27 Mart 2020 Cuma

CORONA GEZEGENİ






İnsanlığın kutsanmış kederlere gereksinimi var. Korkularına alışmak, ölümü arzulamak, özlemek, öbür dünya provaları yapmak gibi genlerine işlemiş dürtüleri var...

Dağınık gölgelerin ısıttığı güneşin öğleden sonralarında, vurulmuş bir kartal gibi çırpınan bayrakların altında sabahlamak, savaşlar bulgulamak, ölüleriyle söyleşerek günahlarından arınma çabalarıyla geçen günleri, borcun ve borsanın oyunlarıyla zamanları geçirmek, dünya gaileleriyle oyalanmak, çılgınca tüketmek, tükenmek, kendini esarete vererek açlığın ve tokluğun uçurumlarına yuvarlanmak, düşlerinin ötesinde eylemlere katılmak, onlarında ötesine geçmek, denemek, denemek, denemek....

Sonunda düşlerin, sonunda gerçeklerin başladığı yere dönmek, o yakalanmaz, bir türlü tutulmaz, hiç bir zaman ulaşılmaz, 'Bu insansız dünyanın tanrısı renk renk tüylü o vahşi kuşu ürkütmek için' Zümrüdüanka'nın peşine düşmek ve hep başladığı yere dönmek ve ölmek gibi tutkuları olan tuhaf bir mahluk, sonsuzluğun bile kavrayamadığı, alabildiğine garip bir hayvan o...

Dünya nasıl bir yerdir...

Bizim ufuk çevrenimizde, sakalar, sebilciler, manda derisinden torbalarla dağıttıkları suya, lezzet için mercan, akik taşları atan insanlar varmış geçmişte, su içenin gözüne ayna tutarak dualar okur, bu dünyanın ölümlü olduğunu anımsatırlarmış, gülabdandan gülsuyu dökerlermiş su içenlere, pirinç taslarla, gümüş kaseler, kırmızı topraktan güğümlerle...

Baykara ve tarihçi Mirhond ve Hondmir varmış bir zamanlar bir yerlerde, Sufyan-ı Servi varmış, ırmağı kayanın altından çekip çıkarabilir misin dermiş yolcuya...

Soft protest nedir bilir misiniz, Mars'ın altındaki elektronik uygarlığın kuramsal kedilerini görebilir misiniz, hicri ve miladi farkın nasıl 608 yıl olduğunu...

Galata surları nereye gitti ey yüz yıllar, yüzü amorf olanlar, köpeğinin adı fox olanlar, Satürn'ün ve Neptün'ün fareleri, tin öncüleri, balık teknesi gibi, yüreğimde salınan huriler...

Uygarlık biçimimiz sanal kıyamet provalarıyla bizi, varlıkları kobaylaştırıyor, metal görmemiş soğuklarla yüzleştiriyor...

Hutton deliği gibi, daracık betikleri okumak bilgiyi çoğaltıyor, ama çoğaldıkça bilinmeyenlerin okyanusu açılıyor önümüzde, yazgımız bu mu bizim.

Cibran metafiziği yetmiyor kaderlerimize, tüketici maymunlar üretiyor, beka diyoruz, kendimizi güvence altına aldığımızı sanarak...

Acımasızca, gaddarca, acılarımızı hercinslerimize yönelterek...

Kendini geceye sunanlar, ironiden yoksun bir galibe olanlar, virüs Kabe-i Şecere'den yola çıktı diyenler...

Öyleyse, sorumuz şu Hak Teala;

Bildik üretim-tüketim ilişkileri içinde, başlangıçtan beri sürüp gelen o bildik yapı içinde, kültür, paranomi, sosyalite, cinsiyet canbazlığı, zooist alışkanlıklarımız, vahşetin yurtlukları, sevginin kolhozları içinde bir çıkış yolu yok mu?..

Bu virüs aşılsa bile, daha tehlikeli virüsler kapıda değil mi!..

Radyasyonlar, Çernobiller, Hiroşima ve Nagazakileri ne çabuk unuttuk...

Bu gurur, şaşaa, özgüven ve bencilliğin krallığı sürdürülebilir mi...

Alışılmış dinden, ırktan, kültürel kodlardan arınmış yeni bir dünyamız olamaz mı...

Düz bir gezegen, yuvarlak olmayan!..

Ne kadar koşsak hep kendimizle karşılaştığımız, hep başa döndüğümüz bir dünyadan uzak, gidenlerin bir daha geri gelmediği, bir daha dönmediği, yeni dünyaların peşinde, cenneti aradığı, ütopyalarına kavuştuğu...

Çok, çok uzaklardan el ederek bizi çağırdığı....

Düz bir dünya, geri dönüşü olmayan!..

Yoksa böylece hep kendi kıyametimize koşacak, ele ele ve o büyüleyici huşu içinde, sunaklardaki kurbanın kanını alınlarımıza sürmeyi sürdürecek miyiz...

Tanrı bize eşlik edecek, onun oğulları eşlik edecek, annelerimiz eşlik edecek, krallarımız eşlik edecek, bilgelerimiz, yalvaçlarımız, ermişlerimiz eşlik edecek...

İsalar, Musalar ve Mustafalar eşlik edecek...

''Öyle günahlar işledim ki
Binlerce yıl tövbe etsem
Cehennem kapısı yine de kapanmaz
Seni şu ellerimle boğup öldürsem
Cezalarımı biraz olsun artırmaz!..''

İnsanlık yeni bir bilinç çağının eşiğinde, yaşam, zaman, kentler, din, tarım, beslenme, cennet, cehennem, sanatın yedi kolu, kaçınılmaz bir metamorfoz geçirecek. Mars gerileyecek, dünya dünya olmaktan çıkacak ve böylelikle, artık ölülerimize, analarımıza, babalarımıza diyeceğiz ki...

Neden böyle hem yüzüyor, hem ağlıyorum biliyor musun, ben bu ezayı çekmeyi kader bellerken, sen ahiretin ilk, dünyanın son gününde yaşıyorsun, kurtuldun, kurtuldun anneciğim, kurtuldun babacığım diyeceğiz...

'Zoran' yeryüzüne inip, konuşacak belki de, kadim insanlık, şu insan yavruları, bilip bildiririm ki; salt çatışma psikolojisi ve miğfer ülkeler safsatasından ibaretti, oysa bir ibret olmalıydı bu, ey yaratılmışlar, sizler için, olmadık kargaşalar yaratmak, kılıç suyundan anlaşmazlıklara bulamak, sorunu çözmekten daha kolaydı tarih boyunca!..

Çekinik genler, melekler ve meslekler arasında sıkıştı uygarlığımız, topuk dikeniyle doluydu kervanlarımız, sekerek yürüyordu katarlar...

Ağların içine girmek kolay, çıkmak olanaksızdı, bir balık gibiydik biz.

Ve aslolan kaostu her daim.

Fungal enzimler, soğuk su, sıcak sıvı, tüm bildiklerimiz, itici bir güçten başka bir şey değildi...

Bir gün, İsa'ya dedim ki, söz verdiğimiz gibi olmuyor, düşündüğümüz gibi olmuyor, belki de tümüyle yapamıyoruz, baştan beri...

İsa dedi ki, günahların en koyusu, en günahkar olanı ve karanlıkların, sonsuz karanlıkların, şu beyhude yıldızları; Bizzat kendimiziz, bizzat biziz.

İnsan dedi!..

Ve bağırdı...

Yetmez mi!..

Nükleid yaratıklarız biz. 
Sermayenin akış biçimini yoksuldan varsıla doğru hızlandıracak bir proje olmadığını nereden bilebiliriz korona virüsünün. Dünyanın hep yuvarlak olduğunu, hep aynı yönde döndüğünü, ve her şeyin sonunda yine, yeniden başladığını, hep başa döndüğünü, bıkmaz usanmaz biçimde kendini yinelediğini!..

Hiç bir şeyin değişmediğini, hiç bir şeyin değişmeyeceğini... Artık yoksullar birikim yapmayacak, rakamlı kağıdı en kısa sürede elinden çıkaracak, kadına eza artacak, çocuklar feda olup, erkekler paranoya olacak, yaşlılar delete edilecek ve yeni dünya düzeninin adı, Mouseizm-Farelere, -Periciklere Ölüm- olacak öyle mi!..
Ordinary People'in tamamı faredir dostlar. Hepimiz olağan ceset sayılacak öyle mi... Sermayenin palikaryaları, nicelik ankormanları, değerleri finoyla ölçülenler, tümü ölecek...
Çocuk ve kadınların masumiyetle dolu tabutları doğal olacak. Atıl kitleler, arafta ağırlanacak, öyle mi!..
Negatif tüketiciler!..
Kölelerin çocuk sahibi olmaları, önceleri dünya düzeni için bir güvenceydi, şimdi onlar kıyametin öncüleri, robotizmin yaygınlaşma olasılığının artması cehennemi zorunlu kılacak... Koronizm, sivil nazizmdir!.. Savaşsız holacaust!.. Bu bir temizlik harekatının sinyalleridir. Yeni dünya düzeni, daha az köpeğe, daha pahalı mama ideolojisidir çağımızda. Kuşkusuz ölüm büyük biraderleri değil, asansörel kitleleri amaçlayacaktır. Hepimiz, her zamanki gibi sıranın bize gelmeyeceğinin düşleri içinde sabahlayacağız... İnsanlar gibi devletlerinde sınıfı vardır geçmişten beri. Çok daha tehlikeli salgınlar çıkabilir de.

Güneşin ayetleri ve duaların yükselişinde, peygamber çiçekleri toplarken, genç yaşında giyotine giden 16. Lui'yle, Antuvanet ve prenses Lamballe'in yazgısıyla aynı yazgıyı paylaştığımızı düşündüm. Gerçekte, Sezar'ında, Attila'nında, Spartaküsün'de, gelmiş geçmiş tüm köleler, Anzaklar ve Boerlerinde aynı yazgıyı paylaştığını ve hiç değişmediklerini düşündüm alın yazılarımızın.
Bizi ayıran nenlerin, salt bir nicelik olduğunu düşündüm gerçekte...

Krezüs'ün bulduğunun, hepimizi, dilerse bir bir maymuna çevirebileceği, dilerse kıyameti ayağına getirebileceği, dilerse toplama kamplarında etini konserve yaparak, kemiğini köpeklere yedirebileceği, tanrı denen uyduruk marangozun, yeteneksizliğinin ve bir gözbağcı oluşunun emaneti ve hıyanetiyle dönen üçüncü gezegenden, bizzat kendileri de marangoz olabilen çocuklarının, temerküz manzaralarına bel bağlamak değil, gerçekte onların düzenleyicisi ya da tiryakisi olmanın en büyük alışkanlığımız, tutkularımız olduğunu düşündüm....

Hey Marx senin de çarkına çomak soktular değil mi, salt ben diyebilmek uğruna canını vermek, eşitlik için illüzyonlarla, yüz yılları devirmek, hangisi gerçek?..

Yedikule'de, mazgal kapağının altında armadillo görmek, naif duygular, yararsız uğraşlar ve anlamsız astartik, kozmik oyalanmalarla kitleleri ayağa kaldırmak, vahşi içgüdülerimizi doyurmak için, hiç bir canlıda olmayan, cinslere karşı düzenler kurmak, soykırımlar tasarlamak, özkıyımlar pazarlamak...

İnsanlar aynı yöne baksalar bile, -çok farklı nedenlerle- aynı noktada buluşabiliyorlar!.. Bu bizim yalnızlığımızın mutlak olduğunu tanıtlıyor!.. Atomlarımız temas etmedikçe, birbirimize dokunmuş olmadığımızı bilemiyoruz ki biz. İnsanın birliği olanaksız bu dünyada ve kaostan kurtulabilmemizin olanağı yok...
Öyle mi?..

Durup dururken, bir şeylere ilgi gösteriyoruz, yaşamaya, susamaya, her şeye, bu yalnızlığımızı aramak oluyor, her şeyi bulabilirim bu yolda, ama yalnızlığımın sonsuz olacağını bilmem gerek!..

Gene de birbirimizi sevmeye kalkışıyoruz, bu cennetten kovulma metaforunun genlerimize işleyen içgüdüsel dürtüsüdür ne yazık ki...

Birlik duygusu...

Yalnızlıktan korkuyoruz ve sözde ruh ikizimizi aramaktayız, ötekini arıyoruz, sonsuz sayıda ötekini, illüzyona kapılıyoruz her zaman ve sürgit bir arayış içinde sona eriyor yaşamımız.

Ölüm arayışı sona erdirir.
Bulmuşuzdur!..

Aramak iyidir yine de, çünkü zamanı biçimlendirmenin en iyi yollarından biridir, yine de büyülü yaşama bağlanmanın...

Ben seni delicesine sevmek isterim, yalnızlık korkusu bunun adı, kendimizi sevmenin en kolay, en kısa yolu, başkalarını, yani -seni- sevmektir ne yazık ki...

Açıların bolluğu ve verimliliğinin, yazgımızı değiştirmeye gücü yetmez...

Sonunda karanlıklarımıza açılan yolu bir umar sanmaktan başka ve tanrının buyruğuyla bağışlanmış yazgımızı değiştirmedikçe...

Kendi öykümüzü yenilemedikçe...

Labirentimizden gelen, son iç çekişi, dinlemektir olan bitenler...

Öyle mi?..

''Zeus bile dolambaçla örülü, bu boğucu
taş ağı çözüp, bir yol bulamaz. Ben geçmişimi
ve tüm kimliklerimi unuttum; İç sıkıcı
duvarları, çınlayan dolambaçları izlemek,
yazgımdır benim. Geçen yılların sonunda,
hangi gizil bükeyler, büküntüler
şiddetin galerileridir ki. Zamanın
tefecileridir, bu çatlak köhne duvarlar.
Süprüntüler içindeki solgun işaretlerin
ayrımındayım. Büklümlü gece
bana doğru kükrüyor ve de
ıssız ulumaların yankısını taşıyor.
Ben gölgelerden bilirim ki; Öteki hep orada,
nasıl bir alınyazısı sonsuza dek kendisini taşımak.
Bu dokunmuş ve belki de dokunmamış Hades,
bitmez kanım ve cesetimi sömürmek içindir.
Her birimiz diğerini ararız. Ama
katıksız bir bekleyiştir bu;
Ve o bir hesap günüdür!..''
***************************************************************************************






VALENTİNA MONTEİRO
*
TATTAO
(Dövme)
pek çok şeyler yapıldı
dirençle ve düşlerden sızan sözcüklerle
beyaz kar kırmızı yağmurun
izlerinde titreşen
*
tende sonsuz yaralar açar çiçekler
kan ve tuz, güzellik ve keder
belleğin tüm oyunları adına
bir sarmaşık gibi dökülen oluk oluk
anılar ya da kalıntılar dışında anımsananlar
dünyanın ilk sabahı gibiydi keder verirdi onlar
(Çeviri; Ulus Fatih)

***



Tatuagem
*
certas coisas findas
teimam num sempre e fino gotejar
rubro rastro em branca neve
pulsante como um mais além
*
eternas flores abrem na pele
a sangue e sal, beleza e dor
prá lá de toda memória
sulcam em trepadeira rama
histórias que não lembranças ou relíquias
e doem como a primeira manhã do mundo

***






ETİK
Öteki deyişle ahlak. Ahlak nedir?.. Senturizm. Merkeze bağımlılık. Ahlaktan söz eden biri ruhsal ekonomisinin ve coğrafyasının övgüsüne soyunuyordur. Siz ahlak denen şeyin evrensel olduğunu ileri sürebilirsiniz, geçişli melodi gözeleri onlar. Panflüt aralıkları.
Anarko kapitalist dünyanın ahlakını bir düşünün, öldür ve kazan!.. Nasıl olursa olsun ama... Manevi olarak, maddi anlamda, biçimselde olabilir, yarı maddi, yarı biçimsel, görsel anlamda, yalnızca içini (cebini) boşaltarak, gereken ölçüde sağaltım sağlayarak, çırılçıplak soyarak, sağarak, mezomorto yaparak vb. Bir roman gibi...
Kapitalizm bugün parfümlü nekrofilizmdir ve acıları bu yolla dindirir.
'Güzel sanatların bir dalı olarak cinayet'. İpeksi tüyden, kanarya ötüşlü bir oyuncak. Konu ayrıntı denizlerinde yelken açmaya benziyor, örneğin Marks yenilmiştir, başarısızdır ve ama ortaya koyduğu ahlak yerindedir, doğrudur ama geçersizdir. Yaşama zıtlıkla paralel bütün doğrular, yaşama paralel sayılamayacaktır artık.
Evsiz ya da parasız birinin bir evi işgal ettiğini, (komünizmde bir eve şapkasını ilk asan o evin sahibidir masalı vardı bir zamanlar, evsizleri bile korkutan!..) veya paraya el koyduğunu düşünelim, hırsızlık mıdır bu, düşüncenin reorganizasyon oluntusu ve hallerinde elbette bu bir kargaşaya yol açar, ama gerçekte, gereksinime göre dağılım, açıkta kalma korkusuna göre en doğru yöntem sayılabilir bunlar, ironisi ve esprisi kozmik yöntemle törpülenip, reformasyonu gerçekleştirilmelidir yalnızca, peki komünizm midir çözüm hayır o bir ilkelliktir belki de, manyetik giysiler yaratamaz mıyız, sizi doğaya karşı izole eden atomik aralıklı bir kaplama, bir yalıtım, tıpkı çatılar gibi, haplar, ilaçlarla midemizi tatile gönderemez miyiz, sanal denizlerde yüzemez miyiz, sanatı bağımlılık duygusuyla tımarlanmış bir gevezelik olmaktan çıkaramaz mıyız, herkese istediğince bir yaşam biçimi sunarken, tanrıya meydan okuyamaz mıyız, hepsi olası ama, o denli ilkeliz ki biz, aynada rakibimizi görmekten hiç bir zaman çekinmeyiz ve ölüm henüz; baş tacımız ve inleyerek yaşamanın savurganlığıyla oyalanmaktayız.
Belki bütün bunlarda saçmadır, derin bir soluk alın ve şimdi parçalanmış ölülerinize dua ederek evlerinize kapanın. Her şey iyidir, tanrı en doğrusunu bilir ve çok şükür yaşıyorsunuz. Öyleyse doğru ve olması gereken 'barbarizm' budur!..
Gelelim kitap çalmaya, bu bir ayrıcalık ve cennetlik bir konu gibi algılanır, hırsız hırsızdır ve kitap çalmanın diğerlerinden bir farkı yoktur verili dünyamızda, türküsünün ışıklar saçması mazohistik bir bezirganlıktır.
Antilüks bir davranış bu, yarı fars, bir kleptomanizm gibi algılanıyor, yani varsıl çalıyorsa bir sayrılıktır hırsızlık, yoksul çalıyorsa, doğru Andre Chenıer'in yanına, 'Kafamın içindekiler size gerekli olabilirdi'.
Hayır gereklilik diye bir şey yoktur dünyada, her şey 'Karşı koymak bile bir çeşit işbirliğidir' aforizmasınca doğrulanır, eğer sosyalizm gerekiyorsa, sizin için onu da getirebiliriz kuralınca dönüp, işleyecektir!..
Bağımsız bir kültür, radikalizm, diktatöryalite veya ütopya diye bir şey de yoktur gerçekte, her şey saatin yönünde ve ekvatora paralel olarak, kutuplara fazla yaklaşmadan dönmelidir, demokrasi toplumların radon gazının ayarını ölçmek uğruna gelişir ve serpilir, bir süre sonra her şey değişecektir, yüz yıl sonra, bin yıl sonra, çok mu... Yeryüzü, üçüncü gezegen, mavi topaz, on milyar yıldır ayakta, dinozorların uygarlığından geçti bu dünya, sizi hala anneniz kırmızı başlıklı kızın aşığı sanıyordur belki de... Belki de Rapunzel, Mata Hari...
Değirmenin taşı dönüyorsa, dönmesi gereken yönde dönmelidir elbette, ekonomik, sosyal her alanda merkeze bağımlıyızdır, özkıyımı düşünüyorsanız da bile merkez karar veriyor, 'Büyük Brother' değil bu, o kadar ciddi boyutlarda yaşamıyoruz ki henüz!.. Kontrolden geçelim, elektronik bilekliklerle, haralara, antrepolara girip çıkalım!..
Düşünebileceğimiz her şey verili kültürün paratoneri, kuklası, dalgası, parçacığı, ikonu, rolmeni ya da ankormanı olmamızı sağlar.
Sonuç olarak ahlak -etik- dikte edilen bir şeyse ki öyledir, -gelenekler, yasalar, alt başlıklar, oto sansürler- bilin ki bunların tümü manipüledir, bir ortakçıllığın gizlenmiş mottoları, manifestolarıdır. Bu artı'k değerleri, beşeri otokratlar, kolektif vicdan, korporatif duyarlılık ve aydınlar mı denetleyip toplumsal alegoriye mal ederek, rulet masasına sürer peki, aydın toplumsal bir üründür, toplumu dizayn etmez, toplum aydını dizayn ediyordur gerçekte ama illüzyonalite bolluğu içindeki dünyada Janus artık bin bir surat, eşdeğerlerine-emsallerine göre gelişmekte olan bir toplum salt göstergelerini sunar ve topoğrafyasında bir tekel, bağdaşıksız ve paylaşımsız bir hükümranlık taslamaya başlar, Yehova olmaya kalkışır bir süre sonra, tarih bir yinelemedir sözünün kaynağı da, kaynakçası da budur. Gerçekte tarih bir tekerlemedir.
Doğal ahlak diye bir şey olamaz mı, -Henüz o kadar gelişemedik- bakın bu sözcük, bu yolak, neanderthalleri düşündürüyor, onlar üşüşüyor dağarcığımıza, kafatasımız ilkel dürtülerle uyanıyor.
Doğal ahlak diye bir şey yoktur, olamaz. Her şey şimdiki zamanın içindedir ve her şey bir adlandırmadır çünkü!..
Doğal ahlak, katıksızlıkla, uygarlığımızın bize sunduğu ve boyun eğmek zorunda olduğumuz bugünün ahlakıdır, anlak içinde gezinen her şey doğaldır çünkü ve doğallıkla, doğal diye bir şey yoktur.
Bir düşünce, bir açı geliştirmek istiyorsak, yenilenlerin ve ölmüşlerin ahlakından yanayım diyebilmek gerekir... Çünkü onları biz öldürdük. Bizim safralarımız oldular ve yaşıyoruz ölülerimiz, cesetlerimiz üzerinde... Onları kutsuyor ya da kargışlıyoruz, bir cinayet ya da kitlesel paganizmin katılımcıları olarak, soy kütüklerine kaydımızı yaptırmak onuruna nail olmuş 'kahramanlar olarak!..'
Her şeyi yadsımak, marjinal olmak, dikkati çekmek, geçersizliğin denizlerinde göz dağı vermek midir?.. Hayır, hiç bir yararı ve kabullenirlik olasılığı olmayan her şey, doğru olsa bile us dışı ve saçmadır bu dünyada, öyleyse ondan yana olmaktan ne çıkar, bu neye engeldir şu yaşamda, hiç...
Ağıt yakmak heveslisi bütün kuklalar, kendi Şarlo'tanlığına ağlamaz bu dünyada, ağlayamaz, onlar yalnızca başkaları için yas tutmaya alışmışlardır, bir maskenin ardından konuşurlar ve bütünleştikleri dünyada gölge boksu yaptıklarının ayrımında bile olmadan, geçip giderler.
Onların yasını tanrılar(ı) tutar!..
Her şey sonsuzluğun içinde saklıdır ve her şey gibi bu konu da geliştirilmeye açıktır...

***




FELSEFE NEDİR?..
'Kendine iman etmek tehlikelidir, çünkü başkalarını özgür kılar.'
Doğunun aydınlarının spekülatif yaklaşım merakı, cinbönce bir düşünce savrukluğunun -düşünceyi harcamakta bir günahtır!- ve tarihin yinelenmesinin bir nişanesi ne yazık ki, diyorlar ki hâlâ, felsefe -zaman kaybıdır-, 2019 yılındayız ve örneğin; çağının modernitesi, ilk kadın felsefeci olarak bilinen Aspasia tam 2500 yıl önce yaşamış. Felsefe nerelerden geçmiş bir bakmak gerekiyor!..
Hiç bir düşünceye karşı olmamamız gerekir, dile getirilip, ileri sürülebilmeli, düşünsel çatışma bir beyin satrancı olup, bizi ulaşabileceğimiz gerçekliğe ve elde edebileceğimiz -diyalektik- doğruya götürebilecek en sağlamalı yoldur, ola ki us dışı, absürt veya yanlışlanabilir olsa bile, ileri sürebildiğimiz her görüş, düşünsel oluntu, gerçekte anlak içidir ne yazık ki ve insana özgü olmak gibi bir zorumu vardır, aksi bizim için daha tehlikelidir ve despotik bir skolastizme ya da ilahi buyruk gibi bir dokunulmazlığa götürür ki, özgür düşüncenin perdelenmesi veya rüzgarda sürüklenip, gözden yitmesine benzer sonuçlara sürükler, ortak belleği ortadan kaldırabilecek her tehlike insanlık için gerçekte ölümcüldür, tekillik tanrısal görüntü verebilir ama şeytanın el sürmediğine güvenemeyeceğimiz gibi bilemeyiz de...
Bu ortalama bir görüşün uzantısı gibi gelebilir bize ama daha demokratik olmakla eleme ve seçilim olanaklarının bolluğu bizi öngörülemez tehlikelere karşı olasılıkla bir koruma çemberi içine alır, insancıl kozmoloji açısından gereklidir bu, onun için düşünce, diyalektik -karşıtlam- teste tabi tutulmalı, onunla ilintili kitleselliğin evrenik süzgecinden geçirilmelidir, en sağlıklı yol ne yazık ki budur, öngörülerimizin doğruluğunun denetimi bu yolla olasıdır, düşünsel yıldırımlar, olağanüstü çakıntıların izlenmesi coşku verebilir ama uygulayım ve kuramsal öne sürülebilirliğinin bir hükümranlığın dizginsiz varyasyonu olmamasında insani yararlar vardır, nükleer çağlar ne yazık ki bu yöntemi zorunlu ve sağlıklı kılmaktadır. Teori ve pratiğin iç içe olması bile ayrışabilmelidir. bu güvensizlik değil tam aksine güven oluşturabilecek bir yöntemdir, düşüncelerimiz sonsuzdur ama mekan ve zaman çatışıklığı bizi denetlenebilir bir evrensellik ve ortak tavır alma konusunda çekincelerimizin olmasını zorunlu kılar, ortakçıl us bu nedenle mekatronik gelişimin yürütülmesi uğruna, sağlıklı bir yöntemdir, örneğin ateşin kimyası hayranlık verici kozmik bir bileşendir belki ama onu söndürmek ve tutuşturmak için bir üfleyiş ve bir kıvılcım yetebilir bazen... Bu düşüncenin harcanmasına yol açabileceği gibi, pratiğinde ölümcül olabileceği uyarısını içeriğinde ta şır, dü şüncel erimizi bir toh um ambarında saklarcasına korumalıyız ama başı boş bir rüzgarda savrulmasını da isteyemeyiz. Kaos yaratabilir belki ama koruyan ve sürdüren kozmostur. Delphoi tapınağında 'Kendini bil' yazar. Özgürlük ne bir içe kapanma ne de bir savrulmadır, ama insansı gerçekliğimizin temel oluntusu sonsuza dek düşünce olacaktır, özgürlük ya da cennetsi mutluluk bile düşünceden daha değerli değildir. Bizi biz yapan tek şeydir düşünce ve evren bir düşünsel yapıntının bileşkesidir, dahası düşüncenin kendisidir. Stanislav Lem'in düşünen okyanusu bir varsayım değil inanın derin bir gerçekliktir. ,
Bütün bunların yanında, felsefenin dar anlamda da olsa tanıtlaması şu olsa gerektir, -Bir Düşünceyi Aramak- düşünce üretmi, diyesim sonuçta doğunun aydını, felsefe etik bir zorbalıktır dese bile, bu yaklaşımla bir düşünce ortaya koymuş ve daha doğrusu bir felsefe yapmış olur ne yazık ki...
Biliniyor ki kısaca, evrende ki her edim, her oluşku bir felsefeden kaynak alır, tanrının varlığı ve yokluğu saltıklıkla felsefi bir sorunsaldır: Buzdan çöller veya ne güzel koku ya da aşk öldürme arzusudur türü söz ya da önermelerin tümü felsefi temelli birer yaklaşım, bir tür düşüncedir, düşünsel arayış kaynaklı söz ya da söz dizimidir,
Her tür dinsel arayışın başlangıçtan sona tümü, yaşamımıza ilişkin felsefi birer yaklaşımdır, bütünsellikle felsefi çıkışlı insani edimlerdir. Tanrının evreni, insanı yaratması öncelikle felsefi bir tutum olarak değerlendirilmelidir, çünkü bir nen, bir neden varsa, orada bir olgulayımın varlığından ve dolayımla bir felsefeden söz edilecektir...
Kısacası önce söz vardı ya da önce tanrı vardı demiş olsak bile önce felsefe vardır. Tüm bunların adı, çıkış kaynağı, olabilecek her oluşkunun köksel tanıtına felsefe denir ki, bu nedenle her şeyin başında öncelikle bir felsefi gereksinim vardır, mutlaktır bu... Neden sonuç ilişkisinin varsayımsal bütünlüğüdür felsefe, bir soyutlama ve kaçınılmazlıkla öncelikte onundur.
Varlık, bir felsefe olmadan var olamaz, bedenlenemez, her şey bir felsefenin ürünüdür. Bu anlamda, doğunun, doğu aydınının sorunu artık şu; Böyle bir durum varken, felsefeden kaçınarak, kendi varlığını hiçlemek, evrensel varoluşu bu tür bir yaklaşımla yoksayıp, hiçe saymak, bugün nedenini ve yanıtını aradığımız doğu vurdumduymazlığı ve yeryüzü uygarlığına kayıtsız kalmak, herhangi bir katkı yapmaktan neredeyse kaçınan, miskinlik ve uyuşukluğa indirgenebilecek bir ölümseverlikle, öbür dünya gailesinin ağır bastığı bir yaşamsal sefaletin ve pejmurdeliğin; bilerek ya da bilmeyerek, katkıda bulunur olmak veya bu pasifizmi savunur olmaklığın belirtisidir bu, ona yol açacaktır ve öyledir de, öteden beri ileri sürülüyor ve kendimiz bile dile getirebiliyoruzdur...
Tanrı kendini duyumsayabilmek için; evreni ve insanı yaratmıştır bir görüşe göre, bu motto, elbette felsefi bir açınlamadır. Bu açıdan bakıldığında onun eşsiz yapıtına katkıda bulunan, düşünen ve bu yolda çabalayan her insan; ancak tanrıya inanıyor sayılabilir. Bu açıdan bir kesinleme olması da gerekir. Bir bağış ya da sunumun özkonumu ve materyali, gerçekte onun yaratıcısıdır da...
Bu durumda, onun nimetlerine kavuşmaktan başka bir amaç taşımayan ve de salt o yolda yürür ya da çabalar görünen biri, gerçekte bir katılımcı değil, izleyici olarak, deyim yerindeyse dünyevi bir sömürgen ve olsa olsa bir münkir -yadsımacı- ve belki de bir hayasızdır artık tanrı indinde!..
Felsefe zaman kaybıdır demek işte o kapının açılmasını gereksinen bir yaratılmış ve o yolda tükenip gidecek bir varlığa yol açmak olur ki, bu sıfatlarından biri de bir yaratıcı olan tanrıyı, başarısız kılmaktan öte hiç bir işe yaramayacaktır ve de tanrıyı; evreni, insanı, tüm nenleri yaratmış bir varlığı, büyük tözü, ne yazık ki bir 'kusurlu' da kılacaktır ki; yaratılan için, bu bakılışta, nedeni sonucundan çok daha büyük bir günah olan bir 'zaman kaybına da' yol açabilecektir artık!...
Öyleyse evren; bir 'tanrı ve insan', diğer bir deyimle yaratan ve yaratılanın işbirliğidir gerçekte, felsefeyse bu işbirliğinin temelidir, gerekçesi ve özlenen; amaçlanan sonucu, göz önünde bulundurulduğunda...
Sorunsala bu açıdan bakıldığında, felsefe zaman kaybıdır demek, tanrıyı yadsımak bir yana, insanın kendini de hiçlemesidir ki, ölümle; sonsuz ölümle eşdeğerdir bu... Doğu bu anlamda şirk koşmanın değilse de, bilinçsizce bir yadsımanın ve bir ihanetle, terk edilmişliğin yolcusudur. Tanrıyı yadsımak, tanrının hoşuna gidebilir ve hoş görebileceği bir şey olabilirdi, onu, kendini geride bırakacak denli bir yararlılığın, gelişimlerin peşindeyseniz eğer, bu onun utkusu olacaktır çünkü, aksi halde onun yaptıklarına ve onun amaçladığı bir sonsuzluğun, büyülü materyali olan insana, kendi özüne saygısızlık ve bir hiçliğin pençesinde, tanrı tanımazlık yapmakla, hem günahkar ve hemde onun vaatlerini hiç bir zaman hak etmeyecek kullar, yaratılmışlar olunacaktır ki, bu hem tanrının, hem insanın sonunu getirebilecektir ne yazık ki... Tüm beklentileri tanrıya bırakmak ve onun nimetlerinden salt yararlanmayı düşünen bir konumda bulunur gözükmek, daha doğrusu dilem ve çabalarını öbür dünyayla ilişkilendirmek, bu durumda günahların en büyüğüdür ve cezası da belki en ağırı olacaktır artık, dünya onun eşsiz yapıtlarından biridir ve ayrım gözetilmeyecek kadar eşsiz olmalıdır, öyleyse çabaların ve tanrı parçaçığı insanın, bu göz alıcı yapıya bir katkı sunmadan geçip gitmesi, zaman kaybı dediğimiz şeyin en büyüklerinden biridir ve bu doğu kurnazlığının affının da olmaması gerekir. Bir ceza değil, düşünsel bir yaklaşım açısından... .
Biliniyor ki bizler, kozmosun bir parçasıyız ve onu hak eden bir çabanın, bir ereğin ürünü olabilirsek eğer ki bu, yaşama sırt çevirmek değil, onun coşkusuna katılmak ve olabildiğince katkıda bulunmak, tanrıdan bize yansıyan ışığın yayılması uğraşıdır denilebilir ki, yararcıl bir gerçekliğin peşinde zamana hükmedip, egemen olmakla olası bir şeydir bu, kendibeslek, tekil bir varsıllıkta olabilir bu, ama katkının göksel katları somut, insani ve evrensel olma koşullarını ileri sürüyor ne yazık ki ve işte o zamandır ki tanrının vaatlerine kavuşabilelim v e yineleyecek olursak, bu açıdan insansı varlığın, doğrudan ve koşulsuz istenciyle hareket etmek, salt ona kavuşmak için, diğer her şeyi hiçlemek, boşunalık saymak, günahların en büyüğü olmak bir tarafa, cezalarında en ağırıyla karşılaşmamıza yol açan bir ağırsallık demektir artık Bu mitolojide Tantalos işkencesi adı verilen bir tutum olacaktır ki, affı olamaz. Çünkü salt tanrıyı değil, kendini de yadsımaktır bu ve bir tür özkıyımdır ki, tanrı gerçekte yalnızca bundan çekince duyabilir ve bir, kararsızlık yaşayabilir. Çünkü kıyametsi bir sondur bu, varlığın, var oluşun sonu...
Nedir o, artık insan olmamak, olamamak!.. İnsanlığın ortadan kalkması gibi bir şey. Düşünelim ki, tanrıyı yadsımak, tanrıyı ortadan kaldırmaz, ama insanı, varlığı yadsımak, her ikisininde sonu anlamına gelebilecektir.
Bunu gerçekte, ne yaratan ve ne de yaratılan isteyebilir, çünkü biri yoksa diğeri de olamaz, her şey diyalektik bir bütünlük içerir, soru ve yanıt gibi ve henüz biz, yaşanabilecek dünyaların en iyisinde yaşıyoruzdur!..
Öyleyse görünür evrenin uçsuz bucaksızlığında ve tözsel olanın sonsuzluğunda, bir yücelen olarak nitelediğimiz varlığın, insani olanın bir felsefesi yoksa, olamazsa ya da kalmadığında, her şey uçup gidecektir ve her şey, evrenle birlikte yok olacaktır ne yazık ki, felsefe bir varlık ve varoluş nedenimizdir!..
Başka bir deyimle söyleyecek olduğumuzda; inanmaktan caydığımız anda ve nedenselliğimizi yitirdiğimizde, ortada bir sonuçtan söz edemediğimiz gibi, geçmişten, şimdiden ve gelecekten hiç bir şey kalmayacaktır artık.


***


SİLVANA
O'nda aradığım, büyüleyici çekicilik, kışkırtan cinsellik ya da varlığının dayanılmaz hafifliği değil; bir insan yavrusu o; bir kuş gibi bakıyor dünyaya, gökyüzünden inmemekte ısrar eden, beyaz kanatlarıyla bulutlardan ayırt edilemeyen bir melekçik...
Kuş tüyünden daha hafif bakışları... İnsansı özlemin gizlenen utancıyla, bebek adımlarıyla,yeryüzünü adımlıyor ve saydam camdan bana bakıyor günlerdir. Sürgit aynı duruşun verdiği sonsuz bir melankolinin, herhangi bir cinsiyeti yokmuşçasına, dalgın, sessiz ve sözcüklerini unutmuş, harflerin gölgesinde yaşamayı çoktan unutmuş, bakir bir dünyanın çayırlarında, korularında dolaşmaya alışmış, töresini bilmiş bir ceylan gibi, verili dünyamızdan habersiz, bu konuda hiç bir şey düşünüp, anımsamayan ve her şeyden vazgeçmiş bir tülperi o...
Belki çavlanlarında yatıp kalkıyordur yeryüzünün. Bir ışık seli içinde akan suların, her gün saflıkla, masumiyetle dolu, günahlarından arınmış bir kul olmanın erinci ve bilinciyle, dünyayı dolaşmakta olan bir tinvarlık. Minicik bakışları, elleri, öylece durgun bir göl gibi yansıyan çehresi ve bakılışı güzel her şeyi, giysileri, gözleri ve narin bedeniyle...
İnsan sonsuza dek bir yenilginin kahramanı olabilir mi, hiç bir şey sonsuza dek süremez, sürmemeli... Yenilmişlerden bir ölü gibi bu cansız, solgun aşkımın, evrenin bir başka köşesinde el ele ve göz göze sevinç ve neşe içinde koşuşturan cennetsi bir karşılığı, pek çılgın bir yansıması kesinlikle vardır. Ruhum her görüşünde Silvana'yı, kalbimin o sonsuz kederlerle saklı kara cevahirine götürüyor ve onu ferahlatmak, ilahi yaşama sonsuzca bağlanmak istercesine öpücüklere boğuyor ve narin, kokularla kıpırdaşan sessiz gövdeciğine sarılarak elest alemlerinde kayboluyor.
Aşkı arayışım ve meleklerin insansı varlıklardan esirgeyip sakladığı, geçmiş çağlardan beri sözü edilen; O, meleklerin meleği işte budur belki de, Silvana... Ama kim bilir diyorum, aşkın güzelliği ve çekiciliğinden gerçekte kaçan odur belki de... O mu saklanıyordur, günahkarlıkla dolu Süt Yolu'nun kollarında, Andromeda'nın gizemli yollarında...
Sonsuzlukta, ışık yılları kadar bana uzaktan bakan ve ama hayır söyleyemem, alın yazım her şeyi biliyordur belki de ve kaderimin efendisi ve aşkımın gerçekliği solup gidiyor işte ve ruhumun gizemli bahçelerinde, olan biteni yalnızca o görüyordur ve yalnızca ben biliyorumdur... Düşlerimin ve kukuletalı keşişlerin korkunç yüzleriyle dolu çöllerimin ve gecelerimin labirentinde...
Tuhaf meleksi bir kuş gibi, hafif bir çekicilik içinde ekranın içinde beliriyor o her gün ve yavaşça uzaklaşarak sanal bir kozmolojinin içinde yitip gidiyor. Tanrım bana yardım et diye haykırıyorum düşlerimin derinliğinde... Onda aradığım ömrüme rağm olmuş bir yoksulluk ve yoksunluğun yanılsaması, aynalardaki aldatıcı görüntüsü değil, tanrısal bir çekicilikle sarılıp, sonsuza dek uyumak istediğim bir hayalin yansıması, salt bir kuş ötüşünün sesini duyacağımı sandığım, Nuh'un tahta gemisi gibi ya da büyülü bir siyah kuğunun gölde süzülüşü, adı Katyuşa olan bir sevginin sabah serinliğinde gerinişi ya da dudaklarından dökülen hafif bir çisentinin ele geçirilebilmesi uğruna tanrıya yalvarmak ve yalnızca dokunmak istiyorum ona, bir kerecik olsun dokunmak...
Tanrım bu Silvana değil mi, ah uçtu, renk renk tüyler havalandı bak, işte kelebek gibi süzülüyor da, Silvana, nerede tanrım, nereye gitti o, bir melek nereye gitmiş olabilir... İnsanlığın ona gereksinimi var tanrım, o bizim düşünmemize yol açan, erdemler aşılayan bir çift göz, el, ayak ve tüm yeryüzünü kaplayan pırıltısıyla altın bir kalptir. Ey yoksul çöllerin, feracesi taylasanlı Silvanası, İsfahanlı Yahudiler taylasanlı deccalin ardından gider, bense senin ardından koşuyorum. Ey masumiyet çağlarının Mona Lisa'sı...
(Mona Lisa manipülatif bir resimdir, da Vinci'nin çok daha güzel portreleri, kanvasları vardır, ama onlar bir marjinalitesi olan, tropikal öğelerle süslü resimlerdir, kucağında kakım tutan genç kız gibi, ama Mona Lisa hepimizin ortak değerlerinin ikonudur, göze batan hiç bir özelliği yoktur, hiç bir esim vermez yeryüzüne, olağaniteden başka, masum bir Meryem, Kabil'in değil Habil'in doğurgusu bir Havva Ana. Döneminde doğallığın ve bir hiçliğin gülümsediği, günahtan arınmış bir meleğin çehresi, kutupsuz bir dünyanın panoraması olduğu için, olağan kuşkunun gizemini barındırdığı için, Floransa kaldırımlarının değil, Paris'e yolculuğunun iznini koparmıştır, bu yüzdendir Uffizi değil Louvre'da sergilenmiştir o. Öyle ki Mona Lisa, bir rahibe olabilir, baş örtülü -alnında izleri var- bir hamile kadının masumiyetini canlandırabilir, doğulu bir Havva ya da Meryem'in de 'Ana'sı olabilir ve hatta modellik ya da fahişelik yapmak zorunda kalmış bir mahalle çaçası (çeneli, çaçaron, Çiçero'n), bir hanımda olabilir. O sanat dünyasının jokeridir, bir kafeyi de süsleyebilir, bir genelevi ve bir mason locasını da, bulunduğu kabın biçimini alır bir sıvı, koronalı bir dünyada, büyülü tıbbın her derde deva bir müsekkinidir o, ama gizli, öyle değerli tablolar vardır ki, onlar yalnızca bulunduğu kaba, kendi biçimlerini dayatan bir kara dul örümceği, bir kolsuz kahramandırlar, Roma'nın Mona Lisa'sı Sezar gibi, bütün kadınların kocası, bütün erkeklerin karısı olma özelliğini taşımazlar, bu yüzdendir ki Mona Lisa tüm günah ve sevaplarımızın terazisi tüm aşk ve nefretlerimizin poliçesi ve tüm bir dünyanın ortak değeri ve tüm insanlığın divasıdır. O hiç bir şeydir. Biz!..

Nasıl Einstein, yalnızca bayram günlerinde, takım elbise giyen, kravatlı bir fırıncı ya da bir manifaturacıya benziyorsa, eşinin buluşlarını çaldığı söyleniyorsa, eril otoriteizmin günah defterini tutabilecek -tuttu da, Hiroşima'nın feri faillerinden biri olmayı başardı da- Cebrail tıynetinde bir adamsa, işte Mona Lisa ve dünyamızda bir kategorinin esintisidir. Sen bir bilim insanısın, sen Al Capone'sun, sen korumasının öldüreceği Kennedy, sen Bizans'a son verecek bir dünyanın fatihi, sen Roma'nın Romülüs'ü, sen şantözlerden Mata Hari, sen Göbbels, sen de Hiroşima rönesansının Paul Tibbets'i ve sen Rodin'in lapeye gönderdiği Claudel, yeryüzünde ruhlar evinde yaşama rekoru hala kırılamayan bir Havva anasın, hepimizin atası. Bizler birer kahramanız, mucidiz, aşığız, celladız, fatihiz ve tanrımız da paylarımızı dağıtan büyük pederdir. Hepimizi öldürebilme brövesi elinde, sonsuz güç sahibi ve her şeye kadir bir sakallı ama; bir tek şeyi başaramıyor belki de. canının çektiği bir günahsıza, sonsuz bir yaşam bağışlayamıyor. Tam aksine onları alelacele öldürebiliyor ve her birini bir kıyamet nöbetçisi yapabiliyor, kılıfı kınına uyduruyor, öyle yaparsa adil olamıyor ve öldürürse hepimiz eşit olacağız belki, Marks'ın vicdanı, mikro bir tanrıcığın yarattığıdır belki de!.. Kabil'ede bağışladı o aynı pırıltıyı ve Müjde'yi de verdi oğlu uğruna, ama gerisini getiremedi ve bizler gibi kusurlu da!..)
Ey mahremim, ey çehresi rüyalara benzeyen solgun Madonna, ey ahiretlik melek, ey yeryüzü ceylanı. Güneşin yaraları vardır ama; tanrılarımızın aynası yoktur Silvana...
(Önlem ve denetleme bir kesinleme değildir elbette, peki yazgı bir kesinleme midir, düşünmeye yeltenelim, nasıl kesin diyebiliriz ki, kendimiz için bir kesinleme olmayan yersel denetim isteğinin, göksel denetimin, -yazgının- kendisi içinde bir kesinleme barındırması olası değildir, bir belirsizliğin karşıtı da belirsizdir. Çünkü bir taraf kesin olabilseydi, denetim düşüncesinden caymamız gerekirdi bir an için, teorem de ama... Çünkü denetim -önlem- içinde yaşıyoruz olabildiğince ve gerisini tanrıya bırakıyoruz, şu kesin ki, kesin olan hiç bir şey yoktur kozmolojide. değişkeler, dalgalar, titreşim ve salınım içinde parçacıklar vardır. Gerçekte yaşam bir avuç mutluluk, bir avuç kederdir belki de, hiçliğe varmamalıyız buradan, tanrı indinde tek bir kişiyiz biz, teorem de o bir kişi; hepimiz!..)
'Sıkıldım / Sıkılanların genel başkanıyım / Ben uzun bir monoloğum / Köpek gibi yaşıyorum / Sıkıldım / Geceleri uyumak için sıkıldım / Güpegündüz sıkıldım kendime / Çünkü sıkıldım / Yalnızca başka bir yapışkan sıkıcı / İyi satın alınan arkadaşlarımı sıkmakta özgürüm / Ve paramı sonuna kadar harca / Çünkü sıkıldım / Sıkıldım / Yönetim kurulu başkanıyım / Hastayım / Tüm tekmelerimden bıktım / Tüm sertliklerden bıktım / Tüm soslardan bıktım / Sıkıldım.'
Sessizlikte bir müzik sayılıyor, yazıda, demek kuşkuyla bakıyorsun yaşama!.. Pollock'da karmaşıktı ama resmine bir kaotizma agrandizörü biçildiğinde, kurtuldu. Uzaklıklar yakınlaştırıyor ve sonuçlar nedenlerden önce var oluyor artık dünyada, gene görüşeceğiz.aşkın poetikası, analitik geometri...
Güzel Silvana,..

****


media1.tenor.com
media1.tenor.com
MONA LİSA'NIN GÜLÜŞÜ NİÇİN BU KADAR ÖZEL

Mona Lisa basit bir tablo, tek özelliği herkesin ortak beğenisine karşılık verebilmesi, onun için sıradan bile diyebiliriz. Hristiyanlar için bir Meryem Ana havasında o, Müslümanlar için alnına hafifçe türban izi iliştirilmiş, hamile görünümü veren, doğasından edepli, sevecen ve evimizin Havvası, canını siper edebilen bir melekçik!..

Gelelim ateistlere, bu özellik ve belirtkelerin hiç biri açıkça sırıtmıyorsa eğer ki öyle, ateist de bir insan sonuçta, genlerinde annelik duygusuyla yoğrulmuş ya da tanışmış ve erdemli olmanın iç güdüsü ruhuna sinmiş bir yaratılmış o!.. Yadsımanın bir kategori olduğunu sezebilen bir kurban sonuçta... AsiisA neyse o da o!..

Üstelik anaerkil çağların koruyucu içgüdüsü ve hiç bir özelliği öne çıkmayan, hepimizin törpülenmiş ve ılımlı dünyalarına karşılık gelen, ve bebeksi gülümsemesiyle bir tılsıma soyunmuş, bir hanımefendi varsa karşımızda, onun için niçin canını vermesin bir ateist, neden gizemli dünyasında sarılıp düşlere dalıp gitmesin onunla, içtiği süt, sevecen kolları ve acımasız dünyanın ana yuvağına dönüş özleminden başka bir şey olmayan bir çığlık, gözyaşı, et ve kanın görkemleriyle süslü bir mezbaha, adil olmaktan uzak ve vahşetle süslenmiş bir cangıl olduğunu anladıktan sonra!.. İronik gülümsemenin ve duvarlarda çınlayan kahkahaların, gerçekleriyle yüzleşince, karşı be karşı olduğunda hele...

Öyleyse geriye ne kalıyor, ortak beğenilerimizin Kabe'sine şükretmek, eski zamanların bir tapınak fahişesi olsa bile, bu dişil ve anacıl ruhlu tanrıçaya saygılar sunmak ve belki de tapınmak... Ama bakın bu; şu bildik Natzi'nin annesiydi diye bir ibare düşülebilseydi tablomuza, algılarımız anında değişir, tümüyle parçalanarak, ne kadar masum ve içten pazarlıklı bir hilekârmış bu yosma diyerek, Mona Lisa'ya lanetler yağdırır, hatta bu resme bakamıyorum diye sübjektif ve yararsız afra tafralarla, karşı koymanın tatlı işbirliğini tadar ve karşı kampın öbür ruhları olmaklığın tadını çıkaran kardeşlerimizle haşır neşir olur, tiksinçliğin ikiz görsellerini üstlenerek, şen söyleşiler içinde kadeh kaldırabilirdik artık. Unutmayın bu madalyonun, yazısı da turası da birdir!.. Uygarlığımız, sürekli el değiştiren, iyilik ve kötülüğün, günah ve sevabın nöbetçi şairidir!..

Dünyamız bir algı ve illüzyonlar dünyası olmakla, insan yapısıdır. Şöyle ki, -kızmayın, küsmeyin, kamplara ayrılmayın, anlamaya çabalayalım!- azılı derecede geri kalmış bu topraklar, en ufak biçimde bir direnişe geçse sofraya ne getiriliyor biliyor musunuz?.. Kuzeydoğu cinaisi, kıta sahanlığı, Akdenizel sorunlar, Güneydoğu polemikleri ve ezilmişliğin, sömürülmüşlüğün paralel dünyalarında, örtünün altından bir bir ortaya sürülebilen envai çeşit pusatlar, bitmez tükenmez ürkütücü parodiler...Varlığı sorunsala dönüştürülmüş bir varlığın, yokluk varlık ikileminin uçurumlarında bir türlü bitmeyen cehennemi serenadı, yaşam forsalığına mahkum olmuş bir kitlenin sırat köprüsü soruşturmalarıyla bir türlü bitmeyen trajedisi. Adem ve Havva eşitsizliği değil bu galaktik kavmin sorunları, Adem ve Havva kamplarının ayrıcalığında sürüp giden kabile savaşları temel sorun!.. İlkinin çözümlenmesi bir illüzyon, temel sorunu gizlemenin bir varyasyonu, dar açısı yalnızca !..

Başını kaldırmaya gör ey Demokles, tanrının kılıcı inmek üzere!..

Peki bu yığınlar, bir ölü cinayet, bin ölü istatistik kuralı uyarınca, hiç Hiroşima ve Nagazaki cinneti, onu da geçin yaratılmışlığımızın ilk 'Kıyamet Provası'yla ilgili bir düzenlemeye gönül koyabilir mi, geçip giden, ahir ömründe!..

Hayır, canından olur, külliyen yok olma tehlikesi geçirir ve 'Yıkıntılar Arasında İlahi' dinlemeye başlar, gezi türü olaylar, yapay kalkışmalar patlar, kraliçemiz -belki de şu, Mona Lisa'mız o bizim, bilemiyoruz ki!- bir kaç kruvazörüyle sahillerinizde boy gösterir, Saksonya'nın adacığından Malvinas'a, penguenler habitatına gelmeye nasıl baş koyabildiyse... Ötekilerde tabut ve mabut arasında sürüp giden vodvile hazırlanırlar iştahla tabi, resmi geçitler, madalyonlar ve halk avcılarını alkışlayan halk/ın/ların arasında!..

Mona Lisa'nız budur sizin, her şey düzgün doğrusal gittiği sürece, yani sürüler boyunduruğun yönlendirdiği, lineer hedeflerden şaşmadığı sürece, kuantum mekaniği yerini, yeni sanrılara bırakmadığı sürece!..Bilim, tanrıyı yadsımaya yaradığı kadar tanımaya da yarıyordur ne de olsa!.. Bilim oportünizm değilde nedir!..

(Çünkü dünya iki tepe arasıydı, dağın ardına döndü, sonra deniz aşırı oldu, hala düzdü ve İsa'dan sonra, tanrı buyrukları gırla gittiği halde, güç bela yuvarlak olduğu inancına kavuşabildik biz, yeni tanrılarımız, arı gözüyle geoit bu ama siz bir neandertal mirasçısı olarak elbette yuvarlaktır dünyanız, 'Bon pour enfants' yavrularım diyene kadar...)

Mona Lisa'mız, tüm erkeklerimizin karısı, tüm kadınlarımızın kocasıdır artık!... Ta ki yeni bir algı volkanlarıyla ve çıldırtıcı illüzyonlarla anlağımızın baştan çıkarıcıları olmadığı ve beyinlerimiz yenilikçi bilgi dolum istasyonlarında paramparça olup, dağılmadığı sürece... Diyesim, yeni bir illüzyonla, düşlerimizin periferisi kökünden değişene kadar!..

Öyleyse Mona Lisa nedir?..

Ortak beğenilerimizin, akmaz, kokmaz, bulaşmaz bir uyuşturucusu, afyonkeş bir Madonna, bir tür sakinleştiricidir. Bu yüzden Mona Lisa 'insansı umarsızlığımızın' azılı bir düşmanı işlevini gören, bir nesneden, bir simgeden başka bir şey değildir. Ha SS işaretiyle bezeli gamalı haçlar, ha masum dünyalarımızın, tepkisiz ve bir müslimeye yakışır Mona Lisa'sı, yani La Jakont, yani Jakoben -tepelerden süzülen demir kanatlı melekler!- ne kadarda yakın birbirine!.. Gerekirse kederli dünyanıza iyilik ve barışı biz getirebiliriz kardeşlerim, unutmayın ve asla zahmet etmeyin; gözleri nedense açık ve üst üste yığılmış ölülerim!..

Mona Lisa bir hiçtir. Hiçliğin hiçliğidir.

O da değil, bir Truva Atı, amansız bir hile işlevi gören, kanatsız bir melektir. Çünkü aramızda dolaşmalıdır, bıkıp usanmaksızın. O algı dünyalarımızın, bulaşıcı bir virüsü, bir casus yazılımıdır. Verili uygarlığımızın gizemle süslü, hain ve gerçekte kindar bir fenomeni ve ortak beğenilerimizin, -Alçaklığın Evrensel Tarihi'ne- armağan edilmiş ve hiç bir zaman bir art niyetin tasımlanamayacağı bir yosması, anacıl ve sevecenlikle dolup taşmış dünyalarımızın, benliğimizin derinlerine kadar sinmiş, damarlarımıza dek sızmış, gerçeklikte barbar ve değiştiremediğimiz bir dünyanın dehşetengiz parolasıdır.

Mona Lisa, sonuçta bir ihanetin göz alıcı mührü ve damgalı bir Havvası olmakla yüz karasıdır. Annemsi bir ruh, bir objeyle, iç dünyalarımıza sirayet eden korkunç bir algı ve manipülasyonlar -cehennetine- buyurmaz mısınız!..

Şimdi sorabiliriz artık, Mona Lisa mı bir kurban, yoksa bizler mi...

Günah ve vahşetle süslenmiş bir dünyanın yas tutmayı içselleştirmiş annesi, bir sabır taşı, günahlarımızın kefaretini ödeyeceğimiz öbür dünyadan gülümseyerek el sallayan bir ikona, İsa'nın öz, ama diğerlerinin üvey de olsa yavrularını ayırt etmeyen, vulvası, sınırsız özverisi, özgürlük ve uygarlık safsatalarıyla katakomplara dönüşmüş, yeraltı mezarlığına ayrılmış bir kart'postal!..

Bundan büyük bir hilekarlık ve bundan büyük bir günahkarlık olabilir mi!..

Sonuçta, bir tür şeytansı melek, zalim bir tanrıça ya da barbar ve vahşi uygarlığımızın görünmeyen bir zırhı, çelikten bir suru, barikat işlevi gören bir tür ahlaksızlığın, masumiyetle süslenmiş bir Şarlo'tanlığıyla karşı karşıyayız artık.

Et ve kanla berkitilmiş, dizginsiz bir sömürüye dayalı uygarlığımızın, sonsuz bir uslam ve sınırsız bir düşlemle donatılmış iksiri, korkunç bir uyuşturucusudur Mona Lisa!..

Bir tür ideoloji ve bir tür Soytarizm!..

Görüldüğü yerde yok edilmesi gereken bir ikiyüzlülüğün, dörtnala giden maskeli süvarisi, nükleer silahların gölgesinde, kutupçul kışlarla tehdit edilen dünyamızın, maskeli balolar ve İsa'nın bile oyuncağa dönüştürüldüğü, et ve kanla beslenmiş, gülücükle donatılmış, melek yüzlü bir Frankenstein'ı...

Hayır, bir Frankşeytan!..

Çocuklarını yiyen bir Satürn, bir canavar ve zamanın sonsuzluğunda yok olmaya yazgılı bir Mona Lisa'dır dünyamız!..



*


KARARLILIK GİRDABI

'Gezegensel disiplinden uzaklaştı ve delilik belirtileri göstermeye başladı'

İşte kuantum dolantıları, bizim sonsuz tutsaklığımız.
İşte avatarımız, runik harflerle süslü vitraylarımız, 
Hiksos dili ve işte duvarda pöstekisi uzanan, Elam geleneği.
İşte Hurri veziri, geyik, at ve yıldız burçları
Keçi başlı güneşimiz ve uluyup duran av köpekleri.

İşte Tarkan; kan içici hükümdarımız, köşede uzanan Demir Tanrı'mız.
Tunç yalvaç ve Kaledonya'dan gelen göçmenlerimiz,
İşte çığlıklarla büyüyen bebeklerimiz.

Salınıp duran; vahşi kombinasyonları gökadamızın
Durmaksızın inleyen arplerimiz, buğdayın rengi
Arpa ambarlarımız ve işte Pinokyo'muz

Gepetto Usta'mız ve sekiz yıl ev hapsine mahkum
Robotar'ımız!..

Magnetarlar, polihidroksibütirat, lenfoma
Yılancı yıldızları, Kuzey Tacı ve gökadamızın
Kansıl alışkanlıkları ve yılkı atlarıyla
Uçurumlardaki hurda yığınları;
Tozlu kemikler ve can dostumuz etçil gezegen!

Ve işte kimyevi bolluklar cenneti
Vahşetin cehennemleri ve cinnet ve canileri
İşte kadavra fabrikaları, ceset atölyeleri
Ve ölü kobaylarımız, 'Sleepgarden' 
Ağzına kadar dolu uyku bahçelerimiz.

Ve işte her şeyden kuşkulanan
Şeytanlarımız, Dada'mız sanat
Ve sanal datalarımız.

Uzakta uyuklayan Kararlılık Girdabı'mız. 
Frontal lob, serebellum ve öksüz yıldızlarımız.
Üvey tanrımız, cüce melekler ve Lilith 
Ve Havva, gerçek yaratanımız.

İşte yıkıntılar içindeki anayurdumuz
Çöken surlar, çöp yığınları ve ilahilerimiz
Yahşi pumalar ve pozitron emisyon tomografisi
Aksayan atarcalar, kuark çadırlarımız
Ve ölüm sever tenya, öglenalarımız

Solucanlar diyarı, sonsuzca mutlu
Kör köstebekler ve Sinderella 
Ve kül kedilerimiz.

Torklar ve kraterlerimiz
Elementel seralar, hidrojen ve helyum
Silolarımız.

Saffron yapay yeti algoritması
Floralar ve flerovyum klinikleri
Sodyum kümeleri, partiküller cennetimiz.

Uranyum dağları, nötron yığınları
Molekül pulsarları, fisyon ve füzyon 
Özkıyımları.

Raven!
Safir denizinden, Berkelyum ülkesine doğru yürümelisin.
Büyülü nötron kıstağından geç, azık torban sırtında mı
Odysseus'un romanını belle ve dağlara yönel
Kuzenimin gözdesi Kırk Haramiler yarığına gel.
Coşkuyla akıp duran Akheron'u geride bırak
Ölüler Ülkesi'ni adımla ve ötüp duran
Vahşi ve gelotolojik tanrımızı hışımla öp.

Barbar Ogenosson'a kurtulmalığını ver
İşsizm kurbanları ve özveri odalarına gözyaşı dökmelisin.
İzotop Krallığı, lantanitler ve yedi vulvalı kraliçemize
Arzuladıkları ağıtı yak, firavunlar, siborglar 
Ve Sezarlar karşına çıktığında sola sap
Novatarlar seni bekliyor olacak.

Yıldız desenlerinden gene çal, 
Alkali plakası ve ay fabrikalarını uyandır.
Ve simetriler, ikiz dereler, asimptot uçurumlarını
Kutsamalısın ve sinoviyal sıvı içindeki tüm yaratıklarla
El ele tutuş ve coşkuyla kendinden geçmeyi bil...

Sessiz bir tansımayla uluyun ve işte o an kuvözün
Dölüt gibi içine gir ve kurgular novellasının
Ejderhasını çağır ve tan ağarana dek konuş.

Ve yeni tanrılarınızla el ele tutuşun, 
Haykırışlarla tüm atlı karıncalar o gün
Kuzey Tacı'na doğru uçun!

Orası senin yurdun!..


***







YAĞMUR
Göklerde arar  tandans ölçülerini Mikail
 Göz yaşı döker kumaş  yüreğine gecenin
 Uçurum söyler şarkılarını keçi taşlarına
 Sular vidanjör ve çiçekleri makineler
 Bahar elveda der kışa buzdan ağaçlarıyla 
 Lineer yortular uçurur maskelerini sokakta
 Bağırır bir heybede tukan kuş yavruları
 Sibemol yollarıyla  telesiyej Bornova
 Okur mercek gözler harfleri köşede ağ'lar
 Değirmene varır ırmak suskun yel işte koyakta
Kuşu arı, kuşu tazı, buzağı kuş, göğün yolları arı
Liberland'dan uçar  gelir döner bir koltuk 
 Burçak iner paraşütten tarlalara çiy damlası kırlar
 Koyar marketler narh fiyatlar portföyü rafların
 Ağar yeni gelin amazing  bir beyaz ay ve sonsuzluk
 Girer koluna kalabalıkların bir bulut 
 Kumrular yuvası asansörlerdir  artık dokunma
 Anımsayamadığım bir şey var Halep'den  bir gülmeryem
 Dinmez günlerin sızısı hoşça kal Haralambopulos
Ölümser kara yastıkta  vardan kara bir gülabdan
Anımsayamadığım bir şey var Nautilus  elleri küçücük
Mikronik bir evrendi sözcükler güz dili bir sümbülcük