9 Mart 2010 Salı

DEMİR KİTAP



AT


‘ tüm ölülere...’

At bozkırın ortasında duruyordu... Sırtında bir siyanür kuşağı vardı; önündeki akıntıdan Macar suyu içiyor, Helen hendeğinden geçiyor, Kronos’un (zamanın) içinde uçarak gidiyordu. Us tanrıçası Athena, termofiller ve öteki atlar vardı yanında. Devasa bir benzeri yukarıdan onlara ‘Seni ataların döller!’ diye bağırıyordu. Electric-horseman ona binmeye çalışıyor, güneşte pırıl pırıl parlayan, otların saf oku sağrısına değiyordu. Ufuktan doğru nitrat çubuğu geliyor, yüzey gerilimi artıyor, baryonik maddeler, sarı fermiyonlar, bozonlar durmaksızın ciğerini deşiyordu... Vaspurakan kralı I.Gagik yardım etmek istiyor, demirhindi suyu içerek güç toplarken, madenlerin kükreyişi göğü inletiyor, demir bulutların canhıraş bağırtısı sürüyordu...

At ise ağlıyor ve öleceğini biliyordu artık. Şu ovalar ve bu bozkır onun son eviydi, ölümcül bir çabayla; ‘Elveda deyip buralardan gidince ben / ey evime komşu erik ağacı / her bahar çiçek açmayı unutma’ diye haykırmayı başardı. Ve zamanın beyaz ipliği, akşamın beyaz filleri andıran küçük yamaçları, yontuların içinden gelenler, evlerine yorgunluk taşıyanlar ve demir korunaklı bulanık avlular, bir yarasa derisi gibi gerilirdi artık beyaz karanlıkta...
At düşünüyordu ki; ökaryot ve trilobit, ışık bakterileri, çalışan göz ve dünya, ufuklardaki hiçlik, sonsuz ölüm, çürüyen et ve soyut ottur yaşam. Ve belki de evren tüm bunların yalınkat, sıradan bir uzantısıdır...

Nedir ki ata bakıp; mavi denizlerin Sapho’su mutluluk saçıyor ve yapılan bir şeydir şiir diyordu!.. Elektronik dölütle yel, terleyen balıklar, etobur kuş ve tüm kürklü şeylerin içini ısıttığını biliyordu. Horozlar, börkler ve kepenekler, Hacer-ül Esved ve Kâbe, tırıs giden atlar ve haçlar ve bambaşka ovalarda, bambaşka drenajlar ve koşumlar içinde yüzen; bambaşka rahvan atlar, ateş gözler, yel ayaklar, Yıldırımlar ve Timurlenk, çengel tırnaklar ve kaplan, sfenksler ve mekanist evrende yüzen bataklık tavukları ve kırmızı turnalar atın sırtında gezinirken; geyiklerde üzüntü verecek kadar yakınından geçiyordu...

Ve işte uzakta Rus Amerika’sı görünüyordu!.. Gezegenin buzdan mantosu ağlıyor, ısı değiştirgeci ve nötron akıları yanı başında yüzerken, genç bir kız; ‘Aşklarda yaşam gibi sanal olmasin!’ diye hıçkırıyordu. Ordular, gölge evrenlerle yarışıyor, sarı bir eşek otların arasından sakin geçip giderken, tüm kozmos gülüyordu... 'Zaman geçer aşk kalır / ikonsu Derebey çağları / gizençli güzellikler / düşler ötesinde / bir yürek süveydası... / Soylu ruh / birlik yaratan yansı o’ diye garip şarkılar söylüyordu bir trubadur...

Pervasız bir homurtuydu gizemli bellek... Acayip tayflar, üç gözlü insan, yaprakları tüyden ağaçlar ve billur yumurta geride duruyordu. Gelecekten bir çiçekle geri dönen adam gülüyordu. Kuyruklu yıldızlardan paraşüt ve kırmızı nötronlar denizi vardı uzakta... Sedna parıldağı, çift ağızlı balta, kıskançlığı kışkırtan boşluk, camdan ağaçlar, balık yağmurlarıyla işbirliği yaparken, karıncamsı ejderha, kutup canavarları ve Arrabalılar, su otlarıyla karşı koymaya çalışıyor, güve biçimli yalvaçla, sarı pireler hengâmede ara bulmak isterken, Sicilyalı Archimedes askere; 'Noli turbane circulos meos' ‘Dairelerimi sakın bozma’ diyordu... İnsan çığlığından ölen balina, çöreklenmiş yılan, arı vızıltıları ve siyah sülfür yağmurları vardı ovada...

Sakat ve sıska bir at gibi duruyordu at!.. Simgesel tanrılar, metalimsi havlamalarla, Aperionları (sınırsız madde) üç kenarlı üçgene dönüştürürken, Yesribliler, bedenim gerçektir ama günah gerçek midir diyerek; hidrokarbonla-kurgul usu, düşünce kipleriyle-imgeler gölgesini çağırıyor, ‘Kelt diliyle yatan sonsuz cinsiyet’ metan buzulları ve şeytansı pengueni; güneş sürüleriyle yokuşa sürerken, Higgs bozonu, Cordoba halifesi, kuğu kanı içen Moğollar ve Kansu Gavri’yle birlikte; 'Evrende yalnız olduğumuz düşüncesi' atı sinirli yapıyordu...

Elektronik tapınaklar ağlıyor, elle tutulan otlar, ışık bakterileri, Hunnes ve Kunnes yıldızı gülüyor, metal-matris kompozitler, kaya korukları ve kadın parmağı biçemli üzümler kırıtıyor; Korece, ‘Nanın tahşinin sarahannida’ (Seni seviyorum) diyen ve diyakronik bir boyutta gezen kırmızı denizler, su akrepleri, burçak tarlaları ve ‘Şiir dokununca bozulan şeydir’ kıssasıyla avunan ermişlerle; ‘Penisinin tepesi papatya çiçeği olan sevgilim’ buz dağlarının içinde donmuş, öylece sırıtıyordu...

( Pantalassik Okyanusu’nda yüzen nilüferler, beyaz manolyalar ve bahçeler sevgilimdi benim... Pembe dudaklarında kedi tırnağı açan sümbüller ve serçeler vardı. Bir parsek ötedeki hamsterler, korkusuz dolambaçlar ve yatağanlarla sevişirdi. Dağlarda gezen garymantlar ve metan yığınları bizi korkutmaz!.. Sibirya denizi, Hint gırtlağıyla konuşanlar, Amsterdam faresi ve Memnon sarayı kardeşimizdi. Hüvel baki çekenler, kuş kabileleri, Nusiybin Akademisi ve Yunan glikonikleriyle konuşur, Ezra kantoları, ormancılar ve denizcileri dinler; theophanistler, selülöz tadındaki Magdelena, kuyruklu Meryem, tiranlar ve tren, çimenler ve çimento için gözyaşı dökerdik. Buhara geyikleri, kaplumbağa hızındaki dandyler, İtalya ya da Almanya gibi gözle görülemeyen nesneler ilgimizi çeker, panter avı limanından kaçırılan gülünç şeyler ve kendi yankısını arayan yed-i eminlerle eğlenir, kahkahalarla gülerdik. Ve gene de Portugallı Sufi’ye övgüler olsun ki, geceler boyu, boşlukta kavrulurmuş gibi astenik bakar ve tiksiniyorum böyle kişnemekten diye ölümserdi at...)

Kuru otların, akan ırmağın, kül rengi dağın ortasında kıpırdamaksızın duruyordu... Bronz bir yonut gibi, mermer gibi, tunç gibi... Hayvan gibi duran bir hayvan gibi!.. Ve uyuyordu. Ve gözlerini yavaş yavaş açtı. Gırtlağında güneş olan insanlar vardı!.. Dağlar, ovalar, kentler, surlar... Pazar yerleri, kurbağalar ve Ravennalı Dructfult’un yazgısıydı gördüğü... Bir tümel olan ve tutulamayan hayvan Eros ki, uzak çağlardaki atalarından biriydi ve bulutların arasından artık onu seçebiliyor ve kartlaşmış kulelerin arasında, binlerce yıl arkasında, arkaik bir hayvan, vahşi bir tanrı gibi yükseliyordu atası... Ve sanki bir ikizi ve sanki salt kendisiymiş gibi belirip yükseliyordu tepede!..

At başını salladı. Başına geçirilmiş saman torbasının içinde, tanrı taneciği arpalar görürüm umarıyla, torbasını havaya savuruyor, düşler görüyordu... Ağzına gerçekten altınsı, sarı güneş parçacığı, eliptik biçemde, minicil yumurtalar doldu. İri-beyaz, vahşi ve Germen dişlerin arasında, sürkozmik arpa taneleri yiyordu at... Bozkırın ortasinda yalnızdı. Bir ‘arpa tanesi’ düştü torbadan, at görküyle onun bir tanrı parçacığı olduğunu gördü, uçlara doğru incelen, eğri büğrü, altın sarısı, güneşten güneş; galaktik bir arpa taneciği... Aman tanrım! Bir tanrı mıydı yoksa at!.. İşte tanrımsı olan kendini gördü! Ve işte kendisini yiyordu ve her şeyin kendisini yiyip bitirdiğini biliyordu artik...

Görkünç bir heybetle, gözleri fal taşı gibi açılmış yavrular görüyordu şimdide... Taylarla dolu, karıncalar gibi kaynaşan ve birbirine dokunmadan, dokunamadan sonsuzca itişip tepişen, sonsuz arpa tarlalariyla dolu, her şeyin birbirini tükettiği; düşsel bir ova... At bunca zamandan sonra kendisini algılayabildiğini düşünüyordu artık...
...
At ve atası, uzakta, kızıl ufuklarda el ele yükselirken, küçüleceklerine giderek büyüyor ve devasa tek bir at oluyorlardı!.. Bir zaman sonra; gökada biçemine, bir galaksi donuna bürünüp iç içe geçerek ve sayfaların arasında yavaş yavaş eriyip tükenerek, yitip gittiler...

...

Karanlıkta bir çocuk paytak adımlarıyla ovanın ortasına doğru geldi ve alabildiğine tuhaf kemik yığınları gördü. Yığınlar at ölüsüne benziyordu. Çocuk kemiklere dokunmak için sonsuz bir istenç, dizginsiz bir arzuyla kıvranıyor ve artık kendisinin bir çocuk değil bir adam olduğunu görüyordu!.. Ve atın ölüsüne dokunur dokunmaz, manyetik bir vurgunun sırtında parladığını duyunca, ne oluyor demeye kalmadan, bir burgacın, bir hortumun içinde toz olup, kemiklerle birlikte yok olup gitti. Sislerin arasında tuhaf, belirsiz bir gölge dışında, ova boş, bomboştu.

...

“Hiç kimse bu uçsuz bucaksız, el değmemiş ormanında / Bu hesapsız dünyanın, hiçbir zaman görmez / kendi bildiği Tanrı’yı, / Yalnızca rüzgarın taşıdığı, rüzgarın taşıdığıdır duyulan. / Kafa yorduğumuz ne varsa, aşklarımız, tanrılarımız, / Geçer giderler, bizim gibi...” (*)

(*) Fernando Pessoa




*


KALEMAKELAME

Kutlu öğlede kumruların öttüğü bir saatti. Silgi adam yağan yağmurdan korunmak ve sıkıntısını dağıtmak için, sundurmanın altına girdi. Yağmur suyunun avlu içinde oluşturduğu küçük dereciklere bakıyordu, uzaktan suyun içinde, kıvrıla kıvrana bir balık geldi ve ilerde çöp birikintilerinin arasında durdu. Sonrada suyun ağzını kapatarak oradaki göletin büyüyüp taşmasına ve hep birlikte aşağılara doğru uçmalarına yol açtı.
Adam gözünü karşıya, köyün öte mahallelerine dikti, sis öbekleriyle dolu mezarlığın içinden hayaletler yükseliyor gibiydi ve yağmurun tuhaf sessizliğiyle ürpererek, loş avlunun garip hareketsizliğine dikkatle baktı. Birden korkunun verdiği cesaretle, su birikintilerinin üzerinden atlaya zıplaya kahve yönüne doğru koşmaya başladı. Yağmurun altında, alacalı günde, tıpkı kendisine benzer birinin, ters yönde koşuşturduğunu gördü, merakla geriye döndü ama adam rüzgarda savrulan dut ağacının dibinden sokak içine dönerek gözden kayboldu, gizli bir utançla kendisinin tıpatıp bir eşi olabileceği düşüncesinin olanaksızlığı ve gülünçlüğüyle kalakaldı, ama biliyordu ki yeri geldiğinde, aynı sanrıyı kendisinin de duyumsadığını söyleyecek pek çok insan tanır bilirdi, kirpiklerinden süzülen yağmur suyunu eliyle sildi ve delice gözlerle yağmurdan kaçanları, at üstünde hızla geçen köylüleri izleyerek kahvenin önündeki taş oturaklardan birinde düşüncelere daldı. Ovayı gözleyerek, doğanın göksel incisi yağmuru tanımaya, anlamaya çalıştı. Uzaklarda, göklerin içinde kaşalot biçeminde kara bir bulut, diğer bulutların süratle üzerine doğru gelerek bir bir yutuyordu. Aynı denizlerdeki gibi diye düşündü, kitaplar denizler tanrısının o olduğunu yazıyordu, gökte de kaşalot biçemindeki bulut diğerlerini silip süpürüyordu. Şimdi o taraftan korkunç gök gürültüleri ve kara şimşeklerle dolu görünmez bir dev yaklaşıyor ve silgi adam doğanın bu görkemli karabasanında, yaşadığı dünyanın bir hiç, kendisinin de hiç içinde bir hiç olduğu sezisine kapılıyordu. Yağmur delice şiddetini artırmıştı, birden yanında kara kepenekli birinin ‘Mehdi geliyor!’ diye, hınçla bağırdığını duydu. Bu adam köyün, us sayrısı çobanıydı.
Kararan havada, çok uzaklarda buz yarıklarının içinden, sanki yapay sığırcıklar, göz alıcı büyüklükte siyah kelebekler havalanıyordu, çakan şimşekle ova bir an cam yeşili bir çöl görünümüne büründü, şırıltılı çamurun içinden Polovec dansı yapar gibi şaşkın bir kurbağa hoplaya zıplaya aşağılara doğru kayıp gitti. Yıldırım yuvalarından elektrik çakıyor, bulut dumanıyla ilerleyen hava gemileri ortalığı kaplıyor, uzak dağların kıstaklarında, sisler içinde sanki Berzah alemlerinin, Zümmani ve Rabbani kapıları açılıp kapanıyordu.
Silgi adam, köy imamının, bir zaman önce, yalnızca kalplerin gördüğü tayy-i mekanlardan söz ettiğini anımsayarak, ötelerde ovanın ortasında gölge yapan su duvarlarını köyün çobanının da algılamış olabileceği sanısıyla, sormak istedi, ama fısıltıyla; doruktaki inci yuvaları, is yurtları, yedi kardeşler, kurşun beygirler, mersiyeler, ökse otundaki (Macar üzümü!..) üçgenler, Venüs koruları, doğuran yarasalar, arı ve iris dendiğini duydu, yanında kimseler yoktu ama, kulağına imamın sesine benzer seslerle garip şeyler fısıldanıyordu. Vaktiyle köyün destancıları Fegiye Teyran ve Meleye Cizire’nin şimdi yaşadıklarına benzer bir meseli anlatıp durduklarını düşündü ve aslında yaşadığı aralığın, alemin hangi zaman dilimini karşıladığını merak etmeye başladı.
Mahallenin arka sokağına dolanıp, boş bir avludan geçerek, köyün en sağlam binasının bulunduğu arsanın içinden ahaliyi sömüren, dolandırıcı tüccar Kifidis’in ışığının yanıp yanmadığını anlamak istedi, bilmediği sözcükler mırıldanıyor, dua, vali, kaymakam gibi şeyler söylüyordu, (aslında) yağmur başlayalıdan beri başka bir düşünsel boyuta geçtiğini düşünüyordu, saçmalığına güldü ve Kifidis’in ışıklarının yandığını görünce sessizce eve süzüldü, içinde bir adam öldürme arzusu belirdiğini görerek kendine gelmeye çalıştı, yaşlı bir kadın sürünerek yanından geçti, durumundan şüphe edip, bir umar amacıyla, ateşlenince çocukluğundan beri kullandığı tek ilaç olan bir kinin yuvarladı, saçak altında bekleyenleri çift görünce ilacın etkisinin başladığını anladı, yerde Kifidis’in düşürdüğü bir senet buldu ve senetteki imzanın kendisinin olduğunu dehşetle gördü, yağmur suyuyla mürekkep bütün kağıda dağılmıştı.
Kifidis içerde maymuncukla oynuyordu, boynunda bir mercan kolye vardı. Azrail, Kifidis’e yaklaşıyordu, köyde leylak ve zambakları olan tek adam buydu, puslu camdan dikkatle baktı, biri mendille elini siliyordu, diğeri bir mektup uzatıyor, yaşam, şiir, zümrüt gibi sözler ediyordu. Ortada bir meclis vardı ve şiiri okuyanında kız kardeşi olduğunu görüyordu, soluğunu güçlükle tutarak kapıya yaklaştı, cebinden bir makas çıkardı, öldürüm bir sanat yapıtı gibi olmalı diye düşündü ve ölüm anını bir resim gibi tasarladı, şemsiye varmış gibi elini kaldırıp indirdi, zaman akıyordu, yıl, ay, hafta, gün, saat, dakika, saniye, salise ve o an; Kifidis’in zamanın dışına düştüğü, başka bir ölçüye tutsak olduğu, vatan değiştirdiği, ders aldığı, hiçsi yaşamının fitilini ateşlediği o an!..

Şey dedi silgi adam, ‘Oluyor mu?’ ayağı dışarıda kalmış buz gibi havada kötü rüyalar, kabuslar görmüştü ve Kifidis elinden kör makası alıp tam bacağına saplayacakken uyanmıştı.
Çocuk okula gidecekti ve beyaz yaprakları olan kırmızı bir defter, kalem, üzerinde portre olan kalınca bir kitap istiyordu. Kahvaltıda nane çayı içti, zeytin yemeye çalışarak ayağa kalktı ve çocuğu okula götürmek üzere kapıdan çıktı. Arapça ve Farsça bilen silgi adam, hiç yorulmadan uzun yokuşu çıkıp okula giderek öğretmene okul binasının ve şu andaki varlıklarının gerçek olup olmadığını sordu. Öğretmen tek bedende pek çok hayat yaşanabilir sen bunu özlüyorsun dedi.



(2)
Öğretmeni hem dinledi hem de her dediğinin doğru sayılamayacağını düşünerek ceplerindeki bozuk paralarla oynadı, elini burnuna götürdü lale gibi kokuyordu, henüz sümbül kokusunu bile tanımamış insanları düşündü, canı acıyordu, haftalardır kendini rüzgara vermiş ama doktorun dediği üzere bir iyileşme sağlayamamıştı, her köylünün vazgeçilmez eğlencesi filli aynayı çıkararak yüzüne baktı, düşünde kendi benzerlerini ararken, kendisinin başkası olduğunu gördü, yakındaki bir duvarın dibine sinerek çevreyi gözetlemeye başladı, korkuyordu, acaba herkes başkalaşıyordu da kimse farkında değil miydi, sepet içinde bir horozla, bir çocuk yanından geçti, dik dik baktı ona, çocuk aldırmadı bile, o zaman olağanüstü bir şeyin olmadığı kanısına vardı, öyleyse tüm kusur kendisinde olabilirdi, yandaki çarşının pazar yerine dalarak, pilav, nişan, nohut, pirinç, tebeşir, tahta, çeşme, işkembe, kağıt, sebze, meyve, şeftali ve karpuzlara dalarak köyün ta öbür ucuna çıktı.
Nilüferli bir göl vardı orada, türkülerin bestelenip, ağıtların yakıldığı bir yolak üstüydü göl. Güneşi gözünün çevrenine alarak göle baktı, göldeki güneş bir hayal ülkesinin altın gözü gibi parlıyordu. Ağlamamak için kendini zor tuttu; niçin çalışırdı insanlar, kapalı kapılar ardında, niçin prangalı bir tutsak gibi yaşarlardı, içlerindeki vahşi içgüdü neden dinmek bilmez bir sızıydı, neden güneşe bakmasını bilmezler, neden sıcakta yanarlar, soğukta alabildiğine mutsuz olurlardı, neden ikiye ayrılmışlardı, neden tek bir tanrının gölgesinde sabahlayıp, neden melek ve şeytanlara inanmışlardı. Neden çocuk doğuruyorlardı, neden doğan her çocuk kendilerinin kötü birer kopyası oluyordu, neden öldürmek zahmetine katlanıyorlardı, neden eşitlik gibi masum açımlamalarla günaha giriyorlardı, neden atardamarlarındaki kan ölümcül bir sıvıydı, neden kasları gelişiyor, ayakları çalışıyordu, beyinleri neden tepedeydi, neden açlık doğal bir duyu olup, yemek sosyal bir kavrama dönüşüyordu, neden denizlerin içinde başka bir alem vardı, başka ülkeler, başka sınırlar, neden uzay merakı oluşmuştu, neden evrendeki tüm bulgular hiç bir şeyi değiştirmeyecekti, neden her şeyin hiçbir şeye dönüştüğü ölümü masumca kabulleniyorlardı, neden çıkışları ağlamak lı, öfkeli yada ahmakçaydı, neden eşyanın tutsağı olmaktan kurtulamıyordu, neden maddenin bir parçası olmaktan öteye gidemiyordu; yaşamı neden, neden anlayamıyordu.
Cebindeki usturayı çıkararak gölün suyuyla sakallarını kesti, Narsis gibi son bir kez göle bakarak, acıkan işkembesini doyurmak üzere yola koyuldu, gölden ayrılmakla gerçek yaşamdan ayrıldığını biliyor, dağlardan, tepelerden, doğadan ayrık köye, yaşamın cangılına geri döndüğünü düşünüyordu, orada topraktan gelen herhangi bir şey kendine satılabilirdi, bu satım ilişkisi tasarlanabilecek en kötü soyutlamanın bir ürünü olarak, ölünceye dek kendisini güç durumda bırakacak bir davranış, acı bir yükseliş biçiminde olacaktı, her adım atışında onun ederine yaklaşacak, metada her adım atışında uzaklaşacaktı, sonunda ölecek ve bayrağı başkasına devrederek bu yarışı sürdürecek ama hiç bir zaman kazanamayacaktı, dünya ile birlikte dönüyor, hiçbir zaman durup kavuşamıyordu, benden bu kadar, buyur sen al, benden bu kadar buyurun siz alın, hep daha hızlı, hep daha yüksek, hep daha uzak, ulaşmak yok... ‘Homo homini lupus’ , ‘Altius, fortius, sitius...’

Ağustos ayında köye gelen cambazın, kör beygiriyle gene yollara düştüğünü gördü, mart yada mayısta da gelmiş olabilirdi, cambazın atının tek gözü kör, kendisi de söylediğine göre daltonist ve azıcık sağırdı, ama pembe bir şapkası vardı, siyah bir kağıtla oyunlar yaparak çocukların dikkatini çekmeye çalışıyordu. Fidanların arasından geçip, utancını gülüşüyle gizleyerek satın aldığı çerezleri yemek üzere, hayvanlara tifo bulaştıran çayın kenarında oturup karnını doyurdu, çiroz gibiydi ve hep öyle kalacaktı, dünyanın ağırlığı dünyada kalsın dı, çoktandır küstü, gene de bir kokoreç kokusu burnunu dağladı, iyi bir yemek mutlulukların en tuhafıydı. Kentlerdeki, liman, lüfer, efendi, sokak lambası, barut, loğusalar, lağımlar, araba takozları, cımbızlar, pideler, pizzalar ve körfezleri düşündü. Kır serçelerinin arasında, karanfiller, papatyalar toplayıp aralarına akasya sıkıştırarak demet demet satan bir çingene düşledi. Sabahtan bu yana, usu mengene gibi sıkışmıştı, keşke sünger gibi sıkılabilse, yenilenebilseydi.

Kiremitlerin üzerinde uçan bir alakarganın ortalığı çınlatan sesiyle, dinlenir gibi oldu, umutlandı, az ilerde yağmurun kabarttığı mantarların doğuşuna tanık oluyor seviniyordu, bodur ağacın dallarında biriken kuş gübrelerinin kokusuyla sarhoş oluyor, bodrumların rutubetini, yulaf ezmesini, panayırların neşesini, çocuklara kerata demeyi, palamut yemeyi, fistan giymeyi ve pilaki oynamanın özlemini duyuyordu. Köyün en güzel kızı bir huri gibi önünden geçiyordu, kendine bir fiske vurup dalgınlığından uyandı, ağzından kulaklarına bir limon tadı yayıldı, kiraz güzelliğindeki kız uzaklaşırken, onun gözlerini kestaneye, parmaklarını fasulyeye, yanaklarını ıspanağa, kalçasını lahanaya, kollarını pırasaya, saçlarını ıhlamura ve salınışını maydanoza benzetti.

Uzaklarda ovadaki şoseden bir kamyon geçti, hemen ardından da onun tozu içinde sarsıla doğrula bir otomobil gidiyordu, orangutan peşinde ölüme (ölümüne) koşan bir muştu böceği diye geçirdi içinden, kamyon kuzeydeki Işıklı Barajı’nın kıyısından dolanarak uzak köylere doğru gözden kayboldu, otomobilse ovanın ortasında seçilmez hale gelip birden imi timi bellisiz olup, yitip gitti.


(3)
Silgi adam küçüklüğünde -onlu yaşlarda- büyük kentin varoşlarından birinde belleğine imlediği konfeksiyon atölyesini anımsadı, bursla okumuş öğrencilerin çalıştığı yer katlar, kalite kontrolden sorumlu kartaloş bayanlar, çaçaronlar, minik vitrinlerde sergilenen seri örnekleri, ter kokan deniz anası patronlar, mesailer, kısa öğle tatilindeki okey partileri, bir kez bile plaja gitmeyen içleri mayolu kızlar(mayo giymek herkes kadar denize gitmiş duygusu veriyordu), parfüm kokuları, taksi, trafik, pastane dedikoduları, remayözcüler, overlokçular, şans oyunları, umutlar, televizyon yıldızları, gelecek planları, pantolonlu bayanlar, bluzlar, dekolteler, ustabaşı torpilleri, işbirlikçi etiketleri, tramvaya binmeler, nikahlardaki glayör buketleri, elektrik kesintileri, fazla mesailer, görmezden gelmeler, transit geçmeler, kasette pop ve trompetler, triko örnekleri, kravatlı işçiler, vardiya saatleri, kasketli beyler, kartonpiyerler, enerji düşümleri, dumanlı salonlar, mastürbasyonlar, tuvaletler, kast ve üstler, liseli kız tuzakları, telgraf çekilen askerler, pilot olma özlemleri, kardeşler, robot olmalar, sır alıp vermeler, yükselen tansiyonlar, konserveyle doymalar, teknik lise hayalleri, deniz delileri, yıldızlı oteller, arabeskler, sekreterler, sazlı sözlü konserler, hasılı karla, katranla kirlenmiş, gümüşi ambalajlı karakatomp yaşamlar.
Moteller havuzlu mudur diye sormuştu dikişçi kız, daha yanıt gelmeden bir diğeri hostes olacağım diye lafa karışmıştı, çay saatinde koltuk altlarına sprey sıkarak. dinlenme odasında spiker Tayvan’da deprem haberini geçiyordu, süper marketten gelen Olimpos gazozlarını, kolaları içmiştik, hatta biri birayla kokteyl yapmıştı hepimizde tadına bakmıştık, küçük sandviçler yiyerek, kapağında; ‘Taşın toprağın altın/ Dünyanın cennetiydin/ Seni tanımadan önce İstanbul’ yazılı bloknot defterine şiirler yazan bir kız vardı, gizlice yarım kalmış bir şiirini okumuştuk:

(Üzgü)

Bir sen vardın yalnızlığımda
Bir de seni seven ben
Oysa
Ne güzel günlerimiz olacaktı
seninle
Ülkeler görecektik
Dünyanın öbür ucunda
Şiir gibi akacaktı hayat
Bir gün dağda
Bir gün kitaplar arasında
Resmini yapacaktık-
...
Şimdi anlıyorum ki baya güzelmiş bu yarım şiir, kim bilir o kız nerelerdedir...
Blucini yırtık giyerdi ve cesurdu, blöf yapmasını da çok severdi kendini tanırmış casına, birde kep takardı ki başına, yolda en afili olanımız oydu doğrusu, tek hayali bir karavanla ülke ülke dolaşmaktı, briç bilirdi, stres derdi, bugün stresliyim, biz stresin anlamını bilmez öylece yüzüne bakardık imrenerek, ilk arkadaş olduğu erkeğin arabasının torpido gözünde esrar bulununca, iki ayda hapis yatmıştı o göz kesen. Yıllar sonra bir barda kaşıkla ketçap yerken yakalamıştım onu, düşlediklerinin çok gerisinde bir yaşam sürdüğünü hemen anladım ama hiç belli etmedim, şiveside kötüydü, ağzından kaçırınca tornistan yapıp yeniden dillendiriyordu sözcükleri, otostop yaptığını söylediler, filmlere, jetlere, brifinglere layık bu kız tank gibi şişmiş, paneli, formikası bozulmuş, jileti kayık, smokini düşük, hacamat olmuş, ne idiği belirsiz bir gudubete dönüşmüştü, ne kadar şaşırıp, üzülürsem üzüleyim, yaşam üzerinde oturup düşünülemeyecek kadar, kahredici gizlere sahip teokratik, monarşik, garip bir bileşen ; bir kimya.
O kızın adı Necla idi, karfosu bozuk bir kampüs oldu.

Silgi adam, çocuğun okulunun bitme saati yaklaşınca, onu eve getirmek için okulun bahçesindeki sıralarda, iskemlelerde beklemeye başladı, uzakta göz alıcı dağlar uzanıyordu, ne kadar bilmese de, bu dağlar, yüzyıllarca insanlara, sitelere, ülkelere kol kanat germişti. Karyalar, Likyalar, Frigyalar, Lidyalar burada durmuş, Persler , Medler, Partlarda buradan gelip geçmişti, o günden bugüne daha niceleri vardı ama en eski atalarını daha çok seviyordu nedense, belki de yüreğinde gerçekten ölü olup, gerçekten özlenenler, bir mezar taşında görüp tarih öğretmeninin kahvede Türkçelediği gibi ‘Cuius memoria non extat’ yani ‘Hatırası kalmamış olan’lardı. Nede olsa ötekilerin; yakın geçmişin, anıları henüz canlı, henüz onlarla ilgili, gruplara bölünüp dil çatışması içine girip, fikir bölünmesine uğrayabiliyor, zinhar ortak bir paydada buluşamıyorlardı. Belki de onun için harflerinin gölgesi, la havle vela sı bile kalmayan bu atalarını, bu en eski ölmüşleri, bu hatırası kalmamışları, bu soyut tabutları, solgun sandukaları, onun için seviyordular. Gerçekten ölmüşleri seviyor olmamız belki bunun içindir. Her bakımdan ölmüşlere hepimizin gönlü ve kucağı açıktır ve kalbin gözü onları çok sever. Çünkü onlar hiç bir ayrılığa yol açmayacak kadar ölüler, hasılı onlara gönül kapımız açık olup, hep kalplerimizdeydiler.


(4)
Böyle düşünüyordu silgi adam ama dağlardan doğru kucağında Karya kartalıyla inen Hykandros’u görünce, postunun içinde titreyen mağara adamı gibi az daha bayılıyordu. Hykandros dev adımlarla tam okula doğru yaklaşıyor ve silgi adam ne yapacağını şaşırıyordu, ceylan derisi tulumundan su içerek yaklaşan bu Karyalı tam da yanı başına gelerek; kentlerinizdeki gökdelenler, ofislerinizdeki hesap makineleri ve yollarınızdaki otomobiller hayatı bozdu dedi. Silgi adam korkarak, dili tutulmuş gibi başını sallamakla yetindi. Neden sonra ömür boyu unutamayacağı bir cesaretle, bu yüzyıllar ötesinin Musa’sına : Geçmiş yaşamların bu günden daha mı insanca olduğunu söylemek istiyorsun dedi. Sorabileceği en güzel soruyu erdenlikle sormuş gibide gülümsedi. Hykandros tüm ciddiyetiyle: Ütopyalar dedi, bunun kanıtı ütopyalar, geçmişin düşleri bu günün düşüncelerinden, gerçekliklerinden çok geride, çünkü gereksinim duyduğumuz güzellikler parmakla sayılacak kadar azdı, görece bir olgunluk içindeydik, bu günün ütopyası, zamana, mekana ve levh-i mahfuza sığmayacak kadar geniş bir bileşenler toplamı, oysa giderek en iyiye doğru yol alınsaydı ütopik dileklerde azalmalıydı, tam tersine istemler karelerle küplerle artarken, gelişmeler aritmetik hızda ilerledi, diyesim, istemler geometrik biçimde artarken, elde edilen ve gerçekleşenler aritmetik dizide kalmaktadır, bu da gösteriyor ki, göreceli ilerleme-gerileme aritmetik bir hızla, ütopik istemler geometrik hızla artmaktadır, bilmem açınlamaya gerek var mı, kısaca ‘bulanıkadam’ biz daha mutluyduk, bu gün çevrecilik dediğiniz şey bizim zamanımıza duyulan özlemin kanıtıdır, cennetten öte yaşamımızın tanıtıdır, insanoğlu, sizin yüzyılınızdaki kadar aç kalmadı, sizin yüzyılınızdaki kadar ölmedi, umarsızlanmadı, ezilip horlanmadı, ağlamadı. Bugün -homofaberin- kendine karşı artan acımasızlığı, ütobik istemlerinde sınırsızlaşmasına yol açmıştır.
Silgi adam bezginlikle, öyle gibi görünüyor ama her şeyin göreceli oluşu, belki sanıyı ve gerçeği değiştirebilir dedi. Hykandros doğru ama bir tek şeyde yanıldığınız kesin oda şu deyip silgi adamın kulağına eğilerek bir şeyler fısıldadı. Silgi adam şaşkınlıkla peki o dönemde, ‘Politika’ yok muydu deyince, Hykandros, o bir yana, üç P yoktu, üç P’den, Mart’ın 15’i gibi sakının dedi: Para, Parti, Politika bu üçü olduğu sürece ortaya çıkan paradoks bir gün tanrının bile ölümüne yol açabilir deyince, silgi adam sanki bir uykudan uyanır gibi; Okul! diye bağırdı ve oturduğu bankın üzerinde, çalan bir zille gerçekten uyandı.

Çocuğu elinde bir pasta dilimiyle yanına geldi, öğretmenin yaş gününü kutlamışlardı, çocuk peltek bir dille pasta tam 10.000 kaimeymiş deyince, gözleri fal taşı gibi açıldı ve içinde beliren sıkıntıyı kahvede saatlerce ve amaçsızca tavla oynamayı düşünerek atmak istedi, berberin yanından geçtiler, puslu camda, köpüklü yüzüyle bir adamın baston yutmuş gibi duruşu ve onun yanında eskivler yapan bir adam oluşu, onlara panayırların palyaçolarını anımsattı, masalların ve düşlerin yaşamdan kam almış olabileceğini anladılar, taşlı yolda Troy adlı bira şişesi görünce gerçekte, plastiğe geçişin kaynağının da yaşam olduğunu kabul ettiler, öyleyse bir şey bulunup bir şey yaratılmıyor, yaşamdan başlayıp eni sonu gene yaşama dönülüyordu demek, çok daraltıcı bir yaklaşım olduğunu düşünüp, boş vererek -çığlıkla-aralarındaki parolayı yineleyip, türkü çağırarak evlerinin yolunu tuttular:
‘Şu uzun gecenin gecesi olsam
Sılada bir evin bacası olsam’
diyordu türkü.

Evde silgi adam zavazinga kasasını açarak öte beriyi onardı, çocuğa tahta bir oyuncak yaptı, kirişlere asılı üzümlere, türlü meyvelere yetişebilmek için bir masa çaktı, kızı tempo tutarak onu çalışmaya özendiriyordu,
peçeli hanımı ev işlerini yapıyor, sanki başka ve çok kasvetli bir alemin hurisiymişcesine, onlara oldukça uzak bir görüntü sergiliyordu, onlarda bu tuhaf insanın, güneşin doğup batmasıyla üreyen yaşamlarına kattığı mistik izden hoşnut kalarak, yaşayıp gidiyorlardı. Akşam basmadan silgi adam banyo yaparak günün yorgunluğunu attı, kampanyalar dedi kampanyalar olsa insanın yaşamdaki yalnızlığı bir ölçüde azalır, kızı ne demek istıyor gibi ondan yana baktı ama konuşma isteği duymadığını belli edercesine oturduğu yerde kıvrılarak uyuklamaya çalıştı, adam kör ışığa duraksamadan bakıyor ve bir şeyler mırıldanıyordu, bravo diye bir söz çıktı ağzından, bankalar, bombalar, piyangolar diye söyleniyordu, kolonya ile yüzünü silerek serinlemeye çalıştı, onu bile soru yöneltir gibi, ‘Kolonya Kenti mı!’ diyerek çekmeceye bıraktı, pantolonunun takılan kancasını çıkarıp düzelterek yün çamaşırlarıyla yatağa uzandı ve uyudu. Sık sık olduğu gibi rüya görüyordu, İtalyan parlamento binası önünde Navarin yenilgisini protesto ediyordu, sırtına aldığı kadırgasıyla Barbaros’ta kendisine destek verenler arasındaydı, pipo içen Nietszche’ye benzer biri uzaktan kendilerine bakarak televizyon kanalına olayla ilgili yorumlar yapıyordu.

(5)
Fellini filmlerinden çıkma kart bir kadın, kimi zaman pipolu beyin, kimi zaman televizyon muhabirinin kucağına oturuyor, boyalı büyük ağzını alabildiğine açıp kahkahalar atarak her şey hoş ve boşmuş gibi sinir bozan bir lakaytlık ve frapanlıkla ortalıkta dolanıyordu; sonra garip bir hareketle kameralara yaklaşarak hermafrodit olduğunu kanıtlarcasına total bir hareket yapıyordu, biri bütün hay huyun ortasında arabasının krank milini çıkarıp hiç bir şeye aldırmadan onarım yapıyor, biri konut sorununa palyatif çözüm ürettiğini söylüyor, patent patent diye bağırarak koşuyor, gardiyan kılığında biri az ilerde onu tutuklarken, göklerdeki karyolasında sevişen bir çift, olan biteni sessizce izliyor, şarkıcıyım, gazino arıyorum diyen bir deli araya çığlık dolu türküler karıştırıyor, bir sporcu mihaniki biçimde kaptanlık bandını takıp çıkarıyordu; bir diğeri her gördüğüne paso gösteriyor, fotoğraftaki şüphesiz benim diyordu, bir sigortacı tüm olan biteni -uçan sözü bile- sigortalayabileceğini söylüyordu. Bir sinema yıldızı villasından el sallıyor, bir hırsız yapma bir bebeğe tornavida saplıyor, bir palyaço, yüzünü gözünü kırmızı ile boyuyor, görüntüleri fotoğraflayan bir gazeteci nerede kopya edebilirim diyor, pırlanta gerdanıyla orta yaşlı bir kadın boğazından asılmış sallanıyor, tuhaf biri boynuzlu bir korno çalıyor, ağzından salya akan biri de peçete satıyor, seyyar bir pirzolacı -kancadaki etlerle- herkesi yemeğe davet ediyor, bir komisyoncu ayaküstü iskonto oranlarını anlatıyor, postacıysa olay yerinde olanlara mektuplarını veriyor, bir jandarma güruhu herkesi çembere alıyor, küçük bir çocuk annesinin verdiği mandalinayı yiyordu. Papaklı bir Rus ise sevgilimle patikalarda dolaşırım, iskelede sevişirim diyerek, çikolata ısırıp, tekvando gösterileri yaparak, otobanda hız yapmayı severim diye ekliyordu.

Silgi adam uyandı, sobadan tüten kömürün bu korkusuz kabusa yol açtığını düşünerek, sobayı usulünce söndürdü, akşamdan kalma çayı içti, şubatta ekerim, nisanda yeşerir, haziranda toplarım diye mırıldandı. Bahar gelince vişne ağaçlarının olağanüstü bir beyazlıkla açtığını, çevreye hafif esrik, çok hoş bir koku yayıldığını düşündü. Portakal çiçeğinin de son derece güzel olduğunu söylemişlerdi. Sonra gene yatağa uzanıp hemen uyudu, Timpana davuluyla uyandırıldığını, ağzına Kiler balığı ile Karyatid küçük bir heykel sokmaya çalıştıklarını ve bir hipopotama -su domuzu- dönüştüğü anda yine rüya gördüğünü anladı.
Elektron yuvalarının içinde batık Vordonos adasına doğru kızının elini tutarak gidiyordu, güneş silik bir noktaya dönüşüp, ağır ağır yok oluncaya dek gittiler...
...
Büyük yazar pandantif kılıklı yazın heveslisine bu öykü değil, konu bütünlüğü yok, deneme değil, bir konuyu irdelemiyor dedi. Yazı aksak ve bunu her okuyucu dilerse anlayabilir diyerek notları uzatıp, uzaklaşmaya başladı. Çömez arkasından koştukça, yazar giderek büyüyordu. Gülerek baltalı ilaha verdikleri ant uyarınca, atılan her adım da aralarındaki uzaklığın yarısı kadar yaklaşabilecekti. Ama nedense bir türlü yakalayamıyordu, büyük yazar dönerek, asla bana ulaşamayacaksın, her uzaklığın sonsuza dek bir yarısı olacaktır dedi. Yazın heveslisi büyük bir oyuna geldiğini anladı. Ama hiç ummadığı bir tansık gerçekleşti ve yakınlaştıkça devasa biçimde büyüyen yazarı yakaladı, dokunduğu anda da onun saydam gövdesinin boşluklarında yitip gitti. Geriye büyük yazarın sembolik dev gölgesi kalmıştı...
...
Büyük yazarın tilmizi olmaya özenen, küçük yazın heveslisi, kırık dökük karyolasından taş döşemeye düşüp 'canını vermiş' ölmüş, tabağında duran tırpana balığı da, göklere doğru kanat çırparak uçup gitmişti. Silgi adamın garip öyküsü böylece bitti.




*




VESPANİANUS'UN ANILARI

‘Zaman içinde, zamanı yaşayan, zamanız..’
Her rint bilir,
Yaratı, şiirle gelir!..

1
2
3

4
6
4

2
2
2
3
7
9
5
5
8

1
8
1
0
0
0
0.

Gelmiş geçmiş, yaşamış ve ölmüş tüm canlıların tozanlarından oluşan bir bileşkeyiz. Tüm insanlar kardeştir. Sen tüm insanların kardeşisin, tüm insanlar senin kardeşin. Bundan ötürü ölüm yok. Sen, başkalarısın.Başkalarıda sen. Her yerde ve her şeydesin. Bir yaratan gibi. Tüm insanlığı içinde barındıran sen, ölünce tüm insanları kapsıyor, tüm evrene karışıyor, dahası herkes ve her şey oluyorsun...

Vespanianus bir gezgindi. Hangi yüzyılda yaşadığı bilinmiyor. Meraklısının pek çok ders çıkarabileceği için, görü, duyu ve düşünülerinden ilginç sayılabilecek kıssalar aktarmak istiyorum. Manitu! Mirçe orduları gibi bereket yağdır yazıma, düşünde zincire bağlı tilkiler gören Fatih gibi, can kulağıyla dinlesinler. Kefe ve Menkûp bozgunları gibi kulaklarıma küpe olsunlar. Sıratelmüstakim el İsrafil yarabbim. Sözü israf etmeyeyim, usu yücelten izninizle, başlıyorum efendim...

Atina bulvarlarında aylak aylak dolanırken, babalarının ölümü üzerine Pisistrate oğulları Hippias ile Hipparch birden tiran olma hevesine kapılmışlar ‘boşluk olanaksızdır’ sözünü doğrularcasına tahtı hemen doldurmak istemişlerdi ama bol galerili Atina yurdunun seçkinleri bu yönetim biçimini bir türlü onurlarına yediremiyorlardı. Yeis ve küffar içersindeki kardeşlerden Hipparch’ı karanlık bir günde Akademi’nin sütunları dibinde delik deşik ettiler. Bunun üzerine Hippias, insan tininden beklenir ama yaşamın özüne yakışmaz, sövgüye gark, azılı bir despot, ‘gözyaşı şişesi yetmez’ bir kan dökücü oldu. Günün birinde sorguya bile çekmeden, evinin direğini öldürdüğü; Leena adında bir kadını konuşturmak isterken, ser verip sır vermeyeceğine ant içmiş kadın dişleriyle dilini kopararak Hippias’a tükürür. Kolayca teslim olmayacak Hippias, ipin ucunu bırakmayacak ve kadına suç ortaklarını yazması için, işkence ederek,önüne bir levha ile tebeşir bırakacaktır. Asfodel’i çağıran öksürüklerle çalkanan kadın, gene de kurnazlığı elden bırakmayarak, kendisinden hiç şüphelenmeyecek olan Hippias’ın yakın dostları ve taraftarlarının birbir adını yazar. Yetkinlikten uzak, bir hayvandan bile duyarsız olan Hippias hepsini yokeder ve Leena’ya ‘Daha başka kim kaldı’ diye bağırır. Leena ölüm uykusundadır, kopuk dilinin el verdiğince telaşsız bir sesle ‘Senden başka kimse kaldı mı’ anlamına gelen bir şeyler mırıldanmaya çalışır ve kör kindarlık duygusuyla boğaz kesen bu zalimden böylece öcünü almış olur. Hippias yaşarken, sağda solda kendisinden ‘Bitki kadar değeri yok’ diye söz edilmiştir. Herkes gibi günün birinde oda ölmüştür, ne yaşamı nede ölümü bir şeyi değiştirmeyen süt içmişlerdendir o. Toprağı bol olsun.

II
Güzbaharda bahçeleri dolaşırken, kadife çiçeğinin sporları burnuma dolar. Lahanalar kar topu gibidir, pırasalar uzun saçlarımın örgüsüdür. Kuşlar yapraklarla sevişir, iğdelerin buruk kokusu havayı bayıltır ve örenleri dolaşır. Yerde kuş ayağı vardır, gökte Pan. Servilerin arasından esen yel deve güreşi izleyenlere gülüyor. Pınarda güğümler doluyor. Saksağanlar, payamlar, çakır dikenlerinde yeşil yılanlar. Narlar, parsambalar, sandal ayaklarımda yüzen sümbüller, beygir eyerlerinde, kalburlar, kasnaklar, marul yiyen köpük ağızlı, ölü gözlü eşekler. Su sarnıcına ölü atmışlar, sudan içen bütün köy zehirlenmiş. Kızıltoprak’ta keklik kafesi var, içinde kınalı keklik. Bağlar, gümelerin ötesinde incirler, parıldar üzengiler, bağ yaprakları, uçurumlar, oraklı köylüler, tepeler, tilkiler... Araplar tepesinde bir ufo bekler!..
Köy aşağıda. Ahlat dalında yiribik, çıtlık dalında baykuş. Kurbağalı gölcükler, sarı çıyan, yaz baladı, güz ortası harmanlar, uyuklar canlılar. Serenli kuyularda buğular. Göklere yükselen taçlar, mısır püskülleri, saçlar. Gölgede eşinen tavuklar, öğle üzeri avluya doluşan adamlar, mezarlar, konuşan, bağrışan ölüler. Harman yerinde kızlar, düvenlerin ateşini yüreğinde taşır. Bağlar içinde türküler, samanlar arasında aşklar.
Yaz tanrının eli, meleğin yurdudur. Olur oldurur. Sevenle sevilendir, nedensizdir yaz. Varlık yaz diyerek gelir. Görür ve gider. Yaz her şeydir, yeryüzüdür. Hamurabi’dir yaz, hamurdur doğar, döl verir, döl açar. Kûn der, Nefertiti bereketi vardır. Süslü varlıklarla doğan ve doğurandır. Isıdır. Ateş ve oluş, gümrah dallar, genç toprak, altın gülüş, yüce tindir. Ölümsüzdür yaz. Yaşayan ve yaşatıcı. Protonu seven, silisyuma iyi davranan, Sur kralını ağlatan, suyun tanrısı yaz. Palangalı, vidalı, çarklı, kaldıraçlı, pompalı... “Bir sursa eğer dünya güneşe karşı” Güneş, yazdır.

III
Bir yaz baladı koktuysa ne mutlu ama önce ikide bir karşımıza çıkan bir dedikodu; Suriye kralı Zahelin’e ait kedi altın çanağı kaybolunca açlıktan ölmüş. Çünkü kedi öyle kaprisliymiş ki başka bir çanaktan yiyemezmiş. Konumuza dön ey ruh: Atina’yla Isparta komşudur. Tüm komşular gibi birbirlerini hem severler hemde ölesiye nefret ederler. İşte Atina’yı gezdikten sonra, Makedonyalıların yükselişine karşı koyamayan Lakedaimonlular’ada uğramış (Isparta’ya gelmiş) oradan Selanik’e geçtiğim bir sırada Leonidas (Filip ve İskender ortada yokken) 300 kişi ile Termopillerde, (Bu Thermoplai geçidini ilerde Eftialtes adlı bir Yunanlı, Perslere göstererek yenilgiye neden olacak ve hain sözcüğü adıyla birlikte anılır olacaktır.) Acem (Pers) buyurganı Serhas’ın milyonluk ordusunun karşısına dikilmişti. Ispartalılar, kahraman ve erlikseverdir. Çocuklar doğar doğmaz, gürbüz ise yaşatılır, sakat yada cılız ise kutsal uçurumdan aşağı atılırdı. Bu gürbüzler yedi yaşında anne ve babasından alınır bir daha da yüzlerini görmezdi. O yaşta jimnastik, zorlu sporlar ve açlığa dayanıklılık öğretilirdi. Kışın yalınayak dolaşır, alıp çalmasına göz yumulur, yakalanırsa da kırbaç ile dövülürdü. Bayılmayan çocuk tiran yapılır ama konuşurken büyüklerin gözlerine bakması yasak edilirdi. Bu sınavlar bitince askerlik başlar, vücutça sağlamsa ölünceye dek mesleğinde kalırdı. Bir gün kılıçlardan birini emsallerinden kısa diye almak istemeyen bir çocuğa şöyle yanıt verilmişti: Kısaysa bir adım öne çık! İşte Leonidas bu boğa adamlarla (boğaçhanlarla), Serhas’ın karşısına çıkmıştı. Elçinin bütün Yunanistan’ın valisi olma önerisini kabul etmeyen Leonidas, bir askerin: “Düşman yaklaştı!” sözüne: “Biz düşmana yaklaştık!” biçiminde yanıt verip atılan oklardan güneşin görünmez olduğu ovada: “Demek gölgede savaşacağız” demiştir. Bir bir ölerek yenik düşen Yunanlılar, 300 askerin anısına bir aslan heykeli dikip kitabesine şunu yazmışlardır: “Ey yolcu Isparta’ya gidersen, oradakiler yaşasın diye, buradakilerin öldüğünü söyle ki güneşin ışığı, ölümün karanlığını nasıl yenmiş görsünler.”

IV
İşte ki Miltiades armağanı doru bir at, altın bir taçla yurtları dolaşıyordum. Maraton, Salamin ve Plâta savaşlarını gördüm, ilerde bu savaşlardan söz edeceğim... Makedonya kralı Filip, en seçkin aile çocuklarından bir ordu edinmiş, adını da Falanj koymuştu. (Franko’nun Falanjistlerinin isim babasıdır Filip.) Yaya idiler ve 10.000 kadardı. Filip Asya’yı fethetmek istiyordu. İskender’e bu düş babasından kalmıştır. Filip’in düşlerinin peşinden giden İskender, Hindistan’a girmiş, hükümdar Purus’la savaşmıştı. Purus’un filleri düzenli ordu karşısında bozulmuş, ürkütüldükleri için geri kaçarak askerleri ezmiş, Purus yaralı olarak esir düşmüştü. İskender, İranlıların ülkelerini elinden almış, Erbil’de büyük utku kazanmış, adına sikke bastırmıştır. 33 yaşında bir insan için gençliğinin baharında lekeli hummadan Babil’de ölmüştür. Ölümünden sonra imparatorluk kardeşi Filip ve onun oğlu İskender Egos’la bir süre yaşamış, onun öldürülmesiyle de parçalanmıştı. Bunlar Makedonya’da Antigonlar, Asya’da Selevkoslar, Mısır da ise Ptoleme devletidir Küçükleri de vardı: Bergama Krallığı ve Hazar denizinin güneydoğusundaki Partlar’ın krallığı... Yazık! İlerde kimleri ilgilendirecek bunlar ve kaçı diyecek ki bu topraklara şunlar geldi, çiğnediler, çaldılar, sağdılar, soydular, arıttılar, erittiler ve günü gelince de bir başka dünyaya çekip gittiler!..

V
Eski zamanlarda insanlar yönlerini nasıl bulurlardı, çevreye atlı salarak mı, insanoğlu gerçek ışığı buluncaya dek geceleri karanlıktan pek kurtulamamıştır. Siteler, köylükler karanlık basınca uykuya dalardı. Yön dedim de, Amanos dağlarında ünlü iki geçit vardı, (Bu dağ ahaliye göre Gavur dağıdır ama aslı ‘gavur’ değil, gavr yani iki tepe arası düzlükler anlamınadır) eski Issos’un kuzey doğusundaki Pylae Amanides ve İskenderun’un güneyinde Suriye ile Kilikya - Küçük Asya arasında tek geçiş olanağı sağlayan Belen geçidi. Bu geçitlerden Darius ordusuyla Kuzey Suriye’den Kilikya’ya geçmiş. Büyük İskender ise Pers kralıyla karşılaşmak için Issos’tan yola çıkarak yine bu geçitlerden geçmiş ama Darius’un dolanarak arkasında kaldığını fark edince Issos’a geri dönmüş... Yön sorunundan doğan bir hata olmuş sanırım. Uzayda parakete hesabıyla yön bulunurmuş. Borazan ilk kez bu savaşta kullanılmıştır, yön telaşından!
.
VI
Dentatus Romalıdır. Tam eski Romalılara yakışır, sade, hırstan uzak, tahta-oturak bir yaşam sürüyordu. Gene de Samniler’e savaş açmakta bir beis görmemişti Taburede oturur, yemeğini tahta çanakta yerdi. Ecevita gibi. Roma ligi kurulmadan önce İtalya’da Gollüler, Venetler (Venedik), Ligürler, Etrüskler, Ombriler, Sabinler ve Samniler vardı. Bir keresinde Samniler, Romalıları yenmiş ve gelenekleri uyarınca bütün Romalı askerleri boyunduruk altından geçirmişlerdi. Ama son gülen Romalılar olmuştur.


VII
Septimus Severus oğlu Caracalla’nın adının çağrıştırdığının aksine Paros mermeri gibi parlak, ak bir yüzü vardı. Kartaca milattan önce IX.Yüzyılda Tunus limanında yaşayan Fenikeliler tarafından kurulmuştur. Kartacalılar iyi bir ticaret kolonisine sahip olup, Atlas okyanusuna bile açılırlardı. Roma bir zaman Kartaca’yı kuşatmış ve Kartacalı komutan Azdurubal eşi az görülür bir ihanetle teslim olunca, karısı ve iki çocuğu babalarına ilençler yağdırarak, iç kaledeki alevlerin ortasına atlayarak ölümü seçmişlerdi. Roma mittir. Kartaca konkistadoru Scipio’nun kızı Kornelya’nın, Tiberyüs ve Kayus (Gaius!) Grakkus adında iki çocuğu vardı. (Shakespeare "Sallananmızrak" boş yere konularını tarihten seçmiyor.) Plebler ileride ikisini de Tribün seçmişler, ama bu devrimci, değişkenci ve iyileştirimci(reformist) iki kardeş aristokratlar ve senatonun ayak oyunları sonucu artarda öldürülmüşlerdir. Romalılar modern ve bir o kadarda barbardır. Yunanistan’a bile saldırmışlar, Sulla komutanlığında sonuç alamayınca anlaşma yapmışlardır. Oysa haritalarda Roma’nın adı ‘Büyük Yunanistan’ diye geçer. Roma her daim görkemlidir. Günün birinde Ermenistan kralı Dikran bile Roma orduları için “Bunlar elçi grubu ise çok, savaş için ise pek az” demişse de güçlü olduğu halde yenilmiştir. Romalılar Ermenistan’a kadar gelmişlerdir. Ermenilerse tarih boyunca Roma’ya kadar gidememiştir. İtalikler, İngiliz ve Ruslar gibi yuvalarında en az saldırıya uğramış uluslardandır!..
Tiberyüs ise imparator olarak adil sayılabilecek biriydi. Çoban, sürüsünün yününü kırpmalı ama derisini yüzmemelidir derdi. Onu görenler yüzünün güzelliği için ‘Güneş Taşı’ yakıştırmasını yapmışlardır. Efemine, uzun kirpiklerin altında, baygın bakan mavi gözlerle bir büyücü gibiydi. Omzunda sarı bir güvercinle dolaşır olup, boğa gibide güçlüydü. Adını da Tiber ırmağından almıştır. Augustus’dan (Ogüst) sonra imparatorlar sapkınlaşmıştır. En ünlüsü de Kaligula’dır, yazın aylası Algerialı Camus’ya bile esin kaynağı olmuştur. Atını konsül yapmış, kız kardeşiyle evlenmiş ve ona tanrı gibi (tanrıça değil!) tapılmasını istemiştir. Bir de Vespasiyen vardı adı bana benzer. Bu cesaret dolu cesaryen genel tuvaletlere bile vergi koydurmuş ama bu duruma en başta oğlu karşı çıkmış, imparatorluğun tuvalet gelirlerine mi kaldığını sormuştu. Vespasiyen hiç unutmam sanki insanlığın geleceğini görür gibi, hela gelirlerini avucunda şaklatmış ve oğluna ‘Bak bakalım bu paralarda bir koku var mı!’ demiştir. Şimdi her şeyin bankası, borsası, parsası olduğuna göre, bence Vespasiyen haklı, ahir zaman afişlerinde bir slogan görmüştüm: “Para daha beyaz yıkar!” Gene de bok böceği Mısır’da, bok kokusu Roma’da kutsal bir şey olmuştu anlaşılan...

VIII
'...Ki o emzikli kadın, çocuğu ağladıkça vücudunun yarısıyla ona dönüp meme veriyor ve altımdaki yarısı benden ayrılmıyordu'.
Bu doğu dizeleriyle, Latin dünyasını bırakıp, Arapların dünyasına giriş yapıyoruz. Anılarım pek çok yer tutar ve onlar beni kendilerinden bilerek Vasgen’in oğlu derler.
'Davut yeleli bir kimesnedir, bir çocuktur karaşın. Yüzükuylu dağılıyordur Tırnova kuşluklarında.
Bir karakoncolos yenice, eteğin aç, yağmala ve adın yazmıştır kayağantaşına. Şaşırmadan manil oynar.
Baka yeleli Davut! gerçeğin kiril ve latin kurşunları da ilkin ülkenin okullarını bilmektedir'.
Nasıl batıdan doğuya geçtiğime gelince, her yerde ve her şeyde olanım diyemem ama, Pisa’lının dediği gibi “Ep’ur si muove” yani “Yinede döndüğü için” olaylar insanı gelip buluyor, geriye de yazmak kalıyor

IX
Bir gün Ebu Cehil, Resulullah’a (İslam peygamberi) tenhada hakaret edip taşla alnını yarmıştı. Bir kadın bu duruma ağladı. Hamza’da kadını gördü. Kadın gördüğünü anlattı ve Hamza koşarak Ebu Cehil’in yanına gitti ve onu hırpaladı. Hamza onun amcasıydı. Avdan dönüyordu, hatta yayı ile vurarak Cehil’in yüzünü kanatmıştı ve ağlayan peygamberin yanına giderek yaptıklarını anlattı. Peygamber yaşlı gözlerle daha da üzülmüşçesine ‘Bunun sana ne yararı oldu’ dedi. Hamza şaşırdı. İşte Muhammet böyle erdemli, böyle barışçıl bir insandı Hz Hamza’yı vahşi öldürmüştür. Vahşi yabancı, dışardan demektir. O Habeşliydi, Araplar kendilerinden olmayana ‘Vahşi’ derler.
X
Düşünce, hareket ve zamanın kökü aynı. Düşünce minimum sonsuzluk, zaman algılanır aralık, hareketse eylemle boyutlanan düşünce; somutlanmış zaman... Örneğin şu açıma düşünce diyebiliyoruz: Işığın doğal kaynağından çıkışı sarı yada beyaz olabileceğini çağrıştırmıştır. Oysa siyah ışıkta olabilir, ya da elde edebiliriz. Işık siyah olsaydı, bizim karanlığımız -kutuplar gibi- beyaz olacaktı, beyazı karanlık olarak bilip, algılayacaktık. Gerçekten yoğun beyazlık -yoğun ışık- bir karanlık oluşturur. Öyleyse karanlık algılanır ama değişken bir gerçekliktir. Algıya, değişkenliğin biçimlenişleri adını verdiğimize göre, şunu söyleyebiliriz Işık siyah, karanlığımızda beyaz olabilirdi. Belkide öyledir. (Her şey bir adlandırma olduğu için değil ama) 140.Yüzyılda kutup yıldızımız Solaris değil Vega olacak, bunun gibi diyelim.
XI
Halife Bekir zamanında Irak ve İran üzerine yürünmüştü. Yermuk’ta Bizanslılara karşı savaşmışlar ve bunun üzerine Suriye Müslümanların eline geçmişti ( Türkler gibi bu ülkelerin hepsi kılıç zoruyla Müslüman olmuştur.). Bekir ise halife oluşuna en çok sevinenlerdendir. Öyle ki Allah’ın ve peygamberin emirlerinden ayrılacak olursam beni katledin demiştir. Ömer ise cesur biriydi, Kudüs patriğiyle bile dost olmuştur. Bir gün Gassan Emiri Cebele, Kabe’yi ziyaret ediyordu. Eteğime bastı diye bir müminin burnunu kırınca Ömer onun emir olmasına bakmaksızın kısas uygulanmasını ve müminin gönlü alınmazsa, emirinde burnunun kırılmasını buyurmuştu. Köleliğe karşı çıkar, haksızlığa karşı dayanamazdı. Onun zamanında İslam, Arap yarımadasından çıkmış, Kadisiye, Celûlâ ve Nihavent’de İranlılar yenilmişti. Osman ise Emevi ailesindendi, Emeviler yüzünden, Osman kötü bir yönetim göstermiş ve sonunda Osman, Medine’de öldürülmüştür. Şam’da vali olan Muaviye ölümünden Ali’yi sorumlu tutmuş ve sonunda türlü entrikalarla Emevi devletini kurmuştur. Osman, peygamberin güveyidir. Yezit’se Muaviye’nin oğlu olup akıllı ve yakışıklıydı. Muaviye’nin haremi Yezit’i ve annesini çok kıskanırdı. Yezit’in Müslüman aleminde adının kötüye çıkacağını kim bilebilirdi. Muaviye nüfuz sahibi adamlara çok lütufkar davranırdı. Sıffin savaşında kendisine karşı savaşmış olan Ahnef’ede öyle davranırdı. Çünkü Ahnef öyle biriydi ki, harekete geçti mi Temim kabilesinden 100.000 kişi onun neye kızarak hareketlendiğini bilip, sormaksızın ayaklanırdı. Sıffin savaşı esasen Ali ile Muaviye arasında olmuştur. Osman’ın ölümünden Ali’yi sorumlu tutan (Muaviye ile Osman akrabadır) Muaviye hilafet iddiasında bulunuyordu. Amr-ibn-ül-As adlı bir kurnazın önerisiyle yenik Muaviye mızrak uçlarına Kur’an sayfası takarak savaşı durdurmuşlardı. Daha sonra Hakemler vak’ası olmuş, Ali’nin hakemi yaşlı ve saf Ebu Musa el Eşari, meşhur Amr-ibn-ül-As karşısında her iki halifeyi azat etme kararını öncelikle Ali adına duyurup, Amr-ibn-ül-As’ında Muaviye’yi halife ilan etmesiyle -yenen taraf oldukları halde- savaşı masa başında yitirmişlerdi. Bu olayın ardından Hz.Ali, Kûfe’de şehit edilmiştir. Ali’yi kendi taraftarları arasındaki bölünme sonucu Hariciler sıfatı alan Müslümanlar şehit etmiştir. Muaviye’nin, Ali’ye: Dişi deve ile erkek deveyi ayırt edemeyen 100.000 yaban (vahşi-harici-dışlanan) ile üzerine geleceğim sözü de pek meşhurdur. Hilafet kavgalarının bir üçüncü ayağı Zübeyr oğlu Abdullah’tır. Emevi hükümdarı Abdülmelik zamanına kadar yaşamış olan Abdullah, sonunda Mekke’de komutan Haccac tarafından öldürülmüştür.

XII
‘Hendek savaşında, Yahudiler ile müşrikleri birbirine düşürmek, aralarındaki birliği bozmak için uğraşan Nu’aym’ın, kendilerine iyilik için çalıştığını zanneden Yahudiler bu yetmeyip nasıl hareket edilmesi gerektiğini bizzat kendisinden sordular. Basra valisi Zübeyr oğlu Mis’ab kadınlara pek düşkündü. Baldırları insana cesaret fısıldayan zamanın en güzel kadınlarıyla evlenmeyi başaran bu zat pekte israftı. Onun zevcelerinden birisi Hz. Hüseyin’in kızı Sekine idi. Siması ve fikri pek güzel olan bu kadından Misab’ın bir kızı doğmuştu. Güzelliğini ve zarafetini annesinden, gurur ve ağırbaşlılığı babasından alan bu kızın üzerine Mis’ab avuçlarla inciler serper, hangisi güzel deyip, kızcağızın bakılışına hayran olurdu. Ne var ki, Emevi hükümdarı Abdülmelik’e isyan eden Mis’ab (Zübeyr oğlu Abdullah’ın kardeşiydi) melikin kendisini yakalamak için Irak üzerine yürümesi sonucu, Kufe’de oturduğu sarayında yakalanarak, tuzlu torbadan çıkarılan kesilmiş başı bir tepside Emevili’ye sunulmuş; (soğuk) tuzul örtülerde yaşayanların saklayıp, dolaştırdığı başında, gözlerinin zayıf yeşil bir ışık yaydığı söylentisi çıkmıştı. Abdülmelik tepsideki başa bakarken (başı okşarken) Kufe kadısının bu olay karşısında rengi solmuştu. Abdülmelik bunu fark etti, Kadıdan bunun nedenini sordu, oda -Efendim, çok tuhaftır, vaktiyle gene burada bir mecliste bulunuyordum, Alioğlu Hüseyin’in başını -balık gibi- komutan Ubeydullah’ın önüne koydular. Çok geçmeden Ubeydullah’ın başı gene bu köşkte Muhtar adlı komutanın önüne getirildi, az sonrada Muhtar’ın kanla ıslak sorguçlu başını Mi’sab kemikleriyle oynayıp, yine burada kibirle izlemişti. Şu anda da Mis’ab’ın dilin rüyası bir sunum ağzıyla süslenmiş başı, işte sizin önünüzde deyince, Abdülmelik gırtlağının derin kuytularından hırıltılar çıkararak yerinden sıçradı ve köşkün temelinden yerle yeksan edilmesini emretti. Abdülmelik halife olduğu vakit Hicaz, Zübeyr oğlu Abdullah’a, Irak’da Ali oğlu Hüseyin’in kan davasını gütmekte olan Muhtar-ı Sakafi’ye tabi idi. Çünkü Kerbela vak’asından sonra Emevilere düşman kesilen Irak ahalisi Muhtar’ın yönetiminde teşkilatlanmışlar ve onlara karşı harekete geçmişlerdi. Islak taşın, kuruya yararının olmayışı gibi, Abdullah’ta, Muhtar’da Emevilerin düşmanı oldukları halde, aynı zamanda birbirlerine düşman idiler. Bu düşmanlığın sonunda, Abdullah’ın kardeşi Mi’sab, Muhtar’ı mağlup etmiş ve öldürmüştü. Öte taraftan insan soyuna kinini ciğerlerinde bulunan kör bir noktadan alan Abdülmelik’in komutanı Haccac’da, Mekke’de Zübeyr oğlu Abdullah’ı öldürünce, hilafet davası güden önemli iki sima ortadan kalkmış, bu suretle Abdülmelik, Şam’da rakipsiz kalmıştı. Bundan sonradır ki Abdülmelik’in orduları Türkistan’da ve Kuzey Afrika’da büyük başarılar elde ettiler. Abdülmelik zaptettiği yerlerde Arapça yazılı paralar bastırmış 20 yıl boyunca ciğerlerini kin bürümüş Haccac’la, zalimlik fışkıran bir hükümranlık sürmüştü.

XIII
“Geceleri mağaralarda, bedenini vahşi erkeklerle paylaşan defne kokulu kızlar bulunur.” Yinede o Abişai Tuz vadisinde, gecenin sarı boynuzları içinde, onsekizbin Edomluyu öldürmekte bir sakınca görmemiştir. İsrail düşmanı Judah onbin kişiyi uçurumdan atarak, Davut ise 20 bin Suriyeli’yi kirişten geçirerek öldürmüştür. Bunun yanında asıl söylemek istediğim şu ki: Budha adındaki rahip çok az yerdi, o kadar zayıftı ki, tahıl tanesi midesine indiğinde dışarıdan belli olurdu. Günlerce kımıldamadan durur, çürüyen cesetler arasında yaşar, meditasyon sırasında yapılan saldırıları duymazlıktan gelirdi. Aziz Kevin ise yedi yıl ayakta, uyumadan ve kımıldamadan durdu. O sırada açık duran avucunun içine kuşların yuva yaptığı, yumurtalarını bırakıp, kuluçkadan sonra beslediği söylenir. Manastırlar, MS. 300 yıllarında Mısır’da kuruldu, öyle söylenir. Yıllarca dağlarda, ağaçların ve dibeklerin tepesinde, kovuklarda, yeraltında yaşandı. Aziz Benedict bir mağarada 3 yıl, Aziz Bernard bir hücrede 38 yıl, Benaresli bir Brahman çivili yatağında çırılçıplak 35 yıl yattı. Bir Hindu kadın yeraltında bir kovukta 39 yıl geçirdi. Tırnakları avuçlarını delip diğer taraftan çıkıncaya kadar ellerini yumruk yapıp oturanlar, 19 yıl boyunca konuşmayanlar, 22 yıl süresince oruç tutanlar, kendisine en ağır işkenceleri yapanlar, kılıçla uzuvlarını kesip biçenler, çıplak ayakla ateşte yürüyenler ve iyi bir eğitim gören Hindu rahiplerden uçanlar gördüm.

Endülüs fatihi Musa bin Nusayr, halife Süleyman tarafından insanlığa yakışmayacak bir tarzda cezalandırılmış, bütün serveti elinden alınarak, kendisi adeta dilenecek bir hale sokulmuştur. Buda yetmezmiş ki Endülüs’te vali olan oğlu Abdülaziz’in kesilmiş başı önüne konmuştur.

XIV
Ömer bin Abdülaziz halife olduğu vakit Cerir ve Ferezdak gibi ünlü şairler kendisini tebrik için saraya gelmişler fakat halife tarafından kabul edilmek istenmemişlerdi. Nihayet Cerir’in kabul için yaptığı ricalar sonucu kırılmayarak, halifenin huzuruna çıkarılmıştı. Okuduğu bir kasideden çok duygulanan Abdülaziz, şairi memnun etmek istemiş fakat çok alçakgönüllü ve dürüst bir hayat yaşadığı için ona bütün serveti olan 40 dinar ile iki takım elbisesinden birini armağan etmekten başka verecek bir şey bulamamıştı. Cerir bu durum karşısında dışarıda bekleyen arkadaşlarına gülerek: Halife şuara değil fukara dostudur demişti. Ruhu şad olsun.

XV
“Ve bir açıklığa geldiler, yerin bir meydan olduğu, ağaçların ağaç değil de, binlerce ve binlerce ışık, açı ve delta olduğu. Ve bir kapak gibi siyah gökyüzü, yada bir inci tünelinin sonunda, diz çöktürdüklerini iyi yurttaşlar yaptı ve bazı dualar işitti.”
711’de Müslümanlar Endülüs’e ayak bastı. İspanya’yı baştanbaşa geçerek Pirene dağlarının ötesinde Fransa içlerine girdiler. 729’da Endülüs’e vali olan Abdurrahmanülgafiki zamanında bile istila sürüyordu. Onun komutasında Fransa’nın meşhur Tur şehrini bile düşürdüler. Yağmaya dalınca İslam orduları kuvvetli Şarl Martel ordularıyla karşılaştılar. Abdurrahmanülgafiki şehit olmuştu. Bu savaşın adı Puvatya olup tarihi 732’dir. Müslümanlar başsız kalınca güneye çekildiler. Şarl Martel, Hıristiyanlar arasında büyük ün kazandı. Martel lakabını da bu savaşta almıştı. Bu sıralar Frank krallığının başında Merovenjler vardı. Tembel krallar adı ile anılan bu krallar devlet işleri ile ilgilenmez işlerini atadıkları bir saray nazırı ile görürlerdi. Şarl Martel böyle bir saray nazırı idi. Müslümanlara karşı kazandığı zafer Martel’in ailesinin nüfuzunu artırmış bundan yararlanan oğlu Kısa Pepen, Merovenj hanedanına son vermiş ve babasının adından dolayı Karolenj imparatorluğunu kurmuştur.

XVI
“Sanki uzaklarda değil de, hemen yanıbaşındaki çölde olup bitermiş gibi buğulu birkaç görüntü belirdi, yaklaştıkça bunların atlı olduğu anlaşılıyordu, sonra atların üzerindeki siluetlerde iyiden iyiye belirince, görüntü kozasından çıkıverdi, süslü kuşamlar, kılıçlar, kalkanlar ve sorguçlu miğferlerin üzerindeki taşlar bile seçilebiliyordu artık...”

Eba Müslim ile Ebu Cafer Mansur’un arası iyi değildi. Halbuki Cafer veliaht idi. Yani Seffah’tan sonra Abbasoğullarının hükümdarı olacaktı. Bir gün Müslim halifenin yanında otururken içeriye veliaht Cafer girmiş, Eba Müslim yerinden bile kıpırdamamıştı. Müslümanlar arasında hiç yoktan çekişme ezelden beri vardır. Bir Arap atasözü derki: “Ben kardeşime düşmanım, ben ve kardeşim komşuya düşmanız, kardeşim, ben ve komşum ahaliye düşmanız, kardeşim komşum, ben ve ahali, şehre düşmanız...” Bu böyle sürüp gider. (İki kere anılmıştır) Emevilerde zaptettikleri toprakların yerlisine çok kötü davranır, pek aşağı görürlerdi. O kadar ki Arap olmayanların arkasında tapınıma durmazlar ve onlarla dolaşmazlardı. Başka uluslara, yabancılara Mevali (köle) gözüyle bakan Emevilerin bu yersiz gururları diğer ulusları gücendirmiş ve kendilerine karşı partiler kurulmasına neden olmuştu. Şuubiyye adını alan bu partilerin amacı Emevi hanedanını yıkmaktı. Bunların başında Türkler ve İranlılar geliyordu. Sonunda Abbasoğulları ve Şiilerle birleşen Türkler, Horasanlı Eba Müslim’in yönetiminde isyan ederek Emevi devletini yıktılar.

XVII
Bu bölüm İslami konuların başa kayabilir.
“Muaviye ölürken bile başucunda bulunmayan, avlanmakla gönül eyleyen, saltanatın varisi Yezit, gününü gecesini çalgı dinlemekle, köçek, çengi oynatmakla, içip kendinden geçmekle sürdürmeyi adet edinmişti. Özellikle maymun ve köpeklere çok düşkündü. Ebu Kubays adını verdiği bir maymunu vardı ki, ona alaca bulaca renkli ipek bir elbise giydirir, başına ipekten örülmüş bir külah koyar, dişi bir merkebe bindirir ve atlarla yarışa sokardı. Kendisiyle şarap içenlere, kalkın ey topluluk, dinleyin şarkı söyleyenlerin seslerini; anlamlarla uğraşmayı, bilgilerle oyalanmayı bir yana atın ve boyuna şarap içmeye bakın, çalgı sesi, ezan sesinden alıkoymadı beni, küplerin içindeki şarabı hurilerle değiştim ben.” derdi.
Abbas oğullarından Halife Mehdi, bir gün avlanırken arkadaşlarından ayrılmıştı. Çölde dolaşırken bir bedeviyle karşılaştı. Susamış ve acıkmıştı. Arap’tan yiyecek istemiş ama Arap üzüntüyle: ‘Büyük bir adama benziyorsun ama sana layık bir şeyim yok’ demişti. Halife ne verirsen makbulümdür deyince Arap biraz kuru ekmekle bir testi şarap sunmuştu. Halife sıcağında etkisiyle, ben halifenin adamıyım demişti. Bunun üzerine Arap hürmetle eğilmişti. Biraz daha içince bu kez ben halifenin komutanıyım dedi. Arap, Mehdi’nin ayaklarına kapanmış, kusurum varsa bağışlayın demişti. Mehdi şarap biterken, ben halifeyim demiş, Arap bu kez sus pus olmuş testi ile kadehi de ortadan kaldırmıştı. Halife, Arap’a bir kez daha şarap doldurmasını isteyince korkudan vermemiş, çünkü böyle giderse (sümme haşa!) önce peygamber sonrada Allah olduğunu söyleyebilirsin demiştir. (Âli Kûh-ül Ahbâr’da da yazar bu.) Mesel bu ya, bedevinin korkusu bence boşunadır. İnsan, yüze yüze balıklaşabilir mi, ama kürre-i arza, düz diyende biz değil miyiz, ne diyelim göz aslında karanlık içindir, ama ne yapalım!...

XVIII
Peygamberin amcası Abbas’ın soyundan gelenler Bağdat’ta yeni bir devlet kurdular (750) Hükümdarı Abdullah’tır. Kendisine kan dökücü anlamına gelen Seffah denilmiştir. Türklerin Ebul Abbas Abdullah’ın devletinin kurulmasındaki rolü büyüktür. Son Emevi hükümdarı Mervan II’nin yönetiimindeki kuvvetleri mahveden isyancıların başında Horasanlı Eba Müslim vardı. Mervan’ı Mısır’a kadar kovalayan ve öldüren, hilafetin Abbas oğullarına geçmesini sağlayanda Türklerdir.

XIX
Arap şairi İbnirrumî’ nin hicivlerinden korkan Halife Metedıt’ın veziri Ebulhüseyin onu evine davet etmiş ve bir yolunu bularak kölesine zehirletmişti. Araplarda şiire öteden beri büyük bir yetenek vardı. Sami dillerin en varsılı ve her türlü betimi yapmaya elverişli Arapçada, Kuiper’deki taşlar kadar bol şair vardı. Bu şairlerin şiirleri de kara Kabe’ye asılır, bu şiirlere de Muallakat (Yedi Askı) denirdi. Bu şairlerin en ünlüsü İmrüûlkays’dı. Emevi halife Abdülmelik şairlere çok değer verirdi. Muaviye oğlu Yezit, Halife Velit ve Harun Reşit gerçek birer şairdi. Muavilerin en ünlü şairleri ise Ebu Zûlame, Ebu Nuvas, İbnirrumi, Ebu Temam, Ebululâ-el Maarri ile Fazl ve Mahbube adındaki kadınlardır. Ebu Zulâme gülünç şiirler ve hicivler yazmakla tanınmış bir adamdır. Bu şairin dilinden kurtulmak isteyen bir kadı, bir keresinde şairin borcunu bizzat kendi ödeyerek dilinden kurtulmak istemiştir.

XX
“Öyle ki oklarla boğazına nişan alıp yırttılar, çadırları yakıp, atların nallarıyla başsız gövdelerini çiğnediler, kesik başların sopalarla dudak ve yanaklarına vurup parçaladılar ve utanmadan mızraklara takıp gezdirdiler.”
Tus’lu Nasir, Abbasoğullarının son hükümdarı Mustasım’a bir kitap sunmuştu. Mustasım, kitap getireceğine Tus’dan bir öküz getirseydin demişti. 1258’de Hülâgü, Bağdat’ı alıp halifede esir düşünce, gümüş tahtta Hülâgü’nün yanında duran Nasir, Mustasım’a ‘Öküzü beğendin mi’ demişti. Mustasım’ın, Cengizoğulları İran’ı ele geçirince hiçbir çaresi kalmamıştı. Elli günlük kuşatma sonunda Bağdat düştü. Emir-ül Ümera’lık makamını Hülâgü’ye vermekle kurtulacağını sanan Mustasım’ın umudu boşa çıktı. Hülâgü onu çadıra hapsetti. Gizli hazinelerini ele geçirdi ve sonunda bir çuvala koydurarak, geceleyin dörtnala atların geçtiği bir geçide bırakarak yazgısının sonunu hazırladı. Tarih 1258’dir. Tanrı günahlarını bağışlasın.

XXI
Endülüs Emevilerinden Hakem II pek adildi. Devletin başı olmasına karşın Kurtuba’nın kadısından bile çekinirdi. Kadı bir dava nedeniyle; boş torbayı toprakla doldurup eşeğe yüklemesini istemiş oda buna uymuştu. Abbas oğullarının ilk halifesi Seffah’ın kılıcından kurtulan tek Emevi olan Hişam’ın torunu Abdurrahman, adını ve kılıcını değiştirip Afrika’ya geçmiş, 20 yaşındaki bu delikanlı, oradan İspanya’ya geçerek Endülüs Emevi devletini kurmuştu. Bu devlet zamanında bilgi ve tekniğin merkezi idi. Buradaki son Müslüman devleti Ben-i Ahmer olup başkenti Gırnata idi. 1480’lerde Aragon kralı Ferdinand’a şehir anahtarıyla birlikte teslim edilmiştir.

XXII
Bu sıralar Avrupa’da şövalyelik almış yürümüştü. Derebeylerin onuru sayılan bu meslekte, belirti olarak ayaklara altın mahmuzlar takılırdı. Gene bu devirlerde Alman imparatoru Konrad III, Weinsberg kasabasını kendisini desteklemediği için cezalandırmak istemiş ve kasabadaki kadın ve çocukların kasabayı terk etmesini ancak yanlarına en değerli eşyalardan bir tanesini alabileceklerini söylemişti. Bunun üzerine kadınlar, yalnız kocalarının ellerinden tutarak kasabayı terke başlayınca şaşıran Konrad III, kasabaya saldırıyı durdurmuş ve tümünü bağışlamıştı. Yine bu dönemde Benelux paktı gibi, İsveç, Norveç ve Danimarka arasında ‘Kalmar’ birliği vardı. Aynı zamanda çok karışık olan bu dönem, Shakespeare’in oyunlarına da esin kaynağı olmuştur.

XXIII
“Mezarda birbirine aşkla sarılmış iki ölü var Ağızlarında altın para duruyor. Paralar cehennem ırmağından kolayca geçebilmeleri için. Çünkü onları ölüler ülkesine cehennem ırmağı kıyısında bekleyen bir sandalcının götürdüğüne inanılıyor.”
Adim Vespanianus, ama şimdi size tarihin gördüğü son imparatorluktan, Osmanlıdan söz edeceğim. Onlar Murat, Ahmet, Selim, Osman olarak Vespanianus’a çok uzak görünürler ama içtikleri sütün alamet-i farikası Roksalan, Anastasya, Despina, Evdoksiya’dır. Şuna inanınız ki Vespanianus, padişahlara annelerinden daha yakın olup yaşamı da kıssa ve hisselerle dolu idi.

“Buradan o dağlara baktığımızda, üzerine kar düşmüş çalılıklar görürdük. O çalılıkların kurda kuşa yem olmuş askerlerimizin kemikleri olduğunu oraya gidince anlardık”
Doğa belki de kördür ama bu çölü terk ettiğimde vaha beni anlayacaktır.

Niğbolu savaşında, Osmanlılara karşı; Fransızlar, Bohemya ve Bosnalılar, Alman ve Macarlar, Ulah beyinin orduları, Hırvatlar ve Burgonya dükü vardı. Yıldırım, Timurlenk ile 1402’de sıcak bir yaz günü Ankara’da Çubuk ovasında karşılaştı. Timur, Semerkant’ın güneyinde Yeşilşehir’de doğmuştur. Barlas kabile reisinin oğludur. Sol bacağı bir kavgada sakatlandığı için 'Timurlenk‘ Aksak Timur derler.Yıldırım’da kördü. Timur’un Rusya’da Altınordu devletini yıkması tarihin akışını değiştirmiştir. Bu Ankara savaşından bile önemlidir. Bundan sonra duraklayan Osmanlı uzun süre Hünyadi Yanoş’un zaferlerine boyun eğmişti. İleride İstanbul’u alacak olan Fatih, Rumeli Hisarı’nı yaptırmış ve ilk komutan olarak da Firuz Bey’i atamıştı. Fatih’in önemli adamlarından Ak Şemsettin, Şam’lı idi. Fatih, Akkoyunlular üzerine yürürken, Trabzon hükümetinin 2000 düka vergisinden vazgeçmişti. Fatih, açan, fetheden demek olup, Miftah’dan gelir, Miftah ise anahtar demektir.

XXIV
Uzun Hasan ölünce yerine oğlu Yakup geçmişti. Annesi Sâra ise Yusuf’un hükümdarlık makamına geçmesini isterdi. Bunun için Yakup’u öldürmeye karar vermiş bir kase zehirli şerbeti sarayda Yakup’un eline geçebilecek bir yere koymuştu. Bir gün Yakup kardeşi Yusuf ile avdan saraya döndüğü zaman annesinin koyduğu kaseye gözü ilişti ve kimseye bir şey sormadan zehirli şerbeti içmeye başladı. Ama kardeşinin de harareti olduğunu düşünerek kaseyi kardeşine uzattı. Bu sıra Yusuf’da iştahla şerbeti içince, tam o sıra annesi içeriye girdi ve gözbebeği kadar sevdiği evladının zehirlendiğini anladı. Yırtıcı bir hayvan gibi oğlunun üzerine atılarak kaseyi elinden aldı ve kana kana son yudumuna kadar içti. Yaşam onun için anlamsızlaşmıştı. Az sonra bir hain ve iki masum kıvrana kıvrana can verecek ve sarayda ölüleri defin hazırlıklarına başlayacaktı.

XXV
Gedik Ahmet Paşa (Bu paşa için omuriliğinde önboynuz hastalığı var -fiziksel olarak- sakat diye Anadolu’da söylenti yayılmıştır.) 1474’te vezir-i azam olarak İstanbul’a gelmiş ve ertesi yıl Karadeniz’deki Ceneviz sömürgelerini almakla görevlendirilmişti. Kefe, Azak ve Menkûp kalelerini almıştır. Bir süre padişahın gözünden düştüğü için hapsedilen paşa daha sonra Donanma komutanlığına getirilmiş, Kefalonya, Zanta ve Santamavra adalarını Türk topraklarına katmıştır. Napoli krallığının istilasına gönderilen Ahmet Paşa, Otranto kalesini almış ama bu sırada Beyazıt tahta çıktığı için geri çağırılmıştır. Vaktiyle Cem’in atabeyliğini yaptığı için Beyazıt ile Cem’in taht kavgasında kayıtsız kalmış ve padişahın kendisine kin duymasına neden olmuştur. Rodos şövalyelerine sığınan Cem’in teslimi konusu yine ona verilmiş ve bir ziyafet sırasında cellatların hançeri kendisine yönelince bu durumu sessizce kabullenmişti. Ölmeden önce her vezire verilen kaftanın sırmalı, Gedik Ahmet Paşa’nın ki sırmasız ve siyah keten oluşu, vezirler veziri ölümün, kendisi için görücüye çıktığına işaret sayılmıştır.

XXVI
“Gözlerindeki pırıltı, elindeki hançerin parıltısıyla buluştuğu an, kurbanın yüreğinde çakan tuhaf bir kıvılcımdır o, kurban iniltiyle yere kapaklanır ve sanki uyurmuş gibide kalakalır. Trabizes’te bir atmaca, Şehzade Selim nam bir panter kuşkusuz tahta hazırlanır. Bir sabah, İsmail Şah, Tacım adlı bir cariyeyle nikahlanır. Mahlası Hatayi’dir. Hatayı nerede hata yaptım demektir. Analığını ve babasını bile öldürtmüş bir Safevi’dir o!..”
.
Yavuz Sultan Selim çok gaddardı, vezirlerine bile, birisi hakkında beddua edileceği zaman ‘Selim’e vezir olasın’ denirdi. Öyle ki vezirler vasiyetnamelerini ceplerinde taşırdı. Yavuz, silah kullanmayı, avlanmayı ve şiir okumayı çok severdi. Mısır’daki Kölemenler devletine son vermesi en önemli başarısıdır. Böylece halifelik III. Mütevekkil’den Osmanlılara geçmişti. Mertti, İran hükümdarı Şah İsmail’e bile İsmail Bahadır diye hitap etmiştir. Şah İsmail yandaşlarıda kızıl külah giydikleri için kızılbaş denmiştir.

XXVII
Cafer Çelebi devrinin büyük adamlarındandı. Bayazıt’ın (Beyazıt) fetihnamelerinin çoğunu o yazmıştır. Hat yeteneği çok ileri olan Çelebi hakkında şöyle bir söylenti vardır. Buna göre Yavuz herhangi bir şeyin yazılması için katiplerine bir hafta vakit bırakırmış. Bir gün Cafer Çelebi’ye de böyle bir iş vermiş; ama Çelebi bunu unuttuğu için yazmamış, hafta sonunda padişahın çağırması üzerine aklı başına gelmiş ise de iş işten geçmiş bulunuyormuş. Padişahın oku demesi üzerine Çelebi hiç istifini bozmadan cebinden beyaz bir kağıt çıkartmış ve padişahın verdiği konuyu hiç hata yapmadan sanki kağıt üzerine yazılmış gibi okuyuvermiş.
Cafer Çelebi’ye isyana teşvikten dolayı cezanın ne olabileceği kendisine sorulduğunda: “Ölümdür!” deyince, kendisinin de -ne yazık ki- bundan dolayı suçlandığı söylenerek, kendi eliyle fetvası alınmış ve öldürülmüştü. Yine Yavuz, Çaldıran savaşında, İranlıları bozguna uğratmıştır. Esirler arasında Şah İsmail’in zevcesi de vardı. Şah İsmail kolundan yaralanıp attan düştüğünde, adamlarından biri “Şah benim” diye yakalanmasını önlemiştir. Karışıklık sırasında Hızır adlı Şii’nin atıyla kaçmış, ertesi gün kendisini sevmeyen Tebriz halkının karşısına perişan biçimde çıkmıştır. Yavuz sadeliği severdi, oğlu Süleyman’a süslü elbiseler giydiği için darıldığı, bağırıp kızdığı söylenir.

XXVIII
Kanuni Sultan Süleyman dönemi devirlerin en görkemlisidir. Bir gün hırsızların soyduğu kadın, padişaha yakınınca, padişah nasıl oldu da bu kadar derin uyudunuz ki demiş, kadında: ‘Biz sizi uyanık biliyorduk, onun için böylesine derin uyuduk’ demiştir.
Mohaç savaşında padişah Mohaç’ın sırtlarında tahtını kurdu. Sırtında parlak bir zırh, başında üç sorguçlu bir kavuk vardı. Savaş sırasında padişaha bir kaç mızrak ve ok isabet ettiyse de zırhı onu korudu, ama Macar kralı Layoş’un onun kadar yüzü gülmedi ve savaş sırasında öldürüldü.

Pargalı bir Rum olan İbrahim Paşa, küçük yaşta korsanlar tarafından tutsak edilip Magnesia’da satılmıştı. Valide Hafsa Sultan’a bile kendini sevdiren paşa, daha sonraları vezir olmuş ve kendi kız kardeşiyle, padişah çocuklarının sünnet düğünlerinin kıyaslanması istenince padişaha “Sizin düğününüzde benimki kadar büyük bir davetli yok, benim düğünüm zamanın Muhteşem Süleyman’ı ile onurlanmıştır” deyince, padişah “Berhudar ol, beni ilzam ettin” demiştir. Ama ne yazık ki 1536’da boğduruldu, veziriazamımız 1553’te İran üzerine yürürken Kanuni Sultan Süleyman, sadrazam Rüstem Paşa’nın sözlerine kanarak oğlu şehzade Mustafa’yı da öldürtmüştür.

XXIX
Şehzade Mustafa sözde babasının Dimetoka’da dinlenmesini istiyormuş, Rüstem Paşa buna engelmiş, Mustafa’nın tahtta gözü varmış. Bu durumdan haberi olmayan Mustafa, İran seferi için Ereğli’de bulunan babasının elini öpmek isteyince (vezirler kendisini karşılamış, yeniçerilerde alkışlamıştı) çadıra girmiş ama babası yerine, 7 tane dilsiz cellatla karşılaşmıştı. Çığlıklar içinde yardım istemişse de, atlas perde arkasından bu korkunç manzarayı babası da izlemiştir. Mustafa’yı, Sarı Selim’in padişah olması için Hürrem Sultan’ın öldürttüğü de söylenir. Sarı Selim ise zevk ve sefaya düşkündü. 1574’te yeniden yaptırdığı saray hamamında sarhoş olduğu için düşmüş ve 11 gün sonrada ölmüştür.

XXX
Özdemiroğlu Osman Paşa ise Osmanılı vezirlerinin en ünlülerindendi. Doğu seferlerinde gösterdiği yararlılık sayılamayacak denli çoktur. 1583 yılında İranlılara karşı amansız bir savaşa girmiş bulunuyordu. Her zamanki gibi yağız atına binmişti. Paşa 30 yıldan beri bindiği bu atın kişnemesini kesinkes bir zafer işareti sayardı. Bütün gün süren savaşa, gece meşaleler yakılarak devam edilmişti. Bundan ötürü ‘Meşale Savaşı’ adını alan bu muharebe sonuçta İranlıların kesin bir yenilgisi ile sona ermişti. Bu arada Kırım Hanı’da yola getirilmiş, İran şahı Tahmasb’ın zehirlenerek öldürülüşünden sonra Lala Mustafa Paşa, İran seraskeri Tokmak Hanı mağlup etmiş, Osman Paşa’da İran şehzadesi Hamza’yı yenmişti.

XXXI
Sinan Paşa Avusturyalılara karşı savaşmayı çok isterdi !593’te Avusturya sınırlarına yapılan bir akın Osmanlılar aleyhine sonuçlanmıştı. Bundan başka Avusturya imparatoru Rudolf sabah, öğle ve akşam kilise çanlarının çalınmasını ve Türklerden kurtulmak için tanrıya dua edilmesini buyurmuştu. Bu çanlara ‘Türk Çanı’ deniyordu. Sonuçta, Sinan Paşa, Avusturyalılara karşı savaş açmış vede sürekli yenilmişti. 13 yıl süren savaş Zitvatorak antlaşmasıyla sona ermişti.

XXXII
Yıldırım Beyazıt zamanından beri padişahlar kardeşlerini öldürüyorlardı. III. Mehmet hükümdar olduğu gün 19 kardeşini birden öldürmüştü. Derviş Paşa’nın ölümüne ise düşmanı bir Yahudi neden olmuştu. Paşanın köşkünden padişah sarayına toprak altından tünel kazdırıp bunu haber veren Yahudi, Derviş Paşa’nın boğdurulmasına neden olmuştur. Bu sıralar Erdebil üzerine de bir sefer yapılmıştır.

XXXIII
IV.Murat’ın vezirlerinden Hafız Paşa isyan eden sipahilerin isteği üzerine gözden çıkarılıp feda edilmiş, isyancılarca 17 yerinden yaralanan paşa yere düşünce birisi göğsüne çıkarak başını gövdesinden ayırmıştı. Murat ise Konya’da bulunduğu sırada tek başına iç kaleyi ziyarete gitmiş ve kalenin çevresindeki hendek üzerinde bulunan ağaç köprüyü atla geçmek istemişti. Bunu gören kale bekçisi; ‘Hey in aşağı attan, bu padişah kalesidir, atla çıkılmaz!’ diye bağırmıştır. Murat iyi silah kullanırdı. Kayseri’den hareket ettiğinde arabada idi. Arabanın önünden olanca hızıyla geçen bir dağ keçisini görünce hemen bir at istemiş ve şaşırtıcı bir hızla keçiye yetişerek onu mızrakla öldürmüştü.
Duraklama devrinin sancılı savaşlarından birisi de Hotin savaşıdır. Kırım Tatarlarının da Lehistan’a saldırmaması sağlanmıştır. Gene Murat, Edirne’ye giderken, kendisini görebilmek için bir köprünün altına gizlenmiş olan 30 kadar Hintli derviş bulundukları yerden aniden çıkınca, padişahın atı ürkmüş ve yere düşmüştü. Öfkelenen sultan dervişlerin hepsinin başını kestirmişti.

XXXIV
Sultan İbrahim için deli derler ama o aslında ilginç biriydi. 25 yaşında padişah oldu.
I. Ahmet’in babadan oğula geçen veraset şeklini kaldırıp hanedandaki en büyüğün tahta geçmesi usulü, şehzadelerin kafeslere kapatılarak, bilisiz ve sayrı bir şekilde büyümelerine neden olduğundan, bunlara ola ki padişah olduklarında, genellikle saralı yada yarı deli olabiliyorlardı. Her an öldürülme korkusu yaşayan bu padişahlardan sonra Osmanlı hızla gerilemişti. İşte İbrahim böyle biriydi. Edirne’deki sarayında odunları beğenmediği için İstanbul’dan hamallarla odun getirtmek, saray ve köşkleri kürkle kaplatmak, balıklara altın serpmek gibi... Annesi Kösem Sultan sonunda onu öldürtmüştü.

XXXV
Celali isyanları öyle hal almıştı ki isyancılardan Gürcü Nebi ve Katırcıoğlu birleşerek İstanbul civarına kadar gelmiş ve padişah kuvvetlerini Üsküdar sırtlarında yenmişlerdi. Savaş başlamadan her eşkıya kellesi getirene bahşiş verileceği söylendiği için, hükümet kuvveti yeniçeriler eline geçirdikleri her başı sadrazamın önüne yuvarlayıp bahşiş alıyorlardı. Sonunda sadrazam, bir başın kendi adamlarından Kasım’ın olduğunu görünce: “Bre melunlar bu bizim Kasım’ın başıdır.” diyerek bahşiş işine son verdi.
IV. Mehmet zamanında ise devleti 7 yaşında olan padişah değil, Kösem Sultan yönetiyordu. Kösem Sultan günün birinde boğduruldu, ama bu kez Turhan Sultan yönetimi eline almıştı. Durum öyle kötüydü ki Venedikliler Çanakkale Boğazı’nı kapatmışlar, adaları almışlar neredeyse İstanbul’u kuşatacaklardı. Bu durum Köprülü Mehmet Paşa (1656) zamanına dek sürecektir.

XXXVI
Fazıl Ahmet Paşa, babasının ölümü ile sadrazam olmuş eli açık ve cesur bir sadrazamdı. Uyvar (Neuohesel) kalesini almış, Girit sorununu çözmüştü. Genç yaşta ölümü pek büyük bir üzüntüye neden olmuştur. Nemçe elçisiyle Vasvar muahedesini yaptığında elçi anlaşma 40 yıl sürsün deyince, 40 yıl barış içinde kalırsak biz kiminle savaşırız.” demişti. Bundan Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde de söz edilir. Evliya Çelebi’nin (1611-1682) ataları Kütahya’lıdır. Silahşör, hatta musikişinas ve şairdir. Ama mübalağalı nesirde en iyi o idi. Ben şunu ondan duydum: Girit seferinde katır ve atlarla ordunun eşyasını limandan taşıyanlara bizzat Giritliler (70.000 adet) eşeklerle taşıma işine talip olup orduya da yardım etmiş olunca Hanya kalesinde kuşatılmış bulunan düşman generali: ‘Yazık eşeklerin böyle işe yarayacağını bilseydim Türkler gelmeden hepsini zehirlerdim “ demiştir. Girit’e sefer açılmasının nedeni, hacca giden Darussaade ağası Sümbül Ağa’nın, Mısır’a doğru yola çıktığında, Rodos adası açıklarında Malta korsanları tarafından hareminin ve adamlarının kaçırılıp ağanında öldürülmesi idi. Girit’de Kandiye kalesi de iki önemli kaleden biri olup en sonunda Venediklilerden alınmış idi. Cehrin kalesi ilk kuşatıldığında ordunun başında Şeytan İbrahim Paşa vardı. Zaman IV. Mehmet zamanıydı ama ‘Şeytan’ çok sarp olan bu kaleyi alamamış, Ukrayna’daki kaleyi Merzifonlu Kara Mustafa Paşa almıştır.

XXXVII
Fazıl Mustafa Paşa, Köprülü Mehmet Paşa’nın küçük oğludur. Niş komutanına: Siz ki Niş kasabasında barınmak maksadıyla karar eden kale hakimi Fetrani general ile Nemçe ve Macar tayfasısınız. Bildirilir ki halen İslam askerleri gelip etrafınızı kuşatmışlardır, diye mektup yazmıştı. Bu mektup Kabakulak Macar Ahmet Ağa ile Niş kalesi komutanına götürüldüyse de yanıt ilginçtir. “İçimizde okur yazar yoktur, onun için mektuba cevap veremiyoruz. Fakat bizim konuğumuzsunuz, isterseniz gelin ziyafetimize buyurun.” Fazıl Mustafa Paşa 1691’de Salankamen’de (Avusturya) hücum sırasında alnına isabet eden kurşunla şehit olmuştur

XXXVIII
Sonuç olarak; tarih yok etme arzusu mudur. Öldürme ve yok etme arzusundan arınmış bir cihan için, başka ve iyi bir tanrıyı mı beklemeliyiz. Bu nedenle tarih şuradakiler gibi anlamsızdır.
Bir zamanlar imge avcıları diye bir tarikat varmış, bunlar sözün en gümüş olanını toplar, gereksinenlere bir ziynet eşyası gibi satarmış. Ama her iyi şey gibi bu tarikatın ömrü de kısa sürmüş, sözün değil yılanı deliğinden çıkarması, en olası şeyi bile yola getirip ortaya çıkaramadığını savlayan kimi zındık ve münafıklar, sözden başka hiç bir şeyi olmayan, söz kümeciliği yapan ve sonunda sözsüz olana ulaşmayı çabalayan bu tarikatın sırça köşkünü yerle bir etmişler. Çünkü köşkleri yalnızca ağızlarından çıkan, altınsı, gümüşsü güzel sözlermiş. Diyesim, sözü ağızlarından alıp, soluğunu durdurmuşlar bu tarikatın. Oysa sözün bittiği yerde kavga başlar, kavganın olduğu yerde kan, kanın olduğu yerde de can artık bulunmaz olur O imge tacirlerinin, us dışı geçmişten geleceğe topladıkları imge yığınlarından bir demet sunuyorum. İyisiyle, kötüsüyle sizin hatırınıza, onların parça parça edilmiş elyazmalarından derledim.

Yunan dini, korunun aç kuşları, Azak kalesi, demir totemlerin tınısı, Eltanin taşı (2,5 milyon yıl önce düşmüş) , tortul karaotlar (deniz dibi örnekleri) Granadalı mağripliler, Yahudi dönmeler, İtalikler, buğulu kibirler (kibir sahipleri), Ulah beyleri, kör doğa, Bir Persli’nin gözüyle, Konstantin’in fethi adlı bir elyazmadan söz eden Bitinyalı, ocakta öyle heykelleri yaktım ki, çıplak kadınlar kireç olunca bile hala bana güler dururlardı. Oryantalist Kuatremere’nin dediğine göre, Saadete Ermişlerin Bahçesi, Gülzarı Hasaneyn ve Kumru gibi kitapları okurdu, cümle erenlerin ruhu için barekallah, Avlonyalı Kadın Tüccarları, pelerinli kızlar, parakete ağlar, Aylandız ağacı, Harappa’da bulduğum çömlek, Dali’nin karyatid kadın heykeli, Amalfili tüccarlar, Halep, Hama, Ugarit, Ebla, Palmira, Petra ve Han Zeman, cehennemde bebeklerine süt vermeyen kadınlar göğüsleriyle tepeler kazıyorlardı. Adriyatik tuzu, Dalmaçya ağacı, Balkan esirleri, İskit buğdayı, İyon şarabı, Propontis (Marmara denizi) Baltık amberi, Kıbrıs kınası, Girit boğası, Vizandovina, Aleksandra, Makedonia, Nearoma, Tsargorad, Stanpoli, 1594’te Mustafa bin Vali’nin 3. Murat için Siyar-ı Nabi’den kopya ettiği minyatür, batıl softalık, safsata, Kiel kanalı, Fransız klasisizminden ve ziyacılardan başlayarak Schiller ve Goethe’nin Aydınlanma estetiğine, daha sonra ise Byron’un ve Fransız romantiklerinin şiir sanatından Alman idealist felsefesinin estetik kavramlarına kadar, çarmıha gerilen orman (dülger balığı), taşa tutulan su, kavaklar arasında uçan melekler, ormanın ağaçları arasında uyurken meleklerin içtiği su. Bir melek dönenir durur iki kavak arasında dalar uykuya, tam uçmaktayken. Medine’ye, Yezit’in saldırması Hurre savaşı diye bilinir. Hz Hüseyin’i öyle bir ok yağmuruna tuttular ki atılan oklardan güneş görünmez oldu, deve semerine benzetilmiş taşlar, batıda Janissary denilen yeniçeri müziği, 1884 tarihli Hanri Gibert haritasındaki İskefsir ilçesi, saray imrahoru, vaktaki kafile Mısır’dan ayrıldı, beriden babaları şöyle dedi, doğrusu bana bunak demezseniz, ben Yusuf’un İrani kokusunu hissediyorum, gelecek olan Mesih’in adı Melkisedek’tir. Odyris kralı Kersebleptes’in deniz kabuklarından elde edilmiş erguvan renkli elbiseleri ile gömüldüğü, bir tacının meşe dalı şeklinde saf altından, diğerinin sarmaşık dalları şeklinde bakır üzerine altın kaplama olduğu, bu yıldızlar belki de bir zamanlar akan göksel bir akarsudan kalan taşlardır. "Testiculos haber et bene pendentes” “Her şeyi yerli yerinde” Namib’in kükürt incileri, siyah ışık ve sönmeyen ateş. Arzunun karanlık nesnesi, Himalayaların gölgesinde kaybolacak. Casares’ten etkilenen Borges, fes, “kayıp kuzu kâbusta bulundu, köyün başında, deniz kıyısındaki dönen Mevlana heykelinin orada, Hani ‘kim’lik sorunsalını umursamayıp herkesi taşra adaya çağıran ve mekanik çatırtılarla dönen Mevlana heykelinin dibinde. Karşıdaki çıplak adaya doğru denize atlıyordu.” 1822 baharında Beserabya’da bulunan genelkurmay subayları olan Zubov kardeşlerin ikisiyle aynı anda giriştiği düelloda son derece sakin bir biçimde ‘Atış’ öyküsünde çizdiği Kont gibi çiçek! Yemektedir. 1492’den 1492 yıl sonra başka bir dünya bulunacak. Satsumalı saray imrahoru, puduheba, kılıçbalıkları periskobik olarak görünmeyen cinsel organlarıyla suda çırpınarak sevişiyor. Denizde yüzen istiridyeler neden kumlara üçgen çizerler aşık olduklarından mı, kumlara üçgen çizen istiridyeler, Suriye’ye sinen Bizans ve İran saray politikası ve gösterişinin esiri, Allah’a hamd ve sena, Hz Muhammet’e meleklere ve nebilere salattan sonra ipeklilere bürünmüş ve çalgı çalmaktan hoşlanan bir meczubu halef atamıştı diyordu, Ziyad’ı kardeş saymış ve Hucr b. Adi’yi ölüme mahkum etmişti, gözleri dönmüş azgınlar, sana değil, Ebu Turap (toprağın babası) peygamberin Hz.Ali’ye verdiği ad, yaptığın küfürler ve IV. Murat bir gün Çırağan'a doğru gidiyormuş, önüne öküz arabasıyla yolu kapatan bir köylü çıkmış, padişah kızmış ve o anda sadağından çıkardığı oku yayına takıp köylüye atmış, Bostancıbaşı’na git demiş başını gövdesinden ayır, Bostancıbaşı köylünün yanına giderek geri geldiğinde ‘öldüğünü‘ söyleyip köylünün canını ancak kurtarmış. Bu olay Tsargorad yani Nearoma’da geçmiştir. Hasılı o öbürüne demiş, öbürü yanındakine, yanındaki, berikine, beriki ona derken laf gelmiş beni bulmuş. Ne ki ben de size anlatıyorum. Niçin mi, niçin dediniz ama?..

1
2
3
4
6
4
2
2
2
3
7
9
5
5
8
1
8
1
0
0
0
0.

Her yazılan da bir albeni bulunsaydı?..




*




KUŞ

Mançurya ana yurdumdur. Kır insanları bize dikencik derler. Latin Amerika’dan soydaşımız sayılabilecek kolibriden sonra, en küçük kuş neredeyse biz sayılırız. Eski dünyanın hemen her yerinde yaşarız, tohum, böcek, yaprak ucu ve dikenle besleniriz. Carduelis carduelis olan ornitolojik adımız, avcı kızlar dilinde ökse kuşu, serinofil meraklılarınca saka kuşudur. İspinozgiller familyasındanız. Öykümü merak edip okuyan olur mu dersiniz!.. Asya’dan gidenin okuru Fizan’dan gelir mi dersiniz!.. Ama ne olursa olsun, öyküm mezar taşım olacaktır. Ağlamanızı, üzülmenizi, akineton yutmuş gibi düşünmenizi istemem, neşede vermem. İsteyen ağlasın, isteyen gülsün, isteyen ‘gülmek ağlamak bitti çocuğum’ desin.

Öyküm başlıyor; bizler, uzakta Çin setdinde (uzaydan bile görünen boğumlu yaratık!..) Sibirya’ya komşu, karasal iklimin sürdüğü yerlerde, çalılıklarda yaşayan, dallara, oyuklara yuvalayan, tayga ve tundraları dolaşan, ön Asya’ya dikey, Borneo’ya yatay ve Pasifik kıyılarına düşey bölgelerde uçuşan, minicik, renk çılgını soylu kuşlardık.
Bin yıllardır da başımıza gelen acı tatlı olaylarla içiçe mutlu yaşamıştık. Ta ki bir grup kuşun (Simurg) geçmişimizden hareketle köklü bir değişime ve dünyamızı keşfetmeye karar verene kadar, atalarımız yazgımızı ana yurtta beklememizin doğru olacağını söylemelerine karşın, işte biz otuz kuş, bir lonca üyesiymişçesine kararımızı değiştirmeyerek, serüven ve gezegeni keşfetme duygusunu yenemeyip, Magellan gibi yılan yılının öküz ayı sonunda yola çıktık.

Otuz kuş günde otuz kilometre gidiyorduk. Sınırı aşıp Asya içlerine doğru uçarak Moğolistan’a girdiğimizde, soyumuzun o güne dek görmediği başka ve yeni ülkeler ve değişik ülkülerle karşılaşacağımızı, bizi el değmedik kara parçalarında nice zorlukların beklediğini hemen anladık. Moğolistan dağlık ve karayar, yoksul ve ıssızdı. Karakurum dağları ve çöl dedikleri Gobi yörelerinden az yukarı, görece ağaçlık ve sulak yolları izleyerek gene de kıraç, kuşun kurdun olmadığı bir bölgede konaklayarak, taygalara kuş bakışı, çoğun Turk dedikleri insan topluluklarını göre izleye, Pers ellerine, oradan Hazar derler Barış denizinin kıyılarına kadar ulaştık, donmuş ırmaklar, mamut ölüleri, taştan kümbetler, kovuktan evler, kızılca bir yoksulluk, kurdu kuşu bile bezdiren ve hepimizi kederlendiren hırpanilik arasında vardık Hazar’a...
Ne var ki otuz serüvencinin sekizi daha Moğolistan’dan çıkmadan ölmüştü. Nedeni uçmak ve dünyayı keşfetmek tutkusunun o denli kolay olmayacağının bir kanıtıydı sanki. En yaşlımız olan ki erkekti, kızıl burun derdik ona, daha havadayken, dur duraksız uçmanın verdiği heyecana dayanamayarak yerden yetmiş kulaç havada yüreği birden durunca, çaput gibi düşmeye başladı, süzülerek bizde indik, ağaçlara çarpa çurpa düşen kızıl burun, elveda bile demeden, gölgelerin gizlendiği, döne kıvrıla akan bir ırmağın içinde yitip gitti. İlk kurbanımızı vermiştik, yirmidokuz kuş kalmıştı geriye, onun ansızın ve hoyrat düşlerimizden kaynaklanan ölümü, bizleri etkilediyse de, gagası en sivri ve delici, altın ok sanlı önderimiz kısa bir konuşmadan sonra umutla yola düşmemizi sağladı. İkinci kurbanımız bir dişi kuştu, yükseklerde ani bir rüzgara kapılınca, -ardından bir hava boşluğuna girdik- yumurtası da olduğu için kendini çekemedi ve hızla bir iğde ağacının dallarına konarken -yere inmek bir kuş için onur kırıcıdır- dengesini kaybetti ve göğsüne saplanan çöğürle, dallarda toyrak gibi asıldı kaldı. Ağlayarak, ölüm sonsuzluktur şarkısını sunduk ona, oda bizleri son bir bakışla selamladı ve kapanan gözleri bir daha açılmadı. yirmisekiz kuş kaldık. Ölen üçüncümüzün adıysa yıldız severdi, gece bile uçmaya heveslenen deli dolu biriydi. Moğolistan çıkışında bir çobanın yüksek yaylalardan oyun olsun diye savurduğu taş yıldız severi buldu ve daha havadayken can verdi, öyle ki çoban, şaşkınlıktan yanına düşen ve nereden geldiğini asla bilemeyeceği bu sakanın yanına koşmadı bile, yine de bir tören yapamadık, bilirsiniz, insanın olduğu yerde kuş yoktur... dördüncü ve beşinci saka yorgunluktan Baykal gölü civarında ölmüştü. Son üç kuşumuz ise Kazakistan yollarında havanın aşırı kirlenmesinden zehir soluyup can çekişerek ölmüşler, törenlerle gömülmüşlerdir.


Düşün gerçekleştiğini sanıyorduk, büyük Hazar’a gelmiş otuz kuş, otuz günlük mola ve konaklamayı tasarlar olmuştuk. Günlerce dinlenecek her türlü bakım, onarım ve sağlık taramasından sonra yine havalanacaktık. Buna karşın iki kuşumuz daha öldü, uçuşu bırakınca bünyeleri ani düşüşü kaldıramadı sanıyoruz. Ama diğer ölen arkadaşlara göre bahtları açıktı, çünkü güzel bir tören ve yürek yakan kuş ağıtlarıyla defnettik onları. (Hazar’daki mola yerimiz gariptir Sakalar ülkesiydi, Asya İskitleri olan bu ulus bizimle aynı adı taşıyor; Kırım İskitleri de Amazonlardır biliyorsunuz. İskit, iskete, Sakalar, saka benzeşmeleri bize de tuhaf geldi doğrusu).
Ve havalandık, sanını bildiğimiz Altınordu topraklarından, Kırım içlerine, kuzeyden Karadeniz’i izleyerek Sivastopol’a, oradan Odessa’ya -dünyamızın, serüvenci Odysseus’u ile ad benzerliği taşıdığı için sevinçle gezip, dolaştık- ve Azak denizini dönerek gene Karadeniz’i izleyip batıya doğru uçuyorduk ki arkadaşlar, masallarda adı geçen binbir gece kenti; şehr-i yar İstanbul’a uğrayıp konakladıktan sonra geri dönmemizi ve masalsı yolculuğu böylece bitirmemizi karar aldılar.

Bu arada on kuş kaldığımızı söylemeliyim, hepsi benzer nedenlerle öldüler, en çok, Köstence ormanlarında, güz yaprakları içinde ‘unuttuğumuz’ kütkanata acıdık, iyi uçamazdı ama buraya dek gelmeyi başararak hepimizi şaşırtmış ve kötü yazgısı onu bu ormanlarda bulmuştu, öperek vedalaştık, bu denli dayanmasaydı yolculuk belki de sürmeyecekti. Varna üzerinden, Selimiye minarelerine, oradan Ayestefanos nam Yeşilköy kırlarına geldiğimizde beş kuş kalmıştık, artık Çin’e dönüp dönemeyeceğimizi bilmiyorduk ama ölebileceğimizi düşünsek de en büyük acıları burada yaşadık, çünkü birimiz bile dönseydi, bu macera, ekinimizin armoni kitaplarında yer alacak ve sonsuza dek kalacaktı ki, çok üzgünüz. İşte bu Yeşilköy kırlarında, demir kuşların indiği bir kırlık alan varmış, o civarda konaklayıp otluyor ve masalsı kentin üzerinden uçarak yine Karadeniz boyunca Çin’e dönmeyi düşlüyorduk ki acı ve tuhaf bir şey geldi başımıza, bir ökse kurulmuş ve sağ kalan beşimizde yakalanmıştık, inanın üçümüz orada didişirken öldü, ötüşe ötüşe ağladık, ama birimiz yaban elinin diğer sakalarıyla kaçıp kurtulmayı başardı, kim bilir nerelerdedir, bu nasıl yazgıydı ki her şeyi başarmışken tutsak düşmüş ve kahredici belirsizliğin pençesinde yanıp kavrulur olmuştuk, işte, bir başka sakada bu korkuyla öldü, belki de ölmek istedi bilemiyoruz, sonunda kıvırcık saçlı esmer bir adam geldi ve benimle birlikte kalanları ki biri yavru hepsi erkektiler, bir sepete doldurup, alnında Kazlıçeşme tren istasyonu yazılı bir yere getirerek öylesi bir adama sattığına tanık olduk, adamda ona köşeleri olan iki-üç kağıt parçası verdi ve bizi eve götürerek küçücük bir kafese koydu, hepimiz ağlıyorduk, sonra bunun hiç bir işe yaramayacağını anlayınca ne yapmamız gerektiğini düşünür olduk, onurlu tüy adını verdiğimiz genç kardeşimiz tutsaklığa dayanamadı, ilk günden kanatları düşmeye, kendini tüketip bitirmeye başladı ve yedi gün sonra öldü, bir diğerine ürememiz gerektiğini, kafeste de olsa çocuklarımızın olması gerektiğini söyledimse de bir türlü kabul ettiremedim, yaşlıca olanımız onaltıncı gün ayrılıyoruz diyen bakışlarla, bilinmez-görünmez bir dünyaya, sonsuz ve anlamsız yalnızlığa çekip gitti.
Kahroluyordum ama yaşam sevincini asla yitirmemem gerektiğini bildiğim için dayanıyordum, zamanla son ikimizi kafesten salmaya başladılar, erkek döşeme tahtalarının arasındaki boşluktan -durumu sezen ev sahibince yakalanacağı anda- karanlığa uçtu ve belli ki yolunu şaşırarak, yalnız benim duyduğum kısık seslerle öte öte ölüp gitti. Zorunlu olarak kafese giriyor ve artık tek başıma yaşayıp, giderek sağlığımı yitiriyordum ki (otuzüç gün dayanabildim), işte bu maceradan ötürü sizlere son olarak söylemek istediğim, ne yazık ki tutsaklıkla geçen günlerde, özlem dolu bir elveda şarkısının serzenişidir ki (rüyalarda kavuşup, ahrette buluşuruz diyenler için) oda şu:

‘Öldük, ölümden bir şeyler umarak
Bir büyük boşlukta bozuldu büyü.
Nasıl hatırlamazsın o türküyü,
Gök parçası, daldemeti, kuş tüyü
Alıştığımız bir şeydi yaşamak.’ (1)

Kısacık ömrümde yalnız günlerimin güncesini tutmayı da unutmadım, benim kadar beni kafese koyanları, kardeşlerimi ve ‘ötekileri de’ ilgilendirebilecek bir günce, ölmüş bir kuşun anı defteri... Ne yapayım, yaşayanlar ve yapayalnız ölenlerin yüzü suyu hürmetine ‘şan olsun’ diye sunuyorum,
1. Gün
Yaşamımda ilk kez kardeşlerimden arkadaşlarımdan, atalarımdan uzak bir gün geçirdim. Salt yalnızlık. Düşüncelerim tuhaflaşıyor. Dişi bir kuş olarak çiftleşip yavru büyütemeyecek olmama üzülüyorsam da bu iyi, çünkü ben genleri bozulmuş bir kuşum, kemik sistemime, kalbime arazlar kazandıracak olan bu yalnızlığımın sonradan bir birlikteliğe dönüşmeyecek olmasını umarım. Evin reisi, anladığım kadarıyla kuş almaktan söz ediyor. Çocuklar, ‘ölüyor’ alma diye çığlık atıyor, anneleri evi pislediğin yetmiyor ‘al’ diye ironiyle bağırıyor. Bütün gece uyumadım.

2.Gün
Sabah... Bizim sabahımıza onlar kuşluk vakti diyorlar, ne garip. Ötmeyi düşündüm, sesim çok yavaş ve kısık çıktı, yinede çocuklarla benim bulunduğum salonda yatan anne tek gözüyle bana baktı, sonra gözünü kapatıp gene uyudu. Hepsi işe ya da okula gidiyorlar. Bütün gün evde yalnızım. Yem benim için, su benim için, ama yiyen yok, içen yok, ne çare. Yaşama karşı ilgisizim.

3.Gün
Bunlar bağrışarak konuşuyorlar, ötüşlerinin hiçbir ayarı yok, her seferinde bambaşka bir ses çıkarıyorlar. Ahmet gel, gel Ahmet, gelme Ahmet, istersen gel Ahmet gibi, bu ötüşün melodisi, çaprazlama yineleniyor, bu yüzden sanırım anlaşamıyorlar, ötüşleri aptalca ve bitimsiz diyafonilere dönüşüyor, neden bilmem, bu durum onları vahşileştirebilir diye düşünüyorum.

4. Gün
Açlığa dayanamayıp bir kaç kez yem yedim, hep aynı yem, bıktım, aynı yemden bıkıyorum, bunlar bizi öldürmek istiyorlar. Bu yemekle bir kaç ay yaşarım ben, gıda zehirlenmesi olur. Çocuklardan biri, büyük olan, yeşil bir yaprak sokuyor kafese ama tanımadığım bir bitkiyi yemem olanaksız. Yaprağa kayıtsız kalışıma şaşıyor ve habire çırptırarak dikkatimi çekmeye çalışıyor. Niçin ilgi duyamayacağımı nereden bilsin ki, eliyle suyumu devirdi, akşamları, o en irileri bana bakarken, ‘baba!’ diye ses çıkarıyorlar. Oda çok ukala, tanrı gibi, onsuz bir şey yapmak çok güç. Ama bir de tanrıçaları var.

5.Gün
Hepsi yuvalarını terk etti, sessiz, karanlık bir gün, daha da karanlık yaparak güne bakan yerdeki örtüyü çekerek gittiler. Mançurya’yı, anayurdumu, özgürce uçtuğum günleri, ölen arkadaşlarımı, kafesteki yaşamımı ve başıma gelen bütün çelişkileri düşünüp saatlerce ağladım. Böyle mi olacaktı. Yüreğim burkuluyor. Çok sürmez, bir gün öleceğim.

6.Gün
Evde bir kertenkele geziyor, yeşil, küçücük, kafesin çubuklarına tutunarak bana kadar geldi, kafeste olmasam neyse, bende ürkerek bir gaga çaktım, yere düşüp kaçtı, bu sessizlikte kimsenin olmadığını sandığı için şaşırdı kerata, onunla dost olmak isterdim ama bu dünyada en kötü ve de en anlaşılmaz şey o ki, kimse kimsenin dilinden anlamak istemiyor.

7. Gün
Gece karafatmaların çıtırtılarından başka ses yok, suyum yaz gününde buharlaşıyor. Üç gün daha gelmezlerse susuzluktan ölebilirim, pek hareket etmeyerek susuzluğumu önlemeye çalışıyorum, az içiyorum. Acı çekerek ölmek en kötüsü, can çekişerek. Uyurken ölebilsem keşke. Bizim kırık kanat uyurken ölmüştü Çin’de. Şaşırmıştık ama şimdi anlıyorum ki ölümün en iyisi o. Ne diyeyim, bekle beni canım kardeşim, nasıl olsa bende geleceğim.

8.Gün
Yalnız ‘baba!’ geldi, yanında ilk kez gördüğüm bir kadın var, ağızlarıyla saatlerce birbirlerini ısırdılar, bazı açılardan bize benzediklerini düşünüyorum, biz de ısırırız. Görme yeteneğim zayıfladı, hareketlerini seçemiyorum. Yorgunum, yem ve su yok ama adamın beni gördüğü de yok, umurunda bile değilim.

9.Gün
Hayal meyal dışarda uçan kuşları görüyorum. Allah kahretsin, şu kısacık yaşamımda nereden nereye geldim. Baba! bir kitaba bakarak mırıldanıyor, seslerin biçimi şu...

(Bir Küçük Burjuvanın Süperakademikrealistik Şiiri)
‘Genç kadınları kültürümüzle etkiledikten sonra, Vesta kızlarına ve utangaç rahibelere saldırdıktan sonra, leylakları yaktırdıktan, bulutları gömdükten, tapınakları ateşe verdikten sonra, kutsal inekleri boğazladıktan, tanrıları öldürdükten sonra, güle ve İsveç kralı Gustave’a sövüp saydıktan sonra, müzeleri havaya uçurduktan, mezarlıklarda dans ettikten sonra, ün peşinde koşmaktan ve o kadınla yattığımızı düşledikten sonra, piramitleri yıkmak için sabah karanlığı toplantılar yaptıktan sonra, elimize ne geçti? Akademide bir koltuk. Birde çek defteri.’ (2)
Kendileri söz konusu olunca adalete çok düşkün oluyor bunlar ama kuş ahalisinin de böyle şeyleri düşünebileceğini düşündükleri yok...
10.Gün
Su ve yem koydular ikisinden de tiksiniyorum. Aynı su aynı yem. Dışarıda değişik sular, değişik tatlar, değişik tahılların, filizlenmiş yaprakların arasında yuttuğum minicik kumlar, taşlar, topraklar harika bir ziyafet. Sonra gülüşüp oynaşma saati, daldan dala uçmalar, alt alta, üst üste, birden havalanıp, aynı dala konmalar, bu ağaçtan o ağaca kaçıp kovalamacalar, bir saklanıp bir çıkmalar. Ötüşle yerimi belli ettiğim sevdiğimin çık ortaya çığlıkları, yalvarışları, sonra tamda yanı başına konmalar. Sevmeler, sevilmeler, ötüşüp, gülüşmeler... Tanrı, insanı bize düşman yaratmış. Ne olursa olsun yakalıyorlar, küçüğü, büyüğü, hepsi peşimizde, bir kafeste besleyip, hoşnutluk yarattığını sanan bu aletçi maymunlar, diğer canlılara karşı kör; dehşetli bir yok etme güdüsü içinde, baba! nın küçüklere anlattığına göre geçmişte de hep yok etme duyusuyla kavga edip, anlaşmazlık çıkarmış, yer egemeni, yaşam düşmanı bu tepegözler. Tanrının işine bak ki en akıllı = en deli oluyor bu durumda. Bu dünyanın dengesi hiç olmamış demek ki, yaşamaktan bu denli soğuyacağımı ve böyle şeyler düşünmek zorunda kalacağımı bilseydim, uzaklaşır mıydım Çin’den, ayrılır mıydım Mançurya’dan. Oldu bir kere, yapayalnız öleceğim bu kafeste, kafesleri kendi evlerine benzeterek hayvan sever oluyoruz sanan, nebi Nuh artıkları bunlar, ne söyleyeyim...
11.Gün
Evde kalabalık var, küçüğün yaş günüymüş, çubuklu, ucunda ateş yanan bir şey tüttürmeye başladı hepsi, neredeyse boğulacağım, çaresiz bin bir güçlükle de olsa ötüşüyor ve kafesteki bir çubuktan diğerine atlayıp, tellere tutunarak başımı çıkarıp kaçmak istiyorum. Öleceğim... Baba! Öyle sevinçli ki, (bakın bakın) kuş ta neşelendi, ona da bir yaş günü yapalım dercesine kahkahalar atıyor, çırpınışlarımı, kaçmak için soluksuz kalışımı ve ötüşümü benim canlanıp iyileşmeme yoruyor mongol! Oysa neredeyse öleceğim, yaşamımda bu denli cehennem duygusunu ilk kez yaşıyorum, yavaşça ölüyorum, onlar korkunç bir gürültü ve çığırış içinde hoplayıp zıplıyorlar, neyse ki benim yorgunluk ve bitkinlikten uyuklayıp ölümü beklediğim bir saatte onlarda uyuştular, çoğu terk etti salonu, sonra mırıltılar duydum, sonra onlarda kesildi, bakalım sabaha çıkacak mıyım.
12.Gün
Belki yanlış görmüş olabilirim, pencerenin önünden bizden biri uçup gitti ve son anda bana doğru baktığını sanıyorum. Gördü mü?.. Bir daha dönüp geçmediğine göre görmedi oysa bir görebilseydi, burada ölümü beklerken, her şeyden ve kendimden uzakta yaşarken, dostlarımı, arkadaşlarımı, geçmiş göçmüş yaşamımı özlerken bir sevince olurdu bana. Ama boşuna, artık düşüncelerimde düzensiz, afyon yutmuş kukumav gibiyim, görüyorum, duyuyorum, biliyorum? Ama anlayamıyorum, anlamakta istemiyorum, neden bilmem, utana sıkıla, bu günce, benden sonrakilere ders olsun demek geçiyor içimden...


13 Gün
Beni balkona astılar, bir sürü başka kuşla, ortak dillerde ağlaştık Keşke bir muhabbet kuşunun, bir papağanın, bir kanaryanın ve sanıyorum iri göçmen bir kuşun -belki de kekliktir- dillerine yaşam biçimlerine daha bir meraklansaydım, anlamaya çabalasaydım. Ağlamalarımızdan, hıçkırıklarımızdan biliyorum, dünya canlıları hep benzer biçimde gülüp ağlarlar, aynı sesler, aynı biçemler, seslerimiz bir koroya benzeyip, tınısı dağılarak akortsuz haykırışlara dönüşüyor. Ama kafes sahipleri bundan o kadar memnun oluyorlar ki anlatamam, kafese yaklaşıp mutlulukla sırıtıyorlar. Kendileri ağlayınca pek öyle davranmıyorlar, sadist demek geliyor içimden, ama ötüşüm boşlukta dağılıp gidiyor.

14.Gün
Bu balkona çıkarmalar ağlama ve inlemeye dönüşse de gurbet havalarının dinlenişi gibi yinede bir teselli benim için. Kafeste yitirdiğim arkadaşlarımı düşündükçe, ağlayışlar ağıtlara dönüşüyor, hepimiz için sonu belli bir yolculuğa düzülen, yakıcı ölüm şarkıları, en ufak bir umarın olmadığı ayrılık baladları, kuşların tanrısı bize bunu ne diye uygun görüyor bilemem, geçen gün imayla, ölümün yaklaştığını, bu tutsaklıktaki son günlerini de bitirmek üzere olduğunu haykıran bir kuş şöyle bağırdı: Kuşların tanrısı yok, olsaydı bu rezillikleri yaşamazdık, bütün bunların hiç bir anlamı yok, komitrajik, ahmakça bir uygulayım; kederin serenadı olur mu diyerek, kahrolsun yaşam aralığıyla uzun uzun çığlıklar attı, ama kafesteyseniz, tininiz, dininiz, gülüşünüz, ağlayışınız, çifter çifter kanatlarınız ve tüm dünyanız bir kafesten başka bir şey değil ne yazık ki... Oysa Mançurya’daki kırlarda, güneş doğalı beri ne böyle bir ses, ne böyle bir ötüş, ne böyle bir serzeniş duymuşluğumuz vardır.
O gün çok ağladım, ölümü istiyorum. Kafesin demirlerine hırsla saldırıyor, kendimi paralıyorum, başımı aralıklardan çıkararak, kendimi salıyorum, düşüyorum, çatlayıncaya kadar yem yiyorum, su içiyorum ölmek için, olmadı, açlıktan kıvranıyorum, günlerce su içmiyorum, ama ölemiyorum. Gene balkon, gene yas tutmalar, ağıtlar... Ölüme yalvaranlarız biz.

15. Gün
Kafesi bakıma aldılar, çocuğun eline verdiler beni, çocuk benden korkuyor, ben çocuktan, ben çırpındıkça çocuk dehşetle sıkıyor beni, korkuyorum bir an ölsem iyi ama, olmuyor ki. Yüreğim korkunç bir hızla atıyor, yabancı bir ortamda, kemikten canlı bir pergelin avucunda yazgıyı beklemek, gene de böyle bir ölüm yüz kızartıcı diye düşünüyor ve birden fırlıyorum, beni yakalamak için seferber oluyorlar, dakikalarca süren bir kovalamaca, özgürlüğe gidecek küçük bir delik, temiz havayla dolu bir koridor, mavi göklere ulaşacak bir boşluk yok mu bu dünyada, umarsızca, aldatıcı bir açıklıkla duran pencerelere saldırıyorum, ama görünmeyen bir saydamlık, acı aldanışın pervasız tuzakları, tanrıca bir engel gibi suratıma çarpıyorlar, belki şurası açıktır, belki şurası, belki, belki?.. Bu kahredici özgürlük savaşı baba! nın sert ve erdemli ellerinde son buluyor, adam hem tepeme vuruyor demir parmaklarıyla, hem de kanatlarımı sevip sıvazlıyor, elini ördek ayağı gibide perde yaparak. Sanırım beni kuş beyinli diye aşağılıyor, bu tek yanlı bir soyutlama, keşke onunla tartışma olanağımız olsaydı, zaten soyutlamalarda sonsuz parçalanımlara dönüşüyor. Kuşları yakalıyor, gerekirse öldürüyor ve sırf bu nedenle kendini üstün sanıyor. Kuş gribine ne denli dayanıklısın desem afallayacak... Evrenimiz ilkel durumda, şu hale bakın, varoluş aşamasında olağanüstüydü bu evren, sanırım yok oluş aşamasında da olağanüstü olacak son bir kez, birbirini öldüren, uçak, bıçak ve kaçaklar, baksıyla, vajina kanıyla geleceğe bakanlar, kendi yazdıklarını okuyan, dokuyan canlılar, tüyler ürpertici sahneler, iki kişilik yaşam senkronları ve bitmez tükenmez, başıboş evinim ve devinimler, elde avuçta bulunan, biricik ve eşsiz gezegenin özü işte bu... Acaba evrende bu mu?.. Diyeceğim, sakın bu olmasın... Dünyaya, tanrıya, yaşama, insana, kuşlara ve hatta ölen arkadaşlarıma bile lanetler okuyarak kafesin içine düşüyorum. Sinir krizinin eşiğinde, açılmaz demir kapılar üstüme kapanıyor, bükülmez demir parmaklıkların içinden cehennemime bakıyorum.



16.Gün
Bana olan ilgilerini yitirdiler. Hiç olmazsa kendi alemimde, kendi düşlerim, karabasanlarım ve kendi iç dünyamla başbaşa, bu usdışı yenikliğimi bir utkuya, bir umuda dönüştürebilmek için ne yapabilirim diye düşünüyorum. Tümüyle ipeksi ağaç tüylerinden olağanüstü güzel bir yuvam var, ağzı yalnızca benim görebileceğim büyüklükte, küçük bir helezoniyle yatağıma ulaşıyorum, yavrularım bunu hemen duyumsamış olacaklar ki çığlık çığlığa ağızlarını açıyorlar, onları bir güzel doyuruyorum, hemen uykuya dalıyorlar, tatlı bir yorgunlukla bende uyukluyorum. Uyandığımda yuvanın dört bir yanında öten dört ayrı kuş görüyorum, tüyleri ne kadar yumuşak, renkleri ne kadar göz alıcı, mavi, kırmızı, sarı tüycükler, dikencik gibiler, ağacın bu en uç dalında, göklere, uzayıp giden kırlara, uzaktaki komşu dağlara o kadar güzel bir şarkıyla sesleniyorlar ki başka kuşlar kısa kısa ötüşüp uçuşarak, bu renkcil ve soylu baladı en güzel yerden izleyip dinleyebilmek için sanki yer arayışındalar, sonunda hepsi sus pus olup, sonsuz bir ağaçlıkta, bu sonsuz güzellikteki ses ve görünüm şöleniyle kendilerinden geçiyorlar. Onlar benim çocuklarım, bu ipek yumuşaklığındaki konseri çocuklarım veriyorlar, sonunda herkes beni onore ediyor, birbir kutluyorlar, onlara armağan olarak küçük bir gezi düzenliyorum, onları ilk kez gördükleri bir kaynağa götürüyorum, önce güzelim sudan doya doya içiyorlar, sonra suda çırpınışlar ve ıslak kanatlarıyla sürüp giden güneş banyosu, sonra gagalarıyla tüylenip, didiklenme saati ve hep birlikte süren oyunlar, en yukarıdaki ağacın, genç yeşil yapraklarında atılan yorgunluk, bol temiz hava, tatlı nağmelerle onları ninniliyorum, sevgi üzerinizde olsun benim tatlı çocuklarım, yaşamınız ince, uzun, taze, gümrah yeşil yaprakların içinde geçsin, bir güneş tacı, bir ay parçası gibi yapraklar döşeğiniz olsun, ağaçların tüylü minicik kovuklarında uyumak nasip olsun, ipek gibi salınan, beşik gibi yuvalar... Sabahın sesiyle, neşeyle fırlayın yataklarınızdan, yaşam o denli güzel, gökler o kadar mavi, ovalar o kadar bitek, dağlar o kadar soylu ki tanrı her şeyi bizim için yaratmış, yalnız siz uçar, yalnız siz koşar ve yalnız siz gezersiniz... Dilerim kıskanılmaz ama bizim gibisi yok. Göklere, güzelim ormanlara, gür, doru ağaçlara uçarak gelirsiniz, en çabuk, en büyülü olan siz. Salınan başaklara, su yürümüş gövdelere kısa ayaklarınız dans eder gibi yaklaşıp, bir sihirle, kutsal bir törenle, tohumları kucaklayıp bulan, bir yaratan gibi onları dönüştüren sizlersiniz... Suların içinde sulara şarkılar söyleyen, sonra birden uçarak, onun vadilerden akışına, taşların arasından, ağaçlıklar içinden yitip gidişine eşlik eden gene yalnızca sizlersiniz. Yaşamı kutsamak için tanrı sizleri yarattı, bu gezegeni esirgeyen, güzelleyen elçilersiniz, onu koruyan, ona hayranlığını sunan, kanatlı, kutsanmış, göksel meleklersiniz. Gerçek bir yalnızlık içindeyim.
17. Gün
Sanki günlerdir gözüm kapalı ve dünyadan ayrı kalmışım, bir ölüm uykusuna yatmışım gibi bedenim ağrıyor. Kanat çırpacak halim yok, yalnızca düşünüyorum. Binlerce sözcük, binlerce söz dizimi. Hiç bir işe yaramayacak çıkarsamalar, olgu parçalanımları, postülalar, tüme varıp, tümden gelimler. Kendi kendime kanıtlamaya çalıştığım sayısız teori, us yürütmeler ve bağlanımlar, alış verişler, bana bağışlananlar; benim elde edebildiklerim, ileri sürülenler, nice çıkarsamalar. Kime ne yararı olacak ki. Ama bu duruma düşmeden de böyle bir tasarım ve kurgu bağlanımları içinde olamayacağımı biliyorum.
Örneğin banyodan çıkınca çırılçıplak gördüğüm baba! Birden yavrularımın tüylenmeden önceki haline benziyor gibi geldi bana, bunların bir tür kuş olabileceğini düşünmedim değil. Benim Sarı Irmak kıyısındaki minik yavrumun biçimine nasılda benziyorlar, çıplak kalınca tüysüz kanatlar, tıpkı bunların kolları gibi, kolum kanadım kırık demeye benzer, serzenişlerde de bulunuyorlar zaten, tüysüz yavrumun ayakları üzerinde duruşu, tıpkı bunların ayakta dikilişi, kuyruk sokumları, göğüs kafesleri, kaburgaları, şiş karınları, ince boyunları, hep aynı görüntü, dehşete kapılıyor, ilk kez bir yakınlık duyuyorum, bu çağanoz seslilere, tüysüz kısa saçları, başları, aynı kuş başı gibi, içlerinde kartala, çaylağa benzeyen, atmacayı andıran, serçe gibi nahif olanları bile var, özellikle incecik, rengarenk giyimli olanları sanki bize öykünüyor. Bakışlarıyla baykuşa benzeyenler, şahine öykünenler, kumrulaşıp, sülünleşenler, ibibik gibi olanlar, tavus, papağan, turna gibi çalımlılar, kendisini ötleğene, kırlangıca, kerkeneze, ispinoza uyarlayan kuş sürüleri!.. Düşmanıma diş geçiremeyişim, tutsaklığımla uzlaşma arayışım, yazgımı kabullenişim mi beni bu duruma düşürdü bilemiyorum. Ama şuna inanıyorum ki ben kuşların elinde tutsak olan bir kuşum, bu kesin, kollarına telekler, kuyruk sokumlarına adı üstünde kuyruk takıp tüneseler, kuş olduklarına belki de ant verirler.
Ama bu denli birbirimizden uzak oluşumuz, bu denli birbirimizi anlayamayışımız ne kadar korkunç tanrım. Yüreğim öyle daralıp büzülüyor ki, ölüyorum sanki. Kendimi kurumuş, suyu çıkmış, tini yitmiş, anlamsız bir pösteki gibi hissediyorum. Bir zamanlar, kim bilir hangi canlının nesi idim, ama şimdi kendi anlamından milyonlarca fersah uzakta, bir eşya parçası, kozmikomik bir nesneyim. Ne olursa olsun; onlar ne kadar kuş, bizler ne kadar insan olursak olalım bu işte yaratıya uymaz bir yanlışlık, usa durgunluk veren bir hata, ele avuca sığmaz bir pespayelik, peçellik, paspallık var. Artık hepimizin bir mahvoluşa, garip, hüzün veren bir yazgıyla, kaotik bir yok oluşa, sonsuz bir ölüme doğru gittiğimize inanıyorum. Yukarıdan bir ayin eşliğinde tüm canlılar, acılarla, ağlayışlarla elele tutuşup bir çember oluşturarak, ağıtlar, yürek burkan yakarılar, yaslarla bize doğru geliyorlar, onların bir mezmur gibi, müzmin ve mahzun mırıltılarla dolu ağlayışlarını duyuyorum. Aşağıya, bize doğru, ilk yaratılıştan sonsuza dek sürecek bir kederli ninninin pişmanlığıyla, hüzün dolu iniyorlar, umarsız, acılı yüzlerle. Onlar indiklerinde, biz ölmüş olacağız, onun için ağlıyorlar. Bizler onları asla göremeyeceğiz, onlar bizleri asla bilemeyecek onun için ağlıyoruz. Labirentler içinde ‘Bir Anlık İyilik’ adını verdiğimiz, tuhaf, gerilim dolu kaçışlarla, ölümcül, insan ve kuş, kuş ve insan, sonsuz yok oluşa doğru, inanılmaz bir güven, katı, usdışı bir beğence, can alıcıyı bile ürperten bir korku, bir coşku içinde birbirimizi kovalıyor, ölüp öldürüyor ve ağlamaktan kurumuş, ışığa tutsak olmuş gözlerle, koşup kaçışıyoruz. Kuş muyuz, insan mıyız belli değil, belki de kuş gibi insanların yaşadığı bir yörede, insan gibi kuşlarızdır! Kim bilir...

18. Gün
Artık kendimi bıraktım, ne ölmek, ne yaşamak istiyorum, ne isem oyum. Şu anda yaşıyorum, öyleyse yaşıyor olmam gerekir. Bunun gereklerini yerine getirebilirim. Bir gün öleceğim, o zamanda ölmüş olmam gerekir. Ölmüş olmanın gerekleri ne olabilir bilemiyorum. Ama öldüğümde düşünce olarak değilse bile, hücrelerim, dokularım, ayrışan moleküllerim ve dağılan atomlarımın düşünceden de öte ölümün gereğini yapacaklarını biliyorum. Öyleyse ‘patrıa o muerte venceremos’ gibi şeyler, diyemeyeceğim ama ölüm gelirse gene de gelmiş olsun, yaşamım için, gelirken bir soru sorulmadı, bir yanıt olarak geldi, ölüme de bir yanıt olarak gidebilirim. Yaşama geldiğim için, soru sorabilseydim, ölüme de bir yanıt olarak gidemeyebileceği mi düşünüyorum, ama yaşamda gelişim için bir soru soramadığıma göre, ölümüm içinde bir soru soramadığıma, yanıttan başka bir şey olamayışıma üzülmüyorum, ölüme yanıt oluşum, yaşama gelişime bir soru olamayışım kadar sıradan. Ölüm kadar yaşama gelişimde ürkütücü ve bilinmeyenlerle dolu, onu çözemedikçe ölümü de çözemeyeceğim. Neden geldiğimi bilemedikçe, neden gittiğimi de bilemeyeceğim. Gelişime sevinmişsem, ölümüme de sevinmeyi bilmeliyim. Ölüşüme üzülüyorsam, gelişime de üzülüyor olmalıyım. Nedenler ve sorular aynıyken, yalnızca ölüme eğilip, onunla ilgileniyor olmam saçma, dürüstsem, yaşıyor olmam, yada yaşama doğmam, ölüm kadar acı ve korkunç yada onun kadar güzel ve gizemli olmalı diye düşünüyorum. Sonuçta ben bir kuşum. Kuş. Ve inanıyorum ki yaşayarak -yaşayan herkes gibi- hepinizi yaşadım. Ölerek -ölen herkes gibi- hepinizi ölmüş olacağım. Ben yaşamın ve ölümün kendisiyim. Yaşamın ve ölümün kendisi olarak geldim, yaşamın ve ölümün kendisi olarak gidiyorum. Ben hepinizim. Hepinizde ben. Ölümünüzle, ölüyor ve doğuyor, doğumunuzla, doğuyor ve ölüyorum. Doğumumuz bir tür ölümse, ölümümüz, bir tür doğum. Ve her şey yeni bir doğuşsa, her şey eski bir ölüm diyorum.

19. Gün
Garip bir şey oldu ve aletçilerden, yaşlıca, yüzü ölüme yakın duran biri öldü. Arada sırada gelirdi, ev kalabalıklaştı sonrada hiç kimse kalmadı, hiç bir şeyin olmadığı yerde, her şeyin ölü olduğunu bilmezler mi, ölümün kaç anlamı ve kaç biçimi var. Ölüm ve yaşam üzerine bütün bildiklerimin, düşündüklerimin üzerine deyim yerindeyse seren diktiler!.. Ölümü o denli abartıp o denli velveleye verdiler ki ne benim denge arayan görüşüm, ne onların pelülperişan ağlayışı, ikisi de itici geldi bana, hareketler düşünceleri bozup değiştirebiliyor, bende bir an bu duygu karmaşasına sürüklenip geçtim ama yarın belli ki bir başka duygu ve düşüncenin tutsağı olacağım ama gönlümle, ama zorlamayla, sonuçta kuşlar, insanlaştığımı düşünürlerdi sanıyorum.

20.Gün
Ölümün etkisi, hepimizin üzerinde koparılan vaveylalar düşünceyi bitiriyor, duygudan da söz edilemez, bu halde dediğim gibi, yararsız bir katastrof, bir kaos hali var. Hareket ve olgu, ışık gibi düşünceyi eğip, olağan yolundan saptırıyor, duygular işin içinden çıkılmaz bir karmaşaya bulanıyor, her şeyin düzgün ve olgun bir yola girebilmesi zaman alıyor. Düşüncenin değer yaratabilmesi, düşüncenin boy atacak ortama sahip olabilmesine bağlı, sürekli kaos, bir kaos düşüncesi yaratırdı, ne bileyim, belki de gerçek dediğimiz şeye asıl o zaman ulaşılırdı. Bir kaos zamanlarında mıyız bilinmez ama kaos kaosu, düşünce düşünceyi üretiyor olması gerekir diyorum, nedenini bilemiyorum ama buna inancım kesin.

21.Gün
Artık evin bir kişisiyim, beni unuttuklarında anımsamaları için gönüllü ötüşler ve oyunlar sergiliyorum, onlarla tuhaf bir barışıklık sergiliyorum, onları yavaş yavaş anlayabildiğimi düşünüyorum, kafesi açıyorlar, çıkmıyorum, çıkarsam yine kafese giriyorum, burası benim dünyam, bunu kabullenmiş gibiyim, anlaşılmazlığın yarattığı tersinir kavgalara son verdik. Hepimiz yazgımızı yaşıyoruz sanki... Öncelik ve sonralık yok. Onları tanımak ve anlamakla günlerim geçiyor, artık o denli vahşi olmadıklarını düşünüyorum, o denli acımasız değiller, onlara da acımıyorum, anlamaya çalışıyorum. Belki de diyorum; iyi ki Mançurya’dan gelmişim...

22.Gün
Onların diliyle kuş dilini karıştırarak bir şiir yazdım, belki de şiirsi (çok mu şüpheciyim) ve belki de besteledim demem gerekirdi, bağışlayın yalnızca ilk bölümünü paylaşmak istiyorum.
“Bir kuş dala kondu / İstediğini sevdi / Herkesi sevdi / Bu işin sonu / Herkesi sevmek / Açtı bir yeri / Yuvasını buldu / Eve geldi baktı /Her yeri gezdi / Amerikalarda gezdi / Dala kondu buldu / Bu kuş nedir / Adı nedir / Adı bekçi / Adı sipahi / Kendini öldüren kuş / Kuşun sonu budur /Ölünün sonunda gerek / Top oynayan çocuklar / Tutan tutana baktı / Yuvasını kurdu / Eşyalarını aldı / İstediği kuşu buldu / Sonuna geldi yaramaz / Sonuna çıktı yaramaz / Yaramazın doğurdukları / Çok yaramaz / Yaramaz yaramaz / Çok yaramaz...” (3)
Bu çocukça, bu kuşça, bu insanca dizeleri sizlere armağan ediyorum, yani siz kuş insanlara ve insan kuşlara, nede olsa bu karışıklık içinde doğal ortamımdan koparılışım ölümümü yakınlaştırıyor. Boş yere ağlamamalıyım, ağlamamalıyız, ağlamamalısınız.

23.Gün
Yazma hevesimi, günlük tutma inancımı yitirdim. Birden her şey boş gibi geldi bana, buda bir hal belki: Çi çek! Çi çek! Çi çek! diye ötüşüm ne kadar anlamlıysa ; Booş! Booş! Booş! diye ötüşümde o kadar anlamlı olabilir. Kim bilir...

24. Gün
Ölüm kapıyı çalmak üzere. Bunu duyuyorum. Uzak çağlarda, kuzeydeki buz dağlarının, yaşam dolu karaları yok edip, ezdiği gibi, giderek yaklaşan korkunç ve bilisiz girdapların görkünç bir gürültüyle bilincimi toz duman içinde bırakacağı günler yakın. Yaklaşmakta olan ölüm ordularını, kukuletalı, kara tırpanlı atlıları görür gibi oluyorum ama tam olarak bilincinde olduğumu da söyleyemem, bir bilinç bulantısındayım dersem daha doğru olur.

25.Gün
Büyük bir ziyafet verildi, meğer geçen gün ölen de bir tür baba! ymış, baba! ya büyük! diye bir ek geliyor yalnızca, yaşlıların yaşlısı olabilir. Ölüyü bir tür anma günüymüş bugün, bana da değişik tatlarda yiyecekler düştü ama, o dönemleri geride bıraktığım için şöyle bir baktım o kadar.



26.Gün
Kuş kültüründe de vardır bu anekdot, 16.Lui, 1789 devriminden bir gün önce günlüğüne ‘yazacak değerde hiç bir şey yok’ diye not düşmüş. Yani olacaklardan o denli habersiz. Ben de tam onun gibiyim. Yazacak değerde hiç bir şey yok...
27.Gün
Ölüme, ölümüme doğru ivme kazanıyorum. Düşünsel ve bedensel olarak yaklaşıyorum ona, yavaşça kabulleniyorum... Korkulacak bir şey değilmiş.
28.Gün
Üzerime büyük bir şey devrildi. Bir türlü kavrayamadım. Demir kafes işe yaradı, beni korudu. Yerimi değiştirdiler. Yaşadığım son maddi gerçeklik belki de bu olacak
29.Gün
Yazamayacağım. Ölümü görüyorum. Veda hazırlıkları...
30.Gün
Bu kadar kısa sürede öleceğimi bilmezdim! Ölüme ilişkin, düşünüp taşınmak başka, ölmek başka. Ölmek istemiyorum! Keşke bu kafeste yüzyıllarca yaşayabilsem!..
31.Gün
Ölümüm, onu arzu edişimden mi kaynaklanıyor, yoksa beden usumun bilemeyeceği bir saatte, buna karar mı veriyor, yani ölüm usun sınırları dışında mı, yoksa içinde mi, bir türlü karar veremedim. Öbür yakaya hazırlık duygusu da bu dünyadan kopacak oluşumun içerdiği bir kavramsallık belki. Ölüm başka bir yaşam biçimiyse neler gerekli nasıl bilebiliriz. Hazırlık; eğer bu bir gereklilikse ölümün de bir ölümü olmalı, ölüm bundan ötesiyse, onunda bir ötesi vardır sanırım, ölümün içerdiğinden sonrada bir başka yaşam, o zaman da bir sınırsızlık söz konusu, kısacası bildiğimiz bir şey var ki şu yaşamımız gerçekten sınırlı.
32.Gün
Öleceğimi anladılar, onlarda şaşkın ve kendi aralarında hararetli biçimde konuşuyorlar, son anda onlara karşı bir kızgınlık belirdi içimde, onların benden sonra yaşayacak oluşunu mu kıskandım bilemem, sonuçta gündelik bir tutkunun verdiği hırsla kızdığım belli... Düşünce olarak anlamsız bir duygu bu. Tüylerim kabarıp, teğelleşti, kanatlarım düştü, üstüm başım su pisi. Artıklar kanatlarıma, karnıma yapışmış, son derece çirkinleştim, iticiyim üstelik. Belki de böyle bir duyum içindeyim. Son anda en çok baba! ya kızdığımı düşünüyorum, neden bilmem, şuracıkta bile olsa bir anne olamadım, yaşam doluyum, doğal yaşamın armağan ettiği kişiliğimi yaşayamadım, bir baba! nın elinden bu hale düştüm diye kızıyorum belki de.
Yoksa genetik bir durum mu var bilemiyorum. Akşama doğru alacakaranlıkta bakışlarım kozmikleşti, gözüm ürkütücü kara bir noktaya dönüştü, parmak kadar olan ben kabarmış kafa tüylerimle, karmaşık duygularla, kafese yaklaşıp birebir gözlerini bana diken baba! ya öyle bir baktım ki, kara bir deliğe düştüğünü sandı, öyle kozmik, öyle karanlık ve ürkütücü yok olurken, olamayacağım kadar imgesel ve geniş bir dünyanın sanal ürküntüsünü gözlerimde taşıyarak adamın yaşamı boyunca bir suçluluk duygusuyla beni anmasını ve o korkuyla bakışlarımı unutmamasını sağladım. Bu bir öç belki de. Ne diyebilirim...
33.Gün
Öldüm. En büyük üzüntüm ölürken çocuğumun gözlerine bakarak yaşamı ona teslim edemeyişim oldu. Adamsa kozmik bakışımın unutulmaz ürküntüsünü içinde taşıyarak, duyunçla tam altı ay boyunca bir şişede sakladı beni, arada çocuklarına gecikmiş bir vefa borcu gibi beni gösterdi. Sonuçta tüylerim birbirinden ayrıldı, şişenin içine dağıldı, şişenin dibinde bükülen boynum, özürlü bir görünüme yol açarak, onların sempatisini yitirdi.
1998 yılı karlı bir kış günü, içinde bulunduğum şişe cılız tartışmalar arasında bir poşete kondu ve aşağıda bekleyen soluk renkli bir çöp konteynırıyla son yolculuğuna çıktı. Inconspicuous...(4)
...
Benim güncem kurmaca olabilir mi, gerçek ve kurmaca ne, gerçekte; bir kurmaca mı yoksa, yoksa yaşam kurmacayıda gerçek kılıp karşımıza mı çıkarıyor.
Öldüm... Alınmayın derim ama ‘bir yaprak tüm ağacın bilgisi olmadan sararmazmış...’ (5)
...
“Bir kalbi kırılmaktan koruyabilsem / Yaşamış olmayacağım boşuna / Bir hayatı acıdan kurtarabilsem / Bir ağrıyı dindirebilsem ya da / Ya da bayılan bir kızılgerdanı / Koyabilsem yeniden yuvasına / Yaşamış olmayacağım boşuna” (6)
...
Şu anlatılanlar bir kurmaca ise beğenmediğimi söyleyebilirim... Yaşam her şeyin üstünde, her canlı tek başına bir evren; iyilik, kötülük ve hiçbir şey önceden belirlenmiş değil kanımca, beni dinlediğiniz için sağolun.
“Men ene ve ma ente?”
“Ene ene, ente ente...” (7)
Elveda...

*

(1) Cahit Sıtkı Tarancı
(2) Pedro Shimose. Çeviri: Ülkü Tamer
(3) Ömer Cem. Cem Ayinleri 1997
(4) Göze çarpmayan, önemsiz.
(5) Halil Cibran
(6) Emily Dickinson
(7) Sen kimsin, ben kimim? Sen sensin, ben benim.




*




KÖPEK

I
Yılını anımsamıyorum ama beni bir Ağustos günü bıraktılar bu adaya... Öğle üzeriydi, büyük bir sandalla yaklaşmışlardı, deniz sandalın küpeştesine ılık ılık vuruyor ve dingin görünüyordu. Aralarında ne konuştuklarını bile anlayamadım, kıyıya kadar geldiler, iner gibi yapıp benim atladığımı görünce, önce yavaşça, sonra birden hızlanarak uzaklaştılar. Bu olayın nedenini, beni neden bıraktıklarını hiç bir zaman anlayamadım. Arkalarından huysuzlanarak, kısık sesle, bir iki kere havlamaktan başka bir şey yapmış değilim. O gün kesin olarak şunu anladım, ne kadar derin bağlarınız olursa olsun, bir insan ancak bir insanla, bir köpekte ancak bir köpekle dostluk kurabilir.
Sözü uzatmayacağım, adadaki günlerimi anlatacağım, burası boş bir ada, tümüyle kayalık, beni bir öğle vakti bırakıp gittiklerinde başıma neler geleceğini bilemezdim. İlk şaşkınlığım geçip, bayağı bir kuşkuya düşünce, kıyılardaki pörsük dalgaların içlerine kadar girerek uzun uzun havladım ama sonuçta bakakalmaktan başka bir şey yapamadım. Bir kez bile dönüp bakmadan, sırtlarını dönmüş gidiyorlardı... Ben de ıssız adada yalnız kalmanın verdiği özgürlükle ilk gün ay çıkana dek, delicesine koşup oynadım, özgürdüm, kayalardan sekiyor, tepelere çıkıyor, rüzgâra eşlik edip uluyarak sonsuz denize soneler söylüyordum. Ay çıkınca ön ayaklarımı uzatıp, karanlığın içinde dalıp giderek, uyumuş kalmışım. Sabah serinliğinde uyandım, güneş henüz doğmamıştı. Yaşamımda ilk kez güneşin görkemle doğuşunu, yaşamı, yalnızlığı görkünç biçimde izleyip algılayarak şaşırdım. Güneş çok uzaklarda denizin içinden, Argonotların altın postu gibi yükselerek, ortalığı öyle bir aydınlattı ki, gece kaplumbağaya benzeyen ada, güneşle tüm girinti ve çıkıntılarını, eğriliğini, büğrülüğünü, taşını toprağını, otunu, etini ortaya koyup, bir değişti ki, sanki mavi suyun ortasında, kutsal bir kabarcıkta yaşadığımı düşünmekten kendimi alamadım. Bu göklerden gelip, denizden yükselir gibi aldatıcı ışık oyunlarının, gerçekte ne korkunç bir gücün varlığında saklı olduğunu da böylece görüp algılamış oldum.
Sonra sabah gezintisine çıktım, adanın arka kıyılarına, oradaki terk edilmiş bir sandala doğru yolculuk yaptım, ada öyle küçüktü ki, beni yine gelip alacaklarını düşündüm bir süre, buraya bırakılmamın ne anlamı olabilir ki dedim. Öğleye doğru adanın ortasına yürüdüm, doğal bir patikadan, adanın burcu sayılabilecek, tepedeki harabeye geldim. Taş yığınlarından bir döküntü, duvarlarını ilginç betimlerin süslediği bir yıkıktı. Orada oturup biraz dinlendim, sonra gene aşağıya inerken, küçük, yeşil bir kertenkele gördüm, tam bir arkadaş buldum derken, kaçmasın mı, ardından koştum, koşup oynamak için, onu durdurmak isterken kuyruğu kopuverdi; bu yarısı mı kertenkele, öbür yarısı mı derken otların arasına karışıverdi. Kuyruğu ise hâlâ oynuyordu, uzun süre onunla oynadımsa da, sonra birden durdu, bir iğde çöğürü gibi yol ortasında kalakaldı, üzülerek bırakmak zorunda kaldım. Aşağılara indiğimde, dünden bu yana ilk kez acıktığımı duyumsadım, bu kayalık adada yiyecek hiç bir şeyin olmamasına şaşarak, yukarıya ölü kuyruk parçasına doğru yollandım...
Tepeye yaklaşırken, garip bir gölgenin, sanki benden önce kuyruğa ulaşıp onu yediğini ve o eskil taşların ardından, aşağıya doğru süzülüverdiğini, görür gibi oldum. Bu sessiz, köpeği andırır garip şey, acaba ne olabilirdi, belki ben öyle düşünüyorumdur sanısıyla üstünde durmadımsa da, kopuk kuyruğu yerinde bulamayınca ürkülerimi dağıtamadım ve aç bilâç aşağılara doğru yürüdüm. Hava oldukça sıcaktı, deniz kıyısında ayaklarımı ıslatıp zaman zaman göğsümü, sırtımı dalgalara vererek uyudum, uyandığımda gece olmuştu, sessizlik ne çok uyuturmuş meğer. Açlık ve susuzlukla duramayacağımı bilerek gene uyuklamaya çalıştım, yarı uykulu, bir tür sarhoşlukla sabahı ettim, susuzluğumu gidermek için, deniz suyunu içmeyi denedimse de, yalar yalamaz daha çok susadığımı anlayarak bir daha yaklaşmadım. Su içeyim derken tuz yalıyordum ki çok kötücül bir durumdu. Hırsla tepelere, köşe bucak her yere uğrayarak, sararmış otların aralarına dek baktım ve sonunda yaprakların gizlediği bir yağmur birikintisinden susuzluğumu gidermeyi başarabildim...

II
Kopuk kertenkele kuyruğunu yiyen öbür köpeği göremeden ölecek miyim?.. Ben neden buradayım, beni buraya kim bıraktı!.. Adım olsun istiyorum, bir zamanlar ‘Lortop’ biçiminde bir ses algısıyla çağrıldığımı anımsar gibiyim. İlk günün buruk mutluluğundan sonra tepede birikmiş yağmur suyu bitince, suda içemez oldum. Kertenkele kuyruğunu günlerce aradım, bulamadım. O harabenin bir zamanlar yapılan taştan oyma bir ‘Odeon’ olduğunu düşünüyorum. Sıraları kırık, mermerleri parçalanmış olan bu yerde, kim bilir kimler arp çalarak dinletiler sundu. Belki önünde ‘Masalı Adamlar’ denen banker ve tefeciler ta o günden, ahalide tekelci bir kesim yaratmaya çabalamışlardır!..
Aşağıda, küf ve alglerden oluşmuş süngerimsi bir şeyi, saatlerce ağzımda geveleyerek açlığımı gidermeye çalıştım, karnımın doyduğu sanısıyla, saatlerce kendi tükürüğümü yalayıp yuttuğum için bir süre sonra dayanılmaz ağrılarla midem kazınmaya başladı ve korkunç karabasanlarla kıvrandım durdum. Mindanao yarığı gibi içimde görkünç bir yarık açıldı, saydam, ışıksı balıklar, sülfürle beslenen bakterileri, denizden getirip önüme atsalar paramparça ederim diye haykıracağım!..
Öleceğimi anlıyor ve şunu söylüyorum; “Her sonbaharda birbiri üzerine dökülen yapraklar gibi, tüm yaratılmışlarda artarda düşüp yok oluyorlar. Bu doğanın değişmez bir kuralı. Neden tasalanmalı, şu dünyada erilebilen başka ne var.” İyi de, neden böylesi bir ölüme izin veriyoruz, niçin böylesi ölümlere göz yumuyoruz, dünya yurdumuz değil mi?.. Yüz kollu ırmak tanrısı, boynuzlarıyla yardım etse bana diyorum, ama bir yaratılmışın serzenişi, zaman içinde ki bir zamanı, ne ölçüde değiştirebilir ki...

‘Bir dilek nedir ki!
Peki hatırım için, sözcüksüz olsun.
Deli divaneyim sana mektupsuzda,
Bak batıya, bak dağlara gör
Bak denizin maviliğine ioa aoi.
Bir an birlikte mekan ve zaman
Yalnızca kanatlardır, şaşkın düşü tutuşturan
Ve -şimdi tut soluğunu- öyle taşısınlar seni
Arasından dağların ioa aoi...’ (*)

Bu bir haykırış ama, artık yaşamak bulantıdan ibaret, baygınlık geçiriyorum, güneş, koca bir kervanı aydınlatacak ışık çanı gibi doğuyor, içinde milyonlarca öglena, kaynaşan petek kovanı, dalıp gidiyorum, sonsuz evrenler var, ayın yarı gölge konisinden geçmesi, bir penumbral gibi titrek kıpırdaşıyorlar. Gözlerin görmeyip, kulakların duymadığı, dillerin söylemeyip, ellerin dokunmadığı, sızılamayan, derinliği olmadığı için, kaçış noktasına doğru uzanan bakışa bile olur vermeyen, amansız bir sis çöküyor çevreye...
Hiç bir göze gözükmeyen, söylencelerin gölgeli mırıltılarının dolaştığı, düşsel zamanlardayım. Ne zaman denildiğinde Kral Uzziah’ın öldüğü yıl denirdi!.. Takvim yoktu. Asur kralı Asurbanibal ama belki Nabukadnezar, öyle güçlü ve kendini beğenmişti ki adına dikilen taşa şöyle yazdırmıştı: ‘Yaptıklarıma bir bak da ey kudretli umudun kırılsın.’
Uyuyan dev bir hayvanın soluk alışına benzeyen büzülüp kabarmalar, Yedinci Günah’da yazılanlar, kızılderili avcılar ve dağlardaki Yunanlılar ya da soyut bir alanı öven peygamberler, Julius Sezar Alpleri geçti veya yeşil bir çizgiyi geçen kırmızı çizgi gibi görüp değerlendirebilirim artık yaşamı. ‘Sonsuzluk dediğimiz açık uçlu bir sınırlılık, uzaysa; gerçekliğe sonsuz bir bölünme fırsatı veren şey’ Bu sanrılı halimde, sanki salt gerçeği anlıyor ve zaman unuttuğumuzdur, unutulanı zaman doldurur diye belki de boş yere kederleniyorum. Zamanda zaman yoksa, bütün bu olanlarda belki boşuna, belki ölüm korkusu beni böyle konuşturuyor diyorum. Fenilketonüri ve avurt ve çok zaman önce kendini tanrı sanan bir ağaçla ilgili şiir gibi, Sarvamangalam, doğrusu açıkça amin diyorum, çünkü yok dediğiniz şeyde; geri dönüşsüz bir yerdeyim. Beyaz; Çinliler için kedinin ve yasın rengiymiş. Şimdi her şey sonsuzca beyaz ve yalnızca akıyor, akıyorum...

III
Açlıktan ölecek gibiyim. Beni buraya getirenler bir gün yine gelecek ve umarsızca açık kalmış ağzımda, saldırır biçimde dişleri sırıtan, vahşi bir şeyin kafatasını bulacaklar. Bir törende ölmüşçesine, ayakları uysallıkla toprağa uzanmış, kuyruksuz, belki ilk bakışta bir çocuğa benzeyen, yapayalnız bir iskeletle karşılaşacaklar... Kaburgaların böyle dizi dizi olması, neyin düşünülerek gerçekleştiği bir evrim ki?..
Köpeğim ve ölüyorum!.. Güneş, denizden yavaş yavaş doğuyor. Ben, pörsük, uyuşmuş, yarı kapalı gözlerle güneşe bakıyorum. Yaklaşıyorum sonsuz alevlere, içlerine giriyorum, sarı, kızgın, çılgın ateş okyanusları... Kime, neye?.. Yitiyorum alevlerin içinde, bitimsiz, silindirik, ışık hızında bir akışla yuvarlanıyorum. Başka evrenler, başka canlılar, başka yurtluklar...
Bir noktaya varıyorum, yanıp sönen, altın bir para gibi, incileyin bir nokta, dokunuyorum; birden patlıyor, yine sonsuz alevler, yine ateş yayılımları… Niçin? Eski güneşi içine alıp yutan, yeni bir patlama, yeni bir varoluş. Nasıl bir gereklilik bu... Magma denizleri içinde yüzüyorum. Ateşler içinde. Yanmadan. Bende bir ateşim…
Ateş incisi, denize atılan bir taş gibi dalga dalga büyüyüp yayılıyor, helezonlar içinde genişleyip büzülüyor; böceksi evrenler, göz biçiminde açılıp kapanan vulvalar, yıldızsı son konaklar, son yabani otlaklar, barbarlığın yuvası gökadalar, tırtıl biçiminde iç içe geçmiş tünellerden oluşan varlık konileri, şeysi, yuvarımsı, küçücük, soğuk yıldızların açılan karınlarından içeri girdiğimizde, bir başak, küremsi bir yıldız, onun içinde bir başka, onun içinde bir başka, onun içinde bir başka, sonsuz büyüğün içinde gidilen sonsuz küçükler, sonsuz küçüklerin içinde açılan sonsuz büyükler, yalnız köpeklerin yaşadığı adalar, yalnız köpek krallar, köpek kraliçeler, köpek halkları...
Sayrı bir köpeğin sanrısı ne olabilirdi ki!.. Saltanat yarışları, erk kavgaları, bulldog lobileri, kedi savaşları, sanal ölümler, hekim köpekler, düzene uyum gösteremeyen teriler, pitbull çeteleri, oyun bozan, ölümle, yaşamla alay eden kangal birlikleri, sayrı eniklerin rehabilitasyon merkezleri...
Köpekler için daha uyumlu bir yaşam biçimi tasarlanamaz mıydı diyorum! Hiç önemli değildi diyor; yaşıyor olabilmemiz, algılıyor olabilmemizden korkunç, ondan öte; ne bir şey olacak, ne de görülecek diyor. Yaşamın üstünde bir şey yok, ölüm yaşamın algılanamaz, düşünsü bir türevi, her şey yaşıyor, bütün bir evren yaşayan plazma, bütün evren düşünüyor, taşıllar, boşluk, ölüm; düşüncenin yaşayan en çılgın biçimleri, ışık; varlığın en soyut en görünür varyantı, her şeyin atası, ama onun da üstünde bir şey var ki ışığa bile yurtluktur. Boşluk, yani hiçlik, varlığın anası; en görünmez biçimidir. O olmasaydı, yani biz köpeklerin boşluk-yokluk dediği şey olmasaydı, hiç birimiz olmayacaktık. Boşluk varlığın beşiği ve gerçekten olması gereken türel bir biçimi, bir zorunluluğu; kavranılmaz, inanılmaz dememek gerekir. Düşünün ki, ‘Kuzey kutbunun kuzeyinde ne var!’ Güneşin içinde, bir köpek adaya varıyorum, köpek biçiminde bir ada, acıkıyor, susuyor, yiyor, içiyor, çiftleşiyor, doğuruyor, sonunda başka nesneler, başka adalara dönüşüyor.
Dünyada çektiği acılar, umarsızlıklar, köpek olmanın getirdiği işkenceler, insanların zulmü ve sonunda öteki köpeği göremeden, güneşe bakarken, ölüp gidiş. Duymayanlar! Sağırlar yurtluğu!.. Her şey büyük bir sessizlik içinde olup bitiyor. Görmeyenler! Değirmendekiler!.. İşte onların gözleri yok; kulakları yok!.. Ama her şeyi görüyor, duyuyor ve anlıyorlar...

IV
Adaya atılmış bir köpek olarak şunu düşünüyorum. Canlıların, beni buraya atan insanların, bir tanrısı yok, biz sıradanız, tanrı, sığınma duygusunun dışa vurumu!.. Tanrı kavramına ulaşmamız bir aşama belki, ama kimilerinin dediği gibi tanrı gereksiz. ‘Mercanın dallarını suya çarpışı gibi / an kendisini sarı bir uyumla gerçekleştiriyor’ Ve Attila’ya gizlice yüzüğünü yollayan Honoria’ya annesi ‘Barbarlar kraliçesinin kızı, barbarlara kraliçe olmak istiyor’ diyor. Mesleme bin Abdülmelik’in yaptırdığı Camiî Kebir’in önünde her zaman bir köpek beklermiş; yalnız gerçek inananların tapınması için... Grieg’in, ‘Güz Sonatı’nda da köpek havlamalarından esinlenen bir bölüm varmış. Ravel’in, Gaspard de la Nuit adlı yapıtı bestelemesine gece kendisine saldıran bir köpek nedenmiş. Geceleri Ayvansaray’daki Cüce Çeşmesi’nden gelen gürültü, su içen köpeklermiş.
Phaiaklar, masal aleminde yaşar, köpekleri, Kerberos’tur ve cehennemi bekler, müzikle sakinleşir. Golf oyunu, bir köpeğin, bir soyluyu kovalarken, çocuğuna oyuncak diye verdiği, bez topun düşmesiyle; köpeğin soyluyu bırakıp topa yönelmesi sonucu, (ve artık topa özel bir ilgi duymasından ötürü) keşfedilmiş…
1600’de bu tüylü top yerini tahta topa bıraktı. 1848’de plastik top kullanılmaya başladı. 1898’de Sumatra zamkı ile kaplı Haskell topları piyasaya sürüldü. 1902’de topta su kullanıldı.1903’te Balat’a (plastik) sıvama ve sentetik imitasyonlar devreye girdi.1908’de Spalding, oyuklu topu golf dünyasına tanıttı. Epeyce sonrası, 1963’de sıkıştırılmış butadienden yekpare top üretildi. 1964’de Dupont firması dış yüzeyi surlyn katmanlı üç parçalı topu üretti.1989’da kancasız ve dilimsiz Dolara topu kural dışı ilân edildi.1993’de Dunlop top teknolojisine bilgisayarla biçim verilmiş aerodinamiği kattı. Aynı yıl,ölümsüz Spalding’den Magna topu sahalara sürüldü. 1994’de aerodinamik yöntem Wilson Ultra’nın kullanıma girmesiyle yeni bir vizyon kazandı...
Bunların yazıldığı süre içinde bir köpek acaba kaç kez havlayabilirdi… Havlayan bir köpek mutlu mu ki...
Köpek, doğan güneşi izlerken artık ölmek üzereydi ve yaşamla uzam arasında sanrılar görüyordu. Yatay uzamda, dikley duran köpek yaşıyor ve zamanı simgeliyordu. Gözleri, güneşin içine süzülmüş, güneşte yitip gittiğini düşlüyordu. Bakışları zayıflamış ve bozuk görüyle, güneş sanki gözlerinin içine kadar sokulup girmişti. Güneşin sarı kızıllığı içinde başı dönüyor, önce büyük bir göze, daha sonra nötrino, sonsuz küçük bir algıya dönüştüğünü duyumsuyordu. Pek çok güneşler, bambaşka dünyalar, sonsuz düzlükler görüyordu... Yüzlerce yıl sonra; düşler içinde bir köpeğin, engin, dingin bir adada, altın bir hale içinde, ‘Kutsal Bir Güneşi’ izlediğini gördü. Bu sakin, hayranlıkla güneşi izleyen, yalnız köpeğin, tam arkasında durdu. Yakından bakınca, köpeğin neredeyse ölmekte olan, salya sümük içinde, taş kesilmiş, yarı ölü, yarı diri bir bunaltıda titreyen, kendisi olduğunu anladı!.. Bu duruma son bir umar olabilmek için yaklaştı, tüyleri tiftikleşmiş, ölümcül durumdaki köpek, bu anı duyumsayarak, bir an geriye dönüp; sağlıklı, diri ve coşkulu biçimde kendisine yaklaşan, öteki köpeğe bakmak istedi; ama o denli halsizdi ki, uyuşmuş, canı çekilmişlikten ötürü, bir türlü başını çevirip ona bakamıyordu. Kendisi olan ötekinin, öteki olan kendisiyle bütünleşip tekilleşmesi gerçeğine, olanak tanınmıyordu!..
Deniz bir canavar gibi vahşice dalgalanıyor, güneş yavaşça, dev bir küre gibi yükselip, parlıyor, öç duygusuyla kıvranan, alev yüklü bulutlar ona doğru yaklaşıyordu…
Kuduruyordu artık, belki de güneş batıyordu, uyuduğunu ve bir daha uyanamayacağını düşündü. Güneş yeniden doğdu, sabah gene oldu, değişik bir dünya, köpeklere özgü bambaşka bir cennet ‘düşlediğini’ düşledi!.. Bir sürü çocukları olmuştu, tüm familya neşeli günler geçiriyordu, mutluydu, mutlu olabilme istenciyle düşlüyordu bunları, çoğalma arzusuyla...
Resim çizen bir köpek olamaz mıydı, kumsala bir doğru çizdi, çoluk çocuk bir birlik tablosu oluşturacaktı, ön ayağıyla kumları hafifçe kazdı ve bir doğru çizerek kumlarda oluşan hayaline baktı, çocuklarını özlediğini düşünüyordu. Köpeksi bir imge bu benimki deyip güldü.
...
Bir Flaman göğünde, bir çınar ormanının içinde, bir yaban kedisi, bir av köpeğiyle karşılaşır. Karanlığın yırtıcıları çığlıklarla eşlik ederken, vahşice boğuşurlar. Öyle ki boğuşmanın şiddetinden uzak kasabalarda, kutsal kitaplar, yüksek raflardan yerlere düşer, aynalar kırılır, duvar saatlerinin yeri değişir, masalar devrilirken; yaban kedisi yaşamı için; av köpeği ise, efendisi için dövüştüğünden, kedi kazanır, tazı kaybeder!.. Perikles’in kılıcının kabzası, o dönemde cesaret sembolü olan dağ kedisi dövmesiyle süslüydü.

‘Şimdi içine girdiğim bulut kümesi kesinlikle fırtına (oraj) bulutu değildi. Peki ya şimdi, beni elektrik yüklü bir pençeyle gırtlağımdan kavrayıp, gökyüzünün arka kapısından, hiçlik okyanusunun karanlık sonsuzluğuna fırlatmak isteyen kim ve işte ifrit geri düşerek güldü ve ben ifritle birlikte gülemedim. Ve bu yüzden de ifrit beni lanetledi ve sürgit mezarın içinde yaşayan nekrofil hayvan oradan çıkıp, ifritin ayakları dibine kıvrılarak uzandı ve ısrarla, suratına baktı durdu.’

Bu ensestik öykü, okuyanla benim aramdaki trajik bir yolculuğu simülize etmektedir. Bu ‘Nonalegorik’ anlatım tarzı okuyan kişinin fallikyen tacizi ve içkin bir... Vazelon manastırı görüntüsüyle, Eski Mısırlılar’ın kedi tanrılarına, köpek tanrısı Anubis’e; ve otobüs geldi binmek zorundayım, çünkü bir konuda kesin bir görüşümüzün olması kadar saçma bir şey yoktur...

Küçüklüğümde, Lortop diye bir köpeğimiz vardı, küçüğün büyüğü, tümüyle kara, evcil, yaprak kulaklı, kırmızı gözlü, kısa kuyruklu, ayaklarını yerden kesmeyen, sevimli bir köpekti. Evimizi bekler, bağlara gider gelirdi. Onunla oynadığımı anımsayamıyorum. Geceleri ona köy ekmeği (bezime) verirdim, hırsla soluklanarak yemesini düşünebiliyorum. Taş basamakların bitiminde, kapının yanındaki tahta sedirde yatardı. Bir gece gene ekmek verirken, onun şimdiye dek hiç duymadığım biçimde, hırıldadığını gördüm, durumu evdekilere aktardım, hiç unutmam; ‘Kuduracak o!’ dediler. İnsan olmayı özleyen köpeğimizi, ne sabah, ne de başka bir gün, bir daha göremedim. Hiç kimseyi üzmeyen, yalnız davetsizleri uyaran, uyumlu köpeğimizdi ki, adı Lortop’du, elveda bile demeden gitti. Duyduğuma göre bazı sadık köpekler, sayrılanınca, utancından ötürü hane halkına görünmez olur, yitip giderlermiş. Bazen de ölüsü bulunurmuş, uzak dağ dönemeçlerinde, bungun ovada, bir çukurun içinde... Belki de bir ahlat armudunun geçirgen gölgesinde...
Köpeğimizi çok severdim, insanın sevmeye, nasıl da gereksinimi vardır. Hoşçakal bile demeden yiten köpeğin ardından, kırk yıl sonra şimdi, için için gözyaşı döküyorum. Onun ne ölüsünü bulabildik, ne de dirisini, bir daha görebildik. Kim bilir hangi ellerde başına neler geldi, nelerle karşılaştı. Canım yavrucuğum, nasıl bir alışkanlıktır ki bu, yanımızda yaşayıp ölseydi, böyle bir özlemi belki de duymayacaktım. Ondan bir daha haber alamayışımız mutsuz edendir bizi. Erinç içinde öldüğünü bilseydim bu denli üzülmezdim. Ne ki artık, yanına bir gün bende gideceğim demekten başka, elden bir şey gelmiyor.

V
Bazen başıma gelenleri yeniden tasarlıyor ve abartısızca şöyle olduğunu düşünüyorum.

1. Gün
Buraya nasıl geldiğimi anımsamıyorum. Kumsalda epeyce baygın kaldıktan sonra uyandığımda, güneş doğuyordu. Kabaran denizden, Poseidon’un altın tekeri, tunçtan tanrı başının savrulan yeleleri gibi yükseliyordu güneş. Bu ıssız adadaki ilk günümde adayı keşfe çıktım. Gece sandalımız battığı için, kendini bilmez biçimde bir kaç saat yüzdükten sonra, karanlıkta son bir çabayla karaya çıktığımı anımsıyorum. Adada yalnızca kayalar var. Benden başka canlı yok. Merakımı yendim, meğer yapayalnız bir adaya düşmüşüm. Birden içimi bir üzünç kapladı.

2. Gün
Adadaki ikinci günüm, acıktığımı ve susadığımı anladım birden, yeme içme diye bir sorun var. Can havliyle yemek arıyorum. Bir akrep yakaladım ama Hamza’yı öldüren, ‘Vahşi’ kadar, vahşi olmadığım için taşların arasında kaybettim onu. Korkmaya başladım. Güneşin doğuşu ve batışı ne kadar güzel, güneşi yaşamınızda hiç izlediniz mi?.. Güneşe ve adaya övgüler olsun.

3.Gün
Üç gündür bir şey yemiyorum. Ölüm, dirim salınımı. Açlığın her duyguyu yok edişi...

4.Gün
Bunaltılar, karabasanlar, kara kovuklar, beyaz köpükler...

5.Gün
Düşler, cennet, cehennem, mutluluk, köpek kolonisi, yavrular, şakadan ısırmalar, sıcak yuva özlemi.

6.Gün
Baygınlık, ölüme gidip gelmeler, sonsuz boşluk, evrenler, büyüyen devler, dünya irisi köpekler; kollarında soluk alıp vermeler, son iç çekiş köyleri, yıldızlardan gelen devasa köpek, vb.

7.Gün
Ölüm, ölüme yaklaşma, acı, ağlama, inilti, duyarsızlık, üzünç, her şeyden geçme, ölüm özlemi ve belki de, güneş doğarken ölüm, ölüm sanısı!.. Hep birlikte Songün’ü göremeden ölmenin acısı.

8.Gün
Sanırım öldüm. Düşümde bir Kabe devesi gözlerimde geziniyor, onu kovamıyorum, gözlerimin akını ısırıyor, yiyip bitiriyor, güçlükle bakıyorum, meğer bir çeçe sineğiymiş. Kabe devesi başını tam arkaya çevirebilen tek böcekmiş. Uzandığım yerde hareketsizim…
Meleklerin salyası, şeytanın balgamı gibi ağzım akıyor. Uzaktan karpit lambasıyla bir balıkçı yaklaşıyor, belki merakından benim ölümümü izlemeye geliyordur, ama henüz ölmedim, ne var ki ölü gibiyim!.. Bilemiyorum, mavi salyangozlar bana doğru yaklaşıyor, kutup yıldızından, bir flüt sesi geliyor, çocuklar tepelerde koşuyor, ıslık çalıp bağırıyorlar bana, geçmiş zamanlardaki gibi, kuzey tacından bir rüzgâr, haberci üç yıldız, üçgen, arp ve lavtalarla, çılgın kalabalıklar, oradan oraya müziği sızdırıyorlar.
Sonra üçüncü yıldızdan birinciye doğru, kırmızı başlıklı bir kız koşuyor, işte o günlerde hepimiz mutluyuz, buluttan ak bir yıldız ışığı düşüyor üzerimize, taşa ve tiz flüte...
Siz nerede, ben nerede, üzünç, sevinç, karışık bu müzikte ‘Bekleyin, bir gün mutlaka geleceğim’ diye mırıldanıyorum. İşte bu benim ölüm şarkım... Artık, anıt, tabut, Transilvanya, defitizm, titanik, Galiçya ve leğen kemiğiyim. Acem zarifleri, ‘Eşter, gav ve pelenk’ yani deve, öküz ve kaplan demişlerdi zürafa için. Karanlıkta, ovadaki tarlalarda koşan, çevik bir kerberos ki;

‘Gölgesini tutayım dedim
Bir dehlize girdi’

Fiziksel dünyada, iki eşya aynı anda aynı yeri kapsayamaz... Artık ölmüş olmam gerekiyor. Kimi zaman esinti çıkıyor, yumuşak bir hışırtı bütün bahçeyi dolaşıyor. Yaşlı bir Yunan çobanı mazurka çalıyor ve av boruları Dante ve danteladan çığlıklarla, köşe bucak geziyor. Fundalıklar arasına gizlenmiş bir orman cücesi, evrenin sonu ya da sonsuzluğu düşüncesi, usun soru sormaktaki becerisi...
Uzaysıl doğanın, evrenin sonu, başlangıcı ya da sonsuzluk adı altında öyle tufeyli bir kaygısı yoktur. Sonsuzluk; bir kabullenim bir kurgudur. Bütün bunlar bir açı, bir ölçüt ve bir tür belirlenim ve kestirim olup dilenirse değiştirilebilir...
Köyün saracı üç gün önce Zaccar dağında bir parsla (dağ köpeği) boğuşmuş meğer. Onun için köpeklerden uzak duruyor ve ikinci kez yaşadığı içinde, artık o, ölümden korkmuyor!..
Bütün bunlar ne mi?.. Ne bileyim; ben bir köpeğim!.. Diyesim, tüylerini yalayan, postu ağarmış bir köpek olarak, gücenmezseniz; Kaos diyecektim!..
...
(Yüzyıllardır, doğan, yaşayan ve ölen köpeklerin, bir tarihlerinin olmaması ne kötü, bu durumda, şimdiye dek tek bir köpek yaşadı denilebilir. İşte insanları, diğer yaratıklardan ayıran şey bu. Benzer şeylere üzülüp, sevinebilen canlıların, bir tarihleri olmasa da, zamanın sarmalında, insanlara koşut yaşayabilmeleri, ürkütücü ve garip!.. Bunun büyük bir anlamı olmalı diye düşünüyorum. Gecenin sessizliğinde; tüm canlıların, sözgelimi köpeklerin bir tarihi, geçmişi, geleceği olduğunda, sanki sonsuz barış yeryüzüne gelecekmiş gibi bir duyguyla avunuyorum...)


(*) 1942 Arseni Tarkovski




*



MEŞHUR

‘Kirke, bak! Parnas’ın yamacından o güzel çocuk iniyor!..’
I
Avlu taşlarına mavi suyun yağdığı ev bizimki, defnelerin sarmaladığı, ışığı mavi evde Zeus’unkiydi. Güneş bir kurs gibi doğar, koyunlarla, tarlalara, bağlara iner ve akşam batarken, boyun büken gün çiçeği gibi, evlerimize, ocaklarımıza dönerdik.
Temmuz ayının ortasında alaca düşerdi bağlara, keseklerin arasında, çokakların altında alacayı arardık. Sevgilere irem olan yüce tanrının üç rengi vardı: Yeşil, mavi, kırmızı. Yeşil salkımlar, Havva yurdundan çıkarak, Gehenna aleviyle sekileri tırmanıp, evreni soluyarak, göğsü kızıl düğmeliye garkolduğu zaman arardık alacayı. Biraz sonra Meşhur, gediklerin üzerinden görkemle, bereketin Artemis’ini sallayarak, kızıl tansığın ilk sahibinin kendisi olduğunu haykırırdı. Akşama dek onu göğsüne bastırır, gümrah Dionizos çelengini, oturduğunda bile kasık aralarında saklardı, sonra ceviz ağaçlarının dibinde akşamı bekler, yukarıda dalların en yücesinde, etekleri uçuşup cevizleri koklarken; kimi zamanda dalların arasından, çılgın bir Kirke gibi işerdi. Biz de aşağıda delişmen Apollon’un, avare Orpheus’un çocukları olarak, kollarımızı, yüreğimizi, ağzımızı açardık. Aah ah, Meşhur’un o zamanlar öyle güzel gözleri vardı ki, tam üç renk vardı içlerinde; yeşil, mavi, kırmızı. O gözlerin ortayı yeşil, kıyıları mavi, derinliğine bakınca da, kırmızı alevlerin yüzdüğü elmas benekli bir küre, bir gülen nurdu. Bağların arasında pıtrakları, şeytan çanaklarını, semiz otlarını toplar, deli incirlerden, küstüm otlarından kolyeler yapardık. Meşhur, hiç yoktan akşam alacasında çatalını gösterir, biz de gölde sureti parlayan Narkis gibi, sanki hipnoz olup, şaşırır, yel yepelek kalırdık.
Çocukluğum Meşhur’a olan sevda ile yanıp kavrulmuştu. O, gümüş endamlı, kadife bedenli nymphalarla kız kızan olurken, ben de Herkül bakışlı, Pan sekişli satyrlerle yarenlik etmişimdir. Nice yortularda Meşhur ve öteki perilerle eğlenmiş, bodur boylu Suriye okçuları gibi dizilip, Sultan Selim’i bile kıskandıran kiraz küpeleriyle, nice meyveler yemişizdir. Erythrai’den gelen yabancılara, su gelini türküsünü söyleyip yıllar ve yıllar geçirmişizdir ki: Eyvah!..

II
Yürekten duymak isteyenlere tanrı anlatır. Her melek, sevenlere en candan sözcükleri fısıldar. Bir gün Meşhur’la yaylalarda sığır güdüyorduk. Benekli sığırlar akşama dek çayırlarda yayılır, arada başlarını yıldızlara çevirir ve gene birden çayırlara dönerek, öylece kalırlardı. İncecikten yağmur yağmaya başlamıştı, böğürtlenlerin kırmızı, minicik incilerine düşen damlalar, kızıl tomurcukları yakuttan alevlere dönüştürürken, ağaçlardaki hakuranlar, seke seke tüneklerine eğilip, sokularak, bir süre sonra görünmez oluyorlardı. Arada parlayan kırmızı güneş, uzakta dağların arasında, yıldırımlardan demetle çakarken, giderek kararan havada, çalı çırpıları ve minik hayvancıkları sürükleyerek vahşileşen, yağmurun seli, yaylalardan ovaya doğru köpürerek akıyordu.

O gün nasılsa yamaçta gevşeyen bir tümülüsün dereye uçmasıyla, Meşhur’un sığırlarından biri sele kapıldı. Zümrüt gözlerinde çakan şimşeği şimdi bile anımsıyorum, görkünç umarsızlığıda yüzünün utkulu güzelliğini gittikçe arttırıyordu. İşte bir killi toprak yüzünden, aşk için kendini kanıtlayacak Mecnun’a ilk fırsat o gün doğdu. Çığırışlar arasında, köy altlarında güzün cılızlaştırdığı bağlara dek koşarak, selde batıp çıkan sığırı izledim. Selin iki yanının iğde ağaçlarıyla daraldığı Kezbanbağı kesiminde, çengelli üvendiremi sığırın boynuzuna geçirerek hayvanı iğdelerin arasına çektim ve çelmeyi yiyerek bir kere ayağı yere basan sığır, iri gövdesiyle ağaçlara sürtünüp can havliyle yola çıktı ve olduğu yere çöktü kaldı. Bir kaç gün sonra kendini toplayan sığır, yine yaylalara çıktığında, Meşhur, irem dolu gözlerindeki su durusu sevinin, en gönülçelen betimiyle yanıma gelip, boynuma sarıldı... Tansıkla yıkanmış ve onun aşkıyla bağışlanıp kargışlanmıştım. O bunu biliyordu, ama ona sarılmak ve çevre köylerde bile ünlenmiş erotik kokusunu içime çekebilmek için tanrının belirlediği gün, işte o eylül sonuydu.
Şunu tüm dünya bilmelidir ki, sevenler için, ela kirpiklerden süzülen yaşların tenle sarıştığı biricik döngü, sonbahardır.

III
Kış gelmişti. Hepimiz evlerin içinde yaşıyorduk. Zeus’un köyünde karanlık çökünce, ortalık suratsız aya ve keçi ayaklılara kalıyordu. Arada bir kandillerin kırpıştığı yollarda, tek tük seslerin söyleştiği, tıpırtıların gülüşmelerle eğleştiği yolcular görülse de, güneş batınca haneylerin dip köşelerine çekilir, günler ve gecelerce Meşhur’umu görebilmek için asma kilitli kapıların açılmasını bekler, rengarenk fistanıyla yağan karda, koyunlara, sığırlara yem vermek, köpeklerini sevmek için avludan kıvrılarak terslikteki kulübeye doğru gidişini gözlerdim. Oradaki çıplak nar ağacının dibinden eve doğru yürümeye başlayan Meşhur’u görünce merdivenin taş basamaklarında durur, kutsal bir yuğdaymışçasına kımıldamaz, çarpan yüreğimle dünyalar güzelinin geçişini izler, onun gizemli bakışının gölgesi, bir an gözlerimde dalgalanınca, tanrıma yakarır gibi olur, bu mutluluğu bana yaşattığı için mezmurlar söyler, dualar eylerdim.

Karlı bir gün, tüm haneyleri dolaşan buğday sürtme işinde, sıranın bize geldiği söylenince, köyün bütün genç kızları evde toplandı, işte Meşhur’da gelmişti ama, aramızdaki gizli sevinin dışavurumu olanaksızdı. Ben öbür odada, dalıp gitmiş, ateşin oyunlarına bakarken, Zübeyde’nin sesiyle uyandım, yorulduklarını ve benimde sürtme taşını döndürmek için, el atıp yardımcı olmamı istiyorlardı. Kutsal bir şey buyurulmuşcasına el değirmeninin kulpunu tutup döndürmeye başladım, hemen ötekilerde yapışıp, giderek hızlanırken, yarı karanlıkta elimin üzerine yapışan bir elle ürperdim, kim olabilirdi ki bu, kendimi çabuk toparladım, taşın hızla dönüşünde, benim elimin üstündeki sonsuz sıcaklığın sahibi, ayaları ak, sevigen bileği seçemezdim, ta ki yorulup taşı yavaşça durdurana dek. Kollar tek tek ayrılıyordu, en son kolun çekildiğini gördüğümde, büyücül gözlü kızın, gülen yüzünde, aşk çılgını çizgileri yakaladım.
Dışarıda kar, kelebeksi titreyişlerle yağıyor, saçaklardan sarkarak, çam oyması olukları, ağızlarına dek dolduruyordu. Tanrım bu mutluluğu; dışarıda yağan kara, göz kırpıp, benekleyerek eşlik eden kandil ışığında sunmuştu bana...
Ne mutlu sevda çekenlere
Ne mutlu sevip sevilenlere...

IV
Bahar ağaçları filizlendirirken, sık sık evden dışarı çıkan Meşhur’u görüyor, onun dokunuşunun özlemiyle yanıyor, birlikte bağlara, kırlara doğru gidişimizin düşleriyle avunuyordum. Günlerden bir gün, üzüm gözlü eşeğimize binip, bağ çapalayanlara aş götürme işini bize bırakmışlardı, ben eşeğin semeri üzerinde, o ise arkamda sağrısındaydı. Yemeği torbalara koyup kaşa asmış, bakraç sesleri arasında, köy ortayından bağlara doğru gidiyorduk. Heyecandan pek konuşamıyor, yalnızca sorduğu sorulara, yürek atışlarıyla dolu yanıtlar veriyordum. Bahar gelmişti, kelebekler, minicik mavi çiçeklere konuyor, bağlarda, iri birer salkım olacak tozlu çitlimlerin buruk kokusuyla, cevizlerin dibine, eşsiz kokuların yurduna varmak istiyorduk.
Söz sevgiden açılmıştı, Aynur İrfan’ı seviyor, Fatih, Naime’yi derken: Sen kimi seviyorsun dedi bana... Hiç sesimi çıkarmadım, sonra aniden, şimdi bile şaşırdığım bir cesaretle: İnsan sevdiğini söylemez, sevilen onu bilir dedim. Bir sessizlik oldu, az sonra iki elin yavaşça belime dolandığını duyumsadım. Hiç konuşmuyorduk, bağlara gelinceye dek soluk bile almadım. Onu öyle seviyordum ki, elleri belimden ayrıldığında bir süre kendime gelemedim. Bir çağrıyla irkildiğimde, uslu bir kelebeğin, rüzgarla, önce Meşhur’un saçlarına, sonrada benim omzuma zarif dokunuşlarla konup, can alıcı renkleriyle havalarda dönerek, çırpınışına tanık oldum. Gümenin kıyısında sümbüller açmıştı, bademler pembe tomurcuklarıyla, arıları, kuşları çağırırken, kedi tırnaklarının içinden, yaprak yeşili gözleriyle, Meşhur’un beni izlediğini görünce, yüreğimin derin bir özlemle yandığını duyumsadım ve yaşamı bir kez daha epopeler söyleyip, şarkılar çağrıyarak kutsadım.

V
Yaz, Bakılan dağlarının arasından bereket tanrısının yüzünü gösteriyordu. Buğday başakları iri taneleriyle doluyor, ova giderek sararıyor, tek tük ağaçların gölgelediği büyük düzlük, çocuk çığlıklarıyla dolup taşarken, sesler öteki kuyudan, beriki kuyuya çınılayıp duruyordu. Gürbüz başakların içinde özgürce geziniyor, oradan afyon tarlalarında kozalak çizicilerinin arasında, sütleğen kokularının içinde dolaşırken, ahlat ağacında ötüşen iki dikencik kuşunun prelüdüne kulak veriyordum. Telgraf direklerindeki fincanlara, bilinmeyen dünyalarla iletişmek ister gibi, sanki karanlığı sever gibi, taş atarken, tellerde çok uzaklardan gelen arabaların sesini işiterek, susa yoluna çıkıyor, köpeğimiz Lortop renginde bir jip, uzaydan gelen tuhaf bir alet, demir bir böcek gibi yaklaşırken, tam geçeceği anda el sallayarak, önde Amenofis gibi duran yolcuyu uğurluyor, onlarda çalan klaksonun ani sesinde bizi selamlayıp, ufukta yitip gidiyorlardı.
Buğday tarlalarında, bıldırcın yuvalarıyla karşılaşmak Meşhur’u şaşırtıyor, tümseklerde açan sursalların içindeki parlak renkli böcekleri incelerken, bir mutlandan, bir başka mutlana koşuyor, dişil buğdaylar, dirim dolu halleri, gümrah salınışlarıyla bizi büyülerken, esen yelle, yanık ovanın içinde, tozan olup gidiyor, erenlere karışıyorduk.

Yine bir gün, yeni uçar bir bıldırcın yavrusunun peşine düşmüştük, kuş üç dört kulaç uçuyor, yine konuyor, yine uçuyor derken, Meşhur, buğdayların içine yüzükoyun kapaklanıverdi. Neden sonra eğilip onu kucaklarken, yüzünü bana döndüğünde, dudağının kenarında bir kan sızıntısı olduğunu söyledim, eliyle aradı ama bulamayınca, gören gözlerim kör olup: Tanrının yardımıyla onu öperek, dudaklarına bulaşan kanı görmesini sağladım. Sonra garip bir şey oldu; birden bana sarıldı Meşhur. Ve Artemis’in bereketiyle göğermiş biçime hazır buğday tarlalarının içinde, canhıraş bir sessizlikte ova alevlerle yanarken; öğleden sonra, bir güneş günü, -doğa ananın beşiğinde, melekler eşliğinde- tapınırcasına birbirimizin olduk...

Tanrı bizleri bağışlasın.



*




ANASTASİA

Osmanlı’nın Bizans soyundan gelen son ecesiydim. Adım Anastasia ama bana Kâbus Sultan derlerdi. Hıristiyan olmama karşın ilk anda inancın insanlar üzerinde bir ayrıma yol açmadığını bildiğim için uzun süre sarayda varlığım belli olmadan yaşayabildim, annemin adı Katia idi. Gün gelip Süleyman Cihangir ölünce, sarayda entrikalar çoğaldı ve bir Bizanslı için, durumun tehlike oluşturmaya başladığını anladım. O zamana dek önemsiz görünen, üstünkörü şeylerin ortam değiştiğinde, nasılda hınç ve kine yol açtığını görünce, yaşamımın en büyük derslerinden birini aldığımı düşünmüşümdür.

Bir şey anlatmak istiyorum... Güzelliğiniz rakipsiz olmalıdır Osmanlıda, cariyeler arasında, ince hastalık ve kara sevdaya (melankoli) yol açan bu rekabet nedeniyle, saflığın aldatıcı güzelliğine bel bağlayıp, sarayın haremine süt havuzu yapılmasını, gülümser bir kindarlıkla, ilk önerenlerden olmuştum. Sayı olarak (şehzadelerle birlikte) iki padişah gördüm ve bunlardan Selim ki ‘Sarı’ lâkaplı olan ve sarı nergisi çok severdi, işte ki o süt dolu havuzu yaptırmak cerbezesinde bulundu. Çirkin, güzel, alımlı; bahtı açık her cariye sabahları bu havuzda esriyip, oyalanarak sütün cilde kazandırdığı kaymaksı, pürüzsüz pırıltıyla avunup giderdik... Havuzun çevresindeki kırmızı çiçekler ve süngü biçimli otlar, yabanıl, kösnül taşkınlıkla, yasak duygu patlamasını ve delimsi zevkleri temsil eder gibiydi. Ve öyle çok süt gelir olmuştu ki ordan burdan, Trakya sığırlarıyla, İsfendiyar Beyliği’nin ahırındaki tüm malların bu iş için beslenir olduğu söylenmiştir. Bu yetmezmiş gibi zamanla Istranca dağlarından, ceylan safrası, balaban kursağı, sülün otuyla, -gariptir- tavus sütü getirdiğini söyleyen leventler, sipahiler bile türemişti!.. Havuz sefası için kuşluk vakti sıraya durup, kuyruğa girerdik, İsfahanlı haspalar, Boşnak ve Frenk kırması yosmalar, Hint dilberleri, Belh’ten gelenler ve Arykandalı olup kadem almış birkaç yürük kızıyla, süt banyosunu hak eden birkaç deka cariyeydik. Yalnız güzellik değil, erkin gücüne belenmekle, evvelemirde sıhri hısım ve kan bağışıklığı olması da havuza girme hakkını kazanmaya neden olurdu ki kafes arkasında, defne kokuları arasında, yaldızlı taçlar ve envai çeşit mücevheratlarla kutlanırdı bu ayrıcalık...
...
Dimetokalı ustaya yaptırılan bir ‘Altın Yol’ vardı sarayda, yeraltından geçip, öbür ucu Ahırkapı ile Sarayburnu arasında bir alana çıkardı. Sultan her cuma selamlıktan gelip, geçide girer ve buruna çıkar çıkmaz, ahaliye, fakir-fukara, gariban ve taklavan takımına (derviş, berduş, tebernuş-izmaritçi, ayakçı, otçu) altın serper ve onlarda kapışırlarken birbirini ezip, yetmezmiş gibi de yatağanlarıyla delik deşik ederdi. Altın Yol sarayın altından, her elli adımda bir mazgallarla aralanmış (suikast önlemi), kilidinin yalnızca marangozunda bulunduğu, eni boyu atla geçilebilecek, daracık bir dehlizdi. Tüm cümbüşüyle, sırmalar içindeki padişah, bu has adımlarla bölünmüş; mazgalların ardısıra açılıp kapandığı yolun sonunda; dev kadanası, elmaslarla bezeli kaftan, eleğim sağmalardan tuğ ve yanıp sönen, pırıltılı sorgucuyla rabbimin lütfu gibi çıkar, açıl susam açıl namlı harami kapılarından fırlar gibide, şaşkın şavaloz bakışlar arasında peyda olur, bahadırlar ötesi, çöllerin Hızır’ı gibi atılıp; yeraltından püskürür ve besmeleler arasında, sanki göklere doğru fışkırarak, ululanıp, yükselirdi...
Azameti ağzı açık izleyen abdal ve meczuplarda, şallak mallak olup huşuyla eğilir, sadakat yemininden yini düşmüş kullar gibi ezilip; Hanpadişah'ı en derunundan selamlarlardı. O ise altın paraları, sikkeleri, anmalık ve akçaları bu uğruya kesmiş kalabalığa saçıp serperek, geldiği gibi; has bahçeler beldesi, gümüş kanatlı kuşlar ülkesi, zümrütler, yakutlar peykesi sarayına doğru yitip giderdi.
At dehlizden çıkar çıkmaz eşinir, kalabalığa doğru dörtnala koşar gibi doru, görkünç naralarla kişneyerek şahlanır, kayış ve koşumları yıldızlar gibi parlayarak yürek yakarken, gösteri alabildiğine coşkulu bir hayranlıkla masallaşıp, destanlaşarak, düşlerde gezen tebaanın mest olmasına yol açar ve iki cihana hükmeden hükümdarın kulları arasında ezilenlerde; gösteriye asla halel getirmez, sanki temaşanın yekparesi, sihirlerle dolu hadisatın bir parçası gibi sergilenirdi...

Ah ki birde hamam gayyası vardı, sultanlar sevmediği, entrikaya karıştığını düşündüğü Boşnak, Sırp, Urus ve Frenk güzellerinden bazılarını hamamın sözü edilen boşluğuna incecik endam, türlü türlü işveler ve göz alıcı nazlarla getirir ve birden pertavla basarak, açılan kapakçıktan, yosma önce bir logara, oradan akışkan, lağım dolu bir gayyaya sürüklenip; kayar gider ve nur yüzlünün çığlıkları yeri göğü inletirdi de; bin kubbeli sarayda kimsecikler ne görür ne de duyardı. Ölüsü salayla Altınboynuz açıklarına vurur, gözleri belerip ağarmış ve artık tamuya, ecinnilere karışmış cesedin Turnaşenk, Gülbeşeker ya da Eftalia olduğunu bilir ama bir dirhem bile ağzımızı açamaz, bir çift laf bile edemezdik...
...
Sözümü bitireyim... Gelelim sırlarla dolu ölümüme!.. Yazık ki ölümümde işte böyle oldu, tam anlattığım gibi... Hiç beklemezdim, nergissever sultan; ketum ‘Sarı’yla aram gayet iyiydi ama gaddarlıkta cellatlardan geri kalmayan veziriazamın saraya, dahası tebaaya hükümran olma tutkusu telef olmamın asıl nedenidir. Hani, tarafta olsak, bitarafta olsak, taht kavgası çocuklarını yer derler ya, bu işte tam böyle oldu. Temeşvar için düşünülen sefer başarısızlıkla sonuçlanınca, ne hikmetse Boşnak güzellere karşı bir sevgisizlik, hınç dolu bir gammazlık başladı sarayda, hakan o denli belli etmiyorsa da, kazaskerden, defterdara dek herkeste bir ikiyüzlülük, suçlu arama, adam satma furyası başladı, bir dedikodu, laf getirip götürmede cabası, fitne fücur, tuzak, almış başını gidiyordu.
...
Gece hamamda eğlenirken, alp hükümdar içinde gelecek dediler, saçları buğday sarısı Boşnak güzelle dolanıyorduk, akıbetinin nisa takımını kahretmemesi, bu hayhuyda bir ehli keyfe kurban gitmemesi içinde dua eder idim, şimdi düşünüyorum da -acaba oda aynı duayı benim için mi yapıyordu- Sultanşah mavi gözlüleri sevmezdi, ‘sadaret’ ela gözlüleri; ben yeşil gözlüydüm ama bir ikilemin ortasında kalmak, bazen; işin aslından daha tehlikeli bir durum arz eder ya; tamda öyle oldu.
Harem ağası ayaklığa sinsice basmak üzereyken, Boşnak güzelde gayyanın tam üzerindeymiş; kapağın yerini kimse bilmese de sezmeye çalışıyorduk (acaba bir kaç kapak mı vardı), mavi, yeşil bir yana, rüzgârın Boşnakların aleyhine estiğini bildiğim için, gözümü ondan ayırmıyor, gerçekten sevdiğim bu ak sekilinin, başına bir iş gelmesin diye hep yan yana olmaya çabalıyordum.
O da gülümsüyor, bu candanlık karşısında sıcak bakışlarını üzerimde gezdiriyor, kimi zamanda canı gönülden sarılıyordu. Bir ara koluma girerek bir şeyler fısıldamak ister gibi, buharların içinden, neredeyse çıkış kapısına doğru gelip; oralarda bir köşeye sokuldu. Buğudan göz gözü görmüyordu ama hiç şüphelenmedim, kapıya yakın olduğu içinde bir kötülük düşünmedim, sonra yine kol kola az biraz dolanıp, uygunsuz bir yere bağdaş kurarak; oturur gibi yaptı, hatırını kırmayıp ona uyayım derken, boynunu çevirerek tam arkasına baktı ve şimşek gibi bir hızla kolunu çekerek, üç adım öteye kaydı. İlineğin sesini duyduğum anda sekisine can havliyle sarıldığımı biliyorum... Nafile!

Dehlizde uçarcasına kaydığımı ve karanlıklar ülkesine kavuştuğumu anlar anlamaz, dualarımı onun için değil, canımdan gayrı bir şey düşünemediğimden, kendim için yapar oldum. Acı su, bir uğru laneti, günahkârları sağır eden Poseidon'un sesi gibi, gümbürtüler ve uğultularla ciğerlerime dolduğunda, tatlı esrimeden, birden kutupsu yangılara geçen bedenim, umarsızlık içinde sanrılar alemine süzüldü, kollarım açıldı ve az sonra; tavus ötüşlü koruların içindeki binbir renkli anılar, kirpikler altındaki mücevherle birlikte, kahredici, sonsuz bir beyazlığa dönüştü...
Boşnak güzel yüzünden neden ölüme sürüklenmiş olduğumu, o gün, hangi nifaklarla, neler olup bittiğini hala anlamış değilim... Şimdi mezarın bile çok görüldüğü, maviye üryan kemiklerimle, Mesih'in geri gelip bizi kurtaracağı günü bekliyor, ana kucağından ayrılmış ve aynı akıbete uğramış güzellerle ağlayıp sızlıyor, durduraksız iniltilerle, gözyaşı döküp duruyorum. Ne ki bir şey daha belirtmeden, sizlerden ayrılmayacağım.
...
Yıllar yılları kovaladı ve bir gün, ölüler ülkesinin kapkara çayırlarında ruhlarımızı gezdiriyorduk ki, bir cuma günüydü sanıyorum; Boşnak güzelde yanımıza geldi!.. Hikmetini tanrım bilir ama; bir şey olmamışta, salt bu günü bekliyormuş gibi, fütursuzca koluma girip küskünlüğüme aldırmadan, sana bir sır vereceğim dedi. Ne denli şaşırdımsa da bir müslime gibi; ‘Hayırdır!’ diyebildim. Göz gözü görmez sisler arasında, karanlık ruhu fısıldadı ki; harem ağasının kendisine çılgınca aşık oluşu ve bu yüzden meftun ve mecnun olmasının yanı sıra; meğer ikizi kadar birbirimize benziyor oluşumuzmuş ölüm nedeni!..
Ağa o an, perdelerin arasından, Boşnak dilberin yanımdan açılması için, kara zebani boyu, kızıla belenmiş gözleriyle palasını sallıyor, ikircikten kıvranan güzelde, iğdiş ve iğrenç adamın töhmetiyle, kurtulacağını sezip anlıyor, yerime geçerek kendisi ölmüş gibi de bir oyun oynanacağını biliyormuş!..
...
Ne denir... Günah bazen öyle bulaşıcıdır ki can düşmanınıza bile kızamaz ve belki de onu bağışlarsınız. Her şey o büyük günde belli olacaktır. Umudum o ki tanrı yazgılarına boyun eğenlerle, emellerine kavuşanları bir tutmayacaktır...




*



NİTOKRİS

Cüz I
Alamut diyarlı Persepolis’ten, elimizi siper ederek güneye baktık mı; ufukta yükselen Sur Ülkesi’ni görebilirdik. Uzayıp giden çöl ve ufkun bitimsiz griliği 'Surları' karanlık bir duvar gibi algılamamıza yol açar ve babam Kambyses’in soytarısı, sihirci ve çılgın hokkabaz El Düri, ‘Karanlığın Duvarı’ adını verdiği bu yükseltiye mistik öğeler yükleyerek, dağlı Humbaba’yla, Enliller'in karakuşisi, hatta kuyruklu tanrıların, Enkidular'la birlikte yaşadığı dev bir Gılgameşler ülkesiymiş gibi anlatırdı. Bundan olacak bizde surların ardında ne var diye ölesiye merak ederdik.

Mehtaplı bir gece, işte bu yüzden, siyah İran atlarına binerek kırk kişilik maiyetimizle, güneye doğru açıldık. Bütün gece çılgınca yol almamıza karşın, surlar yaklaştıkça uzaklaşan hayaletler gibiydi. Gecenin son yıldızı da çekilmek üzereyken, güç bela surların dibine varabildik. Giz çözülecekti, ürküden ödü kopmuş, sarı safra salgılayan sırtlanlara benziyorduk!..

Surlara önce babam dokundu, ardından benimde okşamama izin verdi, surun runik harflerle süslü, dokununca içeri çöken, ılık, garip bir duvarı vardı. Korkuyla geri çekildiğimi anımsıyorum. Us uçuran kıvrımlarla burgaçlanıp, gökyüzünün katlarına doğru yitip gidiyordu. Gücü karşısında ezildiğimi, görkü ve dehşetten başım dönerek sendeleyip, muhafızlara sarıldığımı biliyorum. Babam o an kulağıma şunu fısıldadı; ‘Bir gün bu surların içini de göreceğiz!’

Ay ışığı tan atımıyla cılız ve soluk pırıltılara dönüşürken, dağ yollarından ve sarp geçitlerden gizlice saraya geldik, kimse o gece bizim El Düri’nin avuçlarında, masallardaki karanlık duvara dek gidip geldiğimizi anlayamamıştı... Aradan geçen yıllarda babam sözünü tuttu ve sanırım, surlara karşı içine sinen korkunun verdiği cesaretle, büyük bir sefer düzenledi, amacı sihirdar ve matrakçı Düri’nin yarattığı heyulayı yenerek,  surları ele geçirmek ve bana verdiği sözü tutup sağ salim geri dönebilmekti.

Cüz II
Düşlerle dolu yıllardan sonra, sarayın avlusuna girdiğinde, neredeyse yaşlı ve bitkindi artık. Sefer on yıla yakın sürmüş, bende gençliğime adım atmış, çocukluktan kurtulmuştum. Zorluklarla geçmişti sefer, uzun süre surları aşmaya çabalamış ve efsanevi kraliçenin ordularını bir türlü dize getirememişlerdi. Bunun hikmeti şuymuş, ordu da, halkı gibi tümüyle kraliçeye aşıkmış, tüm askerler sevgilisiymiş, bir tapınak olan sarayında sandaletli rahiplerden, kölelere dek herkes onun aşkına mazhar olabiliyormuş. Öyle ki geceleri, şehrin sefil semtlerinden, atlı arabalarla ecelerine kavuşmak için saraya geliyor, gün ağarırken de sırasını savuşturan Eros çılgınlarının ardından, kraliçenin yasemin kokulu gövdesine yüz sürüyor ve büyücül kalderasına, vahşice tohumlarını bırakarak karanlığa karışıyorlarmış!.. Bu nedenle bütün Surlular sevdalıymış kraliçelerine; onun Venüs kokulu saçlarına kavuşup, kobra kıvraklığındaki bedeninde yitip gitmek uğruna!..

Sonunda babam; en güvendiği kumandanlardan Diskairon’un burnunu ve kulaklarını keserek surların önüne mahvolmuş bir meczup gibi fırlattığında, Surlular onu içeri almak gibi insani bir incelik göstermekte beis görmemişler. Savaş sürüp gidiyormuş. Zaman tarihlerin ve isimlerin yanıltıcılığına yataklık yapar. Kambyses’in ‘ölümsüz askerleri’ ilk kez başarısız oluyorlarmış.

(Lejyonlar orduda diğerlerinden her zaman daha çok yararlıklar gösterir. Kıpti askerler ''Ehramlar Ülkesi'', Pers gönüllülerden daima daha iyi savaşırmış ama erzaklar tükenip açlıktan kalkanların kayışlarını ve kemerlerini kaynatan askerler çoğalınca, savaşın zorluklar içinde sürüp gittiğini anlamışlar. Oysa sırf surlar için Hindistan seferi ertelenmiş ve özellikle Pers satraplarının avlamakta mahir olduğu yabani eşeklerde tükenince, orduda açlık baş göstermişti.)

Diskairon, babamın despot, dizginsiz bir tiran olduğunu acınası biçimde anlattığında, bu görkünç hain savaşı yönetmeye, yol yordam belirlemeye başlamış. İlk gün iki yüz, ikinci gün dört yüz, üçüncü gün sekiz yüz, dördüncü gün bin altı yüz derken, beşinci gün üç bini geçkin Persli öldüğünde, onlarda Diskairon’a sonsuz güven duymaya başlamışlar, altıncı gün ki Talmud’da buyurulduğu üzere yeryüzü altı günde yaratılmış ve yedinci günde; Bu görkemli yapıt seyredilerek geçirilmişti!.. İşte altıncı gün Diskairon, Surların güneye bakan kapısının açılmasını emretmiş. Cüzamlı’ya sonsuz güven ve inan içinde olan Surlular; bundan da hiç kuşku duymamışlar ne yazık ki!..

Hazarlar ve Fergana’dan toplanan iki yüz bin Persli içeri dalıp kenti ele geçirdiklerinde, yapacak bir şey kalmamış. Çünkü olanların tümünün düzmece, burnu ve kulakları kesilen güvenilir kumandanında, oyuna bilerek katlandığı, kötülükler tanrısı Ehrimen’i bile şaşırtacak şeymiş gibi de canı gönülden bu işe atıldığı anlaşılmış, garip; 'Yaptıklarıma bak da ey kudretli, umudun kırılsın' diyene hak veresi geliyor insanın!..

(Savaşın sonunda Anakraliçe’yi bir kazanda pişirip uterusunu kendisi, kalanı da gönüllülere dilim dilim yedirmişti babam ama tanrı katında bu vahşet nasıl kabul görür ey Kambyses diyen orakllara verdiği düş kırıcı yanıtta kulaktan kulağa yayılmıştı: ‘Tanrı, aşktan değil, güçten yanadır!..’ Anakraliçe ve sevdalıları yenildiler!.. Cemşid’in kulaklarını çınlatıp şarap eşliğinde yuğlar düzenleyerek etini yediler ve Surluların son bir umutla Babilonya’dan getirdikleri Grejuva Ateşi'de yazık ki bir işe yaramamıştı!..)

Babam geri döndüğünde, bütün bunları bir bir anlattı ve en çokta kraliçenin küçük kızı Nitokris’i, Sana’ya dek aramasına karşın bulamadıklarına üzüldüğünü söyledi ve geri dönerken geceleri, özellikle dağ başlarında, orman içlerinde, incecik çığlıklar atan narin bir kız çocuğunun, gölge gibi kendisini izleyip, yalvarıp yakardığını, arkasına baktığında her seferinde bir şey göremediğini ama sakinlikle yola düzüldüklerinde yine birinin eteklerine yapıştığını ve o günden sonrada bu çığlığın hiç peşini bırakmadığını söyledi!..

Cüz III
Babam saçlarına ak düşmeden, göğüs kafesinden dara düştü ve tacını tahtını bırakıp, tüm dünya dertlerini de bana yükleyerek, bir gece sabaha karşı; inlemelerle, ulumalar arasında çekip gitti. Ölümü Kafkasya’dan Basra’ya, Mongolya'dan Hungaria'ya dek yeryüzünü titretti. Ne ki mozolesine koyar koymaz, bir türlü peşini bırakmayan çığlığı bende duyar oldum... Yine bir gece taraçalardan ovaya bakıyordum ki; Güney Haçı yönünde, Büyük Duvar’dan ateşler yükseldiğini gördüm ve meleksi, saf bir kızın sanki göklere doğru el açarak çığlıklar attığını, orduların canhıraş naralar ve şakırtılarla hücum ettiğini, kalkanları siper edip, mancınıklarla birbirine tutsaklar fırlatırken, hengamede masum kızın çığlığını kimselerin duymadığını anladım.

Kendimi tutamayıp kırk kişilik maiyetimle, (yağız atlar, katırlar, küpler eşliğinde); olan bitene tanık olmak için, gece yarısı yola çıktım!.. Ama kahrolası aksilikler peşimi bırakmadı; Atım gece karanlığında, uçurumlardan dört nala giderken, tökezleyip canından oldu!.. O dinmeyen uğultu kulaklarımı çınlatıp, umarsız atımın inlemeleri yüreğimi burkarken, gözyaşları arasında veda ettim. Öyle ki; Hayvanın iri, karanlık, ölüme yakın gözleri; uzak, yağmur yağan bir ülkede, yapayalnız iki kule gibiydi!..

Büyük bir ürküyle, kara yazgılarımın peşinden sürüklenerek, kendimin de öleceği korkusuna kapıldım... Ve dağlardan, Herakles Sütunları gibi heybetli boğazlardan geçerek, gölgelerle dolu surların dibine varabildim. Muhafızlarıma beni beklemelerini ve masum yavrucağın başına gelenleri anladıktan sonra, gün tarazlanmadan geri dönebileceğimi söyledim. Taş basamaklardan, helezoniyle yükselen nice kıvrımları geçerek, kuleleri aştım ve mazgallardan atlayarak; sonsuz bir ürkü ve merakla içeri girdim!..

Çevrede kimsecikler yoktu... Bir 'Şehrengiz'e kucak açar gibi adımlıyor, ölüm sessizliğinde harap bir düzlük ve loş yıkıntılarda, ürküntü veren, soluk bir 'Cadde-i Kebir', ancak seçilebiliyordu!.. Arada pırıltılarla dolu, tuhaf gökyüzüne bakıyor ve hızla sağı-solu kolaçan ediyordum ki; göz açıp kapanasıya, öteki uca ulaştığımda, orada Surlar’ın olmadığını ve ürpertici düzlüğün, uzaklarda çöle doğru akıp gittiğini gördüm. Minik kızcağızın çığlığı peşimi bırakmıyordu!.. Koyu kederlerin katmerlendirdiği, hançersi iniltilerle dolu tiz ses, beni çöle çağırıyor, karancıl dehlizlerin ağzından, bilinmez dünyalara sürükleniyordum...

Bir düşteymiş gibi pırıltılı çöle açılarak, yeşilimsi yağmurların çamurlaştırdığı derelerden, mozarap motifi gibi karışık tepelerden, hiçbir yere açılmayan yerlerden, Garymant ellerinden, ıssız taş kitabelerden; Cennet öpüşlü, Kril biçemlerle süslü, tatlı tatlı böğüren canlılar ülkesinden geçip, gün ağarırken çelenksi, renkçil demetlerle süslü bir koruluğu geride bıraktığımda, birden onunla; ‘Karanlığın Duvarı’yla yine karşılaştım. Bu Sur'du!.. Zorlu çabalarla onu aştığımda; maiyetim ta aşağılarda, katırlar, erzaklar ve toz fırtınasından sakınan askerlerle beni bekliyordu!..
...
Şimdi, anlıyorum ki; ''Karanlığın Duvarı'' bizim içimizdeydi!..
Ne yaparsak yapalım, yüz yıllar ve yüz yıllar geçse de gene Surlar’la karşılaşacağımızı, Surlar’dan kurtulamayacağımızı anlamıştım...

Onlar bana ne gördün, Nitokris nerede, savaş sürüyor mu, 'Şehr' ne alemde gibi sorular soruyorlardı!..
“Hiç bir şey göremedim... Hiçbir şey... Kendimizden başka hiçbir şey!..” diye kekelemişim.
...
Tan atımında, sarayda gürültülerle uyandım!..
Mabeyinciler, muhafızlar, köleler ve yelpazeler odama doluşurken; Babamın öldüğünü bildirdiler!..
Pers hükümdarı sıfatıyla huzura alındığımda; tören alayını da, görkemli giysilerle avluda bekleşirken bulduğumu belirtmeliyim!..



*


NASILSINIZ

Nasılsınız, dedim. 'İyiyim' dedi. Yalnız, 'İyiyim' derken, 'İ'yi oldukça uzattı, ses aralığını uzun tuttu diyebilirim. Bununda, buraya gelirken, oldukça sakinlikle yola çıktığını, diyelim eşikten adımını attığında, usunun dingin, tininin de dertsiz ve uğultusuz olduğunun bir göstergesi sayılması gerektiğini düşünebiliriz. Ama 'İyiyim'in son harfçiği 'm'yi üstüne basarak, içsellikle keskinleştirilmiş ve ama sonuçta gizlenmek istenen bir hışım ve kinle söylediğini de ileri sürebiliriz. Bu, yolda, diyesim taşıtta, olası can sıkıcı olaylarla karşılaştığını, buna karşın kendini tuttuğunu, küçük ama baş ağrıtan sorunlara bulaşmak istemediğinden, zorlasalar bile, beceriyle ıvır zıvır dertlere yol açabilecek bu durumdan sıyrılmayı başardığını gösteriyor...

Sonuç olarak, 'İ' ile 'm' arasındaki, eşlikli dört harfcikten doğuşmuş aralığınsa, epey titrek ve harflerin ses tellerinde denetsiz biçimde; soluk borusunda yuvarlayarak, çok az yırtımlı bir tınıyla yansıyıp, algılandığına bakacak olursak; sinirlerinin gerçekte, geçmişten gelen, uzunca bir zamandır bozuk olduğunu, bu durumun, zamana yayıldığı için sinirsel uçlarının törpülenip görünmezleştiğini ve dolayısıyla ustalıkla gizlenip, saklandığını ya da bu düşünseme içinde değerlendirilmek gerektiğini anlayabilmemiz gerekir.

Verili görüngüde, şu an sakin aralıklarla ve denetlenmiş gözüken bir ıra yapısıyla sözler edip, sandalyede yavaş eskivlerle, eğik açıda hareketlerini sürdürmekte olan bireyimiz, soyun öbür bireylerinden ayrılıkla, geçirmekte olduğu şu saatlerde kolaylıkla sinirlenmeyeceğini ve edimini uzun süre koruyabileceğini; ama uzun süreli baskın bir konuşma biçimiyle karşılaştığında (ya da dayatıldığında), tehlikeyle umursuzlaşıp, saldırganlaşabileceğini, kendisine karşı pasif tutumun sürdürülüp, sergilenmesi durumundaysa etkin ve egemen bir role kolaylıkla geçiş yapmayı önelleyip, (yeni durumu benimsemek) istemeyeceğini, üstelik tam da karşıtı, dozunda bir kibirle, kendi özgün tutumunda yol alacağını ve karşısındakini; diğer bir deyişle ötekini koruyup kollayacak bir imaya bile bürünebileceğini, büyük olasılıkla savlanan ve kuramsal sınırlara yaslı, bu vargı ve belirimlere koşut olarak, birlikte ılımlı saatler, yatay, edilgen bir anlar boyutu ve inişi çıkışı olmayan; ansınır deyimle kazasız belasız geçirilecek bir günün bizleri beklediğini, güvenilirlikle ve neredeyse tümel olarak söyleyebiliyor, düşünüyor ve umuyorum...


*


VULVACORTAZAR

‘Güneş göllerinde yüzüyor, Tarık ile Diana’m / Buzdan kafeslerde yaşayan Samanyolu leoparı / Ve Neptün’de serçeler kanadını okşuyor Budjak’ın. / Her sabah kollarımızı açtığımızda İsa oluyoruz / Tanrı aramızda oturuyor ve tüylerini yalıyor leoparın / Zamanın kuzeyden geldiğini söylüyorlar / Elektronik serapta canlanan anılar / Ve işte neon ışıklarında beliriyor teyzem /
Arayış ne güzeldir sayısız varsayım olasılıklar / Gece vakti altın anahtarın kilidimde şıkırdıyor /
Buz tutmuş ateş ve gözlerden oluşan ejderhalar. / Zaman yelinde geçen yıllar ve sonsuzca beklentiler / Bizi yakalayan bakış / Kuğu tüylerinin atomaltı dengesi anileyin / Hamile bir kadına dönüşen burnumdaki gölgeler / Denizin sırtında adaya gittiğimiz gün / Cantor kümeleri, doğadışı gerçekler. / Kanatlı ceylan soylu karamsarlığın simgesi / Yer çekimini durdurabilen Lezgi / Ölü Toronto, bizon kılıç, at İskender / Rabat’ta çoğalan sütler / Ve deniz ifriti… / Güneş çöllerinde gülüyor Tarık ile Diana’m / Reenkarnasyonal tavırlar / Tanrıya yaklaşabiliriz ama asla dokunamayız diyor Zeus / İnsan bir bilgisayar. / Avcının astığı kuş / Ceres’te yürüyen canlı, Satellit. / Çembersi olan; tanrısız evrenin ürkütücülüğü / Ve gezegende kelebekle kilitli kalan bir kelebek ne yapar / Menandrolar ve nemfomanlar yaklaşıyor işte aleluya / Gece vakti altın anahtarın içimde şıkırdıyor / Uzakta Sirius doğuyor, güneş batıyor, evrenler usulca çarpışıyor. / Anılar…’

Biz tepedeydik… Pencereden aşağı baktığımda, kentin tüm ışıkları, sözde uslu bir gezegenin endüstriyel yadsınçları gibi yanıp sönüyordu. Benim, senin tenine olan sevdam, varlığıma, varlığımıza ve varoluşlarımıza olan kuşkum-tutkum getirmişti beni oraya, daha anlaşılmaz bir sürü garip duygu içindeydim biliyorum. Orada bulunuşum, yaşamımın ve yaşamın her anından bir parçasının gerekçesini, gereksinmesini ve kendiliğinden oluşumunu taşıyordu.
Yalnız kaldığımızda, hemen yanına sokuldum. Az da olsa bu alışkanlığın deneyimlerini edinmişti ruhumuz. Ve sen, sürgit anlatmaya başladın; O herkes için kendi kraterinde, sonsuzlara dek patlamasını sürdüren, sönen, direnen, teslim olan -olmayan- ve yaşam denen, o vefasız yosmayı!..
Sonra duyumlarımızın, yeryüzündeki tüm nesnelerden öne geçtiği saatlere geldik. Sen hâlâ anlatıyordun ve bunların ayırdın da olmak istemiyordun. Bense bildiğimiz, ama düşüncelerimizin nedense bizi -harı- içine sakladığı, o duyumların, artık kaynağından çıkmasını, akıp akışmasını ve bir akrep gibi gözlerde ölüşüp-doğuşmasını istiyordum. Aynı şeyi isteyen, ama aynı eylemselliği barındıramayan iki düşünce, karşı karşıya ve belki de çatışma içindeydi kim bilir…
Aradan yıllar geçti. Ben, o gün senin, küçük, hangi kral ve kraliçelerin, ölümün güzel bahçelerinde hüküm sürdüğünü bilmediğim, en büyülü, en gizil yaşamların, yaşanılırlığı içindeki; arı bir tomurcuğu andıran tümülüslerini, biçimli piramitlere benzeyen idollerini, mermer toroslarını okşamıştım, hem de saatlerce, hem de sabırla…
Kral ve kraliçelerin uyanacağından kuşku duymaya başlamıştım, gizil yaşamların olamayacağını düşünüyordum ki, senin ırmakların, birden büyük bir gürültüyle çağlamaya başladı. Şaşırdım, korktum ve hızla kendinden geçme evresinin basamaklarına doğru, yitmeye başladığımızı düşündüm.
O sıra saydam sular, alevler içinde toynaklı atlar, sonsuz bir soğuklukta kaynayan titansı topraklar, katı ıssızlığın ortasında yeşile kesmiş; uçsuz bucaksız buzullar, gökadalar, yıldızlar ve tanımı olanaksız kalabalıklar; insanlar, insanlar, insanlar ve sonsuz çeşitlilikte, kaplanlar, filler, sürüngenler, Boschlar, yani senin anlayacağın, bir canlı denizinde yüzmeye başladım.
Şimdi yıllar sonra, bu tür bir sanrıyı, pencereye doğru uzanışımızdaki, kentin ışıkları mı sundu bize, o mu aldattı bizi, yoksa artık senin çıplaklığındaki -erleyik- dünyanın en güzel iki volkanik dağından, aşağıya doğru inerken, koyakların bitti diye düşünüldüğü yerde, birden gizemli bir derinliğin, tarih öncesinin mi, sonrasının mı belli olmayan, ultra doğal ve bir o kadar yabansı mağara ağzının, kırk haramilere açılan, büyücül kapaklar gibi -kızıl ötesi ışıklarla yanıp sönmesi mi- beni bu yaşamlar üstü sanrılara itti bilemiyorum…
O gün doyunçlarımızın, var olmaya ilişkin evrensel devinimleri, -gerçek miydi- onu da bilemiyorum, hatta şu anda, anımsadıklarımla, anımsamadıklarım, o günün içinde, öylesine bir kozmik yumak oluşturmuşlar ki, -hiç bir şeyi- ne tam olarak anımsayabiliyorum, ne de anımsayamadığım tek bir şey var o günden!.. Belirsizlik, anımsadıklarımla birlikte, us denizinden akıp gidiyor, yalnızca o kadar…
İşte orada, zamanlar sonra birbirinin içine çöken iki ayrı dev, tinsel ve maddesel olmanın sınırsız çelişikliğinde, birbirinde erimeye karar veren, iki ayrı göksel varlık gibi, ölümsüzlüğün paradoksal uykusuna ulaştığımızda, biliyorduk ki artık, bu ölü bedenlerin, en umulmaz, en beklenmedik iki noktası arasında, o küçük devlerden, o göksel varlıklardan, yeni ve sonsuz bir evren doğuyordur ki; bu tüm bilgilerimizin, tüm tozanlarımızın, tüm varoluş biçimlerimizin üstündedir.
O en güzel, en sonsuz olandır.
O, ‘Yaşamdır’ doyamadığım…



*



ZÜMRÜD-Ü ANKA
(Ormandaki Kuğu)

Ormanın kuytusundan az önce kanatlanan kuğu, yamaçta binlerce kutsal birer ziggurat gibi yükselen, tansıklı, kutsanmış ve baharağzında kırağılanmış, dallarında kar sepintilerinin elmas parıltılar yayarak göğü ısıttığı, yeşil çamların en tepesine, ürkütücü kanat sesleriyle ulaştığında -göğül yüzlü nymphalar- onu izlerken, meşe palamudundan küçük iki satyr de, şaşkınlık dolu gözlerle, bir çamlara, bir de çılgın gibi kanat çırpan bu kuğuya baktılar.
Kuğular ki erkekleri Europa’nın oğlu, dişileri Zeus’un kızıydı.
Bu akkuş, mızrak gibi yükselip, tuğlu çamların, yaşlı sedirlerin kırılgan filizlerini de aşıp, tüm duruluğuyla sonsuz göğe ulaştığında, içinde binlerce yaşamın kaynaştığı, büyük sarı ovayı da gördü. Kar tüyümlerinden arı kumrucul gövdesini, bir ok gibi aşağı saldı, az sonra da gözlerden yitip gitti.
Gece olduğunda orman cinsleri, gizlendikleri kuytu ve kovuklardan Samanyolu’nun üzerinde, kuzeyden güneye, binlerce kuğunun kanat çırptığını gördüler.
Kuğunun ürküsül bir görüngüyle kanat çırptığı yerde, bir an gözü elâ, kirpiği karacıl çalı yapraklarının arasından, güneşin yedi rengiyle parıldayan, bir tavus kuşu çıkmasın mı!.. Başı üzerinde gelinliğe benzer, Hint karanfilleri güzelliğinde, keman teli gibi incecik tüyler vardı. Bu dikleyik tüylerin arasında, kelebek kanadındaki yalancı gözcüklere benzer, tuhaf biçemler yanıp sönüyordu.
Gizenç dolu renklerdi onlar!.. Harnup yeşilinin içinde sarı, keten mavisinin içinde tahıl beneği, çinko beyazının içinde pembe ve kadife siyahlarının içinde, kırmızı mercanların dizildiği, başak endamında taç!.. Tanrısal çekicilikte bir garip uçar, uslara durgunluk veren zarif yaratık. Yılankavi tüylerle sarmalanmış, gökparlı yollara yakışır bir görüngü, kar tüyümlerinin içinde kıvrılıp yatan doyumsuz deniz, inci dişli Amarcord!..
Tavus gagası küçük bir kuştur. Tavukçul…
İşte renkleri, düşlerde gezinen masal prenseslerinin zülfü gibi yayılıyor, Venüs dinginliğinde bir koku çayıra dağılıyor. Harun’un çıngıraklı saati gibi, Keykavus’un kaftanından alımlı, zümrütle, yakutla içrek, incinin yeşimin sarıştığı, kakma hançer gibi sülüs tüyler, dokunduğu yerleri yakıp aydınlatıyordu.
Taç Mahal’den, Ren deltasındaki bütün ormanlara dek ötüşmüş tavus, şimdi şu tanrının düşlerinden de yeşil ormanda; tilki kuyruğu çamlarının, köknarların, ıhlamur ağaçlarının arasından sızan güneş ışığının oyunlarına kanarcasına; -Ona tafra yaparcasına- kuyruğunu açmasın mı! Onu gören bir satyr hemen bayıldı, bir nympha tünediği ağacın dallarından, paldır küldür yere düştü, bir aslanın gözleri çenek gibi büyüdü, bir ceylan dona kaldı, bir sincap kovuğunda hoplayıp, zıpladı, bir sürüngen incecik, yırtıcı sesler çıkararak, kötücül kokular yaydı. Binlerce kuş sustular ve ormanın tüm kelebekleri, tavusun çevresini sardılar. Us uçuran görüntü, meleksi yaratıkların koruduğu bir renk ve desen ormanına dönüştü. Tüm satyrler yaşamın kutsandığı bu anda, ölüm sessizliğiyle yutkunarak, bu renk ve desen harmonisinin büyüsüyle kendisinden geçtiler…
Aaa!.. Çalılığın içinden, bir de sülün çıkmasın mı! Sülün kuşu! Az önceki alaca güveyle, saatlerce sevişip çiftleştikten sonra, birden peydah olan bu kız kanat, bu renkçil uçar, bu mineral tazeliğinde gerinen bıçkın, bu sahtiyan biçemindeki civan, bu bakılışı güzel uzun kuyruğun, çalılıktan çıkarkenki gürültüsü, az önce otların arasında delicesine inci arayan, kar kuğusunu işte böyle ürkütmüştü…

Avcı Mehmet, on yedi bin kişiyle ava çıkar, Trakya ormanlarında nice kuğu, sayısız sülün ve gönlü yaralı binlerce geyiği avlardı. O civardaki tüm geyikler kahırlıydı bu yüzden. Beograt’dan, Nemçe’deki kayalıklardan, Boğdan vatanından şahin getirtip, sarayda ehil yaparak, doru atlarla, Istranca, Köstence ormanlarına girer, tapirden, hüthüte dek, kunduz demez, gündüz demez ne bulursa avlardı. Ayaklarını çöğürlerin yaktığı aslanları, kuyruğundan sürükleyip, sarayın avlusuna bıraktığı, halayık ve hasekilerin, aslanların dinmeyen uğultusuna gözyaşı döktüğü ve ‘Burası Ölü Aslanlar Avlusu’ diye erinip dövündüğü söylenir.
Avcı Mehmet, nice Mehmet’in dördüncüsü olup, şahinlerle şahin avlar, atmacanın gözünü, ipek mendille bağlar, av günlerine değin; emir kulluğuna alıştırırdı bu kara kuşları. Gözleri oyuk, aslan ve geyik kafalarıyla dolu hareminde, kimi yazgısız cariyelerin cansız vücutları, gün-tün eşiğinde, Sarayburnu önlerinde karaya vururdu…
Çalılığın içinden çıkan sülün, gökte güneşin dönüşüne dek süren sevişmeden doymamış olacak ki, tavusla didek-gaga oynaşına girdi. Oynaşta bir sülün alta düşüyor, keyifle yuvarlanıp debelendikten sonra, küçücük çimenlikte, kuş tırnağı gibi yayılmış sümbülleri kırıp ezerek, gül kokulu ayaklarının üzerine dikiliyor ve minicik mahmuzlu, kınalı bilekleriyle süslü tavusun, billur göğsüne dalar gibi yaparak, gagasını yakalıyor ve incecik dideğiyle başlıyordu kıvrılmaya… Ve gölde yüzen su perileri gibi, ormanın boşluğunda, nar ağaçlarına, kırmızı meyveli böğürtlenlere, pelitlere çarpa çurpa, batıp çıkarak, asılıp sürüklüyor, keçi ayaklıları ürkütüp, bu kez dönerken, bu sevişip didişmede sıra tavusa geliyor, bir fırsatını bulup -bir punduna getirip- mavil kuşun alt dideğini kavrayan tavus, onun küçük dilini oynatıp, çığlık atamamasından da yararlanarak, bu kez sülünü sürüklemeye başlıyor ve cevizlerin dallarına sürünüp, palas pandıras girerek, kokularla ayılıp-bayılıp, süzüşüp sevişerek koca ağacın oyuk gövdesine, pata-küte kıç üstü düşene dek oyunu sürdürüyordu.
Hava kararıyor, Zeus ormandaki ağaçların arasından yükselen, biricik kavisli boşluktan, bir Tepegöz gibi ormanı gözetliyordu. Bu anda bütün hayvanlar hypnos olmuş gibi duruyor ve hemen o anda tavus bir hilâl gibi yine kuyruğunu açıyor ve ormanı, bu inciler, leylâklar cennetini, bu kuşburnular, alakuşaklar gezegenini, en çılgın renk balatları, en azgın kokusullarla kaplıyordu.
Gökleyik yüzlü, yüce Zeus susuyordu o an. Dev çenesine yasladığı mabut elini oynatmadan, kara bulutların arasında devinerek avını düşlüyordu!..
Afro ise; geceyi geçireceği Kentauros’un peşinden koşuyor, gözden ırak ormanda, ürküsül yüzlü, Herakles denli güçlü Gençtauros’da kaçıyordu. Karanlık dallara hışırtıyla sürtünüyor, onun çılgın, bitmez tükenmez isteklerini, daha önce tatmış olan birkaç satyr, hemen kuytulara, orman diplerinde; boş ağaç gövdelerine tırmanıp, kayaların içine sinerek; saklanıyorlardı.
Bunu gören kimi hermafrodit, sevi tanrıçasının önüne çıkıyor, erselik figürlerle süslü devinimini, kösnül danslarla bezeyerek, bu isteri tanrıçasını daha da çıldırtıyorlardı.
Bu saatlerde, bir de Çinli bir prens geçerdi ormanın içinden. Altın sarısı seyrek bıyığıyla, ateş ağızlı bir ejderhanın sırtında; sağ eli yelek cebinde, sol omzunda talih kuşu gezdiren. Melek yüzlü günahsız.
Bir filin üzerine kurulmuş tahtta, bir tülün arkasında, beyaz atlı bir prens onu bulana dek uyuyacak olan; sonsuzca beklemeye vargılı bir Hint prensesiyle, karşılaşana dek dolaşacak olan, Çinli prens!
Güceratlı mihraceyle, Pekinli genç şehzade!..
Ceviz ağacının, mantar küfüyle dolu kovuğuna düşen sülün, tüylerini çırparak oynatıp kalktığında, kırmızı karıncalar, kelebek larvaları, minik uçarlar, dağ kedisi tüyleri ve yeşil uzun bir peygamber böceği, istenç dışı hoplayıp, zıpladılar.
Akşam oluyordu. Sülün ve tavus son kez oynaşacaklar, kimi canlılar, tuhaf devinimler yapacak, toprak altında kemirgenler uyanacak, nymphalar geceyi geçirmek üzere dallara tırmanacaklardı. Tavus son kez dolunaya öykünecek, son kez güneşe benzeyerek açacaktı kuyruğunu. Olimpos’un yücelerindeki eğrelti otları, at kuyrukları yatışacak, lâdinler kokuşacak, Pan flütünü üflerken, güneş bir Hera düşü yaşatır gibi, oyuklara, kovuklara dek girecekti. Yaşamın gizil bahçeleri, son kez gülecekti akşam olmadan, tüm savanlar, tüm ormanlar, tüm koruluklar; korular, bilinen bilinmeyen tüm ağaçlar / ağaçlıklar uyuyacaktı az sonra…
Kararan yaprakların arasından, sinsice bir tımarlı sipahi yaklaşıyordu av borusuyla, kös çalıyordu bir baykuş. Binlerce şahin, sahiplerinin şirpençeli ellerinde buyruk bekliyorlardı, tiz çığlıklarla doldurmak için alacakaranlığı!..
Öne doğru birden uzanan, meşin kaplı, kara bıyıklı, emrivaki ses. Kemirgenler, sürüngenler, uçarlar, kokarlar, yatarlar, hepsi kaçıyordu bir alarm zili duymuşçasına, bir tamu kokusu almışçasına…

Dişil sülünle, eril tavus, oğlan-kız oyununu sürdürüyordu. Bir ok atımlığı öteden, yayı dağ kedisi penisinden, oku hüthüt tüyüyle süslü, bir 16. yüzyıl Azrail’i vınlayarak geldi ve tavusla oynaşında gemi azıya almış, istekten dolup taşmış, saatlerdir ormanı adımlayan, sülünün incecik boynunun, tam ortasından, vınlayarak geçti!..
Sülünün kopuk-yırtık boynu, boğuk-kısık bir sesle, tavusun sorguç başlı gagasını, son bir kez kıstırıp kavradı. Ve gözlerine inmekte olan, o kuşlara özgü saydam perdeyle birlikte, cansız başı, gelin teli gibi sallanmaya başladı.
Tımarlı sipahi, büyük bir heyecan ve telâşla atından indi, nympha ve satyrler gizlendiler. Çinli prens ters yönde uzaklaşmaya başladı, sürme gözlü mihrace sonsuz bir uykuya daldı.
Avcı Mehmet’in elindeki şahin birden fırladı, uğursuz, komutsuz bir girdap gibi fırladı şahin; albızın tohumu geliyormuşçasına, tazılar atıldılar, tüm canlılar ciğiltiyle kaçıştılar, tavus kuyruğunu bir güneş gibi son kez açtı.
Çoğalan bulutların arasından bir şimşek çaktı, gök gürültüsü alev bir top gibi gezinip, tüm tümseklerin, tüm çukurların içini dolaştı, sülünün ağzı tavusunkiyle bitişik; son bir kez açıldı…
Ve gökkuşağıyla doldurulmuş bu ağır külçe, içinde bin bir giz barındıran, bu eşi bulunmaz mücevher, sonsuz bir sessizlik, bitimsiz bir umarsızlıkla, -yavaşça- toprağa düştü!..
Zümrüd-ü Anka öldü…




*



YOL

‘Uzay zamanda geçmişi özlüyoruz / Mars dudaklı Apollinius’la Venüs’ten bir Ciğerhun geldi / Gelenekler yaratarak geleneğe karşı çıkıyorsunuz diyor. / Gerçek imge saltık çağrışımlar yaratır / Kierkegaard ıstırabı, Erebos cehennemi, Aldair’in atı / Beserabya’dan elmas tacıyla / Süzülüyor bir kaya kartalı / Adenli’nin tiradı. / Her ölümüzle küçük bir evren modeli de yok olup gidiyor / Homotik yüzüyle Merih Sultanlığı’ndan bir hüdainabit / Uzay tüccarı öldürüleceğini anlayınca / Allah diye çığlık atıyor. / Metaforun yüksek Cebir’i / Kaç bekerel gül kokusu istiyorsun Parcifal / Pigment molekülleri, gliyal hücreler, ekvatoryel bakışlar / Enceladus’a gidiyorsun Safina’m / Sodyum buharıyla yıkanacaksın / Sarı ıssızlık, şeftali çiçekleri, arılar / Ve işte orada Lugones’in kitabını okuyorlar / Pitjantjatjara, kırlangıç sokağı, dolunay, / Yitirilen anlamlar / Çınlayan arı kuşu, yapraklar, kır perileri / He kissed away her tears / Pers hükümdarlığından bir çocuk, su satıcıları / O dişil mavi tenin, çarpmayan elektrik, kristal aynalar… / Gözlerim kanı yeşil olarak görüyor. / Petronas kulesi, kadril dansı, Babilonya’m / …İnsanı bir pıhtıdan yarattı / İşaretleri buldu, bölenleri böldü / Kanıtladı kendini kendisiyle / O kanatsız, mekatronik tanrılar’

(I)
( Chryosoceras 'Altınboynuz' ya da Ceras 'Boynuz'dan, bedevilerin ‘çöl gemisi’ dediği develer üzerinde ‘Hacı Kalfa’ Kâtip Çelebi'yle yola düzüldük. Geceler indiğinde, hurmaların altında gölgeleri örtünüyorduk. Bir 30 Şubat günü, Hindistan kıyılarına yaklaştık ama yitip gitmemek için içeriye varmadık, “Hindistan dünyanın kendisinden daha büyüktür” diye bir söz vardır.)
Konstantinapolis’den yola çıkar çıkmaz İnek Geçidi’ni aşarken yoldaşlardan biri boğazın karanlık sularına gömüldü. Kızgınlıkla, -Perslerin Hellespont’da yaptığı gibi- kürekle denizi kırbaçlayarak: Acı su bunu hak ettin! diye bağırdık. Karaya çıkınca da genç yaşta ölen balerin Pavlova’nın küllerine dualar okuyup, Kalkhedon’daki ölüler toprağını geride bırakarak, yüz bin sesters ya da iki bin çuval baharatla geri dönmek üzere, Karahıtaylara ve öteki komşulara, mal ve işlenmiş mücevher satmak için yollara düştük. Aramızda Sümerik gözlü kızlar, Urartik delikanlılar, Hitityen güçte hamallar, Karya kartalı gibi çocuklarla, Asuryen yaşlılar da vardı. Develer üzerinde salınarak gidiyorduk, dünyanın her yerinde, her kervanın, her kafilenin başında olduğu gibi reisler, cellat bakışlı, sözden anlamaz, kaba saba biri olur ya, bizimde reisimiz Azudi, Şurripak kentine yaklaştığımızda ağzından salyalar akıtarak, sağır edici bir narayla ‘Mola veriyoruz!’ diye bağırdı. Buyrukla, hepimiz eceli gelmiş sayrı, dişleri sökülmüş kaplan gibi atlarımızın, develerimizin gemlerine asılıp, kurak dolambacın bitimine, dağın eteğine, serap görmüş bir bedevi gibi yayıldık. Geçmişten beri şaşaalı Şurripak ovanın ucunda, cihanın güneşi gibi parlıyor, gören gözlere şan olurcasına surları ve kuleleriyle gölgelerde devinerek, yaşamında böyle yurtluk görmemiş biz meczupları şaşırtıyordu. Molada, bitkin düşmüş üç kısrağımızı zayiat verdik. Lekeli hummadan altı kişi sayıklayarak öldü. Deve üzerine kurduğu hamakla yolculuk yapan, keyif ehli Vartanyan adlı tüccarın Porsuk çayının üzerinde, taş köprüden düşüp öldüğünü kervan muhafızlarından biri haber verdi, eroğlunun dediğine göre, ölüsü tam yirmi fersah ileride bulunmuştu.
Aramızda pek tatlı dilli biri, ilk kavgayı çıkararak ‘En hızlı ekşiyenlerdir en tatlı kokanlar, yabani otlardan kötü kokar çürüyen leylaklar’’ sözünü doğruladı. Ölenlere uzun, yaslı bir türküyle ağlayan hısımlarının sesine, bizde eşlik ederek, ortalığı uğuldattık. Yolun başındaki bu uğursuzluktan, umarsızlığa kapılarak gökteki yıldızlara bel bağlayanlar türedi aramızda. Ölüm korkusu us bozuyordu. Akan gök cisimleri, yıldız adları, Zosma ya da Mintaka demeyi, Anitak, Zaurak zıtlığı, Mirzam nedir bilmeyi, Menkar saymayı onlar sayesinde öğrendik. Araplardan biri çıplak gözle öyle bir yıldız buldu ki yad olsun diye adını yıldıza verdik: El Nath! Tanrı yeteneği bölüştürür ama manivelayı (kaldıracı) bağışlamaz. El Nath, bu yıldızın gökte belirme anını ve huyunu çözme becerisini herkesten iyi biliyordu (Tam bu sırada kervanımıza Cezayir dayısının gönderdiği altı kişi daha katıldı). Gecelerden birindeyse, Nusakan ve Nekkar adlı iki Yahudi yine gökte parlak bir yıldızın çift (ardışık) yıldız olduğunu kanıtlayıp bilmişti. Yola yine düştük de, Kuma dilini bilen beş yaşında bir çocukla kayalık ve dağlık Hungar ilinden sağ salim geçtik ki biz sakallılar, kibirli olmanın ne menem bir saçmalık olduğunu anlayıp tüysüz bir sabiye canımızı emanet ederek, dünyada boş yere böbürleniyor olmanın aczini yaşadık. Ona, Çin tarçını, zencefil ve kişniş tohumu vermeyi vaat ederek sevindirdik. Kaşgar’a yaklaşırken iki kola ayrıldık, çünkü bir saldırı sırasında zayiatı azaltmak ve kervanı ikiye bölerek dikkatleri dağıtmaktı amacımız.
Ne var ki birbirimizden kartal gözü kadar bir uzaklıkla ayrılıyorduk ki, birbirimizi göremiyor, duyamıyorduk ama, develerin kokusu rüzgarın yönüne göre arkadaki ya da öndeki kafileye, ‘güvencedeyiz’ haberini getiriyordu. Tanrı dağları ve Terek geçidi gözümüzü korkutuyordu. İzleyebileceğimiz iki yol vardı, kuzeyden Fergana, Taşkent, Semerkant yolu, diğeriyse Pamir dağlarından, Taşkurgan’ın güneyinden gizil Afganistan’a, Belh’e varan yoldu. 3. Bir yol ise Kaşgar’dan ayrılıp Taşkurgan’ı geçer, Karakurum’dan Hindistan’a ulaşır, Hitay ve Asur uygarlığının izinden de geriye dönüleniydi. Plinius tarihinde bu yolların o zamanlarda da işlediğinden söz edilir ama Basra ve Sur ülkesinden hiç söz açılmazdı. Bu yolların eşsiz kentleri Tebriz ve Semerkant’tı. Bu iki kenti nurlandıran Turagay'ın oğlu 1405’lerde öldü ve Semerkant ne yazık ki hayalet bir kente dönüştü, ta Memluklar’a (Kölemenler) kadar.
Bütün bu yollar, İsevi Kolomb’la başlayıp, Barthelmy Diaz ve Macellan’ın yeni yollar ve denizleri keşfiyle, yerlerini su yollarına bıraktı. 'Balina Çizgisi' (rota-güzergâh) piyasaya çıkınca, ipek yolu öldü, baharat kokusu dağıldı. Zaman zaman yinede kullanıyorduk. Bu arada hecin denilen Afrika develerini bıraktık, daha ağır, çift hörgüçlü (Asya develeri) kullanır olduk. Yazları sahra geçilirken; gece yolculuk yapılırdı, geceleyin ortaya çıkan korkunç çöl cinleri söylentisine karşın, çöl yeli fısıltılarla kulaklarımızı okşardı ki, korkusu dağılmış, bin deveden oluşan kervanlardık. Bazen yolculuk kış aylarını da kapsar, dondurucu ayazda, fırtına girdaplaşarak, heyulalar yaratır ve kar körlüğü başımıza büyük bela olurdu, tam bu sıra, kervanları koruyan silahlı muhafızların bizzat kervanları soydukları dahi görülürdü. Kum fırtınaları kervanın durmasına yol açar, insanların ve hayvanların boğulmalarına veya tümüyle toprak altında kalmalarına neden olurdu. Taklamakan girenin çıkamadığı mekân (alan) demekti. Turfan, Kuça ve Kaşgar’a uğranır, Merv’den batıya doğru Partların başkenti Hecatompylos’a ulaşılırdı. Tanrı dağlarından dönüşte Terek geçidini kullanarak, Buhara’ya, Hazar’a gelinirdi. Arap tüccarlar baharatın kaynağını gizler, Çin tarçınının kanatlı hayvanlarca korunan, zehirli yılanlarla dolu vadilerde, sığ göllerde yetiştiğini söyler ama koca Plinius, bu tümcenin daima fiyat artırmak için uydurulup, bilerek süslenip püslendiğini belirtmeden geçemezdi.


(II)
Bazen başımızdan öyle garip şeyler geçerdi ki, bazılarını aktarmadan edemeyeceğim. Bir gün, yolumuz üzerinde Kızıl Adalar denilir bir yere vardık. İnsanları bir tuhaftı, yol değil yolculuk güzel denir biliyorsunuz. Bir kere hiç kadın yoktu, yani herkes biraz feminen ama erkeğimsi yanı ağır basıyordu, nasıl çoğalıyorsunuz deyince bölünerek demezler mi, belli bir zaman dilimini dolduran herkes Aşil topuğunda tomurcuğa benzer etsi bir yumruyu, gözyaşı şişesi gibi bir kapta yedi gün yılkıya bırakarak kendine benzer bir canlının oluşmasını sağlayabiliyordu. Bu pelteye biraz su vermek yetiyor, tandon yatağında ortaya çıkan bu yumru, tümüyle bağımsız yeni bir insanın doğmasına neden oluyordu. Aslında bunlar bir Menandro yani erkek ya da kadın değil bambaşka bir yaratıktı, ne var ki dış görünüşü erkeğe benziyordu, belki insan bile değillerdi ama konuşuyor ve tıpkı insan gibi hareket ediyorlardı. Adadan ayrılırken, onların bitki sayılmasını söyleyenler çıktı, çünkü bir şey üretmiyor, bir tümrüden çoğalıyor ve en kötüsü uygarca bir aşamada göstermiyorlardı. Hayvansı, primitif ve tembeldiler. Sonra anladık ki, karanlıkta kolaylıkla hareket ediyor, gözleri sanki görünmez, siyah bir ışık yayarak ortalığı aydınlatıyordu. Demek ki gözleri de bizim gibi değildi, belki bildiğimiz ışıkta anlamsız ve onlar için hiç bir şey değildi, zaman gibi bir dertleri de yoktu. Konuşurken garip el ve yüz hareketleri olup, kuntluk gösteriyor, apati belirtileri başlıyordu. İnsan tam anlayıp, kavrayamadığı şeyden ürker olup uzaklaşır ya, biz de adadan kaçar gibi ayrıldık, keşke hiç uğramasaydık.
Gölün ortasındaki bu adanın suyunda meğer yalnızca trakonya balığı yaşarmış. Menandrolar gibi bununda nedenini anlayamadık. İçimizden epeyce okumuş yazmış birisi, paralel evrenler, tutarsız geçmişler, günahla yıkanıp, rüzgarın atlarıyla yarışan kısrak insanlar gibi konulara saptıysa da merak edip dinleyen olmadı. (Yalnız Mesih'ten bir süre sonra ortaçağa yakın, Alplerde ele geçen bir el yazmaya göre, zamanlarla çarpımlanmış zaman öncesinde; otçul ve saldırganlık nedir bilmeyen insansı bir tür yaşarmış, Neandertel dönem gelmeden bu tür, maymunsu-hominidlerce yok edilerek, vegetatif olanın yenik düşmesine ve yaşam savaşının vandallarca kazanılmasıyla, dünyevi dehşetin sürüp gitmesine yol açmışlar.) İşte arkadaşlardan biri bunlar o türün bugüne dek gizlenmiş arkaik bir kolu olmasın dediyse de, Kerç boğazından gelen Ukraynalılarda aramıza katılınca, Kızıl Adalıları unutup, Ukrilerin bize oldukça komik gelen dertlerini dinlemeye başladık. İçlerinden biri karısını çekiştirip, yirmi yılda iki kere sevişebildiğini haykırdıktan sonra (Allah bağışlasın iki de çocuğum var dedi!), birdenbire güneş kral Louis'nin, Moliere'e çılgınca tutkun olduğunu ve onun Zoraki İzdivaç adlı oyununda, Çingene rolünde sahne alıp, tambur eşliğinde hilâller çizerek, bol bol kalça kıvırdığını söyledi.
Ama iş bununla bitmiyordu, Schrödinger’in Kedisi derler bir tepeye geldik, adını, buraya ilk gelen İskandinav sarısı, bir Danimarkalıdan almış, burası Kızıl Adalar’dan da garipti, tepeye gelirken gördüğünüz tüm canlıların, tepeyi aşınca ölüleriyle karşılaşıyordunuz, belki yirmi kez gidip geldik işin içyüzünü anlamak için, tepede sanki manyetik, görünmez bir duvar, karanlık bir nokta var ve işte bu noktayı geçince, ne kadar keçi, koyun, porsuk, tavşan varsa ölü bir suret yaratıyor, geriye dönünce de aynı canlıların yılan, çıyan, ceylan ne varsa dirileriyle karşılaşıyordunuz, anlaşılmaz bir dönüşüm, tuhaf mı tuhaf bir etkileşim vardı. İçimizden birisi, "yahu cehennem bile bundan daha anlaşılır" deyince; oradan da tası tarağı toplayıp bir gecede ayrıldık. Yalnız yine söyleyelim ki, Kızıl Adalarda olduğu gibi burada da ağaçlar bir tür ışınsı-koku yayıyorlardı. Yerliler büyük Hadron çarpıştırıcıları gibi deyimler kullanıyor, "Göl otları yiyen taylar yetiştiriyoruz; polonyum iki yüz on yutuyor, Hacer'de sözü edilen ve bir ege tanrısıyla çölü geçen; ölüyü arıyoruz!" diyerek, konuya özgü otantik tümceler sarf edip, hipotezler kuruyor, anlaşılmaz imlerle, bayağı sıkıcı konuşmalar yapıyorlardı.
Yolda ısı ısıran, soğuyan ve soğuran bir cisim bulduk, Orwell gibi belirsizlik kesinliktir diye haykıracaktık ki, Kiel Kanalı'nı andırır pek durgun bir yerden geçtik ve uzaklarda bilişim ağı derler gözle görünmez sitelerde satışa çıkarılan efsanevi Sealand Devleti'ni gördük, gizil ve mafyatik yöreden çabucak kaçarak, kıstağın sonunda, dıştan kübik görünür, kapısız bir odanın içinde, açılmayan penceresi ve konik, küçük bir dehlizi olan, yalın bir yapıyla karşılaştık, buraya kulağınızı yaslarsanız sevinçli bir şarkı, ayağınızı uzatırsanız sürekli bir ayak sesi duyuyordunuz, soluk alırsanız soluma sesi, bir dağ başı havası düşlediğinizde, eriyen karların şırıltısı, bir at hayal ederseniz, kişnemeler arasında, cenkleşen orduların insanın içini acıtan naralarını duyabiliyordunuz. Üstelik şöyle bir seste yankılanıyordu arada: ‘Meşalelerin aydınlattığı, sütunlarının süslediği bulvarlarda, gürzlerle, kalkanlarla, kanlı çelik yatağanlarla; cengâverlerin savaştığı çağların yalvacıydı o!..’ Burada pigmeye benzer yaratıkların on yardayı bir anda koştuklarını görünce, en kısa yarışın yüz mil olduğunu öğrendik, maraton yarışı, ayla dünya arasındaki uzaklık kadardı ve son yarışı kulaktan kulağa, kökeni Çeyenneli kızılderililere dayanan bir melezin kazandığı söyleniyordu.
Ama bu arada, zaman ne acayip, ne anlaşılmaz bir şeymiş ki, Medyen tarafına giden bir bölümümüz, zamanı, yalnızca ad vermek için kullanan garip bir köyle karşılaşmış. Ayrıca köyün kızları Judea dağının karları gibi beyaz ve inceymiş ama, gönülsüzce zorlanırsa sütleğen gibi zehir saçarmış. Zamanı adça gibi kullanan bu köy, sıfat, zamir ve yüklem kullanmaz, yalnızca isim kullanırmış, diğer tüm nitelemeleri şeysi bulur, dış dünyaya kapalı köylerindeki bu dilse, onlara oldukça coşkun gelip, bayağı yeterliymiş. Bunu neden söylüyorum, onlarda yarın diye bir kavram yoktu. Yarın kavramı bizi ölümlü kılar, salt adçıl imgelerle yaşayan bu tür objektivist bakışla tanrının bir izdüşümü gibiydi, yani ölümsüzdüler, önce tan ağartısı, sonra karanlığın inişi yüzyıllardır bir gerçellik veriyor ama onlar için hiç bir anlam taşımıyordu.

(III)
Yolculuk nereden nereye geldi!.. Gene bir gün çöl aşırı, geniş bir ova, güz dönümüne yakın, acılı bir bozkırda, kurumaya yüz tutmuş bir incir ağacının altında oturan, kavruk yüzlü bir takım insanlar gördük, incir ağacının meyveleriyle besleniyorlardı. İlginç olan ağaçtı, meyvesi koparılınca, ertesi güne kalmaz yeni bir meyve veriyordu. Ölümsüz Tûba herhalde bu dedik. Ova büyük bir ıssızlık içindeydi, harmanlar kalkmış, tınazlar savrulmuştu. Uğuldayan rüzgârda, kuyuların serenleri, gizli bir dinin, müritlerinin asıldığı çarmıhlar gibi, ürküntü veren birer hayalete dönüşmüştü. Kuzeydeki dağ silsilesinin tam ortayından tek bir kuş süzülerek geldi ve yaşlı incir ağacının dallarına kondu. Kağnılar, sığırlar, manışlı at arabaları ve eşekler üzerinde geçen bir köylü grubu, incirin dibinde duran bu sinikleri nasılsa görmeden geçip gidiyordu. Birden anladık ki bu ağaç görünmüyor, dibindekilerde yaşamıyordu. Köylülerde onlardan geri kalmıyordu gerçekte, bilinmeyen, sessiz birer varlık gibiydiler, bilisizce gözlerini kırpıştırıyor, sanki bin yaşındaymış gibi, yorgun bir alışkanlık, yıldırıcı kavruklukla hareket ediyor; çatlak elleri ve açığa vurulmaz dehşet dolu bir körlüğün baskısında, sıska bedenlerini korkuluğa çeviren libas ve şalvarlarıyla, ölene dek sürecek ve ancak kendilerinin duyabileceği bir hırıltı, kısır, suskun bir inlemeyle yol alıyorlardı. Sanki ayakta düş görüyorlardı.
Az önceki kuş, kıstaktan süzülüp gelmiş, tam da incir ağacının tepesindeki dala konmuş, kuyruk sallıyordu. Daldan dala geziniyor, sarmaşıkların örttüğü dallarda birden görünmez oluyor, sonra yine ortaya çıkıp, aşağılara iniyor, başucumuza geliyor ve gene yükselerek oyununu sürdürüyordu!.. Şimdi kuş, (Süleyman Kuşları çın çın öter, Süleyman Gülleri'de renk renk açarmış!) yabani otların, incirle, ölü yaban armuduyla sarıştığı, bu kuru su yatağındaki küçük vahada, kıraç ovanın ortasındaki, incecik dallar arasında, bu el değmemiş cennetinde pek mutluydu. Avuç içi kadar irilikte, karacıl bir kuştu, gizem dolu, görünmez bir akıtma gövdesini süslüyordu, köylüler adına çatal kuyruk derlerdi, uzun iki telektendi kuyruğu, kuyruğunu diğer hiç bir yanını hareket ettirmeden oynatmayı öylesine severdi ki duruşunu bozmadan, aşağı yukarı, verev, yatay oynatabilirdi, minicikti başı. Serçemsiydi. Kuru yaprak renginde, kırmızıya çalan kuzgunilikte bir göğsü vardı, tuttuğunuzda taşlık oradaydı işte, yediği her şeyi taşlıkta saklardı, zarif kanatlarındaki tüyler, Hattuşi güneşinin bulutları gibi yumuşacıktı. Kanat altları benekli aklıkta, ayak bileği, belki masalların 'Kül Kedisi'nden de ince, dirsekleri naif, sümbül dalı gibi çıtkırıldımdı. Kuş daldan dala geziyordu, yapraklara sürünüyor, dallarda gagasını; bileği taşına sürter gibi temizliyor, zıplıyor, atlıyor, kıvrılarak bir gözüyle aşağıya, öbürüyle yukarıya bakıyor, aniden hoplayıp tepeleri incelerken, incirleri, çitlembikleri düşürüyor, bir türlü yemeyi başaramıyordu. Sonra dinleniyor, gözündeki saydam perdeyi indirerek dalgınlaşıyor, yine birden tıkırtıya uyanıp çevresini gözetleyerek, her şeyi baştan alıp oyununu sürdürüyordu. Belki bir anlık uykusunda da düş görüyordu: Bir gergedan ksilofon çalıyor, biri onu, ‘Koş, Gülsüm burada!’ diye çağırıyordu. Suyun kenarında incecik uçarlar salınıyor, yemyeşil böcekler peygamber devesi olmaya özenip, saltık karanlığa doğru yürürken, umarsız çocukluğu geçiyordu gözlerinin önünden. Ve birden tanrı ortaya çıkıp: ‘Ölüm, hiç bir suçun karşılığı değil Eyüp!’ diye bağırınca...
O çocuklar, o yaşam, o adam, beklenmedik bir kovuğa tutsak düşen rüzgar gibi yitip gittiler... Buğulu gözlerle başlangıçtan beri var olan ıssız ovaya baktı kuş, onu öyle severdi ki, düşlerinde gördüğü düşte bile görürdü onu. Ama her şey gibi bir gün geldi sevdalar bitti. Ölüm onu sessizce kanatları altına aldı. Ve yaşam tek başına, umursamaz, varlığını sürdürüp gitti. Çarpışan şeyler birbirini yok eder demişlerdi ona. Git ve İshak’ı yanına al, Moriya diyarına git ve orada sana söyleyeceğim dağların biri üzerinde, adanmış bir kurban olarak sun onu...
Ve İbrahim sabahleyin erken kalktı ve eşeğine palan vurdu, Tarkumiya’ya vardı ve bir gün, Çuvaş iline geldi, nevruz bulaklarından, mukyoline 'kuş yolu ile' sömülükler pişirilip yedi. Sonra Buryot Ulan Ude okuluna geldi. Ve sonra zamanın sultası altında her şeyi unuttu. Ve aniden canları kahredercesine inciler dökmeye başladı...
...
Öykünün sonu çok yersiz ve anlamsız görünüyordu! Son; hiçte bir sona benzemiyordu. İzmirli tüccar, soğukta harmanisine sarılarak 'ceplerinde kuşüzümü' ateşin çevresindekilere, "öykünün çok tatsız biçimde kesildiğini kabul ediyorum, ama yolcu tam bu noktada ölmüş anlaşılan, boşuna 'ömür biter yol bitmez' dememişler" dedi.
...
Bu mezarlığa güney yolundan gidilir!.. Sislerin arasında iki melek böyle söylüyor, beceriksiz yazar günahlarının cezasını çekmemek için, bir daha böyle öyküler yazmayacağına dair (yeminler edip) antlar veriyordu!..

(IV)
İlkinsil durumda, öykünün birden kesildiği belli oluyor, elbette şaşırtıcı bir durum, yazında görülecek türden bir şey değil. Sonrasında anlatıcının anlatıcısı İzmirli tüccar, öykü kahramanı (anlatıcı) öldüğü için, öyküyü buraya kadar bildiğini söylemek istiyor. İkincil durumda ise, öbür dünyaya giden bir yazarın, beğenmediği metinlerinden birini (yol) anımsayıp, elim bir pişmanlıkla kendisine lanetler okuması ve öykünün de bundan ötürü kurgulanıp, bizlere sunulduğunun ortaya çıkması söz konusu...
(İşte tüm bunlar olup biterken, olabilecek tüm tasarımların üzerinde, birden tanrı belirir ve dile gelen öykünün, sırf yaratımlarım sürsün diye; bilgisayardan, tuşlayan ellere, oradan da basımlanan sayfaya dek; kara bir güldürü, ilâhi bir oyalanım ve sonsuz bir mutlanın, tayftaki, kuarkçıl, görünmez bir parçası olarak; öylesine düşlendiği ve bunun ancak iç görüyle sezinlenebileceği anlaşılır).
...
(V)
vb...




*



GEZGİN

(‘Nerede’ yazıyor bu eski sağrakta, gizil bir göktaşı / erkil bir kaya, orada kıstakta, ıssız ağaçlar altında / siborglar geçiyor dağ köylerinden, kırmızı demon kolonileri / lâlelim Dor işlemeleri, Pessoa dizeleri, zülüflü baltacılar / inci salip atlaslar, zaman zaman içinde hunhardı büyük ataları / han soyundan kuğu kanı içer bir Moğol, gezegen irisi atları / aşıkâne bir kuark, safkan kirpikler, öyle soyluydu ki onlar / atomdan ayaklarla, kutuplar aşmışlardı / Narodnik budunlar, kitap çiftlikleri, nalları ters voyvodalarla Mars’a ulaşmışlardı.)

Şamanizmin Çalçepen adında bir peygamberi varsa, bir zamanlar Curcan kentinde de bir gezgin varmış. Gerçek yola çıktığında yalan dünyayı dolaşmış olur demezmiş ama, aslında bir derviş, bir evliya, ermiş kişiymiş. 1’i kendine bölerseniz 7, 8’i ortayından böldüğünüzde sıfır, 6’yı tutmayı başarabilirseniz 9 elde edersiniz gibi belirtkeleri, tümceden yalnız bir harf ekleyip ya da eksilterek (özneyi veya zamanın boyutunu değiştirip) suçluyu ya da aşığı başkalaştırmak gibi değişkeleri veya ‘Tanrı gücünü nereden alıyor’ yahut da ‘Madde varsa tanrı vardır diyebiliriz ama tanrı varsa madde vardır diyemeyiz, çünkü onun ne yaratacağını bilemeyiz’ gibi zındıklara yakışır aforizmaları, arayışları, hünerleri varmış. İroniyi de severmiş, bir keresinde en büyük filozoflar kuşlardır, çünkü karınlarını doyurduktan sonra yalnızca düşünürler demiş.

Günün birinde gezgin, geçmiş günlerde olduğu gibi, yine diyarlar dolaşmak, sufîlere yakışır bir abdallıkla kendinden kurtularak, bambaşka ellere, derin ve anlamlarla dolu bir hava solumak içinde, derbederlik ve çıkmazlarla büyülenmiş yollara, onulmaz ufuklara yelken açmak istemiş.

Aşkabat aşkından, Kaşgar’ın sevgisine, Allahabad elmasından, Delhi mihracesine, Mekong deltasından, Hanbalık ötesine, Ulanbator bozkırından, Kuşhan illerine, Frenze küffarından, Kahire ülkesine, Urumçi bucağından, Hindiçini’ne dolaşarak, her bir yöreyi, her bir eli, en görklüsünden, iğne deliğine dek, âlâi vâlâ ile bir kez daha tanımak, Hotan’dan Karabalgasun’a, oradan tüm cihana bir kez daha el sallamak istemiş.

Gezginin düşüncesine ortak olan yoldaşları, meserretten arkadaşları, müritleri, tilmizleri kim varsa başında toplanarak, ellerinde avuçlarında ne varsa mecidiyeden akçaya, gümüşten altın kaplamaya dervişe bahşederek, konakladığı hanlardan, geçtiği kervansaraylardan kendilerine uygun bir armağan, olmadı koku, olmadı Cezeri ibriği gibi durduraksız bir hacırevan alması için bir şeyler ısmarlayasıymış.

Ve Odysseus gibi, ne Lestrigonlardan korkup, Kikloplardan kaçmadan ve öfkeli Poseidon’un gazabına uğramadan, Fenike çarşılarına girip, Mısır illerinde dolaşarak, ejderhalar görüp, ölümsüzlük bağışlayan ırmaklarda (Ganj) yüzerek, meyvesi yeşil kuş olan ağaçlardan ve taç yapraklarında ‘Tanrıdan başka yoktur tapacak’ yazan gülhaçlardan geçerek, gerçekte ruhunun derinliklerine açılmak ve dostlarından her birine ayrı ayrı ant verip, eşi benzeri olmayan mallar, kimine sedef, kimine mercan, kimine abanoz, kimine kehribar, kimine de baş döndürücü kokular vaat ederek yollara düşesiymiş.

Ama biri de varmış ki gezginin çevresinden, o denli yoksulmuş ki, gezginimize ancak 1 kuruş verebilmiş, kendisine bir anmalık alabilmesi için, dostlar; ders olsun ve unutulmasın ki, fenafillah yalnızca kesir tamamlar 1 kuruş verebilmiş gezginimize bu yoksul, hiçbir şey beklemeden, hiçbir şey ummadan, hırpaniliğine aldırmadan ve belki de bir kıssa, belki de bir hiç uğruna…

Ve gezgin bir Cuma günü, Cem Sultan gibi mavi suları arkasında bırakarak, yadellere doğru adım atarken, derler ki o gün, gökte de bir Kuran kuşu uçuvermiş. Gün batısından gün doğusuna doğru tuhaf ötüşlerle, bir boydan bir boya çınlayışlarla süzülüp, ufuklara doğru yitip giderken, bin bir renkli ve hayranlık verici yalımlarla, mavi boşlukta kanat çırpıvermiş.

Gezgin nice yurtluklara girmiş, nice doruklarda ‘Samanyolu gülleri’ görmüş, Cennetabad’a uğramış, Kazvin’e geçmiş, yalnızca gölgesi görünen bir varlıkla dertleşmiş, inci korsanlığı yapan bir harami çetesinin masum prensesiyle söyleşmiş, yaşamını Tiber ırmağında yıkanmaya adayan Alba Longa kralıyla karşılaşmış, kekre, paldımsız, tatava insanlarla ağlaşmış…

Frenze küffarında Alighieri derler birinin evinde ‘Herod’un kılıçlarını karşılamak için doğmak en kötüsü / Afrika’da ki en uzun ağaçlara çarpıyor gök gürültüsü’ gibi rüzgârın uz dilini ve şiirin yönünü şaşırtacak şeyler dinlemiş. Göğsü güzel hanım ey diyen kızlar, Prypyat’a uğrayanlar, Petropolis’te oturanlar, Lishan dağına çıkanlar, Weishui ırmağına dalanlar (bir daha yeryüzüne çıkamaz kendilerini ayda bulurlarmış), Mekke mumu gibi kuş ağırlığında kadınlar, kofracılar, çuhacılar, Dacia’ya yolu düşenler, iki afalina yunus ve mutur görenler, adalet aşkına yüzbaşı Habip olup Kırım’a gidenler, tanrılara sunulan erkek keçiyle şarap içenler, ağaçları yapraklarının sesinden ayırt edebilenler, Hint ineği sidiğinin görkemli bir sarıya dönüşebileceğini bilenler, bir kayın ağacının yanmış kabuğunda sanki büyü yapılmışçasına; Van Dyck tablosunda ki gölgeleri görenler, harf heykellerinin içinden son kaplanı seçenler, beneklerinde evrenin gizemini arayanlar, Puvatya çiçeği koklayıp zamandan önce gök nasıldı, sonsuzluk gülünün altın mırıltıları nasıldı diyenler, karların, güneşin ve rüzgârın oyunlarıyla Mars’a çevirdiği tepelerden geçenler, Arap hanedanlığı hadarîliğin ve debdebenin türlü türlü yollarını tutarak, çölden gelip kasaba ve şehirlere yerleşmiştir diye düşünenler, gezginin dünyasından bir bir geçip gitmişler.

Her şey olmuş, her şey bitmiş, her şey yolunda gitmiş, alacağı vereceği bütün işlerini halletmiş ve gezgin ‘Kavi ve aziz olan Allah’tır’ diye şükredecekmiş ki, sizlere başından geçen iki vakayı anlatmadan edememiş, işte o vaka ki ruh mürekkebiyle yazılmıştır diyor gezgin.

II
O sıra Semerkant’ı, belki de Buhara’yı geçip, Artemis’le kargışlanan üzünçler satrabı gibi, Isfahan’a (ki dünyanın yarısıdır) doğru gidiyordum. Isfahan sultanı kucağında o güne dek görmediğim kısamsı bir kulağı ve bacakları olan, gözleri güneş gibi yakıcı, ay gibi aydınlatıcı, yırtıcı bir hayvan seviyordu. Hayvan biblo gibi, kimi zaman minyatür bir aslan, kimi zaman cücemsi bir kaplan, pars ya da leopar yavrusunu andırır bir şeydi. Tüyleri uzunca, bakışları nazlı, beli kıvrımlı, adımları sülün gibi çalımlıydı, mırıltılar çıkarıyor, arada bir sahibinin kollarına kıvrılıp uzanarak, tüylerini yalıyordu.

Pek hayran oldum, sultandan bahşederlerse bu hayvancıktan sahip olmak istediğimi söyledim. Sultan bu canlının Isfahan dışına çıkarılmasının yasak olduğunu, böyle bir girişimde bulunacak olanların idamla cezalandırılacağını söyledi, ama bir de baş edemediği bir dertten söz etti. Hazinesinin her hazinedar, her maliye nazırı, her defterdar tarafından yağmalanmaktan kurtulamadığını ve böyle giderse tamtakır olup boşalacağı bir yana, sultanlığının da çöküp yok olmaktan kurtulamayacağını, çok güç durumda olduğunu söyledi. Bir yol gösterecek olur, hazineye güvenilir bir vekil atanacak olursa, Isfahan’ın biricik hayvanından kulunuza bağışlanacak bir çift olup olamayacağını sordum. Hünkâr gözlerini kırptı. Dedim ki, şehre tellâl sal, çığırtkan; hazineye vekil arandığını duyurmalı…

Kısa keseyim, binlerce insan başvurdu, sıygaya çekip içlerinden onunu ayırdık ve hazinenin içinden geçtikten sonra, hakanın önünde raks edip, en güzel bir donunda oynayanın vekil olacağını söyledik. Sırayla dokuz kişi hazinenin önünden geçerek huzura geldiklerinde o denli berbat, öyle cansız, yürürsüz oynadılar ki, sanki hiç kıpırdamadılar. Pek karamsarlığa kapıldım, umudumu kesiyordum ki, onuncu kimesne beni ziyadesiyle şaşırttı, öyle güzel, öyle çılgınca figürler çalıp sergiledi ki, boşlukta kavisler çiziyor, bir cambaz, bir gözbağcı gibi acayip devinim, parendeler, jest ve mimikler, ritme uygun kalça ve kıvrımlarla hepimizi hayran bırakıyordu. Mest olmuştum. Vekil bu dedim!..

Çünkü diğerleri nefislerine yenilmişler, hazineden doldurdukları altın, gümüş ve çeşitli mücevheratla değil hoplayıp zıplamak adım bile atamaz olmuşlardı. Gitanjali'yi hatmetmiş,Şehnâme’yi içmiş en dürüst maliye nazırı, işte ayağımıza geldi gibi bir duyguyla sevinçlere gark olmuştuk doğrusu!.. Bunun üzerine sultan çok takdirde bulundu ve kentin dışına çıkarılması yasak olan hayvandan iki yavruyu sembolik bir ücretle ‘1 kuruşa’ verebileceğini, kuruşunda hazineye irat kaydedileceğini buyurdu (yoksulun 1 kuruşu böylece işe yaradı ve hararetle uzatarak iki yavruyu sahiplendim, Isfahan Hanı da, divanı da pek memnundu.)

Büyük bir saadetle, yanımda iki yavru, dönüş yolunda bahtım İnguş imparatorluğunun kalbinden geçecekmiş ki, payitahtta veba salgını olduğunu söylediler, merak ve şifa dürtüsüyle apansız yönümü, efsanevi surlarıyla meşhur, ulaşılmaz kente çevirdim, kral beni huzuruna kabul etti, ziyafetler tertipledi, vebadan halkın kırıldığından dem vurarak, soylarına kıran girmesinin yakın olduğunu, bu gidişle imparatorluğunun da helâk olacağını sözlerine ekledi.

Çok acındım, insanlar inanılmaz sefillikte yaşıyor, sessiz bir çılgınlıkla sarnıçlardan su içiyor, uğursuz felâketin pençesinde bir bir kırılıyordu. Haşmetmeaplarına dönerek, bir umar, bir yöntem bulursam ne bahşedebileceğini sordum. Yetkileri sonsuz kralın boynu bükülmez mi (bir kez daha elem denizlerinde boğuldum). Sepetimden iki kedi yavrusunu çıkarıp; bu tür, sokaklarda cirit atan fareleri yok ediyor; bu ateş gözleri ortalığa bıraktığınız takdirde, telef olmaktan kurtulacaklarını, salgının yok olacağını, imparatorluğun ilânihaye bir beladan kurtulacağını, gözümde yaşlarla dile getirdim. Kral çok şaşırdı, kedileri ortalığa saldığında farelerin nasıl kaçıştığını, bir bir nasıl da çığlık attıklarını gördüler. Ve 1 kuruşa aldığım hayvanı, 1000 altına alıkoyarak, koca bir sandukayı boşaltıp, bir torbaya doldurmak suretiyle, emanetime verdiler.

Geri döndüğümde, herkes koşuşup armağanını, anda; ısmarladıkları her bir şeyi almıştı bile… Mutluydular. Bir kişi dışında. 1 kuruşu veren o meczup, yoksul dışında. Zira 1 kuruşa ne alınır ki diye düşünüyor, kendisini mahcup, beni de zorda bırakmamak için, doğrucası gelmiyor, uğrayamıyordu. Onu çağırttım ve herkesin gözleri önünde; senin verdiğin 1 kuruş, İnguş imparatorunun 1000 altınına mazhar oldu, hayırlı olsun diyerek, bir torba altını yersiz yurtsuza teslim ettim.

Söylemeliyim ki yoksulun şaşkınlığı anlaşılacak türden değildi.
Kavi ve aziz olan Allah’tır.
Bitti.


*


HYKANDROS

‘Göz gözeydik ve kara
ak meni boşaldı çukura
girdi yarığa dülger balığı
ruh aradı Avernus’u
Ve’




Tepedeki kulübemde, Patraslı ecnebileri ağırlayıp uğurladıktan sonra; ormana odun toplamaya çıktığımda, gül parmaklı şafakla; incecikten başlayan yağmurun, giderek, çam diplerinden, tepelerden, nasıl bir tan seli oluşturduğunu görüyor, gizlendiğim kovuktan taşkınları izleyerek, musalarla elele nice tansıklar, olağanüstü düşler kuruyor, günlerimi böylece geçirip gidiyordum...

Ama bir gençlik hatasıyla, Hekabe ile nişanı bozduktan sonra, İda dağında kaz gütmeye başladım. Söğütlerden usa sığmaz güzellikte flütler yapıyor, meşelerden esen yel, Zeus’un soluğunu sonsuz güzellikte epopelere dönüştürüyordu. Nymphalar, çimenlerde tavşanlarla hoplayıp zıplarken, kimi zaman daldan dala atlayarak, kuş gibi ötüşüyorlardı. Dağın ürpertici doruğundan kaynak suları içiyor, ceylanlarla sevişiyor, uçurum başlarından soluğumu tutarak ovayı izlerken, çoğu zaman kayaların altında uyuya kalıyordum...

Bir gün, -hasat ayında- koynumda flütle bir kayanın başında uyurken, Poseidon’un sevdalısını bile kıskandıracak güzellikte, bir gölge belirdi başucumda… Düş görüyorum sandım, koynumdaki flütümü çıkarıp gün dönene dek çaldı; tek ağızlı testisinden arada bir su içiyor, gökyüzünden inci dizileri gibi bulutlar geçiyordu. Bulutların kuştan kanatları vardı ve dünyalar güzeli bir tanrıçayı, yücelerden yücelere götürüyorlardı. Saçları topuklarına dek uzanan başucumdaki gölge, o sıra ayağa kalktı ve altın arabasıyla bulutlardan geçen altın saçlı tanrıçayı selamladı.

Bense bin bir zorluk ve çaba içinde uyanmak istiyor ama uyanamıyordum. Güttüğüm kazlar dünya güzeli erkeklere dönüşüyor, tapılası gölgeyle oynayıp coşuyor, kutlu sevinçlerle dolup taşıyorlardı. Bir kıskançlık ateşiyle yanıp tutuşuyordum. (Kassandra, Oidipus, Elektra’yı düşünüyor) Gölge o güzel erkeklerin dudaklarını ısırdıkça, dudaklardan balık biçiminde pullar dökülüyor, hemen yerde geniş mavi gölcükler oluşarak, bu Antares ve Eros kalabalığı "gölde yüzüşüp-oynaşarak" kaçışmaya başlıyorlardı.

Çok sonra yorgunluktan hepsi uyuya kaldılar. Bıçağımı yanıma aldım, Styx gibi kararlılıkla gölgenin yanına doğru süzüldüm, Eros sürüleri, kıllı göğüsleri ve diri erkek organlarının yarısını dışta bırakan harmanileriyle, uykuya dalmış birer Herkül gibiydiler.

Gölgenin yanına vardım, heyecandan titriyordum, zümrüt yeşili, incir yapraklarıyla bezeli bir üstlüğü vardı. Defnelerden örülmüş tacı hafifçe yana kaymış, sanki oda uykuya dalmıştı. Az önceki yorgunluğundan olsa gerek, kumruları bile imrendirecek yumuşaklıktaki göğsünden, billur gibi ter damlaları, gümüş bir saydamlıkla dökülüyor; gül açığı kıvrımlarından, utlarına, uyluklarına doğru akıp gidiyordu. Heyecanım giderek artıyordu.

Avına yaklaşan bir avcı gibi, uçurum sessizliğinde sokulup, tam bal sürümlü, hilâl görünümlü dudaklarının kıyısına vardığımda, soluğu soluğuma karışıyordu ki: Uyandım! O da uyandı! Dağ zillerini çalıyordu!.. Ve sonsuz bir ürpertiyle her şey, birbirine akıp gidiyordu... Bakışlarımdaki bulanıklık yitip, usum yerine gelince, onunda bir Nympha, benimde; Eros sürüsünden mavi gözlü bir oğlan olduğumu görüp, elini tutarak, yalımlanıp duran yanı başımızdaki göle atladım ve onunla gözden uzak maviliklere doğru; yitip gittim...


*


KALAMAR

Andrei Tarkovsky'nin günlüklerini okuyordum ki, odaya girdi, “Sokrates'in, Sokrates'in Savunmasını okudun mu?” diye sordu; evet dedim yavaşça, okumamışsın; çünkü o Platon'un dedi. Ne demek istediğini anlamıştım, onu gerçekten, uzak geçmişte okumuş, gelen konuklara o kitabı okuduğumla tanıtılır olmuş, şaşırtı ve sevince kapılmıştım. Geçen gün, anıların uğruna o kitabı gene aldım, kapağında Platon yazıyordu, bellek kayması sona erdi ama, gerçekten sorsalar, Sokrates'in derdim o kitap için. Neyse, yaşamımız bu tür yanılsamalarla doludur, Fikret Mualla ve Elif Naci'yi kadın sanmak, Muazzez Tahsin Berkant'ın ne olduğunu bilmemek, Kerime Nadir üzerinde karar verememek, büyük yazar Don Kişot'tan söz etmek, George Sand erkektir, Rilke kadındır demek, Baudelaire'i aynen hecelemek geçmişin yanılsamaları arasında esip giden poyraz yelleriydi inanın, onun için öğrendikçe, bilmediklerimiz çoğalır der dururum.

Tarkovsky'yi severim, seksenli yıllarda, Beyoğlu Sinema Kafe'de, bazen bir eşlikçiden bile yoksun, daracık mekânda ve alkolün zorbalığında filmlerini izlediğim olmuştur!.. Sinema sanal bir şey, Lumière Kardeşler'in bir gösterisinde perdeye doğru yaklaşan lokomotifi gören izleyicilerin salondan kaçıştığını biliyorsunuz. Bundan mıdır bilemem, Tarkovsky hep ruhsal, spritüel sinemanın öncüsü olmuştur, onun aktörleri, aktrisleri, öylesine sıradandır ki, olayları (anlatılanı) izlemekten, sunucuların (rol sahipleri!) yüzüne bir kez bile bakamadan film biter. Stalker'de öyle usdışı görünümler vardır ki, akar suyun, değirmenin, sahipsiz köpeğin başka bir gezegenden geldiğini sanırsınız. Solaris'in müziği öyledir ki sizi filmin bir parçası haline getirir, bir izleyici değil, olayın kıyısında durup olup biteni gözleyen bir ölümlü gibi kâh uyuklayıp kâh uyanarak ve filmin bir parçası olarak, olağan ötesi yaşananların bitmesini beklersiniz...

Kuzenim yine odaya girdi, Tarkovsky'yi sevmiyorum, sinema bir yanıyla eğlenceli olmak zorundadır, kitap yazarak söylenecek şeyleri film yapmanın bir anlamı yok dedi (meğer Stalker'in senaryosu da 'bir ikili' Arkadi ve Boris Strugastky'nin The Roadside Picnic adlı kitabındanmış, keşke çevirisi yapılsaymış, ama adı, Issız Yolda Piknik konulabilirse, daha uygun olurmuş!). Tartışmaya girmem (unutmadan söyleyeyim, sinemanın başat bir sanat olduğunu savlayanlar, zaten sinemanın yazın’ı kapsadığını ama yazın'ın sinemayı kapsamadığını ileri sürebildikleri için bunu dile getiriyor), tartışma herkesin kendi görüşlerini açınlayabilmesidir, bu konuda görüşlerimi uzun yıllar onunla paylaştığım için sustum. Söz dönüp dolaşırken, beslenme konusu açıldı; vejetaryenlikten, onun sınırlarından, çocukların bazı besinleri almak zorunda kaldığından, son okuduğum şeyler arasında, bitkilerin de düşünüp-konuşuyor olabileceğinden filân söz ettim... Hepimizin kan içici birer Drakula olduğuna hükmetmemize az kalmıştı ki, akşam yemeğinin hazır olduğunu söylediler, belleği şaşı, iki gözü, elleri ve ayakları olan, garip birer yaratık gibi, sofraya dizildik...

Sonraları, besin zinciri konusu, çocukların bazı gıdaları almak zorunda olduğu yaklaşımı ilgimi çekti. Balık diye hep hamsi, istavrit yediğimizi (bir İstavrit kitabevi vardı, İstavrozla karıştırdığım, aniden kapandı gitti!), fasulye ve benzeri şeyler, pirinç lapası, çorba, Amerikan patatesi, Urfa minaresi yemekten başka bir şey bilmediğimizi düşünür oldum ve giderek, o güne dek hiç almadığım şeyleri almak gibi bir merakım oluştu, yengeç, karides getiriyor, bilinmez dikenli otlar kaynatıyor, brokoli, avokado gibi zamanla alıştığımız şeyleri, göz korkutan bir kavga gürültü arasında çocuklara da yedirmeye çalışıyordum. Alışkanlığımın sonu gelmeyeceğini anladım, yaşam gibi yiyeceklerin de sonsuz olduğunu, bu merakım sonucu öğrenmiş oldum. Artvin'den Anzer balı getirtiyor, aktarlardan; lumbagodan, artık görülmeyen, soyu tükenmiş olsa da lekeli hummaya (yüz yıl önce, Kabil'in suçunu tadabilmek için, seçtiği kurbanlar arasında yazık ki büyük babam da vardı, bu yüzden tifüse kinim vardır…) kadar, iyi gelecek acayip yiyecekler, içecekler alıp duruyordum. Zamanla alışkanlığımı terk ettim, gene bildiğimiz istasyonlardan, alışılmış şeyleri alarak, öz ruhuma dönüyordum artık. Şu ulu çarkta, eski dişlilere dönmemin nedenleri arasında, evden aldığım ağır eleştiriler, siyasi (bu emperyallerin malı) ve dini (bu inancımızca mekruh sayılır gibi) bazı uyarıların önemli bir payı olduğunu söylemem gerekir.

Bir gün evdekiler hep birlikte şehzade Fatih'in ülkesi Trabzon'a gittiler!.. Yalnız kaldım, birkaç gün sonra, yiyemediğim, gözümün kaldığı bazı şeylerle günümü geçireyim, kurduğum sofrayla, yarı sosyetemsi, az biraz aristokrat bir ruha bürünerek, şu yaşamdan, evden, semtten, sokaktan, söylemesi güç belki usul ve fürudan, hatta hep eleştiren, ağzımla kuş tutsam beğenmeyen dostlardan, hasılı varıyla yoğuyla, Galile Yuvarlağı'ndan öcümü alayım dedim. Yıllar önce (nefritin, olağan bir bedeni ziyaretinden ötürü), akşamları pek çok şeyle birlikte, içkiyi yasaklamışlardı, gündüz içilmeyeceğini düşünerek. Bu orijini çözen Conrad Aiken gibi kurnazlıkla, akşamı değil geceyi bekleyecektim artık, akşam yasaksa gece de yasak değildi ya!.. Her şeyi aldım, hayran olunacak tadı damağımızda kalacak, ruha yakın, mideye uzak ne varsa aldım!.. Son olarak etimsi, balığımsı bir şeyle taçlandırmaya kalmıştı iş sofrayı (cariye peksimeti, sülün ciğeri, sultan pastırması ve şahpadi buğulaması yoksa da), Kabalcı'nın yakınında ki balıkçıya uğrayıp, o güne dek nedense almaya sıra getiremediğim nesneyi, buruşuk ıslak bir kâğıtta kargacık burgacık; kalamar ve altında ederinin yazıldığı, minicik, kuyruklu yıldız görünümlü şeyleri almaya karar verdim, aldım ve eve geldim. Yaz günü olduğu için zaten epeyce geç kalmış, sofrayı da ehlikeyfçe hazırlarım derken saat karanlığın kuytusuna varmıştı... Eskinin Apulia Yolu, şimdinin Sardunya Sokağı'ndan, eve adımı mı atar atmaz, bir rüzgâr esti ve salonda okuduğum kitabın yaprakları uçuştu, kaldığım yeri kaybettim, ancak yalnızlığın üretebileceği türden bir espriyle, bahtıma çıkan şu sayfayı bir okuyayım dedim, Milorad Pavic'imsi, Arjantinli'nin tütsüsü gezen, ruhuma hitap eden bir sayfa çıkmasın mı...

Omnipotans paradoksu gibi, o an arktik bir ölüm öpücüğü gezindi benliğimde, surların üzerinden yaklaşan Akhalar'a bakıyordum, Akhilleus birliklerinin başında güney kapısına doğru ilerliyor; güneş batmış, ay doğuda dağların karanlığından, kimselerin duyumsayamayacağı bir sessizlikte yükseliyordu... Yanıma Büyük Romulus geldi; Shantel bu gece Venue Maslak'ta ki Smirnoff Experience Russian Disco için çalacak duydun mu dedi. Biliyor musun dedim, insanlık henüz iki yüz bin yıldır yeryüzünde, bu ne demek, insan ömrü yetmiş yıl desek, art arda (teke tek!) üç bin kişi gelip geçmiş dünyadan, Colesium'a bile yakışmaz kara bahtlılar kalabalığı, doğrusallık belli, kanımca bu sanılır; ha var, ha yok dedikleri!.. Erguvana, İsa Ağacı derim ben. Belki de evren bir hayvan ya da tek bir mineralden. Napolyon Louisiana'yı satmasaymış, Amerika'nın dili Fransızca olacakmış diyorlar. Cansız maddeden, canlı maddeye, canlı maddeden düşünceye geçmişiz biz, ama Tutmosis zamanından beri düşünceyi kullanmayı da bellemişiz. Voltaire gibi, hoşgörülü olup, servetini, köle ticaretine yatırmış teyzeniz! Din bilginleri tanrının dikkatini, şu sözcükleri yazan sağ elden bir an bile çekmesi halinde, elin o an, sanki alevsiz bir ateşle tutuşmuşçasına hiçliğe gömüleceğini ileri sürerler. Yazlıkta oxymoron oynadık derler, sözcüklerin önüne, onun karşıtı olan bir sözcük konularak yeni bir sözcük üretme oyunu... saydam sis, yanmaz ateş, inançsız kul, kara güneş gibi; şimdi veronal içti uyudu, zira göz savunmasız ve açıkta duran tek iç organımızmış. Bir gerçeklik sonunda bir soyutlamaya dönüşebileceği gibi, bir soyutlama sonunda bir gerçekliğe dönüşebilir ha! Metafizik bilginin olanaksızlığına örnektir şu; taş bizim için yüzyıllardır taştır, taşa göre, düşüncemiz değişebilir, ama bir soyutlama olan tanrı düşüncesi, bize göre; sosyal durumumuza göre değişebilir ancak, taş varlığıyla düşüncemizi yönlendirebilir, tanrı düşüncesinin gelişimi ise yalnızca yaşayanlarla, bizlerle değişebilir. Bilir misin, Ayasofya'nın gerçek adı Fethiye Camisi'dir. Nietzsche ölmeden; Tanrı öldü demiş, Nietzsche ölünce Tanrı; Nietzsche öldü, demiş!.. Noktalama işaretlerini değiştirerek La Manchalı'yı felsefi bir yapıt haline getirebilirmişiz. Mezarlıklar insanlar gibi yaşlanır ve ölür, zulmette bir Mughal İmparatorluğu büyür. Arap atasözüdür; insan, zamandan korkar, zaman da piramitten. Boşluğuna bakıyor boşluktaki! Abdülaziz zamanında halk trene Padişah Gemisi dermiş. Ve onlara, umarsızca başkaldıran tüm canlılara diyorum ki; kardeşlerim, belki bir sabah güneş gene doğacak ve belki de anlayacaksınız artık, bedenler ayrı olsa da ruhların bir olduğunu... İşte insanın kozmolojik serüvenindeki tek umudu ve baş tacı, tanrının yeryüzündeki gölgelerine, put sever tehlikelerine başkaldıran tek umuru; Kitap!.. O kurtuluşunuz, o kılavuzunuz olsun! İşte soykırımdan, kıya ve zulümden kurtulamayan insanoğlunun, kozmirajik, evrensel serüvenindeki başyapıtı ve tanrının yeryüzündeki biricik sureti; günahlarımıza otacı, gazaba bulanmış, cennetlerden kovulmuş ademoğlunun özbeni ve yalnız ve yalnız onları anımsatan, onulmaz, yıkılmaz putu; Kitap!.. Onu yakın, onu yok edin dedi!.. bitti.

Yalnızlık ürkütücüdür. Derebeylik çağlarımda (beş ve altının, karesi civarı diyelim) yalnızlığı çok severdim, ama yıllar ilerledikçe onun katlanılması güç ve insanı sonsuza yakınlaştıran bir şey olduğunu anladım. Yalnız insanın zamanı ve uzamı tozludur, köhnemiş bir görüntü verir, başka bir dünyadan konuşur gibi bakar insanın gözlerine, kapıyı bin bir güçlükle ve boş yere uğraştırılıyormuşçasına açar ama gerçekte yitip gitmiş duyguların, özlemlerin kuyusundan, gizençli, görünmez bir çığlıkla haykıran, doyasıya sarılmak isteyen de odur. Ne ki bunu hiç belli etmeyecek kadar karanlık bir ruhun ve onmaz bir gururun pençesinde, kendi özbenine; ihanetsi kayıtsızlığını sürdürür. Yalnızlık gittiğin yoldan gelir diyen ozan gibi, bu paradoks gibi gözükse de, insan artık nevrotik bir tutsaklığın sarmalında; Derdimin zehri dermanımdır dercesine, sizi istemez ve tek çözümün bir insan sesinin varlığı olduğunu bile bile, kaygısız ve öylece; o sonsuz ve anlamsız yalnızlığına çeker gider...

İşte yalnızlık ve yorgunluktan olsa gerek kitaba dalmışken, uyumuş kalmışım. Nedendir bilinmez yarıgece; güzelim sofrayı kuramadığım, yapmak isteyip de yapamadığım şeylerin şaşkısı içinde uyandım, sağa sola yalpalarken, derin bir sessizliğin içinde, bir yerlerden çıtırtılar geldiği duygusuna kapıldım... Kapıyı tam olarak kapatmayı unuttuğumu anladım, aralayarak, koridora baktım, hiçbir şey yoktu, birileri olamazdı, daha önceleri karanlıkta devasa carabuslar, hamam böcekleri, bir keresinde de kulakkaçan ve akreple karşılaştığımdan ürkmüyor da değildim. Ayrıca eve, yılan bile girebilir kanımca, ağaçlardan tırmanarak, pencereye yakın dallardan, açık camlardan girebilir, geçen gün, ışığı yakınca büyücül bir kertenkeleyle karşılaştım, epey bakıştık ve hamle yapınca kütüphanenin arkasına kaçıverdi, şimdi belki de yarıgülüt, orada Darwin'i okuyordur artık!.. Yalnızlık ürkütücü; önceleri hiç yaşamadığınız olaylar sizi bulur, cinlerle perilerle konuşur, geçmişte ki ölülerle bile yüz yüze gelirsiniz...

Çıtırtı öyle sessiz ve derinden geliyordu ki, sanki kuzeyden doğru buzdağları akıyor ve karalara doğru yüzgeçli, tırnaklı ayaklarıyla garip hayvanlar yaklaşıyor, ürküsül, kimselerin duyamayacağı bir gizillikte, ıslığımsı-uyuşuk, derin bir düşselliğin içinde; kaos çağlarından gelircesine çoğalıyorlardı. Uzun süre çıtırtının geldiği yerleri aradım, yalnızlıktan mı, sessizlikten mi bilemem yön duygumu yitirdim, odalara giriyor, yavaşça banyoya süzülüyor, açık pencerelerden boşluğa bakıyor, sanki tanımsız garip canlılar derimde dolaşıyormuş gibi bir duyguya kapılıyordum ve nereye kulağımı yaslasam, ses sanki oradan geliyordu!.. Sonra saltık korkuyu yadsıyan, yalnızlara özgü bir duyguyla, her şeyi anlamsızlaştıran, mekanize-robotumsu bir kurguyla; evi bir kez daha kolaçan ettim. Salondan antreye geçtim, loş ışıkta ayna çıktı karşıma; birden iç organlarım belirdi sanki!.. Korkum büyümüştü sanırım... Sonunda solmuş, çökmüş bir halde mutfağa geldim ve hiç olmazsa bir şeyler atıştırayım, belki, anlağımı toplar, uyku sersemliğim de geçer diyerek buzdolabının kapağını açtım ki; dondum kaldım!.. (Olanları gözlerim bir anda gördü, ama yazarken sıralamak zorundayım, işte dil böylesine sınırlı, yazında alabildiğine zorlu bir şey sanırım.) Karanlıkta kalamarlar, sağa sola yayılmış, ağzı bağlı poşet açılmış, kese kâğıdı bölük pörçük olmuş, mor-yeşilimsi bir ışın yayarak ilerliyorlardı. İçine düştüğüm dehşetten dolayı, uzun süre duraladım, sanki ölüme direnir gibi, bulundukları yerden kafilelerle çıkıp, fosforumsu-galaktik bir ışın saçıyor ve halifelere yaraşır zümrütler gibi de parıldayıp yurtlarının ve geçmiş yaşamlarının özlemi içinde kararlı; bir hilâl düzeninde dağılıyorlardı. Saydamsı, yapışkan duyarlıkla, sıvıcıl şeyler salgılayarak, yön arar gibi çalışmaları ve onlarla göz göze gelmem, kanımı dondurmadı desem yalan olur... Kendime çekeceğim ziyafet, yemek istediğim canlıların, bir başkaldırısına uğramamla; bir isyanla, dehşet dolu anların parodisine dönüştü. Sonsuz bir ürkü ve üzüntüyle, üzerime doğru gelmelerine fırsat vermeden kapıyı kapattım…

Hızla üstümü değişerek, sanki onların benimle boğuşmalarına hiç gerek olmadığı, sizi anlıyorum, lütfen gibi sızlanmalar ve söylenmeler arasında, hep birlikte sokağa fırladık. O insanı dehşete düşüren ışın yaymayı ve aranmayı sürdürüyorlardı. Hızlandım; gece yarısı kent tam bir sessizlik içindeydi ve kuşkunun renklerinde yalnızca iki şey vardı; onları sahile ulaştırmaya çalışan biriyle, tanrının, gerçekte tüm hünerini sergileyerek, büyük bir beğençle yarattığı, yeryüzünün kuyruklu yıldızı, gelincik çiçeği gibi alımlı; ince ruhlu, o güzelim hayvanlar...

Loşlukta çöp bidonları köşegenli canavarlar gibiydi ve amorfik melodide, her yer, her şey gözlerimde, devinen, düşünen, konuşan ve üzerime doğru koşan bir canlı silsilesini andırıyor, nereden estiği belli olmayan bir rüzgâr, önce sarılıp bir şeyler fısıldıyor ve soğurup, tenimden kayıp giderek, bir daha geri gelmeyecek, solgun hayaletleri anımsatıyordu... Sokak lambalarının altında, o garip yaratıklardan biri; onlarla dost olmak isteyen, korkak, ama iyi yürekli bir zavallı gibi ilerledim. Bir köpek peşime düştü! Hızla kaçayım derken, poşetin açıldığı duygusuna kapıldım. Köpek boğuk sesler çıkararak ve biçimsiz, garip bir yaratığın hırsla soluyarak; karşı karşıya gelmelerine benzer bir şaşkınlık içinde geride kaldı!.. Ara sokaktan mavi lambalarıyla bir araba geçti. Sahile geldim...

Denizin sesi, yeryüzünün ilk günlerini andırıyordu. Görünmez bir çalkantının, sürekli çoğalan bir canlılığın gizeminde, düşünen bir bellek, sıvıcıl, yarı bulamaç, devinen bir beyin yumağı gibi kıvranıyor, ay ışığında kükreyerek, şimdiye dek görmediğim, ucu bucağı bellisiz, her şeyden güçlü, kürküyle yatan bir hayvan, yahşi bir umman, bir kuyrukyutan gibi salınıyordu. Kalamarın anayurduna gelmiştim. Usulca, tanrısını ürkütmekten korkan, minicik bir yaratık gibi sarılıp okşarcasına yaklaştım ve onları büyük bir dikkat, ağlanmalar, sızlanmalarla dolu bir serzenişle, dalgaların ortasına, ta içlere doğru silkeleyerek, hemen uzaklaştım.

O günden sonra denize korkunç bir saygı duyar oldum, içindeki canlılara, ışıktan yalımlara, beşikten dalgalara -neredeyse- bakamaz oldum, birileri bir şeylere zorlayınca, özel hiç bir neden yokmuş gibi, sağlık, sıhhat, yasak gibi gerekçelerle; kurtulup kaçar oldum...

Pantersever bir yazın eri, tümceleri bağlıyor ki; kaplan dendikte, onu peydahlayan kaplanlar, ona yem olan geyiklerle, kumrular, o geyiğin beslendiği çimen, çimene analık eden toprak, toprağı doğuran gök de denmiştir. Şimdi insan dendik de, bunları düşünüyorum. Ve kalamar deyince; onun dünyadaki varlığını, okyanuslarda onları doğuranları, onları besleyen, çoğaltan mercanları, resifleri, onlara analık eden, kucak açan derinlikleri, derinliklerden yükselen mavilikleri, sonsuzca uzanan gökleri ve onları yaratanın adını da dile getirmişizdir diyorum...

Ve bir gün yok olup gideceğimi biliyorum. Zamanın, bir zamanlar sözcülüğümüzü etmiş sözcüklerle, yüzyıllarca bize eşlik etmiş olanın yazgısını simgeleyen sözcükleri karıştırmaması garip değil aslında... İnsan olmuşluğumuz vardır; bir zaman sonra, 'Hiçkimse' olacağız. Onun gibi, bize ayrılan kalp atışları bittiğinde, herkes olacağız, öleceğiz. Ama sözcükler, sürgün edilmiş, sakatlanmış sözcükler; saatlere, yüzyıllara ve bizlere, yol göstermeyi sürdürecek...



*



ATAVİZM

Binbirgece masallarından çıkma, Belucistan'da, Mekran'da saklı dervişler gibi; içine kıvrılıyordu artık. Son gelişmelere ilişkin ne düşünüyorsun dediğimde, gaipten seslenirmişim gibi baktığını görürdüm. Şimdi sorumu duyduğundan bile endişeliyim. Uzun yıllar bir yaşam uğraşısı içinde sağa sola koşturmuş, pek bir şey başaramamanın, boşuna çabalamış olmanın ezikliğiyle (bunu büyük bir kızgınlıkla söylerdi), yaşamında sözü edilebilecek tek birikimle aldığı küçük çiftlik evine çekileliden beri, sanki yeryüzüyle ilişkisini kesmişti. Ne söylesek ne etsek, çevresiyle, olaylarla, olup biten hiç bir şeyle ilgilenmez olmuştu, arada bir bize uğrar, bir kaç gün kalır, evde sanki hiç kimse yokmuş da yalnız yaşıyormuş gibi tavırlarla günlerini geçirir, kime neden bilinmez lânetler okur, bazen de methüsenalar ederek, bir şerpa, bir keşiş gibi salt doğrumuna, bir tek yöne inanmış, bu yüzdendir özbenine, o minicik tanrısına kanmış bir kul gibi, çeker giderdi... İşte kesinleyici bir neden olmaksızın asla kalkmayacağı, bıkıp usanmadan oturacağı o koltuktaydı gene; televizyona, kitaplara, bu evdeki vazgeçilmez eşyalara her kezinde cansız bir nesneye bakar gibi bakıyordu. Gazeteleri sıkıntı verici tomarlarmış gibi eliyle itip uzaklaştırdı. Kendisi söze girdi, elmalar dedi, geçen yıldan daha iri, daha kırmızı ve parlak, bu kez zarar etmeyeceğim... Zaten geçim derdin yok sayılır, kendini bu kadar harap etmesen, elma, kiraz filân derken zaman değil sen geçiyorsun diyecek oldum, sözümü kesti. Çok gururluyum, şu yaştan sonra sömürülmeye izin vermediğim için; doğadan üretiyor, insanlara sunuyorum, kendi piyasamı kendi çevrenimi, evrenimi oluşturuyorum, katkısız, doğal besinler; yaşamım boyunca bunların özlemini duydum, topraktan geldik toprağa gideceğiz ama ben ölmeden toprakla bütünleştim işte dedi sevinçle...

Zeytin ağaçlarının da serpildiğini, birkaç yıla kalmaz onlardan da ürün alabileceğini ağzı kulaklarına vararak söylüyordu. Arılardan, sineklerin ve aurelius aurelius cinsi haşarelerin ürüne zarar verdiğinden, kendi özel çabalarıyla bunların önüne geçmeye çalıştığından filân söz etti. Ama elleri son zamanlarda tuhaf biçimde kararmış, tırnakları uzamış çengelli, kuru kemiklerin süslediği bir kartal ayağı gibi sertleşip, pençemsi bir hal almıştı. Giyimine de dikkat etmiyordu, aynı giysiyi günlerce çıkarmıyor, iç çamaşırları sağından solundan sarkıyor, çorapları da neredeyse farklı renklerde ya da biri diğerinden daha solgunmuş gibi acayip görüntüler veriyordu. Diksiyonu bozulmuş, sözcükleri hızla yuvarlıyor, biri bitmeden diğerine ulanan heceler sanki bir kovandan çıkan tek bir homurtu gibi algılanıyordu. Ama o hiç bir şey olmamış, hiç bir şey değişmemişçesine, bir düşün sürüklediği ya da başka bir dünyanın yeni bir devinim sunan, sislerle kaplı bir haleti ruhiyesi içinde, uğraşılarından ya da ılık iklimli büyük bahçesindeki ağaçların verdiği ürünlerden başka bir şeyi göremez olmuştu.

Sırf konuşmuş olmak için; "En büyük sayı birdir, çünkü diğerleri ondan sonra gelir, bir kere nezle olan nezlesi sürekli kendisine bulaşacağı için, bir daha kurtulamaz, kulaklar gözler gibi açılıp kapanamaz, parmağını ıslatıp havaya tutarsan rüzgârın yönü bellidir, tanrı öldürmezlikten gelebilir mi, Tangut kraliçesi, ayna ve yankı kardeş midir ve her kim ki bir başkasına kinle bakmıştır, onu yüreğinde canından etmiştir." gibi konulara durduraksız girip çıktımsa da, kurulmuş bir saat gibi yinelenen tepki ve algılar içinde bana mısın demedi ve bir kaç gün kalıp, yalnızca bahçesinden, ürünlerden, satışlardan, elde edeceği küçük ama onurlu kârlardan söz ederek çekti gitti. Giderek tuhaf bir dünyanın içine hapsolduğu, bizi yaşama bağlayan kabullenir algılardan uzaklaştığı, bunun gerçekte belki iyi bir şey olabileceğini ama böyle giderse, garip bir algı bütünü içersinde kederli ve iç buran bir psikoza yakalanarak, sonunun iyi olmayabileceğine ilişkin varsayımlarla, kendisinden söz ettik durduk. Tartışmalarımızda ona hak verdik kimi zaman ve kimi zamanda ürkülerimiz ağır bastı ve kuşkuyla, uzaktan da olsa sanki hep onu gözlemledik. Bir zaman sonra gene geldi, tv de acı haberlerle, ülke sorunlarının alabildiğine ağırlaştığı, ekonomik sosyal sorunların toplumda hızla tartışılır hale geldiği bir dönemden geçiyorduk. Onunsa elleri daha bir kararmış sanki yüzü eskisine göre daha bir dağılıp, tüylenerek, difteri sarısı gibi saçı sakalı birbirine karışmıştı. Sofrada çatalı kaşığı kimi zaman unutuyor ve ayrımında olmadan elleriyle yiyordu. Bir gün, ellerini üstüne başına silerek temizlediğini gördüm, sesimi çıkarmadım, yıllarca yazgı ortaklığı yapmış, dayanışma içinde olduğumuz arkadaşıma alınabileceği bir serzenişte bulunmak cesaretini gösteremezdim. Eprimiş giysilerini değiştirmiyor, teni neredeyse kumaşın üstünden görünüyordu.

O gün dostluğumuzun hatırına, bir kaç şiir okuyup, çay içerek eskiyi anıp, yine söyleşiye dalalım istedik. 'Sesimizi geleceğe duyuramayız ki' başlıklı bir bilim kurgu öyküsünden söz ettim, hatta 'Servinin Dişleri Görünüyor' diye sürrealist bir şiir okudum, 'Sanem gelecek ve her şey düzelecek' adlı metafizik bir kıssadan söz ettim ama her şeye şiddetle karşı çıkıyordu artık, size uzun bir hava söyleyeyim dedi, söylemesi güç belki, bağırtı gibi, hiç bir şeyi umursamayan kaba saba naralarla alay etti bizimle... Hepimizin hayran olduğu kibarlığını elden bırakmış, hoyratlığın ön planda olduğu, centilmenlik dışı bir alışkanlığın, önsenmez, belki de bir hormonal bozukluğun, kakofonik ritmine bürünmüştü davranışları. Eskinin inci dişli, inceliklerle dolu adamı, kasvetli, ürküntü veren bir aymazlığın sularında, ufkun belirsiz sonsuzluğunda, hesapsız duraksız kulaçlar atıyordu sanki... Bir gün dayanamadım, (artık koku yayıyordu) neredeyse zorbalıkla yıkanmayı kabul ettirdim ona, suyu sevmediğinden değil, işlerinin ve düşsellikle sarmalanmış dünyasının dışında pek bir şey yapmak istemediğinden, hatta boşa zaman harcayacağını düşündüğünden diyeyim. Yıkanırken, kabini açık tutmasını garipsemedim ama suyun simetrik akışında (ilk kez ayrımına varıyordum), kulaklarının garip biçimde uzayıp, sivrilmiş olduğu duygusuna kapıldım, sanki kuyruk sokumundan doğru bir kabartıda oluşmuştu. Arkadaşıma ilişkin, dile gelmez düşüncelere kapıldığım sanısıyla kendimden utandım o an. Vücudunun belki daha bir kıllandığını, kocaman bir keçi, düve veya kara beneklerle süslü kartlaşmış bir sığır gördüğümü düşündüm sanki.

Gitti. Vaktiyle çeşitli işlere girip çıkmış, şarkılar türküler söylemiş, dostlarıyla eğlenmiş, sevmiş sevilmiş, tiyatroya, sinemaya, operaya gitmiş, kibarlığının ölçüsü kimilerini özlençle titretmiş bu adamın yerini; patavatsız, duygu yoksunu, diğer insanların algı dünyasını hot zot tavırlarla hiçleyen, dünya sorunlarının kayda değer hiç bir yanı olmadığına inanmış, salt kendi gerçelliğine, yalnız kendi isterlerine inanmış, bir adam almıştı. Giderek korkuyorduk, bir paravanın ardından konuşur gibiydi, kazandığı üç beş kuruşu bir tomar gibi ceplerinde taşıyor, üstünden başından olmadık şeyler çıkıyor, hırpani ve yüzü toprağa dönük, gaddarlaşmış bir adam, kendi değerler dünyasının dışına çıkmadan acımasız bir kimlik, izoletik, ürküsül bir maskeye bürünerek, tam bir ruhlar aleminde yaşıyordu.

Gene geldi. Bu kez neredeyse tanıyamadım, sakalı iyice uzamış, tırnakları kara-kaba bir görünümle ürküntü veriyor, mor dudakları sarkmış, ayak parmakları sanki perdeyle birbirinden ayrılmış, acayip bir görünümle salonda yürüyordu... Ama şu var ki biz insanların, yeterince garip bir yaratık olduğunu düşünmüyor da değilim, gerçekte ön ayaklarımız olan ve bir silaha dönüşen toynaksız eller, onların tanrı parmağı denilen başparmak olmayınca; körelmiş, zayıf bir pençe, küt bir uzuv görünümü vermesi, tüylerimiz uzadığında, giysilerimizin olmadığında cromagnon, neandertel ya da homo habilis'ten bir ayrımımızın olmayışı, alanlardaki kalabalıkların haykırışı, başımızda yüzyıllar boyu Monarklar'ın bulunuşu, her doğan bebeğin bir Tabula Rasa oluşu, Platon'un, Hobbes'in, Makyavel'in hep bir Devlet, Leviathan ya da bir Prens arayışı, beni kuşkulandırmıyor değil...

Cevizleri ellerimle topladım dedi, dişleri de sapsarıydı, taze ceviz yemenin öneminden, ömrü uzattığından, bir kez bile sayrı olmadığından, yeşille beslenmenin bin bir çeşit yararlarından karakinle söz ediyor, vecd içinde kendinden geçiyordu. Son aldığım bir kitabı gösterdim; tek kitap doğadır dedi. Espriyle Furkan'a ne diyeceksin demeyi düşündüm ama vazgeçtim. Bazı yazıların altının çizildiğini görünce güldü, gelgeç modalar, aymazlara masallar bunlar dedi. Sonra aniden beni kucaklayıp salonda dolaştırarak, doğanın kendisini ne kadar güçlü kıldığını söyledi ve bir külçe gibi koltuğa fırlatarak kahkahalar attı. Dedim ki, Stalin ray aralığını Avrupa ölçülerine göre beş santim geniş tutarak 2.Paylaşım Savaşını yengiyle bitirmiş... İkide bir söyleme, sen hâlâ bu mavallarla mı ilgileniyorsun dedi... Abur cubur bunlar, her şey çok yalın, doğal besleneceksin, yeşilleri bir günde tüketeceksin, otları tuzlu suda bekletip kaynatarak, mayhoşluğa yatırdıktan sonra sindire sindire çiğneyip yiyeceksin dedi. Ara ara konuşurken ağzından yeşilimsi şeyler fışkırır gibiydi; dişlerini fırçalamayı bırakmıştır diye düşündüm. Konuşması içgüdüsel hırıltılara, giyimi hırpaniliğe, tavırları yarı hayvansılığa evriliyordu artık. Ellerinin üzeri iyice tüylenmiş, ayaları kararmış, yüzü neredeyse moronlaşmıştı. Büfenin içinde bir tiyatro bileti gördü, bağıra çağıra parçalayıp, talan ederek sağa sola saçaladı kâğıtları... Bazen yine de kendi sesini dinlerken yakalıyordum onu, Lamia neredesin, Hazar'ın altında bir yer, Sami ovaları filân diye sayıklıyordu. Gizliden kederleniyordum.

(Bir zamanlar neler paylaşırdık onunla; adam çölde ibadet ederken, önünden bir meczup geçmiş, bağırarak geçecek yer bulamadın mı bak ibadetimi bozdun demiş, meczup da ben Leylâ'nın aşığıyım seni göremedim, sen ki Mevlâ'nın aşığısın beni nasıl gördün, kıssasından tutunda, bir şeyin varlığı kanıtlanmaya çalışılıyorsa, yokluğunun da ileri sürülebileceğinden, ölümsüz olsaydık bu duruma umar arayacağımızdan, insanın sonunu gören tek hayvan olduğundan, kara tavukların kırları bırakıp kentlerde yuva yapmalarının yüzyılın olayı sayılabileceğinden, gerçeğin yalanların koruması altında olması gerektiğinden ve kararlı tuzaklanma bölgesinin çekinikliği ve kapalı manyetik alan kuvvet çizgisinde parçacık sağanağı, nötron yıldız yüzeyinde üretilmiş olan Alfven dalgalarıyla kapalı kuvvet çizgileri boyunca ileri geri yansıyarak yayılırsa ve tuzaklanmış olan parçacıklarla etkileşir, yıldız yüzeyine doğru akan parçacıklarla etkileşen dalgaların neden olduğu iki akım kararsızlığı sonucunda ortaya çıkan radyo patlamaları, gözlemcinin bakışı doğrultusunda gerçekleşirse, radyovil sinyalleri algılanacaktır gibi soyutlamalardan, Güney'in Arkadaş filminde kendisine benzer bir karakter olduğundan, geri dönüşlü rüyalardan, tanrı kaldıramayacağı kadar büyük bir kaya yaratabilse de yaratamasa da gücü sınırlıdır çatışkısından, psikolojik cehaletten, Joyce'un koprofil olduğundan, maddenin dejenere katı, b-e sıkışması, nötronyum, kuarkgluon plazma, fermiyonik yoğunlaşma, iki kez sanal madde gibi hallerinden, pozitivizm, volontarizm, egzistansiyalizmden, sıfırın her şeyi içine alan bir hiç olduğundan, patolojik saplantılardan, literatür hangarlarından, Lilith'in, Havva'nın değil, bizi yaratanın annemiz oluşundan, Mendelyef'den, Lamarck'dan, dünyayı dolaşan ilk insanın dragoman Henry, telefonu gerçekte Meucci'nin bulduğundan, Niemandsland'lardan, bildiklerimizin unuttuklarımız oluşundaN ...)

Sonra bir yıl geçti aradan, hiç ses çıkmadı, aradık sorduk, telefonlarla ulaşamıyor, herkes hakkında bir şey uyduruyordu, iyice kuşkulanınca kalkıp çiftliğine gittik; ıssız bir iç bölgede, bir vadinin kenarında, ağaçlar arasında sanki gizil bir yurtluk gibiydi çiftlik. Çevreye saçılmış kazanlar, ateşte bir şeyler kaynatmak için kullanılan sacayakları, eskimiş sepetler, baltalar, binbir türlü ıvır zıvır kaynıyordu ortalık... Öğle güneşinin uyuşuk tanrısından başka kimsecikler yoktu. Gündüz gözüyle bir baykuş havalandı ağaçlardan. Yeşil bir kertenkele örenlerin içine doğru kıvrıldı. Böğürtlenlerin arkasından dolanıp, içlere doğru ilerledik, sessizlikte elma ağaçları arasında otlayan bir hayvan duruyordu, sonra bir iple ağaca bağlı olduğunu gördük onun, garip bir tansıma da, çıt çıkmıyordu. Ürktüm, hiç bir şey olmamış gibi; dingin, ağzından sarkan otları çiğneyerek bana bakıyordu hayvan, gözlerini tanıyormuşum gibi geldi ama; çok hain bir düşüncenin ve megaloman bir ruhun, kasıntı ve kasıtlı duygusunun esiriymişçesine utandım... Midas'ın öyküsü ruhumda gezindi. O an başımı eğdim, binbir duygu içinde gözlerimden yaşlar boşandı, sanki onun da gözlerinden bir damla yaş süzülmüştü... Yoktu artık. Onu bulamayacağıma inanmıştım. Klanlaşan toplumu düşün demişti bana yıllar önce, ilk kez anımsıyordum...

Çaresiz bıraktım çiftliği, yukarıya tırmanırken dönüp son kez vahaya baktım, uzaklardan bir su çağıltısı duyuluyor gibiydi, ağacın dibinde, ikide bir kulağını oynatan, kuyruğuyla gövdesini kasıklarını döverek sürekli bir devinimi yineleyen hayvanı güçlükle seçebildim. O an ellerimle uzun süre yoklandım. Tuhaf, içgüdüsel bir korkunun pençesine düşmüştüm sanki... Aradan yıllar geçti, ne denli ürkütücü ve yüz kızartıcıysa da, zaman zaman bu durumu bilinçle mi seçti diye düşündüğüm oluyor, yoksa inanılmaz olan, arkadaşıma olan kızgınlığımı bir öç-öykü vesilesine dönüştürerek, kurgulamış mı oluyorum diye; çoğu zaman düşünür dururum...

Belki de arkadaşım haklıydı. Belki de böyle bir düşe kapılan benimdir. Belki de kendi pahasına (bir başkaldırı uğruna), hiçbirimizin beceremediği, erişilmez, kutsallıkla yüceltilmiş kaleleri ve göksel; bulutlarla sargın kuleleri-burçları yıkmaya kalkışmıştır; bilemiyorum…



*



EJDER

Arka bahçede ateş soluyan bir ejder yaşıyor dedim. Haydi göster, gösterebilir misin öyleyse dedi. Mahzen aralığından bahçeye çıktık... Duvara yaslanmış merdiven, boş boya kutuları ve dipte üç tekerlekli, tahta bir bisiklet vardı... Sarı yapraklar zemini örtmüş, ölüs, bitkin görüntüye, daldaki kuş eşlik ediyor ve kulak verdiğinizde yalnızca paslı bir suyun şıkırtısı duyuluyordu...

Ejder nerede dedi...
İşte tam orada; ama söylemeyi unuttum o görünmez bir ejder...
Gözlerinin pırıltısı kayboldu, yinede ayak izlerini görebilmek için yere un serebilirdik dediğini duydum!..
Yazık ki havada uçuyor o, yere indiğini pek sanmıyorum dedim.
O halde alevi için kızıl ötesi alıcı kullanabiliriz dedi!
Hemen alevinin ısısı da yok, görünür kılamayız onu dedim.

Düşündü...

O zaman sprey boya ile görünür kılalım dedi!..
Ah, özür dilerim; bu ejderin cismi de yok, ayrıca ısısız, görünmez, alev püskürten, havada uçan bir ejderle, aslında hiç var olmayan bir ejder arasında ne fark olabilir ki dedim!..
Ve bir ejder hipotezi, denenmemiş savlar, çürütülemez önerme, ulaşımsız bağdaşıklıklar gibi laflar geveledim...
Görünmez, alev soluyan bir ejder, dünyanın her yerinde bu savı ileri sürenler var!.. Un serip, izin sahte çıktığını ama parmağı yanıp; ejderin ateş püskürttüğünü inançla söyleyenler çıkabiliyor...
...
Geçen gün eski eşyalarla mahzene iniyordum ki; önümü keserek bir şeyler söylemeye çalıştı... Kısa kesip ejder yok dedim!.. Kıpkırmızı bir suratla baktı, gözlerini karartarak dişleri arasından: O senin görebileceğin bir şey değil dedi!..

'Yinede; saf bir us garip şeylere inanmaktan haz alır, yalın ve anlaşılır şeylere yüz vermez, çünkü onlara herkes inanır dedim...'



*



KASSANDRA

“Aşkın kitaplara girmesi tek umarımızdır,
yoksa başka bir yerde yaşayamayacaktı.”
Max Horkhaimer



(Kalkhedon yakasına günaydın dersen yeşil gözlü bir güneşin olacak, üç vakte kadar onu göreceksin, gül parmaklarıyla sana ışıyacak, ona de ki, Altın Post'a giden yolu geçeyim mi, yoksa burada, defnelerin altında mı beklesem...)
Mahpeyker bir sevgili gecede yürüyor, cansiper ve peri. Fatehpur Sîkri'nin zümrüdî mimarisi, susuz çöllerin Sürre alayı ve Hicaz gölgesi!.. Benim gecelerimi kimselerin görmediği bir ufuk aydınlatır, gündüzlerimde Emel Denizi'ne sürüklenişim bundandır diye, şarkı söylüyor biri. Şehinşahım, payidarım, gönül tacım diye iç çekiyor. Bilip bildiririm ki, o irem bağlarındaki elim, o ilim, o dilim, dünya ve ahret de bile sözü edilmeyecek melâlimdir. Ey anılar trenindeki Klezmer ezgileri, ey Kani Mesa'daki minik güneşler, ey gecede büyüttüğüm dolunay, ey pınarlar diye ekledi... Karanlıktı!.. Ey ölüm, bütün sevdiklerim öldü, yapayalnızım. Onlar orada ve bir aradalar, yalnızlığıma ağlıyorlar. Sana kızmıyorum, küsmüyorum, beni onlardan ayırdığın için ağlamıyorum. Çünkü beni onlara kavuşturacak olan yine sensin...
Kassandram, ey sularda yürüyen Ankam, ey sessizliğin sesi, yüreklerin süveydası, ey leylâm, ey süheylâm diyenler, gölgelere girdi, bir bir eridi. Barış, doğal ölüm. Aşk, tinsel karanlık!.. Ey denizlerin kelebeği, ey dışbükey biçimlerin sentetik grameri, nöron uykuları, ey yürekleri sömüren zaman, ey kader, keder ve ey laedri. Burada, salkımların kokusu, üzünçle gölgelenen çöle açılır, Sezar'ı göremeyiz, çünkü; geçmiş zamandır. Silyon feneri, And dağlarında üflemeli çalgı gibi öten kuş ve ey yok oluş.
Tanrı şiiri yaratmak uğruna seni yarattı diye haykıran kuzenim. Ey Flaman göğü, tinler ormanı, ey zincirli kölem, ey Prevezem, Navarinim. Puhum, pusum, sülünüm. Ey Uranus'un kollarında pare pare ölüşüm... Sümbülden biri çıktı güzeli arıyormuş, bir yaz günü, bir güz yaprağının altındadır o demişler, uçmuş, güz gelmiş, o kar tozanındadır demişler, kış gelmiş, o bir bahar çiçeğinin dalındadır demişler ve bahar gelince, o yaz başağının salınışındadır demişler. Irmak perisi ağlıyordu. Sorarsanız bilmiyorum, sormazsanız biliyorum diyenler vardı. İncilim. Ey Emod yulfone'm. Ey göze inandırılmışım, kefenlenip, canlandırılmışım ey. Ey yittiğim gezegen, doğduğum vulva, İsagojiler yazan İsagoji, ey Meryem, ey "Doloris medicinam a philosophia peto" dediğim, ey zindan çiçeğim, ey çocuk Muhammed, ey Kaddaficik, ey Hasani Harakanim.
Ey Ihşidim, boynumda cennet anahtarıyla ölümlere geldiğim, ey nur yüzlü Sur, kanla çiftleşen, ey Selçuki bir ölü dirilten, altın ağızlı Yuhanna, kutupçul çiçeğim, ey Suriye'den güzelim, Pers çiçeğim ey, Mezopotamya gülüm, at nalı yengecim. Gönüller hırsızı Hermes'im. Kuyruklu yıldızın kuyruğundaki gemisin sen. Ey ruh ikizim. Ey İlyas'ın üzüm salkımları, mor Yakup, ey ayağın öpen. Kuş ortaçağda var mıydı. Ey solgun yeşil düşüncelerim. Ey sessizlik, su sümbülüm. Aslan körfezine bakan Kordofanlı zencim. Ey resullerin sözleriyle çoğalan. Mars ufuğu. "Bir, iki, üç, dört, beş / balık tuttum / altı, yedi, sekiz, dokuz, on / onu bıraktım."
Ey lezbiyen simülasyonlar, kuş yüzlü kadın. Ey yaban incirim, ey Himalaya sedirim, leylandim ey. Gelde evrenin derinlerindeki iç çekişimi, kanla doyurulmuş geçitlerden geçişimi, ilkçağ kuşları gibi pençelerimde eriyişini gör. Haykırdım mağaralara, uçurumlarda ki yağmurlara sordum, iç çekişlerim yıldızlara vardı. Gelmedin. Minik dişi ölümlerdin, göklerde kanat çırpan deniz, altın sağrak, demir rüzgâr ve arı konaklarına girdin. Bir kelebeği gezdirdin ve bağırdım sana; et ve kanım ben, sense tunç ve taş, yenilgi kaçınılmaz. Aşk ipekten bir ipte koşmaya benzer kanatları olan kazanır. Ey felekler sistematiğim, günahtan kurtulmak uğruna günahkâr oluruz dediğim. Ey Kolophonlu Homeros, Annales okulu, ey Tetis denizim, tanrıların vurulduğu çarmıhlarda; hazin gölgelerinden geçtiğim. Ey kısrak soluğunda gezen gnostiğim. Atların atası Hipparion, ey arısız bal veren kamışları bulan, ey tarihte özüne sayfa ayıran. Ey Amarna. Yer yuvarı nükleidinin periferisi mağmam... Okumak bilinmeyeni çoğaltmaktır Maria'm!..
Giyotin ki erguvandan güzeldir. Zebra bir tanrının altında kanla çiftleşir. Ben kendimi özlüyor ve minelerle kaplı kabuğumdan çıkmayı düşlüyorum. Kumsalı görüyorum, sayısız kum tanelerinin her birinde tanrının saklandığı, uçsuz bucaksız kumlar, içli, sızlatan bir müziğin eşliğinde, tozlar içinde, ışıltılı, helezonik yükseliyorum, yukarıya doğru kabarcıklar gibi; onlarla birlikte dans ederek, gülüp eğlenerek süzülüyor, kanatlı mırıltılarla şarkılar söyleyen, bir periyi özlüyorum. Buluttan buluta atlıyor, ince saydam kanatlarıyla solgun bir kelebeğin ipeksi yumuşaklığında; yine kelebeğe dönüşüyorum, tamtamlar çalıyor, dalgalar, danslarla alt üst olurken, bir peri olduğumu duyumsuyor, kumsala doğru yaklaşıyor, süzülüyorum. Ve müziğin sonsuzluğunda mırıltılı, ışıltılı ve ince bir kum halinde alçalıyor ve helezonilerle kabuğumun içine girerek, görüş ve dalgaların beni uzaklara savuruşunu, ufuklardan ufuklara uçarak, kabuğumun içinde salınışımı izliyorum.
Kan içinde kalıyorum, sonra Zeus bile dolambaçla örülü, bu boğucu taş ağı çözüp, çıkar bir yol bulamaz diyorum. Ben geçmişimi ve tüm kimliklerimi unuttum. Ben tek düze duvarlarla örülü bu taşlı yolda, kinle, nefreti, özün kamburuyla, iğrenmeyi unuttum. Şu ki, kindarlık ve nefretle, tiksinç olan bu kara, iç sıkıcı duvarların, çınlayan dolambaçların kıvrımları yazgımdır benim. Yüzyılların sonunda, gizli taş büklümlerin, büküntülerin, dolantıların içindeki hangi bükeyler görkü ve şiddetin galerileridir. Bu çatlak, yarık duvarlar, zaman yargıcının tefecileridir. Dehşetle düşlüyor ve düşünüyorum ki, süprüntüler içinde üzünçle çöle bakan, tozlu, solgun işaretlerin ayrımındayım. Gecenin içbükey edası bana doğru kükreyen gümbürtülerin ve ıssız ulumaların yankısını, ölgün, solmuş yansımasını taşıyor. Ve benim ölümümü silip süpüren ve benim kanım için can atan hangi dokumacı, hangi örücülerdir ki usandırıcı yalnızlığımın dışındadır...
Kimin yazgısıdır ben orada biliyorum. Gölgelerin içinde her biri diğeridir, her biri bizi aramaktadır. Günlerin beklediği son; eğer yalnızca günlerin ve zamanın beklediği son. Son buysa!..
Ve çığlıkların karanlığında yine o şarkıyı dinliyorum...
"Saltık karanlıktan ayrılacak olan / eşsiz bir ışıltı mıydı. / Gece onu kollarıyla saracaktır. / Ölümü özlüyorum, ve benimle, / yeryüzünün katlanılmaz acıları dinecek. / Piramitler, madalyonlar silinecek, / anayurtlar gölgeleri örtünüp, / yaşayan tüm çehreler ölecektir. / Yıkıntılar arasında ilâhisin tanrım, / tin ve tüne karışacak tarihin. / Şimdi son güneşin batımını izliyor. / Son kuşun ötüşüyle avunuyorum. / Arzunun karanlık nesnesinden / Hiçliğin kollarına savruluyorum."



*



BAR

İsmet Tarık’a

‘Onların ortasına bir kitap düşse kaçışacaklardı.’ Matta XII L


Bu öyküyü bana Raven anlattı. Geçenlerde Sky’ın yaş gününü kutlamak için bara gitmişler. Bar Taksim’deymiş. Anında araya girerek Raven, Sky neden böylesi adlar filân demeyin, bu çoktan bizim kusurumuz olmaktan çıktı, bir çılgınlığa dönüştü artık. Çocuklarımızın adını Hektor koyamıyoruz ama Salomon’u Süleyman, Abraham’ı İbrahim yapmaya üstümüze yok.

Bar Taksim’deymiş dedim de, Pera’ya yakın Tepebaşı’nda bir yerlerdeymiş. Ben avukatım, şimdilerde ise bir dandy, yani boşgezer. Bir zamanlar Tepebaşı barların, pavyonların ana durağı sayılırmış ama ülkemiz yasaları pek işlemediği için daha doğrusu yoksulları ezmenin büyücül bir yolu olduğu için, geçen yıllarda şöyle bir espri, bir deyim üretmişler; ‘Adalet Taberem barda, kanun Tepebaşı’nda…’
Eğretilemeyi hoşgörün, Adalet’ten kasıt, bir zamanların şehlâ gözlü şarkıcısı Adalet Pee tabi ki. Ben bu deyimi, Üsküdar’da yalnız yaşayan ve gecelerinde Beyoğlu’nun Merih’i ile Panayot’un meyhanesi arasında mekik dokuyan ve artık gönül bahtı, Hades’in tahtına kavuşmak gibi bir beceriyi de göstermiş avukat Tenal Soncan’dan duymuştum; hiç evlenmemiş ve yaşamı boyunca bir kazanova gibi, yalnız kadınlardan söz etmiş bir adamdı.
İşte Galata’ya komşu bu barda, Sky’ın arkadaş grubu yaş günü kutlaması için toplanasıymış. Burada bir kez de ben araya gireyim; bu hangi bar diye… Raven olayın etkisinden hâlâ kurtulamadığı için sanırım adını anımsayamıyor. Bar adlarını ‘Fırtınanın gözü’ gibi tuhaf metaforlara yol açtığı için çok severim. İmgelemimde mızıkcı mızıkacı, güllü gülleci bir düşleme yol açtıkları için.
Şaka yollu, birazda gülünçlük olsun diye bar adlarını saymaya başladım; Barbar, Zıbar, Cabbar, Hunbar, Cazbar, Rabbar sözümü keserek Rakbar diye düzeltti ve anımsadığını söyleyerek Barabar’mış orası dedi. Arşipel şivesinde beraber anlamına geliyormuş.

Bar köhne bir apartmanın bodrum katında bulunuyormuş, temeli taştan ahşap bir binaymış. Raven barın duvarlarının da taştan, tavanın ise barok süslerle bezeli kartonpiyerden, fovist ışıkların süzüldüğü derme çatma bir şey olduğunu söyledi, daha doğrusu olaydan sonra bu tür şeyler anımsayasıymış. Barda önceleri ortalık çok sakinmiş, gelen kalabalık doğu ezgileriyle dansediyor, Harikişna’yla sürüp giden bir ritimde, boynuzlu tanrı Shiva’nın kulları gibi dönerek, sadakat yemini edercesine de baş sallıyorlarmış.
Ama o gün ürküntü veren bir ayrıntıyı da sonradan öğrenmiş Raven, meğer kartonpiyerle gizlenmiş ahşap tavanın üstünde, terkedilmiş bir giriş katı varmış, pencere pervazları paçavralarla doldurulmuş, son derece döküntü, viraniyer bir katmış, tahtaların kurtlanmışlığından mı, miadının dolmuşluğundan mı bilinmez, çöktü çökecek bir ‘rigor mortis’ ölü gevrekliğine (kırılganlığına mı demeliydi) sahip bir katmış burası.

Barın bir köşesindeyse kabadayılık özenciyle tutuşan, yakası bağrı açık, devonyen egolu, semt çalkarası diyebileceğimiz kalabalıkça bir grup varmış, zaman zaman tartışma çıkarıyor, kimi zaman gürültüleri müziğe karışan kös sesini bile bastırıyormuş. Saat 3 sularına doğru ortalık hâlâ sakinmiş. Bazıları dansın çılgınlığına kapılıyor, isteyen ağzına bile götüremez hale geldiği içkiyle marleyleri süpürüyor, kimisi de loş ışıklı dumanın helezonik büyüsünde, Harun Reşit gibi arkalarda belirip cariyelerle cilveleşiyormuş.
Hasılı kızılderili çadırı gibi çığırış bağırış giderken, acayip bir forsun oluntusunda; açılıp saçılanlar, geyik bakışları sağa sola devinip boynunu tutamayanlar, kucaklara düşerek, omuzlara yaslananlar gırla gidiyormuş.

Alkol düşünceyi varsıllaştırır belki ama organizmayı duraksatır.

Öykünün bu kertesinde yazık ki unuttuğum bir orijini anımsatmak durumundayım. Kartonpiyerle süslü ahşap tavanın yaslandığı terkedilmiş katta nasılsa; bilginin sakinleştiriciliğiyle, düşüncenin hazzına kapılmış biri yaşarmış, adam ölmüş mü, yakınları tarafından götürülmüş mü bilinmez, birkaç parça eşyasının dışında; belki antipatiden, belki de görmezlikten gelerek, sürekli başucunda bulundurduğu, sayfaları Cortes’in yelkenlisi gibi savrulup kalmış, kapkara ciltli devasa bir kitabı da bırakıp gidesilermiş.

(Raven, çok sonra bu kitabın büyük olasılıkla bir Kitz, yani dört kitabı birleştiren bir kitaplar kitabı olduğunun anlaşıldığını, savrulup kalan sayfada da bir Bizans meselinden söz edildiğini, o meseli aktarabileceğini söyledi, Pannonialı bir keşişin ağzından alınmış; ‘ Dar bir çatlaktan, içi buğday dolu bir sepete giren fare, çatlayıncaya kadar yer ama, artık o dar çatlaktan bir daha çıkamaz, çıkabilmesi için, yine eskisi gibi, aynı derecede aç ve cılız haline geri dönmesi gerekir…’ Bir paradoksmuş bu.)

İşte ne zaman ki müziğin gürültüsü, tahtaların gıcırtısıyla isterikleşen ölüm arzusuna ve insanların çığırtısıyla, kulakların ses körlüğüne yaklaşan acısına karışmış, aşkın bir desibelin selintisinde; azgın anaforun haykırışlarıyla kıyamet de o zaman kopmuş ve çöken tavan ve toz dumanla birlikte; devasa kara bir şey, yüzlerce kanatları olan, çağlar öncesi bir yaratık, uzaydan düşmüş biyonik bir canlı gibi, pistin ortasına bağırış ve çığırışlar, pervasızca kanat çırpışlar ve bir başka gezegenden gelen sayılmasız paraşütler gibi inivermiş.

Köşedeki ‘Tatavla’ grubunun körkütük biçimde birbirine girdiği, çılgınca dans edenlerin gemi almaz haykırışlarla kendinden geçtiği saatte, çöken tavandan peydah olan, bu dile gelmez yaratığın yol açtığı arbede de, çığlıklar biraz sonra, kapıdan tarafa umarsızca yığılmalara ve ardından da bilisizce haykırış ve kaçışmalarla; acı dolu iniltilere dönüvermiş.

Raven’in ‘2. Gregor Samsa Vakası’ diye adlandırdığı bu öngörülmez olayda, kolonlara basanlar, kargaşada düşüp kayanlar, paniğin katlanarak yükselmesine ve kalabalığın bilinçsizce birbiri üzerine yığılmasıyla; havasızlıktan ve tür dışı çeşitli darbelerden beklenmedik olaylara neden olmuşlar.
Resmi ağızların yalanlamadığına ve artık; söylentilerin de gerçek olduğuna bakılacak olursa, bu trajik ve acınç veren olayda, sonuç ne yazık ki; 2’si ağır, 11 yaralı olasıymış.

Sonraları düşen şey üzerine, tuhaf görgü tanıkları da çıkmış... Kimileri tavandan o gün bir kutsal kitabın (Levh-i Mahfuz) inerek, boş boğazlıkla dolu sefih yaşamlarının cezalandırıldığı savına katılırken, bazıları da bir gazaya işaret ederek, gece renginde kanatlı orduların hücumuna uğradıklarını ileri sürmüş.

Başka bir grup, tüm ışıkları gölgede bırakan kanatlarıyla o anda bir zümrüd-ü anka’nın içeri girdiğini, gene bir başkası; karanlıkta sayısız kanatlarıyla görkünç bir yarasa kolonisinin belirdiğini veya o gün düşen şeyin inatla yolunu şaşıran, kürklü bir kemirgen, belki de daha doğrusu; bir şehir sansarı olduğunu söylemiş.

En ilginç olasılıklardan biri de; o gün yaşamının ilk barına giden ve ama sağ salim kurtulan Fersan adında gençliğine yakın bir çocuktan gelmiş, loş ışıkta pistin ortasına kanatlar çırpar gibi düşen şeyin Sodome’dan arta kalan kanatlı bir at (boynuzlu Pegasus’u kastediyordur) ya da belki; Kaligula’nın utanmazca Kapitol’e senatör yapmaktan yüksünmediği Incinatus’un olabileceğine ilişkin yeminler ediyormuş (Tanığım ki gözleri de anlatırken hâlâ büyüyor). At düşerken inanın bir Vezüv yalazı gibi ıslık çalıyor, tüylü, Pompei’den kalmış bir hayvan gibi de soluk alıyordu diyor.
Bu sözleri yaşadığı travmanın bir sanrıya dönüşmesine işaret sayıyorum.

Düşen şeyin ilikleri donduran kızgın bir rüzgâra, yaydığı ışığın da diğer tüm ışıkların sölpüleşip solmasına neden olduğuna bakılacak olursa, bu tartışma sürüp gidecektir diyorum…

Raven, anlatısını bitirdiğinde bitkin ve sanki soluk soluğa kalmıştı. Okumasını bırakarak kitabı özenle kapattı ve sandalyesinden doğrulup; ne öyküymüş ama değil mi dedi. Kuşkusuz evet dedim; ne de olsa o gün yaralananlardan biri de bendim.



*



KAAN ROMERO

‘Ey gericil düşüncelerimiz / Kör kayalar, dağ gelincikleri. / Rameau; düşsel bir senfoni. / Geleceğimizi unuttuk / Hindolojiden gelenler; / Fransız değiliz diyor. / Yıldızlar kucaklıyor bizi; / Nişaburlular gibi. / Ey Saksonya elektörü / Kardinal Richeliu / Ve işte ay gibi parlıyor yüzlerimiz. / Orada / Korkunç geçitleri dağ başlarının / Pan’ı çıkarıyor karşımıza / Rüzgârın hışırtısı ve meşelerin ıslığı / Sağaltıyor canımızı. / Solomonaleykümler / Korint gelini / Balbal taşları / Uçuşan guguk kuşları / Tepelerden gelen uğultu… / Aspurakan kralı / Ovit dağı. / Kuşun soluması, / Üç kulaklı kaplan, / Şarlotan / Akşam karanlığı / Köknarların çangırtısı / Ve ormandaki kümeleşme. / Justine, / Bir Ispartalı gibi hızlı mızrağıyla / Süreyya yıldızına doğru uçarken güvercin / Ayasofya ve Yerebatan’dan geçiyor / Aşkın kanatları ne cin dinliyor, ne de Çin-i maçin / Ah çıldırtıcı çığlıkların ‘sapiensiyiz / Delicesine koşan / Düzensiz adımlarımız / Boynuzlarla, ışıklarla / Şeytanın fırtınasını parçalıyor. / İsa bu köye uğramadı yaygaraları / Tarkovski çiçeği / Behnan Şapolyo okumaları / Matriks ve döl yatağı / Engizisyon cadısı, / Frankeştayn / Gagarin sokağında olup bitenler / God, Godot, Vizigot / de Tott / Pollution, mor tanrılar / Sms sinyaliyle öldürülen adam / Ve Tebriz’de / Kuyuya düşen Murat Paşa… / Dalay Lama, Cundişapur, Volapükçe / Kaldığımız Nepal oteli / Hayretle gözlemlediğimiz Roma Çukuru / Vesaire, vesaire, vesaire…’
Krizantem Pasajı'nın arkasındaki, Angel Han'ın içinde; antikacı sahaflardan biri, çokça kitap almamdan ötürü geçenlerde, Bilinmeyen Yazarlar Sözlüğü adlı, ilginç bir kitap armağan etti. Kitabı öylesine ortayından doğru açtığımda, şimdiye dek duymadığım Kaan Romero diye biri çıktı karşıma, kısa bir tanıtım yazısı vardı, hiçbir şey anlayamamıştım, kim bu dedim sahafa, o da Romero'yu tanıdığını, akordeoncu Madam Anahit'i vaktiyle dinlemeye geldiğini, içe dönük bir yaşam süren, bu kişiye ilişkin, tümüyle değilse de, bazı ayrıntıları bildiğini söyleyerek ilginç bulabileceğimiz anekdotlar aktardı bana, sözün yazına dönüşürken doğan handikaplarını, elden geldiğince düzeltmiş olmam sıfatıyla, doğallığının bozulmayacağını düşlüyor ve iyimser çabalarımın, bir yapaylık oluşturmuşsa eğer bağışlamanızı umarak, bundan ötürü özellikle bir kızgınlık ya da yürek yakıcı bir kırgınlık duymamanızı diliyorum...

Kaan Romero, yirmi dokuz şubat bin dokuz yüz elli dokuz'da Aydın'ın Karacasu beldesinde doğdu. Ses uyumuna uygun olmayan soyadını, büyük babasının, Anafartalar'da öldürmek zorunda kaldığı, İspanyol asıllı olmasıyla övünen, bir Anzak savaşçısından almıştı. Babası, (elinde olmayan nedenlerle) hukuk fakültesini bırakmak zorunda kalmış, ziraatçılık yanında arzuhalcilik de yapan, varsıl sayılabilecek biriydi. Eşrafla içli dışlı olan ve yanında oturup kalkmadığı bürokrat, siyasi kimse kalmamış, kasabanın sözünü esirgemez ve sevilen bir adamıydı. Ayrıca kültürlüydü de, genelde bu tip insanlarda görülen boşboğazlık ve kof bir gururun tutsağı değil, gün gördükçe bilgisi artan ve birikimini çevresiyle paylaşan ve bundandır saygınlığın da bağışlandığı biriydi. Kasabanın kavuksuz Nasrettin'i, yeri geldiğinde, sözünü esirgemez, hak yedirmez bir cin-bir şeytan veya yoksullara kanat gerip, kucak açan, güneş gözlü bir melek, aydın Köroğlu, pazar yerlerinin, semt aralarının uçar gibi yetişen Koçero'suydu...

Kaan Romero, babasının genlerinden ve varsıl batının aydınlık çehresinden gelen idealist olma tutkusuyla (bir zamanlar okuduğu İnce Memed'in de etkisiyle) sanata yönelip, yıllarca bilgi ve birikim peşinde koştu, gizlice okuyor, küçük kağıtlara notlar alıyor onu küçük defterlere geçiriyor, günü gelince kuyruklu yıldız gibi parlayacak düşlerini, düşüncelerini yapılandırıp, oluşturuyordu. Yaşı ilerlemesine karşın, beklentilerini o kadar ağırdan alıyordu ki, bir ara otuz üç yaşındayken, İskender ve İsa'nın, İşler ve Günler'ini bitirdiği yaşta olduğunu düşünmüş ve çok geç kalıyor olabilir miyim gibi bir kuşkuya kapılmışsa da herkese, her şeye karşı haklı olduğunu düşünen yapısıyla, zamanın geçişini problem etmemişti. Çünkü o siyasi değil, daha çok yazınsal, düşünsel bir çığır açma peşindeydi, bu bakımdan kendisine yönelik atılım ve beklentilerin gecikmesinin, olağan sayılması, çok görülmemesi gerektiğini düşünüyordu. Çok sevdiği Lautremont yirmi dördünde, adaşı Kaan İnce on sekizinde hem de hatırı sayılır şiirler, yazılar, kuramsallıklar bırakarak, şairin yaşamı, şiirinin kapsamıdır aforizmasının hakkını verircesine, henüz bir filizken ölüp gitmişlerdi ama, yazın da, sanatta böyle kıstasların yerinin olmadığını düşünüp, sabırla çabalarını sürdürüyordu.
Gençlik çağlarını hızla tüketti, ortaöğretimi bitirdi ve babasının yarım bıraktığı fakülteye okumak için geldiğinde, aynı zamanda varsıl bir kasabalı olmanın verdiği olanakla bohem bir yaşamın içine daldı. Son sınıfa doğru (yazgıya bakın ki), okulunu yarım bırakmayı başardı, hiç bir iş yapmıyor, çalışmaktan da, düşünsel ve yazınsal dünyanın düşmanı ve onu baltalayıcı bir işlevmiş gibi uzak duruyordu. Cihangir'de küçük bir dairede yaşıyor ve aile geliriyle sürdürdüğü yaşamında, neredeyse her gün bir kitap bitiriyor, idealist olma tutkusunun, yaşamla çatışan yanlarını ha bire körükleyerek, gemi azıya almış bir hızla ve olası tüm haklılığıyla zamanı yutarcasına tüketiyordu. Ve aslında korkunç biçimde içe dönük dünyasında, onun dışa dönük sayılabilecek, tek edimi ve hoş görülmesini sağlayan biricik özelliğiyle (Kafka karanlığından, Tanpınar aydınlığına, Borges kozmolojisinden, Yaşar Kemal filolojisine) okuyor, okuyordu. Cihangir'in ele avuca sığmaz serüvenci tipleriyle, Edirne'den, Napoli'ye, Tunceli'den Taşkale'ye dolaşıyor, ideolojik, sanatsal büyük yenilikler yaratacak görüşlerini, başka konularda benzer düşlerin peşinde koşan arkadaşlarıyla paylaşıyor, yollar ayrıldığındaysa hiç bir şey olmamış gibi herkes kendi kolhozuna çekilerek, yeni kitaplar, yeni arkadaşlar, el değmedik ütopya kurtları gözlenerek zaman geçiriliyordu. Zamanla alışkanlıklar değişiyor, değer verilen şeyler azalıyor, yalnızlaştıkça, dış dünyanın insanlarına hay huyla ömürlerini tüketen ve yaşaması gereksiz cansız nesneler gibi bakılıyordu.
Cihangir, yaşamının enderde olsa yıldızının parladığı anlardan birini sunmuştu ona, büyük projelerinden, düşselliklerinden zaman bularak, taşralılığın taş kalpliliğini geride bırakıp, ilk kez bir kadınla zamanını paylaşmayı kabullenmişti, femme fatalesi, ağır fizikli, Artemis güzeli diyebileceğimiz cinsten, güleç, derin bakışlı, hoşça bir bayandı. Onun içiti üzerine devrilince, tanışma vesilesi doğmuş, adı Azra olan bayanın, benzer düşlerin birbirine payanda olan ve çevresini küçümseyen ortaklığında epey bir zaman geçirilmişti. Ta ki Azra'nın iç dünyasında, temelde bu adamın, megaloman bile olmayan, obsesif birinden başka bir şey olmadığını anlayıncaya dek. Bu adamın görüşlerine kendi minik gamzeleriyle destek olmasının, nevrotik bir sanrının, bile isteye ortak olduğu bön ve budalaca bir şey olduğunu anlayıp, şallak mallak bir durumda onu terk edip, hatta bir daha Cihangir'e adım atmayasıya yemin edinceye dek. Azra yok olunca, kendini çabuk toparlamış ve sonraları hiç olmazsa onu bir kaç kez telefonla aramış ve her seferinde böyle bir numara kullanılmamaktadır sinyalini almıştı.



İki dünya vardır, ikincisi Hindistan diyen, bir arkadaşı daha vardı Romero'nun, bohem ve işsiz güçsüz bu hemcinsiyle, Ünlüler Kıraathanesi diye tabir edilen Camialtı Kafe'de günlerce projelerini tartıştığı olmuştu, gezgin Hindu daha vefakârdı, onun için dünyevi projeleri olan, düşlerinin peşinde koşan insanlara ortak olmak, onların uzaysıl dünyasında zahmetsiz yolculuklar yapmak, araçtan atıldığında da otobanda bekleyip bir başka araca binmek, bir yaşam biçiminden ibaretti. Hintliyle sonuna kadar arkadaş olarak kalabilirlerdi ama günün birinde Zeus’un bir yolcusundan, onun üçüncü bir dünyaya gittiğini öğrenmiş ve günlerce kendine gelememişti... Romero genelde, küçük dairesinde ki ıvır zıvır şeylerle yemeğini tüketiyor, kimi zaman arpa suyu eşlik ediyor, bazen de (Marie Antoinette'in göğüs ölçülerine uygundur diye övündüğü kadehiyle) üzüm kanı diye adlandırdığı Fransız suyu içerek, uykusuz gecelerini katlanılır kılabiliyordu. Sağlığı hiç bozulmamıştı, sanki sonsuza dek hareketli bir düzeneğin, ilk durduğu yer, son durduğu yer olacakmış gibi bir devinim ve heyecan içinde günlerini geçiriyordu.

Düş, yaşam ve eylem üçgeninde, onların çatışkısında-çelişkisinde zaman geçip giderken, gerçekte; küçücük çevresinde (kıskançlıkla) paylaştığı yazınsal düşünceleri oldukça ilginçti (tarihin Akdeniz'in çevresinde döndüğüne inanırdı, her şeye ilgi duyar ve her şeye felsefe bulaştırma çabasından dolayı Şair Barthes diye anılırdı), yazdığı her ne olursa olsun sıkça paylaşılmasa da, günü geldiğinde ortaya çıkıp, ciddi bir yankı yapacak şeylermiş gibi; ancak ana hatlarıyla değerlendiriliyordu. Hararetle çevresinde saygı görüyor, kuramsal görüşleri olan, yazınsal bir meleke gibi karşılanıyor, her biri tek başına bir kitap, bir serüven gibi, rakipsiz ve bağımsız, düşlerle yoğrulmuş ve düşüncelerinin zırhına bürünmüş şövalyeler içinde; adalara bölünmüş bir anlayış denizinde, sakin ve sakınımsız bir yaşam sürüyordu. Kulaktan kulağa aktarılan, yazınsal, sosyal, dağınık düşüncelerinin ana hatları, belleklerde kaldığınca ve kimi ayrıntılarıyla şöyleydi denilebilir.

'Kanımca derdi Romero, iki çarpı iki dört eder, ama bir çarpı bir neden iki etmez... Çağımızda; bildiğimiz Don Kişot, yeni bir novella gibi tıpatıp yayınlansa, günün algı dünyasında güncel ve çağdaş devinimlere yol açacağından ve bugünün görü ve bilgisiyle anlakta yeni çarpınçlara neden olacağından artık eski bildiğimiz Don Kişot'tan tümüyle ayrık, başkaca bir roman gibi algılanacaktır. Sanat, dönemin bildik (moda) algılanımlarını karşımlayan ya da onları tersinir kılıp; hümanizm adına doğrumunu bozan bir işlemden ibarettir... Evren tek bir sözcüğe indirgenebilir, bu bir tilciğe tüm anlamların yüklenmesidir, Normanlar'a karşı, Saksonya kralının utkusunu, daha sıkı daha öz bir destana indirgemek için uzun yıllar çabalayıp, sonunda o biricik sözcüğe ulaşınca, intihar eden ozan gibi, durum bingbang'sı ve dayanılmaz bir iç sıkıntıya, katlanılmaz bir çalkantıya dönüşür artık ve o zaman; sığmazlık başlar, bu yüzdendir patlar ve dağılarak, o ilkinsil tözün dayanılmaz baskısını da, üzerimizden atmış oluruz... Cehennem de baskıdan doğan bir tasarımdır. Varlık kadar hiçlikte (yokluk) şaşırtıcıdır, varlığa katlanamayan öz, hiçliğe nasıl katlanacaktır, sorun; demir paranın iki yüzü gibidir ve bilinmelidir ki, tanrı önceleri paylaşımcıydı... "Acaba ot gibi yerden mi bittim / acaba denizlerde mi şaşırdım / ve zamanı nasıl unutmaktayım."

Gerçekliğin aykırılıklarına açılan, düzyazı ile şiir arasındaki sınırları alt üst eden, masal, alegori ve ironi ile bütünleşen saf kurgu tarzında özgün bir biçem geliştiren bir levha arıyorum, barış dendiğinde korkuyorum, insanlık savaşı ruhundan ve kalbinden silmedikçe, hak ya da haksızlık, madalya ya da şahadet anlağımızı süslemeyi sürdürecektir diyorum. Yazına gelince Jakobson'un
dediği gibi yazın; âmâya bir sadaka ver yerine -bahar geliyor ama ben göremeyeceğim- demenin daha çok duyunçlara seslenip, insansı yardıma yol açtığının anlaşıldığı meselde olduğu gibi işe yarayabilir. Bir başka meselde şöyledir; çoban şaire, halka bu denli yararlı olduğum halde niçin kentte, benim için değil de senin için kutlamalar yapılıyor der. Şair becerilerimiz için yarışalım önerisinde bulunur ve çobana yükselmekte olan dolunayı görüp görmediğini sorar, çoban pekala görüyorum deyince, o zaman gözlerimizi kapatalım; şimdi de görüyor musun diye sorar; çoban hayır, yalnızca karanlıklar var diye ekler, şair; ama ben görüyorum der!..

Bir dili yeterli kılan şiir ve felsefedir. Şiir kutsanmış bir hümanizm, arınmış bir kozmos arayışıdır. Doğrulardan ve gerçeklerden çekinenler, aslan kükremesinden birbirine sokulan koyunlar gibi kümeleşirler ve gerçek istenildiği biçimde yön değiştirebilir ama bu da parçalanmış gerçeğin her hangi bir öğesi olmaktan kendini kurtaramaz. Salt gerçek, bizim hiçbir zaman bilemeyeceğimiz zamanın, uzamın, geçmişin, geleceğin, tanrının, yeryüzünün ve tüm insanlığın sokaktaki sütçüden, kuzeyin son kraliçesine dek katmanlaşmış ve sonunda vücut bulmuş bir arketipdir ki biz ona geçmişin, geleceğin ve tüm boyutların "şimdiki anı" adını veririz ve o yaşamakta olduğumuz ve hayhuyla kaotikleşmiş şimdiki zaman değildir. Bir de şunu tasımlamalıyız: Bir düşün ya da ideoloji gelip beni bulmuşsa; hizmetliyim, bir düşün ya da ideolojiyi kendimde bulmuşsam; sanatçıyım... Sanat diye çırpındığımız; ölü ateşiyle kol kola gezen çöl tanrısıdır ve iç dünyamızda barınan; yaşamın hiç kimsenin olmadığı kadar bizim olmasını sağlayan, biricik totemdir.

Yaşam sanıldığı gibi içimizde değil, karşımızdadır ve kavramlar o denli süratle yer değiştirirler ki geçmiş çağlarda tanrıları ve göksel güçleri simgeleyen kozmos, sonraları burçları ve içsel korkuları sembolize etmiş ve kavramlar yer değiştirerek sürüp gitmiştir. Bilimsel gerçeklik bile bir 'varsayım' olarak algılanan biçimin (kapsantısı genişte olsa) bir parçası olmaktan kendini kurtaramaz. Yaşam kendine sunulan biçimler, yemek, içmek, gezmek, tozmak, okur gibi yapmak mıdır. Niçin okuruz, beden neden madde tüketir, evrenin soyağacı var mıdır, zaman eskir mi, ‘yaşam’ göreceli ise yaşayan nedir gibi ilk bakışta basit görülebilecek, oysa çözüm ya da çözümsüzlüğünün bileşeni, sonsuza uzanan sarmallardır bunlar... Umarsızlık içindeyim ben.

"Hiç kimse açık ya da kapalı o yekpare kapıdan / bana boyun eğmeden geçemez, kim görebilir ayrılan yolları, / kapılar kılavuzdur. Kasırgalı denizler, sakınımsız karalar / ufukların karanlığı benim görkünç gözlerimden okunur. / Benim bir yüzüm geçmişte yüzer, öteki geleceği kavrar, / sanki avuçlarında tutar. Ben tüm alanları tüm olanları görürüm, / çekilmiş kılıçları, uğursuzlukları, günahla uyumsuzlukları; / sahip olan olanaklara uygunluk tanımalı, yenilmişlerden / bir ölü gibi izin vermeli. Her iki ellerimde yitiktir benim. / Ben sütunları (ve hayası) yerinden olmayanım. Ben tüm olguların / gerçekleşeceğini söylemeyenim. Benim gördüğüm gelecekteki tartışmalar / geçmişteki kanlar çekişmelerdir, ben hiç bir şeyin olacağını diyemiyorum. Yıkıntılarıma bakıyorum ben: yerle yeksan basamaklar, ordular, / bir anlık bakışlarında yazgılarıyla baş başa çehreler görüyorum ben."

Güç ve kibrin, yiğitlik ve cesaretin de yenilgiye uğrayabileceğini düşünmemiz iyi olur sanırım. Heraklit 'panta rei' herşey akar demiş, geçmişten kopmak istemeseniz de, gün olup devran dönecek, buzullar eriyecek, insanlar ölecek, tanrılar değişecek ve zaman geçip giderken, insanlık yıldızlara doğru yeni serüvenlerin peşinde koşacaktır. Ama her şey başladığımız noktaya geri dönmekten başka bir noktürne yol açmayabilir... Kim ki şiirin peşinde koşuyor, bir öldürmen de olsa, mutfaktan çıkmayan, saçını süpürge etmiş anne de olsa, kanalizasyonda çalışan işçi, göklerde yüzen pilot da olsa siz siz olun onu anlamaya çalışın. Çünkü sonsuz barış ve sevgiye ulaşmak istiyoruz, ama paranın padişahlığı, mülkiyetin kırbaç izleri, mayınlarla belirlenmiş sınırlar ve gözlerimizin arkasına, kafatasımızın içlerine kadar uzanmış tel örgüler, ölü sayısıyla çarpımlanmış zincirler, dikenli teller ve madalyalarla, övgülere boğulmuş; prangalar, gelenekler bizleri birbirimizden ayırıyor. Ama şiir kendi başına bu ıssız, karanlık, kanla yıkanmış yolda bıkmak usanmak bilmeden ışığını yaymayı da sürdürüyor.

Pan gibi kırları dolaşan şair, anlaşılmayı hiç bir zaman istemeyebilir, bunu göze alabilmek, insanın kendisini hiçleyebilmesi; sevilmeyi istemek, kitleleri etkilemeyi arzulamaktan çok daha içrek ve insanın trajedisi adına, çok daha tansık barındırabilecek bir tutumdur belki de... Ürkütücü ve gizemlidir de, çünkü onlar, kendilerine cennetin vaat edilmesini değil, cennetten kovulmuş olmayı lâyık gören ve aslında salt başkaldırıdan başka bir şey olmayan şiire, böylelikle daha çok yaklaşmayı deneyenlerdir sanırım. Yalvaç olmayı değil deccal addedilmeyi göze alanlardır. Ve o öncelikle kendini kurban seçecek kadar da gözü pektir. Bir kurban olarak, ilk taşı günahsız olanın atmasını da beklemez, o ilk taşı özüne; daima kendisi atar!

Hepimiz küçük birer tanrıyızdır. Damarlarında ilk gecenin büyüsünü ve şiirsellikle dolu yıldızlı göklerin mirasını taşıyan insan, sonsuz geçmişin ve geleceğin akışında bellekle bezenip, güzel sanatlarla beslenen o ölümsüz estet duygusuna sahip olarak dünyaya gelir ve o duyguya içten bir bağımlılıkla yaşar ve duruk güzelliğin simgesi cennetten kovulmuş bir can olarak, us ve gönül isteriyle, özgürlüğün ve gökkuşağı renklerinin peşinden koşmaya adanır, ona kucak açar ve deyim yerindeyse bundan ötürü de; sürklâse olan her bütüne baş kaldırır. Ve şanlı bir sapiens, çekici duyunun, gizil bir klânın seçtiği, savaşkan üye gibi belleğinin karanlık adasında, henüz inceliği bilmeyen, ama ruhunun derinliklerinde bunu seçmesini sağlayan ölümsüz bilgiye sahip bir adem olarak, bilginin ılık akışında yuvarlanan kırların tanrısı, bir çiftçi Habil benzeşiyle evrenin şiirine boyun eğmeyi ve onunla bütünleşip, ortakça yaşam sürmeyi bir kabul bilir. Bundandır sonsuz barış ve güzellik gerçekleştiğinde dünya bir metafor olarak cennete dönüşeceği ve insan da tanrılaşacağı, tanrı katına yükseleceği için artık yaşamın bir ereği kalmaz. Onun için şiir, ulaşılamayandır, öncekinin sürekli yittiği, sonrakinin sürekli doğduğu bir tür yok oluş ve bir tür varoluştur. O kış beyazlığında, uyumu arayan Pan'ın, tanrının dilini yadsıyıp, unutulmuş mağara diliyle konuşuşudur... '

Antikacının, anıların belleğinden aktardıkları, burada bitiyor (dilerim sıkıcı gelmemiştir), görüşlerini sevdiklerinin şiiriyle süslerdi ama, gerçekten onun olan bir şiirini okuyayım sana dedi. Düşünceleriyle uyumsuzmuş gibi, ağırsak, kösnül bir şiir okudu Romero'dan, bir anıştırma, bir parodi... Konusu platoniktir belki, ayrıca biçim ve içerik, sanırım birbirine uzak eğilimlerden diye ekledi.
(Vezüv gibi yanan ağzından inip, gövdeni, bacakların çıktığı yerlerini okşadım / Bir atmaca gergin kanatlarını topladı, çayıra daldı. / Sağrını öpüyordum. / Bembeyaz göğüslü minicik bir toy kuşunu, havaya kaldırdı kuş; / Kokun çıldırtıyordu. / Ufacık bir tipi gibi, tüyler döküldü kuştan. / Alev alev yanıyordum artık ben. / Otların üzerine düşen tüylerin ışıltısı, parıldıyordu güneşte. / Benimsin diye haykırıyordum!..)
...
Yaşamı boyunca tek bir satır yayımlamayan, yalnızca projeleri, yeri geldiğinde büyük yankı yapacak düşünceleri ve kuramsal görüşleriyle, sağda solda ve kafelerde yıllarını geçiren, bir gün geleceğin de geçeceği öngörüsüyle çevresini avutarak, örü ve görülerini zamanın kollarına terk eden, ilginç yazar Kaan Romero otuz bir eylül iki bin üç sabahı, yalnızlığın ve bakımsızlığın ürettiği ruhsal yaralar ve artık zamanla uzlaşmaya çalışan bedeninde ki, (öngörüsüz) yavaşlamalar yüzünden, kırk dört yaşında Cihangir'deki harap dairesinde ölü bulundu. Ölümünde asla düşünmek istenilmeyen başka bir orijin ya da kirasını bile ödeyemez hale gelmesinin yarattığı ruhsal gerilimin parmağı var mıydı bilinmez. Geride bıraktığı gizemli notları, yaşadığı çevrede (aynı tasalarla yaşayan bir yoldaşının anlağına çarpmadığı için), Max Brod gibi bir iyilik perisi de kollarını açmadığı için, kuşluk vakti homurtularla yaklaşan bir konteynıra, yılgınlık ve üzünç veren sesler arasında yüklenmiş ve Kemerburgaz'daki istasyonda, çürüntülerden yükselen duman; geniz yakıcı tütsüler ve ılık buharlar arasında sonsuzluğa defnedilmiştir.
Bu kadar… (En çok kullandığı sözcüktü).



*



KARAPAŞA




"Öyle günahlar işledim ki
Binlerce yıl tövbe etsem
Cehennem kapısı yine de kapanmaz.
Seni şu ellerimle boğup öldürsem
Cezalarımı biraz olsun arttırmaz."


Kariye müzesine gitmek isterken, Fener semtinin çıkmazlarında yolumu şaşırdım, Draman'daki, Karagümrük'teki sapakların içinden bilisizce yürüdüm, her yolunu şaşıranın başına geldiği gibi, köşe başlarından süzülen kara gölgeler sanki beni izliyordu. İnsan yolunu yitirmeye görsün, tuhaf bir boşluğa, bitimsiz bir umarsızlığa sürüklenircesine köklerinden kopar ve yaşamı anlamsızlaşır.
Haliç'in karşı tarafına, Hasköy'e geçmek için, sırf bundan ötürü, bilinci bulanmış sarhoş, yerinden, yurdundan olmuş bir heimatlos gibi, köprünün dibindeki varyantlara gelince, hangi viyadüğe girmeliyim derken, (Amacım karşı yakada, büyük suyun üstünde bekleyen devasa canavar, Gerçek Kara Gölge, düşlerimin o görkünç Nautilus'unu görmekti. Çocukluğumda, 'Denizler Altında Yirmi Bin Fersah'ı okumuş, Kaptan Nemo'nun kuzeyde, buzullar arasında, uğursuz denizaltısıyla yitip gidişini bir karabasan gibi yıllar boyu düşlerimde taşımıştım.) tam ayaklara geldiğim sırada, düşlediğim karakoncolos bu kez gerçek oldu ve gönlünden ne koparsa diye boğuk sesler çıkarıp, boynuma sarılarak -civar yatırlardan türemiş hortlakçasına- bir kumpasla önümü kesti...
Ketenpereci sarhoşmuş. Şarap alacakmış. Bu durumda her zaman ki yaptığımı yaptım, onlardan biri gibi davranarak; adamı lafa tuttum. Sonra işte değeri bilinmemiş bir veli, bir kethüda olup çıktı ve katakulliyi bırakıp komparsitaya başladı. Kendini alıcı kuş gibi dinleyen ademoğlu karşısında mesellere girişti, anlağında bozuma uğramış, deli saçması kıssalardan dem vurdu ve düşte gezer olmadık şeyler uydurup, sözü dolandırarak, gariplik dolu anekdotlar aktardı.
...
Osmanlıda cellatlar ya Çingene ya da Hırvat olurmuş. Arap (yolkesenin lâkabı), Viyana Kuşatması'nda Calût adında bir cellatın da sefere katıldığını ve olayların atası olduğunu belirttiği, asesbaşılık, çorbacılık yapmış, bu düşmüşten yana, kulaktan kulağa geldiğini söyledi. Arada Suleyman diyor sonra gülünç bir aksanla Sobieski demeye çabalıyor, posta tatarı gibi laflar karıştırıp, kanımca olanları birbirine ulamaya çalışıyordu.
...
Bazı kuşatım heveslisi ve yeryüzünün günümüzde bile fütuhat diyarı olduğunu sanmakla; soyumuzu yüceltmek arasında bağ kuran nice dostlarımız, usa düştükçe, yüzyıllar önceki Viyana Kuşatması üzerine serzenişte bulunurlar. Viyana alınabilseydi, Avrupa bir Osmanlı eyaleti, yeni bir Türk yurtlağı ya da devasa bir Anadolu olacaktı, Kıptilerden ve Andaluzya yakasından kıskaca alınmış Afrika'ya tümüyle inilecek, Kuzey kutbuna ulaşan onurlu tebaamızdan bir Çelebi sancağımızı buzullara dikecek, Napolyon doğmayacak, Hitler olmayacak, İsevilik yeryüzünden silinecek gibisinden filân feşmekânlar... Ama bunlar Şanghay'da bir kelebek kanat çırpsa, Florida'ya kar yağar öngörüsünden beterdir sanırım, çünkü küçük bir dokuncanın tarihin seyrini kökünden değiştirebileceğini ve kendilerinin de yaşıyor olmayabileceği bir yana, soyumuz bireylerinin bu kez başka varsayımlar üreterek oyalanacağını pek düşünmezler. Bu bakımdan tarihte savaş ve kuşatımlar hiçbir zaman bir işe yaramamıştır, geceler boyu yazgılarına gözbillûru akıtarak, Kronos'a yakaran Demeter (süt tanrıçaları) bolluğuyla, aşağılanmışlığını bir monarka yakışır kindarlıkla yüceltmek isteyen (bazı komşularım buna deli boynuz kibiri diyor), öksüzler kalabalığından başka... Ocak söndürmenin, ten sahibine Jüpiter hırsı aşılamak ve iman tahtasını öç duygusuyla doldurmaktan gayrı bir işe yaramadığını tarih her baş vurulduğunda söylemiştir. Viyana Seferi'yle ilgili Calût'tan kaldığı söylenen ve daldan dala geçerek, artık bölük pörçüklüğü bile ileri sürülemeyecek anılar birikintisi aşağıdadır...
Kuşatma kış günlerine yaklaşıyor ve başarıyla sürüp gidiyorken, ordunun konakladığı düzlüğün kuzeyinde ki karaormanlardan, Kordelia adlı bir soylu kadın, yanında birkaç lûtiyle, lando-kupa araba içinde, kente doğru gidiyormuş, o gün öylesine bir alışkanlıkla, devşirmelere komuta eden Karapaşa'nın ( Merzifonlu vezire yeniçerilerce yakıştırılan unvan sanırım) sipahilerinden bir bölüğü ormanda avlanasıymış, (belki de Avcı Mehmet'e yaranmak için!) ürkütücü sessizliği, kuşbazların dallara sürtünüşü ve tepedeki bir ağaçkakanın kulak çınlatan ötüşü bozarken, birden alt yolda majestelerin Kordelia'sı, sanki peçesiz ve yarı üryan peydah olunca; anda peşlerine düşmüşler. Delice kırbaçlanan atlar, orman içinde süren kısa bir kovalamacadan sonra yollarını şaşırınca, arabayı devirmişler, vakanın eni sonu ise; sürücünün boynu kırılasıymış, peçesiz ahunun omuzunun çıktığı, arkebüzlü haçlılardan birinin, atının altında kaldığı, arboletli bir çaylağınsa ağaçta yakalandığı ve sonuçta tekmilinin zayi olduğu belirtilmiş ve de Kordelia'nın Lehçe konuşur iki nedimesi baygın olası, Prusya armalı küçük bir sanduka bulunasıymış.
Olan bitene tanık olan bölükle, küfre bulanmış imansızlar karargâha doğru yola çıkmışlar. Kordelia, Karapaşa'nın huzuruna varmış. Nemçe topraklarında vukubulan ve tarihin asla söz etmediği (potansiyel olarak Çingeneler, sarhoşlar ve tüm azınlıklar resmi tarihin söz etmediği bu tür gizlerle kavmin üzerinde tartışmasız bir monopol oluştururlar) bu olaydan sonra kimsenin bilmediği üzere Karapaşa, Kordelia'ya tutulmuş ve o andan sonra da kuşatmada bir (ilerde tüm bunların bilinçli birer eylem olduğu anlaşılacak) yavaşlama hatta gerileme olmuş ve dillere destan huruç; cebeciyle, dizdarların şiddetle şikayet ettiği üzere maliyede büyük açıklara ve masraflara yol açacak, defterdarın başını yakacak fuzuli bir saldırıya dönüşmüş. Sertçilliğiyle ünlü ve gözü pek oluşuyla nam salmış Karapaşa, Kordelia'ya vurulduktan sonra ona Ruhşah adını koyasıymış, ruhumun şahı yani... O andan sonra da, çadırından pek az çıkmaya başlayan paşa adına denilebilir ki, seferin ve kuşatmanın gidişatı bilindiği ve beklenildiği üzere sizlere ömür... Fettanlığı bir yana Frenk diyarından sarışın bir güzelle yaşamında hiç karşılaşmayan, benliğinin derinliklerinde bunun karanlık zulmetiyle, uhdeye dönüşmüş kompleksini taşıyan paşa, kumandan olması sıfatıyla uyarıları dinlemez ve kendi ölümüne giden yolları açar sonunda, görünüşte aşk yine üstün gelmiş, asıl yengiyi o sağlamıştır. Ruhlar şahı, hükümranlık ve zemzem suyuyla arınan atlıların nallarıyla çiğnenen topraklar ve ganimetler demek değilmiş demek ki... Demek ki aşkın gücü, savaşan utkuyla, insanlık tarihi boyunca sürüp giden Vandallığın üstündeymiş.
Demek ki...
(Çarşambanın sessizliği / bir kuşun çığlığı / Isfahan'da, / Melikşah'ın gözlemevinde / bir adamın dinlediği ) Khaled'in kehanetiydi ha...
Şu dünyada aşktan nasibini alan kaç kişi var ki?.. Haremi olan koskoca padişahlar çelimsiz bir cariyenin kulu kölesi olur, nice imparatorlar bir kumpanyanın varyeteci kızına tutulur-tacını tahtını terk eder, keşhaneye, viraneye dönüşür, nice krallar herkesin burun kıvırdığı bir Astarte yüzünden hercümerç olur. Harakiri yapanlar, saltanatı bırakanlar, yay kirişiyle boğulanlar, kara sevi yolunda kavrulanlar, adem babalar taifesine karışıp, imi timi bellisiz olanlar, kabilesini, kafilesini unutanlar... Platon boşuna söylememiş, insan öbür yarısını arıyor bir yaşam boyu, bazen de buluyor ya da bulduğunu sanıyor, işte o zamanda ortalık karışıyor, yer yarılıyor ve her şey birbirine giriyor. Şimdi Kordelia'nın Karaorman'lardan kasıtlı olarak geçirildiğini, her şeyin bilinçli olarak; Birleşmiş Haçlı Kuvvetleri'nce tasarlanıp, düzenlendiğini söyleyelim mi, o gün Viyana kuşatılmışken, Osmanlı ordularının dizi dibinden neden bir fettan ahu geçirilsin ki, göz göre göre bir kupa arabayla orman içinden, neden sipahilerin üstüne gidilsin ki... Karapaşa'nın o güne dek yalnızca kuşatmayla uğraşan izanı, o günden sonra ikiye bölündü, bir yanıyla Ruhşah'ını düşünürken, diğer yanıyla ... Ardından beklenen başarısızlık ve Nemçe diyarında vuku bulan sergüzeştin, çok sonra, ayrıntıları bir köprü ayağında fısıldanacak görkünç trajedisi.
...
Sonunda padişaha jurnallenen Karapaşa öldürülüyor. Başı kesilerek. Beyazşehir civarına gövdesi gömüldüyse de, başı Asitane'ye gönderildi. Meşin kırbada bala bulanmış, gümüş tepside sunulan başta duran kıpkırmızı gözleri; hâlâ altın saçlı Salome'sine doymamışlıkla, baş döndüren kokuların ve çıldırtıcı dokunuların özlemiyle yanıyordu ve de en küçük bir pişmanlık izi görünmüyordu. Sonunda sağır ve dilsiz bir cellatın insafına kalan baş; Haliç'in dibini boyladı... Belgrat'ta gövdesi için, Edirne'de gözleri için, payitahtta sözleri için bir mezarı var deniyor.
Aşkı için öldü paşa... Nereden bilebiliriz ki; belki de mutluluğun resmi budur. Uskumru gözlü Kordelia ise arşidük oyunlarının parçası olmanın ve tasarlanmış bir gönül ilişkisini pahasıyla satmanın cezasını çok ağır ödedi, paramparça edildi ve eti sıcak sıcak köpeklere yedirildi. Yalnızca Efşan Bahçeleri'nin nice sülüslü betimine benzer urbaları toprağa verildi ve böyle birinin yaşadığından yüzyıllar sonra ancak bugün söz edilebildi. Kapıkulu askerleri, ziynet ve takılarını, kılıç ve kalkanlarına süsle, siper ettiler. Saçlarından sancak tuğu yapıldı, kaval kemiğinden kös vuramacı, aya eklemlerinden de remil taşı yapıldığı söylenir... Yine de diyelim ki, kaftanı Levni'ye taş çıkartan (çok renkli demekmiş Levni) şimşirlikte (kafeste) yetişmiş nice bahtsız şehzadeyle, sayısız cariyenin yazgısı, inanın onlarınkinden çok daha iyidir. Çünkü söylemesi mekruh mu bilemem, Ruhşah ile Paşa'nın ferç ile zekerinin de padişaha yollandığı söylenir, böylesi ilk ve tektir.
...
Hanedan ailesi kutsal sayıldığı için kanı akmamalıdır. Karapaşa bir devşirme değilse de, Bağdat'ta şehit düşenin oğluydu ve saraydan olmamakla başı uçurulabilirdi. Cellatlar şehzadeleri öldürürken yağlı bir sicim kullanırdı ama bu Paşa'ya değil Kartezyen bir kılıç, bir Yemen palası veya Roma orağı bile yeterse de, saraydan olup da, bir köprü başında, sırf kanı akmasın deyi keçeye sarılarak, gece karanlığında dört nala giden atlılarca çiğnenmekten yine de iyidir böylesi bir ölüm. Eflak prensi Konstantin Hangerli nasıl öldürüldü (Vladimir Tepes'in ardılı sayılabilecek maktulumuz, yazık ki, Osmanlıdan kurtulmak için atının nallarını ters çaktırarak Budin'e kaçan 'Voyvoda' gibi olamayıp, beceri yoksunuydu. Vidin Bey'ini öldürüp kanıt olsun diye ceseti aylarca kazıkta bekleten Tepes ise söylentiye göre kan içici bir Drakul, yani 'Mephisto'nun Oğlu' ymuş), aşırı vergi koyan prensin (soylu, köylü ve büyük sürü sahibi manastır oturanlarınca) şikayet edilmesi üzerine; sadrazam Yusuf Paşa, Bükreş'e bir kapıcı gönderir, kapıcının yanında kalın dudaklı siyah bir Arap (bizim Arap gibi) vardır... Prens, Dersaadet dükalarına, kahve ve nargile ikram eder, ürkmüştür, ama belli etmeden mabeyinciye Fransızca hitap ederek çuhadarları getirmesini emreder. Mabeyinci çıkar çıkmaz Arap, prensin sırtına atlar, kaygan bir kementle boynunu sıkmaya başlar, kapıcı da prensin karnına iki piştol sıkar, prens güçlüdür, urgan boşalır ve debelenmeye başlar, kapıcı, hançeri prensin sırtına saplar, Arap da prensin boynunu burkarak, burcuna göndermiştir, odaya giren çubukçu, tütün hazırlayan hizmetkâr ve peşkirci gördükleri manzara karşısında, çığlıklarla yardım isterler, silah seslerini duyan çuhadar ve mabeyinci de gelmiştir, katillerin üzerine atılacaklarken, kapıcı dur bre ferman diye bağırır ve padişah görevlisi cellatlar oldukları anlaşılır. Prens ölmemiş can çekişmektedir, Arap destur çekip prensin başını keser ve çıplak cesedi avluya bırakır, ardından padişahın fermanını okur. Söylence bitmemiştir, prensin başının derisi özenle yüzülür, kanlı deri yıkanarak, ikiziymiş gibi içi samanla doldurulur. Akşama doğru deribaş prensesin odasına yerleştirilir, bunu gören çocuklarla, nedimeler dehşete kapılarak haykırmaya başlarlar, bu arada cesedin gömülmesi için penzler, filoriler, zolatalar teklif edilmektedir; prens yakılacaktır yoksa...
Hangerli'nin başı 1799 yılının yedi mart günü bin bir namlı Konstantinopl'da, sarayın heybet kapısı önünde bir kez daha sergilenir, Chopen'in cenaze marşı o devirde de çalındı mı bilemem ama başın, mehter marşıyla taçlandırıldığı kesindir diye; acı veren bir gülümseyişle bakarak bitirdi sözlerini, Ayvansaraylı Arap!..
Ve bütün bunları neden anlattığını şu biçimde (şöylece) açınladı; meğer Calût'da hırgür arasında başı kesilenlerdenmiş, oda kalafata yatırılmış, diyor ki, aynı Viyana küskünü Karapaşa gibi, onun da gövdesi yaban toprağında kalmış ve bir cellat hısımınca ahîretlik baş Boğaz'a getirilmiş ve Emirgân'daki konaklığına gömülmüş, Arap, onun başının çengel lâlesi gibi, akrabaların kaldığı o evin bahçesinde, bir zaman durduğunu ve artık deniz kargalarının sesleriyle metruklaşan, meskun yerin Aşiyan'a karıştığını söyledi, sonra işte bu anlatılanların en ilginç nirengisine getirdi sözü, biz dedi; meczup olduğumuza bakmayın, iki bayram sırası her seferinde Vienna'da ki (bir dediği iki dediğini tutmuyor) Osmanlı kabristanını (azınlıklar mezarlığı) ziyaret eder ve başsız gövde için dua ederiz, yine her seferinde şimdi Aşiyan'da, asudeler ülkesine (sonsuz barış toprakları) karışmış, kitabesiz gömütlüğü tavaf ederiz. Sonra kızıla çalan gözlerini üzerime dikerek; çünkü Yüce Tanrı'nın "masumların ölüsüne" ( üzerine basa basa söyledi bunu) dua etmek için başını mı esas aldığını yoksa gövdesini mi bilemediğimiz için (bu arada medet ya hûda diye mırıldanıp tövbeler çekti), evvel ahirden beri; ki ant verebilirim, mekkareli, piyade ya da tayyareli (atlı, yaya ya da uçaklı demek istiyor) Viyana'yı ziyaret eder, eşzamanda yürek yanığı içinde, en ufak bir çıldırtıdan yoksun, Emirgân Koruluğu'ndaki küfeki taş, tarumar lâhite yakarır, duaların kabulü için ihsanlar eyler, gözyaşlarına gark oluruz dedi.
Kulunuz, onun yalancısıdır.
...
Us gözlerin ötesiyse, yürek de gövdedir. Cehennem aleviyle tartıya çıktığımızda tanrının ölçüsü hangisi olacak. Bilen var mı... Karapaşa'nın düşünceleri Viyana önlerindeyken, duyguları çadırındaydı. Hangisi günah, hangisi sevap. Ölmeyene ant olsun kerubim dedi Arap. İki dünyada da müşkülât çekenlerin; çift mezarlıların hali nicedir. Tanrım bu konuda hiç yardımcı olmadı bize, hangi kutsal kitabı açsak bir umar bulamadık, bu nasıl bir kabir azabıdır, nasıl sual olurlar, biri bize yardım etse diyorum ama şu kara kıyamette sözü dinlenir eşhas kaldı mı ki, her mahzunun kanıksayıp, her müslimin kabul edeceği bir letafet bulunur mu ki bu meyanda diye, ağlamaya başladı... Umudunu kesme; "Düşünmeliyiz ki sonsuzluğa yalnızca o kalacak ve iyiliklere de yalnızca o vesile olacak" dedim.



*



SOYUT OT

‘Gece / bir eczanede / diz çökmüş / bir at / döşeme tahtalarını / kemiriyor / garip / yeşil / yanıklar içinde / bir kıza / ilk yardım yapılıyor / bu arada / köşeye çekilmiş / umarsız / bir hortlak / ağlayıp duruyor.’ Miltos Sahturis.

I
Soyut diye bir şey var mıdır, belki de her şey soyut, bundan ötürü yukarıdaki Scud başlığının anlatacaklarımla bir ilgisi olmadığını baştan belirtmeliyim ki anlamsız bulunmasın. Scud başlığı denilince düşündüm de, insanoğlu neden silâhlara Şişman Adam, Küçük Çocuk, Tatlı Hala gibi adlar verir?.. Biliyorsunuz Scud’un panzehiri Patriot ‘Yurtsever’ demekti ama nedeni ne olursa olsun bu ‘Yurtsever’ kırmızı ceketlilerin, (Bağdat Seferi’nde) Kuveyt dinarının üzerinde uçmak istemesi, Alâattin’in lambasını üflemesi çaresiz bir uyanıklık içinde bırakmıştır beni. Mekke-i Mükerreme ile Yankee ve İzrael diyen sunucunun sesi, şimdi bile kulaklarımda çınlar ama insan tuhaf yaratık, Amerika’ya bakın; Dillinger, Davy Crocket, Al Capone, Bonny ve Clyde, Lee H. Oswald, Lincoln, Boston Canavarı, Truman ve Sirhan B. Sirhan… Sürüp giden bir vahşi Clau, Clau Claudius ve ölmüş ve öldürülmüşler tarihi. Demek istediğim, Hiroşima ve Nagazaki, Dachau ve Treblinka’ya ilenirim ben, savaş ve öldürüm kavramları bilincimi sayrı yapar ama öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, yaşamlarımız bize egemen olduğu için, insan bazen istemediği, karşı çıktığı şeyleri bile içinde barındırıyor. Sözü Thermoplai Geçidi’ne getirmeden söyleyeyim, bütün bunları kaygısız divalarla anlatıyorum ama bu dünyada yıllar önce ben de bir cinayet işledim, dahası bir katilim…
Ama hepimiz içinde olmak üzere hiç birimiz suçlu değiliz, suç ve suçlu diye bir şey yok, çünkü ‘İnsanın evrendeki durumu, bir kedinin kitaplıktaki durumu gibidir, görür ve işitir ama hiçbir zaman anlayamaz.’ Bu durumdaki bir yaratılmışın, duyunçsuz bir Demian’ın suçlu olması düşünülebilir mi… Ben bir katil olarak kendime ve başka katillere sürekli ağlamışımdır, gülende olabilir. Yaşamak gibi sonsuz küçük bir olasılığı, Eros uçuşuyla yakalayan ‘mavi’ bir çocuk düşünün ve aradan 22 yıl geçsin, bu çocuk, kız oğlan demeden aynı durumdaki diğer çocukları kurşunlasın, bıçaklasın, zehirlesin, ateş açsın, küle döndürsün, etik gerekçeyle atomlarına ayırsın, saçlarına kara büyü yapsın, tinine toprak doldursun… ‘Ey doğruluk; Mazda’nın kutsanmış aklını hamd için ellerimi, yardım isteyerek kaldırıyor ve her şeyden evvel diliyorum ki, yaradılışın ruhunu sevinçli ve berhudar kılmak isterdim.’ Diyesim, ‘Arama mutluluğu! Yaşam bir iç çekiş kadar kısa! Nerde Cemşid? Hani Keykubad? Bir toz yığını şimdi… Lâl renkli bulutlara karışmış, fır dönüyor rüzgârla! Görüyorsun işte, bir düşten başka şey değil yaşam, dünya bir seraptan başka!’


II
Bir katil olduğumu söylemiştim, işlediğim öldürümün yılı 1964’dür. Bugünden 1621 hafta önceki bu olay, yaşamımı sonuna dek etkilemiştir, gene o yıl İsa’nın çarmıha asılmasına neden olan hain havariyyun Yahuda, en yakın arkadaşının yardımıyla (ötenazi) kendisini erguvan ağacına asarak yaşamına son vermiş, pek sevdiğim Bizanslılar’la, bir sabah at üzerinde boğazı yüzerek geçen Peçenekler’i surların karşısında görünce, tanrının gazabına uğradığımızı düşünmüşümdür. Bu öldürümden sekiz yıl sonra M.S. 1972’de Pioneer diye bir roket fırlatıldı uzaya, başka gökparlara doğru yola çıkan bu uydu, saatte 54 bin km. hızla gidiyor ve güneş sisteminin dışına çıkarak taşıdığı mesajla, 10.3 ışık yılı uzaklıkta Andromeda gökadasında ki Ross yıldızına doğru uçuyordur ve yeryüzü takvimine göre 34602 yılında varacaktır oraya, ot soyutsa zamanda soyuttur sanırım ve bu dünyadaki hiçbir insan bir başkasını öldürmemiştir, kürevi bir sahanda –piyeste!- öyleymiş gibi yapıyoruz biz. 34597 yıl sonra Ross 248 yıldızına ulaşacak bir dünya farikası varken, sen M.S 1964 veya ‘Ross’tan Önce’ 32646’da insan öldürmüşsün, bebek lenfi içmişsin, kanibalist olmuşsun sözü mü olur… Ayrıca en büyük insanlar bile yakından bakınca suçlulara benzerler, neden suçlu olacağız ki, evliyalar, dervişler krallar, kraliçeler, postacılar, dullar, mekkareler, inekler, karıncalar, çocuklar, peygamber böcekleri ve dünyada ki tüm Mustafa ve İskender’ler hepimiz katiliz ve hiç birimiz dürüstlükten hoşlanmayız, ben sana göre biraz dürüstüm ama öbürüne göre senden beterim, oda diğerine göre çok çatak ama o en ötedeki yok mu, en dürüstümüz o, ne tuhaf; o ise bana karşı öyle bir cürüm işlemişti ki 30 yıldır kendime gelemedim, yaşamım bir yıkıntıya döndü. Bütün bunlar feraset ve tevatür. Bakın ki, Atina’da Aristides diye birisi varmış, yaşamı boyunca doğruluk ve erdemden ayrılmamış ama yazgısı onu, yurdundan sürülmek gibi bir konumla yüz yüze getirince, okuma yazma bilmeyen bir yurttaş, kent meydanında onun sürülmesi için oy tabletine evet yazmasını istemiş, Aristides bu! Hiç belli etmemiş ve yazmış, ne var ki bir soru yönelterek, ‘Bir kötülük mü gördün ondan demiş?’ Atinalı sakin ‘Bu herifin hep doğru sözler etmesinden iğrenir oldum!’ demiş. İşte sürekli doğruluğun sonucu ortada, sürekli doğruluk bir yanlış, sürekli yanlışlık bir yanlış, arada bir doğruluk gene bir yanlış, arada bir yanlışlık başlı başına bir yanlış, buyurun; doğruluk ve yanlışlığın ne olduğuna bir karar verin.

III
Ekin saplarını da güvelerin yediği bir yıl düşünün, savaş hileleri arasında düşman askerine, surlardan arı kovanı atabileceğimizi, bir zamanlar Kiev devletinin olduğunu, bir bedevi olarak Suat’a olan aşkımın Rebilüevvelde başladığını, 10 bin yıldır evlerin üzerini kiremitle örttüğümüzü, 10 bin yıldır ev diye taş taş üstüne yığdığımızı (mühendislikten emekli bir arkadaşım, bir gün bana konut işlevi görecek, manyetik alanlar yaratamaz mıyız dedi), sekiz metreküplük otolarda, bir metre küplük insanların gittiğini, artlarından öküz öldüren dumanların seyirttiğini, öldürdüğüm kasaba canbazının (canbaz diyorum köy dilinde canlı hayvan alıp satan tacire, tecimene canbaz derler, can alıp sattığı için mi, ip cambazından beter, atraksiyon veya pazarlık yapabildiği için mi öyle denir bilemem, ayrıca belirtelim ki köylere, Çingene grubundan ip cambazlarının geldiği de olurdu), dört köylü dirseğinden bir parmak daha uzun olduğunu, onu öldürmeden bir gün önce, cambazın geldiği yolda, bir taşın altında kara bir kutu bulduğumu, içinin boş olduğunu, dört ay sonra kahveye gelen bir yabancının, kapak altına yazılmış Sanskritçe yazıyı okuduğunu, yazının ‘Şüphe Ediniz’ olduğunu, insanda mal ya da para hırsı varsa, sonunda mal ya da para hırsızı olabileceğini, yaşamımda çok ağladığımı, yollarda karşıma çıkan boş kaplumbağa kabuklarına, kanatları kopmuş ölü kuşlara, ıssız ovalarda terk edilmiş hayvan leşlerine, örümcek ağına yakalanmış sineğe, gömütlerden çıkan çocuk kemiklerine, şiirin; kalça kemiğimizdeki bastonsu bir çubukla, dana gözünden büyük bir yamru-yumruluğun içinde oluşan verevsi boşlukta akan, karanlık bir sıvıcıl olduğuna, ortaçağda insan eti yeme alışkanlığına, Pers Kralı Kambyses’in, Atina seferi sırasında, Trakya yöresini bir bir köle yaparak Makedonya’ya girerken; sarp dağlarda baştan aşağı karalar giyen Melankoia adlı bir küçük ulus olduğuna (bunların ele geçmeden Atina’ya inildiğine) ve bu dağlıların bugünkü ‘melankoli’ sıfatına isim babalığı yaptığına…
Kambyses’ten bir şey anlatmak istiyorum; (ya Herodot, ya Temistokles ya da Ksenophon, yani Anabasis’ten çalarak!) meşhur Darius’un bile göz koyduğu Babil’in baş kaldırmasıyla, bir Pers hükümdarı olarak 2. kez Babil’in üstüne yürür Kambyses, Babil’i bilirsiniz, asma bahçeleri, Semiramis, Nabukadnezar, soylu bir ülke... Kambyses, Darius gibi kenti bir türlü alamaz, tarih boyunca olduğu gibi bir hileye başvurulur, komutanlarından biri iki kulağını ve burnunu keserek, bir hainmişçesine Babil surlarına yaklaşır, Babilliler bu komutanı içeri alır, komutan Kambyses’in vahşi bir tiran olduğunu, Babil’in düşmemesi için her türlü yardımı yapacağını söyler, gerçekten olaydan sonraki ilk hücumda, bin Persli kılıçtan geçirilir, ikincisinde iki bin, üçüncüsünde dört bin Persli öldürülünce (Nasıl olur demeyin, daha dünkü Normandiya Çıkarması’nda iki saatte 150,000 asker makineli tüfek ateşiyle kılıçtan geçirilmiştir.) Babilliler komutanı kutlayıp ona sonsuz güven duymaya başlarlar, oysa her şey düzmece ve tasarlanmıştır, dördüncü hücumda komutan savaşım gereği, güneydoğu kapısının açılmasını buyurur, buyurur ama içeri dalan binlerce Pers askeri Babil’i böylece ele geçirir, Babilliler son anda oyunu sezmişlerse de yapacak bir şey yoktur; Kraliçe Nitokris, Kambyses’in huzurunda, esir bir kraliçedir artık… Kraliçe Nitokris’te yanılabilirim ama güzelliğinde yanılamam, aslında dünyada kraliçe de, güzel kadın da alabildiğine çoktur ama insan bir şeyin çokluğuna katlanamaz, alışkanlıkların dışına çıkamaz, eğer herkes varsıl olsaydı bir dilenciye bile tapardık, herkes dilenci olsa bu kez de dokunduğu altın olan Darius nedimi Krezüs’e tapardık, az bulunan şey değerlidir, en değerli şey de hiç olmayandır, taş da olsa… (Aşk da böyledir, ararken çok mutlusunuzdur ama Anka kuşunun peşinde koşan avcı şehzadeler gibi, onu ancak ölü ele geçirebilirsiniz. Altın bir gölge gibidir, ne kadar sarılmak, kucaklamak isteseniz de, bir de bakarsınız o kendinizsinizdir.) Deniz suyu çok, değerini bilmez petrol bulaşığına bularız, altın hiçbir işe yaramaz ama tinin efendisidir, günlük onsunu bilmekte yetilerimiz arasındadır.

IV
İşlediğim cinayete gelince, bazen öldürüm, bazen cinayet diyorum, ben de garip biriyim, sözcükleri iki kez üst üste kullanamam (bu dediğimle de kalırım); ölüm, katil, mort, mourir, ölen, öldüren, yakan, biçen, vuran, kıyan, kül eden, can alan, soluk kesen, murderer, tamuya yollayan, death, killing, cinai, yok eden; ölüp öldürmeyle bildiğim-bilmediğim ne varsa kullanmak isterim. Doğuda bir dilde, bir sözcüğün tam dört yüz karşılığı varmış diyorlar, bir de eş anlamlı sözcüklerden bir kitap yazılabilir mi diye hep düşünürüm. Babıali’de yıllar önce aynı sözcüğün yinelendiği, yüz kırk sahifelik bir kitap görmüştüm: Soru, soru, soru gibi!.. Böyle bir şeyin hiçbir anlamı olmadığı düşünülemez, bu sınırlı tutum düşünüldüğünün aksine, sanatın sınırsızlığına bir örnek sayılabilmelidir. İsterse yüzlerce eş anlamlı sözcük yaratabilir insan, zaten sözcükler kendisine yüklenen anlamı taşır, o anlamı yüklemezseniz, gel dediğin kişi gelmez, ‘g,e,l’ dedi der.
Sözünü ettiğim öldürüm, köydeki ikinci öldürme olayıydı, ilkinde hiç unutmam Kokis Cafer öldürülmüştü (ölenler unutulmaz, ama bundan önce cinayet değilse de, az kalsın cinayete yol açacak bir olay daha vardır ki, köyün duyuncu, örtbas etmiştir bunu ve belleklerde cinli canlı bir anı olarak kalmıştır).
Olay şu: Köyün içinde desem ovaya yakın, ovanın içinde desem köye yakın bağlar vardır, işte o bağlarda kadının biri, topladığı çırpı çubuğu (çalı çırpıda denir) sarıp sarmalayarak, sicimi de omzundan geçirip tam kalkacakken, gölgelerin uzadığı vakitte, girdap gibi gelen bir erkeğin hücumuna uğrar! Çarmıhtaki İsa’ya bakan Meryem gibi kalakalan kadın -işe bak ki bu kadının adı da Meryem’di- meçhul faile kolaylık ve zorbalıkla teslim olur. Ertesi gün baygın ve perişan buluyorlar kadını, ama çabuk iyileştiği ve faili de meçhul olduğu için bu olayın üstünde durulmamış unutulup gitmiştir. Çiy ve tiksinç erek diye nitelenen olayda, kimi, kadın bilerek susuyor çünkü yakınıydı demiş! Kimi de olayı tek boynuzlu bir tekenin (belki de bir minotaur) yaptığına yemin etmiştir. Bugün bana ikisi de yersiz ve saçma geliyor, gelen pekala çevre köylerden birisi olabilir.
Kokis Cafer, Kolkhis Cafer’di. (Cafer’de Zephiros’tan gelme, batı yeli demek!) Kolkhis, Altınpost’un peşindeki İason’un aradığı ülke, bugünkü Gürcistan. Bilirsiniz bir cisim (bilgiçliğime katlanmalısınız, bir katil için bu ne büyük bir ödeşmedir bilemezsiniz) uzayda kaplayabileceği en küçük alanda bulunmak ister. Bu en az yer boşlukta küre biçimidir, bu nedenle; evren de, cenin de küresel durur, yine bu nedenle söz de ovaryum gibi törpülenir, akıcı ve kayışkan olup, dilber ve dilbazların ağzında, en az sesle en çok anlamı kaplamak ister, varlığının ancak böyle süreceğini bilir. Kolkhis zamanla Kokis, Kokis’te zamanla Kok, Kok’ta yalnızca K olacaktır. Bir simge ama bu bizim K’nın yaşam çevreninde geçerli olacaktır, dünyada ayrı ayrı anlamlara gelen Oscar K, Franz K’da yaşamayı sürdürecektir. Diyeceğim köylüler bu öldürümü anmak için sonunda şu bizim K’nın öldüğü cinayet diyeceklerdir. Francisco Luzientes de Goya için yalnızca Goya, Yakup Kadri -eyvah ki soyadını şimdiden küresellik yasasına uyarlayıp yazmaktan caydım- o da zamanla soyadsız, bir zaman sonra da Y. Kadri olacak ve çok sonra da ne olacağını Eloah bilir! (Selahattin niçin Salo’dur, Sodom’u çağrıştırdığından mı, anlatılanları lütfen küçümsemeyin, argo kaba değil ortak dildir.) Kurduğumuz tümceler de böyledir: Sen oraya gittin mi?.. Ben oraya gittim, demeyiz, yalnızca gittim deriz, ya da bir baş işaretiyle geçiştirdiğimiz olur. Sözcüklerin kendi kendisini eritip küreselleşme yasasına uyduğuna pek çok örnek vardır. Doyurucu yanıt veremediğimi biliyorum ama sezgiyle bir şeyler anlatabileceğime inanıyorum. Zaman her şeyi süpürmekte, dahası yutmaktadır. Söz uçar yazı kalır derler, gerçekte böyle değildir, ‘Baki kalan bu kubbede hoş bir sadadır.’ Yazı sözün uçacağı korkusuyla başvurulan bir umar olup kuruntudur. Söz uçmaz, yazı uçar. Bütün bunları tam anlatamıyorum, neden mi, örneğin sanat sanat içindir, sanat halk içindir derler, sanat ‘anlayan’ içindir, anlamalıyız. Kserkses bir geçit töreninde, şahmaranlı ve zarafşanlı ordusuna bakıp ağlamaya başlamış, neden ağlıyorsun denildiğinde, ‘Bu güzelim askerlerle dolu görkemli ordudan yüz yıl sonra geriye bir şey kalmayacak ona ağlıyorum’ demiş, görüyorsunuz Kserkses’in sözü uçmamış, kalmış ama askerler ve Kserkses uçmuş, sözleri de yazıldığı için değil, söylendiği için kalmıştır bugüne, ‘Söyleyiş’ önemlidir yazım değil.
Neyse, bir köpeğin tüyünde geçen zaman ve çocuk eti yiyen Sırp kedileri gibi ben gene cinayete döneyim: Cinayeti işlediğim gün çok garip şeyler oldu, bir ahlat ağacında çıngılayan çiftçi kuşu ve yakıcı güneşten başka ovada kimsecikler yoktu, gökyüzünde alışılmadık tuhaf bir kuantum gürültüsü, sanki üstüme doğru geliyordu, unutmadan söyleyeyim Platon, ‘Aşk güzele döldür’ demiş, ne erotik söz, ben de diyorum ki: Siz ne demişseniz ben de onu derim, onun için; ‘Ben de diyorum ki’ demek yalnızca bir abartmadır. İnsan zalimdir. Ve ayların en zalimi Nisan olmayıp Ağustos’dur. Çünkü alnında kartopu gibi lekesi olan katırın üstündeki köy cambazını, bir Ağustos sıcağında öldürdüm. İnsan zalimdir ve Dostoyevski bunu bilir, dahası kanıtlar, insan Dostoyevski’yi okumadan ölürse, bir zalim olarak ölür (Kydrara’yı görmeden ölende mahzun olarak ölürmüş). İşlediğim cinayeti, iki yıl sonra evlendiğim, sol yanağında akrep gözü gibi, minicik bir beni olan, ikinci karımın duyurumu sayesinde bütün köy ve şu anda dillendirdiğim için, artık sizler de öğrenmiş bulunuyorsunuz -bütün dünya bilse ne çıkar demeyin- dünya dedikoduyla döner! Yalnız şunu bilmenizi isterim ki, bu cinayeti sizlere anlatabilmem için ‘Ses tellerimin titreşmesi gerekir ama ses telleri, söylenmek istenen sözün kasçıl boyutlarını, tinsel tanjantıyla, anlaksal gerilimini, istenç dışı nedenlerle (Sağlık, o anki ölçülemeyle, ses oktavının istenilen frekansta olamayışı gibi) uygun ve istenilen ölçekte veremeyebilir. Bu durum, karşı durum ve iletişsel boşlukta istenilenin dışında bir etki yapabilir. Ve artık sözün tarihsel ve kişisel anlakta yer aldığı tinsel konumu değiştirmek olanağı olamayacağından ya da bu olanağın yeni olumsuzluklara yol açması söz konusu olabileceğinden, bütün insanların dinlerken hoşgörülü olması gerekir’.

V
Anlatmaya çalışacağım, bu oksijen düşmanını sabırla dinlerseniz, tin söndürmeye ilişkin ayrıntılı bilgilere ulaşacağız. Viking uzay aracı Mars’a indiğinde, silikon kökenli zürafalarla karşılaşmış, bu sayfaya uzun süre baktığınızda, sayfanın arasına gizlenmiş bir zürafa göreceksiniz, eğer görmüyorsanız hata siz de demektir, bu sayfada gizlenmiş bir zürafa var, siz görmüyorsunuz ama göreniniz var, hatta zürafanın su içtiğini söyleyeniniz de var, ama siz hiçbir şey göremiyorsunuz, yazık, ya düşlemleriniz çok kısır, ya gözleriniz -estağfurullah- kör, ya da bilinciniz zayıflamış, yazık, daha kötü şeyler söylemeye dilim varmıyor -zürafanın sayfanın içinden çıkıp sizi tepmesini mi bekliyorsunuz!- yazık, ne diyeyim… Anadolu faunasında zürafa yoktur, öyle mi! Bak sen, zürafa tepti, zürafa seni tepti, ama hâlâ konuşuyorsun!.. Ne var ki, evrende bizden başka kimse yok, çünkü bu soruyu da aynı ilgiyle karşılayacak mısınız bakalım: Evren de başka fareler de var mıdır?.. (Ayrıca bilinmeyen bir geçmişte, başka gezegenlerden gelen kedilere; insanlar gülünce, Harpagonlu kedi; hemcinslerimiz yalnız bu planet de gelişmemiştir, bu sorunu en kısa sürede çözeceğiz demiş ve gene ayrıca şimdiki insanlar da çok zaman önce birer kediymiş).
Neyse benzemese de, kavas dilinde böyle yakıştırmalar için, ‘Saksağan keklik gibi yürümek istemiş, derken kendi yürüyüşünü de unutmuş‘ derler, ben o öldürümü gerçekleştirdiğim de herhalde o ben değildim, öyle olsaydı bu ölümcül hatayı yapar mıydım, saksağan mıydım bilemem ama bir can alıcı nasıl oluyor belki anlamak istemişimdir. Sokrates’den, oğlunu kötü yola sürüklüyor diye bir tacir yakınmacı olmuş, beni de dediğim gibi yanağında akrep gözünden küçük, minicik beni olan ve cambazdan aparttığım servetimi paylaştığım, ikinci karım Z.H jurnal etmiştir. Ne tacire, ne de karıma kızmıyorum, o zamanda kızmamıştım ve artık ‘Çoktan ölmüş olduğum için’ şimdi hiç kızmıyorum, yüzyılların dünyasında Kserkses’in dediği gibi, cinayetle ilgili hiç kimse kalmadığına göre ve o yıllardan öte, dünyada yaşanmış hangi şeye kızılabilir ki, Pers kralı Behram, yabani eşek avında koşarken, bir çukura düşüp ölmüş; şimdi ben ağlayayım mı, diyelim yıllarca önce bir cinayet işledim, bir soluğu durdurdum; ne yapmamı istersiniz?.. ‘Tanrının kendisi bile olup bitmiş şeyleri olmamış kılamaz’ demiş Descartes, ben de diyorum ki, bu cinayet oldu artık, önleyemem, yaşam zaten çok garip, çok anlaşılmaz en basitinden, ne barışın geleceği var, ne açlığın biteceği, her şey çözümsüz, umutsuz…
Bir haraya doldurulmuş atlar gibiyiz, kişnedikçe senfoni dinliyor sanıyoruz, tepindikçe çalışıyor, şaha kalktıkça ilerliyor, biniciyi attıkça özgürlüğü arıyor, otları yedikçe iyi beslendiğimizi, yattıkça düşündüğümüzü, kalktıkça yaşadığımızı, kuyruk salladıkça iletişimde bulunduğumuzu ve dahası gaita gördükçe sağlığımızın ve her şeyin yolunda gittiğini sanıyoruz. Bir atız biz…
Şu işe bakın ki, iki kişi konuşurken bile altı kişi konuşuyor bu dünyada; 1- Konuşanın kendini görmek istediği ya da sandığı kişi (kişiliği). 2- Konuşanın karşısındakinin gördüğü ya da sandığı kişi (kişilik). 3- Bambaşka biri olarak asıl konuşan… Hangi sorunun çözümünden söz ediyorsunuz ki, sorunları konuşabiliyor muyuz sanıyorsunuz. Ben cinayeti işledikten sonra, hapishanede hiçbir şey yapmadım, hiç bir şey düşünmedim, bir keresinde bir köylü ziyaretime gelmişti, hiç ses etmeden saatlerce duruştuk. Ve gitti. Bir keresinde de bir şiir yazmaya yeltendim, bu konuda şu ölümlüyü üzmeden, o şiiri size okumak isterim, lütfen ‘15 Martlardan’ sakınarak dinleyin!..
‘Kapalı bir odadayım / boş, bomboş. / Bunu neye söylüyorum ki / Kapalı bir odadayım / Duvarlar… / Renk bile belli değil ki. / Kapalı bir oda / Karanlık olur / Duvarlar renkte vermez. / Kapalı bir oda / Karanlıkta olmaz ki / Kapalı bir oda / Aydınlığa açılmaz ki / Karanlık olsun / Bilsin karanlığı… / Kapalı bir odadayım / Boş, bomboş / Bir hiçim ben burada / Bunu neye söylüyorum ki / Kapalı bir oda / Hiçliği tanımaz ki…’
Bitti. Artık dinlemeseniz de olur. Sessiz ormanda, bahar dallarından yapılmış yatağından kalkan genç bir İyon askeri gibi, düşlerinde tavşanlara havlayan köpekler, Ruz sarmaşığı gibi kokan Medine gülü, adı ‘Kızıltoprak’ anlamına gelen Adem, Timnat’a koyun kırkmaya giden Yahuda, Tevrat’da sırf solak olduğu için askere alındığı söylenen ve savaşta ölen körpe delikanlılar, ‘Habent su fata libelli’ ‘Kitapların alın yazıları vardır’ diyen Aziz Saint ve yüzme bilmedikleri için (Ölüdeniz) Lut’da suya giren Celileli kadınlar ve uykusunda mırıldanan Tuşencel kuşu gibi, bu şiiri yazdığımda ağlamıştım ben… Yaşamımda şiir yazmaya kalkıştığıma ağlamıştım, yaşayıp da tüm ölenler gibi hiçlikten kendi kendime kurtulmuştum sanki ve hiçlikten kurtulduğum sanısı için, hapse girmeyi bekleyecektim elli yedi yıllık yaşamımda ne garip…

VI
(Erkekleri tutsak eden, yüreği tez nymphalardan biri, kutsal korulukta avını beklerken, domuz avı ayında, yolda topladıkları sebze ve meyvelerle geçinen iki hoplitle karşılaşmış, hoplitler gökte uçan Pegasus’a bakıyormuş, olan biteni Miletoslu yurttaşlardan Patrakloslar’ın üç kuşağı da gölgelik bir yerden izliyormuş, nasılsa Kharitler’den üç kişi gelmiş, pekte güzel bakıyorlarmış, olay Milattan Önce 1210, Güvercin ayı, Daphne gününün 21’inde geçesiymiş. Tam o sıra koruluğa, az sonra bir canavara dönüşecek ve çocuk Midas kılığında megaradan çıkmak üzere olan, kararsız bir kiklopda gelmiş, ne oldu, ne oluyor derken ve tüm bunlar çoban Paris’in mutlu günlerinde geçerken...)
Bu da nerden çıktı! Sanki Zeus helikopterine atlayıp geldi!.. Neyse, neden öldürdüğüme gelince, belagat yapıyorum sanmayın; Kur’an’ın her sure başında şerrinden korunun dediği, insanın öteki yarısı benim diyen, her gece evlenmemiş kadınlara görünen, İsa çarmıhtayken ona yaklaşan, Musa kavmini yoldan çeviren, altın buzağıdan mabut olduran, kindarların maşuğu, Nemrut’u göklere çıkaran, zincirli esirlere kırbaç biçimine bürünen, O’nu cennetten kovduran, Hallac’ın ruhuna aşk (sevi), Aziz Augustin’e şüphe olarak beliren, le Sage’ın Topal Satan’ı, Voltaire’in kalemşörü, Karamazof’un dışında, Freud’un içinde, Führer’in gözünü döndüren, Lenin’i düşündüren, genç kızların koynunda, bir zamanlarda Direklerarası’nda görülen ve şu yakınlarda Aa ırmağını dolup taşıran; Şeytan’a uydum!..
Cemşid’in taht üzerinde Niniv’e girerken yüzü öyle parlıyordu ki, halk güneşle onu özdeşleştirerek ‘O gün gökte iki güneş göründü’ demiştir. İşte (canım adam öldürmek istedi diyen katiller gibi) cinayeti işleyip derin bir soluk aldığımda, inanın benim yüzümde aynı Cemşid gibi parlıyordu. Asla yapamayacağım bir şeyi başarmış ve başkalarının övgüler düzülen nefretine kavuşmuştum. İnsan olmuştum!.. Alnında kartopu gibi lekesi olan, leopar gözlü katırın üzerinde; Ramses gibi gelen kasaba canbazını öldürdüm ben! Kaçıncı söyleyişim bilemiyorum, laf uzuyor, ama okumaktan yarar gelmez, boşluk hoştur, sizde okuyun!..
Ben, cam(n)baz (m, n'nin ikizidir)beygirden bozma katırı üzerinde gelmeden önce, yalnızca başlarını kopararak bir iki böcek öldürmüştüm. Yıllar önce bir sabah değirmene giderken ‘söğütlü bir yolda’ bir gazete parçası bulmuştum, bazı böcekler başları olmadığı halde günlerce yaşayabiliyormuş, gazetenin arkasında da şu yazı vardı -ben buna çakışım diyemeyeceğim- Mısır reformisti Tahtawy 19. Yüzyılda Paris’e geldiğinde gördüğü, bir atın çektiği sulama arabasını (Bostan beygiri), insanoğlunun o güne dek bulduğu en büyük yaratı diye nitelendirmişti. Çünkü, Mısır’da su hâlâ kovalarla taşınıyordu. Tahtawy bu buluşu Mısır’a birisinin getirmesi için dua etmişti. La havle velâ kuvvete yarabbim!..
Bu yazıyı okuyun dedimse de, her okuduğunuza ‘Ahfeş’in Keçisi’ gibi başınızı sallamayın, Kleopatra aksesuar olarak boynuna doladığı yılanların, zehirli olup olmadığını anlamak için, köleleri kobay olarak kullanırmış, sözün özü Dante’nin dediği gibi, eğer yaşamak için dünyaya geldiyseniz, ‘İçeri adımlarınızı atarken sizler, umutlarınızı dışarıda bırakınız ki, düş kırıklığına uğramayasınız’. Ben cinayet işledim ama (Ne çok ben, ne çok enkaz) Nerval, gece uykusuz ve karanlık olacak dedikten sonra, sokaktaki havagazı fenerine kendini asmış, Atilla Josef trenin önüne atlamış, Camus, trafik kazasından, Eschlus, damdan kafasına düşen kaplumbağa yüzünden, T. Williams boğazına takılan lades kemiğinden, Puşkin düelloda, Lermontov karşı düelloda, Marlowe bıçaklanarak, Malamud, Stalincilerce, Gorki, Troçkistlerce, Lorca, falanjistlerce, İsodora boynuna dolanan eşarpla, Nedim asilerce, Nefi cellatlarca, Lincoln bilinmeyen insanlarca, Sabahattinali çam dalıyla, Montherland kurşunla, Nigâr Hanım pancurlu bir konakta, Kutlar, paltoda patlayan bombayla, Shelley denize açılarak, Furuğ özellikle seçilerek ölüp öldürülüyor dostlarım. Belki bir gün, kül kedisinin ayağına prensin camdan ayakkabılarını uyduracağız, belki hep ağlayacağız…
Eski Yunanlılar evrende atı ve balığı buldular, bizler gezegenleri ve burçları bulduk. Bir gün yeryüzü ve gökyüzünün haritasının gerçekte her zaman arzularımızın ve korkularımızın haritası olduğunu anlayacağız.
Cüce balinalarla, kötülükler tanrısı Ehrimen düşürdü bu yola beni, gökte önüne çıkan aslanın ağzına, parmağındaki yüzüğü atan Abdülmuttalip soyu Muhammet gibi bir çıkar yol bulamadım, kesildikten sonra bir daha filiz vermeyen çamlar gibi geriye dönemedim, Gödel kanıtlaması gibi saplanıp kaldım.
Bıyıklı Mehmet Paşa, Osmanlı sarayına Nur Ali’nin başı ile birlikte, alt yüz müridinin ağırlık olmasın diye kafalarından kesilmiş burunlarını gönderir, Timuçin’in cenaze törenine katılan iki bin kişi kılıçtan geçirilir, onları öldüren sekiz yüz askerde dönüş yolunda öldürülür ve Cengiz Han’ın mezarı bilinmez olur, işte bunlar gibi benimki de bir cinayet sonuçta; ‘Yılanın ağzından çıkan akrebin zehri ağır ve zalim’ Şimdi tanrı Marduk ve kral Sarpanitu’ya söylüyorum ki, valinin topografı Berberoğlu İmba, Elam’dan buraya geldi diyen rahibin, uzayda gezinen domates tohumları ve bıldırcın yumurtalarının ve aynaya bakan Makedonyalı İskender’in hali gibi, zamanın ağırlığını taşıyorum ve şaşkınım. Eğer tanrı insanlarla iletişim kurmak isterse Haydn’ı, kendisi müzik dinlemek isterse, insanların hiç sevmediği Boccherini’yi dinlerdi diyorlar ama benim işlediğim cinayetten sonra (Niçin sıkıldınız!) Kaşku (Ay Tanrısı) gökten düştü. Şimdi o Kilammar (tapınak) üstüne düştü ancak onu kimse görmedi. Şimdi tanrı (gök tanrısı) onun arkasından yağmur saldı ve ardından yağmur sağanakları gönderdi. Onu korku aldı, onu korku aldı. İnanın beni de!.. Japonların dilinde “Hibakuşa^ (Işınlananlar) diye anılan atom bombası kurbanlarının Hiroşima’da hâlâ iskeletlerinin çıkışı gibi, bu cinayette beni her zaman korkutmuştur. Korkulmayacak gibi değil ki, Hiroşima’da insanların gölgesi taşlara çıkmıştı.
‘yukarıdaki bilgilerin ışığı altında her dişte tek bir foramen apikale bulunmadığı anlaşılır, ama hangi dişte kök ucunda kaç tane -foramina- küçük foramen apikale bulunduğunun önceden bilinmediği de anımsanmalıdır. Bununla birlikte yapılan araştırmalar sonunda kök ucunda birden çok foramen apikale içeren diş yüzdesinin yüksek olduğu bulunmuştur. Tek köklü dişlerin çoğunda var olan bir kanal tek bir foramen apikale ile sonlanır. Bazıları ise büyük bir foramen ve yanında bir veya daha çok foramina ile periapikal alana açılır bu foraminalar çoğu kez aynı genişliktedir’
Bu tırnak içindeki yazı bilgisayar diziminde bir virüs olarak yazımıza karışmıştır!
İnsanların cinayetlerden, uzaydaki kuyruklu yıldız barınakları gibi ürkmesi yerindedir. İnsanoğlu kör bile olsa, bugün sahip olduğu uygarlığın % 85’ini yine yaratabilecekmiş ama kör bir uygarlık, ne kadar sıkıcı olurdu değil mi… Kör olarak yine savaşır mıydık bilinmez ama Bosna-Sırp-Hırvat üçgeninde, Birleşmiş Kediler’in bir türlü ayıramadığı savaşta, Britanyalı bir turizm kuruluşu Londra’dan hareketle Hırvatistan’a ve Sırp Sındığı diyarlarına ölüm turları düzenliyor ve tur katılımcıları, dağ başlarından kentlerde dolaşan sivil hedeflere serbestçe ateş ederek öldürme arzularını doyurabiliyorlarmış. Öldürme arzusunun tadıldığı bir gezi, ne turistik bir gezidir, böyle bir dünya, ne turistik bir dünyadır, bundan gurur duymalıyız ya da başını hep sola yıkan -boynu bükük- İskender gibi, hep Vehep (peygamberin atasıdır) öne eğmeliyiz!..
Us yoklağanlığı, sayrılığımızın adıdır, Suudi’de kılıçla başımız kesilir ve bütün bunlar Mişna’da yazılıdır, her şey “Yazı’dır”. Yazıların çevresi yaprak motifli ve gümüş zarafşanlıdır, ortasında altın varak kâğıt ve siyah mürekkep celi sülüs ile ‘Albekavn Allah’ yazılıdır ve ben de tam burada, bu başıboş kâğıtlarda inini örmüş mesihim!.. Maria Luisa Spazıanı’yim. Konuşabilen, asla çalışmayan, giz dolu, bir çeşit orangutan. Küçük köprüler ve küçük kayacıklarla doldurulmuş bahçelerde dinlenirken, dudaklarından, bahar dallarına ilişkin bir haiku dökülen… Oysa mis kokulu bir gül derlerdi Nara için... Ey yaşam…

VII
Bir katil olmaktan epey uzaklaşmış olduğumun farkındayım, -günah çıkartmama izin vermeyecek misiniz- şimdi anlatacaklarımla, iyi bir sungu çıkartacağımı ve ruhunda cinayete ortak olmak için can atan, kan çeken sizleri mutlu kılabileceğimi umuyorum. Mısır’da kadınlar ayakta işerler, erkekler çömelirlermiş evvelemirde, (çok uzattım evet ama Taptuk Emre, kırk yıl uzatmıştı). Ben İsabeyli’yim ama bunun İsa ile bir ilgisi yok, İsabey’den İsa’yı çıkarmak, Haç’tan Hac’ı çıkarmak gibi bir şey olur (daha ne olsun mu dediniz!). Cinayeti İsabey’in eteklerinde kurulduğu Çökilyas dağının -gün batısındadır- Baklan ovasıyla sarıştığı geniş düzlükte, Akkuyu derler yerde işledim. Baklan ovasının kuzeyi Beşparmak dağları, güneyi ufkun yitip gittiği bir düzlük, doğusu da ovaya ismini veren ama adı Baklan değil Bakılan dağları olan dağlara bakar. Bakılan dağları denilmesinin nedeni kutsal kitaplarda (Kutsal kitaplar varsa, kitapları neye yakarlar, anlamadım, insanları mı yakıyorlar dediniz!..) güzel çocuklar ve prensesler için bakılışı güzel denir ya, işte bu dağda -sanki resul sıvazlamış gibi- öyle bir uzanır ki, kuzeyden güneye (olmaz ki böyle de yatılmaz ki diyebilirsiniz!), artık anlayın işte öylece bakılışı güzel olup (tövbeler olsun demesi de bana düşsün) Bakılan dağları kalmıştır adı. Beşparmak dağlarının az berisinde, ‘Küçük Moskova’ Çal (Şimdi Petersburg, 'eyy Leningrad' gibi adı değişmiş olmalı!..), ufukta yitip giden güney düzlüğünde ise, kümbetleri yanan çöl şehri gibi Denizler bucağı (sakinleri ömürlerinde bir kez bile denizi görmeden öldükleri için bu ad verilmiş!), batı kesişme noktasında, bizim köy; Esebi (İsabey, adı üstünde kurucusu İsabey’dir) yine tam karşıda doğuda, Dedimköy (çok inatçı olup, sözlerinden dönmedikleri için) vardır. Akkuyu bütün bu yerleklerin ortasındadır. Bahar tanrıçası Mayıs’ın yurdudur Baklan ovası… Yineliyorum Kuzeydeki Çal, resim sanatçısı İbrahim Çallı’nın da yurdudur aynı zamanda, Kolkhisli Zafiros’un anayurdu İsabey yani Esebi’nin hiç Abraham’ı olmamıştır, bir defasında -tanığım- İnce Memed’e vurulan bir Ahmat Voyvoda vardı, mehtaplı bir gece dibek başında, kayaların üzerinde (iki de bir Sartre diyerek) Allah’ın varlığını yokluğunu tartışıyorduk, ay karanlıkta bana, yakın gelecekteki -cinaiye!- dönerek dedi ki; Öyle bir roman yazacağım ki Ümmet!.. (Ümmet kırk adımdan biridir) Bu sözleri hâlâ kulaklarımda çınlar, geçmişimiz her zaman karanlık ve A. Voyvoda gibi (acaba Eflâk voyvodasına mı dayanıyordu soyu) bu tür anlayamayacağımız enlemlerde, karşı yaşamlarda tükenmiş gölge yazarlarla doludur. Ahmat, bir gece yarısı ovada nohut ütüp, bostan çalmaktan dönerken, susa yolunun uzaysıl akısında, boşluktan gelir gibi bana, tüm evren sanatsal bir çabadır diyerek, Annabel Lee’yi okuduğunda ona olan çocukça hayranlığım daha da artmıştı. Tüm yazarlar, gölgesi Mare Nostrum’da yiten İkarus gibi, bu bahtsız ütobistlerin gölgesini taşırlar, her görkemli yazın erinin gizemli bir coşku ve doyumsuz bir ürküyle taşıdığı bir gölgesi vardır. O yitik ruh, o iki cihan gölge, o oturan boğa, işte o adsız kahramanın ta kendisidir ve onun görünmeyen gizençli ruhunu taşır, tüm dünya böyledir, ama gölge belki erkenden ölmüş, belki Kore savaşından sonra dağlara vurmuş veya elifini (yarini) kaçırmaktan mahpusa girmiş, hasılı yutup yitmiş, bilinmeyen bir yüz, görünmeyen bir dünyaya ‘sonsuz ve anlamsız bir yalnızlığa’ göçüp gitmiştir. Yineliyorum gerçek Dostoyevski, Budala’nın yazarı değildir, Dostoyevski yalnızca kaleme almıştır, toplum içinde bunu bilenler ‘Söyleyene değil, söyletene bak’ diye kimselerin üstünde durmadığı bir imada bulunurlar. İşte bu odur. Bu açıdan bakınca, yüzlerce, hatta binlerce Shakespeare vardır, gerçek Shakespeare kimdir, niçin gizlenmiş ya da niçin bilinmez, agnostik bir dünyayı seçmiştir. Çok eski dergilerde Reader’s Digest’lerde bu tür öyküler vardır. Ve yine onlar katlanamadıkları bir dünyadan ötürü ve çok daha göksel oldukları için, biz ölümlülerce hain, yüzsüz, sahtekâr, satılmış gibi düzmece yakıştırmalarla anılırlar, oysa kahraman olarak tanınan bizler; ben, sen, o, hayran olduğumuz gölgelerin katlanılır düzeye indirgenmiş, uyumsuzluktan arınmış maskelerini takarak, kendi aramızda ve asıl sahtekârlarla birlik, sağa sola afra tafra yaparız. Karşı koyar görünmenin tatlı işbirliğini yaşarız, onlarda bize alkış tutarlar, paye verirler, gölgeleri çiğneyip yutarak yükseldiğimiz sahnede her şey tamamdır. Olanaksızın, sonsuzun, tanrısal erdemin asıl savunucusu hemen ezilmiş, onun yerine, kafeini alınmış, bin bir kocadan arta kalmış yamalı bohça çıkmıştır ortaya ve kervan gene yürümüştür. Oysa asıl kahraman (keşke kahramanlara gereksinimimiz olmasaydı) gölgedir. Bu her şey de böyledir. Örneğin, ayda yürüyen ilk astronot, ilk gökmen, Neil Armstrong’mu dur, gerçek Armstrong ayda yürürken annesinin verdiği muskaya sarılan kişi olabilir mi, asıl Armstrong yarattığımız bu uygarlık biçimine, ortaya konulan kurallar dizisine, kişi-toplum, toplum-kişi ilişkisine daha fazla dayanamayıp, ya çoktan ölmüştür, ya da gökparlara değmek isteyen başı sürüm sürüm sürünmüştür. Bu tür olayların gizlerini hepiniz bilirsiniz. Siz Armstrong’un aydaki ayak izini, ayak boyu betiklerde taçlandırırken, onun boyun omurunda muska taşıyan prototipine katlanabilirsiniz, aksi halde yaşam biçimlerimiz, yasalarımız onları en ağır biçimde cezalandırır ve diri diri otopsi yapılırdı!.. Ve sahte Armstrong yiten gölgesinin kalp ruhunu taşıyarak sizleri oyalamaktadır artık. Gerçek Einstein’de matematikten iğrenme ironisine tutulan ve sizi E= m.c2 ye hapsedip sınırlayan Einstein’ midir. Gerçek Einstein E= m.c2 nin çok ötesindeydi, siz onu gaddarca ezip, şiddetle yok ettiniz, ölmeden öldürdünüz. E= m.c2 şu anda size en uygun ve konumunuzu en iyi açımlayan formül olduğu için, ölenin yerine onu sürdünüz, daha ötesi saçmadır, yok edilmelidir. Gün gelecek E= m.c2 nin ötesine geçme zorunluluğu doğacak ama yine gölgeyi öldürerek ve bu böyle sürüp gidecek, eğer siz Tanrı’nın size gölge olduğunu -kabul etseniz- şüphe yok ki onu da öldürürsünüz. Heron, yüzyıllar önce buharlı makineyi bulduğunda, köle kullanmak daha ehven geldiği için onu yok sayan, dışlayan sizlersiniz. Hazerfen’i boğan, Mansur’un pankreasını koparan, Archimedes’i formülü başında parçalayan gene sizlersiniz. Gölgelerin gölgesine bile katlanamazsınız siz.

VIII
Neyse, güneş tepemde Likya kursu gibi parıldarken, ovada sihirli bir yalım gibi kayışan sıcak gözümü alıyor, gün ortasında düş görüyor gibi oluyordum. Ahlata bağladığım kara eşek, beni gözetleyen sanal bir canavara dönüşüyor, kalçalarındaki gamzeyi, kandili atıp lambayı yakmaya başladığım gecenin arifesinde fark ettiğim yaşlı karım, başakların arasında sanki görünmez bir heyula ile oynaşıyordu. Ben de gelip geçen hezeyanlarla yanağında akrep gözü gibi minicik beni olan, gencecik bir kadınla gerdeğe girdiğimi düşlüyordum.
Başakları deste yapıp, harmana yığdığımın üçüncü günü, ovada yalnızdım, ‘Yalnızlık Paylaşılmaz’ derler ama; sanki bir tanrısal konuk gelse de konuşsak diyordum (Biraz deliceyimdir; Tanrı edebi bir şakadır, Bağdat halifesi, çocuk hayvanlar, Armana’da hançer sesini, müzik sesi diye çalan Kemalettin Kamyar, kenef süpürgesi ne işe yarar, Mavi Moğollar, sms’yle gelen sinyalin patlamasıyla öldürülen insanlar. Gökte uçan şu kartal; bir ışığın kendini gezmesidir, düşman askerine kanını eliyle yüzüne sürerek; sarardığını göstermek istemeyen, Tebrizli bir cengâver gibi konular!..), tanrı isteğimi hoş görmüş olsa gerek, Güneyhaçı yönünden, alnında kartopu gibi beyaz lekesi olan bir katır ve üzerinde çerçiciye benzer garip bir adam belirdi. Her isteğin aniden gerçekleşmesinde beliren sinsi kayıtsızlıkla, istifimi hiç bozmadım, hedonist bir duyguyla değişen ruhumu izliyordum. Beklenen gün gelmişti, daha önce de söylediğim gibi köyde Kokis Cafer 33 yerinden bıçaklanarak ilk cinayet işlenmişti. Mutluluk Veren Bilgi’ye önem veren Kokis Cafer bildiğim kadarıyla aşka da inanırdı. Onun için sevda öykülerine yakışır biçim de ölüp gitmiştir. Marquez ‘Asıl namus aşktır’ derdi… Yaşamda tutkularını tüm çıplaklığıyla dışa vuran Cafer bunu pahalıya ödedi ve binlerce yıldır kör baykuş belleğiyle egemen olan kuralların değişmezliğinde yediği boyundurukla, dilim dilim edilmiş yüreği ve kumlarda yılanlar gibi gezen barsağıyla, sonuçta; erkenden Kıran Ardı mezarlığında çürüyüp gitmiştir (Ne bilsin günün birinde aşk, tinsel kavramların çarpıncıyla, insan bedeninde görülen s(t)anrısal duyunguların oluşturduğu bağlaşıklıktan başka bir şey sayılmayacak).
-Köye kol saatini getiren (ayrıntılara indirgenmiş zaman kavramı mı diyelim) ilk insan olduğu için, kol saatiyle birlikte gömdüler onu-. Unutmadan söyleyeyim, güneşin Bakılan dağından doğarak, Çökilyas’tan battığını sanan ve dünyayı böylece sınırlayan, bu gerçekle yetinen, güneşin evrendeki kimi güneşlerin, yüz elli milyonda biri olduğunu bilmek istemeyen, yeryüzü gibi her sabah Venüs’ün önünden de geçtiğini görmek istemeyen, 1 ışık yılının bin de biri dünyamıza yaklaşsa, güneşin içinde eriyeceğimizi anlamak istemeyen, kimi köylüler için bu olayın, hiçbir önemi yoktu. Şu anda bu bilgilerimizin de öneminin olmayışı gibi. Kısacası Kokis Cafer bir gölgeydi, kim bilir dünyanın başka bir köşesinde dünyaya gelse, nasıl bir yazgısı olacaktı.
Bu arada katırla gelen adam indi ve (Akkuyu serensiz olup kör bir kuyudur) kuyuya eğilerek ‘Mefâilün bir gülüşle!’ -Su yok mu?- dedi. Birden Kieslowski’nin Dekalog’undan ‘Öldürmeyeceksin’ i izleyen yurtsuz bir Yahudi gibi (Ben size zamansız bir boyuttan sesleniyorum) içimi bir öç ve öldürme arzusu kapladı, parası için değildi bu arzu, can çekişen birini görme arzusuydu, yalvara yakara, bağıra çağıra, estek köstek kof bir yığına dönüşmeli, orakla parçalara ayırmalıydım onu… Öyle yaptım.
Düşüncümü sezer sezmez, zaman tünelinde şimdi anımsayamadığım ve çok daha uzunca olduğunu sandığım bir tümce çıktı ağzından; ‘Beni öldürüyorsun ama bu kızılcıklar bir gün dile gelip söyler!..’ Umarsız insan olur mu, maktul da olsa, hafif rüzgârda, kuyunun yanında hışırdayan kızılcık otlarına bel bağlamıştı zavallı!.. Yazık, bu talihsiz müminin ölüme boyun eğişi ve direnmeden cansızlığa geçişi, anımsadıkça ürkütüp korkutmuştur beni. Adam öldü ama, bana tuhaf bir korku bıraktı. Belirteyim ki onu öldürdüğüm için; parasını almak zorunda kaldım, asıl almasaydım, parası için öldürdüğümü kabul edecektim çünkü!.. Onun için aldım, (bunu tam açıklayamam), para 6.700 liraydı, 1964 yılı için bir servet (Tonguzlu’dan bin metre kare arsa alır!) ama güneşin iki dağın arasında battığı bir kasaba için kağıt parçaları sayılırdı. Olaydan sonra katırı boş ovaya saldım ve tüm pılı pırtısıyla cambazı kör kuyuya attım… Dünyanın tüm acılarını kucaklarcasına kolları açıldı! Hiç heyecanlanmadım, insan öldüren biri olarak söylüyorum, ölüm kalanı korkutur, cinayet duyanı ürkütür (Ha! yıllar sonra anlamını bugün bile çözemediğim bir rüya gördüm, adamı gene aynı yerde öldürdüm, ölür ölmez yüzü porsuk gibi buruştu, şaşırdım ve de kuyuya atayım derken, onun suyla dolduğunu ve yüzeyini dolunayın kapladığını gördüm, başını çarpar çarpmaz adam sanki aya büründü ve ikisi de büyük bir gürültüyle parçalanarak bir anda; yok olup gittiler. Ortalık kendimi bile göremediğim bir karanlığa gömüldü, o gün nasıl uyandım hâlâ bilemiyorum)
...
Bir süre sonra çökmüş karım, paranın padişahlığının, iç dünyamı parçalamasından doğan oluntulara dayanamayarak öldü (bu dünyamızda cinayet sayılmıyor!) ve akrep gözü gibi minicik beni olan, genç bir kadınla evlendim. Kehanetim gerçek oldu. Samanlığa sakladığım parayı yıllarca bitiremedim, bir katilden çok, sakin ama becerikli bir insan gibi yaşıyordum (azda olsa şaybıllık yapıp sağa sola sataştığımda oldu), yıllar böylece geçiyordu… Ta ki bir gün kör kuyunun yanında, esen yelle uğuldayan bir tutam kızılcık otuna gülümseyene ve akrep benlimin neden gülümsedin diye sormasına dek!.. Düşünün ki, on dört yıl geçmiş aradan -bu düşünceyle- olanları bir güzel anlattım, akrep gözünden küçük, minicik beni olan Zühre Hanım’a (Hanım’da Zühre’de adıydı, iki adı vardı) ve sonuçta kızılcık otları böylece dile gelmiş ve genç karım hiç ummadığım biçimde, beni yakalatmış oldu, önce muhtara söylemiş, oda Çal jandarmasına… Toplam on dört yıl hapis yattım, kısasa kısas gibi, şunu öğrendim hapiste; hapis bir yaşam biçimi, giren bir daha çıkamıyor, çeşitli aralıklarla (siz alışkanlıkla deyin) hep içeri girdim. Şunu da öğrendim, ben bir gölgeydim, bir suç işlense faili hep ben oluyordum, faili olmayan suçların biricik faili bendim. Suç yaratıcısıydım. Şimdi anımsadım, hapiste iki şeyi daha unutmadım, iki kitaptı bu, birincisi katil olduğu halde, can alıcı duyarlıkta, bir kitap yazarak, suçsuzluğunu haykıran Caryl Chessman’ın bir gün doğuşunda elektrikli sandalyede can verişi, ikincisi çaşıtlıkla suçlanan, Filip Nolan’ın ülkesi Amerika’ya girmesi yasaklandığı için, kalan ömrünü okyanustan, ışıklı sahillere baka baka tüketip gitmesidir…
Hapiste, Caryl Chessman ve Filip Nolan’ı okumamı kültür yayılmacılığıyla ilişkilendiren bir mahkum vardı, bana kızardı, bir gün ‘Ne okuyayım?’ dedim, ‘Gerekirse hiç okuma!..’ dedi. Sonuç olarak, bir katil bu kadar lafı nasıl bir araya getiriyor diye düşünenleriniz varsa, Aziz Augustin gibi ‘Sorarsanız bilmiyorum, sormazsanız biliyorum’ demeyeceğim, gevezelikle Villon ya da Balıkçı’da demeyeceğim, yanıtım hazır: Siz katilleri ne sanıyorsunuz! Ama içinizde burun kıvıranlarınız da vardır belki, onlara yanıtım çok başka: Hangimiz, katil değiliz ki!..

IX
Öldürümden bir gün önce gökte Mirfak yıldızına bakıyorduk, onun Mirfak olduğunu din adamı söyledi, Dibekbaşı’ndaki bu diyalekte (söyleşiye) göre peygamberimiz (adı cümle fürumuza ad olsun) Burak’la göğe çıktığında her bir yıldızda mola verirmiş, ama her bir yıldızda su yokmuş, atı ve kendisi susadıkta, ancak Mirfak’ta bulmuşlar suyu, kayanın yarığından ışık kaması gibi çıkarmış su, dokunur dokunmaz da susuzluk diye bir şey kalmaz, insanın susuzluğu gidermiş, Mirfak’ta dokunur dokunmaz iyileten demekmiş zaten, Mirfak’ın anlamını, ne kiler diplerinde, ne avuç içi betiklerde, ne de ecnebi (gâvur malı) ansiklopedilerde aramayın, anlam içimizdedir, ama bunu çok az kişi bilir, nasıl ‘Ol’ dedi ve ‘Oldu’ ise, bu da böyle ve işte artık, siz de onlardan birisiniz. Diyesim, nasıl anlam içimizdeyse, evrende soyuttur. Yaşadığımız kürenin adı dünyadır, ama bunu kabul etmek istemiyor ve bilgi olmaktan çıkarıyorsanız, o gökdenizde yüzen amfibik (öylesi) bir çakıl taşıdır; o kimi zaman düz, kimi zaman elips, kimi zaman silindirik, kimi zaman amorfik özellikler taşır ve sonunda bir küp ya da bir hiç olacaktır. Milattan sonra bugün, ona yuvarlak deseniz de, yarın bu değişecektir. İnançta bir bilgidir. Bilgi-bilim; inancı, gerilgin-durağan olmakla, inanç; bilgi-bilimi, değişken-salıngan olmakla suçlar. Doğru olan, hangisidir, doğru yoktur, olmayacaktır da, zamanda ve uzamda çatışan başıllar ve sonullar -taraflar- vardır. Nasıl evren ‘korku ve düşlerimizin haritasıysa’ inanç yetersizlik ve zayıflığımızın, bilimde düş ve meraklarımızın sığınağıdır. İnanç geçmişin, bilim geleceğin korkusunu taşır / yaşatır. Yakın bir gelecekte bilgisayarlar, gerçekten bilgileri sayıp tarayacak ve düşünce yerini mekanik tararlara bırakacaktır. Bu metalik tasarlar, sizin yerinize düşünecek, sizin yerinize düşleyecek, sizin yerinize geçmiş ve geleceğin korkusunu yaşayıp yaşatacaklar ve artık onlar insan sizlerde bilgisayar olacaksınız. Makineler sizlerin yerine, sizlerde makinelerin yerine geçeceksiniz. Ve barışın önünde, ne politika kalacak, ne bölük pörçük gezegen, ne açlık ne uzay savaşları… Siz makinelerin yerine geçen insanlarla ilgili bir şey duydunuz mu hiç, doğallıkla insanların yerine geçen makineler içinde bir şey duyamayacaksınız!.. Görmeyen, düşünmeyen, konuşmayan bir dünya… Sessiz top! Ne mutlu, ölmeye de gerek yok. ‘Olası en iyi dünyada yaşıyoruz’ demiş bir İngiliz tatar süvari… Adını unuttum, L ile başlıyordu; Laplace, Lavosier, Larbaut, La fayette, La boheme, Labrador, Lermontov, Lemiatlı, Lamartine, Lahey, Locke, Laudrup, Leyland, La mancha, Latife, La planche, Lazkiye, Lacoste, Lahor, Lapseki bunlarda değilse ki değil, birini seçin, zaten O’nun söylediğini de Helenist bir bilge çok önce söylemişti (Baba Mukaddem’e göre insan, ölü sözlerinden geviş getiren bir hayvandı.), onun ağzından -her şey gibi- bu sözü de yinelemiş olduk. Şimdi bu sözlerimiz için, şu an söyleyeceğim söz gibi: Bu bir yalan diyeceğim. Peki İngiliz L’mi doğru söylüyor, Ulysses Faith’mi (ikisi de İngiliz oldu şimdi) Mr. L doğru söylüyorsa, Bay U.F’nin ‘Olası en iyi evrende yaşıyoruz, hayır bu bir yalan’ deyişi; yalan olduğu için, ‘olası en iyi evrende yaşıyoruz’ sözünü doğrulayacağından, İngiliz’in sözü Faith’in sözüyle çakışıyor ve artık onun yerini alabilir demektir. Çünkü çakışıyordur. Eğer Faith doğru söylüyorsa, İngiliz yalan söylediği için ‘olası en iyi evrende yaşıyoruz, hayır yalan’ sözünü doğrulayacağından, kendisi bir -yalan- olarak Faith’in sözünü doğrulayacak ve artık onun yerine koymamızda bir sakınca kalmayacaktır. Olası en iyi (dünyada) evrende yaşıyoruz sözü yalansa, olası en iyi dünya da yaşamıyoruz anlamı çıkmaz mı bundan. Burada ‘Olası en iyi dünyada yaşıyoruz’ sözü bir yalan olarak ötekini doğrulamakta ve onun yerine geçmektedir. Yalan veya doğru hangisini baz alırsak alalım durum değişmeyecektir. Birbirinin sürekli yerine geçen yanlışlar ve doğrular. Gerçek ve yalan. Sonsuza dek oyunu sürdürebilirsiniz. Çünkü yanlış ve doğru diye bir şey yok, kodlama var ve bu kodlama doğrultusunda düşünüp çıkarımlarda bulunuyoruz; hem de kolayca, düşünüyor gibi yaparak, çıkarımlarda bulunduğumuzu varsayarak ve bütün bunların da yarın yalan olabileceğini bilerek ve bütün bunların doğru olduğuna inanarak… Peki, gerçek nedir; o roman adı diyorsunuz ‘Gerçek hiçbir yerde’ ya da ‘Ya vududu, ya vedudu, ya zel-Arşil-Mecidi, ya mübdiü, ya faalen, lema turidu, Eselüke bi izzikel-lezi la yüramü ve bi milkikel-lezi la yezülü ve (be) nurikel-lezi mele’e erkane Arşike ve bi kudretikel-leti kadderte biha ala halkiken tekfiyeni şerrez-zalimine ecmain.’ Veya ’Hastalığın ilacı, kurdun baldırında bulunan bir cevizdir, bunun üzerine aslan kurdun baldırını pençeler. Tilki oradan çıkıp gider, bir süre sonra kurt, baldırından kanlar aka aka tilkinin yanına gelir. Tilki ona şöyle der: ‘Ey kırmızı ayaklı’ gerisini söylemez.
Sonuçta doğru ve yanlış sürekli birbirinin yerine geçebilen kavramlar, güvenilir değil, küçük bir dokunmayla yer değiştirebiliyorlar. Olası en iyi dünyada mı (evrende mi) yaşıyoruz… Bunun doğru ya da yanlış olduğuna bakmaksızın üzerinde düşünemez miyiz. ‘Olası en iyi dünyada mı yaşıyoruz?..’ Son bir şey L, Leibniz’miş (Leibzigli bir Cermen’miş!), şimdi telefonda söylediler, telefonda iletilen şeylerin ne derece gerçek olabileceğinin üzerine bir araştırma yapılmalı…
Artık hiçbir araştırmaya gerek yok, ışınla beyninize istenilen bilgileri d(r)epolayıp, istenen biçimde hareket eden varlıklar olacaksınız, böyle bir safhada var gelecekte, cerrahları bile robotlar ameliyat edecek, giderek özgürlüklerin olmadığı zamanlara doğru gidiyoruz, atom çağı son özgür çağ… Şu an yarı otomatiğe, bir süre sonrada tam otomatiğe ulaştığımız an, hiçbir şey kalmayacak. Otların, çiçeklerin, nesnelerin plastik-spastik dünyasında; silikon bir çağ olacak bu!.. Bunun için çalınan rondoları, son kez dinleyin ve son kez ağlayın, ileride ne müzik var ne de ağlamak… Bu yazıyı benden alıp götüren, dizip basan, görüp okuyana da bin saygı, çünkü yazı da olmayacak. Şimdi klasik çağın son insanları olarak, bütün bunlardan ötürü, beni de bağışlayın, çünkü bu çağlarda: Hep Öldürdünüz ve Hep Bağışladınız…



*



KISSA
Öldüğüm günün ertesinde Zincirlikuyu’daki mezarlığa gömülmüştüm!.. Aradan zaman geçti, metropol öylesine kalabalıklaştı, gökdelenler öylesine çoğaldı ki, büyük kentte bizlere yer kalmadı ve bu ölüler evinin; her şeyi bilen siyah gözlüklü, boyunbağlı yetkililerce taşınıp, kaldırılmasına karar verdiler.
Hepimiz üzülüyorduk, aramızda ağlayanlarımız, çığlıklar atarak ikinci kez ölmek istemiyoruz, bizi birbirimizden ayıramazlar diye bağıranlarımız vardı. Sanki mezarlık titriyor, görünmez bedenler, yüzler, eller nerdeyse dış dünyaya fırlıyordu!..
Sıra bana geldiğinde, devasa kepçe ötekiler gibi ayırarak, önce bir yarımı sonra diğer yarımı azgın görünüşlü bir araca yükledi. Umarsızlığın verdiği ağırbaşlılıkla yazgımı kabullenerek, yeni ölümümle tanışmak üzere yola çıktım. Aracın güçlü sesler çıkarmasına karşın son derece eski olduğunu anımsıyorum. Kimi zaman düz, kimi zaman kıvrımlı yollardan sarsıntıyla giderken, yanımdaki komşularım esnekleşen, aralık bölümlerden aşağıya düşüyor, giderek yok oluyor ve elveda bile demeden istemlerimiz dışında ayrılıyorduk.

Yazık ki korktuğum başıma geldi!
Arnavut kaldırımıyla döşeli daracık bir yoldan giderken, belki de artık bir avuç diyebileceğim bedenim; ötekiler gibi paramparça, atıkların bırakıldığı bir bidona üç adım kala savrularak, sokağın ortasına yığıldı kaldı, kalanlara el bile sallayamadım!..
Az zaman sonra yaşlı bir kadın elinde torbalarla geçerken dikkatle bana baktı ve geri döndüğünde; yol ortasındaki tuhaflığıma aldırmaksızın, özene bezene beni torbasına doldurdu.
Evi bir bodrum katıydı ve kadın minicik bahçesinde fidanlar büyütüyordu. Gelir gelmez fidanların arasına, yok olmaya yüz tutmuş bedenimi saçalayarak, biraz da su serpti ve sandalyesine oturup uzun süre dinlendi. Sonrada çekip gitti.

Durumu anlamıştım ve yaşadığımız evrende benim için çıkabilecek en büyük fırsatlardan birine kavuştuğumu da sezinlemiştim. Genlerimin, moleküllerimin, minerallerimin ışığını küçük bahçedeki fidanlara yürüterek sonsuzluğumu sürdürüyordum.
Aylar sonra yaşlı kadın, fidanları sabırla büyütmesinin karşılığını alıp, tozanlarımı tek tek topladığında, sofrada enfes bir yemek biçiminde duruyor ve annesini delice öpen rüküş giyimli çılgın kızının midesine; eğlenceli bir ruhun, şakalarla dolu gürültü patırtısı içinde süzülerek, iniyorduk...

Melankolik ruhlu kızının daracık bir dünyası vardı, bütün gece tv izliyor, annesine de yine evlerine benzer bodrum katındaki işinden, iletişimsizlikten, anlayışsızlıktan, tacizlerden söz ederek yakınıp duruyordu...
Sabah olduğunda kızcağız arkadaşlarıyla Beyoğlu’nda buluşmaktan söz etti ve öğleye doğru, yaşamdaki biricik varlığı annesine sarılarak vedalaştı. Saat 14’de, buluşma yeri olan Tünel’e yakın bir kafeye doğru, bazen vitrinleri izleyerek, bazen utanılacak en acı gizleri paylaşıyormuşçasına, mavi çantasına sarılarak yürümeye başladı.

Ama ilkyazın bu puslu günlerinde onu bir aksilik bekliyordu, yolu tam yarılamışken, yıldırım düşercesine yağan bir sağanakla karşılaşınca, mimarisiyle dikkat çeken bir binanın kapısından zorlukla kendini içeriye attı. On dört yıldır dolanır dururdu ama ilk kez bu yapıdan içeriye giriyordu, sonsuz kafeler, sonsuz eğlence yerlerinin olduğu buralarda olağan sayılmalıydı bu.
Bilisizce gösterişli, resimlerle dolu bir sergi salonuna sığındığını anladığında, ne giyim kuşamının, ne yaşam anlayışının bu atmosferle uyuşmayacağını düşünerek, sıkıntılı, dolaşmaya başladı!..
Ne var ki, daha yolun başında bir çarpınca uğradı. Ne denli düşle dolu resimlerdi bunlar, korkunç bir özlemle aradığı çocukluğunun yüzdüğü tuvaller, renk çılgınlığı içindeki ormanlar, köyler, haykırarak takıp takıştırmak istediği, kolyesinde, küpesinde görmek istediği, bir tavusu bile kıskandıracak armoniler, ruh ikizini aradığı, aşık olduğu gençler, uzun gölgelerle dolu, ayak basılmadık yerler, kuş ötüşlerinin gizlendiği korular, karabasanlara dönüşen anılar...

Bir hayranlık ve şaşkınlıkla uzun süre resimleri inceledi, delice bir merak içinde ressamını düşledi. İlk kez karşılaştığı sanat denilen şeyin, insan ruhunun yansısı olduğunu anlayıp, yürekte açan taze gül yarası gibi, yine ilk kez böylesine kucaklaştıktan sonra, ötelenmiş dünyaların, gerçekte kendi sıcaklığının özlemiyle yanıp tutuşan sunumlar olduğunu sezinledi ve birdenbire dışarıda sürüp giden yağmurun sesi kulağına çalındı!..
O seslerde, gelmiş geçmiş sevgilerin, kavgaların, hayallerin, acıların, sevinçlerin büyük bir özlemle, yeniden yeryüzüne gelmek ve o olağanüstü tansığı hiç olmazsa bir kez daha yaşamak isteyen insanların, tüm canlıların ayak sesleri, artık anlaşılması olanaksız, pişmanlık dolu yakarıları,  tıpırtıları vardı!
Bu serzenişle; hiç olmazsa bizim, yaşamın güzelliklerini, tansık dolu albenisini değerince yaşayabilmemiz için, yıldırımlar, şimşeklerle uyarmak istiyor, olmayınca da zapt edilmez gözyaşlarıyla hepimize ağıt yakıyorlardı. Olanaksız bir özlemin acı veren ninnisi, düş kırıklıklarıyla dolu yankıları ve kederli yalvarıları vardı o yağmurun sesinde...

Hiçbir üzünce kapılmadan resimleri bir kez daha dolaştı, birbirinin benzeri günler ve ağlarından ayrılmayan örümcekler gibi yaşamaktan, bir an olsun uzaklaştığını düşünüyordu.
Çocukluğu, ilk aşklar, düşlerle dolu anılar, gölgeler, anneler, sevinç ve acılarla dolu bu yaşamın aslında ne çok giz barındırabileceğinin şaşkınlığıyla dışarı çıktı...

Akıp giden kalabalık; bilisizce ölümüne koşan ve menderesler çizerek; ileride, metrodaki uçuruma boşalan, kara bir ırmak gibiydi.
Garip bir ürpertiyle yolunu değiştirmeyi düşündü!

Ne ki gerçekte, esin dolu düşüncelerinin; akşam annesini öpücüklere boğduğu güzel yemekte bulunan ve az önce resimlerini izlediği, yıllar önce ölmüş bir ressamın ruhundan kaynaklanmış olabileceğini, hiçbir zaman bilemezdi!..




*



YALAN

(Belirsizlik İlkesi)

Doğmadım. Doğurmadım... Köksüzüm ben. Yitirdiğim kanatlarım, sonsuzca dilim ve kozmik bir yüreğim var. Ölülerin gözüyüm. ‘Carpathia’ için seçeneğim şunlardır: a) Bu gemi su alsa da batmayacak. b) Batsa da insanlar hayatta kalacak. c) Kaptan bir felaket olacağı içgüdüsüyle rotasını değiştirecek. Bildiniz, yakarım üçüncüyedir. İnançsızım. İşimi tanrıya bırakmam. Morpheus’u beğenir, Mephisto’yu sever ve Faust gibi neşeli, fos ve Fussli’yimdir. Kalabalıklardaki fars, Bağdadi bilgidar, çağların ürküttüğü düşüm... Zamanı örten zaman, Maklub tepesinde görkemle duran, Hare Krişna, nirvan, Şakralar, Druidizm ve Hanbalıktan gelen noyanım. Silva zihin kontrolü, Alvaro Campos, evrenler arası big bang, ying ve yanga ilgi duyarım.

Tarlaları ve cennetlik eşekleriyle yeryüzünün günahını çoğaltan çiftçilerden iğrenir, eğilen kaşık değil, anlağımızdır derim. Sırların bilgisiyle aydınlanan bizler, birer mabut olabilirler. Tinin dölütleri olan düşünce, inilti biçemindeki dua, ‘Verbo volent, scripta manent’ ‘Söz uçar, yazı kalır’ değinisi ve eğer bizi tanrı yaratmışsa, varlık-yokluk, erkek-dişi kavramları dışında üçüncü bir cins daha olmak gerekir!
Bunu bilemediğimiz için, kavramsal boyutlarımızın dışında olmasından ötürü, diyebiliriz ki; öyleyse tanrı yoktur. Bürokratik silindirler, Proustyen gerçekler ve ölümcül devridaimler gelip geçse de düş kurmayı sürdürürüz... Kendimizi bilmek, kendimizden uzaklaştırır. Düş görürken ve çiftleşirken hayaletleri kucaklarız. Ve karşılaşım gerçekleştiğinde karşılaşım olmaktan çıkar... Madonna yarıçıplak şarkılar söylerken herkes ayağa fırlar, ama boynundaki haçta çırılçıplak bir İsa vardır. Paris ölümle nikahlı demekse, Samaritli kadınla, kuyu başında buluşan kim, saf liriklik ve analitik us ne, Irakeyn neresi, Sur Suriye midir, sarnıçlar neden zehirlidir.
Behlül, Harun Reşid’e niye öğüt vereyim, bunlar onların sarayları, şunlar onların kabirleri diyor! Aziz Michel’in horozu, soğuk karanlık madde, arkadaşını ayda bırakan hain ve kuantum dünyası görkünçtür ama; bu niçin ve neye benziyor!..

Ey aşkımın tahtına oturan, naz makamının efendisi, dünya insanının sana muhtaç anları, nisan sabahlarıydı, senin olmadığın iklimin yağmurları bulanık, kalpler rahmetten uzak, gönül yamaçlarında bahar bitmiyordu. Acuna gelişinle gözler cennet çayırlarının rengini aldı ve ab-ı hayat çeşmesinin ufukları katre katre, damla damla belirmeye başladı. Tenin benekli ceylanın yumuşaklığından, ötüşün piramitlerin yüreğindeki kuştandır. Onulmaz geleceklere vaat edilen sensin.Yüreğin kor, kaşı sürmelisin. Mermerlere can veren, ecelerin ecesi, Nefertiti’sin!
Ey ruh, ey karanlıkların güneşi, İbrahim’i yakan ateşin serinliğini duy, Pompei’yi anımsa, genetik postülalarınla doğaya beden ver, kara madde avcılarına, gül savaşçılarına, yarasa kanatlarıyla kısrağına binene ve Drakula’na de ki; gece efendimizdir! Bit, mürekkep balığı, kene ve barakasından çıkmadan yüz yıl yaşayan Kör Eşebe peygamber değil de ne idi. Ey insan, ölülerimiz dünyanın tatlı ırmaklarında yaşar, baharda sessiz adımlarla dönerler evlerine, onların tini, gölün yüzeyini çalkalayan yeldir. Biz bulutun, uçsuz bucaksız çayırları esriten gölgesiyiz, kediyi dudaklarından öpenin kardeşiyiz. Güz güneşi ölülerimize boy verir. Ağaçların yaprağı yüreğimizin çarmıhıdır. Narsis ki bilmeden kendini arzulardı. Ölüm, soyun unutulmuşluğu, buzulların Erebus yanardağı, Neptün’ün Saman Yolu’ndaki kavşağı, Girit ve Malta korsanları ve öyle ve öyle sınırsız bir şeydi ki... Icaza kör dilenci için ne demişti: Ona bir sadaka ver kızım, Granada’da kör olmaktan daha acı bir şey yoktur hayatta... İşte tapılası, işte uğruna toprak olduğum, ölüm bu idi...

O ki, gökadalar, gaz bulutlarını oluşturan baryonik madde, şehzadeler eğitmeni Kesanlis, değirmen yalağındaki yosunlu sular, erselik baharın incirlikleri... O ki, Midyan’a kaçan Musa, kör deve, gölgeleri yok eden gölge ve tanrıları yaratan zamanın cinsiyetiydi... Ve artık o, okyanusların içinde saklanana, bulutların arasından şunu dedi:

‘Ben, kardeşimin imgesini ya da gövdesini (ikisi de aynı şey) / sessizliğin ya da kadehinin aynasında izleyen / o boşyüce gözlemciden / daha az boşyüce olmadığını bilen biriyim. / Ben, benim suskun dostlarım, / salt unutuştan başka bir öç ya da bağışlanma olmadığını bilen kişiyim. / Bir tanrı bu garip / Çözümü sunmuş her türlü insan kinine. / Bunca gezip dolaşmama karşın, / tekil, çoğul / Yorucu, garip kendimin ve başkasının / Zamanının labirentini bir türlü çözemedim. / Hiç kimse değilim ben, / Kimseye kılıç çekmedim savaşta. / Yankıyım, unutuşum, hiçliğim ben. (*)

Nas.
(*)J.Luis Borges
Çeviri: Cevat Çapan




*




ARABİSTAN

Sonradan Arabistan çöllerine de yolum düşecekti ama çocukluğum Dervişpınar’ın kıyısında geçti. Dervişpınar öyle garip bir çeşmeydi ki aradan geçen 40 yıl sonra bile, alnında eski yazıyla yazılmış, küçük, kemerli mermer levhada Kur’an dilindeki Arabi yazının şimdi bile ne anlama geldiğini merak ederim. Belki, çeşmeyi yaptıranın adı sanı vardır. Pınar, yanlardan sütun gibi çıkan, iki yükseltinin arasındaki yekpare taş bloktan, teneke bir olukla, deyim yerindeyse söğüt dalı gibi incecik akar akardı. Su mermer yapının hemen arkasından gümler, orada birikir, yükselince de Derviş’in teneke çubuğundan şiir gibi akar dururdu. Ne azalır ne çoğalırdı, yaz kış aynı sızıntı, incecik bir duman gibi durmaksızın, şiir! şiir! şiir! diye akan, sonsuza dek bitmeyecek bir derviş çeşmesi.
Yan tarafta Yahyalar’ın bağı ve hemen çeşmeye komşu görkemli bir ceviz ağacı vardı. Ceviz ağacı, işte adına çeşme yaptırılan Derviş atanın düşerek öldüğü o ulu ağaçtı. O denli yüksek bir ağaçtı ki dibinden tepesine doğru baktığınızda, en tepedeki dallar bulutların içinde kalırdı. Ona tırmanarak çıkmayı göze alan, akşama doğru tepesine varır, inmeye kalkışanın ayağı da ertesi gün toprağa değerdi. Cevizlerin toplanma zamanı tüm cevizler bittiği halde o denli büyük bir ağaçtı ki gözler her zaman yeni bir ceviz bulabilirdi. İşte bu masalsı ağaçla inatlaşan Derviş ata, sabah çıktığı ağaçtan, ertesi günü beklemeyip, ivediyle inmeye kalkınca, akşam alacasında cevizin ulu dallarının birinden düşerek ölüvermişti, ölmemiş, aylarca yatalak kalmıştı, ta ki cevizden inmeye kalkışmamalı, sabahı beklemeliydim diye söyleyinceye dek. Cevizin hakkını teslim edip, söyler söylemezde, ruhcağızı uçuvermiş, bir yatalağın çekeceği ıstıraplardan böylece kurtulabilmişti. Ceviz öyle bir ulu cevizdi işte. Öldükten sonra oğulları onun adına bu çeşmeyi yaptırmışlar, cevizin hemen yamacına yaptırarak hem öleni, hem kalanı kutsamışlar, bu kırlardan gelip geçen, her susuzluk çeken yolcunun da hayır duasını almışlardı.
Bu ağaçta geceleri boğa başlı bir insanın kaldığı, ona yuvalık yaptığı, kadın düşmanı bir caninin de ağaçta saklandığı, sonunda canavarın onu yediği söylenirdi. Ayrıca gövdesi öyle kalındı ki yüzlerce yılda, yalnızca ordularıyla oradan geçen IV. Murat’ın kollarını kavuşturabildiği söylenir.
İşte o Dervişpınar’da geçmişti çocukluğum. Dervişpınar’ın küçük ahırında büyümüştüm ben, kimi çocuklar cesaretle bu ahırın içinde yüzüp yıkanırken, ben kurbağalar bedenime yapışır, ahırında gizlenip, kendini göstermeyen nice tarih öncesi hayvan, koelakant, dehşetli simasıyla dülger balığı, nice su ejderi, testere dişli mürenler ve yosun yiyen dinozorlar etime diş geçirir korkusuyla, asla o ahıra girmezdim. Giren çocuklara imrenir, onların başına bir iş gelmemesi içinde dua ederdim. Her an onların çığlıklarla bir koelakantın minik bedenlerine, vantuz gibi yapışmış köye doğru haykırarak kaçışlarını veya bir dinozorun ağzında bir çocuğun çırpınışını ya da bir mürenin parçaladığı ayaklarıyla, baygın annesinin kucağında yatışını hayal ederdim. Duacıyım ki hiç bir zaman böyle bir şey olmadı ama ben yinede bir gün böyle bir şey olacağını, burgaçlı bir şeyin, meleksi, aldatıcı görünümlü bir cinin sabrettiğini, bu işin zamanı gelmediğini düşünmüşümdür ya da milyonlarca yıldır saklanan bu canlıların ortaya çıkarsa yer yerinden oynayacak, tüm köyün çeşmede cinler periler varmış diye başına toplanacak ve belki de çeşmeyi bozup dağıtacakları için, onların bile bile ortaya çıkmadıklarını düşündüğümden, gene de önlem almayı elden bırakmazdım. Suyun içine bakınca, orada, o tarih öncesi hayvanların yavrularına benzer minik kuyrukluların, larvamsı canlıların diplerde süzülüp durduklarını görür gibi olur, dehşetle başımı kaldırarak, sakin, açık ve tehlikelerden uzak dünyama geri dönerdim. Böyle düşünmeme asıl neden, Dervişpınar’ın suyunun avuçlarımda apak, küçük taş ahıra dökülür dökülmezde kapkara oluşuydu. Bu şu demekti, su ağızda tatlı, aşağıya dökülür dökülmezde tuz tadında ve acı oluyordu, bu nedenle her tür hayvan barınıyordu, yılan, çıyan, insan, ejderha. Su karaydı. Avucumuzda yalancı aldatıcı bir aklığı vardı. Ama o aslında her canlıya yarıyor, bugünün ve geçmişin bütün yaratıklarının su gereksinimini sağlıyor, barınmalarına yarıyordu. Bir keresinde el büyüklüğünde yan yan yürüyen bir yaratığın, aşağıda kıpırdamaksızın durduğunu, tepede parlayan güneşin, bu hayvanın sırtına vurdukça, yüzlerce dikenli pulcuğun renkten renge girerek, yanıp söndüğüne tanık olmuştum ki, göz görümünden küçük, binlerce böcekçiğinde kabuk üzerinde kıpırdaştığını korkuyla görmüşümdür. O garip yaratığı ne ertesi gün, nede başka zaman bir daha göremedim. Onlar kendilerini ara sıra bana gösteriyorlardı belki de, kanımca onları anlayabildiğim için bana güveniyor ve çekinmiyorlardı, ötesini bilemem.




Kızkardeşim çeşmenin cinli perili olduğuna inanıyor ve orada cinlerin perilerin kendisini paylaşamadığını ve kendileriyle oynaması için ona yalvardıklarını söylüyordu. Gülüyordum kardeşime, kızcağız, dinozorları, deniz fillerini, fokları, aygırları kuş aklıyla cine periye benzetiyordu sanırım, bir gün başına iş gelecekti biliyorum, ahırda akşama kadar kıyısında oturup oynuyor, bir gün elini kaptırıp, ahırın küçük deliğinden yeraltı okyanuslarına, su canlılarının cehennemine dalıp gidecek, komodo ejderlerinin arasına karışacak diye korkuyordum. Onu böyle bir tehlikeye karşı hep tetikte beklemişimdir, bu halimi sezen us güzeli koelakantların buna cesaret etmediğini biliyorum. Ama kızkardeşim bilisizce benim bu bekçiliğimden habersiz çocukluğu boyunca cinlerle perilerle oynadı durdu.
Çeşmenin arkasında suyun gümlediği kabarık gümrah toprakta her bahar sümbüller açardı, ben ön tarafta suların kararıp, acayip canlıların yüzüp durduğu ahırdan korktuğum için arkada toprakta oyalanmayı sever, orada çocuk tini gibi açmış sümbüllerin, düşlerle dolu kokusunda, bağlara, ceviz ağaçlarında ötüşen kır serçeleriyle, orda, uzakta, -Anka rengindeki- arı kuşlarının kurig! kurig! diye çınlamalarına, çıtlıklarda öten sinekkapanlara ve tepedeki mezarlıkta otların içinde uyuklayan minik kaplumbağaların hayaline dalar giderdim. Oradaki sümbüllerin biçimini, kokusunu ömrümce unutmadım. Hemen aşağıda ahırın uzantısı küçük oluklu gölette, ki türlü hayvanlar, at, eşek, inek, öküz, keçi, koyun, aklınıza ne gelirse su içerdi oradan; onlara eskil canlılar zarar vermezdi, bilirlerdi ki öküzden daha prehistorik hayvan yoktur, bir keçiden daha mitik, antikite bir hayvan yoktur, attan tuhaf bir at daha var mı ki, bunu bilen ejderhalar hiçbir zaman onlara zarar vermezlerdi zaten. İşte o ahırın ucunda öyle nar ağaçları vardı ki o kadar güzel açarlar, o kadar güzel kokarlardı ki... Çiçekler köyü, ovayı, tanrının kızılca bir simgesi, sevda yanığı, kokulu bir pars gözü gibi süzer durur, narlar gözümüzün önünde tomurcuk olur, büyür, irileşir sonunda da dünyaya, bu gezegenin kutsanmışlığına daha fazla dayanamayıp, Cemşid’in alevli şarabı, kıyıcı sfenks görkemindeki Vezüv gibi ‘bang’ diye patlar, baharı müjdeleyen kızılgerdan ötücüğü gibi köyü sevince boğardı.
Ama patlarda ne olurdu diyeceksiniz, söylemek isterim, ahır hayaletleri, usdışı hydralar bile sezinledi bunu, elbet söyleyeceğim, buyurun dinleyin: Yaşayanlar ki! hiç birimiz, hiç bir şey bilmiyoruz! hiç bir şey anlamıyoruz! hiçbir şey düşünemiyor! hiç bir şey konuşamıyoruz!.. Bu kadar.
Sonraları ne mi oldu, düşleri, rüyaları, çeşmeleri, narları ve cevizlerin kokulu yapraklarını bırakarak yadellere, gurbete gittim, nereye mi Arabistan’a!.. İngilizlere karşı savaşmaya değil, işçi olarak bir fabrikanın şantiyesinde çalışmaya....

II
Bindiğim kara tren Hicaz demiryolu üzerinde makas değiştirip, bir yaprak kurdu, güneyin sessizliğinde süzülen bir kırkayak gibi ilerlerken, hiç yer değiştirmeyen bir gölge eşliğinde, sisli-puslu pencerenin önünde, aylarca gölgeli serinlikleri özleyen “Buzdan dudakları ezgiler mırıldanıyor alaycı bir bükülüşle” şarkısını buhurlu bir nihavent gibi takırdayıp, nakaratlarla yinelerken, ardımdan sallanan son mendili gözden yitirinceye dek, geriye dönüp baktım. Birbirinin aynı yüzlerce kasabayı geçtikten sonra bir dairenin içinde dolaşıyor sanısıyla, Şam ipeği yüklemek için yıkılmış develerin arasından Damascus’a girdik. Tozun, sarının ve kara renkli cariyenin Damascus’una... Hiçlik varlığın başlangıcıdır, kentteki, dipsiz kuyuya benzeyen yokluk, kül rengi yüzler-yüzsüzlük ve kederin insanın bağrını kemirdiği, sessiz hummaya bakakalarak ilk kez gerçekten yaşadığıma inandım ve öyleyse; varlık kavramaktır dedim. “Biber ağacı yaprağı, söğütün kuzenidir.” der gibi. Yalnızlığımın aruzla yazılmış bir şiir gibi olduğunu düşünmeye başlamıştım ve kendime öylesine sahiptim ki kendimi unutmuştum. Aruz sanki usumda çakan karanlığın şimşeği ve yaşantımın ve Damascus’un yıldırımsı kırmızısı, kızıl soydan ipeğiydi.
Cuma adında bir tepeyi gezdim ertesi gün ve buralarda elliüç yaşında olduğunu söyleyen bir çocukla karşılaştım, bir kalabalığın tam ortasındaydı, illüzyondu belki de, gerçek bir illüzyon, elliüç yaşında bir çocuk düşünün ve bu gerçek olsun!
Lut gölünün-Gor çukurunun kıyısından geçer mi bu tren diye sordum birine, bir Surlu idi, Lut mu ha bir yeryüzü parçasından söz ediyorsun, adı Celile Denizi dedi, şaşkınlıkla baktım ona, orada mola vereceksiniz dedi, iki gün. Akşama doğru güneş batarken, cenin gibi küçülüp, kıvrıldı ve kendi içine doğru gömülerek yitip gitti. Doğuda bu ellerde her şey tersineydi, zaman uzuyor, tren tanrısal bir değer kazanıyor, gölgeler çaprazlamasına yön değiştirip, geziyor, kuşlar hep aynı yöne -güneye- uçuyor, güneş batarken küçülüp silikleşerek yitiyordu. Tepeyi inerken Z harfi biçiminde bir çember yuvarlıyordu bir çocuk, toprak rengindeki çemberi seçtiğimde Z’nin bu kırık çembere sarılarak tutturulmuş çubuklar olduğunu anladım. Çocuk elindeki kum zambağını birden elime tutuşturunca, nedendir bilmem 'Altın Venedik!' diye bağırmışım, sanırım şeylerden etkilendim ve gariptir çocukta beni Sakallı kuş! diye yanıtladı. Aşağılara doğru koşarak düzlüğe geldiğinde benden 5 dinar isteyince bütün bunların düzmece bir oyun olduğunu anladım, zaten bende topu topu 42 dinar vardı, bir kemer satın alarak 2 dinarı zorlukla verdim.
Şam’daki tuhaflık bitmedi. Barcelona yakınlarındaki Moya kentinde ‘derin ve karanlık’ bir derenin Baus diye bir adı varmış, işte o derenin coğrafik simetrisi Şam’daymış, bir gezgin, ben II. Baus’u burada arıyorum dedi. Baus’un ikizini arayan bu garip misyonere el sallayarak Damascus’tan ayrıldım, dilim kendi derinliğine gömüldüğü için kaç günlerdir konuşmadan gidiyordum, “varlığın en uç noktasındaki dile” uzak, “dilin en uç noktasındaki varlık” olarak, çölün saman beyazlığında akıp gidiyorduk.
“Yıldızlar, ayakkabılarım, Üsküdar’daki gözyaşları, lokomotifler, söğüt ağaçları, kadınlar, kapakları yırtık sözlükler, usumdan geçerken, Sırp köylerine benzeyen, ağaçlar arasında Modigliani sarısı evlerle dolu bir yere geldik. Tren inanın korkunç hırıltılar arasında güç bela durdu. Altı yedi yaşlarında, melek kadar güzel bir çocuk trene koşut bir iz içinde yürüyor, uzun ince bir üvendireyle sanki bir hayvanı dürter gibi trene parmağını sürtüyordu. Çocuğun omzunda bir kuzu derisi vardı ki sattığı şeyler bu olmasa, siz onu rönesans ressamlarının betimlediği, Aziz Jean’a benzetirdiniz ve 'Gecenin yarısında Drakula / Yarasa kanatlarıyla biner kısrağına!' diye haykırırdınız. “O gün hiç bir şeyde yaşayıp, her şeyde öldüğümü gördüm" düşümde ve kim bilir kaç yıllar sonra gelecek ölümüme, ağlayıp durdum.
Levhasının üzerinde mezar resmi bulunan bir otelde kaldık geceleyin, otelin adı Sonsuz Barış’tı. Sonsuz barışa ancak mezarda ulaşılabileceğini ima ediyormuş, ertesi gün ne çocuğu gördüm, nede sattığı şeyin başka bir yerde satıldığını, sanki düş görüyordum, erkin ve gücün insanın yetilerini ve barışı bozucu olduğunu söyleyen batılı bilge Kant'ı düşündüm o ara...
Bizi Hicaz’a götüren demir yılanın gücü karşısında ezildiğimi duyumsayarak alıştığım kompartımana bindik ve hareket ettik. Hareketle, geride kalan nesneleri ve şeyleri düşünerek Vikinglerin, Miklagard dediği Stanpoli’yi anımsadım, orada olsaydım o sevdiğim arkadaşımla buluşacak, Salacak’taki içki evinde zamanın ve eşyanın göreceliliği üzerine tartışacaktık. O geceye çok iyi bir biçimde hazırlanmış olarak gelecek, Newtoncu fizikle, Euclid geometrisini, Einstein mantığından uzak belki de Parmenidesci gözlemle tartarak, zamanın geçmesiyle nesnelerin hızı arasındaki bağıntıyı ve kısalan eşyaların tuhaf görüntülerinden söz edecektik. Birden kararan havayla garip bir ürküntüye kapıldım, karanlığın içinden geçip giden tren, anlağımı çarpıtan bir takıntıyla, sanki geldiğim ve geçtiğim yerlere bir daha hiç dönemeyecekmişim gibi bir görkü yarattı bende, dahası Üsküdar’daki arkadaşımın birden öldüğü sanısına kapıldım. Yaşamımda onu bir daha göremedim, buda bende ölüm duygusunun göreceli olduğu saplantısına yol açtı. Buralarda bu uzak ellerde gerçekten ölümün, ayrı ayrı pek çok anlamları olduğunu anladım.
Geçtiğim kasabalarda (hızla geçerken!) gördüğüm ve bir daha asla göremeyeceğim ve üstelik yüzünü gözünü bile seçemediğim silüetler, gerçekte hep birer birer ölüyordu ve dahası onlar için belki de trenin içinde kimsecikler yoktu, ben yoktum.
Oysa yaşam tanrınındır, ama ölüm onun olamaz, hepimiz yaşıyorduk kısacası ve hiç bir zaman ölmeyecektik, ölümsüzdük ve tanrının olduğu yerde ölüm olamazdı, ölümün olduğu yerde de tanrı. Öyleyse hepimizin küçük birer tanrı olduğu bizler nasıl oluyor da ölüm duygusuna kapılıyorduk, bunu yaşamın bir tecellisi, daha doğrusu tatlı bir sürprizi gibi düşünmek gerektiğini algıladım, tren gidecek bende yaşayacaktım. Pencereden başımı çıkararak yukarılara yıldızlara baktım; Venüs’ün güzel ışığı karanlık gökyüzünde titreşiyordu, göz yaşlarıma engel olamayarak şu dizeleri söyledim.


(*)“Ey kuğu, ne anlatmaya çalışıyorsun bükük boynunla
olmayacak düşlerin peşinde gezinen, kederli adımlarınla?
Çiçeklere karşı ilgisiz, sulara karşı zorba,
güzel ve beyaz olmandan mı bu sessizliğin?” ey ölüm!..

(**)“Ah Montaigne! Nunez haçı gördü kalktı,
ve buldu saygıdeğer Vencedora’nın yanıbaşında
Sfenks’in donmuş cesedini.”

Öyle bir dünya ki şöyle bir iki yumuşak esinti dolu dizelerden sonra, kesenkes başka bir dörtlük bir dize çıkmasın ki huzurunuz bozulmasın, tadınız kaçmasın. En iyisi düşüncenin tadına bırakıp kendinizi, hiç konuşmamak, hiç mırıldanmamak. Hiç bozmamak eşyanın duru tadını.
İlk gecelediğimiz istasyonda bir Arap Türk’üyle tanıştım, Köse Paşa babasıymış, yaşlılık çağında sakalını oğluna kaptırmış. Oğlu yeni tanıştığımız -Veli- zorbaymış, koynunda ilahi kelam, boynunda çıngıraklı yılan, kolunda peçeli doğan, altında at, ardında seyis, düşüncelerinde çıyan, geleceğe hızlı ve hırslı bir derebeyi olarak hazırlanmış, parayla vezirlik satın almış, sırasıyla sarayda kapıcı başı, sonra voyvoda, mütesellim olmuş, Sivas, Diyarbekir, Rakka ve Halep Valiliği yapmış.
Ama bir gün her şeyi ve her şeyi, tacı, tahtı ve veliahtı bırakarak çöle açılmış, adı sanı yok olmuş. Bir meczup gibi adsız kasabaların kitapsız ademi, esvap ve akıldan eşkalden ayrı, anadan üryan o istasyondan bu istasyona, o kasabadan bu kasabaya dolaşmış durmuş. O benden ben ondan ayrılırken değil el sallamak, bakmadı bile, çok uzaktan duvarın dibindeki birine, belki bir sonraki yolcuya yaklaştığını görür gibi oldum, belki de öyle yapacağını düşündüğümden, belki de istediğimden. Ama sanki ışık hızında yaşıyordu, çöl yavaşlığında sürüp giden geçmişin görkemini terk edişi asıl aldatıcı olan yanıydı. Çünkü her an yeni biriyle tanışıyor, bir öncekini hemen unutuyordu. Bu onun için şu demekti, bir anlaktan başka bir anlağa (her insan bir dünyaydı onun için) ne kadar çabuk geçerse o kadar çok yaşayacağını umuyor ve böylece evrenler tanıyacağını umuyor, belki de ölümsüzlüğü düşlüyordu. Tren hareket ettiğinde onun için çoktan ölmüştüm. Sadi’nın Gülistan’daki dumanlı gülü gibi solup, yok olmuştum.
Tuhaf biçimde tacın tahtın devletin paranın, atanın olmadığı bir dünya düşleyerek, sömürgen ve sömürülen topraklarda ilerlemeyi sürdürdük, çölde şimdi Hemedan’daki çiftçiler, kırlar, kuş palazı çocuklar kim bilir nasıldır diye kederli, düşleyerek ilerlerken, Bizantik surlarla kaplı, Hint sümbülü kokulu, gizli bir cennete geldik, kıraç Dakota toprakları gibi uzanan çölden, meleksi Devon köylerine benzer yeşillikte bir diyara gelmiş olmakla ne kadar şaşırdığımı bilemezsiniz, çocukluğunda sünnet olan arkadaşının acısına dayanamadığını yazan H. Poincare gibi ‘Bilim aynı zamanda hem çeşitlilik ve karmaşıklığa (us dışılığa) hem bütünlük ve basitliğe doğru kesintisiz bir süreç izler’ Bu bakımdan, ipin ucunu kaçırmamak için şaşırmayı bıraktık, şehirde, beyaz kuğulu göller, yelpazelenip, salınan yosun ve eğreltiler ve sürekli açılıp kapanan, sonsuzca çiçekler, binbir renkte kuşlar vardı. İnsanların sesi cam gibiydi, sesleri görebiliyor, nesneleri işitebiliyorlardı., hani bir masalda Eschberg köyünden akan, Emmer deresinin yatağındaki Petri kayasında yaşanan, olağanüstü olaylar ve nice tansıklar gibi... Yollarda gezinen tül balıkları bile aralarında konuşuyorlardı. Altın bir çıra gibi, güneş hemen tepemizde tatlı bir ısı yayıyordu ve cadı gözünün öldürdüğüne can veren İsa neferi gibi ılık bir koku geliyordu gümüşi aydan.
Kadınların kirpikleri gönülleri delip geçen oklar gibi uzundu, erkekler Mısraim'in Yusuf’u gibi güzeldi. Triangulum yıldızı gece gündüz aynı yerde parıldıyor, serpantin gibi değişik biçemlerle yanıp sönüyor, parıltısı azalıp çoğalıyordu. Aristo’nun kitabındaki gibi ‘gülmemek’ yasaktı. Ve gelmiş geçmiş tüm seslerin saklandığı bir ‘Müzik Katedrali’ vardı. En gözde uğraşlardan biri org körükçüsü olmaktı burada, org çok seviliyor hatta bizimde bulunduğumuz bir ayin sırasında, körükçünün biri balkondan düşerek uçtu dediler, daha doğrusu başka bir simetriye geçmiş, sanırım ‘ölüm’ için böyle diyorlar.
Hani Arjantinlinin Aleph adlı yapıtında ‘Savaşçı ve Tutsağın Öyküsü’nde bir gün kavmiyle, kuşatım ve fetihler amacıyla, Ravenna önlerine gelen Lombardialı barbar Droctulft’tan söz edilir. Droctulft, ülkesinin ormanlarından geliyordu, cesur, günahkâr ve acımasızdı, bildiği tek yerleşim birimi ormandaki kulübelerdi ve şimdi ilk kez bir kent görüyordu. Onu ufukta yavaş yavaş beliren Ravenna’nın duvarlarını, kulelerini ve daha önce hiç görmediği başka şeylere bakarken düşleyebiliriz. Kentin servileri ve mermerleriyle, düzensizlik yaratmadan bir araya gelmiş pek çok öğenin bütünlüğüyle, tapınakları, bahçeleri, sütunları ve süslemeleriyle, düzenli ve açık alanlardan oluşmuş bir çoğullukla karşılaşır. Henüz inceliği bilmeyen, ama ruhunun derinliklerinde bunu seçmesini sağlayan ölümsüz bilgiye sahip Droctulft, kentin beklenmedik sürpriziyle vurulur, kavmini terkeder, Ravenna için çarpışır ve ölür. İşte bizde Droctulft gibi bu gizli cennetin sakinlerinden olduk kısa zamanda, kırılacak bir kristal gibi nazenin davranıyorduk, surların içinde görüp yaşanan her şeye. Her şey o kadar şaşırtıcı idi ki, yaşam bizim yaşama benzemiyor, ölüm bizdeki ölüme benzemiyor, etik bizdeki etiğe benzemiyordu.
Yanımdaki tren yolcularından biri birden bir şey keşfetmiş gibi oğul bizdeki etik olan ve etik dışı olanda nitemsiz, uyumsuzca, başka şeyler bulmalıyız ve yeni bir şeyler oluşturmalıyız dedi. Uzun uzun güldüm, çünkü umutsuzdum. Belki sizde güler misiniz bilmem ama, örneğin gıdalar, evlere dağılan doğal gaz gibi dağılıyor, sayrıların doğal-bünyesel istekleri belirlenip ona göre bir beslenim uygulanıyordu. Ayrıca kavga görmedim, yüksek ses ya da bir patlama duymadım. Yaşam yalın bir matematığe indirgenmiş, karmaşık bir bütünlüğü andırıyordu. Ve insanlar bilim yada esin için çabalıyorlardı, bir çaba içindeydiler. Gene de büyük bir aylaklık ve sanki hiç çalışma yokmuş gibi bir görüntü vardı. Neden sonra aylaklığın görevin bir parçası hatta kendisi olduğunu fark ettim. Düşünmek çok uzun zaman alıyor, eylemse kısa bir anı kapsıyordu. Ve bilmiyorum demek, bilmek gibi saygı görüyordu.
Bir kuş bomboş gökyüzünde, ağır kanat çırpışlarıyla, boydan boya süzülerek geçti, (bankta) oturan bir adam gözlerime bakarak “Zaman içine kıvrılsaydı yalnızca geleceği anımsardık” dedi.
Burada bir hominidin torsosunu (kolsuz ayaksız, başsız gövde) sanki bütün uzuvları varmış gibi canlandırıp, konuşturabildiklerine de tanık olduk. Demokritos’un dediği gibi, nokta hareket ederek çizgi, çizgi hareket ederek yüzey, yüzey hareket ederek cisim olmamış mıydı. Ve ‘Si on soit riche ou sans un sou; sans amour on n’est rien du tout!” ‘Aşk yoksa hiç bir şey değiliz biz!” Öyle değil miydi...
Elest aleminden beri sınanan insanoğlu gibi, elle tutulup gözle görünen evren birden durmuştu. Günün son ışıkları altında kent neredeyse bir düş kadar soyuttu, sıcacık, buzağı dili gibi kıvrımlı, damaksı bir pembelik, eşsiz, minyatüri bir manzarası vardı. Sanki bütün bu olanları ‘Mısır’ın Ölüler Kitabı’ndan izleyip anlıyorduk.
Ayrıksı düşünceleriyle, insanlığı yaşadığı cinnet parametrelerinde sarsmaya çalışan kuramsal terörist Baudrillard’ın paradoksal düşünleri yada ‘Sisyphos Söyleni’ gibi yaşamın saçmalığı ve gülünçlüğü karşısında uyumsuzlaşan insanın en temel felsefi sorunsalının canakıyış olduğunu söyleyen sahte görünüşlerle donatılmış bu hiçlikler evrenini, bir cinayetin kusurlu görüntüsü olarak algılayıp, gerçekliğin zerresini bile barındırmayan bu yanılsamalı göstergeler dünyasında, yüzümüzü yapıştırdığımız soğuk cam bizi iletmiyordu artık.
Donuk, ölü bir zaman manzarası karşısında iç geçirip, sanallığın kefeniyle, gerçekliğin ölüsünü sarmalıyorduk. Yitik çığlığımızı aramak için geri dönerken, tüm yıldızlar bir bir sönüyordu, gökyüzünde karanlık bir rüzgar soluğumuzu çekip alırken, sürükleniyorduk
Üzüm, incir ve kâlplerle dolu (yürek burkan) bir manzara karşısındaydık. Yemameli Müseyleme’tül, Kezzab ve Ansi gibi yalancı peygamberler için üzüldük. Mademki yalnızca duyu dalgaları ve kokuyla iletişim olacak, Mozart bir efekt sayılıp, göz kirpiği makinası ve pigme tıynetindeki kuvvet aşağılanacak ve Tiber ırmağı gereksiz bulunacaktı... Hasılı yapılanlar ve yapacaklarımız boş bomboştu. Öyleyse bütün bunlara ne gerek vardı.
Derken, kutsal kitaplarda “iki kızdan biri haya ile yürüyerek Musa’ya geldi.” diye yazan gibi, bizde birden gizli cennetten ayrılıverdik, trenimiz hareket etmişti.
Kompartıman komşum ilk kez konuşarak, “Yanıp yıkılan hep sevendir kardeşim, sevilen sakince uyur, otolara biner, kafeste kuş besler, duymaz, görmez ve konuşmaz. Seven ise ateştir, kül olur, kül içinden Anka olur.
Bilir misin dünyayı sevenler ayakta tutar, bütün özveri onlardadır, sonsuz başlangıcın masalı gibi, güneyin kalbinden bir sardunya geldi, Fal-ı Reyhan-ı Sultan Cem gibi seven hep sevdi, hep sevdi dedi. Adam geçmişin panteist hurufiliğinden gelmiş biri gibi beni etkiledi. Yani pek ilgilenmediğimi anlayınca daha saatlerce özdeyişler püskürüp, nice kıssalardan, masallardan söz ettiyse de ben uyumuşum. Ama uyumadan anımsıyorum, bir şey daha söyledi bak Keje, 2x2=1 eder, birbirinin aynısı şeylerin tümü tek bir şeydir dedi. Onlar çoğalmaz, azalmaz, bölünmez ve toplanmazdırlar dedi.

“Elf leyle vü leyle” (devam eden masallar demekmiş) sanki İthaka’yı arar gibi, bir Haçlı gibi, Sümer, Elam, Akat, İbrani, Arami, Süryani, Nabat, Semut topraklarından gelip geçiyor ve R.Burton gibi gidiyor, gidiyorduk. Palmir ve Habeş’ide arayıp bulacaktık.
Durakladığımız ilk vahada, ne ot, ne balık, ne tırtıl, karada geri geri yüzen, suda yürüyen, gözleri ayrı yere bakabilen, at başlı, bukalemun vücutlu, cinsiyetsiz, doğuranın küçülüp, doğanın yerine geçtiği, doğanın ani gelişimle doğuranın yerini aldığı ve bu döngüyle ölümsüzlüğü; ve doğuran safhasına gelince doğanın yerini alıp, sonsuz gençliği yakalamış olduğunu anladığımız canlılarla karşılaştık, tek hücreli gibi bölünerek çoğalıyor ve her seferinde yeniden bölünerek sonunda ilk yavruya dönüşüyorlardı. Bu tuhaf yaratıklar, gerçekten ölümsüzlüğü ve sonsuz gençliği elde etmiş gibi görünüyordu. Üstelik ne yaparsanız yapın ölmüyor, süngersi kauçuk bir madde gibi kopuyor, eriyor ama eksilmiyor, yavrulamanın dışında parçalanmıyordu. Hayranlığımızı saklayamadık, tutulmuyordu da, akıyor, kayıyor, uçuyor sanki... Görmek gerek diye bitirelim. Hakepa platosundan Bininci yüzyılın ilk şafağını izleyen serüvencilerde oradaymış, adı “zaman yayında titreyen prens” anlamına gelen önderleri var, kanlı, ışıklı tırpan ve oraklar silahları. Kefenler, terazilenmiş postlar ve kanatlı zamanla, boşluktan kelamın kurban olduğu yerlere gittik diye bir sürü şeyler anlattılarsa da dinlemedik.
Trende birden karşımıza çıkan, orta yaşlı, nur sakallı biri, aynı Kur’an’daki gibi ancak sezilebilen şeyler nakletti saatler boyu “Çöl kenarına kurulmuş yalnızca tek bir omurgadan bileşik tuhaf bir şehir varmış bir zamanlar, o vücudumuzmuş, ruh vücut uyuyunca buharlaşır ve öte dünyadan gelen rüzgarın önünde başıboş bir yaprak gibi sürüklenip, kof bir kozaya dönüşürmüş. Gövde yani vücut, tüneğimiz olup, uykuda, ruh tüneğinden uzaklaşır, gövde ıssız, terk edilmiş bir hal alır. Yıldızın yavaşlama kavsi buhar tabakasının mihak gecesidir. Her Arabi ay balçıktan cenin doğurur. Ayna yüzlü, ay halesi biçeminde vücutlar, doğu kıble semtinden, gaybi hüviyet yüzünden, güneş efrenci yardımıyla tlût (balık) ve ferkadan sayesinde, Hamel burcunun seyyaresiyle doğar. Bu Utarit ve sudur. Hımareyn’de göğün titrek kısımlarını sevenler şua açısından ahadiyet mertebesine erdiğinde, Hâke, Yele, Su ve Sevr, Sünbüle, Cedy ve Toprak olurlar. Zeval’den önce Hind dairesinde, mikyaslı çubuğun gölgesi dağa vururmuş. Matl-Silbar kertesinde mihverin kuzey ufuk işaretini araştıranlar Hamel burcu feleğe erdiğinde Cevza ve Seretan’ın yanına gitmişler. Kutb-i Süheyl’de, Esed’le beraber çölde, Mizan yönünden kervana katılmak üzere gelirmiş. Akrep, Kavs ve Cedy’i birlikte sokunca Delv, Hut’la onlara yardım etmiş. Kamerin yörüngesine gelince, develer fezanın taksim şekli ve bürûc dairesinin devrini tartışanlar, mikyaslı çubuğu yerinden sökerek gölgeye ve tartışmaya son vermişlerdir.
Mesteki’nin Misk ve Uduhindi’den Hithit’le anlaşmazlığına gelince Cümle-i Asğâr’ın Cavi ve Besteki adında iki ağacı varmış. Besbase ağacı, Kafur ve Sandolos ağacı ise yokmuş. Burlu Sünbüle kokan ağaçsa çene ve omur ağrılarına iyi gelirmiş. Rabia ki kızıdır, bu sayrılığa yakalanınca önce derman sonra cefamı diyerek salisen ağacı kesmiş. Mağyeb-i Tir’de duyulan bu olaya Misk ve Hithit gülünce bunu duyan Mesteki Matla-i naş ve Kutb-ı Cah’dan akan suların yönünü değiştirerek Matilyun yada Matliklil olarak tanınan bu kişilerin o yörenin sularını kesmiş olmakla canlarına okumuş. Matl-ı Tair ve Matl-sımak, Mağyeb-i Tur’da bu duruma karşı çıkarak kavgaya son vermişlerdir.
Eşeğin efendi olduğu bir köy vardır, hizmetkar olan adam her gün tam üç öğün eşeğe büyük bir sepet içinde küspe, elma, bağ yaprağı, çavdar, yulaf ezmesi ve hasıl getirir, dereden kovayla su verir. Eşek, semender gibi, at gibi semirmiştir orada, gözleri anlamlı bakar eşeklerin, kulakları dimdik olup yuvalıdır. Eşekler yaşar insanlar hizmet eder. Her şey tersinedir. Bir gün eşeği (Süveyş gazalı gibi) süs olmaktan kurtarıp, her işe yaradığını gösterecek olan bir panayır sahibi gelir köye, eşek tekme atmakta, koşmakta, ağır yüklere bana mısın dememekte, dağa taşa çıkıp inmektedir.
Bezgin ve miskin olan köylüler eşeğin böyle bir işe yarayıp, kuş gibi beslenmediğini, üstelik semerde vurulduğunu görünce usları şaşalayıp, daha da kötüsü bedenen sayrı olup yatağa düşerler. Kutsal bildikleri hayvan zavallı bir şey olup çıkmıştır. Dahası gözü yaşlı köledir. Köylüler bu yeni duruma alışmaktansa kutsal hayvanlarını semadan sahraya düşmüş işaretçi bir yıldız gibi kargışlayıp kurban ederek, köyün girişine buzdan bir nöbetçi gibi putunu dikerler. Bir zamanlar eşeklerin efendi olduğu bir köydür orası. Yular insanların, altın gerdanlık eşeklerin boynundadır orada.
Gene, Mizantrop (insansevmez biri anlattı bunları) birini dinledik uzun uzun; Isfahan sokakları niçin her gün lale sularıyla yıkanır, Hafız yeryüzünün en güzel mücevherlerini sonunda kime sattı. Şiraz’da, Tebriz’de güneş niçin dağların tepesinden önce rüzgarda sallanan bir kamışa vurur. Rey’de bir nakkaş, şarap testisinin üstüne yaşlı bir adama şarap sunan ve elinde mavi gündüz safası tutan genç kadını çizerken, resimdeki testinin de üstüne ve iç içe aynı resimleri sonsuza kadar nasıl nakışlar... Kim bilir...

V
Trende konuşan adamın yanına biri daha geldi oda ondan aşağı kalmadı, bir o bir öbürü sabahı ettik nerdeyse, Cezeri ibriği gibi, aynı hareket aynı su bitmek bilmiyor. Şunu anladım, bıraksan ölünceye dek aynı konunun çevresinde dolanıp duracaklar, tükenmek bilmeyen konular; kubbeler, çiniler üzerindeki hatlar gibi!.. Anlamdan uzaklaşırsan, sonsuza dek konuşur, anagram gibi, sağdan sola okursan ölene dek okur ama manitunun ruhuna aykırı hep aynı kitap, hep aynı insan olursun, hatta şirk koşar zamanı da durdurursun!.. Çaresiz arada bende lafa karıştım, bölük pörçük, anlam dışına kayan şeyler kalmış anılarda... Ama hepimizi tanrı yarattığına göre, dünyada, tanrı kelamı olmayan söz olamazmış gibi geliyor bana, lafı uzatmayalım da, sözü söze bırakalım artık: Şahlanmış bir ata binen ve elindeki kılıcı sallayan ceset ve ölü cenini karnında taşıyan hamile kadın, Seliak hastalığı olan insanlar, “Eppur si muove!” ‘Yine de dönüyor!’ diyen Galile, iki atın çektiği gümüş tekerlekli arabasıyla göklerde dolaşan tanrıça Selene, “Yalnızlığını kanıksamış kule” “bir güneş, İsa’dan önce” “Üzerinde bir kuğunun ışıldadığı göl” “gölün ötesindeki bahçede, güneşin yumurtalarına benzer bal kabakları”, ölünün ağzına konulan ve Akheron’da kayıkçının aldığı demir para, cahil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol diyen Mevlana, efsanevi Krosios, Midas’ın yurdu ve Korinthos kıstağında, Phaiakların adası. Sais ile Eski Atina arasında silah arkadaşlığı yapar mıydı Babil; Allah kapısı demekmiş ki, Mekke ve Medine yolu üzerinde kurulmuş Erbil. Cenk arabaları ve telepatik tanrıları varmış Babil’in. Babil, Mekke, Smyrna, Roma, Maya, veya... Tunç çağı denizcilerinin güçlü kuzey rüzgarlarıyla Mısır’a kadar inip yarımadaya yerleştikleri ve Hicaz’da dünyanın ilk kolonisini kurdukları, metalurjinin beşiğinin, Etiyopya’da oldukları, o zaman güneşin kuzeyde göründüğü ve soğuk ve uzak bilindiği ve hız limitinin de saatte elli km ve Kafkas atlarıyla gidildiği, bir Miken teknesiyle Pamir dağında yol alındığı, Oberon ve Umbriel adlı kaşiflerin iki büyük uyduyla Basra’ya yayıldığı ve Nereid ilinin yüzeyinin buzdan oluştuğu, Kuiper kuşağı kökeninden bir yıldızla buluştuğu, komet soyundan oldukları düşünülen bedevilerin, bir kuyruklu yıldız ailesi olan Sentor’larla akrabalığı. İnsanların sevgililerini sabah çiğinde aradığı, suları çöl renginde bir koya bakan prizmadan kraliçenin göründüğü, sesinde evren boyutunda bir kin ve sonsuz bir utku taşıyan kralın, her gün kraliçenin boynunu vurdurduğu ve güneşin batmasına yakın kraliçenin prizmanın içinden gene çıktığı, alacakaranlıkta ormanı gözetleyen tanrının, iki yüzlü Janus’un, kraliçeyi kaçırarak prizmaya olan tutsaklığından kurtardığı ve kehribarda saklanır gibi kralın prizmaya girerek sonsuzluğa kavuştuğu, tozlu bahçelerde öten gece kuşlarının ötüşerek bu durumu şehre yaydığı, zındık bir ölünün buna inanmadığı, kralın prizmanın içinden zındığın ikinci kez öldürülmesi için buyruğunu verdiği, zındığın bir kez bunu yaparsa sonsuza dek yapmak zorunda kalacağını söylediği, çünkü zaten ölü olduğu, ayrıca insafı varsa bunu yapmaması, bir kurdun bile sıkıştırıldığında kaçmadan önce durup, bir daha göremeyeceği düşmanına son kez baktığı, ölü bile olsa yaşamın ne kadar tatlı olduğu...
Suya damlayan su gibi saf maddenin ürkütücülüğü doldurdu odayı bir an. Sonsuzluk, bakışımlı iki ayna, Capet kravatı da giyotin olmuştu artık...



VI
Tulkarem’de kadınlar fanilaları öküz ödü ile yıkarlar, kundaklanmış Mısır tarlalarının yanı başında... Mısırlar bataklıkların kenarındadır ve bataklıklarda pullu yılanlar, kanatlı balıklar ile yüzgeçli kartallar bulunur. Falcılar rüyasında kelaynakları okur. Samiri’nin yaptığı buzağı heykellerine tapan inançsızlar gibi bu kadınlarda, her şeyden ürker ve balıklara taparlar. Beşbin yıl önce Mısır’da Atlantis yıkımından gelen bir terzi yaşamaktaydı, yüzbin yıllık bilinç diyalektiğinin oluşturduğu bir dille konuşurdu, soyunduğunda kuyruk sokumunda uzun tüyler olup, sırtında kanat, böğründe de pençe izleri vardı, bıyığı da kedi bıyığı gibi sarkıyor ve tel teldi.
“Yeşil gözlü siyah bir parsı” sularda geceleyin görenler o terzinin soyundan gelen Tulkarem’li kadınlarmış, onun için taparlarmış balığa, kocaları gibi sayarlarmış onu. Siyer, Sarf ve Tecvid’le, Damat Ferit’de onların soyundan gelmeymiş. O kadınlar, o uçan balıklar için şöyle yas tutarlarmış, ağıt yakarlarmış şöyle, aynı soydan geldikleri hasebiyle kutsarlarmış.

(***)“Kadın bedeninde kadersin sen
Ve ben bu kadere boyun eğmiş
Şimdi seni uzaklaştırdılar ey efendim
Ağacından uzak yeşil yapraklar gibi
Ve ben senin çığlığınım ey efendim
Bir ah gibi uzayıp giden patikada...”

Otuz yıldır daha bir canla ve çığlıkla yakılırmış bu ağıt, ama otuz yıldır yapılan bir şey Kronos bakımından, gerçekten otuz yıllıktır, Kairos’ta ise, zaman kavramı süresi için değil, içeriğini, yani düşünsel değerini anlatmak için kullanılırmış. Bu bakımdan otuz yıllık bir şey Kairos bakımından zamansız, bomboş bir şey sayılabilir. Tiberli biri, Heratlı birine ama -boşlukta- göreceli bir şey değil midir demiş ve çok daha tuhaf bir şey söylemiş ardından; “Vanitos Omni Vanitatem” “Her şeyin boşluğudur boşluk.”

Öyleyse dolu nedir ki, Mudanya ile Napoli arasında bir kara parçası mı, Sıffin savaşı mı, ortası, delikli halkaya benzer evren mi, Hubble sabiti, Fourier çözümlemesi gibi kozmolojik parametreler mi, kafirler ve zındıklar mı, feniks kuşu mu, Kafernahum’da cebinde polonyum elementiyle dolaşan çaşıtlar mı, müon nötrinosu, Çerenkov ışıması, akseleratörde yapılan deney mi, Nomad ve Chorus dedektörü, Van Allen kemeri, Zarya (gündoğumu Rusça), Mongolizm, Kuvaga (Afrika yaban eşeği), Triangulum kandili, Hititler, ThySSen ya da Hitler mi, Metshta (Rüya mı), Capricornus mu...
İskender’i de, Byron’u da, Dante’yi de anofel ısırığı öldürmüştü. Filden fare olacaktır. Lalende yıldızına gidip, Oort bulutuna sokulacaktır. Ama kendi gölgesi, kendi boyuna eşit olunca piramidin boyunu bulan Tales gibi, halk beni çok sevmiştir. Halk kamçılayanı sever, nükleer reaktörün kalbindeki büyülü mavi ışık gibi bayılır. Ama halk yok artık. Holografta üç boyutlu aktris evimde yaşıyor. Ay ışığının yanında. Gerçeği ara sıra, bu iletişim ve tanışma bantlarını denetliyor. Yüzyirmibin kişinin içinden beni seçti. Çünkü yazacağım aşk öyküsünde holograftaki aktrise aşık olan bir yazarın sanal ve trajik aşkını anlatacaktım.

VII
Pelios mızrağını kuşanan demirboğa Perseus, gönül verdiği Hint güzeli Andromeda’yı kırlara kaçırdı. Pompei’nin gölgelik yerleri ve Akra yamaçlarında, kuzularla dolaşıp durdular. Orman çakalları önlerine çıkıyor, posta tatarı olan bir Frig delikanlısı ve yanındaki kız, kırlarda kırıtarak yanlarından geçiyordu.
Hercules aslanı, kızı istedi, kanıt için kırlangıcın göğsündeki kan beneğini gösterdi. Korken ödülünü alan bir Romalı da önlerine çıkarak Baküs’ün boynuzlarından daha kutlu bir nesnenin olamayacağını, kendini Thalia’nın arabasıyla kaçarak ağaca asan Byblis’in, Ceres’in (akboğa) ekinlerine çürümüş toprak olduğunu söyledi. Zephyrus’a aşık Cephalus ortaya çıkarak ipin ucunun kaçtığını ve başa dönmesi gerektiğini bildirdi. Oysa karısı Procris onu ormanlarda arıyordu. Cephalus esen yelde dinlenirken, Procris arıyor ama Cephalus bir yırtıcı sanıp, onu okla öldürüyordu. Ammo’nun boynuzlu bilicisi ile Aurora’daki Phoebus’un üç ayaklısı idi bunları dillendiren.

Anlatan “korkunç bir işe kalkışan kişi, bunu çoktan tamamlayıp bitirmiş olduğunu düşlemeli, geçmiş kadar geriye döndürelemeyecek bir gelecek olduğu düşüncesini, kendine kabul ettirmeli. İnsanın, öteki insanların yaşamlarının belli anlarında, onların düşmanı olabileceğini, ateş böceklerinin, sözcüklerin, bahçelerin, akarsuların, günbatımlarının düşmanı olamayacağını bilmeli” dedi. Başka biri; kafirlere daha çok güvenirim, müminlerin içtenliğinin kanıtı nasıl belli olabilir ki... Biz ise uçurumda vaklayan ördekle dolaştık, yankı yapmayan ördek sesi yerimizin kolayca bulunmasını sağlayabilirdi. Hadar’da ki mağaralarda işte böyle birbirimizi yitirmeden dolaşırken, Mesyanik bir Marksizm teması içinden, Frankfurt ekolünün sapkın figürü Benjamin’le av arkadaşı olduk. Çisentili poyrazda uyuz bir keçi vurduk, Cenab-ı hak onu vuranın, onu kılavuz edinenin, ona bağlananın boynuna keçinin yularını taksın.

Et değil labada ezmesi yeseydiniz, ciğer püryanı, horoz ibiği otu kaynatsaydınız. Suffe’de (medrese) bunu öğretseydiniz. Gadirihum’da vasi ve halife atananı sevin. Bulut kükreyip çakal yağmuru yağsa da, buz erintilerinin üstünde, Konstanz gölünden atla geçerken, ikiz leoparlarla, tilki yavrularını izleyerek yüzünüzü dağlara dönün. Av avlamayın.
2x2=22 olabilir mi, şu uzakta ki son iç çekiş köyüdür Romülüs... Kör melekler ve kamçılar sergilenir orada. Pegasi yıldızı Aralık’ın ortasında kapitole iner. Ve yıldızdan gelenler, gözlerimizin içine bakarak, dünyada yaşamın olmadığını söylerler. O zaman son iç çekiş köyünün en yaşlı sakini der ki; Öyleyse yaşam yok ve ben yaşamıyorum, ama bunun ayrıksı bir şey olduğunu düşünelim ve diyelim ki ben ayrıksı biriyim, öyleyse ayrıksı olanında, bir ayrıksı yanı olmalıdır; bu durumda yaşamın olmadığını ileri sürebiliyorsak, bir yerlerde yaşamın var olduğunu kabul etmemiz gerekir dedi. Son iç çekiş köyü halkı bu paradoksla Barba Vassili gibi (paltosunu çekip) gözlerini yumdu ve uyudu. Var ve yok, yok ve var.

VIII
Trenimiz ahret melekleri gibi içimde kımıldayıp giderken Medine peygamber ölüsü ile tüccarlık eden bayağı ve ahlaksız simsar yuvalarından biriydi. Hafir’de serap ve kum bahçeleri arasında kabile bayrakları dalgalanıyordu. Ravza’nın yeşil kubbesinde, peygamber sanduka örtüsü içinde kahırlı iskelet gibi yatarken, kabirlerde çürüyen atlas örtüler, maden çanaklar, kandil yakmalar, Hama ve Humus develeri, kasabalar, iskemle, hasır, porsuk eti, kerpiç ve kafesler yürüyor, gözlerimin önünden geçip gidiyordu. Küveynat neresidir diye sormak gafletinde bulundum. Buhara katırlarıyla, Semerkant beygirleri gölgede duruyordu. Nerelisin hangi şehirdensin dediler. İçimi çekerek yağışlarla besili Menderes ülkesinden dedim. İskorpitli çocuklar, çürük diş, Türk yavruları ve çekirge turfuğu yiyen insanlar vardır dedim. Tanrıları otomobile biner, Arap kursağı (kısrağı mı!) orada da vardır. Hicaz hurması satarlar, Kamame papazları avucunda yıldız tozu gezdirir, Kudüs’ün hançerli putu, pancurlara, fesleğen saksısı ve Balfur’un söylevinin, Davut’un mezmurundan daha etkili olduğu bir yerdir dedim
Soyguncu Urban’ı tanımazlar, ağlama duvarının aşınmadığını görerek, yalvarmanın ne menem boş bir şey olduğunu düşünmezler dedim. Güldüler. Biri bende Pozantı’dan geldim dedi. Devenin üstüne merdivenle tırmanmaya çalışan Avusturyalı subay, kanalı geçmek için Taberiye gölünde tulum idmanı yapan Sivaslı nefer ve boğularak öldürülmüş Arap kadınlar çevremi sardı. İsa, Nasıra’da marangoz çırağıydı dedim.
Halife alayı geçti yan sokaktan, Arap gırtlağı mahalleyi çınlattı. ‘Erbaa vaburat li Dicele tu vel Fırat’ diye bağırdı biri. Hurma korusundan bir kız çıktı. Yüzleri yırtık, meşin keseli, kirli bir urban, Beyrut’ta Bassul oteline vardı. “Zehiy tasavvur-u batıl, zehiy hayal-i muhal” diye söz edenlerin arasında koştum durdum. Meğer Rayak’ta bir tren kazası olmuş. Diken yığınına sarı boynunu uzatan deve gibi ölmüşler. Şam’ın, Barada ırmağı kıyısına gömülmüşler. Zahle’nin dağ yollarında ağlama sesleri bir türlü kesilmemiş.
Sukulgarp’te çobanlar yaraları sarmışlar. Havran’da gün batımında, Arap sazı inim inim inlemiş. Ayin Sofar’lı biri gece boyunca çığlıkları dinlemiş. Kont Kavur kılıklı biri Lübnan’a kar yağarsa, Beyrut’ta bahar vardır. Sofar’da, nisan İstanbul’daki gibidir. Şam, bahar gülüdür derler, Kudüs’lü kışı tanımaz ve bir vodvil esprisiyle, insan varoldukça Mekke kahrolmaz, Kabe yıkılmaz demiş... Ama Piedra ırmağının kıyısına oturup ağladı oda dedim.

IX
Medine’de bulunan Hazreç kabilesinden Es’ad bin Zürare, Rafi bin Malik, Avf bin Haris, Kutbe bin Amir, Ukbe bin Amir, Cafer bin Abdullah adlı altı kişilik bir grupla Akabe mevkiinde karşılaştı. Ubeyy bin Halef, Bedir’de öldürülen kardeşi nedeniyle bir düşmandı. Allah-ü Teala’nın en çok buğzettiği kimseler, Katade bin Numan onun çevresinde çarpışırken gözünden okla vuruldu ve gözbebeği yanağının üzerine aktı ve o gözbebeğini eline alıp yerine koydu ve Katade’nın bu gözü diğerinden daha dayanıklı daha güzel oldu. Güneş batıdan doğuncaya kadar tövbe için açık kalır dedi Tirmizi. Sığırı kesip bir uzvu ile ölüye vurunca dirildi ve kendi diliyle katilini söyledi. Camius-sağir’in sözüne göre miskini ve yoksulu sev ve cennete git. Allah düşmanı Samiri ve Kuba’dan bir Cuma günü, Ranuna vadisini geçerek Vedd, Suva, Yegüs, Nesr adlı putlar Medine’ye gelmiştik. Medyen halkı da gördü. Aya şahadetle işaret etti ay derhal ikiye ayrıldı, şak oldu, yarısı Safa tepesi, diğer yarısı karşıda Kaykaan tepesi üzerinde durdu. Allah-ü Teala Vetekaddes Hazretlerinin fail-i mutlak olması gibi. Fil hadisesi, tuğyan eden bir kavmi yok etti. Beyt’i korudu gözetti. Ebabiller, Ebrehe’nin ordusunu kum taşıyla -ayak ve gagalarındaki- helak etti. Y gibi bir adam belirdi, kum zambağı elinde, Cuma adında bir tepeye gelmiş ve elliüç yaşında panteri dağa bakan bir çocuk öbür elinde, çocuğun bedeninde bir güneş parlıyordur. Ruhlar ruhundan bir gölge hiç yerini değiştirmiyordur. Sakallı kadınlar gelip geçiyordur. Her şey taş kesilmiştir. Garip bir üçgen havada asılı kalarak sağa sola kayıyor, bilge şair Basho koltuğu ve kulübesiyle beraber yaşıyordur ne ki ‘Posa et pensa’ oturup düşünüyordur.

X
Badiyelerde oturan aşiretlerin şeyhleri kurnazdırlar. Ne kadar güven verirseniz veriniz, baba oğul bir arada gelmezler. Casuslar dilenci kılığındadır. Nur-u Şalan gelirse oğlu Nevvaf çölde kalır. Lübnan’da Nevvaf’ı konuk etmiştik. Şam ve Bağdat arasındaki sonsuz çölün büyük bir parçası Ruvale aşiretinin hükmündedir. Nevvaf ve babası orada hükümdardırlar. Suvareke kabilesinin kabzalı bıçaklı ve devesine bir türlü binemeyen Hintlisi gibi Hilaliahmer’e bir gün Bağdat’a karadan ve çöl ortasından nasıl gidileceğini sordum. Size bir yıldız göstereyim birde mühürlü bir kağıt vereyim, hecine binip on gün on gecede gidebilirsiniz dedi. Nevvaf’ın dediği doğruydu, ama mühürlü kağıdı başka aşiretin adamları görürse bu Ruvale bedevisi için ölüm fermanıdır. Aşiretlerin çölünde Nevvaf’ın göstereceği yol yıldızından başka, birde Aman yıldızı vardır: Altın! Altın kuma atıldığı zaman sesten başka her şeyi verir. Salta’da, Amman’da, Yukarı Necid’de, payitaht Hail’dir. Medayin’de, Sebi’de, Cedide’de, Katya’ya egemen tepelerde, Mahdes taraflarında sadık ve cesur ceylanına binenlerin elinde, Şeyh Utvan’ın yerinde bu hep böyledir.
Türk topuna sarılmış olarak parçalanan Osman 333 senesi Haziran’ının 3.Günü Medayin’de, o vadide tuzağa düşerek ölüp gitmiştir. Marn’dan sonra, kartal yuvası, Kap’ta, kılıçlı Medini nişanı, Ebuasab tepesi, Nebi Samoil siperleri... Yanarım ki çöl ölü bir şeydir. Çölde insanın ayak izlerinde bir cesedin çarpan kalbini ve dirilen bin canı görebilirsiniz. Tih sahrasında Urban (yoksul bedevi) vardı. Cefir badiyesi, Tih badiyesi, Sina badiyesi, Ariş’ten geçenler, Ümran destanı, Hafir ile Nahil, arpa yiyip, kemik kemirenler, yağmur çukurları, böcek ve mikrop doludur.
Kantara, Ferdan, İsmailiye, Şalof ve Tarsum taraflarından Asluç’ta süslü bayraklar asılı, Kuseyme’de bir su için demir boru şebekesi olup, Çığtave ve Emden’de ki askerler son derece tasalıydılar. Ökçelerimle mezarın toprağını sıkıştırdım. Neccablar, Gor çukurunu kazdılar. Bu Yahudi topraklarını bizim kadar kimse sevemez. Vadii Sarar’dan, peygamber İsa’nın yıkandığı Şeria’ya girdik. Kaç defa türbe, mezar, ağaç ve ateş parçaları, senelerden beri ılık mezarlarının içindeki ölülerin kemikleri, bizlere kadar geldi. Taluşşeria’da dağ kümeleri vardı. Ölü tank cesedi ne acıklıdır. Demir küre ve bakır tarlası, şeyhi, köpeği, tüm takım taklavatı, sırtlan sesini taklit eden bir bedevi korkuttu. Katya muharebesinde çok kakule (sedye) kullandık. Rumani harbte, Kerbela’da, Balat Yahudileri de vardı. Magdaba Telürrefah’da 0x3=0 eder, ama 3x0=000 eder dediler. Dağları kumları ve ufukları ölü doğan çölde; yaşayan şeyler iki kat yaşıyorlarmış. Ceylan gözü, çölün gözü gibiymiş. Çölde pek çok esrarlı göz doğuyor ve batıyor, çöl insanının yalnız gözleri, derin bakışlarla parlıyormuş. İnsan kum üstünde ölü bırakmaya dayanamıyor.
Çünkü ne mezarı ne de izi kalıyor. Bir denizde bile insan ancak bu denli yitip gidebilir. Çin flütü, yada firavun güvercini (akbaba) gibi, Afrika’da tamarind ağacının altına bile gömülenler vardı. Diyesim, son olarak Yukatan’da altına hücuma katılanlardanım. Yaşamımın son günlerinde, işitmek için duymaya, görmek için bakmaya kesinlikle gerek olmadığı ve güneş pleksüsünün, hiç farkına varılmaksızın bunların yerini tuttuğu izlenimine varan Desplein gibi, öldüğüm incir ağacına yaslanıp, doğrularak uyandım. Kutsal öğlede ılık bir rüzgar usul usul kirpiklerimi yalıyor, Reşide tam tepede dallardan ayırt edilemeyen yemyeşil gözleriyle üzerime doğru çişini yapıyor, ağzımı açıyordum. Gerisi yalanmış.
Akrabam belalım olmuş, kendisini yerden yere atmış ve çıldırmaya başlamış ve intihar etmiş. Kendisi çok güzel bir uykuya dalmış. Uykuda Allah ona bir güzel dua etmiş. Öldüğüne çok ağlamışlar. Ve tam tamına ölmüş. O zaman herkes üzülmeye başlamış. Kalemşörü, habibim, el İsmet el Tarık’mış. Kadir gecesi, sevgili peygamberimiz aleyhisselamın ve Ashab-ı kiram’ın yemek konusundaki uygulamalarına baktığımızda günde sadece bir defa yediklerini görmüşüz. Ebu Said el-Hudri şöyle anlatıyor. Resul-i Ekrem sabah yemeğini yediği zaman akşam yemez, akşam yemeğini yediği zaman sabah yemezdi. İslamın binasını teşkil eden temel esaslarından ve en büyük erkanından birisi de onikinci ay orucudur. Hakkcelle ve ala hazretleri ayet-i kerimesinde; ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, oruç size de farz kılındı. Ta ki korunasınız buyuruyor. Bakara 183, oruç niyet ederek, tanyeri ağarmaya başladığı zamandan güneş batıncaya kadar yemek içmek, et ile etten öte şeylerden uzak durmak demektir, bu haberlerin vahiy olduğuna hiç şüphe yoktur, bitti dedim...
...
Adam bunun için mi iki saattir geveliyorsun diyerek, tam Eyüp’te ‘Pierre Loti’yi birbirine katacakken, arabulucular işe karıştı ve kargaşada sendeleyip düşürdüler. Türk gibi başla, İngiliz gibi bitir demişler, oysa öyküye iyi başlamıştım, daha yarıya varmadan bulanık biçeme sığınmak zorunda kalıp, altında ezildim ve görüyorsunuz nasıl berbatlaştı, absürd bile değil artık, yinede duam okuyanların üzerine olsun, ne yapacaksın; 'Bazen avcı kendi cesedinin önünde durur'.

(*)(**) Vicente Aleixandre
(***) Nizar Kabbani



*



AMARCORD


(Orada / Hazar’ın altında / Sami ovalarında / leylaktan / atlar koşardı!..)




Bunca acı çekmemiz, ancak Tanrı'nın yokluğuyla açıklanabilir.
Tanrı'nın da egosu olabilir!..

Agamemnon’un maskesi ve bir Degas atının silüeti korkutuyor bizi.

Hiperbasitizm’i öğreniyoruz.
Deterjanlar, kirlilerimizden daha tehlikeli!..

Nörolojik hasarlar onarılmıyor.
Udumbara çiçeği hepimizden uzun yaşıyor.

Başparmağım yoksandığında, hiçbir işe yaramıyor elim.

(Kumruların gizlendiği diz büklümlerin, küçük bir ninni, minicik bir soneydi... Giyotin boynunu incitmeden, 'Van Houten Kakaosu' içiniz diye bağırmıştın!.. Umarsızdın. Deştikebir’de yakalandın. Kurbandın biliyorum ve Belucistan’a kaçtın. Ey şehinşahım, mavil kanatlım, cihanım, ellerin bu viraneye uzanmayacak mı, şol yasemenler rahvan olmayacak mı… Eyy suruna yüz sürdüğüm, eyy sureler suresi, gönüller nuru, güzeller güzelim! Sen benden geçtin ama -toprak bedenim olsa da- ben senden geçemem ki!..)

Gondwanalılar geldi!
Yeryüzünün en kısa öyküsüyle;
İnsan ölüyor!..

Serap ve şarap bağrımızı deşiyor.
Mekanik beyin, organiği yok ediyor.
Parazitler kişiliğimiz.

İnkübatörler koruyucu magmaya girmiyor.
Elam küpleri, aşkın cebirini görmüyor!


Bir Akad heykelciği ki yurdumuz;
Metropolitan artık!..

Mastodontlar, iyon motorları ve karanlıkların ölümüyüz biz.

Evren; Tanrı'yı sorgulamamız için yarattı!
Ve zaman satıcıları diyor ki;
Her şey evcilleşebilir ama; diliniz asla!..

Ve işte Sargon geldi!
Kiliselerimiz Eleni seslerle çınlıyor
İsrail İsa dili!..

(Diyakozlar, vokasyonlar, vulgerizm kalübela!)

Yarın İskender’i bir filin hışmından köpeği Peritas kurtaracak!

-Sonsuzluğu ancak sonsuz bir tanrı duyusu doldurabilir!..-

Elektronik etle beslenen bir evrenin; evreniyiz!..
Matta; yaratan bil ki yaratılandır diyor!..

Lazerlerimizle yağmur yağıyor.
Holifar bulutlar içinde!

Boğulmayan filler ve cebrin Cebrail’i de!..

Her şey yolunda artık…

Ölüyüz.

Ve;

Son

Susuz!..


*


AMARCORD

Bunca acı çekmemiz, Tanrı’nın yokluğuyla açıklanabilir.
Tanrı'nın da egosu olabilir!..

Agamemnon’un maskesi ve bir Degas atının silüeti korkutuyor bizi.

Deterjanlarımız kirlilerimizden daha tehlikeli!

Hiperbasitizm’i öğreniyoruz.

Nörolojik hasarlar onarılmıyor.
Udumbara çiçeği hepimizden uzun yaşıyor.

Başparmağım yoksandığında, hiçbir işe yaramıyor elim.

(Kumruların gizlendiği diz büklümlerin, küçük bir ninni, minicik bir soneydi... Giyotin boynunu incitmeden, 'Van Houten Kakaosu' içiniz diye bağırmıştın!.. Umarsızdın. Deştikebir’de yakalandın. Kurbandın biliyorum ve Belucistan’a kaçtın. Ey şehinşahım, mavil kanatlım, cihanım, ellerin bu viraneye uzanmayacak mı, şol yasemenler rahvan olmayacak mı… Eyy suruna yüz sürdüğüm, eyy sureler suresi, gönüller nuru, güzeller güzelim! Sen benden geçtin ama -toprak bedenim olsa da- ben senden geçemem ki!..)

Gondwanalılar geldi!
Yeryüzünün en kısa öyküsüyle;
İnsan ölüyor!..

Serap ve şarap bağrımızda!
Mekanik beyin, organiği sevmiyor!
Parazitler kişiliğimiz.

İnkübatörler koruyucu magmayı bilmiyor.
Elam küpleri, aşkın cebirini görmüyor!

Bir Akad heykelciği ki yurdumuz;
Metropolitan artık!..

Mastodontlar, iyon motorları ve karanlıkların ölümüyüz biz.

Evren; Tanrı'yı sorgulamamız için yarattı!
Ve zaman satıcıları diyor ki;
Her şey evcilleşebilirse de diliniz yabansı!..

Ve işte Sargon geldi!
Kiliselerimiz Eleni seslerle çınlıyor.

İsrail İsa dili!..
Diyakozlar, vokasyonlar, vulgerizm kalübela!

Orada
Hazar’ın altından,
Sami ovalarından
Leylaktan atlar geldi.

Yarın
İskender’i bir filin hışmından
Köpeği Peritas kurtaracak!

-Sonsuzluğu ancak sonsuz bir tanrı duyusu doldurabilirdi!..-
Elektronik etle beslenen bir evrenin, evreniyiz biz!..

Matta, yaratan bil ki yaratılandır diyor.

Lazerlerimizle yağmur yağıyor.
Holifar bulutlar içinde!

Boğulmayan filler ve cebrin Cebrail’i de!..

Her şey yolunda artık…

Ölüyüz

Ve

Son

Susuz!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder