11 Mart 2010 Perşembe

ÇEVİRİ ŞİİRLER / BİR BİZDEN BİR ONLARDAN




JORGE LUİS BORGES
*
BARUCH SPİNOZA

Altın bir sis, Batı Avrupa'yı ışıklara boğuyor
pencerede. Şimdi, tüm titizliğiyle el yazmayı bekliyor o,
değerinde, sonsuzca ağır gelen.
Birisi Tanrı'yı doğuruyor karanlık kupasında.
Tanrı'nın nedenselliğidir bir adam. O bir Musevi.
Elem dolu gözleri ve sarı yüzüyle
Zamanın yükünü taşıyor kitabının yapraklarında, sızıyor
damla damla ırmağa, başı sonu olmayan sulara,
sonsuz bir akışla. Yorum yok. Görkemli ölçüp biçmelerle
biçimlendiriyor o Tanrı'sını, büyülerle.
Sağlığı bozulalı, hiçliğe kapılalı beri, Tanrı'sını kuruyor o,
paylar verip sözcüklere. O öyle tanınmış, kabullenilmiş
biri değil, görkemli bir aşık. Umut aşkın varlığıdır
demiyor o, aşkın varlık olduğunu, biliyor o.



 
   
*



LANGSTON HUGHES
*
TAMBOURİNES

Tambur!
Tambur!...
Tambur!..

Zamanın görkemi!
Tambur,
Tanrıdır!

İşte gerçek bir haykırı
Ve gerçek bir şarkı:

Yaşam kısa!
Ama Tanrı sonsuz…

Tambur!
Tambur!
Tambur!

Bu bir çağrıdır!..
 


*


CALLİSTO

Babel'i irrite eden planetlerde bowling oynuyoruz.
Parabolik bir eğri çiziyor siliyer ve iris.
Üveit tabakası ayın içlerine doğru gidiyor.
Eşikte kapitülasyonlardan söz ediyoruz.

Güneş sisteminin sınırında, stres altında yaşayanların
Lugero etkisini düşünüyor Helios...

Helyopoz gülümsüyor.

Yıldızlararası uzay diyoruz, ne gülünç, ne gülünçmüş
Ne büyük bir yanılsama değil mi Techne!

Paleologlar gerçeği çözdü, Kiropedia'da yazılıyor olanlar.
Beş sigma düzeyi besin ağları, Go canlıları
Hidrotermal uçurumlar, teleport ve ağlar...

Bulutlardan beyaz, tan atımından diri
Ve gün batımı denli üzünçler veren Gallipoli...

Günah çıkartma katedralleri, siy'ak delikler
Maddeyi içine çeken, püskürten, görünmeyen gerçekler.
Parodi evrenler, yurtluklar, yansımalar, gökadalar...

''Yeryüzü bir sınav yeridir, gerçeklik başka yerde
Gerçeğin olmadığı yerde, nasıl var edebiliriz gerçekliği...''

Makyavel geldi!..
İşte format çağları, eşyanın duru tadı
Hamam böcekleri, Kafkalar
Örücü, bükücü Argonotlar
Tuğrul kuşu, amipler
Ufuklardaki us yorucu!..

Zaman yaşamdan değerli
Delice isterler, duyu bahçesi
Satrap Ardeşir
Sonsuzca ayakta duran ölümsüz Bukait.

Boşluğun yansısını yankılıyor Ardıç kuşu!

Evren; dönen, sonsuzluğu içine çeken, kıvrılmış
Kıvrımları savrulan, iç bükey ve dış bükey bir aynanın yansısı.

Yokluğun varlığı...




*




KLONİA

Magmaların içinde yüzüyorduk, ansızın patlamalar oldu, erimiş kayaçlar üzerimize doğru geliyordu. Çoklu evren kuşaklarının içinden geçiyor ve akıntıları bir bir yutuyorduk. Saydamsı, denizel alevler çevremizi sarıyor, elmas mavisi küller gözümüzü alıyordu. Bulutlar art arda çoğalırken, kompozit, volkanik koniler alçalıyor ve uzaysıl çevremizde konveksiyon akımlar dolanıyordu...

Kıtalar birbirine yaklaştı, mezosfer ikiye katlandı ve litosfer ön sıraya yükselerek, radyasyon kümeleri dalgalarla yağdı ve işte artık okyanuslar vardı. Derişimler ve ornilux cam ortaya çıkınca, buzul çağları görünerek; elektrokromizm prizmalarla geldiler ve serpantinel gözyaşlarıyla, indiyum ve niyobyimu körüklediler.

Bir zaman sonra biyofarmasötik çağ süzülerek araya girdi; hidromobil, regolitler üzerinde gidiyor, dendritik Tavas kurbağası, kozmirajik sayrılıklara iyi geliyordu.

Yıllarca yıllar kadar yıl sonra, göğün gözlerinden Ceres ışır gibi oldu. Kuzey Tacı hızla üzerimize doğru geldi ve aracımızın penceresinden baktığımızda; Altair'de bizi karşılayanları görebildik. Uçsuz bucaksız şenlikler, devasa gürültülerle, alkışlar yankılanıyordu. Büyük bir mutlanla, plazma denizlerine indik. İkizlerimiz, üçüzlerimiz, beşizlerimiz, coşkuyla bizi kucaklıyordu...

Yalnız değildik!..



*



KARGIŞ

Hepimiz, görünmeyen kulelere, ejderhalara, denizlere, meleklere, çocuklara, ırmaklara, kulübelere, kadınlara, kuşlara, yıldızlara, şeytanlara, erkeklere, bulutlara, kentlere ve tanrılara düşmanız!..



*



SANAT NEDİR?
Sanat nedir... (Örn.) Evrensel yaradılışın anlamıyla, yaşam arasında bağ kurma çabası; ve bunu kesenkes mutlanlı bir gerekçeyle ilişkilendirme kaygılarının dışavurumudur. Bu anlamda bir kutsama, bir mutlulamadır... Ama bu olanaksızlıklar, sonsuzluğun getirdiği acımasız yetersizliklerin yansıttığı ulaşılmazlıklar içerir. Bu bakımdan sanatçı -tamda- ölümsüzlüğün ölümünü, en uç boyutta algılayan -duyan- kişidir. Sanatçı, ölüm karşısında ölümsüzlüğü, haksızlık karşısında; sonsuz bir eşitliği özler. Ama dünyada bütün bunların eylem dışılığını, dahası bir ütopya olduğunu yaşayarak görür. Ve bu noktada insansı eşitsizliğin ezimiyle, soyut bir kavram olan, 'Tanrısal eşitliğin' özlencine kayarak, bir trajedinin içine sürüklenir. İşte sanatta bu noktada başlıyordur. Çünkü sanat; gerçek eşitlik-güzellik arayışı ve hiç bir zaman ulaşılamayacak ütopya, başka bir deyişle, ölümsüzlüğün ölümüdür. Sanatçıda bu trajediyi duyumsatacak çok az alan olduğu için, -doğal bir seçilmişlik içinde yaşıyor varsaysa da- yapıtı ve yaptığıyla kendini öldüren kişidir... (Suçlu, suçuyla zaten cezalandırılmıştır.  Sakr el-Cinni.)
 



*




İZEGKRAP
(05.07.2013)



Hayyu Kayyum bir gecenin sabahında, Nasr olanın, Kohen soyundan yaratılmışlarıyla, Burûc olanın burçlarında, Eyke ve Kenz duaları, Mergad ilmiyle, Lian ve Ledün'ü heceleyerek, Zihar olanın yoldaşlığında, Rikâk olana kucak açıyor ve sekerek, kekeleyerek tüm aleme hakkaklık, tüm evrene hattatlık yapıyorduk. Şirk koşanın ellerinde, fotovoltaik enerjilerle çoğalıyor, parite simetrisinin rüzgârıyla, karayel türbinlerinde sönüyor, mezonun asimetrik davranışı, kaonlar ve sepsislerin yığılarak, deniz tavşanı, kaya tuzu ve algler, peygamber develeri ve borhidrürlerden parabolik aynalara yansıyarak, derin uykulara dalıyorduk. Türbinler, otoklav bir yamaçta, Huntorf enerji ünitelerini arıyor, tripler teknoloji ve instagramlar, rezonatörlerle, gün boyu tüm ölümsüzleri Vanguard uydusuna taşıyordu!..

Katışıksız boşluk, saf ve diri madde dolduruyordu odaları, atıldığımız adalarda, göklerden sülfürsü bulut, kar kristalleri gibi yağıyor, paraşütler sayılmasız yağmur damlaları gibi, sanki üzerimize 
ağıyordu. Düşünsüyor fallus fungus bulgusu, amen diyoruz artık, anlamsız-ölümsüzlük çağlarına!.. 
Holmiyum çocuklarıyız biz! İnsanın kulu... Rekonstrüktife geleceklere adanmış, kronik tümör, trombosit ve mutluluk sinapsının eğimlerine, oleoresincapsicum zamanlarına doğru yalpalamıştık, simetikonsumuz ölçülemiyordu, yalanın imana dönüştüğü, kadril gecelerin kabartılarında, görkül tüylerle aldanışlarımıza tapınırken...

Sümer sarı göğümüz, Akad çarpan ayımızdı bizim. Bonapart ve Elbe nerededir, Kimmer kimlerdir, mabut ne, biz kimiz, geleceği oyalayan tarih boyunca, neden Bovary'nin sırt yüzgeci Emma'yızdır hepimiz!..
İkili kamer, protaktinyum ve küryum tapınaklarına savrulduk, paralimpik çağlayanlar, ozon dağları,
güvenç çizgisinde; kardiyo relaksıyız diyerek çoğalıyorduk.
 İkonoklastlar, Sodom ve tuzla beslenen canlılara imrenmeli miydik, My Heart kuralı yürürlükte, bir umudur bu mu demeliydik?.. Beden, giyilebilir bilsaya uyumsuzdu ama sicim teorisi, çoklu evren, örgenleştirme gözyuvarlarımıza  yetişti!..

Kip apolojisi, gürültücü Micronecta böceği ministry oldular.
XV.Louis'nin 'Apre moi le deluge'
'Benden sonra tufan deyişi'ni gene çağırdık. Vikont salınım vektörü ve
Kâbe yeşili peyzajlarımızdı. 
Sirenişçi teknokrat, şekel ve Yahudi romanları çok okundu, 'Kölelerin kafesini aç geleceklerdir' kirişi tek mottomuz oluyor, hidrojensi eseme, kurullarımızı sarsıyordu!.. Kapitol'de kargaşa, Baktria'da ölüler, ufukta Proudhon'un şubatı ve işte yenileniyor Tanrı ve meleklerin adı diye umutlananlar vardı!
Kozmik anılarımız, depresifimiz ve Hubris sendromu saltık kibrimizdi.  Ufa'daki Aliye okulu kapanıyor, Orenburglu kartel, Junkerler ve Tsushima savaşını unutmamız söyleniyor, anlağımızda salt Denikin'in barışını okumamız isteniyordu.

Tümü, hiper simülasyon ağı ve biz onların sonsuza dek 'Urbanlarıydık'. Ne yapmalıydık, ne yapmamız isteniyordu?.. Siber ve siborglar dil yuvamız, simulakrlar yineleme tuzağıydı. Olumsuz-Ölümsüz ve işte noktacıklar, görkül değişkensilere yol açıyor ve olanları biliyorduk. Bitler, bilitler, Apşeron meseli, ölüs pars deyisi ve tüm yaşarlar kavramsal aşkınlığın üstünü çiz diye bağırıyorduk, tozanlarımız, atom ve nötronlara paralize oluyor, istemsizce karşı çıkıyorduk istemlerimize!..
Gölgelerle konuşuyor, dalga dalga kurt deliklerine savruluyorduk, peşimizi bırakmıyor, her deliğe, her kovuğa girip çıkıyorlardı. Biz kimdik, biz ne idik, bütün bunlar ne, olmuşlar, olanlar ve olacaklar; Ne olacak?.. Ve bütün bunlar, ne olabilir diyorduk!..

'Kuyruğumuzu yiyerek ürüyorduk.'

Ve işte, şeylerin yokluğunda, Tanrı çizgisindeydik artık ve sonsuza dek, yakarılarla Yaratılabilecek, Yaratılmış ve Yaratabilecek olan, o eşsiz töz; Bizdik!..




*




İZEGKRAP
(03.07.2013)

(Hayyu Kayyum
Nasr, Kohen
Burûc, Eyke
Kenz, Mergad
Lian, Ledün
Zihar, Rikâk.)

Katışıksız boşluk, saf ve diri madde, dolduruyor odayı.
Kronik tümör, trombosit ve mutluluk sinapsı direncin.

Sülfürsü bulut, kar kristalleri gibi ağıyor
Düşünsüyor fungus bulgusu, amen diyoruz.


Göz yaşlarımızı tutamıyoruz.
Manyetik otobanlarda, heliosfere doğru gidiyor
Mançurya'dan, Baltık kıyılarına
Oradan Vostok denizine savruluyorduk.
Przewalski atının yularından tutuyor
Apis'e yazık olur, bir zamanlar ilâhtı diyorduk!..

 (You distant stars, my fetish and spritüel desires.
 Kiss my whole body and cosmic eat your soup.)

Sen uzak yıldızlarım, fetişim, spritüel arzularım
Bütün bedenimi öp, kozmik çorbanı iç.

Holmiyum çocuklarıyız biz
Rekonstrüktife.

Lüks ve lüks ötesinde
Oleoresincapsicum çağı
Simetikonsumuz ölçülemiyor.
Bonapart ve Elbe!..

 
Sümer sarı göğümüz, Akad belki ayımız.
Bovary'nin sırt yüzgeci bir Emma'yız...


İkili kamer, protaktinyum ve küryum
Paralimpik çağlayan, ozon dağları
Güvenç çizgisinde; kardiyo relaksıyız!..

 
İkonoklast, Sodom ve tuz
My Heart projesi yürürlükte, bir umu
Beden, giyilebilir bilsaya uyumsuz.

 
Sicim teorisi, çoklu evren, çoklu görevlendirme
Kip apolojisi, gürültücü Micronecta böceği.

 
XV.Louis'nin 'Apre moi le deluge'
Benden sonra tufan deyişi
Vikont salınım vektörü.

 
Sirenişçi teknokrat ve Yahudi
'Kölelerin kafesini açın geleceklerdir' kirişi
Eseme kurullarını sarstı!..


Kapitol'de kargaşa,
Baktria'da, ölüler,
Ufukta Proudhon'un şubatı.


Kozmik anılarımız depresifimiz,
Hubris sendromu saltık kibrimiz.

 
Ufa'daki Aliye okulu,
Apşeron yarımadası
Orenburglu kartel,
Junkerler
Tsushima savaşı,
Denikin'in barışı
Tümü, hiper simülasyon ağı.


Siber ve siborg dil yuvamız
Simulakrlar, yineleme tuzağı.


Olumsuzluk
Ölümsüzlük
Noktacıklar, görkül değişkensi
Bitler, bilitler.


Öğretiler, kavramsal aşkınlığın
Üstünü çiz


Ve işte artık
Şeylerin yokluğunda
Tanrı çizgisindeyiz.



*




'İZEGKRAP'
PARKGEZİ

Bunuel'in ikonoklastı, bahar ve ölüm sıcaklığıyla, Agatha ya da modern bir çığlık düşünde, Nefertiti'nin gözleri, yeni biçem verilmiş Modman Jesus ve eril Mandonna'yla, sonsuz satranç oynadığı hermafrodit yoldaşı ve elinde haçlı kemanı; sanat usdışı, yaşam mantıksız mottosuna sarılarak, gezegen içindeki dünyayı yanına çağırıyor ve kedi insan ama insan kedi diye bağırınca, atın ölü olduğunu ve yeryüzünün de döndüğünü kanıtlıyordu. Bir orsiklet Fellini'ye baş kaldırıyor ve orada tozlu, yılan dili gibi bir şey; ben toprak değilim ama gerçekte toprak benim diyordu... Gezi Parkı ağlıyor, ağaçlardaki sincap heykele bakarak kızılderililere paranın yenmeyeceğini söylüyordu. (Digito ergo sum, pilgrim violin, chess infinite, earth in earth, ars irrational but vita unreasonable, Hitchock or scream modernismo, spring and death Caravaggio) Cadde-i Kebir sincap görene kadar ağaçlandırılmalı ve at ölü çünkü human konstruktvisttir diyordu. Sinarit balığı gülebilir, yüz devrim yapsam grafitiyle Zeus anıtına yazmam diyen teyzem, Kanalbul'a gideceğim ben, Stanpol devleti nerede, Argentina dostlarım, Argentina, resmi tarih işte, bak işte, '(Başka dünyaların egemenliğine doğru...) / Hatırlamıyorum ülkesinde, üç adım atıp kayboldum. / Çünkü başka adım yok, öteki ayağımı unuttum. / Anne, ben kimim? / büyük annem var mı benim... / Annem, babam, / ya kardeşlerim... / Kapıları çalmadan toplamışlar onları; / Çocukları size satmışlar / Hiç soru sormayanlara / Parası olanlara!.. / Anne, benim annem kim? / Küçüğüm, tarihi katiller yapar! / Annen, baban yok / Plazo de Mayo'yu unut / Perşembe'nin Delileri kim sorma! /
Öğren bunları!.. / Hatırlamıyorum ülkesinde / Öteki, / Adım, / Unuttum!..' 
Ah ne kadar sıkıcı, ya demek öyle dedin ha!.. Bak yahu ne dedim ki ben, dedim mi; Adam çölde sağa sola bakınırken birden devesi yok olmuş. Suyu, ekmeği, her şeyi kaybolmuş... Umutsuzca, karabasanlar içinde uykuya dalmış. İçini de bir ölüm korkusu sarmış. Bir zaman sonra çaresiz uyandığında, bir de ne görsün, deve baş ucunda duruyor! O kadar sevinmiş ki, 'Allah'ım, beni sen yarattın' diye haykırmak istemiş, ama dili sürçmüş, 'Allah'ım, seni ben yarattım' deyivermiş!.. Velev ki şeriata göre, gerçekte olsa, olmasa da, kulun dili sürçse bile, 'Aziz ve Celil olan' bunu hoş karşılarmış. İşte müselmanlık böyle bir hoş görü diniymiş evvel zaman içinde! Ne dedim ki dedim; Barış süreciyle, direniş süreci yan yana! Demokrasi istekleri bitmez, (domino teorisi gibidir, artık evren gibi genişleyeceksin, yoksa çökersin dedim) yavaşlarsa hükümet düşebilir, levanten çocuk diyorum, sen üç yüz yıllık topraklardan gökyüzüne bakıyorsun, Delaware'de en eski kitap kaç yıllık Meryem'in oğlu! Efes'te pilgrim ol, imansız köpek hükmü dinlese, güvercin güve mi öldürür! Senin dünya dediğin, barbarlığın pazarlandığı, insanlığın gammazlandığı Hollywood diye sarışının yüceltildiği bir gaita piyasası. Hasır taburelerde otur, AsiisA dediğin Antakya da peygamber oldu, gamlı baykuş seni dinliyor! Orası dünyanın aynası, tanrıyı yadsımak ve insanlığın ifritin kollarında uyuması, bugün gorillerin yanında yatıp kalkıyor olmamız, Özgürlük Heykeli'nin tacındaki dikenlerin tinimize batmasındandır ve gerçek gerçekten gizleniyor kafirun yollarında Leventolarado! 'Noli me tangere' de bakalım, iao oai, domuz eti mi yedin, kokoreç kapitalizmi; bağırsaktan en yüksek kâr nasıl elde edilir gibi, utançsız kazanmanın gizi, Marks kokoreçizm dese her şey daha iyi anlaşılacaktı belki, nedir bu ayo gayo azizim!.. Hepimiz kuyrukluyuz, bazılarının kuyruğu asasıdır, bazılarının kasası, kuyruğun ne ki senin, sübyanın var mı ki! Bak ben şimdi ne diyorum; 'Gezi Parkında Dolanıyorum, Yitirdim Cennetimi Aranıyorum, Senin Selamına Güveniyorum, Gel Otur Yanıma Hallerimi Söyleyim, Halimden Anlamıyor Ben Onları Neyleyim, Gezi Parkından Gelsin Geçilsin, Kurulsun Masalar Şarap İçilsin, Herkes Sevdiğini Alsın Gezilsin, Vurma Behey Vurma Ağaçlar Ardına, Kimseler Yanmasın Benim Derdime, Gezi Parkında Defne Gülüm Var, Hey Allah'tan Korkmaz Sana Ölüm Var, Ölüm Varsa Bu Dünyada Zulüm Var, Gel Otur Yanıma Hallerimi Söyleyim, Halimden Anlamıyor Ben Onları Neyleyim...'  E bak ama, bir gün Bohr ile Einstein kırda kuantum kuramını tartışarak geziyorlarmış, tartışmanın hararetli bir anında, karşılarına ayı çıkmış, Bohr, hemen ayakkabı bağcıklarını sıkıca bağlamak üzere eğilmiş, onu izleyen Einstein "Yahu Niels ne yapıyorsun, ayıdan daha hızlı koşacağını mı sanıyorsun?" diye sormuş, Bohr'da "Hayır Albert, ayıdan daha hızlı koşacağımı düşünmüyorum, yalnızca senden daha hızlı koşmayı düşünüyorum" demiş! Bohr 'la değilse de Einstein'la çok iyi arkadaşızdır Levent!.. Çağımızda bir çocuk az, iki çocuk fazla, 'avm' istemiyoruz, hayvanda yiyor, karnımız toksada her yerimiz aç, şiir dinleyerek ruhumuz, Kuran dinleyerek gönlümüz doysun istiyoruz! Deli İbrahim kanalı istemiyoruz, köstebek yuvası kent istemiyoruz, melez Malezya istemiyoruz, dünyanın en arkaik kentine, kanal açan pamuk çeltiğimi sulayacak!.. Her adımda Deli Dumrul köprüsü istemiyoruz, kentin bekaretini bozan gökdelenlere iman mı edilecek! Batıda kiliseden yüksek yapı yok, varsa kilise yok! Peygamber, bugünleri görse, Kuran'a yeni hükümler eklerdi! Düşünen bir toplum istiyoruz. Yönetilen bir toplum istemiyoruz!.. Arzu'nun karanlık nesnesinin canı sıkılmış ama; 'Vezüv gibi yanan ağzından inip, gövdeni; bacakların çıktığı yerlerini okşadım! (Bir atmaca gergin kanatlarını topladı, çayıra daldı.) Sağrını öpüyordum! (Bembeyaz göğüslü minicik toy kuşunu, havaya kaldırdı kuş.) Kokun çıldırtıyordu! (Ufacık bir tipi gibi, tüyler döküldü kuştan.) Alev alev yanıyordum artık ben! (Otların üzerine düşen tüylerin ışıltısı, parıldıyordu güneşte...) Benimsin diye haykırıyordum!.. Ahh ah, beyaz yeleleriyle ölümsüz bir Yunan tanrısı gibiydi, sessizliğin sesi, susarak yaşıyordu sanki, değeri bilinmedi demeye gerek yok, değeri bilinenin değeri ne ki, değeri bilinmeyenin değeri?.. Değer, belki de göklerin terazisi!.. Levent, geçenlerde erguvanlar eşliğinde, yandan çarklı vapurla boğaz turuna çıktık. Tam dönüyoruz derken, kaptan Karadeniz'e çıkmasın mı, ne yapıyorsun dedim!.. Bir sürprizim var dedi, az gitti uz gitti, bir körfeze girdi. Bak dedi; Erguvanlı olana, Öküz Geçidi derler, bu avret gibi namütenahi uzanan 'Koyun Geçidi!..' dedi. Namütenahi dedi Levent, namütenahi dedi! Boğaz varken kanal mı açılır dedim, açıldı dedi, halk arasındaki adı; Deli İbrahim kanalı, yahu az önce söyledim duymadın mı dedi!.. Kim demişti yahu? Neyse, ben Müslüman adamım, haklılar dedim. 'Körün istediği bir göz, Şeytan vermiş iki göz!..' Kaptan öyle bir kahkaha attı ki, uyandım! Düş görmüşüm!.. Motosiklet yolda birine çarptı, kimse yardıma gelmedi diye insanlık öldü mü diyor sihirvizyon! Her zaman söylüyorum bunlar halk düşmanı, oryantal terbiyeye göre; insanlar başına toplanacak, çığlıklar atılacak, ehli Müslim bir oto duracak, kazazede karga tulumba bindirilecek, biri son soluğunda yüzü gülsün diye ağzına duman verecek filan! Bak, bedenim bir tane ama bir adım sonrası için sonsuzca açılım yapabilirim! Her insan bir dünya ama avuç içi kadar acılarımız, bu büyücül dünyayı yıkıyor nasılsa, aslanı arı haklıyor, arıyı rüzgâr!.. Ne var kardeşler ne var!.. Hindistan'da, müslümanlar 'bir inek öldürmüş' diye yaygara çıkarsa birkaç dakikada bin kişi toplanırmış, Müslümanlar 'bir insan öldürdü' diye yaygara çıkarsa ancak bir kaç kişi toplanırmış. Çünkü inek kutsal ve tanrı katında sayılırmış!.. Sözü biraz uzat, anlaşılır olma, anladığını yine yine, ne diye okur ki insan!.. 'İnsan olmak erdem gerektirir, kimse tek başına ben insanım diyemez, gradosu olmalıdır kişinin ve insan olmak ulaşılabilen bir şeydir. Aksi yani insanlıktan uzaklaşmak içinse, bir şey istenmez, hiç bir şey aranmaz insan olmamak için, kötülük yapmak, insanlıktan çıkmak için istemek yeterlidir, ama insan olmak için onu istemek yetmez, deyim yerindeyse başkalarının onayı ya da iyilik ve insanlığınızın kabul görüyor olması gerekir. Az gelişmişliğin olduğu bir yerde, yaşadığınızı anlamak istiyorsanız, tek bir şeye bakmanız yeterlidir, herkes kötü olanda kolayca hemfikirdir, asla kavga etmezler yerden yere vurma konusunda, ama bir şeye özüyle sözüyle 'İyi' demeye kalkmayın, diyen bir süre sonra sözünü yadsıyacak, karşı çıkanda yok o kadar da kötü demek istemedim demeye başlayacaktır. Ayrıca bütünüyle kötü ya da iyi demek gibi mantaliteden yoksun, içerikle bağlantısız, boşlukta dönen, deyim yerindeyse sudan bir bakışı, zahmetten uzak, sonu eğlenceye varan ve volümü değişmeyen bir alışkanlığı vardır. Az gelişmişlikte hiç kimse ne dediğini tam olarak bilemez, sözcüklerin çevresinde döner dururlar, çünkü gerçeğe, eyleme ya da yaşama bakarak değil, ne söylemeleri gerektiğine bakarak konuşurlar, bu yüzden düşünceler temelsiz, kanıtlar inandırıcılıktan uzak, eleştirilerde bağlamlarından yoksundur. Az gelişmiş toplum, yaşamın ve gerçekliğin hemen hemen dışında, gördüğüyle değil görmek istediğiyle bütünleşir, onunla iç içedir, eğrisiyle doğrusuyla esemesi, işin özünden uzaktır. Bu yüzden ona illüzyonlar sunmaya gerek yoktur, o tansığı bizzat kendi eliyle yaratır. Us dışı ve inanılmaz olanda budur, kendi illüzyonunun bulgunu, bizzat ona kapılması istenen, onun için uğraş verilen toplum ya da kişidir! Sonuç olarak az gelişmiş toplumu yönetmeye gerek yoktur. Bundandır otorite de alabildiğine içe kapanık, durgundur!..' Çok uzattın ama, yine de diyorum ki, diyor o; Grek ve Latin kültürü, orta doğu ve Afrika uygarlığının tilmizidir, batı bizi aldattı!.. Öyle olsa ne değişir, kültürün anayurdu yok ki! Bologna'ya git, dünyanın ilk üniversitesi yazıyor kapıda, Harran'a gel, a'şirret dünyanın ilk üniversitesi bu toprağın altında diyor! Luksor'a gelince rehber yeni bir müjde verecek! Sorun ne? Grek kültürü bizim diyememek... Homeros biziz diyebilseydik, bugün yerimiz barbarianın üstünde olurdu Zizek! Solon, Demokritos hep bu toprağın insanı ama Grekçe bize yabancı, Fuzuli, Hafız, Gazali senin dilinde mi yazmış! Mıgırdıç Margosyan Türkçe yazdı, Sadık Hidayet İsveç'te oturuyor, Ergenekon Gobi çölünde kaldı, Hatayi Yavuz'a kılıç çekti, tümü bizim, Homeros'a gelince gâvur İzmirli! Kılıç çektikleriyle aynı sofraya bağdaş kuran kim?.. Arkadaşlar, imparatorluğumuz içerden ve dışardan kuşatılmıştır. Yedi düvel bize göz koymuştur, ama gerçek sorun içerdeki hainlerdir, onlar Samsun'a çıkıyor, Ankara'ya gidiyor, bizi bölmek hatta yok etmek için hile ve desiseye başvuruyorlar, hilafete karşı çıkıyorlar, Frenk işi bir hokkabazlığın yönetimini kurmak istiyorlar, biz her şeyle baş edebiliriz, Viyana'dan Fizan'a kadar kılıç salladık, atalarımızın yüzünü hiç bir zaman kara çıkarmadık, ama bugün bizi kâfirler değil, içimizdekiler yıkmaya çalışmaktadır, işimiz zor ama Tanrı yardımcımız olsun!..  Bu tümce bugüne uyarlanınca bir çelişki ve de komedyadır. Ne anladın sen bundan,Yazılı Gazel 1966'dan; '  Hiçbir şey anayurt gibi olamaz. Hatta / binici bile. Yüce tan vakti boş alanda, /  rehberlik eder bronz bir savaş atına / akarken zaman, ne bronzdan, ne de / başkalarından çekinir. Ne de israf ettiği / savaş küllerinden Amerika’nın ovaları /etrafında ya da kalan bir dize veya bir / serüven üzerinde o da değilse tamamlanmış / bir hayattan kalan bir anıda onların / görevlerinin dikkatli egzersizlerinde. / Anayurt gibisi yoktur. Ne de onun bayrağı / gibi. Hatta zaman bile yüklü mücadeleleri / ve tahribatları ile sürgün sonrası, bölgelerin / ağır ağır yerleşen insanlarıyla, / alabildiğine uzanarak seher vakti ve günbatımından / içeri, ve daha da yaşlanan yüzler ile kararmış / aynalarda, isimsiz kararmış ıstıraplara katlanmış / bütün gece şafak sökene kadar, ıslanan örümcek / ağı ile siyah bahçeler etrafında. Anayurt, arkadaşlar / bir yasadır, dünya döndüğü müddetçe. / Anayurt gibisi yoktur, fakat biz, hepimiz eskiden ettiğimiz / yeminlere sadık kalmalıyız. Bu centilmen insanlar / ant içmiştir en iyi Arjantinli olmak için doğdukları /evde alınan yemine. Biz bu adamların geleceğiyiz, / hatta bunların ölümlerinin gerekçeleriyiz. / Görevimiz fevkalâde ağırdır. Miras bırakılmıştır / ruhumuza bu insanların ruhu tarafından; / ve bu mirası korumak bizim yaşam sebebimizdir.' Cadde-i Kebir sincap görene kadar ağaçlandırılmalıdır. Alzheimer adam aynı şeyi defalarca yazıyor!.. Doktor ya da çömezi asistan, mujiklerin bu işkence veren, acayip kokularla dolu, kucaklarında çocuklarıyla göçmenler gibi insan ruhuna perişanlık veren manzarası biter, osurgan otu, lotuslar, orkideler kokan, parfümlü darphane-i darb-ı meseline gider, nice dövizleri beğenmezdi! Peki ya nerede o, yoksa kovuldu da, kovuğunda, sayrısız insan mı üretiyor Frankeştayn! Yoksa nedamet mi getirdi, yoksa değeri bilinmedi, Harlem'e, mujikler mahallesine göç mü etti!.. Bir gün karanlıkta, yoksa ben yerde biten ot muyum dedi! Yalan rüzgarı bitti, şimdi Newyork'la çapul takasının zamanıdır! Çemişkezekli sir bu işin içinde yoksa, Çoban çavuş sözünü edemiyorsa, elbette, payitaht İstanbul değil mi diyen manken ve dizi finosu monden ve aşk doktoru şiirisyenle kalkışma zamanıdır! Altius, fortius, citius!.. Ama içlerinde belki kılıç balığı vardır... 'Bu bir kılıç balığının öyküsü /  Yazılmasa da olurdu. /  Ama bizi yeni sulara götürecek akıntı durdu / Uskumrunun arkasından gidiyorduk /  Sürünün içinde ben de vardım /  Sırtımda bir zıpkın yarası / Mutlu olmasına mutluydum / Nedense gitmiyordu kulağımdan / Bir türlü o "ağ var!" sesleri / Deniz kızı girmiş düşünceme / Ben iflah olmam / Dalyanları birbirine katmak orkinosların harcı / Dolanınca ağa çok geçmeden küserim / Bir çocuk bile çeker sandala beni / Bu kadar ağır olmasam / Beni böyle koşturan yaşama sevinci / Kanal boyunca bir o yana bir bu yana / Siz yok musunuz, siz derya kuzuları / Kestim kılıcımla karanlığını dibin / Yakamoz içinde bıraktım suları /Ah aysız gecelerde olur ne olursa / Sırtımda bir zıpkın yarası / Atın beni mor kuşaklı bir takaya götürün / İri gözlerimde keder / Kılıcımda hüzün / satın beni, satın beni / Rakı için!.. ' Muh; kemik iliği demek, alef; evcil hayvan demek, et; emir kipi, yerine getir, uygula demek! Kemik iliği evcil hayvan üret demek mi muhalefet!.. Doğuda, nerede bir kalkışma var, bütün Deli Dumrullar ordadır ve karşı koymak bile bir çeşit işbirliği sayılabilir mottosunun narin esrikliği yaşanır. Kültür anıtımız yayınevi hemen atlar, tanıtım yapsa bu kadar sempatizanı ahirette toplar. Şanını savcının ayağına gidip benim kitabım muzır, dava açmazsan ezerim, adımda Bikir gazelinden elde etmiştir. Ver elini mübarek gaza... Doğuda bir tavşan bırak ortaya, kaç tazı peşine düşer bilinmez! Sayamazsınız! Üstelik tazıların arasında, kaç tazı vardır Afgan cinsi, kaçı kırmızı tilki, belli değildir! Sözlerin kenef gibi Kinova, dinle bak, sen bir Hinoğlu hinsin Ahiyak! Fütüvvet ile şair olma devri kapandı, o Sepetçioğlu zamanındaydı. Manganezin tiniyiz,  Cyrano suflörlüğüne soyunan tiyatrocuya inananların piriyiz. Saçmalama gene, yineleyip durma geveze!.. Otobüse bindim, Kadıköy'e geçip bir temiz hava alayım dedim. Sürücü köprünün ayağında herkesi indirmez mi! Çaresiz indim. Aaa! her yer kafe, restoran, peyzaj kulübesi. İnsanlar şen şakrak ve mutlu!.. Çekinmedim sordum adama; Hangi devirdesin, köprü trafiğe kapandı, seyri alem salıncağı oldu, insanlar azaldı, bak aşağıda Kondor gibi kanatlarını açmış gemi, gerçekten bir seyrüalem gemisi Fellini'nin düşleri gibi geldi geçti! Küçük dilimi yutacaktım ama adama, bunu nasıl yaptınız dedim?.. Dedi ki, bak herkes siborg, kadınlar manken, erkekler metromani, yeryüzü artık sorunlarını çözdü. Trafik bitti, on üç çocuk yap gocuk vereyim diyenlerin dönemi geçti, her yer Turkuvaz, her yer mutluluk yuvası, savaş gibi bir şey yok dedi!.. Nasıl olur da biz bu işi beceririz, bunca kavga, kumkuma, emperyaller, dış mihraklar nereye gitti?..  Acı haber tez duyulurmuş, adam korkunç haberi verdi! Dünya bize kaldı kançılarya, emperyaller aya gitti! Türbanlı eşimmiş dürten, kalk bir dua et, bunca saat uyunur mu edasız deyince anladım. Düşümde düş görmüşüm! Düşüncenizi değiştirmiyor musunuz, çünkü düşüncesini değiştirebilen tek yaratık insandır, sen de skolastik adamsın, bitmez tükenmez can sıkıntısı gibisin; 'Bir bıçak saplı durur göğsünde, / Hangi su tasına uzansan boş; / Hangi pencereye koşarsan koş / Aynı siyah güneş gökyüzünde. / Aynı siyah güneş, aynı siyah, / Aynı susayış, aynı koşuş, aynı... / Of... hep aynı şey, aynı şey, aynı şey, /Aynı, aynı, aynı, aynı, aynı... ' Sıkıldım Lethe, vur fakat dinle! Yine mi oooffff; 'Maral bakışlı bir düş geçiyor acılardan / diyorum ben. / Ağır metaller gibi, / uzaysı sevi ve ah ki / bakılışı güzel. / Reyhansı tözden ve süzülen, / bir Sümer koku, / Arzunun karanlık nesnesinden. / Alkeion ki doğrulur korulardan, / bir masal geçiyor burada / bir taç yaprağı, / leylak büklümlü, / bir kara yoru. / Irmak bir peri geçiyor / ölümlerden diyorum ben.' Serinledin mi Arsinoem, bak büyük devrimci, Clark Gable benzeri Che Guevara'mız, ömrünü böceksavarlığa adayan, tüyü bitmemiş yetim dostu, kostümlü gerillamız, içimizdeki sarışın İrlandalı, sihirvizyon ankormanı, açın, açığın, uçuğun kadim yoldaşı, Fidel'in, Kaddafi'nin, Lenin'in arkadaşı, Marks'ın sırdaşı, Vefa'nın candaşı, komedyenin, ojelinin, sürmelinin yandaşı... Büyük İsyankâr, minik İskender, yolun açık olsun! Amanpour, sen de bizi bırakma! Kavanoz dipli dünya, Hepimiz kardeşiz, bu kara günde CiaNürNeşiz bacım!.. Aşil (Akhilleus) bir barbar, bir saldırgan, Hektor, bir yurtsever, bir kahramandır. Ama tüm kaynaklarda Aşil kahraman, Hektor acınası, surların önünde sürüklenen bir humandır. İlyada'ya zaman içinde ekler yapılmış, iş bilir için zor değildir... Che Guevara, bir tür Hektor, İsa öyle, Hitler'i Moskova'da durduran, yurdunu, ülküsünü barbarlara karşı savunan herkes Hektor, Hektor hariç!.. Batının her tür demogojik bombardımanı, İskender kültür götürdü, Attila barbarlık getirdi yalanı, bu anlayışın anlağımızda değil, genlerimizde yer etmesine yol açtı. Batıl olanın sözcüsü, biz düşüncelerimizi açıkça söyleriz diyor, diyorum ki, barbarlığın ar'kaplanı, soykırımın papası, nükleer öldürümün patentine sahip bir ırkın ahfadı olan; Voltaire gibi düşünceni belirtme hakkına sahipsin ama, öldürenle, gidenlerin acısını paylaşmaya benziyor, seninle kıbleye durmak!.. Dünyadaki her şey senaryodur, senaryo bile, ozanım aydın değilim, aydınım ozan değilim, hangisi olasıdır sizce? 'Şarapla doldur tasını, toprakla dolmadan, dedi Hayyam / Oradan geçen uzun burunlu, yırtık pabuçlu adam, / Dedi; benim bu nimetleri yıldızlardan bol dünyada /  Değil şarap almaya, ekmek almaya bile yetmiyor param!..' Ey ahali, beyaz yaka suçları, renksiz, kokusuz, tatsızdır, gözle görülmez, elle tutulmaz, ey cemaati müslim ve şark mazohisti, okumanın tekeli mi olur, sadece beni okuyabilirsin öyle mi, bunları eleştiremeyen toplum, kütüphane içinde dolaşan fincancı katırıdır! Bilinçsiz halk ve kalpazan talkçı rol kapma yarışında, tiyatro oyuncusu Bergerac suflörü bu ülkede, iki de, şarlatandır belki de, bir yazar bana mail gönderdi imza ver diye, Delaware'den toplanıyor imzalar, bu yazar ya Sadi ya da saki bilemem artık... Emperyalizmin, içteki emperyalist uzantıları olamaz mı, yurtsever konumdalar belki de, Tanrı bile sahte profili ayırt edemeyebilir... Fanterotik, Merhaba Türkiye'nin sayılı satılmamış kanalı. Telefonlarınız sürekli meşgul çalıyor ne yazık ki ordan ulaşamadım. Şu an sinirden elim ayağım titriyor. Ben Ankara Elvankent'te oturuyorum, Sincan'a çok yakınım, ofisim Eryaman'da, yaklaşık yarım saat, bir saat önce ofisten çıktım eve gelmeye çalışırken, tüm yolların kapatıldığını gördüm ki, gittiğim yol düz gidersem Sincan'a varıyor. Evime varabilmek için sola dönmem gerekiyordu, mantıksız bir biçimde tüm kavşaklar tıtulmuş, yalnızca düz gitmemize izin veriliyor, ilerde sola dönüşe izin verilen yer, Sincan'a çıkan yol ve  U dönüşü yok! İnsanları zorla, yolları kapatarak, Sincan'a çıkarmaya çalışıyorlar ve tepede sivil bir helikopter, eminim kamerayla kayıt altına alıyorlar, kalabalık görünsün diye de yolları yalnızca Sincan'a çıkarıyorlar! Lütfen gündeme getirin... Yahu nereye geldin! Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi; 2004 yılında İstanbul Mecidiyeköy’de bir gösteri esnasında biber gazından etkilenen Ali Güneş isimli kişinin başvurusunu, başvuranın yüzüne biber gazı sıkılmasının bundan kaynaklanan zihinsel ve fiziksel acının kötü muamele oluşturduğuna ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 3. maddesine aykırı olduğuna ve Ali Güneş’e 24.600,00 tl. tazminat ödenmesine karar verdi. Özellikle kapalı yerde biber gazı kullanılması ve kişinin hedef alınarak doğrudan yüzüne biber gazı kullanılması, masum bir toplantıyı dağıtmak için gereksiz yere biber gazı kullanılması bu açık ihlali oluşturuyor. Yapılacak iş: Biber gazına maruz kaldıktan sonra bu durumu belgeleyin. Fotoğraf video v.s. Hemen bir hastaneden rapor alın. Cumhuriyet Savcılığına bu belgelerle baş vurup şikayetçi olun. Savcının takipsizlik kararı vermesi halinde bu karara itiraz edin. İtirazınız da olumsuz sonuçlanırsa; Bir ay içinde Anayasa mahkemesina başvurun. Anayasa mahkemesi de talebinizi reddederse 6 ay içinde AİHM mahkemesine başvurma hakkınız var. Not: Ayrıntılar için 04.06.2013 tarihli Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi eski yargıcının “Biber Gazı : İnsan Hakları İhlali” başlıklı yazısını okuyun, bu akşam için toplu olarak; Starbucks'taki revirde tıbbi malzeme var, hekim var, ulaşabilenler faydalanabilir paylaşın, Taksim Sheraton otelde 3 ambulans ve acil müdahale ekipleri var, hazır bekliyorlar, lütfen paylaşın, mühendisler odasında doktor ve tıbbi malzeme hazır, lütfen paylaşın, şu an aktif revirler, Gezi Parkı'nda Sivilinsiyatif'in, Deniz Cafe'nin, Divan Oteli önünde ve Gezi Cafe'nin yanında, yaralı arkadaşlarla paylaşın, ulaşın. Bir yüksek kimyager olarak bir yanlışı düzeltmek istiyorum. Biber gazı kimyasal yapısından dolayı aktif bir kimyasaldır asitlere karşı duyarlı değildir yani limon biber gazına etki etmez aksine etkisini artırır. Bazik bileşenler kullanmalıyız en kolay bulunanı ve en ucuz olanı karbonattır. Karbonat biber gazının yapısını bozar yağ ve tuza çevirir ve gazın etkisini büyük oranda düşürür. O yüzden sizler karbonatlı su hazırlayıp uygulayın. 1 litre suya 1 yemek kaşığı karbonat ilave edip çalkalıyoruz hazırlanışı bu kadar basit. Biber gazına maruz kalan kişi gözlerini yıkayabilir hiçbir zararı yoktur. Ayrıca ağız çalkalanmalı burundaki kılcallara yapışan capsicumun etkisini engellemek için de burun karbonatlı suyla temizlenmelidir. Portakal gazına gelecek olursak; Portakal gazı kimyasal adı 2,4,5 trikloro fenoksi asetik asit. Görme kaybı, kas ve kemik bozuklukları, doğumsal anomaliler gibi etkileri vardır. Derhal karbonatlı suyla müdahale ediniz, limon gibi asit içerikli şeylerden uzak durun. Genişletilmiş liste, yandaş markalar. Kömür ve makarna dağıtımının finansörleri. Paranızın hayrını demokrasi düşmanları görmesin. Birlikten güç doğar. 23'e dil uzatanların ekonomisini geliştirmeyelim. Unutmayın onlara vereceğiniz zararı tahmin bile edemezsiniz. A101 market, ab gıda Unakıtan, agt ağaç sanayii, ak yazılı vakfı, Albaraka, anafen okulları ve dersanesi, assan galvaniz sanayi, asya finans (gizli faizci), atasay kuyumculuk, audi, aytaç etli mamuller, bank asya, bahar pastaneleri, bim, boydak grubu, coşkun gıda ürünler, Çetinkaya mağazaları, diasa marketler, deniz feneri, doğa koleji, edutıme dil kursları, emin otomotiv, emin sigorta, ensar hastanesi, evkur, fatih üniversitesi, fem dersaneleri, for you mağazaları, garanti bankası, Gencallar giyim, hakikat kırtasiye, hes kablo, huzur giyim, ışık sigorta, ihlas holding, ipar yemek salonu, işmar, kahve dünyası, kanal 7, kar yatırım ve hizmet a.ş, kibarlar demir ticaret, kiler market, Kızılkaya hamburger, kombassan, komşu fırın, kristal kola, kuralkan şirketler grubu, Kuveyt-Türk bankası, mado dondurma, medicana hastanesi, memorial hastanesi, merve pastaneleri, Mudurnu tavukçuluk, nakil lojistik, namlı yemek, namlı marketleri, n-t mağazacılık, ntv, Nusret restaurant, ramsey, rıxos grubu, sahan yemek, samanyolu tv, sanko holding, sarar giyim, saray muhallebicisi, sızıntı dergisi, starbucks cafe, surat kargo, sütiş, şok market, şifa hastaneleri, Şirvan yemek, taş yapı, tekbir giyim, timaş yayınları, torunlar kağıt, turex minibüs işletmeleri, tümosan traktör, Türkiye finans katılım bankası, Türkiye gazetesi, Türkiye hastanesi, uludağ yemek, uzay gıda, ülker gıda grubu, verdi kumaş, yeni asya yayınları, yeni şafak, Yimpaş, yörsan, wolkswagen, zaman gazetesi. Ne varsa ruhuna Fatiha anladık ama facia bak yazısı mı bunlar! CHAPULEMOS nuestros nombres en símbolo de apoyo a la Resistencia Turca. Para todo aquel que no lo sepa Chapular es: Chapulear, Chapulling en inglés, es un neologismo derivado de la situación que está aconteciendo en Turquía después del uso del primer ministro Erdogan la palabra çapulcu (que podría traducirse como "saqueador" o "merodeador" o "vagabundo" como actual) para describir a los manifestantes. La palabra echó raíces rápidamente, adoptada y anglicismo por los manifestantes con un nuevo significado: LA LUCHA POR SUS DERECHOS....exemplo: ÇAPULCU Nuran Elçi.
Direnmenin Estetiği! Turhan Sönmez, 13 Haziran 2013. Yıldızlar, en karanlıkta daha güzel parlar. Bu ülkenin karanlığına karşı, her yanda yıldızlar parlıyor. Taksim civarında yaşayan sokak çocukları, direnişin daha ne kadar süreceğini soruyorlar. Direnişteki dayanışma sayesinde karınları doyuyormuş. Camilerin yüz metre yakınında içki içirmemeyi dert edinen hükümet, camilerin yüz metre yakınında insanların aç yaşamasını umursamaz. Tarihsel olaylar, kalıcı özellikleriyle hafızalarda yer eder. Taksim’de iki haftada kurulan yaşam, bu topraklara bir ütopyanın tohumlarını ekiyor. Herkes bir arada, herkes özgür. Kimse kimseye bir şey dayatmıyor ve herkes kendi rengini özgürce taşıyor. Antikapitalist Müslümanlar ibadet ederken, ateistler çevrelerinde nöbet tutuyor. Kürtler halay çekiyor, Aleviler semah dönüyor, Türkler marş söylüyor. Sosyalistler, LGBTler, Çarşı, Fener, Gs çalışıyor, eğleniyor, birbirlerine sahip çıkıyor. Bir kişinin özgürlüğü herkesin özgürlüğü oluyor. Hiç kimse muhtaç durumda değil, insanlar eşit. Herkes “gereksiniminden fazlasını” getiriyor ve herkes “gerektiği kadar” alıyor. Para yok, mülkiyet yok, aç kimse de yok. Devletsiz bir deneyim yaşıyoruz Gezi Parkı’nda. Devletin olmadığı yerdeki mutluluğa ve nezakete tanık olmak, hayatın bize armağanı. Tarihimizde ilk kez, mizah ve neşe bir direnişin dili haline geliyor. Bugüne dek muhalif hareketler hep ölümü göze alarak, en sert biçimde direnirken, şimdi keskin sözlerin ağırlığını aşan eğlenceli ve yaratıcı bir dille ifade ediyoruz kendimizi. Devlet sert savaşçıları yenebilir. Ama mizahı ve neşeyi yenecek iktidar silahı yok. O yüzden çaresizler. Yalanları işe yaramıyor. Paris Komünü yetmiş iki gün sürmüştü. Biz iki haftada aynı ilkeleri coşkuyla hayata geçirdik. Komün şiddetle yok edildiğinde, liberaller ve burjuva aydınları oradaki çelişkileri, zaafları ve yanlışları tartışıyordu. Buna itiraz eden Marx, Komün’den geleceğe aktarılacak cevherlere işaret etmişti: Komün’de mülkiyet ve sömürü aşılmış, doğrudan demokrasi kapısı açılmıştı. Şeyh Bedrettin’in iki mirası var bize. Bir, isyan eden halka katıldı. İki, herkesin eşit ve ortak yaşamasına inandı. Tomas More’un “Ütopya”sı ve İbni Tufeyl’in “Hay bin Yakzan”ı aynı hülyanın içinde yer aldı. Biz o hülyayı taşıyoruz. İnsanlara güzel bir şey işaret ediyor, parmağımızla gösteriyoruz. Ama iktidar ve onun sözcüleri, işaret ettiğimiz yere değil parmağımıza bakıyorlar ve bize kara çalıyorlar. Bizi tartıştırarak, zayıflatmaya niyet ediyorlar. Israrla söylüyoruz: Parmağımıza değil işaret ettiğimiz yere bakın. Orada ağaçları ve denizi göreceksiniz! Kızılı sevdik, yeşili koruduk. Duvarlara böyle yazan gençler, bir otobüs durağına, ölü şairlere selam niyetine “Göğe Bakma Durağı” adını verdiler. Gençlere şükran duyuyoruz. Öyle umutsuz bir anda yetiştiler ki, insanlığımızı uçurumun kenarında kurtardılar. Onları bencil ve cahil sananlar yanıldılar. Gümüşsuyu’na kurulan onbir barikata tek tek isim verirken, geçen hafta yitirdiğimiz Cömert’in adını da bir barikata yazdı gençler. Sonra aşağıda, denizi gören en son barikata kocaman harflerle Deniz Gezmiş Barikatı adını verme yüceliğini gösterdiler. Halk, yalnızken hiçbir şey, birleştiğinde her şeydir. İsteğimizi almazsak, faiz lobisi kentimizi ve hayatımızı çöle çevirecek. Tarih onlar için ya “çanak çömlek” ya da ranttan ibaret, paradan başka bir şeye iman etmiyorlar. Kerbela’daki masumlar gibi ağaçsız ve susuz kalmamızı istiyorlar. Bunların, bir yanda Kerbela için ağlarken diğer yanda Yezid ile aynı sofraya oturduklarını biliyoruz. Bu yüzden biz çöle karşı suyu ve ağacı, ölüme karşı hayatı savunuyoruz. Kamu malına zarar vermekten söz ediyorlar. Gezi Parkı’nı ortadan kaldırmak kamu malına zarar vermek değil mi? En barışçı biçimde kamu malına sahip çıkıyor ve asıl biz söylüyoruz: Kamu malına zarar vermeyin! Burada sadece bir şeyi istememek değil, başka türlü bir şeyi istemek var. Yardımlaşmanın, dayanışmanın muhabbeti var. Sadece bu coşku ve enerji, bu ülkenin insanlarına hiçbir borsa endeksinin ölçemeyeceği bir değer kattı. Sırf bu bile, burayı SİT alanı ilan etmeye yeter. İnsan müşteri değildir. Bunu unutmamak için başarımızı süreklileştirmeliyiz. Her yıl 31 Mayıs’ta başlamak üzere Kardeşlik ve Dayanışma Şenlikleri yapabiliriz. Herkesin kendi rengiyle geldiği bir özgürlük şenliği ve paranın geçersiz sayıldığı bir eşitlik dünyası. Herkes “gereksiniminden fazlasını” getirir ve herkes “gerektiği kadar” alır. Sermayenin korkusuna karşı, halkın hasretidir bu. “İstanbul’un nüfusunu sayarken ölüleri de hesaba katmak gerek,” demişti şair. Geçmişin güzel insanları için de kentimize ve geleceğimize sahip çıkıyoruz. Gençler en güzelini yazmış duvarlara: “Yenilsek de, damağımızda isyanın tadı.” Çok şey öğrendik, tarihsel bütün direniş biçimlerimizi ve hayallerimizi yeni bir dile tercüme ettik. Geçmişimizi temize çektik. Umut, hayal, ütopya! Ve ey isyan! Bir gencin meydanda okuduğu şiir gibi: “Biz sende bütün aşklarımızı temize çektik.” Aaa!fiction masalı anlattı, dinleyin; ‘Kuantum mekaniğine göre birbirinden çok uzaktaki cisimler davranışlarını birbirine göre belirliyor.’ Ölülerden duyumlar alıyoruz. Pseudomonas putida’yız biz. Kolumuzu üç metil grubu parçalıyor. Bakteriyel çoğalmaya uğruyoruz. Iowa’da -yapısı- enzim dolu kardeşlerim var. Ben test kurbanıyım. Fareleri seviyorum, Michael Salvatore karşı çıksa da… Tau balina ve Epsilon’da dopamin salgısı artıyor. Hücrelerim ölüyor, ama beni yiyen bakterinin canlı olması gerekiyor... H. Pylori’yi fareler yok etti, hepsi kütlesiz, işe yaramazlar artık. Sonuçlar hep aynı, konakçıların kolesterolünü üretiyoruz. Amiyotrofik Lateral Skleroz’a yol açan toksin, saunada bulundu… Ziller bozuk, tropikal tahıl yiyoruz günlerdir. Araştırmalar var, diferansiyel dönüşten geçilmiyor ki!.. Kedilerin tümü ensest, Adem ve Havva gibiler. Opera kastrato, Droctulft, Avlonya’dan Irakeyn’e belagatı, Bow şoku, elektral dipol momenti, optik kovuklar, filtreler… Beklendiği gibi hiçbiri konuşmuyor artık. Üreyemiyoruz. Plastike ormanlarda, metal pumalar başkaldırmış. Van Allen kuşağını sildiler. Güneş tacı, kütle atılımları, fırtınalar, hep aynı şey, aynı şey, aynı şey... Dünya dışı varlıklar, bizlerle, tanrımızı yok edecek!.. Dna’mız soruyor, sayısız oymaklarla, Fermi paradoksu çalkantıları tek umut... Ölülerimiz geri döndü, otuz derece ısı yayan samurların yanına; oraya yirmi çentavolukları koyduk. Sonuç ne olur, ısıtaç düzeneği bozulur mu?.. Oh, Arecibo mesajı geldi!.. Durun dinleyin şimdi yaklaşık 1 saat önce sağlık ekiplerince yapılan bir açıklama  (ÖNEMLİ BİLGİ, MÜMKÜN OLDUĞUNCA ÇOK KİŞİYE ULAŞTIRIN ), yazılımı aynen böyle ama; "Su an soludugumuz gaz, diger biber gazindan farkli. Adi pentium asti tatbikat gazi. Kesinlikle 30 dakika boyunca su icmiyorsunuz. Gazin ozellikleri felc edebilir, bayiltabilir. Gazdan kacabildiginiz kadar uzaga kacin! Ve saglik gorevlilerine haber verin... Kesinlikle su icmeyin! Gaz iki isik halinde cikar. Ilk isik altadicitir ve dumani vardir. Ikinci isik ise gorunmezdir, gaz halinde yayilir. Bu bilgi GATA dan alinmistir. Herkese yayin" Bu herkesin söylediği güçlü gaz hakkında bilgi arkadaşlar herkese DUYURUN! kopyalayıp yapıştırarak paylaşalım "Taksim, Osmanbey, Cihangir, Mecidiyeköy, Akaretler kısaca Taksim'e çıkan yollar üzerinden oturanlara çağrı! Atılan gaz fişeklerini söndürmek için kapılarınızın önüne içi yarım SU DOLU 5 LT'lik su bidonları/damacanalar bırakın. Apartman kapılarınızı aralık bırakın, uyanık olun. İlk katta olanlar cam kenarlarında SOLÜSYON (talcid/rennie/karbonat veya gavisconlu su karışımı) SİRKE hazır etsinler. Cam kenarına sokakları gören kamera koyun, kayıt alın ve güvendiğiniz kişilerle paylaşın" DEMOKRASİ özgürlük değil, düzen ve disiplin demek ama, Canticle Meryem, sevinç Soul Lord Luke 1: 46-55 ilan ruhumu, Rab, büyüklüğü sevinir ruhumu Tanrı benim kurtarıcı; uşağı aşağılama baktı için.Tüm-güçlü büyük işler benim için bitti, çünkü şimdi bana tüm nesiller, tesbih: onun adı kutsaldır ve rahmeti nesil nesil sadık ulaşır. O kolunu ile güçlü şeyler yaptı: dağınık kalp, gurur güçlü tahta darbelere ve mütevazi exalts, Aç onları mal ile doldurur ve zengin görevden onları boş. O sonsuza dek bizim anne-in lehine İbrahimî olan ve onun soyundan gelenler için söz verdiği gibi İsrail'e, uşağı, hatırlayarak rahmet - yardımcı olur.  Zafer baba ve Oğul ve kutsal ruh.  Belgili tanımlık başlangıç, şimdi ve her zaman, her zaman ve yüzyıllar içinde olduğu gibi.  Amenerrasulü bitti!..

Kardeşlerim, ne kadar aykırı düşünürsek düşünelim, kimi zaman en ayrık düşüncelerimizin bile ortak noktaları, bağlaşıkları, paralel veya tersinir akışan yanları vardır. O ortaklıklarda buluşur, birleşir, bir bütün; bir tümel oluruz. Ne ki bu kez bayağılıklarımız ya da diğer bazı etkenler bizi ayırır ve onlar nedeniyle başka dünyalara savrulur ve bir kez daha ayrışırız. Bu değişkenlikle sürer ve sonsuza dek yol alır. İnsanın dostu her zaman, her yerde yalnızlıktır. Bu yazgımızdır. Gök kubbenin altında birleşsek, zaman ve mekanda bağlansak ve tüm yaratılmışlar kozmosta el ele savrulsak da; Yazık ki bundan kurtulamayız...
Amin Aleluya!..
 
 

*



SUNU

(01.07.2013)

Bir İbran söylemiyle eleştirerek, sözünü ettiğin başkalarının anısına; arayışın ruhuyla resimlerine baktım, arada yakınmalarını anıştırabilecek söylemlerini, paylaşımlarını şaşarak izledim. Terzi söküğünü dikemez ne de olsa deyip geçtim. Belki de dedim, olaylar kardeşimde,bilinç altı erozyonlara yol açıyordur abartmayayım... Bir sanatçı, kaosu ajite eder, kanı, kalabalığı, kavgayı bu kadar paylaşır mı, düşüncelerini paylaşır olsa olsa diye düşündüm!..

Resimlerine gelince, bilebildiğimce, Ingres, Manet, Monet, Degas, Japon estampları, kimliğini denizlerde bırakmış, genelde batı 'peyzajı' görsellikler, biz onlara yüz yıl geriden öykünen ölümlüler oluyoruz böylece...
Alışılmış renkler; ressam önce tüpten çıkanın tuvaline savrulmasını önlemeli kanımca, kabaca ve zorlu bir çabayla da olsa, renk sıkıntısı ya da renk savurganlığına kapılmış biri izlenimini vermemeli, renk özgünlüğü yoksa da, renk olgunluğu olmalı, yapıtlar, tuvale bakan gözlerin anlağını yormamalı...
Kozmik kaos, edebi olanın bengi bir yöntemidir belki ama sığ karmaşa, saf karışıklık bilisizlik merdivenidir. Figürlerin yaşıyor ve dirimleri varsa da, 'devinim ve gerilim kazandırmışsın onlara' ama, sanki bir tuvalin içine hapsolmuşlar, sanki çıksalar özgürlüğüne kavuşacaklar, oysa ressam zamanı ve uzamı çerçeveye sığdırabildiği, nesneleri ve renkleri ruhani bir kabullenim ve uyumla orada tutabildiği için ressamdır.

Kendini var kılabilmek uğruna, dokuncalarda bulunma, onlar için yaşa, yapıtlarında senin varlığını değil, senin var ettiğin şeylerin ve tözlerin varlığını algılamalıdır izleyici... Picasso resimlerinde kendisini var ettiği için değil, Picasso'nun var ettiklerinde, betimlerinde biz onun yansımalarını görüp, sezebildiğimiz için ayrımsıyor-ayrıştırıyoruz onu!..
Gerçel sorunsalımız ise; bizlere salt övgüde bulunanlar, başkaca bir şey yazmayanlardır. Gerçekte pozitif görünümlü ötekileştirici söylemin gizil kurbanlarıdır  onlar, bunu unutma!..
Eleştiren, açıkça eleştiren insanlara saygı duymalıyız, dönencesinde salt beğeni olan, övgüler düzenlerden uzak durmalıyız, onlar zor anlarımızda bizi bizimle bırakacaklardır!..
Estetiği, derinlikle, renkleri, görsellikle birleştirebilmeli sanatçı, ressam olmak, sanatçı olmak anlamına gelmiyor, yinelemelere kapılmak, yumruğu, haykırışı paylaşarak; 'salon resimleri yapmak' insanı gülünç kılabilir.
Borges, bazı insani şeyler için, köpeklerde ve Sezar bülbülünde de vardır bu eğilim der, hiç birimiz alınmamalıyız, hata ve günahlarımızı ancak kendimiz kucaklayabiliriz. 
Sözlerimiz, düşüncelerimiz acılarımızdır. Geniş tuvallerde görsel sunumlar yapmak, ışıklı galerilerde alkışlar almak, insanı ancak insan kılabilir. İnsanın kim olduğunu ise ancak zaman bilebilir...





*





EXODUS

İsa'ni bir dilek olarak diyorum ki, dünya tarihi soykırımlarla doludur, eğer Arşipel'i ululayacak olsam, demokrasi ve barış kültünün dünyaya oradan yayıldığını söylemem gerekir. Hepimiz günahkârız... İsa bile!..
Geçmişte, dünyanın efendileri Kuzey'de, Kızılderilileri sonsuzluğa yollayan Pershing'in adını, bir 'Ateş'e vererek onu ölümsüzleştirmişti. Normandiya'da gün batmadan önce onlar; son kez içini çekmişti. Hellespont'da, Hint elinden, Canberra'ya, Orion'dan, Moritanya'ya alışılageldiği üzere, insanlar ölmüş ama yeryüzünün efendileri, bunları utku ya da cihat adı altında geçiştirmişti.
Bizler nükleer soykırımın atalarıyız.
Ne ki, insanlık tarihi, Birmanya'dan Makedonya'ya, Habeş topraklarından, Orlando'ya benzeri olaylarla doludur.
Belirtmeliyim ki, güçlü olan barbardır!.. Yeryüzündeki topraklara egemen olanlar vandallığın ve neden böyle bilemiyorum; söylemesi güç ama 'Jenosid'in efendisidir. Yüzyılımız, mülteci kampları ve krematoryumlarla geçti.
Ne yazık ki adımız; 'Hatırlamıyorum Ülkesi!..'.
Bizler günah çıkartmak için masumları suçlamayı, Aşil'i Hektor'a yeğ tutmayı, kurtuluş için can vereni aşağılamayı alışkanlık edindik.
Önce kendimizi suçlayabilmeliyiz ki, Tanrı'nın indinde masum olma payesine erişmeyi hak edebilelim.
Biliyoruz ki başkaları da günahkârdır, onların da suçu vardır ama yüce yaratanın terazisi göklerdedir.
Bağış ve iffetin dağıtıcısı biz olamayız. Buna hakkımız olmamalı... İlk taşı atacak olan en büyük günahkârdır. Hepimiz biriciğiz ve öylece de kalmalıyız.
Tanrı, o gün geldiğinde hepimizi kucaklayacak... Bizler annemizin yuvağından çıkıp, Tanrı'nın yuvağına girenleriz. Gelirken umutlarını dışarıda bırakan yeryüzü çocuklarıyız. Günahlarınız benim olsun demek isterdim ama; günahlarımı kim kucaklayacak!
Sevgi ve kardeşlik damarlarımızdaki yoldur. Umudumuz gene de göz yaşlarımızı aşıyor, elemlerimizi geride bırakıyor ve bebeklerimiz, elbet bir gün gülümseyecektir diyorum...
Var olduğunuz için varım ve yalnızca o yüce bağışçının değil, onun Oğlu'nun değil, tüm insanlığın, tüm yeryüzünün ve evrensel barışın papasıyım.
Sonsuzluk biziz.
Tanrı hepimizi bağışlasın...
 




*




LETHE

Maral bakışlı bir düş geçiyor acılardan
diyorum ben.
Ağır metaller gibi,
uzaysı sevi ve ah ki
bakılışı güzel.

Reyhansı tözden ve süzülen,
bir Sümer koku,
Arzunun karanlık nesnesinden.

Alkeion ki doğrulur korulardan,
bir masal geçiyor burada
bir taç yaprağı,
leylak büklümlü,
bir kara yoru.

Irmak bir peri geçiyor
ölümlerden diyorum ben.



*



JORGE LUİS BORGES
*
SPİNOZA

Burada alacakaranlıkta, yarı saydam elleri
parlıyor Musevi’nin kristal bardağında.
Duygusuz bir uzantı, endişeyle renk veriyor, öğle sonralarında.
Bütün günler, ikindileri, bitimsiz ve duyumsuz bir yinelemedir,
birbirinin eşi sanki.
Elleri uzayın gök yakuttan minerali, çakılmış, berkitilmiş sınırlar,
varoşun duvarları gibi.
Güç bela beliriyorlar, sessiz ve sakin adama,
zamanlar kazandırabilmek adına.
Düş kuruyor, tasımlıyorlar, dillerin tutulup,
ışıltıyla izlenebilsin diye labirenti.
Tanınmıyor olmak üzünç ve sıkıntı vermiyor ona
(başka bir aynadaki düşlerin içindeki bir düşün yansımasıdır o),
sevdalı değil, çılgınca ve delice sevmenin ürkek kadınlarına.
Geçti o dönemler, özgürdür artık.
Söylencenin ve sözcüklerin göz bağcılığı adına durup,
ölene değin parlatıyor inatla büyütecini.
Şimdi en büyük haritalar, eni sonu olmayan, ışıltılı,
göz alıcı tüm yıldızlar, onundur artık.




*




JORGE LUİS BORGES
*
BARUCH SPİNOZA

Altın bir sis, Batı Avrupa'yı ışıklara boğuyor
pencerede. Şimdi, tüm titizliğiyle el yazmayı bekliyor o,
değerinde, sonsuzca ağır gelen.
Birisi Tanrı'yı doğuruyor karanlık kupasında.
Tanrı'nın nedenselliğidir bir adam. O bir Musevi.
Elem dolu gözleri ve sarı yüzüyle
Zamanın yükünü taşıyor kitabının yapraklarında, sızıyor
damla damla ırmağa, başı sonu olmayan sulara,
sonsuz bir akışla. Yorum yok. Görkemli ölçüp biçmelerle
biçimlendiriyor o Tanrı'sını, büyülerle.
Sağlığı bozulalı, hiçliğe kapılalı beri, Tanrı'sını kuruyor o,
paylar verip sözcüklere. O öyle tanınmış, kabullenilmiş
biri değil, görkemli bir aşık. Umut aşkın varlığıdır
demiyor o, aşkın varlık olduğunu, biliyor o.




*




DÖNGÜLER


Kameriyelerin orada oturuyor, reomür deneyini sürdürüyorduk.
Mobius merdivenlerine doğru biri geldi.
Higgs bozonu nedir diye soruyordu!..
O an ‘Tanrı Parçacığı’ karıştı söze;
Aradığınız benim.

Zaman geçiyordu...

Geleceği anımsıyorum.

Ay ışığında ölüler sunağı kirletiyor
E kitaplar, pepler ve yitmiş anılar Delphoi'ye giriyordu!..
Sonraları E kitapları alan kalmadı, agoralar kapandı.

Çipler belleğimizde her tümseli var kılıyor.
Ve firmalar, tekiller, laklar olmayan şeyi satabiliyor.

İguanalar, selentere, bukalemun, kertenkele
Depolar, hangarlar, antrepolar, silolar
Faunus’un planeti, ahırlar, kometlerle, zombiler

(Ufolar, elipsoidler, lusiferler)

Seralarda yokluğu var kılabiliyor
Varlığı-yokluğa benzetebiliyor.

Onlar belleğimizde yer değiştirirken;
Bilgi ve bulgularımız, okyanuslarda yüzüyor.

Anlamsızlaşıyor, anlamsızlaşıyoruz.
Anlamsızlaşıyor tin ve tün!..

Şeyler, kadmiyum sülfit
Kaç gün sonraki dün,
Pikselin çözünürlüğü
Konfigürasyon rölativite

Kalifikasyon pandatiflik
Pikaresk; pitoresk palyatiflik.
Serotonin, norepinefrin, plasebo etkisi...

Bulutlardan iniyor Macellan yelkenlisi
Apaz seyri, körfezli yeniçeriler, Uluç Ali
Kelam okulu, ulular ulusu Mutezile
Tenzile, Sekine Hatun, Aişe

Dönüp duran eskil çark, sonsuzca tutsak kuark
Küvözde büyüyen Ksantippe, kuaför Cassiope...

Arka sokakta yaşayan ankormanın lobu alkaliye dönmüş!

Ve petri kabındaki hücreler, ölümsüz virüs
Fukuşima'da; mutasyonel kelebek, koriyonik villus

Oh, tanrımız geliyor!
'Fotonlara dönün'
Bunca parsek boşuna konuşmuşuz...

Gauss!..




*




IQ

Elektromanyetik tayflar ülkesindeyiz
Kelvin derecesi ölçerlerimiz;
Fahrenheit 451!

Roche Sınırı ayın
Ve mehtap
Apollon’un!..

Sevilla’nın sevgisi yetmiyor
Proxima Centauri çok yakın
Elektriksel ark ve Milkomeda
Başedilmez konveksiyon duruluk
Ve mantoda unuttuğumuz Kerala!

Işık küreleri kaçıyor işte
Flareler-Usdışı parlamalar
Evrenus, renk delileri.

Ufukta Deştikebir şehri
Ve imansız çölyak kitleleri...

Hegzaflorid
Aşkabat aşkı tanımlayamıyor!

Nitrus oksit
Maktul Sühreverdi
Ve reenkarne üç kanadıyla
Tünüyor, Tus’lu Gazali

Tahâfut ul- Felasife
Tahâfut ut -Tahâfut
Mitokondrik opera
Vanderbilt!..

Minos kültü,
Kaçışan kabile, sinikler
Bulutlarda koşuşan kavim
Hüvallahüllezi
La ilâhe!
...
Ve gezegende unuttuğumuz

Mecelle!..



*



O

Silueti Eva Peron’u andırıyor
Fotoğrafta sağ kaşı, çatık gibi duruyor
Gözüyle arasındaki gizemli bölge, görkemli bir gururu ifade ediyor
Bakışı boşluğa, belki de sonsuzluğa bakıyor.

Sol göz biraz daha sevecen, acıma duygusu yüksek…
Kaşı da daha düz ve çatışkısız zaten
Alnı mermere benziyor, alabildiğine açık ve sanki us fışkırıyor
Burun Grek burun modasının geçtiğini çoktan anlamış
Varla yok arasında ve yüzünün ortasında minnacık
Simetriler içinde duruyor.

Burun delikleri uzayın karanlığını andırıyor
Küçük ama korkunç tehlikeler saçıyor gibi
Ağız ve dudaklar o denli fotojenik ki
Düşte gibi duruyor, öpülse yok olacaklar!..

Dişler birer inci gibi
Isırgan bir canlı olduğunu anlıyorsunuz buradan.
Çene eliptik ve kusursuz
Sanki Tanrı yapıntısı

Yanaklar ve yüz gergin
Orta yaşın yıllarına meydan okuyor!
Kulak ise saçlar altında
Küpeler belirsiz, başka bir gezegenin materyali
Saçlar lüle lüle, dünyanın tüm duygularını kucaklıyor!..
...
'Ve işte burada
Bu pahalı kitabın altında
O eşsiz güzelliği
Orta yaşının şiir dolu gençliğiyle ışıldayan
Ve bir best seller yazarının anısını canlandıran
Bu insan
Yazınımızın handanı sultanlar sultanı
Handan Can’dır!..'


*


JORGE LUİS BORGES



***



TANKALAR
I
Altın renkli ay ışığı
dorukları ve bahçeleri aydınlatırken

Mücevher ağzını
dudakların kıskacıyla

gölgelere boğuyorum ben.


II
Çınlıyor alacakaranlık
bir kuşun ötüşüyle

ölüp gidiyor sessizlik
sen adımlarken bahçeyi.

Öyle özlüyorum ki bazı şeyleri


III
Fosilleşmiş kâse,
kılıç
bir zamanlar onu tutan
bambaşka eller.

Bulvarlarda solup giden ayışığı-

Söyle bana,
bütün bunlar yetmez miydi?


IV
Ayın altında yüzen
altın kaplan, gölgesi,
çekici, ürkütücü pençe.

Yavaşça tan ağarıyor

nasıl da solup gidiyor
insanlığın değerleri


V
Üzünçlerle dolu yağmur
gözyaşları gibi düşüyor

acıklı dünyanın üzerine

bu elemlerin içinde olmak
insanlığın, düşlerin, sabahların.


VI
Aşağılık savaşta
düşenler benim değil
soyun öbür bireyleriydi

kahreden gecede,
kimdi onlar

heceleyip saymak şimdi,
solgun adları.


*


RUBAİLER
I
Bıraktım artık, Hayyam tartıyor, dizelerin o ağır biçemini
Anımsatıyor ona zaman, o özgün, eşsiz çizgisini
Dile gelmeyen düşler, binbir çeşit arzular mıydı onlar
Ve hangi gizil Tanrı'nın tütsüsü bu ve nasıl paylaşılıyorlar


II
Söylemeliyim ki biz; ölenlerimizin külleriyiz yalnızca
Toz olan soylarımız, ırmaklarda yanyana akmakta
Düşlerin parlaklığı, sen ve ben, gerçekte birer imgeyiz
Ölüşümüz ve unutuluşumuzda; sonsuzca ve hızla olmakta.


III
Diyebilirim ki anıtlar, görkemle yapıldı, o zorlu çabalarla
Ne saltanatlar, ne kafileler geçti, patikalarla, rüzgârlarla
Karşılaştırmak olası mı onları, Helios'un fırlattığı oklarla
Ve yarışan var mı ta başta; şimdi, şu an, gökteki tanrılarla.


IV
İzin ver de, uyandırayım, altın ötüşlü şafak kuşunu
Bir zamanlar şarkılar söylerdi, uzak ve solgun gecede
Mavilerde gezerdi sesler, gülümserdi yapayalnız yıldızlar
Gösterişliydiler, kibirliydiler ve o denli alçakgönüllüydüler.


V
Sessiz ol, kaleminden bir ay düşüyor bak dizelerine
Nasılsa bir gün onlarda inecek, imge bahçelerine
Har vurup harman savurduğun; şu baharın ortasında
Tıpkı bahçenden bakar gibi mi bakacaksın gelmelerine.


VI
Ayın altında gecenin dinginliğini yaşayabilmek
Su birikintilerine yansıyan, boynu bükük günlerin
Aynalardan dökülen ve hep geri dönen kimler orada
Dağılıp gidiyor sonsuzlukta; yitip gidiyor benzerlerin.



VII
Katlanmalıyız Farslı'nın boş lakırtılarına, kararsızlığına
Alacakaranlıkta altın ay; hep doğacak ve batacak
Tüm yüzyıllardır şu gün. Bütün bir dünyasın sen.
Toz olan yüzlerimiz kimdi öyleyse. Bizler geçip giderken.


*


ŞİİR SANATI

Zamanın ve suyun oluşturduğu şu ırmak gibi
Anımsa günlerin de bir ırmak olduğunu belki ikizi,
Bizlerde yanyanayızdır onlarla sanki bir ruh ikizi
Ve işte yüzlerimiz de eriyip gidiyor tıpkı onlar gibi.

Uykuya dalmadan onu düşlerden ayırabilseydik keşke
Ve ölümün de başka bir düş olduğunu bilebilseydik
Gene de titreyerek gider miydik ülkesine bir bilebilseydik
Ve hangisi gelecek uykuda hangisi gece görebilseydik keşke.

Geçen günlerin yılların bir imge olduğunu sezebilmek
Tüm yaşadıklarımızın saatlerimizin ve gün dönümünün,
Üzünçlü geçit töreninin son iç çekişin yıl dönümünün
Bir melodinin, bir mırıldanmanın da, imge olduğunu sezebilmek,

Sarı gülün batımı, ve uykuda bir yüreğin sönümü
Ne altınsı bir kederdir- tıpkı şiir sanatı,
Hangisi ölümsüzlük ve belki de üzücü. Şiir sanatı
Yinelenen şafakla ufukta ki gül tanrının sönümü.

Akşam üzeri bir yüz karşılaştığımız zaman içinde
Bakar gibi bir aynanın derinliğinden dışımızdaki bize;
Şiir sanatı da ayna olabilmeli göstermelidir bize
Açığa vurabilmelidir gizimizi taşımalıdır içinde

Onlar söyledi ki Odysseus'a boş yere harikalar yaratmakta,
Sonunda gördü gözyaşlarıyla işte biricik aşkı İthaka,
Her dem taze ve alçakgönüllü. Bir şiirdir İthaka
Sonsuzluk arayıştadır acemiliktedir, değil harikalar yaratmakta.

O taşkın bir ırmak gibidir bitimsizce çağlar durur
Kimileyin koşar kimileyin kabarır coşumcu bir aynadır
Kararsızdır değişkendir, Heraklit ki o da aynadır
Ve şiir böyledir ırmak gibidir akar kayar çağlar durur.


*


GUNNAR THORGILSSON
(1816 - 1879)
Çağların belleği
Kızıl kılıçlar ve kalyonlarla mı dolu
Ve imparatorluğumuzun tozlarıyla
Ve hekzameter dizelerinin gürüldeyişi
Ve kişneyişleri savaşan soylu atların
Ve onların haykırışıyla, Shakespeare'iyle.
Geri dönsün isterdim ben o öpücükler, barışıklıklar
Orada İzlanda'm da yaşarken ben, onu bağışlasaydın sen.


*


AY
Maria Kodama'ya

Göklerdeki evinde öyle yalnızdır ki şu sarı altın
Gece yarılarının o bilindik tanrıçası değildir artık
İlk atan Adem'in aşk fısıltıları kimeydi. Yüzyıllarca
Özleyip bekledik onu sırf parıldasın diye sarışın yüzü
Kutsal yakarılarla çığlıklarla çıkıp geldi hep. İyi bak
Seviyle taşkın aynandır o. Yansıtır durur sendeki özü.


*


ÖZLEYİŞE AĞIT

Sürgit yinelenen şu ki:
Artık, üzünçler içinde kalacağımdır
sonsuzca senin Buzülke'nde yaşarken
o bıktıran durgunluk ve de görkünç kutup günlerinde
ve paylaşıyor mu oluyoruz şimdi böylece
çıldırtan bir ezgiyi ansıyıp yolda
ya da coşku veren bir turuncun tadını.
Sonsuzca yinelenen şu ki
İzlanda'nda sarmaş dolaş olan kişi
gerçekte hep içinde taşıdı seni.


*


ÖZKIYIM
(İntihar)

Saltık karanlıktan ayrılacak olan
eşsiz bir ışıltı mıydı.
Gece onu kollarıyla saracaktır.
Ölümü özlüyorum, ve benimle,
yeryüzünün katlanılmaz acıları dinecek.
Piramitler, madalyonlar silinecek,
anayurtlar gölgeleri örtünüp,
yaşayan tüm çehreler ölecektir.
Yıkıntılar arasında ilâhisin tanrım,
tin ve tüne karışacak tarihin.
Şimdi son güneşin batımını izliyor.
Son kuşun ötüşüyle avunuyorum.
Arzunun karanlık nesnesinden
Hiçliğin kollarına savruluyorum.


*


SÜRGÜN

İthaka'nın patikalarında hep birinin izlerini ararım
ve onun unutulmuş kralını, yıllar önce Troya'nın
kurnazlıktan ötelenmiş kimsesizini;
umarsızca bastığı toprakları düşünürüm,
sabanlarla gölgelenmiş ve yitip gitmiş evlâtlarını,
yazık ki başlıca övüncemdir bu benim.
Yeryüzü yaşamının elvermeyişine karşın, ben, Odysseus'um,
köklerimin derinliği Hades'in karanlıkları arasında
Tiresius'un Thebes'in gölgelerini gösterir
boğuntuyla dolu sevdanın kıvrımlarını açarak
Hercules'ün silüetini karşıma çıkaran
düzlüklerde aslan hayaletleriyle boğuşan
ve Olympus'un doruklarında tanrılarla çatışan.
Bugün -Şili, Bolivar- caddelerinde sürtüp duruyorum
belki üzünçler içindeyim, belki mutluyum
Artık 'Hiç kimse' olmak istiyorum.


*


GÜNAHKÂR
(Suç Ortağı)

Çarmıha gerildim. Haçım, çivilerim var.
O kâseden sundular, içmedim. Özümü kilitledim.
Düzen kuruldu. Bir mite çevirdiler.
Canımı acıttılar, yaktılar. Tamuya döndüm.
Ben övülmüşüm ve mutluyum, zaman acılarını verdi.
Olanları, olmuşu sineye çektim, ben seçilmişim.
Evren kutsanmış, tözü, tartımı, belli. Sevinçler aşağılayıcı.
Haklıyım, yaralıyım, yoksulların tansığıyım.
İlâhları, sözcüklerle kargışlarla yıldıranım.
Ben ozanım.


*


JANUS'UN BÜSTÜ KONUŞUYOR

Hiç kimse açık ya da kapalı o yekpare kapıdan
bana boyun eğmeden geçemez, kim görebilir ayrılan yolları,
kapılar kılavuzdur. Kasırgalı denizler, sakınımsız karalar
ufukların karanlığı benim görkünç gözlerimden okunur.
Benim bir yüzüm geçmişte yüzer, öteki geleceği kavrar,
sanki avuçlarında tutar. Ben tüm alanları tüm olanları görürüm,
çekilmiş kılıçları, uğursuzlukları, günahla uyumsuzlukları;
sahip olan olanaklara uygunluk tanımalı, yenilmişlerden
bir ölü gibi izin vermeli. Her iki ellerimde yitiktir benim.
Ben sütunları (ve hayası) yerinden olmayanım. Ben tüm olguların
gerçekleşeceğini söylemeyenim. Benim gördüğüm gelecekte ki tartışmalar
geçmişteki kanlar çekişmelerdir, ben hiç bir şeyin olacağını diyemiyorum.
Yıkıntılarıma bakıyorum ben: yerle yeksan basamaklar, ordular,
bir anlık bakışlarında yazgılarıyla başbaşa çehreler görüyorum ben.


*


LABİRENT

Zeus bile dolambaçla örülü, bu boğucu
taş ağı çözüp bir yol bulamaz. Ben geçmişimi
ve tüm kimliklerimi unuttum; İç sıkıcı
duvarları çınlayan dolambaçları izlemek
yazgımdır benim. Geçen yılların sonunda
hangi gizil bükeyler büküntüler
şiddetin galerileridir ki. Zamanın
tefecileridir bu çatlak köhne duvarlar.
Süprüntüler içindeki solgun işaretlerin
ayrımındayım. Büklümlü gece
bana doğru kükrüyor ve de
ıssız ulumaların yankısını taşıyor.
Ben gölgelerden bilirim ki Öteki hep orada,
nasıl bir alınyazısı sonsuza dek kendisini taşımak
bu dokunmuş ve belki de dokunmamış Hades
bitmez kanım ve cesetimi sömürmek içindir.
Herbirimiz diğerini ararız. Ama katıksız bir
bekleyiştir bu ve o bir hesap günüdür.


*


JAMES JOYCE

İnsanlığın tüm günlerinden bir gündü
yaratma gücü olanın, zamanın
o ilkinsil gün, biçimleri yoğururken
Günlere ve acılara biçemler veriyordu tanrı,
zaman görünmezliklerle geçerken
ıslak ırmaklar yeryüzünü sarıyor,
dolambaçlı, sancılarla dolu akıntılar,
öncesiz, sonrasız, geçmiş ve gelecek-sönüp gidiyordu.
Tıpkı benim gibi, tan atımından karanlıklara doğru
evrilip gidiyordu yeryüzünün öyküsü
gecenin derinliğini ereksizce adımlıyor Musevi,
Kartaca'nın ruh göçü, cennet, cehennem, göksel karmaşalar.
Tanrı baba, ey yaratan, görkem ve güzellik, dirimle cesaret ver
Ulaştığım dorukları salt görebilmek için tam da bu gün.


*


JOHANNES BRAHMS'A

O bağışlayıcı bahçende çağrılmaz bir konuktum
O bitimsiz anıları sen oluşturdun
Zaman geldi, büyük mutluluklarla ondum
Senin kemanların gökleri çalar.
Ama artık hakkını veriyorum. Utku diye sana,
Yoksunluğu paylaşanlar bir boşluğu bağışlar
Salt sanatın adı da yetmez.
Nasılsa bulacaktı onur seni görkemli ve yiğit ol.
Yüreksizin biriyim ben. Üzünçlerin tutsağıyım. Hiçbir şey
Haklı çıkaramaz bu küstahlığımı
Onulmaz mutluluklar derledim seninle
-Ateş ve kristal- sende ki ışıltının ruhudur.
Günaha bulanmış sözcükler sarmış beni,
Bir sesin ve bir düşlemin dölleri ki;
Simge değil, ayna değil, çığlık da değil,
Sonsuzluğa koşan ve yüceldikçe coşan bir ırmaktır seninki.


*


ELHAMRA

Hoşnutluk veren suyun şırıltısı ki
Kimi kumları kararmış bunalmış gibi.
Zarif bir el yol açtı ona
Özenircesine sütunlardaki oyuklara.
Şimdi su dolambaçlarla bir dantel gibi
Geçip gidiyor ıhlamurların arasında.
Onun içli bir şarkı olduğunu
Yalnızca bir sevda bir dua olduğunu
Tanrı’ya sunulduğunu, Tanrı'nın bildiğini
Yaşamın bir yasemen kokusu olduğunu.

Kıyıcı yatağanlar, umarsız mızraklar,
Sürüler, yağmacı kalabalıklar.
En iyi olmak için boşuna uğraşırlar.
Bütün bunların ayrımındadır üzünçlü kral,
Tüm inceliklerin toplamı bir veda etmez,
Geçersizdir anahtarlar,
Haç ötekilerin olur ay tutulurken,
Ve öğle sıcağında konuklar yalnızca tanıktırlar.

*


VERANDA

Akşamleyin
boş gönüller, avluda değişen renkler.
Gece de, belirsizce yükselen mehtap
göğe tutsak titreşiyor.
Veranda, oralarda bir pınar.
Işın demeti gibi akıyor
bu hangi gökyüzü ki evlerin içine ağıyor.
Serene,
sonsuzluk bizi oralarda bekliyor.
Yıldızlarla yaşamak hoş karanlıkla dost ol
sarnıçlar, gölgeler ve bizleri avutacak yol.






Türkçesi; Ulus Fatih







***********************************************************************************







SEZAİ KARAKOÇ
*
KAR ŞİİRİ

Karın yağdığını görünce
Kar tutan toprağı anlayacaksın
Toprakta bir karış karı görünce
Kar içinde yanan karı anlayacaksın

Allah kar gibi gökten yağınca
Karlar sıcak sıcak saçlarına değince
Başını öne eğince
Benim bu şiirimi anlayacaksın

Bu adam o adam gelip gider
Senin ellerinde rüyam gelip gider
Her affın içinde bir intikam gelip gider
Bu şiirimi anlayınca beni anlayacaksın

Ben bu şiiri yazdım âşık çeşidi
Öyle kar yağdı ki elim üşüdü
Ruhum seni düşününce ışıdı
Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın

1962 Şahdamar


*


ALEKSANDROS MATSAS (*)
*
MANZARA

Burada, zamanın çarkına
yok edebileceği hiç bir şey vermeyen
bu kayayla denizden, gökyakutla elmastan
oluşan madeni manzarada;

burada, tek lekesi senin kendi gölgen olan
ve ölümün tohumunu yalnız senin teninin
taşıdığı o her şeye egemen ışıkta;

burada, belki yalnız bir an için
putlar gözden yitecek; belki de bir kez daha
bakabileceksin kendi gerçek yüzüne çakan
bir şimşeğin aydınlığında;

nice maskenin ardına gizlenen o yüze,
zorunluklarla, boyunduruklarla çarpılmış,
senin aldattığın, herkesin zorbalıkla
kandırarak senden çaldığı.

Böylece arınarak bir toprak testi gibi
ya da çıplak bir kemik gibi etinden sıyrılarak
bir an için kurtulacak özündeki kil
hayatın ve ölümün amansız baskılarından.


Çeviri: Cevat Çapan
(*) Yunanistan


*;


AHMET ARİF
*
ANADOLU

Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun?

Utanırım,
Utanırım fukaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak...
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun?

Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım,
Ne şah ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun?

Nasıl severim bir bilsen.
Köroğlu'yu,
Karayılanı,
Meçhul Askeri...
Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini.
Sonra kalem yazmaz,
Bir nice sevda...
Bir bilsen,
Onlar beni nasıl severdi.
Bir bilsen, Urfa'da kurşun atanı
Minareden, barikattan,
Selvi dalından,
Ölüme nasıl gülerdi.
Bilmeni mutlak isterim,
Duyuyor musun?

Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.

Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?


&&&


PERCY BYSSHE SHELLEY
*
İNGİLTERE, 1819

İçi geçmiş bir kral, bir ayağı çukurda, tıknefes ve kör, leş gibi bir kral.
Bir sürü prens, alıklar soyu, halkın nefreti içinde soluyan tortular.
Cahil, duygusuz ve sağır yöneticiler, yapışmışlar sülük gibi bitkin ülkelerine.
Düştü düşecekler, bir fiske bile istemez, kanla o kadar şişmişler.
Aç ve çıplak bir halk, ezilen ezilen ezilen bir halk, ham topraklarda
Özgürlüğü boğan bir ordu, halkını kırıp geçiren ve soyan çöpüne dek.
Kim baştaysa onun uşağı, onun kulu kölesi bir ordu.
Ve yasalar, suça iten, yoldan çıkaran, astığı astık, yaldızlı ve kanlı
Ve tanrısız bir din ve kutsal bir kitap, hiç açılmaz bir kitap, mühürlü.
Ve bir senato, zorla ayakta duran, kokuşmuş, sarsak, gücü kuru.
Ölümsüz bir ışık doğacak yarın bütün bu mezarlardan,
Boğacak aydınlıklara kasırgalı günlerini çağımızın.

Çeviri: A. Kadir
S. Yıldırım


*

AHMET MUHİP DRANAS
*
BİTMEZ TÜKENMEZ CAN SIKINTISI

Bir bıçak saplı durur göğsünde,
Hangi su tasına uzansan boş;
Hangi pencereye koşarsan koş
Aynı siyah güneş gökyüzünde.

Aynı siyah güneş, aynı siyah,
Aynı susayış, aynı koşuş, aynı...
Of... hep aynı şey, aynı şey, aynı şey,
Aynı, aynı, aynı, aynı, aynı...


*


SERGEİ YESENİN
*
ELVEDA SEVGİLİ DOSTUM

Elveda sevgili dostum elveda,
Sen kökleri içimde uzanan...
Ayrılık yazılmış alnımıza
İlerde gene karşılaşırız inan...

Elveda dostum, el sıkışmadan
Sessizce... Ne keder ne tasa gerek:
Ölmek yeni bir şey değildir bu dünyada
Ama yaşamak da yeni bir şey olmasa gerek.

Çeviri: Attilâ Tokatlı



&&&

NÂZIM HİKMET
*
MASALLARIN MASALI

Su başında durmuşuz
çınarla ben.
Suda suretimiz çıkıyor
çınarla benim.
Suyun şavkı vuruyor bize
çınarla bana.

Su başında durmuşuz
çınarla ben, bir de kedi.
Suda suretimiz çıkıyor
çınarla benim, bir de kedinin.
Suyun şavkı vuruyor bize
çınara, bana, bir de kediye.

Su başında durmuşuz
çınar, ben, kedi, bir de güneş.
Suda suretimiz çıkıyor
çınarın, benim, kedinin, bir de güneşin.
Suyun şavkı vuruyor bize
çınara, bana, kediye, bir de güneşe.

Su başında durmuşuz
çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.
Suda suretimiz çıkıyor
çınarın, benim, kedinin, güneşin, bir de ömrümüzün.
Suyun şavkı vuruyor bize
çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.

Su başında durmuşuz.
Önce kedi gidecek
kaybolacak suda sureti.
Sonra ben gideceğim
kaybolacak suda suretim
Sonra çınar gidecek
kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek
güneş kalacak,
Sonra o da gidecek.

Su başında durmuşuz
Su serin
Çınar ulu
Ben şiir yazıyorum
Kedi uyukluyor
Güneş sıcak
Çok şükür yaşıyoruz
Suyun şavkı vuruyor bize
Çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.


&&&


NİKOS KAZANCAKİS (*)
*
TIRMANIŞ

Ne büyük mutluluk dağın kutsal yalnızlığına tırmanmak
tek başına, o temiz dağ havasında, ağzında bir defne dalı,
kanının topuklarından hızla dizlerine, beline yükseldiğini,
oradan boğazına ulaşıp bir ırmak gibi yayılmasını
ve aklının köklerini yıkamasını duymak!
"Sağa gideyim," "Sola gideyim," demeyi düşünmeden
aklının yol kavşağında dört rüzgârı birden estirmek,
ve tırmandıkça heryerde Tanrı'nın soluduğunu,
yanıbaşında güldüğünü, yürüdüğünü,
çalı çırpıyı ve taşları tekmelediğini izlemek;
dönmek ve şafakta orman tavuğu arayan bir avcı gibi
dağın tüm yamaçlarında kuş sesleri yankılansa bile
ne bir canlıya, ne de bir kuş kanadına rastlamak havada.

Ne büyük mutluluk toprağın bir bayrak gibi dalgalanması
sabahın sisinde,
ve ruhun bir atın sırtında kılıçtan keskin, başın
ele geçirilmez bir kale, güneşle ay birer muska
altın ve gümüşten, göğsünden sarkan!

Ardına düşmek o yükseklerde uçan kuşun, geride bırakmak
tasalarını, hayatın hırgürünü ve mutluluk denen
o vefasız yosmayı;
veda etmek erdemli yaşamaya ve uyuşturan sevdaya,
geride bırakmak kurtların kemirdiği küflü dünyayı
genç kobralar nasıl dökerlerse dikenlere incecik
derilerini.

Alıklar meyhanelerde güler, kızların rengi solar,
kadife külahlarını sallar mal sahipleri gözdağı
verircesine
ve senin kanlı ayak izlerini kıskanırlar, ey ruh,
ama uçurumdan korkarlar,
oysa sen bir aşk türküsü tutturur, dimdik yürürsün
yalnızlığa doğru bir güvey gibi elinde yüzgörümlükleri.

Ey yalnız insan, bilirsin Tanrı sürülere karışmaz,
ıssız çöl yollarını yeğler, gölgesi bile düşmez
bastığı yere,
sen ki her türlü ustalığı edindin, ey insanların en
kurnazı,
artık ne Tanrı'nın ne de insanın ayak izleri döndürür
seni yolundan;
sen bilirsin orman cinslerinin yemek yediği orman köşelerini,
bağrındaki hayaletlerin su içtiği kuyuları bilirsin;
bütün silahlar aklındadır senin, avlamak elindedir dilediğini;
pusu kurup, büyülerle, tazılarla, uçan oklarla.

Şafakta tırmanıp gün aydınlanırken yürüdüğün gün,
iki avucun da karıncalanmıştı, kurnaz gözlerin ışımış,
şimşek gibi çakmıştı bakışların çalılıklarda
bu insansız dünyanın tanrısı renk renk tüylü o vahşi kuşu
ürkütmek için.

Dağlarda serin saatler boyunlarında çanlar
kayalıklarda sıçrayan çevik oğlaklar gibi geçti;
güneş göğün ortasında durdu, gün kurtuldu boyunduruğundan
ve yavaş yavaş mavi serin bir sis içinde alacakaranlık çöktü.

(*) Yunanistan


&&&


İLHAN BERK
*
DÜŞÜNMEK İSTEMİYORUM

Bu dünya kadar eski bir şey yok.
Gök sayrılı. Güneş sıradan. Ağaçlar acemi.
Her sabah devesiyle işe gidiyor bir Bedevi.
Her akşam kuşunu dolaştırıyor iki Çinli.

Bir yinelemedir dünya. Bin yıl sonrayı görüyor bir ağaç.
Bin yıl sonrayı bir dinozor. Gazali, kendini 7'ye benzetirdi.
Homeros her sabah yürürdü.

Göz için yeni bir şey yok.

Korkunçluk bunda.

Zaman benim tarlamdır mı diyordu Goethe?
Bilmek istemiyorum. Oturduğu yerden
Montevideo'yu görüyor bir ev.
Sandalye kentsoylu. Pencere feodal.
Su, belleksiz çıktı. Tin yalnız.
Ben çocukken ırmak olmak istedim.
Irmaklar hep çağırdı beni.
Düşünmek istemiyorum.
Dünya benim yerime düşünüyor.

Söz öldü.

Tunç: Monarşik.

Demir: Demokratik.

Bir akşam durup dururken dünyanın yaşlandığını gördüm.
Görmek yordu beni.


&&&


PEDRO SHİMOSE (*)
*
BİR KÜÇÜK BURJUVANIN SÜPERAKADEMİKREALİSTİK ŞİİRİ

Genç kadınları kültürümüzle etkiledikten sonra,
Vesta kızlarına ve utangaç rahibelere saldırdıktan sonra,
leylakları yaktıktan, bulutları gömdükten,
tapınakları ateşe verdikten sonra,
kutsal inekleri boğazladıktan, tanrıları öldürdükten sonra,
güle ve İsveç Kralı Gustave'a sövüp saydıktan sonra,
müzeleri havaya uçurduktan, mezarlıklarda dansettikten sonra,
ün peşinde koştuktan ve o kadınla yattığımızı düşledikten sonra,
ejderhalarla, imparatorluklarla, devlerle savaştıktan sonra,
gazetelere geçsin diye adımız, yalvar yakar olduktan sonra,
piramitleri yıkmak için sabah karanlığı toplantılar yaptıktan sonra,
elimize ne geçti?

Akademide bir koltuk,
bir de çek defteri.


(*) Bolivya
Çeviri : Ülkü Tamer


&&&


HALİM ŞEFİK GÜZELSON
*
KILIÇ BALIĞININ ÖYKÜSÜ

bu bir kılıç balığının öyküsüdür
yazılmasa da olurdu
ama bizi yeni sulara götürecek akıntı durdu
uskumrunun arkasından gidiyorduk
sürünün içinde ben de vardım
sırtımda bir zıpkın yarası
mutlu olmasına mutluydum
nedense gitmiyordu kulağımdan; bir türlü
o ağ var! sesleri
deniz kızı girmiş düşüme ben iflah olmam
dalyanları birbirine katmak orkinosların harcı
dolanınca ağa çok geçmeden küserim
bir çocuk bile çeker sandala beni bu kadar ağır olmasam
beni böyle koşturan yaşama sevinci
kanal boyunca bir o yana bir bu yana
siz yokmusunuz siz; derya kuzuları
kestim kılıcımla karanlığını dibin
yakamoz içinde bıraktım suları
Ah! aysız gecelerde olur ne olursa
sırtımda bir zıpkın yarası
atın beni mor kuşaklı bir takaya götürün
iri gözlerimde keder; kılıcımda hüzün
satın beni satın beni
rakı için!


&&&


EDGAR ALLAN POE
*
ANNABEL LEE

senelerce senelerce evveldi;
bir deniz ülkesinde
yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz
ismi annabel lee;
hiç bir şey düşünmezdi sevilmekten
sevmekten başka beni.

o çocuk ben çocuk memleketimiz
o deniz ülkesiydi,
sevdalı değil kara sevdalıydık
ben ve annabel lee;
göklerde uçan melekler bile
kıskanırlardı bizi.

bir gün işte bu yüzden göze geldi
o deniz ülkesinde,
üşüdü rüzgarından bir bulutun
güzelim annabel lee;
götürdüler el üstünde
koyup gittiler beni,
mezarı ordadır şimdi,
o deniz ülkesinde.

biz daha bahtiyardık meleklerden
onlar kıskandı bizi-
evet!-bu yüzden(şahidimdir herkes
ve o deniz ülkesi)
bir gece bulutunun rüzgarından
üşüdü gitti annabel lee.

sevdadan yana, kim olursa olsun,
yaşça başça ileri,
geçemezlerdi bizi;
ne yedi kat göklerdeki melekler,
ne deniz dibi cinleri,
hiçbiri ayıramaz beni senden
güzelim annabel lee:

ay gelir ışır, hayalin irişir
güzelim annabel lee;
bu yıldızlar gözlerin gibi parlar
güzelim annabel lee:
orda gecelerim, uzanır beklerim
sevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim
o azgın sahildeki,
yattığın yerde seni.


Çeviri; Melih Cevdet Anday


&&&


ECE AYHAN
*
GİZEMLİ KAZ

Fetret ve fütüvvet ile
yeşil imgelemine şiddet
sızdı. Ve dahi
mağralarda, koyaklarda
sakalsız çocuk hükmünde idi
İzak
bir kaz boynunda beyaz
ölümcül ve hükümran
parmak izleri kaldı


&&&


HULDE LUTKEN ( * )
*
MEGALOMANİ

-Bir büyük Norveç şairine-

Siz
Norveç’in en yüce bir dağı
Ben
Minnacık Danimarkalı karınca!
Ne var ki
Kimseler önleyemedi
Bugüne kadar
Dağlara tırmanmasını karıncaların.

Evet, değişmez hiçbir şey
Dağ dağdır her zaman
Karınca karınca.
Ama sayın üstad!
Ben sizin doruğunuza eriştiğimde-
Bir karınca boyu da olsa-
Daha yüksek sayılmaz mıyım sizden?

Haydi hoşçakalın!


( * ) Danimarka

Çeviri : Ata Karatay


&&&


YAHYA KEMAL BEYATLI

Asıl adı Ahmed Agâh olan Yahya Kemal Beyatlı (1884-1958) Türkçe ile Divan şiirini birleştiren (Baki'ye öykünüyormuş) klasik biçime bağlı şiirler yazmış, ama bunu anlatımda batının modern ve lirik havasında da görülen bir biçemle yoğurup, şiirini "kendisi" kılabilmiş ve değeri pek bilinmemiş şairlerimizdendir. Onda halk şiirinin, Dadaloğlunun, Erzurumlu Emrah, Kağızmanlı Hıfzı'nında izleri vardır ama sezilmesi, modern şiirle bağdaştırlıması pek yapılan bir şey olmadığı için üzerinde durulmaz. Beyatlı aristokrat bir yaşam sürmüş ve seçkinci bir şiir anlayışıyla hareket etmiştir. Örneğin batıda (Paris'te) 9 yıl kalmış ama batının şiirinden etkilenmeyi, kendi ulus ve sınıfının bağdaşıklığına uygun görmediğinden olsa gerek, şiirinin kendi özgün yapısıyla oluşmasını istemiş, etkilenmeyi o kültürü tanımak boyutlarında sınırlı tutarak, aslında sanat için tehlikeli, ama kendine güvenen için kibirli bir tutumun dışavurumunu sergilemiştir. Bazı şiirlerini 30 yılda yazdığı söylenen şairimizin şiirindeki ritm ve kurduğu musiki, diğer hiç bir şairimizde görülmeyecek denli belirgin ve vurucudur. Nâzım'ın annesine de âşık olmuş bu şairimizin şiirinden bir örnek verelim ve çok geniş bir açılım olmadan, her zaman Beyatlı gibi özgün şiir yaratılamayacağını, saf şiirin büyük bir birikim ve uçsuz bucaksız bir sezgiyle oluşabileceğini bir kez daha belirtelim.

RİNDLERİN ÖLÜMÜ

Hâfız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden hergün açarmış kanayan rengiyle,
Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şiraz'ı hayâl ettiren âhengiyle.

Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter,
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.


&&&


ODYSSEUS ELİTİS (*)
Girit, Kandiye,1911 doğumlu Odisseus Elitis, bir fabrikatörün oğlu olup, burjuva bir aileden gelmektedir. Yannis Ritsos, Kavafis ve Seferis'le Yunan şiirinin kare asını tamamlar. Yunan şiiri öylesine güçlüdür ki beslendiği ırmak Anadolu toprağıyla birebir olduğundan, bizim şiirimize hala şüpheyle bakanların bu örnekten alacağı ders olması gerekir. Kültürü bu anlamda güçlü bir geçmişe dayanan her toprağın şiirde öncül sayılmasını doğal saymak gerekir. Batı Sapho'yu, Homeros'u, Pavlos'u kendinden sayarda, konu M.C. Anday'a, Oktay Rıfat'a, Dağlarca'ya gelince tutukluk yapar. Çünkü çağımız seçenekler savaşında zamana değil zemine önem verir ama zaman çağımızı bir süre sonra acımasızca yargılayacağı için hakkın yerini bulması da kaçınılmazdır. Elitis aynı Yahya Kemal Beyatlı gibi seçkinci bir yapının şairidir. Şiiri sessiz ve derinden akan bir ırmak, günlük sorunlardan yaşam boyu uzak kalmış bir burjuva-aristokrat gibidir, onu sinirlendiremezsiniz, kanında coşkudan eser yoktur, biteviye soğukkanlı ve bir efendi alışkanlığındadır. Saldırınıza kayıtsız, toprağına, malına göz koyduğunuzda vakurdur. Ve son kaybedenin siz olduğunu ve bütün bunların bilinçle ve bile isteye kurgulanmış bir oyun olduğunu anladığınızda çok geç kalmışsınızdır. Elitis'de böyle bir şiirin şairidir. Uçlara kaymaz, orta yolun sağlam ve beton görünümlü şiirinin yaratıcısıdır. Çarpıcı imge, dehşet dolu anlatımdan uzak, olabildiğince sıradan olanın, olup-bilebildiğince sıradışı olanını yaratmak ister. Bu nedenle sıradan görünen şiiri neredeyse, ancak üzerinde durulduğu ve ruhsal dinginliğinizin buna elverdiği ölçü ve saatlerde anlaşılabilecektir. Bu şiir 1979 da Nobel ödülü almış, Elitis'de 1996'da, Borges'in Anlar şiirinden doğan pişmanlığı yaşamadan 85 yaşında kendi Hades'ine ve ölümsüz şairler Panteon'una ulaşmıştır.

OTOPSİ


Ve gördüler ki zeytin kökünün altını damlamış
kalbinin gizli oyuklarına. Ve kim bilir kaç gece
mum ışığında uyanık kalıp günün ağarmasını
beklediği için, garip bir sıcaklık yayılmış
bağırsaklarına. Derinin biraz altında, mavi ufuk
çizgisi iyice belirli. Ve bol bol mavilik var
kanının her damlasında. Büyük yalnızlık
saatlerinde ezberlemeye başladığı kuş çığlıkları,
belli ki bir anda dökülüvermiş gövdesinden, bu
yüzden bıçak daha derine işleyememiş.
Herhalde niyet etmek yetmiş kötülük için.
Gene belli ki, suçsuz insanların o korkunç
konumunda karşılaşmış bu kötülükle. Gözleri
açık, gururlu o koca orman hala yürüyor gibi
gözlerinin lekesiz ağ tabakalarında. Beyinde bir
şey yok göğün ölü yankısından başka. Yalnız
sol kulağının boşluğunda ince kum tanecikleri,
deniz kabuklarında görülen. Demek ki sık sık
deniz kıyısında yürümüş tek başına, aşkın acısı
ve rüzgarın uğultusuyla. Uyluklarındaki ateş
parçalarına gelince, bunlardan anlaşılıyor ki
epeyce önünde gitmiş zamanın bir kadını
kollarına aldığında. Bu yıl erken meyve verecek
ağaçlar.

Çeviri: Cevat ÇAPAN

(*) Yunanistan


&&&


GÜLSELİ İNAL

Gülseli İnal 1947 İstanbul doğumlu, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü bitirmiş bir şairimiz. Kadın şair kavramıyla meşgul olanlar için tam ve yüz akı bir şairimiz. Öyle sessiz ve derinden, bir o kadar da alçakgönüllü yıllardır kozasını örer durur. Sıklıkla kitapları çıkar ama, ne bir tanıtımı vardır, ne de çevresinde bir gürültü kopar. Akademik ve soğuk bir görüntünün şairidir. Zor olanı seçtiği için seveni az, fanatiği çok diyebileceğimiz bir şairdir. Şiirleri derin sularda kulaç atmayı sevmeyenler için sıkıcıdır, tat vermeyebilir. O denli yeni imgeler ve şiire öylesi ayrıksı bir bakış kazandırmıştır ki değerini bilmek için zamanın soyluluğuna baş vurmak gerekir. Uzay, mitik dünyalar, erojen bölgeler, içselleştirilmiş ruhani dizeler, çarpıcı, anlakta akıp giden metaforlarla süslü şiiri, birikim ve özel bir ilgiyi gereksinir. Bayağılığa, sıradan olanın esnekliğiyle, alışılmış olanın kitlelere yönelik erinç veren albenisine yüz vermeyen şair, zorluklarla dolu patikaları ve uçurum kıyılarını sever. Zaman içinde, şiirimize katkısı çok iyi anlaşılabilecek olan şairimizin, şiirin günlük derebeylerinden şiirsel anlamda, estetik ve çok daha güçlü bir yapısının olduğu görülebilecektir.

BENSE UZATMIŞTIM SAÇLARIMI KOYU BİR IRMAK İÇİN

İnce sızılar duyarım günle gecenin birleştiği yerde
yavaş yavaş solan bir çiçeğin solgun ışığı yansımıştır yüzüme
oysa gün parlak gökyüzü kızıldır henüz
yalnızlıklardan sıyrılıp bir iki yıldız
yıldızlardan aldığım bir gülüştür benimki
takındığım dudağımın ucundaki
derin bir dağ kovuğunda otururum
sonra bir kartalla senlibenli
birazdan gün solacak sessizlik
takınacak kendi sessizliğini
istek başlayacak denizden
bir martının mavi sayrıl uçuşundan
bir iki beyaz martı geçecek
şölen mi başlayacak ne
kırmızıyla yeşilin tutuştuğu yerde
altın sağraktan akan suyun sessiz görünüşü gibi

yeter diyor morluk
sır verdim dağlara ben
sır verdiklerim içinde
takındığım gülüşüm de var.
Nedir bu beni saran sonsuz kıyılar
uğuldayan ormanlar denizin durmadan yükseldiği kumsal
dalgaların bölündüğü kıyı
arayışlarla başlayan gece küskün biten sabah
nedir nedir beni saran hüzün
gökyüzünden topraktan ve sudan
hiç durmadan fışkıran akşam
bense
uzatmıştım saçlarımı
koyu bir ırmak için
bense
önümdeki yeşil başlı ağaçların eğildiği
yüzümü yıkadığım o eski sunak
önümden akıp geçen bir kara yelkenli
saçlarım ise günışığından arta kalan
bir yele gibi önüne katmış da ışığı
güpegündüz bir gülün boyatışını
bekleyebilirim sonsuza dek
bekleyebilirim yeni doğan bir sabah sevisini
kollarımdan geçen ırmak
başımı yasladığım yeşil ay
kurallarım var hiç bir doğaya uymayan
şaşırmalarımda hiç durmadan gökyüzüne bir gül boyatar.


&&&


GABRIELA MISTRAL

Gabriela Mistral, (Lucila de Maria del Perpetuo Socorro Godoy Alcayaga) 7 nisan 1889'da Şili'de doğar. Gabriela Mistral, yaşamı boyunca öğretmenlik yapar. Latin Amerika'nın 'tanrısal Gabriela'sı, Gabriela Mistral büyük tutkuların şairidir. 'Oğul Şiiri' şiirleri içersinde en önemlisi olarak kabul edilir. Sevdiği adamın ölümüyle, çocuğunu doğurmak olanağı yok olmuş kadının yaktığı ağıttır bu şiir. 'Oğul Şiiri'nin yer aldığı kitap 'Umutsuzluk' için Mistral şöyle demiştir: 'Bu acı kitabı dilerim tanrım affeder.' Şilili büyük ozan Pablo Neruda anılarında şöyle sözediyor Gabriela Mistral'den: '... Tarlanın sarı ve titreyen bir halı olduğu bu Eylül ayında çiçekleniyor kolzalar. Burada, sahilde gürlüyor güney rüzgarı dört gündür fevkalede bir kızgınlıkla. Gece rüzgarın bütün devinimleriyle dolu. Aynı anda okyanus hem yeşil bir pencere gibi açık ve hem de koskocaman beyazlık gibi. Gel, Gabriela, kolza-tarlalarının sevgili kızı, bu taşlardan, bu kocaman rüzgarlardan gel. Sevinçle karşılıyoruz ve selamlıyoruz seni. Kimse unutmayacak senin şarkılarını ve senin yabansı alıç-dikenini, Şili'nin karını. Şililisin sen. Halka değginsin sen! ...' 1945 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Gabriela Mistral, bütün dünya tarafından tanınan ve sevilen bir şair olarak, 1957 yılında, bir konferans için bulunduğu Long Island'da (ABD'de) ölür. Evet, Şililidir Gabriela Mistral, ama o dünyalıdır. Çünkü, dünya halklarına, dünyanın bütün analarına, bütün insanlarına söylemiştir türkülerini...

PARMAĞINI YİTİREN KÜÇÜK KIZ

Bir midye kapıverdi serçe parmağını,
midye kumlara düştü,
deniz kumları yuttu,
balina avcısı tuttu onu denizde,
balina avcısı Cebelitarık'a geldi,
Cebelitarık'ta türkü çığırdı balıkçılar,
"Duyduk duymadık demeyin, denizden
parmağını çıkardık küçük bir kızın,
sahibi kimse gelsin alsın!"

Bir tekne verin bana, gidip alayım,
tekneye bir kaptan verin,
kaptana aylık verin,
kentten toplayın kaptanın aylığını;
kuleleri, alanları, tekneleri var Marsilya'nın,
bütün dünyanın en güzel kenti
güzel olur mu hiç parmaksız bir kızla,
parmağını denize kaptırmış bir kızla,
balina avcıları susmak bilmiyor,
bekleşip duruyorlar Cebelitarık'ta.


&&&


ERCÜMENT UÇARI

İstanbul'da doğdu. (1928-1996) İst. Ü. Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. İkinci yeni içinde yer alan şairlerimizden. 1996 yılının karlı bir gününde yitirmiştik onu. Kötülük çiçeklerinin çanı çalınca, Beykoz'un havarisi, ölüler ülkesine göçüp gitti.. Çocukluğunun geçtiği Beykoz'da Pan gibi kırları dolaşan, Bozcaada'da şaraplar içip ditramboslar çağıran bu zamansız peygamberin, herbiri birer kozmik haritayı andıran kemik rengi şiirleri, kaotizm yüklü, fantastik öğelerin ağır bastığı, matematik birer formülden bileşikti. Bir şiiri, bin şiir, bin şiiri bir şiir yapıcısı, kozmik şiir ustası ozanımız, tanrının bile görünmediği alanlarda kalem oynatmış, bilemeyeceğimiz, göremeyeceğimiz bir antikozmostan seslenmişti... Karşıdünyanın bu anlaşılmaz reaksiyonerlikteki ozanı, şiiri öylesine olağandışı buluyordu ki anlaşılmayı hiç bir zaman arzulamadı, bunu göze alabilmek, insanın kendisini hiçleyebilmesi, sevilmeyi istemek, kitleleri etkilemeyi arzulamaktan çok daha içrek ve insanın trajedisi adına çok daha tansık barındırabilecek bir tutumdur belki de... Ürkütücü ve gizemlidir de, çünkü, kendilerine cennetin çeyizlenmesini değil, cennetten kovulmuş olmayı lâyık gören ve aslında salt başkaldırıdan başka bir şey olmayan şiire, böylelikle daha çok yaklaşmayı deneyenlerdir onlar. Yalvaç olmayı değil deccal addedilmeyi göze alanlardır. Onun şiirini sevebilmek, kolaylıkla katlanılabilecek bir tutum değildir, çünkü anlak içi değildir. Ve ozan öncelikle kendini kurban seçecek kadar da gözüpektir. Bir kurban olarak, ilk taşı günahsız olanın atmasını da beklemez, o ilk taşı özüne; daima kendisi atar!..


AZ

kor kayalarda az aşka dönük yunus balıkları
az bir jet uçağı az üçgen
uzakta kentin ışıkları bir baca koca bir vapur
ölüm yok mu az ilerde iki haydut
azı sevmek mum ışığında az bulut gökyüzü
bir deniz köpükleriyle ormanda bülbüller
soyunuk eller öpüşür yataklarda yan yana
az öğle güneşi yaban arısı sis dörtgeni


&&&


EZRA POUND

Idaho Eyaleti'nin Hailey kasabasında 1885'de doğdu, 1972'de Venedik'te öldü. Yaşamı tam bir sui generistir. II. Dünya Savaşı yıllarında faşizmden yana konuşmalarından dolayı 1943'te 'vatan haini' sayıldı; savaş sonunda tutuklanıp önce Pisa'da bir kampta altı ay gözetimde tutuldu; ardından yargılanmak üzere Washington'a götürüldü, ancak us sayrısı olduğu ileri sürülerek Amerika'da Washington D.C.'deki Saint Elizabeth Hastanesi'ne yatırıldı (1945-1958); özel bir afla serbest kalınca, yine İtalya'ya giderek ölene dek Rapallo ve Venedik'te yaşadı. 1912'de Hilda Doolittle, Richard Aldington ve F.S Flint'le birlikte İmgecilik akımının, ardından Blast adlı dergide W. Lewis'le birlikte Vortisizm (sanatı makine ve modern sanayii ile ilgili kılmak) akımının öncüsü olmuştur.1949'da Bollingen Şiir Ödülü'nü almıştır. Batı sanat ve kültürünü her yanıyla inceleyen Pound, klasik İlkçağdan, Çin ve Japon şiirine dek ilgi göstermiş, bunlardan esinlenerek şiire yeni olanaklar ve enginlik kazandırmıştır. İngiliz ve Amerikan şiirini derinden etkileyen Pound "Ozanlar ozanı" olarak nitelendirilmişti. Bir burlesk sanatçısını evinde barındırdığı için işinden olmaktan tutunda, W.B Yeats'in yazmanı olmaya kadar her şey var yaşamında... Evlendiği bayanın adı ise Dorothy Shakespeare, Pound için 'Kaosun Ozanı' demek endoğrusu. Kantolar'ı onu anlamak için en iyi örnekseme kabul edebiliriz.


OYUNCU KADIN

Karanlık gözlü,
Ey düşlerimin kadını,
Fildişi sandallı,
Benzerin yok dans edenler içinde,
Yok ayakları senin gibi kanatlı.

Seni çadırlarda bulamadım,
Kırılan karanlıkta.
Seni kuyu başında bulamadım,
Testili kadınlar arasında.

Ağaçtan filizlenen dal gibi genç kolların;
Yüzün bir aydınlık akarsu.

Badem gibi ak omuzların,
Soyulmuş körpe bademler gibi.
Bakır kafeslerin ardında
Harem ağalarıyla korumuyorlar seni.

Yaldızlı maviler, gümüşler dinlendiğin yerde.
Sırtında sırma telle işlenmiş koyu giysiler,
Ey Nathat-İkanaye, "Irmaktaki Ağaç".

Otlarda akan su gibi üzerimde ellerin,
Parmakların donmuş bir dere.

Ak çakıl taşları bakıcı kızların,
Duyulur çevrende türküleri!

Benzerin yok oyuncular içinde,
Yok ayakları seninkiler kadar hızlı.

Çeviri; Cevat Çapan


&&&


FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA

Yaşayan en büyük ozanımız diyebileceğimiz Dağlarca 1914 İstanbul doğumlu. Askeri görevi bittikten sonra çeşitli işlerde çalışmış ve Aksaray'da (İstanbul) Kitap kitabevini açmış, dört yıl Türkçe isimli aylık dergiyi yayınlamış. İlk şiiri 1933 yılında 'Yavaşlayan Ömür' adıyla İstanbul dergisinde çıkmış. "Bir yapıt hem içinde bulunduğu zamanı, hem de gidilecek yönü işaret etmelidir” sözü onun sanat anlayışını belirler. Aşırı üretken bağımsız, hiç bir akımdan etkilenmeyen şiiri hep kendi kozasını örer. Hemen her konuda şiir dili yaratabilen ozanımız, şiirde düşünceyi en derin, en özgün biçimde yansıtabiliyor. Yalın, yarı konuşur gibi dile gelen imgelerle, şiir olan ve olmayan arasında gidip gelen korkunç bir ejderha var şiirinin arkasında, o belkide yazdığı şiir ile şiirsizliğin sınırı arasında yarattığı dille olağanüstüyü yakalayabilen yeryüzündeki tek ozan belki de... Nobel gibi bir ödülü hak edebilecek dünya ozanlarından biri Dağlarca. Ne var ki alçak gönüllü dünyasında eviyle, Kadıköy'de arada bir çıktığı Vagon derler kıraathanede yaşamını sürdürüyor yıllardır. Şiirde sonsuz ve sınırsız olan düşünceyi doğallıkla dile getirebilen bunun saf örneklerini sunan ozanımız, bu toprağın şiirdeki burçlarından olmak sıfatıyla kabul görmüş, yeryüzünü aydınlatan şiir yıldızlarından biridir.


KARANLIK YAPI

Vurmus dağlara dağlara ışığı
Belli olmuş uzağı yitmişliğinden
Düşünür bizi
Gece aşağıda

Üstlerden büyür samanyolu
Bir sevgiye benzer
Başka bir sevgiye benzerken
Gece aşağıda

Bağışlar öldürmüşü
Çalanı yalan söyleyeni kaçanı
Topraga çiğ düşmeden
Gece aşağıda

Bir eski savaş alanında korkunç
Bir ayrılıkta upuzun
Neler soyunur neler
Gece aşağıda

Nice yorgun olursa olsun yercek
Yükünden yeşilinden
Uyutur böceği otu
Gece aşağıda


&&&


HANS MAGNUS ENZENSBERGER

1929'da Almanya'da Kaufbeuren'de doğdu, çocukluğu Nürnberg'te geçti. Alman dili ve felsefe eğitimi gördü. Yazarlığının yanısıra radyo yapımcılığı, editörlük ve dergicilik yaptı. 1960'larda, II. Dünya Savaşı sonrası Alman toplumunu hicveden şiirleriyle tanındı, sonra siyasal eleştiri yazılarına ağırlık verdi, siyasal denemelerinde, kapitalist toplumsal düzeni hedef alan keskin ve ince bir eleştiri vardır. Önemli eserleri: verteidigung der wölfe (şiir, 1957); landessprache (şiir, 1960); einzelheiten (deneme, 1962); politik und verbrechen (deneme, 1962); deutschland, deutschland unter anderem (deneme, 1967); das verhör von habana (oyun, 1970); Der Untergang des Titanic (şiir-şarkı, 1978, Türkçesi: titaniğin batışı); ach europa (deneme, 1987; Türkçesi: ah avrupa!). 1985'ten bu yana Die Andere Bibliothek adlı kitap serisinin editörlüğünü yapmaktadır. Yazar ayda bir yayınlanan TransAtlantik dergisinin kurucusudur, yazarın çalışmaları kırktan fazla dile çevrilmiştir, yazar Christian Enzensberger'in büyük kardeşidir.

Enzensberger, küreselleşme rüzgârı Avrupa'yı sarsmadan önce bir Doğu Almanya (Demokratik Almanya) yurttaşıydı. Bir gün Sultanahmet'te, Doğu Alman yurttaşına Enzensberger'i sorduğumda bir sessizlik olmuş ve şaşırtmıştı. Titanik'in Batışı adlı uzun tek bir şiirden oluşan yapıtı dramatik ve etkileyicidir. Son dizelerinden birisi sanırım şöyleydi; "Söylemesi güç, olanaksız, neden böyle hem yüzüyor, hem ağlıyorum." Titanik'te insanlığın zaafları, bir boşunalıktan öteye gitmeyen tutkuları, hırsları, hınçları ve bizleri barıştan, kardeşçe yaşamaktan uzak tutan, güdüsel, genetik, vahşi duygulanımları, ironik ve içler acısı bir derinlikle dile getiriyor ve yaşamı yazgıların derinliğinden, ufuklardaki düşlerimize dek sorgulamamızı sağlıyordu.

HER ŞEYE TIPATIP UYAN VE HER ŞEYİ ÇOKTAN BİLENLERİN ŞARKISI

bir şey yapılması gerektiğini ve de hemen
çoktan biliyoruz
ama daha erken olduğunu bir şey yapmak için
ama artık geç olduğunu bir şey daha yapmak için
çoktan biliyoruz

ve işlerimizin yolunda olduğunu
ve bunun böyle süreceğini
ve bunun anlamı olmadığını
çoktan biliyoruz

ve suçlu olduğumuzu
ve suçlu oluşumuzda bir suçumuz olmadığını
ve elimizden bir şey gelmeyişinde suçlu olduğumuzu
ve bunun bize yettiğini
çoktan biliyoruz

ve belki de ağzımızı tutmanın daha iyi olacağını
ve ağzımızı tutmayacağımızı
çoktan biliyoruz
çoktan biliyoruz

ve kimseye yardım edemiyeceğimizi
ve bize kimsenin yardım etmeyeceğini
çoktan biliyoruz

ve yetenekli olduğumuzu
ve hiç ve gene hiç arasında seçme yapabileceğimizi
ve bu sorunu temelden incelememiz gerektiğini
ve çaya iki tane şeker attığımızı
çoktan biliyoruz

ve baskıya karşı olduğumuzu
ve sigaraların pahalılaştığını
çoktan biliyoruz

ve her seferinde bir şeyin olacağını önceden kestirdiğimizi
ve her seferinde haklı çıkacağımızı
ve bundan bir şey çıkmayacağını
çoktan biliyoruz

ve her şeyin yalan olduğunu
çoktan biliyoruz

ve bir şeyi atlatmanın her şey değilde hiçbir şey olduğunu
çoktan biliyoruz

ve bizim bunu atlatacağımızı
çoktan biliyoruz

ve bütün bunların yeni olmadığını
ve yaşamanın güzel olduğunu
ve bunun her şey olduğunu
çoktan biliyoruz
çoktan biliyoruz
çoktan biliyoruz

ve bunu çoktan bildiğimizi
çoktan biliyoruz.

Çeviri: Sezer DURU


&&&


HASAN HÜSEYİN (KORKMAZGİL)

(1927 Gürün - 26 Şubat 1984 Ankara) Adana Lisesi ve Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü'nü bitirmiştir. Göksun'da başladığı öğretmenlikten siyasi eylemde bulunduğu gerekçesiyle atıldı, tutuklandı, hüküm giydi. Daha sonra Gürün'de ve Sivas'ta arzuhalcilik, portre ressamlığı ve işçilik yaptı.1960'da İstanbul'a, sonra Ankara'ya yerleşti. Akis dergisinde çalıştı, bir süre de Forum dergisini yönetti. Kızılırmak kitabı nedeniyle hakkında 142. maddeden dava açıldı, yargılandı aklandı. Lise yıllarında şiir yazmaya başlayan Hasan Hüseyin'in ilk şiiri Dost dergisinde çıktı. Bu yıllarda mizahi öyküleri de yayımlandı. Kavel adlı kitabı ile 1964 Yeditepe Şiir Armağanı'nı, Filizkıran Fırtınası ile 1981 Toprak ve Nevzat Üstün şiir ödüllerini aldı.

Hasan Hüseyin şiiri, Nâzım Hikmet damarından sürgün veren en dikkate değer şiir olmuştur, değeri bilinmiyor gibi gözükmesine karşın, kitaplarının yayınlanma olanağı bulması, bu durumu sorun olmaktan çıkarmaktadır. Üretken bir ozanımızdır, Homersi yazının, Nâzım Hikmet ve Yaşar Kemal'le zincirlenen son halkasıdır. Üretkenliği onun şiirlerini bitmez tükenmez bir öylesinelik içine sürüklüyor gibi gözükse de dikkatli gözlerden kaçmayan bir birikimin, gelenekselleşen bir sürgünün ve coşkulu bir çağlayanın şiiridir onun ki. Değerli olmaya eğilimli, zemine değil zamana yönelmeye çabalamış bir şairimizdir. Bu sayfalarda onu unutmamak gerçek şiirseverleri de mutlu edecektir sanıyoruz.

AMENNA

Yaşayanlar bir gün ölür elbette
Ağaçlarla, balıklarla
Kuşlarla ben amenna


Ağlayanlar bir gün güler elbette
Uyanmakla, Anlamakla
Bilmekle ben amenna


Kısa çöp uzun çöpten hakkını alır elbette
Direnmekle, kurtulmakla
Barışla ben amenna


Öyle bir yerdeyim ki
Ne karanfil, ne kurbağa
Öyle bir yerdeyim ki
Bir yanım mavi yosun
Dalgalanır sularda
Bir yanım çocuk parkı çığlık çığlığa
Öyle bir yerdeyim ki
Anam gider allah allah
Dölüm düşmüş sokağa


Dostum dostum güzel dostum
Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe


&&&


BERTOLT BRECHT

Bertolt Brecht, (1898 Augsburg-1956 Berlin) Alman şair, oyun yazarı, tiyatro yönetmenidir. Epik tiyatro görüşüyle geleneksel tiyatronun sunduğu illüzyonu kıran ve tiyatroyu sosyal ve ideolojik bir foruma dönüştürmüş sosyalist tiyatro devrimcisidir. Birinci Dünya Savaşında askere alınıp hastanede görev yaptı. Savaşın son yılında “Ölü Askerin Öyküsü” adlı bir şiir yazdı. Bu şiiri yıllar sonra, Naziler tarafından suçlanarak Alman yurttaşlğından atılmasına sebep olacaktı. Tiyatroya, seyircinin sahnedeki olayla kendisini özdeşleştirmesini sağlamak yerine, izleyiciye olayın dışında olduğu fark ettirilerek sahnede canlandırılanın üzerine düşünmesini sağlamakla tanımlanan, epik yöntemi getirmiştir. Bu etkiye, yabancılaştırma (Verfremdung) efekti adı verilir. Aristotelesçi tiyatrodaki dramatik canlandırma ile seyircinin sahnedeki kişiler ile özdeşleşmesi ve oyun sonunda yaşadığı arınma (katharsis) bu anlayışın eleştirdiği önemli noktalardan biridir. Brecht fırsat eşitliğinden, dünyanın değişmesinden ve adaletli bir düzenin kurulmasından yanaydı. Marxist dünya görüşü doğrultusunda böylesine bir dönüşümün gerçekleşeceğine inanıyordu. 1956 ilkbaharında hastalandı ve kısa bir süre sonra Berlin'de öldü. Şiirleri derin bir barış ve hümanizm duygusu barındırır, savaşa ve her tür şiddete, son derece yalın ama bir o kadar çarpıcı, ironik bir dille karşı çıktığı yapıtlarında, zor olanı gerçekleştirmiş, basitliğin bayağılığına düşüp; tekdüzeliğe kapılmadan, yalın anlatımın doruğuna ulaşmayı başarmış, duygu ve düşüncelerini bu yol ve yöntemle yansıtabilmiş bilge bir şairdir.


KARDEŞİM BİR PİLOTTU

kardeşim bir pilottu,
gün geldi emir aldı;
topladı çantasını,
uçtu güneye doğru.


bir fatihti benim kardeşim;
halkımıza toprak gerek!
ve hep hayalimizdir bizim,
ülkeleri fethetmek!


guadarrama dağlarında şimdi
kardeşimin fethettiği yer
uzunluğu bir seksen
derinliği bir elli!


&&&


ASAF HALET ÇELEBİ

“Asaf Halet Çelebi, (1907-1958) gününde her davranışı ile ilgi çeken şairlerden biriydi. Denebilir ki Orhan Veli'den daha çok ilgi ona idi.” Türk şiirinde farklı bir ses olan Asaf Halet Çelebi, mistik bir dünya görüşüne bağlı kalarak yazdığı egzotik şiirleriyle tanındı. Çağdaş Türk şiirinin oluşumunda, kurduğu 'soyut şiir' evreni ve yüzünü Doğu'ya dönüşü ile etkili oldu. Çelebi, 29 Aralık 1907'de İstanbul'da Cihangir'de doğdu. Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü kitaplığında memurluk yaptı. Arslan Kaynardağ, bir yazısında Çelebi'yi, onunla dostluğunun başlangıcını şöyle anlatır: "Yıl 1944 idi. Beylerbeyinde oturuyordum. Hemen her vapura binişimde Asaf Halet Çelebi'yi görüyordum. Bir Türk'ten çok bir Hintli'ye benziyordu. Aşırı kibar tavırları ve Osmanlıca'nın abartılmış görgü deyimlerini kullanmasıyla, herkesten değişik bir kimse olduğunu belirtmeye çalışıyordu. 15 Ekim 1958'de şeker hastalığından İstanbul'da öldü. Beylerbeyi mezarlığına gömüldü.

Aile çevresinin de etkisiyle edebiyata küçük yaşta ilgi duyan ve Divan ve Fars Edebiyatı konularında yetkin olan Asaf Halet Çelebi, ilk gençlik yıllarında gazel ve rübailer yazdı. Türk Edebiyatına soyut anlatışı belirgin özellikleriyle getiren Asaf Hâlet Çelebi, özel bir merakla incelediği Hint ve İslam gizemciliğinin etkilerinde yazdığı şiirlerinde Doğu-Batı kültürü bileşimine yöneldi. Masalımsı, soyut, kapalı bir anlamla yüklü şiirler yazdı. Sezgisel yanların ağır bastığı şiirlerindeki söyleyiş, ritm ve ezgisellikle etkileyici bir şiir evreni oluşturdu. Şiirinin imgesel yanı, somut'tan soyut şiire gidilebileceği izlekleriyle donanmıştır. Çelebi, bu düşüncesini yer yer yazılarında da dile getirmiştir. Örtük olanın gizemliliği onun şiirinin düşünsel özünü oluşturur. Doğu-Batı arasında bir bileşime gitmesi, bir bakıma da 'yenilikçi' bir şiire dönük çaba örneği olarak nitelendirilebilir. Şiirin ses ve yapı özelliklerini bu anlamda değiştirmeye de yönelmiştir. Çelebi'nin Fransızca'dan yaptığı çeviriler de vardır. Şiire bakışını şu sözleriyle dile getirir, Çelebi: Şair hiçbir zaman aşktan ve kederden bahsetmediği halde bu kavramları somut sözcüklerle çok açık olarak anlatabilir.


MISRI KADÎM

acaba ot gibi yerden mi bittim
acaba denizlerde mi şaşırdım
ve zamanı nasıl unutmaktayım

zaman unutulunca mısrı kadîm yaşanabiliyor
kendimi unutunca seni yaşıyorum
yaşamak
bu ânı yaşamaktır

ammon râ' hotep
veya tafnit
kim olduğumu bilmek istemiyorum
yalnız etrafinda nefes almalıyım

dut bu â'ru ünnek pahper
kama pet kama tâ
mısır metinlerinde okuduğum cümleler
seninle okuduklarımsa büsbütün başka şeylerdi

seninle bir bahçedeyiz geliyor bana
orada hem var hem yok gibiyim
daha doğrusu bütün bir bahçe oluyorum
insanlığımdan çıkarak
kama pet
kama tâ


&&&

JORGE LUİS BORGES

Jorge Luis Borges 24 Ağustos 1899 yılında Buenos Aires'te doğdu. Babasının annesi İngiliz olduğu ve evde iki lisan birden konuşulduğu için daha çocukken her iki lisanı da çok güzel konuşabiliyordu. Oğluna satranç tahtasında Zeno'nun paradoksunu öğreten Jorge Guillermo Borges avukat ve psikoloji öğretmeniydi. Evlerinde Borges'in belleğini sürekli olarak işgal edecek bir bahçe ve kütüphane vardı.

Babasının görme yetisinin azalması üzerine, âile tedavi için I. Dünya Savaşı’ndan önce (1914) Cenevre'ye taşındı. Burada kaldıkları süre boyunca Borges Calvin Koleji'ne devam ederek, Lâtince, Fransızca ve Almanca öğrendi. Sembolizm akımının örneklerinden Verlaine, Rimbaud ve Mallarmé'in eserleriyle bu sırada tanıştı. Schopenhauer'a olan sevgisi ve Walt Whitman'ı keşfetmesi de Cenevrede'yken başladı. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra âilesiyle birlikte İspanya'ya taşındı. Borges artık yazar olmaya karar vermişti, babasına 1870'lerde geçen bir roman yazmaya yardım ediyordu. Birkaç edebî gruba girme çalışmasından sonra, kendine akıl hocası buldu: Endülüs'lü şair Rafael Cansinos-Asséns. Onun etkisiyle kendisini "ultraistler" grubundan saymaya başladı ama kısa zamanda aidiyet hissinden sıkılarak kimseye bağlı olmadan birşeyler yapmaya çalıştı. Denemelerle ve şiirle pasifizm, anarşi, Rus devrimi gibi bâzı şeyleri övdüğü, genel düşüncelerini dile getirdiği iki kitap yazdı. Ama sonra yazdıklarından utanarak, her iki kitabı da İspanya'dan ayrılmadan önce imha etti.

1921’de âilesiyle Buenos Aires’e geri dönmesinden sonra, babasının arkadaşı Macedonio Fernandéz'in düşüncelerinden etkilenmesi, düşüncenin yeni yollarına yönelmesine neden oldu. Fernandez'in düşünceleri Schopenhauer, Berkeley ve Hume'ün bir yansıması idi. Edebî stili ekzantrik ve düşünce tarzı karmaşıktı. Borges'e en büyük etkisi her şeye kuşkuculukla bakmasını sağlamasıdır.

Âilesinden gelen hastalık nedeniyle görme bozukluğu çeken Borges kütüphane müdürlüğü yaptığı bir sırada sonra görme yetisini tamamen kaybetti. "Beni aynı anda hem 800,000 kitabı hem de karanlığı veren Tanrı'nın muhteşem ironisi" diyerek bu gerçeği kabûllenmiştir. Zannedilenin aksine, Nobel ödülünü alamadan 86 yaşında, 14 Haziran 1986’da Cenevre’de karaciğer kanserinden hayatını kaybetti. Gerçekliğin aykırılıklarına açılan, düzyazı ile şiir arasındaki sınırları alt üst eden, masal, alegori ve ironi ile bütünleşen saf kurgu tarzında özgün bir biçem geliştiren Borges'in sunacağımız şiiri, ezen ya da ezilen, yenilen ya da yenen gözetilmeden, gerçek bir barış duygusuyla, saf bir humanizmin nasıl özümsenmesi ve gerçekte nasıl dile getirilmesi gerektiğine ilişkin derin bir duyarlık ve evrensel bir algıyla sergilenmiş görkemli bir örneğidir, o bilir ki karşı koymak bile bir çeşit işbirliği sayılabilir ve haklı olmak bile ölüm ve öldürüm için asla kabullenilir bir gerekçe sayılamaz. İnsanlık savaşı ruhundan ve kalbinden silmedikçe, hak ya da haksızlık, madalya ya da şehadet zihinlerimizi süslemeyi sürdürecektir.


JUAN LOPEZ İLE JOHN WARD

Garip bir zamanda yaşamak yazgılarıydı onların.
Ayrı ayrı ülkelere bölünmüştü gezegen,
her birine bağımlılık duyulan, her biri tatlı acıların,
kuşkusuz şanlı bir geçmişin, eski yeni
geleneklerin, hakların, haksızlıkların,
kendi efsanelerinin,
tunçtan atalarının, yıldönümlerinin,
halk avcılarının ve simgelerin zenginlikleriyle yaşayan.
Savaş için elverişliydi bu gelişigüzel bölünme.
Kımıltısız nehrin kıyısındaki kentte doğmuştu
Lopez. Ward ise, sokaklarında Rahip Brown’ın
dolaştığı kentin varoşlarında öğrenmişti İspanyolcayı
Don Kişot’u okumak için.
Öbürü Conrad’ı sevdiğini söylerdi, adını
Viamonte Caddesinde bir sınıfta duyduğu.
Dost olabilirlerdi, oysa yalnız bir kez karşılaştılar
o çok iyi bilinen adalarda.
Her biri Kabil’di, her biri Habil.
Birlikte gömdüler ikisini de.
Şimdi kar ve kurtlar tanıyor onları.
Anlayamayacağınız bir zamanda geçti
Burada anlattığım öykü.

Çeviren: Cevat Çapan


&&&

EDİP CANSEVER

8 Ağustos 1928' de İstanbul' da doğdu. Kumkapı Ortaokulunda başladığı ortaöğrenimini, 1946' da İstanbul Erkek Lisesi' nde tamamladı. Girdiği Yüksek Ticaret Okulu'nu bitirmeden ayrıldı.1976' dan sonra ise yalnızca şiirle uğraştı. İlk şiiri 1 Mart 1944'te "İstanbul" dergisinde yayımlandı. Gençlik şiirlerini İkindi Üstü (1947) adlı bir kitapta topladı. O yıllarda sekiz sayı çıkarabildikleri "Nokta" dergisi (15 Ocak 1951 -15 Kasım 1951), şiirinin yeni bir evreye giriş dönemini karşılar. İlk kitabından yedi yıl sonra yayımladığı Dirlik Düzenlik' te (1954) kendisine özgü bir şiir evreni kurduğu görüldü. Sürekli yazan, yayımlayan bir şair olarak otuz yıla yakın bir süre ilgileri hep üstünde tuttu, şiirlerinin yanı sıra şiir üzerine yazdıkları, söyledikleriyle de tartışmalara neden oldu. 28 Mayıs 1986' da İstanbul'da öldü.

Şiirlerinde yalın gerçeğin, mistifike edilerek anlakta sorgu pencerelerine dönüşmesi, soyutlamaların ipek örtüler ve gizemle ruhanileşerek, bireyin arayışı, mutsuzluk ve umutsuzluğun; uyumsuzluğa varan kapsantılara bürünmesini dile getirdi. Sinik bir imge anlayışından dolayı yadırganan, "anlam ötesi" diye nitelenebilecek yapıtlar verdi. Şiirselliği düşüncenin buğulu yerlemlerinde ararken, anlamsızlığa, hiçlemeye varan bir yöntemi benimsiyordu. Öyküleme öremli, düzyazınsal betimlerden, monolog ve diyaloglardan yararlanıyordu. Çağdaş şiir akımlarındaki gelişmelerle birlikte, bir düşünce şairi olarak benimsendiği görülecektir. Cansever'in, şiirsel geçmişimizden yararlanması bir yana, çağının yerel ve evrensel yazar-şairlerinden de etkilendiği açıktır. Şiirlerinde, Eliot, Rimbaud, Kafka, Camus, Baudelaire, Rilke, Beckett ve hatta Asaf Halet Çelebi ile, çağdaşlarının, özellikle birlikte yola çıktığı II.Yenicilerin izleri vardır. Modern şiirin üstdüzey şairlerinden olması bir yana, evrensel şiir-yazına katkıda bulunduğu da açıklıkla söylenebilir.


KÜRK TAMİRCİSİ YORGO VE KÜÇÜK BİR OLAY


Tepebaşı'ndan Pera'ya girerken
Küçük bir alandan geçeceksiniz
Geçmeyin
Sağda ufak bir dükkan vardır, benimdir
Kapının üstünde KÜRK TAMİRCİSİ YORGO yazılıdır
İyi havalarda kapısı açıktır
İçersi biraz loştur
Loşolsun, ben severim, böylesi daha güzeldir
Ben, karım, bir de anjel
Biz üçümüz kürk kaplarız, kürk dikeriz
Anjel elimzide büyümüştür, iyi kızdır
Hemen hemen hiç konuşmayız - içersi biraz loştur -
Yoktur ki ne konuşsak yıllarca konuşmuşuz.

Ama baksak ki birbirimize arada
- Yorulunca işten bakarız da -
Sanki herkes yeni bir haber getirmiş gibidir
Öyledir öyledir
Yüzlerimiz ona göre kesilmiş
Ona göre biçilmiştir
Çünkü insan yalnızken katettiği yollardan
Ne zaman geri dönse yeni bir haber getirir
- Doğrusu kentlerden kentlere mektuplar da böyle sessiz gider -
Ve dışardan biri geçse gözlerimiz ona dikilir
Çok görmüşümdür iş hanlarındaki terziler
Kapıları açık terziler de böyledir
Biri merdivenleri çıkmayagörsün
O çıraklar kalfalar yok mu
Dişlerinde iğneler, iplikler
Başlarını kaldırıp
Hepsi birden göz kulak kesilirler.

Her neyse
Biz karı koca masada çalışırız
Anjel yerde çalışır
Nedense hoşlanır bundan, yerde çalışır
Biraz da açık saçık giyinir - söylerim, dinlemez -
Kürkleri bacaklarının arasına sıkıştırır
Kızarsa donunu filan gösterir - söylerim, dinlemez -
Yeni evlidir, kocası burada yoktur.

Ruhi Bey derler bir adam vardır
Ne bileyim işte, böyle bir adam vardır
Cin gibidir, nereden geldiği bilinmez
Dükkanın önünde durur
Tam şurada dikilir
Git dersin gitmez
Bu kez de Anjel'e dönerim
Anjel, derim, bak kızım Anjel
- Söylerim, dinlemez -
Yeni evlisin, kocan ne der
- Hiçbir şey demez

Yeğeni vardır bir de Anjel'in
Şu karşıki dükkanda çalışır
On altı yaşlarında, çocuk
Bir gün yakaladığı gibi Ruhi Beyi
Tuttuğu gibi yakasından
Gerisini sormayın daha iyi
- Çünkü ben böyle şeyleri pek sevmem -
Hep birden karakolluk olduk
Bu olaydan tanırım işte Ruhi Beyi.

Gene mi
Evet, geliyor
Seyrek de olsa geliyor
Bakıyor bakıyor bakıyor yalnız
Anjel desen öyle
Bacaklarını dikmiş oturur
Aldırdığı bile yok
Ruhi Bey de artık fazla kalmıyor.


&&&


THOMAS STEARNS ELİOT

Şair, eleştirmen ve oyun yazarı Thomas Stearns Eliot 26 Eylül 1888'de St. Louis'de (Missouri-ABD) doğdu, 4 Ocak 1965'te Londra'da (İngiltere) yaşamını yitirdi. Ailesi İngiltere'den göç etmişti. Felsefe, ruhbilim, Sanskritçe, Pali dilleri öğrenimi gördü. 1922'de Criterion adlı dergiyi kurdu.1948'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı. T.S.Eliot, Ezra Pound'la birlikte Amerikan ve İngiliz şiirinde beğeni devrimi yaratmıştır. Geleneğe bağlı tutucu, geleneğin olanaklarından yararlanan ama yenilikçi, geleneği benimseyen ama hep değiştiren, doğa ve doğaötesi ile durmadan hesaplaşma içinde olan bir şiir geliştirmiştir. 1948 Nobel Ödülü gerekçesinde "her ne kadar çare olarak önerdiği inanç ve düzenle her şeyin yoluna gireceğine inanmak pek olanaklı değilse de Eliot'un şiiri gene de 'zamanımızın umutsuzluğuna en iyi tanıklık eden' şiirdir" diye yazılması, bütün aydın insanlar için bir uyarı sayılmalıdır. Eliot'un Amerika'dan İngiltere'ye göç eder etmez, başka bir uygarlık imgesi, canlı bir mit aradığı söylenir. Kalabalık içindeki insanın ölgünleşmesini ve karikatürsü bir erdişiliğin acı alaylara konu olmasını dile getirdi. Kendini yeterli sanan bütün akımlara karşı, Elizabeth döneminin ve 'metafizik' şairlerin dramatik lirizmini savundu. Çorak Ülke adlı yapıtında, kurguyu kullanarak ve ölçülü bir lirizmle içimizdeki donmuşluğu ve toplumsal kısırlığı, değerlerin insanı yeni bir hamleye götürebilecek çözülüşünü anlattı. Yeniden doğan totaliterliğe -faşizme- kendini kaptırınca, görüşlerinde de bir sertleşme oldu: bu İngiliz Katolikliği, bu kralcı, klasik ölçülerin savunucusu tekrar olumsuz coşkulara yöneldi. Kurtuluşu geçmişte ve geleneğe sıkı sıkı bağlanmakta aradı. Lirik bir trajedi olan Katedralde Cinayet'te, uzlaşmaya girmeyen, ödün vermeyen bir inanç uğruna çekilen acıyı övdü. Başka bir yapıtında burjuva bir aile ortamında ki inanç sorununu ele aldı... Eliot, sonuçta çağın ve insanlığın görünmeyen acılarını, umutsuzluğunu, sefih ya da şaşaalı diye nitelenebilecek hertür yaşamın bir çıkmaz ve sığmazlık gerçeğiyle evrensel bir karayazgıya dönüşecek oluşunu, içrek bir titrem, felsefi bir yansı, buğulu-buruk bir sezgi ve ikonal bir seslemle anlağa varan melodisini şiirleştirmiştir.



J. ALFRED PRUFROCK'UN AŞK ŞARKISI

S'io credesse che mia risposta fosse
a persone che mai tornasse al mondo,
questa fiamma staria senza píù scosse.
Ma per cio che giammai di questo fondo
Mon torno viva alcun, s'ioda il vero,
senza tema d'infamia ti rispondo.

Gidelim öyleyse, sen ve ben,
Akşam gökyüzüne baştanbaşa yayılınca
Bir masa üstünde eterlenmiş hasta gibi;
Gidelim, belirli yarı-terkedilmiş sokaklardan
Mırıltılı yalnızlıklarına
Bir gecelik ucuz otellerdeki tedirgin akşamların
Ve bıçkı tozu serpilmiş, istiridye kabuklu lokantaların:
Sokaklar ki sinsi amaçların yarattığı
Sıkıcı bir tartışma gibi arkadan gelir
Götürmek için ezici bir soruya sizi…
Ah, sorma 'o nedir?' diye
Gidelim haydi ziyarete.

Kadınlar odada gidip gelmede
Konuşaraktan Michelangelo üstüne.

Sarı sis ki sırtını vermededir pencere camlarına,
Sarı duman ki gemini sürmededir pencere camlarına
Gecenin dört bucağına diliyle yalanmış,
Lâğımlar içindeki gölcükler üstünde oyalanmış,
Boşvermiş bacalardan düşen kurumların üstüne düşmesine
Taraça yanından kaymış, ansızın bir sıçrayış yapmış
Ve yumuşak bir ekim akşamı olduğunu görüp
Bir zamanlar evin etrafına kıvrılmış, uykuya dalmıştı.

Ve gerçekten bir zamanı olacaktır
Sokak boyunca akıp giden o sarı dumanın
Pencere camlarına sırtını sürerekten;
Bir zamanı olacaktır, bir zamanı
Karşılaştığın yüzleri karşılayacak bir yüz hatırlasın;
Bir zamanı öldürmek ve yaratmak için,
Bir zamanı tüm işlerine ve günlerine ellerin
O eller ki bir sorun uzatıyor önündeki tabağa;
Bir zamanı senin, bir zamanı benim
Bir zamanı yüz türlü düş ile düşüncenin
Kızarmış bir dilim ekmek gibi, bir çay almadan önce.

Kadınlar odada gidip gelmede
Konuşaraktan Michelangelo üstüne.

Ve gerçekten bir zamanı olacaktır
Meraklanmanın, 'Yeltenir miyim?', 'Yeltenir miyim hiç?'
Bir zamanı dönmenin, merdivenleri inmenin,
Saçlarımın ortasında kel bir nokta ile-
(Diyecekler ki: 'Saçları nasıl da incelmede!')
Sabahlık ceketim, yakam çeneme uzanmış direngen
Kıravatım zengin ve sade, gelişigüzel bir iğnenin tuttuğu-
(Diyecekler ki: 'Kolları ve bacakları ne kadar cılız!')
Yeltenir miyim
Altüst etmeye evreni?
Bir dakikanın terslediği
Kararlar ve yeniden gözden geçirmeler için
O dakikada bir zaman var.

Çünkü bilmişimdir onları, bilmişimdir hepsini-
Bilmişimdir akşamları, sabahları, öğleden sonraları.
Ölçmüşümdür hayatımı kahve kaşıklarıyla:
Bilirim ölümcül düşüşlerle ölen sesleri
Öteki odadaki müziğin etkisiyle
Öyleyse nasıl farzetmeliyim?

Gözleri de bilmişimdir, bilmişimdir hepsini-
Gözler ki biçimsel bir deyim içine mıhlarlar sizi,
Biçimleştirilip mıhlanırsam ben de bir toplu iğne ucunda,
İğnelenirsem ve solucan gibi kıvrılırsam duvarda
O zaman nasıl başlayabilirim
Tükürmeye kırıntılarını günlerimin ve yönlerimin?
Ve nasıl farzedebilirim?

Kolları da bilmişimdir, bilmişimdir hepsini-
Kollar ki bilezikli, ak ve çıplak
(Ama lâmba ışığı altında, açık kahverengi saçlarla örtülü!)
Lâvanta mı dersin bir tuvaletten
Beni bu kadar konu-dışı söyleten
Kollar ki masaya yaslanan, üstüne şal örtünen.
Öyleyse nasıl girişmeliyim?
Nasıl başlamalıyım?

* * *

Diyeyim mi ki alaca karanlıkta dar yollardan geçtim de
Pipolarından yükselen dumanı seyrettim
Gömlekli yalnız insanların pencerelerden sarkan?..
Âdi bir istakoz kıskaçı olmalıydım
Durgun denizlerin katlarına sığınan.

* * *

Öğle sonu, akşam, öyle rahat uyuklamaktadır!
Uzun parmaklarla okşanmış, pürüzsüz
Uykuda… yorgun… ya da yapmacıksız hasta,
Uzanmış döşemeye yanıbaşımızda sayıklamaktadır.
Çaydan pastadan, dondurmadan sonra asıl
Zamanı kriz noktasına zorlıyacak takati bulursam nasıl?
Ağladımsa, oruç tuttumsa, ağlayıp dua ettimse de
Gördümse de kafamın (hafifçe kelleşen) bir ceviz tepside taşındığını içeri:
Peygamber değilim ben -bunda büyük bir dâva da yoktur
Gördüm büyüklük anımın yanıp söndüğünü esnediğini
Gördüm öncesiz uşağın paltomu tuttuğunu kişnediğini
Ve kısacası korkmuştum.

Bir değeri olacak mıydı, her şeye karşın
Fincanlar, reçeller, çaylar sonunda,
Porselenler arasında, söyleyişler arasında,
Bir değeri olacak mıydı
Bir gülüşle meseleyi ısırıp koparmanın
Dünyayı bir top gibi sıkıştırmanın
Onu ağır meselelere yuvarlamanın:
"Ben Lazarus'um, ölümden döndüm
Gördüklerimi anlatmaya, her şeyi anlatacağım" demenin
Bir değeri olacak mıydı
Eğer biri, başucuna bir yastık uzatıp
Demiş olsaydı; "Amacım o değildir aslâ.
Amacım o değildir aslâ."

Bir değeri olacak mıydı, her şeye karşın,
Bir değeri olacak mıydı,
Günbatımından, kapı önlerinden, dağınık sokaklardan sonra,
Okunan romanlardan, sürünen eteklerden, fincan ve tabaklardan sonra-
Bu ve daha ne kadar fazlası?-
İstediklerimi söyliyebilmek imkânsız
Ama sihirli bir fener sinirleri perdeye yansıtıyor apansız:
Bir değeri olacak mıydı
Eğer biri, bir yastık uzatarak ya da bir şal atarak
Ve pencereye doğru bakarak, demiş olsaydı:
"Hayır o değildir aslâ,
Amacım o değildir aslâ."

Yooo! Prens Hamlet değilim ben, olmak da istemem;
Ben bir saray mabeyincisiyim, öyle ki görevim,
Bir olayı şişirmek, birkaç sahne yaratmak
Kuşkusuz prense kolay bir yol bulup anlatmak,
Saygılı, basiretli, titiz,
Belâgatlı, ama birazcık kalın kafalı;
Bazan, gerçekten gülünç
Bazan, basbayağı zırdeli.

Yaşlanıyorum… Yaşlanıyorum…
Pantolonu paçalarını katlanmış giyeceğim, sanıyorum.

Saçlarımı arkadan mı tarayıp açacağım? Yiyebilir miyim şeftaliyi?
Beyaz fanilâ pantolon giyip dolaşacağım sahili iyi
Denizkızları şarkılarla döküyorlar içlerindeki sevgiyi.

Bana da şarkılar söyleyeceklerini ummasam da

Dalgaların sırtında dolaştıklarını gördüm ummanda
Dalgaların ak saçlarını tarayaraktan
Rüzgârla suların ağarıp karardığı an

Oyalandık sarayında denizin
Kendimizi yosun duvaklı su perileri dünyasında bulduk
Uyandırıncaya dek insan sesleri bizi, ve boğulduk.

Çeviri: Osman Türkay


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder