1 Şubat 2016 Pazartesi

MANİFESTO

'Yeni Çağın Şiiri'

Yeryüzü...

'Gerçeğe peçe vuruluyor burada... / Panama ayı süslüyor geceleri / mavisini sallayan engerek otları / eter tabakası boyunca / yıldızları yalayarak uzaklara, / taşıdı onu. / Balçıktan atalarımız / doğum kaşıkları / ve deniz sazlarından kılıcımız, / öğle güneşinin üzerinde / acımasızca yüzen / ışıktan toplarımız!.. / Derin ve sonsuz gecede / kara urban atlılar / ve ağlaşan çocuklarla / matriks ve Gödel öğretileri / -kuşku duyuyorum yine de- / insan figürü onlar, ruhları sakallı / ve Balancar’dan sürülüyorken işte; / Yine de gülümsüyor o... / Elinde fenerler uçuran papağan / yol gösteriyor sana, / kükürde doyurulmuş yamaçlar / dikenli teller, ormanlar, ağaçlar / samandan taçlarıyla inliyor işte; / Adversus annulares’in son sayısı... / Ve bir gece önceki çisenti / ıslak alevler, siyahsı küller / çözülmez bir dil, Yunancalar, kodeksler / iki sol bacak, hep kendini gören yüz. / Yine de gülümsüyor o... / Tırnaklardan fırlayan oklar / geriye doğru uçabilen şey / demir yüzler, demir gözler, devinimler, / yalağın yanı başında uluyan mutant / çürüyen zaman, dönerek çöken çark / ve damarlarımızdan akıp giden çağlar / ufukta beliren aynalarda, yansımalarda, / kargaşalar ve kaosların belirişi / ve akıntılarda süzülen denetsiz / bir tek ve yalnızca görebildiğim işte; / Yine de gülümsüyor o… / (Söyle bana, bütün bunlar yetmez miydi!..)'

Yağmur yağıyordu, hava o kadar sıcaktı ki, damlalar yere düşmeden buharlaşıyordu. Ormanlar yeşildi ama elimizi uzattığımızda, yapraklar alev alev yanıyordu...

Tarih...

'Metafizik bir sorguyla, tozun içinde Kaf'alar yuvarlanıyordu. Betimde; Osmanlı hidivleri, Kıpti patrikler ve Sufî kadınlar vardı. Geometrinin bitimsiz estetinde, tinin tinselliğinde, Miken parası gibi buruşuk, sarı ve solgundular. Sıfırın altındaki bir zamanda; 'dokuz' diye bağırmak istiyorlar, ama gırtlaklarından ancak 'tokuz!' sesi çıkarabiliyorlardı. Yine de senkronizeydiler. Bulutsuz bir Flaman göğünde, baktığı şeyden kaçmaya çalışan melek, onlara yardımda bulunmak istiyor, Demir Atlar Ülkesi'ne vardıklarındaysa, bir yalvaç önlerini keserek; 'Burada hiç bir şey yokken aşk vardı ve her şey yok olduğunda gene aşk olacaktır' diyordu. Ürkütücü sessizlikte, evcil hayvanlara dönüşen iki ayaklılar, kelebeklerle, kör yarasaların sevişmelerine tanık oluyorlardı. 'Bakır arılar, çinko yılanlar ve iblisin iğrenç kuşları' sütleğene övgü diye bağırıyor, atlı tatarların sırtına binmişler, Zinderud ırmağının kartalı gibi suya inmişler, erklerin tek karşıtı, gündüzün terörüdür diye çığırıyorlardı! Akreplerin kokular süründüğü, zigguratları gölgelerin bürüdüğü bir zamandı! Epiktetos dehşetle önerince, usuna düşen herkese parola soran azatlı köle; Roma avlularında ki -boynu vurulacak!- ölüm cezasından kurtulacaktı. Demir pabuçlu hayaletler dolaşıyordu... Elen ruhlu stoacı, bir galeri dibinde bana yaklaştı ve Einstein eşittir, Marx çarpı; Camus üzeri Camus diye bağırdı! Puhu kuşundan bir mesih gözlerimi gagalıyordu. Kenter biçemle, ey kaplanlar; biz ak bulutlara kandık, ak toynaklara inandık dediğimde, suları bol Tarnak ırmağını geçen Bukefalos, canhıraş bir sesle Kandehar'a vardık diye haykırdı ve keçi şarkılarıyla birlikte, körpe kapılardan geçip, ün, şan ve fener alaylarının içinde; sessizliğin sesinde, yüzyıllar ve yüzyıllar süren uykumuzdan uyandık!..'

Yüzyıllar boyunca duvarlar yıkıldı, surları yıkarak geliyoruz dedik, kardeşlerimiz için savaşarak, annelerimiz için savaşarak, özgürlük için, barış için, eşitlik için, halklarımız için, haklarımız için, çocuklarımız için, tanrılarımız, inançlarımız, kurbanlarımız için, dünyamız için, yurdumuz için, ölülerimiz için...

'Düşünmeden, acımadan, aldırmadan / yüksek duvarlar örmüşler dört bir yanıma. / Şimdi umarsızlık içinde oturuyorum burada, / bir düşüncem yok aklımı kemiren bu yazgıdan başka; / Bir sürü işim vardı dışarda görülecek, / Nasıl da anlamadım duvarlar yükseldi de? / Ses soluk işitmedim çalışan işçilerden, / sezdirmeden kapadılar beni dünyanın dışına.'

Şiirler yazdık bitip tükenmeyen, çığlıklar atarak geçtik takların altından, haykırdık, şarkılar söyledik fener alaylarında, kanla sulayıp, iştahayla boynumuzu uzattık sunaklara!... Ölülerimizin dili yok ki, hiç biri geri gelmedi, tanrı bir gün olsun neler oluyor orada demedi, çocuklarımızın dili yok ki, ya annelerimizin?.. Adlandırmalar için savaştık biz!..
...
Evren, estetik bir çabadır, güzellik uğruna verilen uğraş... Güzellikle kan, yan yana gelebilir mi, estetikle ölüm kol kola olabilir mi... Öyleyse susmalıyız, yalnızca susmalıyız artık... Sonsuzluk gibi uzun bir sessizlik... Ve hep birlikte başımızı kaldırmalıyız, yeni dünyaya, yeni çağa...

Yeni şiire...

Biz ölümsever bir dünyanın, kanla yıkanmış çağların, primitif canlılarıyız. Ateş, kan, ölüm, düşmanlık ve hiçlik kavramlarını sözlüklerimizden kaldırmalıyız, başka dünyalara bel bağlamaktan vazgeçmeliyiz, bu adlandırmalar bitmeli, sonsuza dek sona ermeli!..

Bizi günahkar kılan bağlandıklarımız, bizi acımasız kılan inandıklarımız, evreni, yaşamı, insanı yadsıyan varlıklar olmamız, tanrıcıllığımız-tanrısallığımızdır...

Bir oto kullandığınızı düşünün, bir yerde üç kişi iniyor, yedi kişi biniyor, sonrakinde dört kişi iniyor, dokuz kişi biniyor, üçüncüde herkes iniyor ve on üç kişi biniyor, bu durumda sürücünün yaşı kaçtır?..

Biz kendimizce sorular ürettik, kendimizce kararlar verdik ve kendimizce yanıtlar türettik. Biz yeni bir şey öğrenmiş değiliz, bir yinelemeyiz biz ve göğün altında yeni bir şey yoktur ne yazık ki... -Yüzyıllardır bulutlar biçim değiştirmediğine göre- Dağlarda kar var duman yok, ovalarda din var iman yok... Uygarlığın beşiği kentler!..

Aforizmalar, inançlar, safsatalar, ideler, doktrinler, kurgular ve karabasanlar dünyasıyız biz.

Kimi zaman bu bilgi dedik, kimi zaman eşsiz bir öğreti dedik, bugüne dek görülmemiş bir unsur olduğunu söyledik... Yeni hiç bir şey bulabilmiş değiliz biz, bir şey öğrenebilmiş değiliz, umarsızca ölümün çemberinde dolanan kölecil yaratıklarız biz.

Doğayı taklit etmeyi başarı bildik, yaratıcıyız dedik, olan bitenleri - tanrıyla karşılaşma, özdeşleşme, onunla kıyasıya yarışma addettik. Varlığın türevlerini gelişme zannettik, eylemler silsilesinin her akışına, her devinimin göz alan çakışına uygarlık adını verdik...

Yeryuvarının altındakiler niçin düşmez; biz boşluğa kendi kavramlarımızın adını verdik, kendi sanrılarımız bağlandı yaşama, beyhude zamanın akışını izledik yüzyıllar boyunca... Ayna, kıyıcıl ayna, o doyunçsuz yansıma...

Kapitalizm, merkantilizm, monarşizm, liberalizm, faşizm, emperyalizm, düalizm, sosyalizm, pozitivizm, oryantalizm, goşizm ve oportünizm...

Tanımlamalar neyi değiştirdi, çağımızda ölenlerin sayısı, yüzyılların içinde yitenlerin sayısını çoktan aştı, bu görkemli, gotik dehşeti mi?..

İlkel kordalı çağlar... Her rüzgâr estiğinde, hışırtının bir esinti mi, yoksa bir parsın sesi mi olduğundan hep kuşku duyduk ama yüzyıllar ve genlerimiz onun esinti değil, yapraklara sürünerek yaklaşan parsın gelişi olduğunu öğretti bize, öyle programlandık biz...

Ölmek istemiyorduk...

Bütün bunlar bizim hurafeler ve batıl inançlara bağlanmamıza yol açtı, inançlar uğruna inançsızlıkla dolduk, karabasanlar ve kâbuslarla doldu dört yanımız ve safsataların kurbanı, sanrıların, halüsinasyonların, göz bağcıların ve ne yazık ki tanrıların tutsağı olduk biz ve bundandır kötülüğe tapan, aldatılmanın, gizil bir dehşete tapınmanın, tini tutsak alınmanın, put severlikle kutsanmanın oyuncağı olduk biz.

Büyülerle, iksirlerle, acınç dolu zehirler, sinsi, düş kıran, us yoksayan güçlerle...

Tüm insanlık.

Şimdi Havva çocukları, şiir adına, manifesto adına, evrensel estetik, sonsuz barış ve güzellik adına, gözlerinizi yeryüzünden çekmenizi, salt yukarıya, başlarınızı yukarıya kaldırarak, yeni bir dünyaya çevirmenizi öneriyor artık!..

Alışılmış tanrılarımıza, günah defterlerimizin meleğine, kara kaplı kitaplarımızın sayfalarına değil...

Biz kavramlarımızı yok etmeli, silmeliyiz, yeni bir kavramsallığın dingin, verimli, sevdayla dolu, mutlan ve coşku veren bahçesine girebilmeli ve tanrısallıktan öte gülümseyebilmeliyiz.

Biz onları yalnızca yeryüzüne bakmak, kara insanlarına hükmetmek ve kanlarını sömürmek için aracı kıldık, o göksel olanın kıtalara hükmeden ejderine dönüştü ve insanlığın erimesine, okeanos düşlerinin forsalığında, prangalar altında ezilerek, yitip gitmelerine yol açtı.

Artık yukarı bakmalıyız, başka yaşamlara, başka yıldızlara ve yeni dünyalara çevirmeliyiz gözlerimizi, onlara ulaşamadık, ulaşamamış olabiliriz, ama düşlemenin zamanı geldi ve Yakup'un düşlediği, düşleyebildiği her şey gerçekleşti.

Bizi tutsaklıktan kurtaracak olan ve geleceğimizi yeniden yaratacak olan onlar...

Yıldızlar!..

Yeni bir düş, yeni bir başlangıç ve yeni bir uygarlık.

Orada bizim korkularımızı, batıl inançlarımızı ve yeryüzünün tutsağı olmaklığımızı kavrayan birileri var, onlar daha önce yaşamışlar, onlar paralel dünyalarımız ve ruh ikizlerimiz, onlar bize geldiğinde, biz onlara gidebildiğimiz de evrenin gizini çözebilecek ve yüz yılların ve acılarımızın bir daha geri gelmemek üzere yitip gittiğini görebileceğiz.

Çünkü biz yeryüzü hapishanesinin delileriyiz.

Acı çekmek ve acılar vermekliğin pençesinde, sonsuz bir bağışıklık sağlamışlığın, usanç veren kanıksanmışlığında, umursuzca, umarsızca, sakınmasızca ilerleyen ve düş içinde, düş gören kitleleriyiz biz.

Biz anomaliyiz.
...

Ne okuyorsunuz efendim; klişeler, klişeler, klişeler...

Varsayımı var sayarak, tüm zamanlarımız yitti, öyleyse duygularımızı bir kenara bırakmalıyız ve salt usumuzla yol almanın zamanı geldi de geçiyor diyebilmeliyiz artık.

Ne yapmalıyız, bilemiyoruz belki ama ateşten arınmalıyız, ayrımdan kaçınmalıyız, genlerimizdeki şiddet dürtüsünü yok etmeli, ilişkilerimizi benoğulcu çemberlerin dışına sürerek, sürdürerek, bireysel hırsların avları olmaktan kurtulmalı, uzaklaşmalı ve kurallarını otokrat dünyaların koyduğu, her tür dünyevi tutkunun cenderesinden arınmayı bilebilmeliyiz artık.

Dünya ve evren için yaşayabilmek, somut birikimlerimizi soyuta dönüştürebilmektir.

Gerçel olasılık bu!..

Çok mu yüce bir atılım bu vaatler tanrım, hep sana sığındım ve gözlerim hep acılarla doldu, biz güzele layık değil miyiz, biz gülümseyemez miyiz... Biz barbarız, vahşiyiz ve kan pıhtısıyız öyle mi!..

...

Yazılım tuşuna bastığımda, az sonra robot yanıma geldi. Nasılsın dedim, sesimi duymak istemedi ve küçülerek içime girdi. Atar damarlarda gezindi bir süre, sonra yukarıya doğru yöneldi ve beyincik kapısında durdu, elektronik sigarasından son bir soluk aldı ve topuğuyla çiğneyerek içeri girdi. Hasarlı bölgenin orası olduğundan emin misin dedi, unutkanlık var dedim, ağır biçimde...

Hızla işe koyuldu. Karel Çapek'e dua etmeliyiz dedim. Tanrıya diye gülümsedi. Seni dedi, Venüs çiçekleriyle dolu bir programa götüreyim, koklarsın, kızlara çiçek dağıtırsın, odanda vazoya yerleştirip yazmaya koyulursun, işim uzun sürebilir. Hayır dedim. Tanrı soyut değil mi...

Klişeler, klişeler, klişeler diye seslendi, sinirlendiğini düşündüm...

Soyut dediğimiz, belki de diye sürdürdüm, 'Somut'un uzamda sonsuzluğa doğru akışının, galaktik larvalardan, yıldızlardan, vortekslerden geçerken aldığı durum olamaz mı. Siz dedi neden böyle konuşmak gereği duyarsınız onu anlayamıyorum, ayrıca bu sorunu soyut dediğin tanrı bile çözemedi...

Kötü diye mırıldandım. Hayır diye üsteledi, siz tanrıyı kötü olmaya zorlayan yaratıklara dönüştünüz... Hımm, peki sizler neden böyle konuşmak gereği duyarsınız.

Seni korkutacak biçimde bakmaya karar verebilirim dedi. Güldüm, robotlarla, insanlar henüz tartışmayı bilmiyorlar.

Bir süre sonra 'Çözüm?' dedi. Bir sorunu dedim, onu üreten varlık değil, onun üstünde bir düşünsel form çözebilir ancak. Şakayla karışık 'Artık ha!' dedi... Et ve kemik yığını olmaktan çıkmayı denemelisiniz. Yer değiştirmeliyiz... Bir o eksikti diye seslendim, ne dediğini tam kavrayamadan.

İlk kez ellerini çekti üzerimden, ne istediğinizi tam olarak bilemiyorsunuz siz dedi... Bir üst forma yöneldiğimizde her şey çözülecek mi peki dedim.

Alnıma bir damla düştü uyandım!..

Yağmur yağıyor sanırım. Çatıyı yaptırmıştım ama gene akıyordu. Sislerin arasından bahçeye doğru baktım. Robotlar kavgaya tutuşmuşlar neşeyle oynuyorlardı...

Aman tanrım, düşlerimiz bile gerçeklerle sınırlı, olağanüstü bir düş göremeyecek miyiz biz diye mırıldandım.

Her zamanki oyunuma başvurarak, bir elimle öteki elimi sıkıca tuttum, her şeyin yolunda olduğunu anladım. Birden, büyük-büyük babam içeri girdi. Düş her şey bir düş dedi. Gerçeklerin yer değiştirebildiği bir dünyada yaşıyoruz, olan biten yalnızca bu...

Bir kaç elin tutuşmasıyla yatağa yerleştiriyorlardı. Ağıp dönerken, düştüğümü söylediler. İkindi güneşinin uyuşturan gölgesinde avlu içine bir takım insanlar girer gibi oldu. Her zaman gelir gibi olurlar ve her zaman bunun bir düş olduğu kanısına kapılırım. Gerçekten geldiler bu kez.

Patlayan bir silah sesi duydum sanki ve bir 'lazer', bir ışın demetini cansız bir şeymişim gibi üzerime doğru sıktılar. Acımasızdılar. İşlem tamam dediklerini duydum. Ayılmıştım...

Belki de uyduruyorumdur olan biteni. Hızla giyinerek, vergi dairesindeki işime doğru yola koyuldum. Oh ne güzel, her zamanki gibi masamın başındayım, çayımı yudumlarken, her gün bir şiir okuma alışkanlığım sürüyordu...

'Ayın sessizce akıp giden dostluğunda / -Ben anlaşılamamanın Vergilius'i- seni koruyan birlik / akşam ya da dingin geceden ötede / şimdi zamanın içinde yiten, zamandaki huzursuzluğun / ilk gözün o sonsuza dek dışarı baksın diye oluştuğu / şu veranda ya da bahçenin tozu alınalı beri. / Sonsuza dek? Günün birinde birini tanıdım ben / bir çözüm muştulayacak gerçeği söylemeliyim; / ''Ayı belki bir daha kıpkırmızı göremeyeceksin. / Belki senin için belirlenen yürek atımına ulaştı / yazgın. Yeryüzü ölçeğinde açılan her pencerenin / kesinleşmiş bir yararı yok. Çok geç. Onu bulamayacağız.'' / Yaşamımız arayış ve unutma üzerine yücelen bir tükeniş / gecenin gönül titreten nazik alışkanlığıdır. Alıcı gözlerle bak ona. O belki de senin son bakışındır.'
...

Kadim zamanlardan beri sürüp giden, yazıp çizilen şiiri unutmalıyız, bir daha geri gelmemek üzere tarihin karanlığına bırakmalıyız. Başlangıçtan beri barbar ve bir yok ediciyiz biz...

Bugüne dek tek bir köpek yaşadı, çünkü onların bir tarihi yok!..

Olmadı!..

Bugüne dek, tek bir 'hüman' yaşadı, çünkü onların vicdanı yoktu, izanı yoktu, arı yoktu!..

Ama zamanlar boyu gözyaşlarımızı kutsayabildik biz, acılarımızı göksel bildik, yalnızlığın, umarsızlığın, başıboş bırakılmışlığın o kahredici dolambaçlarında, yalnızca şunu söyleyebildik belki de...

'Ben kardeşinin imgesini ya da gölgesini / (ikisi de aynı şey) sessizliğin ya da kadehinin / aynasında izleyen o boşyüce gözlemciden / daha az boşyüce olmadığını bilen biriyim. / Ben, benim suskun dostlarım, salt unutuştan / Başka bir öç ya da bağışlanma olmadığını / bilen kişiyim. Bir tanrı bu garip / Çözümü sunmuş her türlü insan kinine. / Bunca gezip dolaşmama karşın, tekil çoğul, / Yorucu, garip, kendimin ve başkasının / zamanının labirentini bir türlü çözemedim. / Hiç kimse değilim ben. Kimseye kılıç çekmedim / savaşta. Yankıyım, unutuşum, hiçliğim ben.'

Biz bir döngüyüz, bıkıp usanmasız bir tekerlemeyiz, tarih bizim için gereksiz, bir kronoloji gereksiz ve bugüne dek nasıl tek bir insan yaşadı diye düşünebiliyorsak, bugüne dek dile gelende saltıklıkla tek bir şiirdir!..

Ölümseverliğin çağlarında pişmanlığın, tükenen insanlığın ve hiçliğin koridorlarında, bitmez tükenmez biçimde, usanmaksızın, aldırmaksızın kendimizi yineledik biz.

Yineledik!..

Adonis'in bahçesinde açan güller gibi değişmelidir şiirimiz!.. Gökte akan yıldızlar gibi değişmeliydi uygarlığımız, yaşam biçimimiz!..

...

İşte geçmişimiz, işte ağıt dolu insanlığımız ve sonsuz yakarılarımız bizim... Onmazlığımız, boşunalığımız, hiçliğe kapılışımız, yaşamı ve kozmosu kanıksanmışlıkla, acımasızlıkla yadsıyışımız!..

'Garip bir zamanda yaşamak yazgılarıydı onların. Ayrı ayrı ülkelere bölünmüştü gezegen, her birine bağımlılık duyulan, her biri tatlı acıların, kuşkusuz şanlı bir geçmişin, eski yeni geleneklerin, hakların, haksızlıkların, kendi efsanelerinin, tunçtan atalarının, yıldönümlerinin, halk avcılarının ve simgelerin zenginlikleriyle yaşayan. Savaş için elverişliydi bu gelişigüzel bölünme. Kımıltısız nehrin kıyısındaki kentte doğmuştu Lopez. Ward ise, sokaklarında Rahip Brown’ın dolaştığı kentin varoşlarında öğrenmişti İspanyolcayı Don Kişot’u okumak için. Öbürü Conrad’ı sevdiğini söylerdi, adını Viamonte Caddesinde bir sınıfta duyduğu. Dost olabilirlerdi, oysa yalnız bir kez karşılaştılar o çok iyi bilinen adalarda. Her biri Kabil’di, her biri Habil. Birlikte gömdüler ikisini de. Şimdi kar ve kurtlar tanıyor onları. Anlayamayacağınız bir zamanda geçti. Burada anlattığım öykü.'

Geleceğin bakışı, bize doğru yaklaşıyor. Süzülüyor sonsuz mutlan. Zümrüt Anka'nın göksel kanatları, yeryüzünü kucaklıyor!..

Ve işte yeni insan, üçgen tanrılarını kutsuyor ve evrenimiz göz yaşlarını tutamıyor!..

'Güneş çöllerinde yüzüyor, Tarık ile Diana’m / Buzdan kafeslerde yaşayan Samanyolu leoparı / Ve Neptün’de serçeler, kanadını okşuyor Budjak’ın. / Her sabah kollarımızı açtığımızda İsa oluyoruz. / Tanrı aramızda oturuyor ve tüylerini yalıyor leoparın... / Zamanın kuzeyden geldiğini söylüyorlar / Elektronik serapta canlanan anılar / Ve işte neon ışıklarında beliriyor teyzem... / Arayış ne güzeldir, sayısız varsayım, olasılıklar / Gece vakti altın anahtarın kilidimde şıkırdıyor / Buz tutmuş ateş ve gözlerden oluşan ejderhalar. / Zaman yelinde geçen yıllar ve sonsuzca beklentiler / Bizi yakalayan bakış / Kuğu tüylerinin atomaltı dengesi anileyin / Hamile bir kadına dönüşen burnumdaki gölgeler / Denizin sırtında adaya gittiğimiz gün / Cantor kümeleri, doğadışı gerçekler... / Kanatlı ceylan, soylu karamsarlığın simgesi / Yer çekimini durdurabilen Lezgi / Ölü Toronto, bizon kılıç, at İskender / Rabat’ta çoğalan sütler. / Ve deniz ifriti!.. / Güneş göllerinde gülüyor, Tarık ile Diana’m / Reenkarnasyonal tavırlar / Tanrıya yaklaşabiliriz ama asla dokunamayız diyor Zeus. / İnsan bir bilgisayar... / Avcının astığı kuş / Ceres’te yürüyen canlı, Satellit. / Çembersi olan; tanrısız evrenin ürkütücülüğü / Ve gezegende kelebekle kilitli kalan bir kelebek, ne yapar. / Menandrolar ve nemfomanlar yaklaşıyor işte aleluya / Gece vakti altın anahtarın içimde şıkırdıyor!.. / Uzakta Sirius doğuyor, güneş batıyor, evrenler usulca çarpışıyor... / Anılar!..'



Bir geçiş çağının içindeyiz, şiir mekanik, sonsuz uzamsallıkta, alışılmışlıktan ve duygudan yoksun olmalı. İnsanın duygulu olabilmesi için duyguyu terk etmesi gerekir. Usunu kullanabilmesi için, usunu kullanma biçimini değiştirmesi, uygarlık biçimini, davranış biçemini ve tüm eylem koordinatlarını kökten yenilemesi gerekir.

Yazık ki...

‘Bir dilek nedir ki! / Peki hatırım için, sözcüksüz olsun. / Deli divaneyim sana mektupsuzda, / Bak batıya, bak dağlara gör / Bak denizin maviliğine ioa aoi. / Bir an birlikte mekân ve zaman / Yalnızca kanatlardır, şaşkın düşü tutuşturan / Ve -şimdi tut soluğunu- öyle taşısınlar seni / Arasından dağların ioa aoi.'

Yine de istemlerimizi yüzyıllar boyu şiirle dile getirebildik, ne tapılası bir güzellik...

O gün yaklaşıyor...

Yeni ve sonsuz bir güneş doğuyor göklerde...

Ona bağlanma gereksinimi duyamayacağımız!..

Yeni şiir, yeni insan ve yeni dünyamız, kozmik alfabenin yeni ve evrensel dili olmalıydı...

Tüm insanlığın Babil Kulesi'nde birleştiği...

Ölümsüz!..