18 Mart 2019 Pazartesi

ASTEROİT



Siz bu dizimleri okuyalıdan bu yana bin yıl geçti. Artık öğrenilmesi gereken şeyler bir çip sayesinde belleğimize kaydediliyor ve her konuda engin bir bilgiye sahip olabiliyoruz. İstersek onu geliştirerek aktarabiliyoruz. Düşünce, çiplerin aktarılması gibi anlık bir şey artık. Kimse mutluluk peşinde değil, ütopya peşinde değil, eğer bir mutsuzluk söz konusuysa bu kişinin kendi bileceği bir iş. Ölüm ve öldürüm yok, ama gariptir ötenazi diye bir hakkı kullanma özgürlüğü ve yetisi her zaman var. Bu saklı bir hak. Beyin ölümüyse olanaksız, beyin algılar ve bilgiler yumağı, bütün bunlar yerleştirilen çiplerin sayısına bağlı olduğu için, beyin işlevsel yönü değişen aracı bir kuruma, bir ‘olguya’ indirgenmiş. Çipler verilen komutlarla, bir düşüncenin gelişimi hakkında yüzlerce alternatif sunabiliyor ve siz birini belirliyorsunuz, isterseniz harmanlıyor, isterseniz ayıklıyorsunuz, hepsi bir belleğe kayıtlı olduğu için, son konumunuzda çiplerde saklı. Kısacası, altın tini gözle görülemeyecek küçük çiplerden oluşmuş, gerekirse yer değiştirebilen uzaysıl yaratıklarız.

Böylesine gelişmişken, yakın geçmişte, yinede önüne geçemeyeceğimiz büyük bir tehlike atlattık, aydan büyük bir asteroidin çarpması tehlikesi, ne denli gelişmiş olursanız olun, her zaman baş edemeyeceğiniz bir sorun ortaya çıkabiliyor, sorunlar gelişmişlikle oranlı bir şey. Aydan büyük dedim, işte bu çok uzaktan gelen denetimsiz taşın çarpmasını önlemek için, en kaba yöntemi kullanabildik ancak, ayın yörüngesiyle oynayıp önce asteroidin ona çarpmasını gerçekleştirdik, ardından ayla dünyanın neredeyse sıfır açıyla çarpışarak -teğet sürtünmeyle- kaynaşmasını sağladık. Ayın koordinatlarını yakından bilmemiz buna nedendir.

Güney tacı yönünden, hilal görünümlü ayın, dünyaya dokunmasını sağladıktan sonra, bizim için -hızlandırılmış zamanda- tam iki yüz güneş yılı boyunca biçim almalarını bekledik, yuvasından fırlamış asteroit ve eriyen ayla, dünya neredeyse iki kat büyüdü, okyanusların ve kıtasal fay kırıklarının bitişip birleşmesi, dünyanın çalı horozu biçiminden küreye dönüşebilmesi için geçen süre, inanılmaz derecede uzun geldi bize de. Neyse ki dünyanın bir uydusu yok artık, mehtap, yakamoz, aya serenat gibi kavramlarda bitti. Ayın korkunç sürtünmesinden dolayı, ötenazi dışında zorunlu ölümleri, kaç bin yıldan beri ilk kez yaşadık, ama çiplerini teslim edip, bir anlamda tinsel varlığını sürdürmek isteyenlere olanak tanındıysa da, çarpışmada yitip, kaybolanlara yapılabilecek hiç bir şey yok artık. Bir gün çipleri bulunsa bile, yok olmayı neredeyse, kendileri istediği için, galaksi dışı elektronik çöp istasyonlarına gönderilebilirler, ama orada örgütlenerek, yeni biçimlere dönüşüp, bir ‘Topia’da oluşturabilirler. Bu onların bileceği bir iş.

Biliniyor ki yaşam son derece sıradanlaştı, basit bir çip kimliğimiz oldu ve bütün bunların bir önemi de kalmadı. Söylemek istediğim atalarımızın şunu hiç bir zaman düşünememiş olmaları, onlar yüzyıllarca düşlerin ve ütopyaların erişilmez olduğunu sandılar, oysa öyle değil, gerçekler her şeyden daha şaşırtıcı. Ayla dünyanın kaynaştırılabilmesi belki bir düş, ama gerçekleşmesi düşten öte değil mi. Zaman bize şunu öğretti, düşlerin düşüncelerin çok ötesinde, daha ulaşılmaz olan bir şey var, o da ‘gerçek’ gerçeğin salt kendisi.

Büyük bir asteroitin çarpmasından korunmak ve uzayda kütlesel varlığını kararlı elementlerle kozmik kabullenirlik ölçeğine uygun kılabilmek için, değişen uzay koşullarında ay ve dünyayı kaynaştırmış olmak ve sonraları soğuyan Merkür’ün yörüngesini ay yörüngesine çekerek, dünyanın uydusunu da Merkür yapmaya ne dersiniz. Doğal kitlelerde ayla ilgili soyçekimsel yurtsamaları önledik, radikal biçimcilik bitti. Bunlar bugün, hepsi gerçek ve gündemden düşmüş, sıradan bilimsel yapıntılar. Bunları düşleyebilirsiniz evet ama bizim ulaşılmaz sandığımız, hep gerçeğin buyruğunda olan, onun ardından koşan şeylermiş, biz bunu anladık.

Diyeceğim, size düşleme olanağı veren; gerçekler... Gerçeği izleyerek düşler kuruyoruz, öyleyse gerçek düşten her zaman daha düşsel sayılmaz mı... Düş ve düşünce gerçeğin bir parçası, en tez akışlı düşünce görünmez bir gerçeğin boyunduruğunda ve en olağanüstü ve erişilmez olanda, gerçeğin bir öz olan kendisi. Gerçek sonrası, ancak onun kılavuzluğunda olanaklar evrenine yelken açıyor. Şu ki, dünyanın kendisi, dünyayı düşlemekten, daha düşsel.
...

VII-A yılında sfenks biçiminde bir gezegen bulunmuştu, Sagittarius’un yakınında, dış dünyaya tümüyle kapalı, granit yüzey kabuğunun birkaç bin kulaç altında, zaman kavramı olmaksızın yaşamını sürdüren garip bir uygarlık, bir kolonileri var. Söylediklerine göre mikro sonsuzlukta bir gerçek olduğu için, bu sfenksin içinde kendi evrenlerinin gizine varmaya, üç milyon yıldır (zamanı gölge kavram biçiminde kullanıyorlar) çabalayıp, uğraştıkları halde, hala sonsuz küçüğe -yolculuk yapıyorlar- ulaşamamışlar ve sfenksin dışından bizler içeri girince, makro uzaylıların gizinin bir önemi yokmuş gibi, bizi oldukça kaba saba ve ilkel bularak önem vermemişlerdi. Bütün bunlar sfenks biçiminde basit bir gezegenden ötürü başımıza geldi. Gerçeğin şaşırtıcılığı sürmüyor mu sizce ve düşleri yönlendiren sayısız gerçeklerde... Belirtelim ki sfenks gezegeninde yumuşak, ıslıksı bir rüzgarın varlığından başka hiç bir şey duyulmuyor. 

Bunun yanında vahşi gerçeklerde var, Zigot adlı yıldızsıda tek egemen olan deniz köpekleri, insanlara ve diğer canlılara sürekli saldırarak etlerini lime lime edebiliyor, ölçülemeyen bir fazda yaşadıkları için ancak görüntüyle iletişim kurabiliyorsunuz, tümüyle sanal yaşıyorlar, bizim açımızdan varlar mı yoklar mı belli değil, ama bir yer var ve deniz köpekleri, diğer tüm canlılara saldırarak delik deşik ediyor ve bu yeri bir türlü bulamıyorsunuz. Belki ironik bir salınım, bir tür alaysama içindeyiz.
Bir de her şeyin, hiç bir şey sayıldığı yerler var, sürekli üretiliyor ve sürekli tüketiliyorsunuz, yaşamak diye bir kavram yok, bilincin önemi yok, nasıl bir gerçeklikse, değer yargılarınızın hiç biri onlarda yok, robotik termitler gibi, gelen bir şeyler yapıyor, örneğin bir yapıya tuğla benzeri bir şeyi koyup gidiyor. Yerine yenisi geliyor, oda ona benzer bir şey yapıp gidiyor, sonsuzca yinelenen bir varoluş ve yok oluş öyküsü, üstelik geliyor ve bir işi gerçekleştirerek kayıp gidiyor. Niçin geliyor, niçin gidiyor, basit bir tuğlayı niçin koyuyor, bilmenin olanağı yok. Bir kompütür oyunu, sonsuz bir kulvarda giden, bir yarış otomobili gibi, ufukta yitenlerin yerine yenileri geliyor ve neden böyle, neden değil bilen yok.

Bir de ilkel gezegenler var, dünyamızın ilk zamanları gibi moloz ve selintilerle sürüklenen küçük çaylar, bilisizce yürüyen koelakantlar ve gözleri henüz açılmamış -kör- adam balıkları. Bunlara pek bir anlam veremiyoruz, derken gezegenin gerçekte başka bir uygarlığın basit bir aquariumu olduğunu anlıyorsunuz, üstelik çöl gecelerinde yüzleri aya dönük uyuyan, sarnıçların çürümüş sularından içerek, çok uzaklarda boru biçiminde roketler deneyen gülünç gruplarda cabası. Bunların ‘Bir Girit subayının tüfengiyle yaralanalı üç ay olmuştu’ diye başlayan can sıkıcı öyküleri bile var, ayrıca ölüleri için türkü ile yas tutuyorlar. Mars adında tanrıları da var. Bir keresinde, algılanabilir jestler ama anlaşılmaz bir paradigmayla konuşurken, üç boyutlu ekranda, uzaktan şöyle bir görebilmiştim.

Güneşin alevli kalbine de indik, oradaki uygarlık tüm zamanları barındırdığı için, hala kavrayabilmiş değiliz, yinede ayrılırken, güneşin soğuk ışıkları altında yayını geren, titan giysili Arion görüntüsünü hiç bir zaman unutamayacağım. Cennet bize tanrının utkusu gibi gelir, ama yıldızlardan püsküren alevlere bakarak, cehenneminde aşağı kalmadığını anlayabiliriz. Güneşte yayını geren mitik kahramanı gören, sistemdeki bir komşumuzun, besleyici çözeltiler içinde dolanan, mercana benzer beyni, üç yüz on yıl  önceki Xantil kuşatmasından beri ilk kez böylesine sararmıştı. Çünkü düşleri gerçeklere hep yenik düşüyor ve hep yenik düşecekti.

Size gerçeklerin us dışılığına ilişkin söyleyebileceğim son şey şu: Bin yıl bir metal denizinde gittikten sonra, -bir şey merak etmeksizin- aramıza katılan müzisyenimiz Motzart, operatik, neşeli yapıtı ‘Sihirli Flüt’ün notalarına çalışırken, birden derinlerden flüte benzer ürkütücü bir korno sesi gelmeye başladı, ancak gölgesini seçebildiğimiz, bir uzay aracının basamaklarından inen, siyahlar giymiş bir yabancı, görkül ama kavranabilir bir fonetikle, Motzart’a bir Cenaze Müziği, ‘Requıem’ ısmarladı.
Bu garip durumun yarattığı humma ve çılgınlıkla, adam hepimizde bir azrail etkisi uyandırdı ve giderek hepimiz için bir Ölüm Marşı yazılması saatinin geldiğine inanmaya başladık. Durumumuz ya yetisi olan bir yaratığın korkularına, ya da tanrısal varlıkla (gerçekte evrenin kendisi olan bizlerin) erinç dolu kucaklaşmalarına dönüşecekti.

Metal denizinde, son süratte fren yapan aksların gıcırtısı, beklenmedik bir biçimde hız düşüren araçların gürültüsüne benzer sesler çıkarmaya başlayan Neoplan’ımız, bin bir güçlükle, uzun uğraşlardan sonra durabildiğinde, denizin neredeyse ucunda (tamtamına diyebilirim),  sanki  bulamaç  dolu  bir  çanağın  keskin  kenarında  kalakalmıştık. Uçsuz bucaksız evrenin kıyısına ve artık sonsuz boşluğun sonuna gelmiştik. Büyü bozulacaktı. Önceleri sakınarak, sonra kolaylıkla, daha sonra da alışkanlıkla elimizi boşluğa doğru uzattığımızda, tuhaf, tanımlanamayacak türden bir perdenin var olduğunu sezinleyebildik. Ürpertici olanıysa: (Bu 'Yazıt'ın bundan sonrasını sanırım onlar eklemişlerdir). Perde aynı zamanda bir aynaydı, ne var ki bilinebilen aynaların belki de en şaşırtıcı ve ürkütücü olanı: Bakarken tuhaf bir çarpınçla insan kendini aynanın içinden; aynanın dışındaki kendisine bakar buluyordu! Gerçek, düşle yer değiştiriyordu. Siz aynadaki, aynadaki siz oluyordunuz. (Bu ne demek şimdi anlayacağız!..)

Keşke evrenin sonuna hiç gelmeseydik. Artık varolma, yok olma gibi oyunlar, sorularla dolu tüm şakalar bitti. ‘Gerçellik Hakkını’ Einsteinvari biçimde yitirdik. Bir Etiyopya inancına göre, maymunlar çalışmak zorunda kalmamak için konuşmazlarmış. Böylece gerekirlik paradoksu da elimizden alınmış oldu. Garip bir bulantıda, ne ölümcül, ne dirimcil bir duyumun altında, bizlere fısıltıyla, bir armağanmış gibi söylenen son bir şey daha vardı: ‘Yaratanın tutsaklığından kurtulmuş bulunuyorsunuz...’ 

Kimileri bunu kendi dillerine şöyle çevirmişlerdir: ‘Artık; kendi kendinizin -esiri- değilsiniz...’