başkaldırmak, ne çocuklarımız için yanıp tutuşmak…

‘Seni aradım, neredesin baba dedim, uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan başka bir şey göremedim…’

Baş edilmezleşen ordular, bizi alt eden gizemli sonsuzluk ve bilinmeyenle dolu yalnızlıklar...
Alaattin’in lambası sönmek üzere… Çığlıklı ölümlerle avunacak ve umarsız görüntülerle yıldızlara savrulacağız. Bin pişmanlık cinnetiyle… Ve işte o an;
Ahh!.. diyeceğiz.

Belki bir son iç çekiş öyküsüdür...
Bir anlamı kalmayan...


*


İRONİ

Bu öykü yüzünden Kemah çalkalanıyormuş. Erzincan’ın köylerinden birinde doğan adam, küçük yaşta babasını yitirmiş, yoksulluk ve eziklikle geçen yılların ardından, acılı yaşamından öç almak için, önce Frank elinin, sonra nasılsa Britanya’nın yolunu tutmuş, eğitimini sürdürüp, türlü işlere girip çıkmış ve de yeryüzü yaşamına meydan okumak üzere; sabırsızca yanıp tutuşmuş… Başlangıçta o kadar yoksulmuş ki, çalıştığı işyerinin kamuya açık tuvaletinde kalmasını önerenler olmuş!..

Orada tam dört yıl yatıp kalkmış, sonra barakalara, bekâr odalarına geçmeyi başarmış. Aydınlıktan yoksun, ışıksız odaların sokak lambalarına bakan bölümlerinde, uzun zaman ders çalışmış… Çalıştığı restaurant günün birinde terörizmin saldırısına uğramış, sol elini sağlıklı biçimde kullanamaz olmuş. Yıllar çabuk geçmiş, birikimiyle Londra’da kendine ait bir işyeri açmanın zamanının geldiğini düşünmüş. Ünlüler semti Soho’da bir restaurant açarak, Saksonya ve Anadolu yemeklerinin sentezini başarmış ve yeni bir çeşni elde etmiş. İşler yolunda gitmeye başlamış.


Yıllar önceki anarşizan saldırı kendini çok etkilediğinden, büyük bir yetiyle, işyerinin camlarını kurşun geçirmez türden yaptırmış. Bu post modern çözüme, halk büyük sempati göstermiş ve basının da ilgisiyle auratik bir üne kavuşmuş. Kazancı giderek katlanmış ama zaman içinde, heyecanlı yapısını yine de değiştirememiş. Bir gün çevresini toplamış ve kürsüde konuşurken, buraya çıkarken ne anlatacağımı bir ben, bir de Tanrı biliyordu, şimdi sadece Tanrı biliyor demiş!..

Zamanlar geçmiş, öç alma gününün gelip çattığına karar vererek dostlarına demiş ki; Gün bu gün, köyüme dönüp nasıl bir adam ve ne denli varsıl olduğumu göstermeliyim, ne ki bunu taçlandırmam gerek, doğduğum yere, krallara layık Rolls Royce ile dönmeliyim, kuşlar kurtlar görmeli ve tüm düşmanlarım da imana gelmeli!..

Her şey yolunda gitmiş, Rolls Royce’u gemiyle İzmir limanına getirmişler, oradan ver elini Erzincan, adam köye, başka dünyalardan gelmiş u.f.o gibi ışıksı, parıltılar içinde girmiş, ama kendi dünyalarında avunan köylüler, nedense manzaradan hoşnut kalmamışlar, kahvede cılız bir ilgi ve merakla karşılamışlar onu!.. Şaşkınlığını göz ardı ederek, yaşlı annesinin evine geçen adam, cennetsi, bin bir çeşit söz denizinde yuvarlandıktan sonra, yaşadığı düş kırıklığıyla, köyden ayrılırken, kalabalıkta el sallayan bir yoksulun bağırışı, ilgisizliğin nedenini anlatmaya yetmiş…

Yedi cihanda çalıştın ama; bir Ford bile alamamışsın!..


*


NOVA

‘ Bir zamanlar yoksul tanrılar vadisi vardı…’

Uzay filolarımız gökyüzünde tozu dumana kattı. Yüklü parçacıklarla, şiddet kovukları naralar attı!.. Aosfer bunaltı içinde, zehirli materyalde uyuyan maymunsular kaçışıyor!..
Güneş rüzgârları, radyasyon kemerleri ve bow denizleri seçilmiyor. Kör partiküller ve kuzeyin perdeleri kavruldu.
Anti ışıkla, gölgelerde koşuşan manyetik yüreğin canı sıkılıyor. Kör yıldız kuyrukları, tropik adalar, su domuzları ve oratoryolarımız ölü.
Son gün geldi!..

Rektum peyzajı, firavun kamçısı ve tanrısal haykırışlar direniyor. Eylülist dünyalar, nörogiyotin, saralı uzuvlar ve Atlantik ötesi büyük bir saldırıda!.. Nurjuvazimiz umarsız, kenzo adam bitkin, oğlak sürüleri mezarlara gömülü, kemerler ve yazgılar sarılı, plevra boşlukları inliyor...
Kinci deneklerle, spinler ve zamana yakılan ağıt boşluğu gözlüyor…
Ve işte demir güneş ve çelik gözyaşlarımızın, bıktırıcı o garip ninnisi!..

‘Dünyayı içine alan küçük kutu / kendine aşık oldu / ve gebe kaldı / yine küçük bir kutuya / küçük kutunun içindeki kutu da / kendine aşık oldu / ve gebe kaldı / yine küçük bir kutuya / ve bu böyle sürdü hep / küçük kutudan gelen dünya / içinde olmalıydı / küçük kutunun içindeki kutuda / ama kendine aşık olan küçük kutudaki / kutuların hiçbiri / sonuncusu değildi / bulun bakalım dünyayı şimdi’

Kalbini okuyabilirim, gözlerini görebilirim.
Sen denizin karası, yeşilin tanrıçası, sen; tanrı tek başına var olamazdı diyen. Diana, sevi çağları gelse de, ilahilerimiz küle çevirse de; tenler, tin göçleri ve sen de var olan benler solacak.
Yiten sevgiler, son iç çekişlerimiz, matineler ve transit türküleri boşluğun sönüp savrulacak…
Cennetsi şeytan, güzeller güzeli sessizliğimiz, görünmez kalkan, füzyon reaktörleri, ölümsüz parçacıklar ne oldunuz siz!..

Ey son günün taburları, Phaiaklar neredesiniz!.. Diz çöken uzay iklimi, melankolik boşluk, kumarbaz koli basili dönecek misiniz!..
Sanal karmaşaları kolumun, ıssız Ren kuşakları, türbin ve tribünler, göz kamaştırıcı kablolarımız uzlaşmıyor!..
Fiber gözler, Ariane ve Cluster, Cassiope deltası gene sorun; buzul geçitler, alev sütunları, tutuşan ok ve ringa balığı şaşkın!..
Ve krizantemler, keçi dudaklı prenses, kedilerin söylediği şarkılar elem denizlerinde!..
Boşluklarda yankılanan çılgın anomali ve acunları bölüştüren o şeytani, ölümsüz mayombemiz, kutluyorum sizi ve işte soruyorum şimdi, elimize ne geçti!..

‘Dolce dolce, yaase folce, dolce dolce, yoli deline / jalce jalce, yahanti galce
jalce jalce, blouzi psiline / yulce yulce, youdili dulce, yulce yulce, kzill odaline /
djilce djilce, hando bokjile, djilce djilce, yli zlideline / kumkel kerg, kumkel kan,
magavambava magavambava, gonjengor sagossigussa, sagossigussa’

Usaveda!..



*



NOVA


‘ Bir zamanlar yoksul tanrılar vadisi vardı…’



Uzay filolarımız, yüklü parçacıklar ve şiddet kovukları…
Atosfer, zehirli materyalde uyuyan maymunsu!..
Güneş rüzgârları, radyasyon kemerleri, köprüler
Kör partiküller ve kuzeyin perdeleri…
Anti ışık, gölgelerde koşan manyetik yürek,
Kor yıldız kuyrukları, tropik adalar…

Rektum peyzajı, firavun kamçısı, tanrısal haykırışlar
Eylülist dünya, nörogiyotin, saralı uzuvlar
Işık nurjuvazisi, kenzo adam, oğlak sürüleri,
Kemerler ve yazgılar.

Kinci deneklerin gözyaşları,
Spinlerimiz, zamana yakılan ağıt…
Ve işte demir güneş ve çelik gözyaşlarıyla dolu ninnimiz!..

‘Dünyayı içine alan küçük kutu / kendine aşık oldu / ve gebe kaldı / yine küçük bir kutuya / küçük kutunun içindeki kutu da / kendine aşık oldu / ve gebe kaldı / yine küçük bir kutuya / ve bu böyle sürdü hep / küçük kutudan gelen dünya / içinde olmalıydı / küçük kutunun içindeki kutuda / ama kendine aşık olan küçük kutudaki / kutuların hiçbiri / sonuncusu değildi / bulun bakalım dünyayı şimdi’

Kalbini okuyabilirim, ölümünü görebilirim...
Sevi çağları, ilahiler, küle döneceğim gün
Tenler, tin göçleri; ben de var olan sen
Yiten sevgiler, son iç çekişler, umarsız ağlayışı boşluğun
Cenneti bağışlayan şeytan, güzeller güzeli sessizliğimiz
Görünmez kalkan, füzyon reaktörleri,
Ölümsüz parçacıklar,
Kıyamet taburları, Phaiaklar ve ağıtlar…
Diz çöken uzay iklimi, melankolik boşluk
Kumarbaz koli basili…

Sanal karmaşaları kolumun, ıssız Ren kuşakları
Göz kamaştırıcı fiber kablolar
Ariane ve Cluster, Cassiope deltası, buzul geçitler
Alev sütunları, tutuşan ok, ringa balığı
Ve krizantemlerimiz, keçi dudaklı prenses
Kedilerimizin söylediği
Boşluklarda yankılanan o çılgın anomali
Acunları bölüştüren ve şeytani, ölümsüz mayombemiz;

‘Dolce dolce, yaase folce, dolce dolce, yoli deline / jalce jalce, yahanti galce
jalce jalce, blouzi psiline / yulce yulce, youdili dulce, yulce yulce, kzill odaline /
djilce djilce, hando dokjile, djilce djilce, yli zlideline / kumkel kerg, kumkel kan,
magavambava magavambava, gonjengor sagossigussa, sagossigussa’


*


VEGA

‘Deterjanlarımız kirlilerimizden daha tehlikeli…’

O çağlarda Sitarlar, anayurtları Satürn’den getirdikleri yıldızbilim ve kurbanların karaciğerine bakarak geleceği okuma alışkanlıklarını sürdürdüler. Bu alışkanlığı devralan Oregonlular, komşuları Galaktlar gibi denizlerde bir kent uygarlığı geliştiremediler. Ekinleri zayıf, savaşkan ve tarıma dayalı bir topluluk olarak varlıklarını sürdürmeyi yeğlediler. Yaşam görüşleri Galaktlardan edindikleri, mutluluğu temel alan bir yapı üzerine biçimleniyordu; Zodiak Öngörüleri, Sütunlu Galeriler ve Titancı görüş temel taşlarıydı bu filosofinin…

Deniz evleri, ışıklı yollar, kemerler, pazar yerleri ve sanatoryumlar yapan Oregonlular, sönmüş yıldızları işleyerek, yeni yaşam alanları açmayı da başarmışlardı. Mühendisliğin yanı sıra, adalet ve askeri alanda büyük devlet adamları yetiştirdiler. Mühendislerden Prontas bir gün, yıldız yapılarından, kanallardan ve su altı kemerlerinden söz ederek; Galaktların heykelleri ve Yeryuvarının piramitleriyle karşılaştırıldığında, hangisi daha ussal diye sormuş ve Oregonluların yönetim anlayışıyla, yurtluklarını ululamaktan çekinmemişti. Ünlü pragmatist Çiçer, görkemli yapıları ve işlerini övdükten sonra ‘Çok şükür Oregonlular, Galaktlar gibi sanata yönelip, yararsız işlerle uğraşmadılar’ demiştir.

Oregon yerleşkelerinden birinde, meyvesi yeşil kuş olan ağaçlar vardı!.. Kafesten kaçan tropik iklim papağanlarının sesi, sonsuz boşlukta yankılanıyor, yurtsamaya tutulmuş bu yetimler, umarsızlar unvanıyla bilinen insanatları belki de mutlu ediyordu. ‘Bon pour le orient’ kuralı her yörede işliyor, güneş ülkesinin tüm köşelerinde geçerliliğini sürdürüyordu.

Bağımsızlıklarını ise; Boşluk her tür maddeden arınıktır anlamına gelen öğretiyi yayarak elde etmeyi düşünüyorlardı, oysa maddesiz bir varlık düşünülemezdi. Ne ki; Tanrı dışında!.. Öyleyse; Tanrı eşittir boşluktur çıkarsamasına ulaşarak; özgürlüklerini güvence altına almayı başarmışlardı.

Sonraları ise, Pompeius Andromeda’ya gitti, Anakonda dağıldı ve Venüs’den gelen sıcak su akıntıları değişti. Uzaysı yollar, otobanlar, onları süsleyen çınarlar ve sonbaharsı; ölü insan eli gibi yerleri süpüren yapraklar soldu, yok oldu. Kırmızı cüceler unutuldu. Madde püskürten ak deliklerse zamana tuhaf biçimde boyun eğmişlerdi.

O zaman, hücresel otomatlar çürüdü, Turing makineleri söndü, leptonlar ve rezonanslar çalışamaz oldu, primer sargı bezlerinin kargısı düştü, gangrenöz uzuvlar geriledi.

Ve gökadamızın tek harikası, Mira yıldızıydı artık!..

Yapay serebellum ve beyincik dokularındaki sıkıntı had safhaya ulaştı.Transkranyol uyarılar sıklaştı. Grafen mürekkepleriyle duvarları kirleten anarşist gruplar çıktı ortaya, yonga plakaları işlevini yitirdi ve polimerler çöktü. Performanslarımızın sönüp gittiği ferro elektrik trafoları aniden yıkıldı, transistörler, giyilebilen kompütürler işe yaramaz hale geldi. Radyo izotopları ağ oluşturmaktan sıkıştı, orak hücre anemisi artarak, kırmızı kan hücreleri dışarı çıktı. Chrysopo böceği çürüyerek tümöre dönüştü.

Yazıktır ki, Klimt’i on dört çocuğuyla beraber geri çağırdılar, Sarah Bernhardt bir kez daha görev aldı ve Einstein’ın amputesi tek ayağıyla da olsa doğuya geldi ve büyük bir umutla ay ışığı basamaklardan sızarak, van Honegger dağlarına doğru yükseldi!..

Karadelikler coştuğunda, Otuzsuz Buzağı örgütü bir kez daha canlandı ve manolyalar hırçınlaştı. Üçlemsiz dedikleri pankreaslar üretime başladı. Ve bir teraflop sınırını aşan işlemcilerle doldu dört bir yan!.. Yaygın gerçekcilik yerini alarak, yanal simetrili uzay tapınakları çoğaldı. Pleyistosen durumlar, Zirkonyumla, Morpheus, Pentium işlemcileri, alan ve Bozon plakaları ve piksel ve fiziksel güzellikleri gökadamızın yine göz kamaştırmaya başladı!..

Ve coşkulu yıldız kalabalıkları önünde, Konrad Zuse mutluluğunu dile getirdi.

Gözünü pençem kaplıyorsa şiir, perçem kaplıyorsa düzyazı oluyor dediler!.. Doğuda bir duvar olduğunu söylediler, parakete bahçelerinin Vostok yakınlarında bir yere sürüldüğünü öğrendik. Nefrit vadilerinde yüzen, nefrit dalları görüyorduk yalnızca. Ve edebin yolcuları anladılar ki, ancak günahları olanların tanrısı vardır. Russell parkında kır düğünleri yapıyorduk artık.

Çok sonra Orient denilen güneş insanları özellikle orduların yanında, periferi ülkelerine, Ohio’dan Ottoman topraklarına dek girdiler, edindikleri görüntülerle, Bourgonlara sömürge yurtluklarının çekiciliğini anlatan ve gelecek düşlerini uyaran gizemli duyumlar elde ediyorlardı. Bu görüntülerde savlanıyordu ki; klonlar, sanal halılar, yılan oynatıcısı lutiler, antik yapılar, üçüncü cinsler, bağımlılar, morfinmanlar, şiddet görselleri, yapay helezoniler, barış savar örgütler ve savaş sahneleri, onlara vaat edilen uzaysı cenneti simgeliyordu.

Bunlar Bourgonlarca ilginç ama o kertede aşağılayıcı ve küçümseyici, dikkate değer şeyler olarak görünüyordu. Gün gelip Orientler, Oregona dönüştüğündeyse elde ettikleri görüntülerle gizlenmiş amaçlarına karşın, eril bireye karşı şu apolitik, ekososyal ve cinsiyetsiz davetiyeyi çıkarmayı zorunlu saydılar. Buraları kurtarılmayı bekleyen topraklardır. Bütün bu tansık dolu yurtlaklar; merak, fantezi ve düşselliğinizi sınayıp, sonsuzca gerçekleştirebileceğiniz yerlerdir!..

Siborg sözünü bitirmişti...
Deja vu dedim!..



*



OMEGA
*

'Bilincim, tanrıyı anlamama yetmiyor, kalbimse çelişkilerle dolu...'



Ölüm, zamanı anımsamaktır… Elektronik etiketler, kameralar, barkodlar ve siborgsu bireyleriz. Ölümsüz mutantlar!.. Mekânsal strüktür, arabalar, otoban gelincikleri, farlar ve karanlıkları severiz. Dünyanın dönmediğini belirleyenleri de!..

Dün Pencali, Gulan Bulağı ve Shanda’ya gittik. Dağın eteklerinde atın gölgesi, pençesinin izi ve dizi görünüyordu. Tan ağarırken Pol Dokter, Lahicana ve Zülbin’e geldik. Zencan ve Lengrüd’ü gördük.

Ölümsüzlük, zamanı unutmaktır!.. Seks ve seksen bağlaşıktır diyordu Maria!.. Rankuh, Kereceband, Muskabat, Ramsar ve Mazanderen’de renk körlüğü artıyor. Tatarlar, Nogaylar ve Lorlar da salgınlar var.

Çok sonra, zıt yönde ve eşit uzaklıkta iki ot yığınıyla Buridan geldi. Spektaküler oyuncular, postizm ve silah yapımcısı tanrılar diye bağırdık. Tırnaklarını magmada boyayan ve alınlarında mühür olanlar vardı!.. Milet dilinin, Helen diline dönüştüğünü görüyorduk. Manipülatif şeyler, halk ve hakseverlik ve Nefi’yle Murat göz gözeydiler.

Peygamberler Arap kıstağına yayılıyordu!.. Siriuslu El Maktul, Heyakil-ün Nur ve iki serasker birbirine girmiştiler. Nasırı Dinillah bütün kavgacıları ayırıyordu. Mistik melameti ve fütüvvet, balina çığlığı ve Denver bir türlü ayrılmıyordu. Zağanos’a varır varmaz, gözlerim toprağa düşünce, beni katleden Eyyubi meliki Zahir’dir dedim!..

Zencan’da doğan, koordinat ve ordinatları bulan yanıma geldi. Suhreverdi, Hayy bin Yakzan’ı okuyordu. Berkyaruk birden durdu. İbn Tufeyl ağyar ile ‘Ruhun Oğlu Hayattır’ diyordu. Keldanî ve Hindu hikmeti göklerde çarpışıyor!.. Kelamullah kan ve toz içinde!.. Cümle Sümer repertuarlarını hakem belledik. Merih’le Dilmun cenneti tapınağımızdır dedik. Teşup dile geldi -göklerin fırtınasıdır kendisi- insanoğlu hareketli birer Oblomov yığınına dönüştü!.. Müzik ideolojileri oldu. Demon İlliyanko görünmez tanrılarıdır. Arif katıyla, sürüyle Bosch buna karşı çıktılar. Locke, kader tanrının insana verdiği bilme gücüdür dedi. Kahir nurlar ve proton parladı o an ve Batlamyus’la müon geldi!.. Gilan ve Sakalibe yöresi aydınlandı. Yorumcu Şehrezori ve nur uknumları, sevinçle bakıştılar. Karmatiler karnavalı başlatacaktı ki Alejandro Daneri geldi mi dediler. Kalabalıkta zırhını rehin veren Muhammed’i gördük, beytülmalla lykeonlar kuran Ömer’i…

Nötrino kentler ve metropoller uyuyordu yine de!.. Helenistik matrisler ve partiküller sızmak istiyordu ama surlar geçit vermiyordu. Yurtluklardan Pertevname’yi okuyan Kabir geldi. Avarifi Maarif daha iyi diyordu. Mısır hermetizmi tanrıları öldürmemize izin verdi, yoksa yok olacaktık dedim.

Von Economo sinir hücreleri zayıflıyor, Karina ve fononlar sönmek üzere, reovirüsler Ockham usturasını unuttu, adenovirüsler kaçışıyor, vaksiniya tümör hücresi kaldı mı ki… Fermilablar da vivipar özelliği ve hypotheses non fingo vardır ve şeylerin formülü yokluktur diye sayıklıyorduk.

Bir yerde var olan her yerde vardır...
Zaman her şeyi yıkıyor ama dizelerimiz iyiye gidiyor.
Sanatımız gelişiyor.

Denize inen uçan daireleri görüyor musun!
Yoksulluğun propagandasını yapıyor gibiler.
Foramina birlikleri onlara yardım ediyor.
Şarap Mesih’in kanıdır ama Müslim olana günahtır diyen kim…

Tanrım; Tanrı geldi!.. Kızılca gülümseyişler… Ve utanmazca yüzüne karşı, Bosch boştur dediler... O ara biri ağladı. Ve ‘O’da kulağıma, üzülme laedri; ‘Düşleriniz dilinizdir’ diye fısıldadı!..



*



KARANLIK THOMAS

Sanki Edom diyarından devşirilmiş gibi kısacık bir şey anlatacağım. Boğulan sultanlar ve orakların gölgesinde uluyan ölülerde duymalı. ‘Karanlık Thomas’, Maurice Blanchot’nun kitabının adı sanırım, şimdi Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet’le karıştırıyorum, Conrad ya da Quincey’in miydi, belki de Mehmet Kartal’ındır!..
Yaşam bir düş biliyorsunuz, Churchill’le İsabeyli Hafız Emin, gizemli Greta’yla deniz kızı Eftalya ya da Fahriye Abla her zaman yan yana gelebilir!..

Bilincin karanlık koridorları, zaman ilerledikçe bulanma; keza bunama belirtileri gösterir, daha önce görünmeyen sanrılar öne çıkarlar ya da cehennemi bir saplantıya dönüşürler. Atalarımız, konuşmayı öğrenmeden önce, telepatik empatiyle anlaşıyor (uzduyum) ve birbirlerinin düşüncesini okuyabiliyorlarmış, konuşma evresine geçince bu yeteneklerini yitirmişler, tıpkı Tesla’nın, kablosuz elektrik kullanmayı başardığı ama kablolu olanın o günün parokrasisine daha ehven geldiği veya kâr getirecek bir mataha dönüştüğü için, Edison’un zulmüne uğraması gibi… (anekdotun gerçekliğini saptamak sizlere kalmış!..)
Ve tıpkı Firavun Psambetik’in (bu firavun muydu, Akhaneton’muydu o da meçhul!..) yazı bulununca belleğimizin zayıflayacağı ve artık hiçbir işe yaramayacağı korkusuyla, yazıyı yasaklaması gibi… Oysa bilinir ve anlaşılır ki her buluş bizi ileriye götürür, nedir ki başladığımız yere dönmek koşuluyla!..

Karanlık Thomas, felsefe okumuş, ama zamanın anarşik, nihilist mecralarından dolayı, bilincini yitirmiş, yarı deli olmakla ötelenmiş Süleyman Hayrullah’ın lâkabıydı. Kimdi derseniz herkes gibi çamurdan doğan Adem oğullarından biriydi. Kağıt toplayarak geçimini sağlar ve Aksaray, İskender Paşa’dan, Karaköy (Yahudilerin verdiği bir admış), Ortaköy, Arnavutköy ve Rumelihisarı’nı izleyip dönerek; Buzağı Geçidi’nin bu meşhur güzergâhını gün be gün kolaçan edip, Dolapdere, Aynalıkavak, Bozdoğan Kemeri civarından konutuna dönermiş. Kağıt toplayıcılığıyla geçinen bu adamın yazgısı, ölümle nişanlı olmasını engellemiyor tabi ki, her kul gibi o da, bilisizce yüreğinin dinleneceği o günü, o sülüs hançeri, can evinin viran bağına döneceği, o anı bekliyor yaşamı boyunca…

Thomas Hayri, günde 10 tl kazanırmış, bu yaşamaya yeter mi dediğinizde, şöyle yanıtlarmış, ‘Sorarsanız bilmiyorum, sormazsanız biliyorum…’ Felsefeciliğinden gelen, agnostik bir yaklaşım olsa gerek… Günde dört paket birinci 1 er tl den 4 tl, (Ben dumanı sevmem ama o her yalnız gibi nikotini bir arkadaş bir yoldaş bellemişti), bir su 5 tl, ekmek 6 tl ve artık katık için 3 tl kalıyor ki geriye (1 tl de köpeği için harcarmış), yemek yemez su içmez bu adamın kazancını artırabileceğini bile düşünmeniz gerekir. Yaşamını minimalize edenler, uzaktan ıstırap melodisi gibi gözükürler ama gerçekte belki bizlerden daha mutludurlar.

Şunu unutmadan söylemeliyim ki (‘Karanlık Thomas’ benim can arkadaşımdı), onun Meryem adında tümüyle platonik bir sevgilisi bile vardı. Bir gün onu sarmaş dolaş düşlerken, öylesine kendinden geçmiş ki haykırışlar içinde sarsılan bir volkana dönüşmüş ve anlattığına göre; aşağıda oluşan sperm gölünde, yılların özlemine dayanamayan Meryem’in birden sureti belirmiş ve ellerini uzatarak Thomas’a ‘geeeeeeelll’ diyesiymiş. Thomas, bu derinlerden gelen sese kulak vermiş vermesine ama Meryem’in ellerini ne kadar çabalasa da bir türlü tutamamış ve Elem Denizleri’nin içinde (anlatırken meniden oluşan mavi okyanus diye ekleyip gülümserdi!..), Meryem çığlıklar ata ata yitip gitmiş ve Thomas’da yaşamı boyunca olduğu gibi ‘Ey tanrım, yine hayal, yine hayal!..’ diye, kahırlar içinde ağlayıp, dövünesiymiş…

Bizler deneyimlerimiz ve anılarımızdan oluşan varlıklarız. On milyon yıl boyunca, yalıtılan bir elektron bile bir bilince sahip olabilirmiş. Kuantum sosyolojisi kuramına göre canlı cansız her şey zamanla, eş evrelilik durumunca, denizel ortamda yahut bir aglomera kayasında olsa bile bir bilinç oluşturabilirmiş. İnanılır gibi değil ama; bu manikürlü maymunların, iki ayağı üzerinde durması yetmezmiş gibi, bir bilinç oluşturabilmiş olması; oldum olası garip gelmiştir bana…

‘Tanrı var dersek, herkesi ve her şeyi kapsayan bir hüküm yürütmüş olacağımızdan, artık tanrı biz oluruz’ diye buyururdu Thomas, tanrı kavramıyla çok oyalanır, sonra vazgeçer ve ‘Tanrının ardına düşmek, belki de kusurların en büyüğüdür’ derdi ve ‘Yüzyıllardır bulutların biçimi değişmediğine göre, dünyada da hiçbir şey değişmemiş demektir’ diye eklerdi. Bir gün sanki yazgısını okurcasına ‘İnsanlar değil bıçaklar savaşır!..’ biçiminde bir aforizma attı ortaya… Bir de, ‘Hepimiz topraktan yükselen birer solucanız’ dediğini anımsarım, bu sözünden hiçbir şey anlamazdım ve hiçbir şey anlamadığım bir şeyi, doyasıya sevmeyi ondan öğrendim!..

Ve işte her şey gibi, ondan apartılan tüm belagatlar sona erdi ve her canlı gibi onun ölümünün neden ve nasıl gerçekleştiğini anlatmanın zamanı geldi (‘Benim yok oluşum, bu metni döngüsel bir ilinti içinde tetikleyip, nedenselliğinin birikimini oluşturuyor’ gibi bir nitelemeyi öncelemiş midir acaba!). İnsanlar birinden söz ederken, sonun bir ölümle ya da dehşet veren bir trajediyle bitmesinden büyük haz alırlar (Çünkü acı çekerler ama başkasının adına, korkuya kapılırlar ama, diğerleri üzerinden; bundan daha güzel bir şey var mıdır!..). Bunu anlatıcı istemese okur ister, okur oralı olmasa, anlatıcı dayatır ne yazık ki… Thomas bu durumu dolaylar ve ‘Gerçekte şiddet bizim içimizdedir’ derdi.

Ne yazık ki, her şey belirsiz ve hepimiz bilinmeyene doğru yol alan bir geminin içindeyiz!.. Sözü uzatmayayım, Thomas’a ilişkin anımsadığım şeyleri, düşlerimden ayıramaz hale gelmemi istemezsiniz sanırım; ki o zaman aldatılmış oluruz…

Thomas öldüğü gün seyyar arabasıyla, Dolmabahçe’nin az ilerisindeki ana yoldan, Nişantaşı’na çıkan sapağın karşı tarafına geçmek üzereymiş, ama uvala gibi önüne çıkan bir araba destursuzca korna çalmış ve çabuk olması için bizim Thomas Hayri’yi argo bataklığına çekerek, sayısız küfre bulamış… Amundsen Denizi’ni görmemiş, Galatyalı’ları bilmemiş ama bilincinin derinlerinde pek çok şeyi görüp sezmiş Hayri, genlerinden süzülüp gelen hakseverlik duygusuyla, adaletsiz yaşamın oluşturduğu kinin ateşlediği cevahirine hükmedememiş olacak ki, daha bir yavaşlamış… Ve ama her şey göz açıp kapasıya dek olup bitmiş ve bu kez adam arabasından fırlayıvermiş… Hayri de yoksulluk yüzünden satması için arkadaşına verip, alıcı çıkmayınca geri aldığı, parlak kasap bıçağıyla adamın üzerine yürümüş, adam geri kalır mı, işin nirengisi de burada zaten… Herif öyle bir bıçakla geri dönmüş ki, meğer torpido gözünde, antika gibi sülüs bir yazının işlendiği, Balkan Harbi’ne katılmış, büyükbabalardan kalma ve Conkbayırı’ında bile sallandığı savlanan ve ne hikmetse Hayri’ninkinden uzunca çıkan, kama gibi bıçağıyla, bizimkinin üzerine yürümüş ve kısa süren bir boğuşma olmuş!..

İşte bir ‘Ölüm Şarkısı’dır ki, elbette taksi sürücüsü de yara almış, daha uzun olan ve sayısız kavgadan yengiyle ayrıldığı anlaşılan bıçak, sonuçta bir kez daha utkuyla ayrılmış alandan!.. Öylesine eskiymiş ki bıçak, tanıklar ‘Çiftboynuzlu’ Zülkârneyn zamanından değilse bile, kesinlikle ‘Çiftağızlı’ Zülfikâr döneminden kalmış olabileceğini ileri sürmüşler. Çünkü pek güzel işlemeler ve hatlarla donatıldığını, bugüne dek kalmasının nedenini de, doğallıkla her savaşım ve kavgadan yengiyle ayrılmasının olduğunu söylemişler.
Ne yazık ki mantıklı bir yaklaşım…
Bizimkinin elindeyse, yakınlarda cereyan etmiş bir deneyimden bile yoksun, hiç bir kavgaya karışmamış, acemi ve körpe bir bıçak ve sanki etin tadına bakması için tasarlanmış, ilk gecenin yası!.. Uzun sözün kısası, aldığı darbelerden ötürü, bizim Thomas oracıkta ölmüş dostlarım.

Söz bitti, ne hacet, ceylan boynuzu gibi bir bıçağı olsaydı, aya bile sallardı da, belki de ölmezdi … Elbette yenik düşen bıçak -tarih boyunca olduğu gibi- lanetlenmiş, sahipsiz kalmış, ötekineyse belli ki el koymuşlar, başına üşüşmüşler, paylaşamamışlar ama; yeni maceralar yaşaması için!..

Hayri şimdi Karacaahmet’te uyuyor. Neden derseniz; o inançlı biriydi. Üsküdar toprağına çıkınca, bir daha denizle karşılaşmadan Mekke’ye varılabildiği için, oralara Kabe Toprağı dendiğini ondan öğrenmiştim ben. Sorularla soru sormasını da (Gizini ayırt etmek dilerim gönüllere pelesenk olur)!.. Genç yaşında ölen bu adama yaşamının ilk ve son iyiliğini yapıp; düşlediği gibi Karacaahmet Mezarlığı’na, daha doğrusu kutsanmış ‘Kabe Toprakları’na defnetmeyi başardığımızı söyleyebilirim. Güçlüğünü bilenler vardır!..

Her şey burada bitiyor…
Ey ‘Karanlık Thomas!..’
Ey yaşarken herkesin horladığı, kimselerin bilmediği, annesi babası bile bellisiz, acılı yaşamını söylentilerin çevrelediği, yazgısına gözyaşı bile dökemediğim, can arkadaşım Hayri;
Unuttum sanma senceğizi!
Hakkını helâl et, son yolculuğuna, bir kez daha uğurladık kabul et!..
Bağışla ne olur, bir kez daha yad ettik say bizi…

Toprağında güller açsın!..
&
(Bu anıyı öyküleştirdikten birkaç gün sonra not defterlerimi karıştırırken 18 Nisan 1988 tarihli bir şiirini buldum Süleyman Hayrullah’ın, Oktay Rıfat’ın aramızdan ayrıldığı gün şiir üzerine konuşmuş ve sanırım bu şiirini isteğim üzerine bana yazdırmış olmalı… Paylaşmamak olmaz!..)

GÜNEŞLİ DENİZ

Güneşli bir denizdir yanılsamamız
Güneşin altında içilen bir bardak su
İlk aşkın son evidir bu yürek!
Yanılsama, serap, aşk, ıstırap

Çiçeklerle birlikte paralar vardı.

İlk aşkın esrikliği omuzlarda
Aylı bir okyanustur yanılsamamız
Para parayı çeker der ağa!
Yanılsama, serap, aşk, ıstırap

Çiçeklerle birlikte paralar vardı.




*




KİTSCHKAOS

Rüzgârın ağlayışı kurdun iniltisini bastırıyor ve tanrının ve belki de her şeyin hiçliğini işaret ediyor... O bizlere kimsin diye soramıyor, ama biz ona -durduraksız-kimsin diyebiliyoruz... Oksijen diye tolere edilmiş egsoz gazı soluyoruz ve Lemek iki kadınla evlendiğinde birinin adı Ada, öbürünün adı Silla’ydı diyoruz ve o Nod topraklarına gittiğinde, yazınında bir mimarisi olduğunu söylüyoruz artık... Bazen tanrıya inanmakta güçlük çekiyorum ama biliyorum ki tanrı bana inanıyor!.. Barbar işlikleriyle, çöl inançlarıyla, bilinç araçlarıyla, Nuh ve kırlangıç, egeli bir bilge, İsa ve Nemrut’la...
...
Prensesimiz uyandı ve uçurumuna baktı ve yatağının altına geceleyin döktüğü gözyaşlarını bıraktı. Alışkanlıkla Anjelüs’ün çanları çaldı, bir madonna gibi indi prenses yatağından. Zamane zenneleri ağlıyordu, onu arayan herkes çıldırıyordu. Geçen gün Kazablanka’da yer sarsıntısının olduğunu söylediler. Como’da artçısı vs. Tanrı özgürce cinayet işleyebiliyor... Evrenimiz kusurlu, taş ve topraktan, dayanıksız bir yıkıt, absürt bir vodvil. Yazıda kusurlu, çünkü kul yapısı, kul ne yapısı…

Kutsal kitaplardaki Cumae. Mitik dünyanın cehennemi. Tartaros, yer altı ırmakları var. Gördüm Borjiya, Medusa faresini. Gördüm Median ateşini. ‘La Lune ne gadre aucune rancune!’ ‘Ay hiç kin tutmaz dostum’. Kral Astarkserkses’i bulmak için Susa’ya doğru yollara düştüğümüz gün. Asativataya kralı Asativatas’ın söylediği gibi violada gamba çalan adamı dinledim. Erken baroğun ses ve çalgı düzeni, solocu soprano, resitatif ile şarkının karışımından oluşan ve polifon yazı kullanılmadığı için ‘monodia’ terimiyle tanımlanan bu biçemi tam anlamıyla özümsemiş. Bilimin ruhunu, modernliğin dini olarak sunmuş.

Urartu başkenti Tuşba gibi, Asur’un güzel Niniv’i parlak bir kentti. Yapay kas, piezoelektrik ve bellekli gereçler, güney boşluktaki Achernar yıldızı gibi ve Troilos ve Kressida gibi, tanrıdan da öte bir şey var orada, bir tür gerçellik…
Platon’un mağarasının simulakr gölgelerinden, Tales’in piramidin boyunu ölçmek üzere gölgesini kullanmasına kadar bir çok unsur var. Eratosthenes, methi sena ediyorsun. Zaman’ın dikel imlemleri ve kral Alarik’in kızkardeşi gibi, bir peri güverciniydi Vizigot!..

‘There is such loneliness in that gold. The moon of the nights is not the moon. Whom the first Adam saw. The long centuries of human vigil have filled her with ancient lament. Look at her. She is your mirror.’

Neptün’ün altın renkli atlarıyla altın renkli arabası koşturur. Korku ve alarm terk etmediniz beni. Ve rabbin meleği geldi, Abiezri Yoaş’ın Ofra şehrindeki meşe ağacının altında oturdu. Ve Danîler sıptından Tsoralı bir adam vardı. Adı, Manoah idi. Karısı kısır olup doğurmuyordu. Yahudiye kralı Hirodes’in günlerinde Abiya takımından Zekeriya adında bir kâhin vardı. Onun karısı da Harun kızlarından ve adı Elizabeth idi. Tutsağın tanrısı efendisidir. Ağaç silkelediler. Gökten düşen ay parçaları gibi kucakladılar düşen incileri. Ve ağaçta rüzgardan ve gölgelerden uzak bir yaşamın içinde yok oldu gitti. İfritsi. Birinci yaratık aslana benziyordu. İkinci yaratık danaya benziyordu. Üçüncü yaratığın yüzü insan yüzü gibiydi.

Eski adı Yukarı Volta olan Burkina Fasso’nun başkenti Ougadougou’da başlayan otobüs yolculuğunun Sudan’ın başkenti Niamey’e kadar beş yüz otuz km civarında süreceği sanılmaktadır. Ne ki gece yarısı saat bir sularında sürücü uykusunun geldiğini söyleyip otobüsü kenara çeker, gökyüzünde ay vardır. Marx, Lafargue’ye bir mektubunda yaşama yeniden başlayabilseydim evlenmezdim diyor. Lafargue, makinenin insanlığın kurtarıcısı olduğuna, insanı aşağılık ve bağımlı işlerden kurtaracak olan, boş zaman ve özgürlük veren tanrı olduğuna inanıyor. Marx ise diyor ki; Şiiri ortadan kaldırmayı düşünecek derecede olumlu bir kişi olan sen, kızımın zararına olacak biçimde şairane davranışlarda bulunmazsın umarım. Çünkü şiir, kötülüğün cirit attığı bir dünyada iyiliğe, sonsuz sevgiye bir özlem, varoluşa bir ağıttır. Acının olmadığı bir dünyada, şiire yer yoktur. Orada şiir yerini, aslında bir şiir olan yeryüzüne- yani yaşama bırakır.

Aristo diyor ki, taklidin (mimesis) konusu yalnızca sonuçlanan eylem değil, korku ve acıma duygusu uyandıracak olaylardır. Eklektik görüş orijinal olmadığı için felsefi sayılmaz ama öylesinelik taşıyan olaylara gelince, onlarında bir anlam taşır gibi görünenleri daha şaşırtıcı gelir bize. Sözgelimi Argos’ta, Mitys’in yontusunun bir gösteri izleyen katilinin üzerine devrilerek onu öldürmesi, bunun bir örneğidir. Bu öylesine (çakışım sonucu) olmuşa benzemez. Bu yüzden, bu öyküler en güzel öykülerdir. Tutarlı tutarsızlıklar.

Dinsel mabutların laneti, kirli yer altı, Herodot, Yunanlı tabağı, Mısır limanı, surlar. Naucratis’de yerleşmelerine izin vermiş, yargılamıştır. Bir yaşamla süslenmeyecekse, tanrı bu sonsuz boşluğu-evreni neden yaratmıştır ki ve neden ölülerimizin üstüne basarak yürürüz. Ve sizin için çalıyorum ve bir dağ aslanıdır zaman diyorum. Carver tabii. Totaliter yönetimler günahkardır, yeni çarlar ve inanç adına yeni soyut varlıklar üretirler. Dairemiz salon salomanjedir.

Somnambülizm, uyurgezerlik vakaları artıyor. Peki Dante cehennem için donanımlarını bizim dünyamızdan almadıysa nereden alıyor. İnsanın bir paralel evrene kendi dili üzerinden ulaşması ilk bakışta paradoksal gibi görünebilir. Tanrı yok belki ama insan onun olmasını ister örneğin. Ayrıca evren başarısız ve kusurlu bir model midir diyebilirim!..

II
Ve birden önüme çıktı o, başı fil başı, dudağı manda dudağı gibiydi, gerçeküstü karşıtlığıyla bütünleşiyor ve olanaksız; kendiliğinden olanaklıya, olabilirliğe dönüşüyordu. Şaşırtıcı ustalık ve kusursuz inandırıcılık işte. Balıkçının oltasına takılan küçük sarışın pembe kadını, isteyene tatlı tatlı ölebilmek olanağı sunan kliniği, bir tablonun arkasına beş yüz yıl boyunca hapsolmuş taş duvarın ışığı özleyen gözlerini ya da karısı tarafından terk edildiği için canına kıyan ve dağılmış beynine karşın koltuğundan kalkıp sokağa çıkan adamla, fırtınanın çelik bacaklarını hiç mi hiç yadırgamayan begomviller. Ölüm kendisini inatla unuttuğu için onuncu kat balkonundan atladığı halde kılına zarar gelmeyen yüz yaşını çoktan aşmış büyük, büyükanne... Bütün bunlar metaforun ötesinde ve öyküyü temellendiren soyut anlamlarla donanmış olduklarından alttan alta kendilerini doğruluyorlar ve bütün fiziksel engelleri yok ediyorlar. Bu inandırıcılığın bağlantı noktaları, mekanı ve zamanı sınırsız, masalsı ve insanı gerçeküstü boyutlarıyla görmekle ilgili olabilir. İnsan bir masalın içinde yaşayabilir, bilinmeyen bir zamana taşınabilir. Ruh halleri, yaşamın sürprizleri, yalnızlıklar, boşluk, terk edilme, bekleyiş ve ölümlerin temel insan halleri olarak benzer biçimlerde yaşanabilir olma olgusunu bozan, bütün bunları kişiye özgü kılarak, sıra dışına taşıyan şey, algılarımızın sığlığı ya da derinliğidir çünkü… Bu ayrımlar düşsel bir içsellikle ve gerçeğin yavanlığına karşı çıkarak, eğretilemeler, simgeler, adlandırmalar, canlı ve görünür kılan, özenle seçilmiş eylemler ve şeylerle görünenden daha anlaşılır nesneler ve şeyler yaratıyor. Evini ve eşini terk eden birinin ardından abajur, kilim, takvim, saksı çiçekleri ve bir şiir kitabı da sessizce çıkıp gidiyorlar. Ve ev yaşlanıp ölüyor. Renkler, sesler, anılar terki diyar ediyorlar.

Dil etkileyici olmakla birlikte imgelerin açımlanması açısından öncül değil. Nesnelerin varlık ve kesinliğini onlara anlam kazandıran eylemsellik gücü üzerinden kavrarken yakalanan trajiği, fantastik öğelerle güçlendiriyor. Yinelenen paragraflar, mekana, doğaya ve öteki canlılara atfedilen duygusal boyut, insanın bir toplumsal ilişkiler bütünlüğü içinde yaşamakta olduğunun ipuçları ile dolu. Örneğin yağmur evinden kaçan kadınların ayak izlerini silmek için usul usul yağmaya başlar. Ve hasta yatağında ölümü beklemekte olanı, sağlıklı hali ziyarete gelir!..

Şimdi cehennemsi uçurumun önünde durdu ve korkunç ıssızlığın görüntüsü karşısında taş kesildi. Karanlık evlerin arasına sağanak halinde kan yağıyordu. Gün günü yineledi. Suda bir çift su samuru oynuyordu. Geleneklere uygun biçimde dramatik bir an için sustu. Uzun süre ölü ama Ölü Değil’in yanında kaldık. Sesi ülkesinin çamları arasında dolaşan güney rüzgarı gibi loştu. Sesleri nedense kaba, köpeğimsi bir tınıya sahipti. Ay, bir mücevhercinin gümüşten fırlayan bir gümüş kıymığı gibi incelmişti, yongaya dönmüştü. Sonra dedim ki ‘Sonsuza dek yatan sanma ölüdür. Tuhaf çağlarda ölüm de ölür.’ Benzersiz bir karışımı, haziran çiçekleri, porsuk ağaçları, İskoç köknarları… Bilimi sanatın uzantısı sayan Tesla, Varennes yakınlarında (Lui adı verilen para biriminin) bir Lui’nin üzerindeki resimden tanınarak devrimcilere yakalanan 16. Lui ve gizli koyaklardan fırlayan yabanıl kısraklar. Güney doğuda tek bir hurma vardı, çölün yüreği gibi. Birde kanatları buluttan bir kuş ki kurumuş göle doğru ölü bir göz gibi süzülüyordu. Haccac’ın oku saplanıp göğsünden geçerken, güneşin önüne düşmüştü.

III
İşte birden nişin arkasındaki perde açıldı ve ilahi bir ışıkla aydınlanmış neredeyse doğaüstü iki varlık göründü. Önde, kasıkları kaplan postuyla örtülü, başında salkımdan bir çelenk olan, sağ elinde çiçekli asa, sol elinde de siyah bir panter tutan genç dağ Dionysos’u göründü... Arkasında düşünebileceğiniz en güzel Aphrodite vardı. Şeffaf ipekten kısa bir khiton giymiş, koyu renk saçlarını yapmacıklı biçimde tepesinde toplamıştı. Boynundaki asma yapraklı çelenkten başka, hiçbir mücevher ya da simya taşımıyordu ama kendisi bir mücevherdi. Çift, tahta doğru gururla süzüldü ve zarifçe oturdular. O anda müzik gene başladı, gölgeler ayağa fırladı ve tiz çığlıklarla çılgın bir dans başladı. Şimdi onların satirler ve menadlar olduklarını görüyorduk. Keçi ayaklarıyla sekerek, sıçrayarak dönüyorlar, uçuyorlar, titreşiyorlar, ansızın aramıza karışıyorlardı. Satirler yanımızdan ok gibi fırlarken, maske gibi suratlarıyla bize sırıtıyor, gözlerini deviriyor, dillerini çıkartıyorlardı. Menadlar ise daha da coşkuluydular, daha çılgınca bağırıyor, çığlıklar atıyor, giysilerini parçalayarak konukların üstlerine fırlatıyorlardı. Çevremizi saran bu isteri nöbetinin, izleyicileri de etkilemeye başladığını gördüm. Soylu giysiler içindeki, konsüller, yöneticiler, bankacılar, tüccarlar ve seçkinlerin bir bölümü bir menadın peşinde isteriye kapıldı, diğerleri de sekişini taklit etmeye çalıştıkları bir satir tarafından sürüklendiler. Gürültü artmış, müzik hızlanmış, salonu büyük bir sarhoşluk sarmıştı…

(Çamurdan doğanlar, eleştirmenlerimiz hala ağzında pipoyla poz vererek, okunaklarının köşelerinde aydın niteliğini sergilemeyi sürdürüyorlar. Cromagnon değilse de bir 19. yüzyıl insanı olarak onları kaygıyla selamlıyorum. Köşesinde hep aynı yazıyı yazan, aynı romanı yineleyen, duruş adına atalarının diliyle hep aynı şiiri yazan!..)
Solomon gamı çekiyordum, güneş tutulması sırasında saydam bir köpek sürüsü gözükmüştü. Ulu sarmaşıklar, tozlu mermerler arasından hep bir gözleyen var bizi. Poe, Hollandalılar’ın beğenileri konusunda perdenin bir tür lahana olmadığını kolaylıkla anlayabilirler diyor. Ve bütün sanat eserleri için gerekli olan o yaşamsal unsura sahip değildi birlik. Öff… Roketlerin inleyerek yükseldiği, tüylü denizlerden gülümseyerek çıkan ejderlerin aydınlattığı bir çağdı. Şifre almaya uygun ürününüz bulunmamaktadır. Tuşlayın. İkinci tuşla işlem yap. Ruje nuar. Foli berjer. Parizien. Rogue. O şiirimizin Touluse- Lautrec’idir. Bir yandan parizien-travestik, bohem-fahişe-varyete söylemleriyle geçişler-taksimler yaparken diğer yandan Levanten kültüründen de yararlanmıştır. Beckett’in, Godot’yu Beklerken adlı oyununda anlam sıfıra indiği için anlam sonsuzluğu yaşanır. Bu nedenle İkinci Yeni şiiri, anlamı kurcaladığı, dışladığı ya da hiçlediği için, ikinci yeni şiiri ile Beckett mantığı arasında bir ilişkiden söz edilebilmesi doğaldır. Bunlar açıkça olmasa ki açıkçadır, onların bilinçaltında kesinkes yer etmiş fenomenlerdir.


IV
“Lise biter bitmez Asker Allahmanlı için askerlik heyecanı başlar, zira II. Dünya Savaşı patlak vermiştir. Zamane erki ve rüzgâr insanlarının zoruyla, hiçbir askerlik eğitimi almaksızın Bakü’den çok uzaklara, en acımasız savaş meydanlarına doğru yola çıkar, doğduğu, büyüdüğü Azerbaycan topraklarına ancak 57 yıl sonra dönebileceğinden habersizdir… Genç yaşlarda tanıştığı satrancı çok sevmiş, hatta savaşa giderken yanına bir satranç takımı da almıştır. Harkov cephesinde havan topçusu olarak görev yapar. Çarpışmalara ara verildiği zamanlarda satranca sarılırlar. Şiddetli çarpışmalarda bir çok arkadaşı gibi oda yaralanır. 1942 de Almanlar taarruza geçip Harkov düştüğünde, General Vlasov komutasındaki koca bir orduyla beraber genç havan topçusu Asker de esir alınır. Ukrayna da Dnepropetrovsk esir kampında…

Türk soyundan esirlere daha iyi davranırmış Almanlar. Bunun yanında Türk kökenli esirlere Sovyet karşıtı propaganda yapılarak, savaşın bitmesiyle birlikte kendi toprakları üzerinde bağımsızlık vaat ediliyormuş. Günün birinde Alman komutan içlerinde genç kahramanımızın da bulunduğu yüz kişilik Azeri esir grubunu Berlin’e götürmüş. Esirler Berlin’de askeri eğitimden geçer, komutanla birlikte Alman hattının cephe gerisini baştan sona dolaşırlar. ‘Cephe gerisindeki hayat Sovyetler Birliği’nde alıştığımız hayat tarzından daha farklıydı, daha renkliydi diyor Asker Allahmanlı. Savaşın sonuna doğru yenileceklerini anlayan Alman komutan veda konuşmasında ‘Hepinizi evlatlarım gibi sevdim. Hepiniz serbestsiniz. Şimdi yenildik. Ama unutmayın, bir gün gelecek Almanya yine büyük güç olacak’ der. 1945 Nisanında İtalyan partizanlarının yardımıyla esirlerin büyük bölümü İsviçre’ye kaçarak özgürlüğüne kavuşur. Asker’in hatırladığı kadarıyla İsviçre’nin başkentinde 1 milyonu aşkın esir bulunuyormuş. Sovyetler Birliği bütün esirlerin geri verilmesi için baskı yapar. Kendi isteğiyle dönenler esir düştükleri için ya kurşuna dizilmiş veya çok ağır koşullarda madenlerde çalıştırılmışlar ya da Sibirya’ya gönderilmişler. Gelen şüpheli haberler üzerine genç Asker geri dönmemeye karar vermiş, İsviçre’de kalmış, ayakkabı fabrikasında işçi olarak çalışmaya başlamış. Satranç tutkusundan da vazgeçmemiş, fırsat buldukça satranç kulübüne gidermiş. Bu ısrarlı satranç çalışmaları, satranç sevgisi sonucunda Asker Bahşaliyev (Türkiye’ye gelmeden önceki soyadı) kulübe üye kabul edilmiş. Bu değerli hatırayı hala saklıyor.” Sonuçta bir tür Vlademir Burkony öyküsü bunlar.

Oluşku. Kefaluka ya da İstanköy. Horus heykeli. Hyperion saati. Pilgrim, Latince hacı ya da gezgin demekmiş. Bahar gelmiş Mişa! Ve dağ başları hayal meyal belirmeye başlamış. Acem lügati ya da Herat’ın salkımları gibi çölün tozuyla gölgelenen. Agra. Lahur. Delhi. Gülşen valisi. Haçova savaşı. Sümbüller sümbülü, Frislandiya Beyi ya da Keşmir bağları gibiydi saçları.

Susen gerçekte bir sipahidir, başında taylasanı, belinde kılıç ve hançer, elinde ise mızrak vardır. Dıştan ürkütücü bir sipahidir ama içinde yumuşak başlı bir derviş gizlidir. Holifra ise Köse Mihal’in dostu Osman Bey’le düğünde beğenip kaçırdıkları Nilüfer Hatun’dur. Ve gözlerindeki yaşı matem rengindeki peçesinin bulutu altında sakladı. Isfahan’da ufukta alevden güller açtığı söylenir. Yıldızlarda gözyaşları vardır. Kelebek kanatlı çiçektir. Siyah ve beyaz renk değil durumdur der. Dünya dönüyor ve doğu, batı, kuzeyle güney birer görecelilik oluyor. Güney kutbunda, güney neresidir. Komik. Denizler olmadığında yeryüzünün yuvarlak değil amorfik bir kaya parçası olduğunu gördük.

Ve ağaç denizleri ve mantarlar meşesi, ilkel gece ve tunçtan borular ve fil gövdeli ordular ve İskit rüzgârları ve Sason ve Helkis dağı. Mecdelli Meryem gibi. Aşağıdaki ikiz göllerin kıpırtısız suları, kemikli ve uzun elleri yırtıcı kuş pençelerine benziyor, kuş kanatlı bir sfenks bu. Şafak sökerken çadırdan çıkıp uyku torbamı gecenin nemlendirdiği kumsala seriyorum. Bakışlarım denizin üzerinde hareketsizleşmiş, nihayet uykuya dalacakken, güçlü bir çalkantıyla dalgalanan suyun yüzeyi birden yükseliyor. İki gövde sıçrıyor, öylesine beklenmedik ve öylesine güçlüler ki bir an için yarı uykumda düş gördüğümü sanıyorum. Bunlar büyük ve siyah kafaları ve yuvarlaklaşmış göğüs yüzgeçlerinden tanınan Commerson yunusları. Siyaset yani at bakıcılığı yapıyordu, eski Mısır’da… Bu çakılla kaplı vadi boyunca yürürken, uzakta beyaz bir nesne merakımızı uyandırdı. Uzunca bir süre nerdeyse cansız kaldıktan sonra, ansızın sıçrayarak hareketleniyor, insan mı, hayvan mı?.. Beyaz gölge sarsılmaya başlıyor. Sanki havada sallanan bir sırık, bu belki radyo anteni de olabilir. Düzenli gidiş gelişlerini açıklayamıyoruz. Biz yaklaştıkça bu sarsıntılar dalgalanma biçimini alıyor. Gittikçe daha fazla merak içinde, adımlarımızı hızlandırıyoruz. Sonunda ne olduğunu görüyoruz; tek başına bir Ren geyiği bu. Varlığımız onu ürkütmüyor. Aslında biraz şaşkın, ama daha çok merakla bize bakıyor. Belli bir uzaklıkta dikkatlice duruyor ama uzaklaşmak yerine, kimi zaman bizi daha yakından incelemek için yaklaşmayı göze alıyor. Sürüsünden uzakta bu Ren, burada ne arar? Bizi şöyle bir tartıyor, duraksıyor, sonra suya atlıyor. Onu izliyor muyuz diye arkasına bakmak zahmetine bile katlanmıyor. Kolayca karşı yakaya ulaşıyor. Tristan gölü, Iseult gölüne bir akarsuyla bağlıdır. Ren geyiği şimdi derenin öteki kıyısında duruyor. Bize güveni tam değil, kendisiyle bizim aramızda bir dere bulunmasını yeğ tutuyor. İşte öylece Ren iki saat boyunca bizimle birlikte sakin yürüyor. Güzel ve üzünç dolu gözlerini görüyoruz. Bize çok bağlandı. Boynuzlarının uzunluğu karşısında hayranlık duyduğumuzda istediğimiz gibi seyredebilmemiz için başını yavaşça döndürüyor. Ansızın ortadan kayboldu. Uzun süre gözle tarayarak onu arıyoruz. Gün batımı da bir tepenin doruğunda yeniden görünüyor; anıtsal, neredeyse ürkütücü. O artık, biraz önceki bize dost hayvan değildir. Bilinmedik ve masalsı bir yaratıktır. Yolumuzu kesen hareketsiz ve tehditkar bir tür, güneyin tek boynuzlusu, bir yarı tanrı. Batan güneş ışınlarının aydınlattığı kocaman boynuzları alevden bir çatal. Gözlerinin altındaki nemli yarık, acayip büyük görünüyor. Kıvılcımlar saçan bu göz pınarının parıltısındaki süreklilik ürkütücü. Kıstırılan ama yakalanamayan o gizemli yaratık gibi ortaya çıkan bu hayvana yönelen ışıklar, özellikle etrafa korku salmak için o doruğa yerleşmiş gibi, şu andaki tek ışık kaynağı da sanki o. Arkama bakmaya cesaret edemeden, sırtımda beni izleyen o karanlık bakışlarını hissederek adımlarımı hızlandırıyorum.

Yaratılış’ta ‘Ruh bir rüzgâr gibi suların yüzeyinde süzülüyordu’ diye yazar. Kerguelen Adaları’nın rüzgârıysa, bir skua gibi, her zaman pusudadır. Yola koyulmakta acele etmeliyiz. Gökte puro ve zeplin biçiminde bulutlar görünmeye başlıyor. Kerguelen Adaları’nda hava, Rallier’nin betimlediği o şeytansı havadır. Vadinin dibinden yükselen burgaçlar, toprak rengi bir toz kaldırıyor. Biraz boş bir umutla fırtınadan uzaklaşmaya çalışıyoruz. Orpheus gibi, Hades Krallığını arkada bırakarak, günün can veren ışığına yöneliyoruz. Fırtınayla teke tek bir kavgacıllık içinde, geriye dönüp bakmıyoruz. İlerimizde ortasından yırtılmış gökyüzünde, kocaman bir mavi açıklık var, ona doğru koşuyoruz, onun korumasıyla bu işten sıyrılacağımızı umuyoruz. Ama biz ilerledikçe ışıklı yarık geri çekiliyor. En sonunda Kerguelen Adaları’nın rüzgârı neden başka rüzgârlara benzemez kavrıyorum. Bu rüzgâr hiç ıslık çalmıyor. Hiçbir engel yoktur karşısında, ne bir ağaç, ne bir ev, ne elektrik telleri, ne bir duvar. ‘Uygar’ yörelerde bizim alışık olduğumuz tiz sesleri duyurmak yerine, burada gürler. Sesinde Ortodoks ayinlerindeki şarkıların gücü vardır. Buna birde, vadi içinde gök gürültüsü gibi büyüyen bir uğultu eklenir. Rüzgâr bir çığ gibi, tok bir sesle titreşir. Hızla geliyor bizi yakalayacak. Dağ eteği döküntülerinin sırtımıza ardı ardına ve aralıksız vurduğunu duyar gibi oluyorum. Toprak titriyor ve korkuyorum; böylesine esişi ben hiç görmedim. Dünyanın yaratılışının kökeninde neden rüzgârın bulunduğunu ölü sandığım bu vadide anlıyorum. Bu uzaysı burgacı yalnızca duymakla kalmıyorum, bir yandan da görüyorum. Aceleyle arkasına sığınabileceğim bir kaya ararken, dünyanın bir fırtına içinde oluştuğu anı görür gibi oluyorum. Fırtınanın soluğu korkutucu… Bilincini kaybetmişe benzeyen bir doğaya yeniden hayat veriyor. Kasırganın beni havalandırmasıyla iki kez düşüyorum, kurtuluşumu bir taş yığını tarafından korunan doğal bir sipere borçluyum.


V
Gençken sırtlan biçerdim ben, fil gövdeli ordularla, süt yoluna çıyan kuyruğu diyen kavimler gibi. Uzayda kanatlı kuşlar, yalan dolu vahşi üzünçlerle süslü ışıklı karanlığın oyunları böyle bir sanrıya yol açabilirdi. İnsan tanrının uzantısıdır. Ki elinde at mızrağı Afrika gibi güçlü bir kıtaya benzer!..

Keçiler adasında, Ceneviz kalyonlarının geçtiği yerde, küplere gömülü Yunan drahmileri bulmuş, Stanpoli’ye dönerek Bohem yayınevini kurmuş, Kavafis okumuş, Galata valiliğinde bulunmuştu. Galli gözlerle bakar, Gallalı kadınlarla sevişirmiş. Güzel şiirler yazarmış, meleklere ve tanrılara esin verirmiş.
Hali hazırda yüksek mahkemede dört liberal, dört muhafazakâr ve her iki yöne de kayabilen bir yargıç bulunuyor. Yunan kökleri onun dinlediği ezgilere duyguyla bağlanmasına yol açıyordu. Basralı deniz satıcılarını överdi! Şems, insanın kendisini bilmesi gerektiğini, bildiği takdirde, bütün sorunların çözüleceğini, Kâbe ortadan kalkacak olursa, bütün gönüllerin birbirine secde edeceğinden söz ediyordu. Şems öldürülmüştü. Sultanî bir şeytan. Acem bulutları geliyor doğudan, gökteki tanrıları sayıyor kâhinler. Amanos dağlarından Kalindra’ya inerken Keykavus ağlıyor. Işık oluğu. ‘Hurşit’in terazi kullanmasına karşı çıkan babası, ‘Yahudi işidir böyle şeylerle uğraşmak’ dedi. Penis kıskançlığıyla suyu yakuta çevirirdi. Pars kuyruğundan baston. Sami ovaları. Merope olmalı. Zeus’un altarından bir dilek ağacı. “Kuran’ın Araplara indirilmiş olması, kitabın içinde hiç deve geçmemesinden bellidir.” Eski bir tapınağın bodur ve yayvan taşlarına benzeyen bu kitaplara saygı duyuyordum. Bir gün okumayı öğrendim ve o gün yeni dinimi buldum. Kötü bir yapıt o kadar iyi bir şeydir ki, bir şeyin nasıl olmaması gerektiğini, bize hiçbir şey onun kadar iyi öğretemez. Ulysses’in çift dolayımsallıktan uzak salt Türkçe bir çevirisi olanaklı mıdır ki. Odyris kralı Kersepleptes’in çalınan tacı, Kerkaporte, İstanbul’un fethinde açık kalan kapı. Anlamı Samara’da arayanlar uygarlığı Eriha’da arıyorlardı. Et ile metalin birbirine girdiği protez yaşamlar. Antrim’de (İskoçya) doğanın oluşturduğu şu bazalt yığınına bakın. Alışkılar, yöneyler, düşçül, sorgun. Mercan adasında yumurtalarını ağzında taşıyan çene balığı. Hicaz, Ecyad, Fülfül ve Hindi kaleleri. Kaplumbağa sırtında duran dünyalar. İpliklerin kesişme noktasından geçen gök adalar, cüce uydular. III. Mehmed 19 kardeşini öldürtüp babasının ayakucuna dizdirdi. Filipin Tarzanları İbilakoslar ip üstünde dinlenebilirlerdi. Kobra menekşesi adlı çiçeğe kelebek, kelebek sandığı için konmazmış. Titan ormanları, Kafkafonik mırıltılar kıyı boyunca...
Neccâr, Güney Yemen. Sarmatya-Karadeniz’den yukarı Rusya. Mavi Fare ayında... Araba. Negev çölü. Aşağı Arabistan. İnsan olan boru çiçekleri. Yabanarısı avıyla geçen günümüz. Emevilerin Şam kahyası Muaviye. Siyer’de (Siyer) yazar mı, (Peygamberin yaşamını anlatan tarih dalı). Kuantum boşluklarına gizlenmiş Pers prensleri. Arzunun karanlık nesnesi. Amentü gemisi nasıl yürüdü. Shakespeare-sallanan mızrak. İyi kinci, ikinci!..

Kefernahum’a girdiler Sept günü olunca İsa hemen havraya girip ders vermeye başladı. Spiral ya da amalgam estetikle ulusalcılık gibi sorunlar. Kuzeyin giziyle yanıp tutuşan adamlar. Süngüsü düşmüş ağaçlar. Ağaçlar hışırtıları der top edip gökte bir kuytuluk bulmuşlar. Appia yolu üzerinde mi… Kerpeten ve kargaburun. Frankeştayn insana der ki: Sen benim yaratıcımsın ama ben senin efendinim! Stendhal Sendromu sanat izlenimciliğinden doğan sanat sarhoşluğu-yorgunluğu. Matematik yasaları gerçeği yansıttıkları sürece kesin değildirler. Kesin olduklarındaysa gerçeği yansıtmazlar. Oysa bizim için kesin olan bir şey gerçek olabilir. Üçgen biçimli atlar dörtnala kalktılar. Yapay ıranın mezhepler arası endemik kavgalarla savaşa susamışlığını önceleyen belirtiler. Semiramis’in, asma bahçelerinde renk eleyen kölesi. Yusuf’un gülümsemesi. Süleyman’ın onu çağıran sesi. Wittgensteni’ın sorusu: Kaç tane 3 vardır. İspanyol eşeği. ‘Alevden bir orak yalnızlık.’ ‘Dünya bakışımın biçimini alıyor.’ P.Eluard diyor. Muş. Solfejler. Aşkın ve dinin benzer yanları vardır. Din, Latince ‘religere’ bağlanmak sözünden geliyor. Aşksa ‘Asaka’ adlı bir tür sarmaşıktan kök salmış Hint dilinde… Sevgilime egzotik bir iyon demeti sundum. M.Ö. 400 yılında Atina’yı kuşatan Spartalılar kükürt dioksit kullandı. “Seviyorum diyecekti, diyecekti, dedi. / Eğer demişse, demişse, demiş mi! / Litrelerce zambak artık sevgi / Mal, meleke, metronom, metozori / Ases geldi, ases geldi, ases mi!..” Yıldıza tapan Sabiler gibi, mutfakta sodyum klorür aradım. İyon füzeleri. Sayfa genişliği. Moğaç-Boğaç Han. 6 Nisan 1930 Yarın gazetesi sorumlu müdürü Arif Oruç heyecan uyandırıcı yayın yapmaktan tutuklandı. Kunduz ormanlarından size doğru yüzlerce fil geliyor. ‘Kartalın süzülüşü, ışığın gezinmesi midir’ Apep yılanının boynunu koparma… Venüs kokusu. Kagemusha’da kahraman kendi kendisinin dublörüdür. Macar yurdunda yaşadığım macera. Kuzeyin göğe dönük odaları. İnsan kızlar. Ejderhayı öldürüp kanında yıkananlar. Salyangozlarda, mide, kalp, bağırsak ve beyin yok. Kurgul anın olasılıklar alanı içerisindeki tüm ikincil tarihsel yönelimleri kuşatan tasarım.

Kabil ölümden yanaydı yaşadı. Habil’se yaşamdan yanaydı öldü. Boğazının kesildiğini anlamadı, onu, soluk kesen şeyin; birden esen soğuk bir rüzgâr ya da serseri bir yarasa kanadı olduğunu sandı. Bir nesnenin objesi, bir objenin nesnesi. Taburenin Fransız devrimindeki önemi adında bir kitabı vardı. Cellatlar giyotini indirmek için tabureye çıkarlarmış!..

VI
Zanzibarca konuşmayı özlüyorum. Denildi, Kabil kardeşini öldürdü, Kabil’in oğlu Hanok’tu. Onun oğlu İrad, onun oğlu Mehuyael. Biz onların soyundan geliyoruz Tüylü yorganı üzerime çekip düşünüyorum. Porsuk gibi. Horasan cihetinden gelen siyah sancaklar gördüğünde onlara katıl, zira onların içinde Allah’ın halifesi Mehdi (a.s) olacak. Kişilik Yunanca persona-maske’den geliyormuş. O bizim maskemizmiş. Gerçeği eğmeye çalışmıyorum. İskender Troia’ya çıktığında, Akhilleus’un mezarı çevresinde çırılçıplak koşmuş. Kudret narı ve yılan pancarı yenir mi diye soruyor. Efraimliyim. Samariye’yi bilirim. Evrakilon rüzgârı esmeye başladı. Kültür papasıyım. Santur virtüözü. Philekynegos, Makedon ve yenilmez bir gladyatörmüş zamanında, bronz çelenkli. ‘Yalnızlıktan başka bir şey değilim artık’ yazıyormuş mezarında. Tacitus’a göre imparator Claudius MS 41-45 Fucine gölünde 19 bin kurbanın zorla oynatıldığı bir deniz savaşı sahneletir. İnsanlar başta dövüşmek istemezler, ama oyuna kısa sürede tüm yürekleriyle katılırlar. Anlıyor muyuz!.. Kör okuma en kötüsü, körlükten bile. Likenler, teutonik kan, toprak retoriği, Manchesterizm…

Akşemsettin’den paçamıza bulaşan çamur. Hidrojen peroksit. ‘Kafiyelerimle çıkarırım seni tepelere / bir kıyamet sireniyim, tırmanırım omuriliğine.’ Elektronik damarlı, bronz kafataslı insanlar. Sacramento, Bizans ya da Latin riti. Kutsal ekümenik. Doğu sinodlarının özeni, Asur zamanı. Edessa’daki Latin kontluğu. Sağır nişler. Mukarnas başlıklar. İbrahim’in kardeşi Nahor’un torunları. Şiirsel sözcük her tümcenin önüne ardına konulabilirmiş. Eşek bir an şiirleşti, ne şiirsel bir poşet tümceleri anlakta hiçbir bozuma yol açmazlar. Domestik ve presbiteryen şeyler. Halit bin Velid, Mute savaşında düşmanını öldürürken elinde 9 kılıç kırmış. Sezar sezaryenle doğmuş. İlk yıllarını bir ceylanın bakım ve gözetiminde geçiren. Profan aydınlanma, Kahire armonisi, pejoratif anlamlar, epifanik öyküler. Gece yarısına doğru bir kuşun ıssızlığa ağıt yakan ötüşü. Hemen bir siyahlığın ortasında inip kalkan bir yürek gördü. Büyük Yunanistan. Kar kristallerine benzeyen Britanya. Akamenid krallar. Uzaydaki kuantum boşluklarına gizlenmiş Pers perileri, ardında Bröton şövalyeler. Sept günü. Kötü ruh adamı sarstı ve büyük bir çığlık atarak içinden çıktı. İlk söz ışığın çevresinde dönüp duran bir hayaldi, Bruno Schulz söyler, ‘Ruhumuz bize bedenimizi sakınmamız için bağışlanmıştır.’ Malebranche der. San Remo’da ölen Vahdettin, Süleymaniye külliyesinde yatıyor. Organeller, endoplazmik retikulum, golgi cisimciği, mitokondri. Victorien aşklar. Korinthos miğferi takan Isparta askerleri. Romalı lejyonerlere ‘Marius’un Katırları’ denirdi. Yaşlanınca sırtında bir çift kanat çıktı ve bir gün uçtu gitti. Kahveyi bir Şazili dervişi Arabistan Moka’da 1258 yılında ortaya çıkardı...

Tanrı taşta uyur, çiçeklerde düş görür, hayvanlarda uyanır, insanlarda görünür diyen Tao. İbn-i Rüşt evlendiği ve babasının ahrete göçtüğü gece kitap okuyamamış. Bir göktaşı peşinde Asya’yı bir uçtan bir uca kat eden demirci ataları. Tarkovski zambağı. Çar Nikolay ve ailesi Yekaterinburg’ta İpatyev evinde 78 gündür tutsaktı. Garipur halkı. Nazım, Kerime Nadir’in Hıçkırık romanının editörü. İnsan hayvanların şahıdır. da Vinci. Yercil. Vercil. Karşımcı. Altay’dan attığım ok, Alp dağlarını aştı. Uzun kirpiklerimi bir kılıç kesti. Atlas dağlarına vardı, Şif dağlarının ardına geçti. Kelebek ateşe yaklaşınca, ateş aydınlatır, daha yaklaşınca ısıtır, daha yaklaşınca yakar. Kelebek ateşin ortasına düşünce ateşin gerçek anlamına kavuşur. Hayır, kelebek ateşe yaklaşınca ateş aydınlanır!.. Mor Gabriel manastırı. Tepelerine tırmanırken vulvan tüylü şarkılar söylüyordu. Fil dışkısından yaptığı Meryem Ana resmi Chris Ofili’nin miydi. Sanat ışığının yanıp söndüğü boş bir oda, üstünde iç çamaşırlar (ve prezervatifler-kondomlar) bulunan dağınık bir yatak ya da fil dışkısından yapılan bir Meryem Ana resmi midir. Mevlana’nın fili gibi herkes bir şeye benzetiyor. Taif’in çiğdemi, Galile menekşesi. ‘Ben düşenleri tutmam.’ Binlerce yıldır bulutlar aynı biçimi sürdürdüğüne göre yeryüzünde değişen hiç bir şey yoktur diyebilir miyiz. Sonsuz evreni, (anlağımızda yarattığı boşluğu / hiçliği) onu karşılayacak sonsuz bir tanrı duyusu doldurabilir. Pascal’a göre, çünkü inancın gizemleri, insan usunun erimini aşmaktadır. Yukon toprakları. Profan -kutsal olmayan Napoli krallığı. Graham adası 4 kez batıp çıktı. 1987’de Abd’li bir pilot adayı Libya denizaltısı sanısıyla bombaladı. Graham adası Etna püskürünce ortaya çıkıyor. Ya Lât ve Uzzâ’ya ve Menat’a ne dersiniz? (efere’eytümüllâte vel’uzzâ ve menâtessâlisetel’uhrâ). Matrix, döl yatağı demekmiş. ‘Colorless gren ideas sleep furiously’ ‘Renksiz yeşil düşünceler, öfkeli biçimde uyur.’ Su maymunu ve pençeleri arasında bir fener tutan papağan. Bir gece bir yalağın başında işe başladığını söylüyordu. ‘Başına kükürde batırılmış samandan bir taç geçirdiler; yanına Adversus annulares’in bir sayısını koydular. Bir gece önceki yağmurda ıslanan odunlar alev almakta zorlanıyordu. Pannonyalı Yohannes önce Yunanca, sonra bilinmeyen bir dilde dua etti. Tam alevler arasında yitip gitmek üzereydi ki Aurelianus gözlerini kaldırıp bakmak cesaretini gösterdi. Kızgın parıltılar bir an yok oldu, Aurelianus ilk ve son kez tiksinç bulduğu adamın yüzünü gördü. Bu yüz ona daha önceden tanıdığı birini anımsattı ama kim olduğunu çıkaramadı. Sonra Yohannes alevler arasında yitip gitti. Arkasından bir çığlık duyuldu. Sanki evrenin çığlığıydı!..’
Bitti...




*




SON İÇ ÇEKİŞ

'Tanrı yoktur ve bu açımın tanrısı da Dirac’tır’


Olanları, olmuşu ve olacağı bilen benim. Gıybeti, gaybı ve riyayı gören benim…
Metal yorgunu gezegende, çimenler üzerinde, beyaz bir yelkenli gibi süzülüyordu salyangoz. Uzakta, kırmızı gölgeler üzerinde; sonsuz çöl, çıldıran bir elma ağacı; ve suyu kırıştıran el vardı.
Anılarımız, zümrüdankanın yüreğindeki kuştur.
Gelecekte; dünün saklı olduğu bir kovuk barınıyor.
Büyük göz ağdıkça silikonların kıpırdaştığını görüyorum. Gözlendiğini anlayınca, yapı değiştiren gluonları tanıdım. Gözlerine tanrılar yansımıştı.
Eğer bir sona doğru gidiyorsak, sonsuzluğu geçmişte aramamız gerekmez mi dedim. Sözgelimi; Tanrının tanrısını…

Lesbos’ta son doğumu, okyanusların; zamanı yutan ağını, sabanla sürülmüş Eti toprağını gördüm ben.

Ve birden o; yere doğru sarktı… Boyu iki yay uzunluğu kadardı.
Mavi Venüs’ün damladığı sularda bir sessizlik tanrısıydı gördüğüm.
Nekrofil hayvanın bizlere neden güldüğünü çözemiyorum.
Ama gecelerin ardındaki deltoit şeytanı görüyorum.

Onlar, Yakup’un merdiveniyle iniyorlar
Aynada kendini tutabiliyorlar.

İşsizmin yüzyıllar içindeki tek kuram olduğunu söyledim.
Ölüs atlas çiçeğini, kuru incirler gibi kutsal otların arasından gelişlerini, gözyaşlarıyla Havva’ya yükselişlerini ve koruluklardan, kalkan ve alınlığıyla, Styks’ın salınışını görüyorum.
Hoşçakal Oregon diyen kalabalıkları, kovuğunda gizlenen taş hayvanları, altın yeleleriyle aslanları ve iyi yıldızlar size diyen insanları görüyorum.

Gülünç yücelikler içinde oyalanışlar, umarsızlık içinde yüzen kogniteryalar, hadron çarpıştırıcıları ve yeni bir cins yaratılacak diyenler var.

Maddeye nasıl davranıyorsanız, madde de size öyle davranıyor…

Rüyasında robot puma görenleri, ne Muvattali ne ben ve son soluğuyla; kuzeyin kuzeyin de ne var diyenleri görüyorum. Ölü yıldızlar ve kentler, buzevler ve piramitler, tortulaşmış, bembeyaz yüzüyle Sodom’dan gelenleri görüyorum…

Uygarlık evcilleşme, modernizm köleleşme dedi. Medyen tarafına yöneldik. Fermilab’ın tevatronu karşıladı bizi. Bozon ikizleri, spekülleme tuhafçıkları, pek şirin tanrıcıklar, önsöyümler, annemin yuvağından çıkıp, tanrının yuvağına giriyoruz söylemleri, varlayıcı ve işaretçilerdik.

Müzik tanrının düşüncesidir dedim. Bir melek ayağını denize sokabilir, bol bol insan eti öpebilirdim dün. Kâbe’yi sel basınca, şavt çekip tavafını yüzerek yapan Zübeyr gibi,
S boyunlu balıkçıllar gibi; sevişirken gözlerimden kan gelir.
Bluzunu aç ve Hürmüz boğazından geçen sincabı gör sevgilim.

İşretî gibi, Girit’de miydim, Minos’da mıydım bilmem; taklar ve geçitlerden, fener alayı ve meşalelerden, Cundişabur’a indim. İki rekatta Teb şehrine geçtim. Sardunya’ların, Korsika’ların, orkidelerin kokusunda, bir Sezar tafrasında, esse est percibi, carpe diem sesleri arasında, yedi kapılı Teb’den, üç tapir adımıyla Kaliningrad’a girdim.

Sütlerin kardeşliği ve çırpınan güzellikler arasında içeri vardığımda, Kiros silindiri, Asoka fermanları asılıydı duvarda… Tuba’nın dalları arasından uçurumlara bakıyordum, onlar da bana bakıyordu. Sonsuzluğa açılan güllerden; ateş kuyrukları vardı…

Ve birden zamanın yüzünü gördüm orada, Merope bulutsusunu, Knidlileri gördüm. Kızıl balıkçılı, Devlerin el kitabı, Şapur’un yasalarını gördüm. Multan’dan trene binenleri, İsis’in kanı, sıcak buz içenleri, açılınca kapanmaz, kapanınca açılmaz Titan kapısını gördüm.

Balçığın soluğa dönüştüğü anı, varlık ve yokluğun ikiz kardeşi; ışığı ve karanlığı gördüm. Çin Seddi bitince duvarcılar nereye gider diyenleri, olanaksız bir aşk için kır kedisinin gözlemleri, cennetin yarısını görenleri, bir tür gülümseyişi ve yüzü belirsiz olanları gördüm.

Ve yıkıntılar arasında ilâhiyi söyleyen ve gölgeleri gizleyenler arasında; uyumsuzdu karbon kuşağı, erişilmez prokyonlar, distopyalar, plâtin düşlerimiz, kahredici; o bildik atomlar değil miyiz biz diyenleri gördüm. Orada görmediğimi, orada; gördüğümü gördüm.

Ve son iç çekişi…


*


OTOPİA

Dün kral gelecek dedi, yarında kraliçe geldi, alfa beta ribozomları kirpiğini süslerken. Zaman da geriye akıyoruz, örüntüler çözünürlük konumunda, Wernicke alanı norefinefrin salgılıyor. Duygusal bellek yöresi amigdala; korku koşullanması yaratıyor, ısıl olgunlaşma istenmeyen safhada, güneşin uydusuyuz, Eridani ve Tarsis’den gelenler Elysium’da toplanıyor.

Diyor ki lektörlerimiz, başka yerde, başkaca bir yaşam yoksa, bu tanrının başarısızlığı anlamına gelebilir ve sonsuzluk yoktur, çünkü sonsuzluk yokluktur. Matuyama terslenmesi, manyetik alanın değişmesi de üstüne üstlük. Yanal simetrili hayvanlarla komşuluk ediyoruz, silüryen dönemi canlılarına ilişkin öneriler can alıcı, Varu çökelleri ve pusulalara ilişkin tezler tanrı katında.

Biliyor musunuz uygarlığımız organlarımızın içine yuvalandı, ‘Yakup otları çıldırtısını sürdürürken’ diye şarkılar söylüyor çocuklarımız, ya Sezar ol, ya yok ol tek atasözümüz, ama renk tanrısı ayrımcılık yapıyor, çiğdem sakallı, gülerek beş rakamının medeni durumunu soruyor. Mutluluk getireceği savıyla evinin girişine nal asan Haşepsut’a inanıyor musun buna, böyle batıl bir inancan var mı dedim, inanmıyorum ama, o inanmasan da mutluluk veriyormuş dedi. Geceleri evinden gelen gürültüler, boynuzlu ve yaşamaktan sıkılmış bir satirin çığlığı gibi.

Tek bir zorluktan daha çoğu, asla bir defada çözülemez; yalnızca tek bir zorluk çözülemez, çünkü sorunlar zincirlemedir diyen iki ayrı cinsiyetimiz var; doğru bir savın tersi yanlış bir savdır, derin bir gerçeğin tersi ise gene derin bir gerçektir diye savlaşan üçüncü cinsler de savaşımı sürdürüyor. İçlerinden biri atomlar temas etmediği sürece dokunmak diye bir şey yoktur dedi.

Karbonifer balina ile bir uzay yelkenlisi aquariumda çarpışsa, ikisi de yara alır, ama cansız madde ile canlı madde arasındaki ayrım burada başlar; balina kendiliğinden iyileşirken, yelkenlinin hasarı öylece kalır, ama yara ölümcülse, yelkenliyi yaşatabilirsiniz belki, balinayı ise asla…

Yaşam harflerin yer değiştirmesidir. Atomun parçaladığı kentlerden elem duyarız, çölü gümrah çiçeklerle donattığımızdaysa sevinç. Sevilla’daki servilerin altında sevişirkense coşku. Bu şarkı hepimize, gök buğdaylar ölüs hançer görüp geçti, o renk prizması senin gözlerinden kederle dökülürken, ama iris daha mavidir yaslara bürünürken ve bir sağanak gibi bedenlerimize üşüşürken neonlar.

Atlantis’de Yedi Yüzyıl ve Donkişot’un Sarışın Senyör Verona adlı romanını okuyoruz. Tuşba’dan biri gibi biyolojik şiir yazıp, kafeste mavi kanlı akrepler besliyor, ruhsallardan Elizabeth Bathory olarak körpe kanla yıkanıyoruz!.. Bizi Tarascon ya da Midyat’a nasıl bir tren götürüyorsa, yıldızlara da ruhlarımız götürecektir. Sylvan yarığından geçebilirsek eğer diyorum. Çünkü onun defterinde benim bütün organlarım yazılıdır.

Aşkın patolojisinin gerçel tanımıysa; ikicil yaklaşımın kanonik realitesiyle, algoritmik ayrıntıların simülatif akışında yüzen karmaşa; aşkın bir cinsel şiddete yol açarken, yolaklarda irkiltici kanallar barındırıyor derim.

Elektronik şiirle gözleri görmez arılara yakarı ayinleri düzenliyoruz. Tanrının varisiyiz. Köhne bir duvarın yarığından sızan, rüyalarda işitilen sesler gibiyiz. Kasru’l Hayru’l Garbi sarayında sol eliyle güvercin tutan Venüs’le, çıplak melek figürünü üç ışık yılı var ki saklıyoruz. Ay hiç kin tutmuyor bize, suevit oluşmuyor. ‘Yahşi akışlı ırmaklar önünde, nişan alıyor okçu Zenon, göğsünde titan yayıyla, inci nilüferleri gibi de çalımlı’ tek bestemizdir bu bizim.

Gelecek nisanda, henüz güneş doğmadan, koruluktan sanki görünmeyen bir Pan’ın sesleri geldi, bunun üzerine sebze meyve reyonunun önünde duran genç adama, şu yaşamda tek aradığım mutluluk dedim. Unutamayacağım bir şey söyledi; bu gezegen için çok şey istiyorsun!

Ağla Harirama, yazgımızı belirleyen Afgan hançeri gibi şarkılar söyle, deniz satıcısı Basra tüccarları, Kos adalı ahtapot avcıları gibi vandalizm ve gaddarlık dolu olsun. Evrenimiz başarısız bir model, ne yazık ki gerçem bu… Nice sönmüş gezegenler ve tuhaf asteroitler uzayın boşluklarında sarı bir ölüm şarkısı ve kırmızı bir cellat gibi dolaşıyor.

Burada cehennem başkalarıdır diyen ikinci bir Sartre’ımız da var (Almanlar diye bir şey yok ama!), tek arkadaşı da Pessoa, siyah güneşimiz kuzeyde batarken, yakındaki markette bir tezgâhtarın canına kıydığını söylemişler, hiçbir tepki vermemiş, demek ki yaşıyormuş, demek ki gerçekten varmış demiş. Üç parsek boyunca yağmur yağıyor, sevgilim tanrının gözyaşları dinmek bilmiyor dedi. Gülümsedim. Hayaletsi bir peri gibi salona ilerledim, Gavr Dağı, Soylu Masenas ve İpek Peçeli Ebu Leheb adında filmleri getirmişler. Tarihi kurdeleler, ben sıkıcı buldum. Ayağımda şeytan tırnağı var, ölünce mezarımda bana sıkıntı verecek tek şey budur diyorum.

Livonian dilini bilen bir kişiyi arıyoruz, Ned Maddrell adlı bir balıkçı geldi ama onun bildiği Manx dili, hangi dili bildiğini bile bilmiyor. Püzant’tan gelecek olanı bekliyoruz artık. Ama yaşama; Tac Mahal’de bir cumbadan bile baksanız değişen bir şey olmuyor bazen.

Bir yalnızlık baladı işte; ağaçların gölgesinde ailemle birlikte yaşayıp gidiyorum. Orada ailemin yanı başında barış içinde yaşayabilmek için aydınlığa ve karanlığa, tanrıya ve güneşe dua ediyorum. Pers doğrusu! Gülhaçlar ve mutlu korkular uyduruyor kendine.

Kastamonulu Şavur ve saraç çocuğu Baki geldi dehlizlerden, irem sümbülleri gibi koku yayıldı. Roma askerlerinin ücreti tuzla ödenirdi dedi biri, öteki de egzoz çağı gibi bir şey söyledi. Laterna orman çıvgınını saldı pencereden, bahçe çintesi de öttü çitlerden. Bakın dedim ikisine de, Osmanî bir gülümseme yayıldı üçümüze;

Bedevi çölde çadırında uyurken bir atlı gelmiş, ben halifenin muhafızıyım bir tas şarap ver demiş, bedevi testisinden bir tas şarap uzatmış, atlı içmiş ama bu kez, ben halifenin baş muhafızıyım bir tas daha ver demiş, bedevi gene vermiş, atlı gene içmiş, bu kez de ben halifenin veziriyim, bir tas daha ver demiş, bedevi gene vermiş, atlı gene içmiş, bitmedi, atlı bu kez de ben halifeyim bir tas daha ver deyince, bedevi hırsla vermiyorum, çünkü sen demiş, sümme hâşâ biraz daha beklersem; ben Allah’ım diyeceksin…

Bütün bilmek istediğim budur benim; evrenler ve yıldızsı kozalar arasında ki her şey neden bir yinelemedir? Oysa her şey yaşamı sevelim diyedir. Amin...


*


MUTANT

Karanlık laboratuvarın dna örnekleriyle dolu odasında, bellek çöküntüsüne uğramış, ancak işaretleşebilen deneklerin beyaz gözlerinden içeri giriyoruz. Karbon ayak izlerimiz plazmaya yansıyor, vorteksle çıkıyoruz ve orada uçsuz bucaksız metal kompleksler, bir düş dünyasının garip hayvanları gibi parıldıyor. Organik güneş hücreleriyle el eleyken, bir axolotl geliyor ve ‘Aklın Gözü’ adlı cinayetlerle süslü filmin başladığını ve neon ışıklarıyla bezeli koridorda ilerlememiz gerektiğini söylüyor. Kırmızı ahşap uduyla bir dilenci, olduğundan uzun görünen boyuyla merdivenleri iniyor. Gödel ve Escher’in duvara yaslanıp uyukladıklarını görüyoruz ve tanrı anında yanı başlarında belirerek, onların ölümsüz birer buzdağı yolcuları olduğunu söylüyor. Işıklar soğruluyor ve köşeyi dönerek ‘Hidrojen Yuvaları’ adlı bölüme giriyoruz; çocuksu bir müzik sesi geliyor kulağa, metalhidrür tozları güneşin önünü kapatarak gecenin başladığı imasında bulunuyorlar. Karanlığın altında hidrojensiler ağlamaya başlıyor.

Bitimsiz tutsaklıkta bir hipopotamı ve birkaç yaban öküzünü ‘Yıldız Paragrafları’ adlı kitabı okurken buluyoruz, ‘Slalom Paraşütleri’ ve ‘Dağın Doruğundaki Güvercin Gurultuları’ adlı orkestra eşlik ediyor onlara… Sıvıcıl konumdaki Makedon dağına doğru ilerliyoruz, metan-sezyum akıntıları ve ilkel bulamaçlar sızıyor çevreye, yamaçlarda Augyllar uyuyor nedense, içlerinden Salomon Devi adında olanı bize doğru dönerek ‘Uyku nitelikli ve denetlenebilir olmalı’ diyor. Sismik kıpırdanmalar da hoş karşılanmalı’ diyorum karşılık olarak. Bu kez; ‘Öyle görünüyor ki orada, bulunduğumuz mağarayı gözetleyen, gerçek bir harita var ellerinde’ diyor. ‘İyi de, termiyonik yüzleşme, elektronik yalıtım ve ayın ayı dünyalar neden bu denli tutarsız ki’ diyerek gülümsüyorum.

Yürüyerek intraparietal bölgelere geliyoruz, Xochimilco gölü uçsuz bucaksız dalgalanıyor önümüzde, gümüşümsü beyazlıkta, irisleri alevsi gölgeler kuşatıyor çevremizi… Ün sayımındaki algoritmalar, olgulayım ve omurilik etkinlikleri geçiyor bir bir, tümünün ilkinsil bir öngörüm sınırında olduklarını anlıyoruz. Ve bir hışım ve görküllükle konferans salonuna giriyoruz.
Planaryalar bizim atalarımız. Morfalaksis rejenerasyon kabul gördüğü için, Beluga balinası, ses dalgaları, Estonya balığı ve tanrı parçacığı hydralar en değerli besinimiz durumunda; seminerin özü buymuş. Hayaletler kimi frekanslardan geçemez, flamentiler ve membranlar dekabristler arasında sayılırken, serebral kortekste başvuruların baş edilmez biçimde çoğaldığı anlaşılıyor. Bu yüzden Goblet hücresi, valvüller ve frontallar yakın destekçilerimiz oldu. Aşkı arayanlar için irem kulüpleri kurduk diyenler meğer devrim peşindeymiş.

Bir firavun dirseği uzaklıkta, deniz tavşanları ve bir kubitlik yaylar ortalıkta dolaşırken, bir kirâh, bir çuvaldız büyüklükte karbonhidratlar öylesi kayıtsız kalıyorlar ki şaşılası şey bu bizim için. Oysa büyük bir hareketlilikten söz ediyordu beynimiz tv’leri. Bu durumda Boltzman sabitinin tek çözüm olduğu konusunda birleşiyoruz. İnterferometreler, mozaik yongaları, bir Kelvin, bir mol ölçeklerde, mutluluk istencinde ilk sırada, ama genel bir çözüm gerektiği kesin bu sorunsallar için.

Yalnızca hidroyitlerin umarsız olduğu anlaşılıyor bu dünyada, tentakülleri var kanatları yok, kanatları var dokunaçları yok onların. Erboğa ve Eta Kova deneyimlerinde başat sıradalar. Antares göktaşı yağmuru ve silikon döngüsünde; tüycüksüz ve isimsiz dolaşım tarımı onların üzerinde kalmış. Duyunçsuzluk bu, yaşamak onların da hakkı; hani adalet, hani eşitlik, hani tanrıydı diye milyonlarca sanal gölge gösteriler düzenliyormuş. Bu durum bize garip gelmiyorsa da, yapılacak bir şey yok artık diyebiliyoruz… Son olarak onlara, yarın geçtiyse de, dün toplanarak, birlikte durumumuzu görüşebiliriz dedim. Birden sesler kesildi, çok sonra bir mutant ‘Anlayamayacağınız bir zamanda geçti, burada anlattığım öykü’ dedi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder