30 Haziran 2018 Cumartesi

YARATILIŞ (Parodigma)



Ne kutsaldır göğün sonsuz karanlığında avunmak, bir başına, hiçliğin yurtluğunda, uçurumlarda bir uzay salı, tanrının ruhuna tutsak olup; kanında yükseldiğini, oradan boşluklara yayılıp, ilkinsil tözle bütünleştiğini duymak!
Aşağı, yukarı demeden, tüm olasılıkları estirmek acunda, uçtukça her yerde varlıkların soluduğunu, kımıldadığını, devinerek birbirine sarıldığını, yaklaşıp kucaklaştığını duyumsamak; gerilere bakmak ve ufukta doğurgular gözleyen bir tanrı gibi, varlığın kanatları tüm evreni kuşatsa bile, ne bir canlıyla ne de bir kımıltıyla karşılaşmak evrenin basamaklarında...
Ne kutsaldır sıradan doğumların bir okyanus gibi kaplaması tüm kozmosu ve tözün bir tanrı buyruğu gibi güvençli, düşüncenin; başına buyruk bir volkan gibi ilerlemesi, oluntularla, bozumlarla süslü, onun büyülü gerdanından çağlayarak dökülen cevherler gibi.
İzlemek, yitip giden varlığın tözünü, geride bırakmak tanrı parçacıklarını, varlığın o çıldırtıcı hengamesini; gurur içinde yükselen, kibir dolu meleklerini, sürgit kanatlarını çırpan. Elveda demek yaşamı kutsamaya, aldanışa ve sevdaya, geride bırakmak umut tacirliğini, ilk töz nasıl yadsırsa varlığın efendilerini.
Sonsuzluk kovuklarda yiter, varlığın rengi solar, töz kılıcını sallar gözdağı verircesine ve canevinin adımlarını, yuvalarını kıskanırlar ey yaratılış; ama karanlıktan korkarlar; oysa bir ninni tutturur, Odysseus gibi yürür durursun hiçliğe doğru; bağrının altın tüyleri ve kozmosun şanlı materyalleriyle.
Ey yaratılışın nenleri, bilirsin o atarcaya karışmaz, sessizliğe boyun eğer, gölgesi bile düşmez bastığı yere, sen ki her türlü ustalığı edindin, ey varoluşun becerileri, artık ne onun ne de ötekinin izleri döndürür seni yolundan; sen bilirsin varlığın cinlerinin göründüğü kozmik gölgeleri, içindeki düşlerin su içtiği derinlikleri bilirsin, bütün gizemler usundadır senin, var etmek belleğindedir dilediğini, pusu kurup hiçliklere; tılsımlarla, tasımlarla, kama gibi ışınlarla.
Uçurumlardan yükselip aydınlanırken yüzün, titremler içindeydi soylu bedenin, gözlerin kristal gibi parıldamış; yıldırım gibi, ışıklar saçmıştı bakışların gökadalarda, bu varlıksız evrenin ilahı, renk renk tüylü, o vahşi Quetzalcoatl'ı tahtından etmek için.
Sonsuzlukta görkünç zamanlar, gerdanlarında muskalar, hiçlikleri dev adımlarıyla sarsan korkunç varlıklarla geçti, yeni günün tanrısı evrenin ortasında durdu, zaman kurtuldu zincirlerinden ve yavaş yavaş, sınırsız, soğuk maviliklere, o bitimsiz, büyük karanlıklar çöktü; eski, şangırdayan avadanlıklarıyla kocamış tanrılar, uçsuz bucaksız boşlukları sarsan, umarsız naraları, evrenin bütün uçurumlarını dolduran gözyaşlarıyla yitip gitti...

28 Haziran 2018 Perşembe

ZÜMRÜDÜANKA / Toplu Şiirler


 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

ŞİİR ÇILDIRTIR
Borgesyen bir efsanede anlatıldığına göre, Saksonya kralı, Normanlar'a karşı kazanılan zaferin kutlanması adına bir destan yazmasını ister şairden.
Zaferin yıldönümünde şair uzun ve görkemli bir destan okur. Kral şairi kutlar ve der ki, biraz uzun değil mi, daha öz, daha sıkı olsa, daha iyi olmaz mıydı!..

Şair ertesi yıl daha vurucu, daha çarpıcı bir destanla çıkar halkın karşısına, kral yine kutlar şairi ve yine der ki, bu da uzun ne yazık ki, daha yüce, daha derin, daha öz olsaydı keşke!..

Şair bir yıl daha çalışır ve üçüncü yıl kutlamalarında, sapsarı bir yüzle çıkar kürsüye ve tek bir sözcük fırlar ağzından, bir fısıltı, sessiz bir çığlık gibi evrene yayılır sanki sözcüğü!..

Ve şair aniden, kralın hançerini belinden çeker alır ve kendine saplayarak oracıkta ölür!..

Kralda o günden sonra tacını tahtını terk ederek, Saksonya kırlarına açılır ve bir daha haber alınamaz kendisinden, imi timi bellisiz olur!..

6 Mart 2018 Salı

KISA BİR ÖYKÜ / Toplu Öyküler

 
44. Öykü / (Pasaj)
Hacıumarların Austin'le gazeteler geldi işte... Gözdeleri, Milliyet, Cumhuriyet, Akşam... Austin, biçimli burnu, eski, soluk mavi karoserini pencerelerden ayıran, sarı çizgili, eski mi eski ama sevimli ve emek bitkini bir araba, otobüs... Çocuklar için ele geçmez, tanrısal bir oyuncak, bir tansık... İşte gazeteleri okutmak için aranan çocuk geldi ve kayalıkların üzerinde, tahta taburelerin, kırık sandalyelerin kahvesinde, uygun bir yere geçti. Çetin Altan'ı, İlhan Selçuk'u, İlhami Soysal'ı okuyacaklar az sonra...

Altmışlı yılların sonuna dek sürdü bu okumalar, ama Austin bir gün, köyün yokuşundan çıkarken, kahvenin önünde, yolun başından aşağıya kaymaya başladı, yağmurun ve karın çamur deryasıyla Ademleşen bir Kasım ayıydı, el frenini çekmeyi unutmuşlar gibi laflar duydum, tek neden bu değildi elbette, yol kaygan, arabanın tekerlekleri eski ve otobüs ağlayıp, inleyerek badanaj yapıyordu sürekli... Eğimli yolda, doğallıkla aşağıya kayıyordu araba, aşağısı da başka bir yola, orası da mezarlığa açılıyordu, hızla kayıyordu araba, kayalardan olacakları izliyorduk, arka tekerleklere, mısır koçanı, çalı tutamı, takoz, çarpık çurpuk nesneler, kırık kasalar, iri taşlar koyuyorlarsa da, bana mısın demiyordu araba, çok iyi anımsıyorum o günü, çocukluk yaşlarında sayılırım ama garez dolu düşüncelerimi açıklayayım, köylülerin palyatif, kolaycı çözümlere tapma alışkanlıklarına, her zaman doğal ve işlerine karşı, büyük bir yatkınlıkla yürürlüğe koyduğu kurnazlıklarına, için için düşmanlık besler ve bir gün gelecek nasıl olsa olanlar olacak diye, büyük bir felaket yaşamalarını beklerdim köylülerden... İçgüdüsel bir saflık, güvensizlikti bunun adı ve hepimiz havada duruyorduk sanki, akan damlar, kırık merdivenler, birbirine yaslanan evler, gözü topal, ayağı körlerin, yaşam dolu cenneti...

İnsanlar düşüncelerinde, hiç bir zaman ilkellik göstermezler, pratikte ve eylemdedir bütün handikap, kullandıkları araç ve yöntemler ilkelleştirir onları, yani herkes gibi onlarda, uzaysıl düşler, düşünceler üretebilirler, hatta kuran ve gerçekleştirenlerden daha çılgıncada olabilir düşleri ama gerçekleri, eylemleri ve pratikleri ilkeldir, gülünesidir, bunun gizi nedir bilemezdim, toplumsal bir umursamazlık ve yaygın bir yetersizlik ve engelli koşuların, uzaklardan denetleniyor oluşu mu, hepsi varsayımı var saymak ne yazık ki, hepsi gerçek ve hepsi us dışı birer kategori ve sonsuz uykuların gelişi...

Keder ve göz yaşının yükselişi... Köylüler, sürgit saçma sapan sonuçlarla karşılaşırlar. Çünkü eylem düşleri beslemedikçe, düşler gemi azıya almadıkça değil, öylede olsa, bir at gibi dört nala koştursa da, sonuçlar daima elem vericidir. Toplumsal bir yaygınlıkla yürürlüktedir bu anlayış. Bir toplum, bireylerinin değil, bireyleri, o toplumun kurbanıdırlar her zaman. Kısır ve güdük birer komikçi dükkanı konumunda kalan her eylem, düşler uçsuz bucaksızda olsa, gülünç birer sonla karşılaşırlar her zaman, kökü olmayan bir çiçek, elde ne kadar görkemli bir demet olursa olsun, kuruyup solar, orkide ya da krizantem, düşlerin geçmişi olacak, eylemin geçmişi, bir kere yeni başlayan bir şey, yüzyılları bulabilir kök salabilmesi için, siz siz olun, geçmişinizi yadsımayın, sil baştana kalkışmayın!..

'Konuuzun...' Düş kurmak kolaydır ve bireysel bir deneyimdir ama eylem toplumsaldır ve hiç bir birey tek başına düşlerini gerçekleştiremez, görünmez mekanizmalar, labirentsi varyantlar, toplumsal varyasyonlar bir düşün gerçekleşip, gerçekleşmeyeceğine karar vericidirler. Bunun için bir toplumun fertleri suçlanamaz, toplum tümüyle gerileyen bir yapıysa, aydınından, şu toprağı işleyenine, mühendisinden, ticari envanterine, amelesinden, lümpen proleterine kadar... Geri bir emsalite gösterir. Kimse kendini ayrı tutmamalıdır bu kanlı vodvilden...

O gün köylülerin bu kolaycılığı ile arabanın içinde kalan, bir umar arayıcılarının başına, bir felaket geleceğini bekledim inanın, ötekilerde öyle düşünüyordu eminim, insan kendini bilebilir, bizi gösterecek ayna ve bir farsın o gün gerçekleşeceğini düşündüm. Dram ya da komedya kapıdaydı... Az sonra, çamurda kayarak, hızla aşağıya, çığlıklar arasında, yolun altına kadar uçan araba, düşleri bile geride bırakıp, yaylanarak, yatmaya kalkışıp, doğrularak, bir cambaz gibi uçup, toparlanarak, sonunda mezarlığın yükseltisine yaslanıp, kaba toprağa saplandı ve hiç bir şey olmamışçasına durdu, olayın korkunçluğu yalnızca benim gözlerimden akıp giden görüntüydü sanki, öyle gibi oldu artık hiç bir şey olmamıştı...

Araba daha önce nasıl duruyorsa, yan tarafına bile yatmadan durmuştu, herkesle birlikte, araba da kurtulmuştu. Bir tansık, görülmedik bir akrobasi beklentisinin gerçekleşmemesi, öyle şaşırtıcıydı ki, beklentilerin orijinalitesi, bu denli bir kumarın, sağ salim ve kazasız belasız sonuçlanmasının us dışılığı karşısında, daha olağan ve sıradan bir şeymiş gibi algılandı artık, bir şey olmaması, olabilecek şeyler karşısında düşlenebilecek son şeydi ve tanrının eli kudretini gösterince, yaşanan asıl şaşkınlık işte buydu...

Nasıl kurtulur arabanın içindekiler ve araba nasıl ayakta durur!.. Bazen olacakların kesinliği karşısında, beklentilerin düşüğünün de düşüğünün gerçekleşmesi, büyü ve kerametin tanımı için gerekli olabiliyor ve insanlar iki arada bir derede kalıyor!... İnsan ve yaşamın tuhaflığının sınırları ölçülemez!.. O gün, bir şey olmaması gerçekten şaşırtıcıydı, nasıl olurdu ki bu, araba resmen uçtu ve kimseye bir şey olmadı, kolaycı çözümün tanrıları, patlak lastiğe çaput dolduranların yanındaydı hep, ne yazık ki...

İlkelliği de çeşitli armağanlar, onurlar ve taltifler bekliyor bu göksel yaşamda, ilerlemek ne kadar kutsalsa, yerinde saymanında, tanrısal ve kabullenilir yanları var ne yazık ki!.. O gün yaşanan olay, gazete okumalarının, haberlerin ve heyecan veren düşünce yazılarının önüne geçmişti. Austin mezarlığa uçtu, biri ağır, üç yaralı var. Gazete haberi verseydi, bilin ki böyle süslenirdi, çünkü insanoğlu, beklenenin altında kalan her şeyi yadsımaya programlanmış bir yaratık, ağaçtan düşen sakat kalmalı, araba çarpan felç olmalı, yoksuldan para çalan yakalanmalı, kuyuya düşen boğulmalı ve koşan zamanında varmalı, aksi bir sonuç kabul görmüyor ve gönülleri fethetmediği gibi, kalpleri de sevindirmiyor!.. Algılar zamana ve mekana sıkı sıkıya bağımlı böylelikle...

Hacıumar'ın, arabasının arkasından koştuğunu da söylemeliyim, dünyada böyle bir olay yaşanmış mıdır acaba, bir tren düşünün, raydan çıkıyor ve işletmeci, sanki onu, sağa sola, yarlara, uçurumlara kaçmasın gibisinden, tutabilirmiş gibide peşinden koşuyor, koşturuyor. Genlerine işlemiş bu alışkanlık, çünkü dizginleri eline geçirseydi at ehlileşecekti, eşeğin çılbırını yakalasa asılıp durdurabilecek eşeği, ama treni ya da arabayı bu imgelerle kurtarmaya çalışmak... Niçin olmasın, araba bir at değil mi sonuçta, öyleyse ardından koşmak zorunlu ve Hacıumar haklı ne yazık ki... İnsan sonsuza dek yaşasa bile, zincirlerinden hiç bir zaman kurtulamayacak bir canlı, et ve kemiğin otantikliğinde, geleneklerinin mühürlenmiş gölgesinde yaşayan bir tür yaratık ne yazık ki... Ayda muskasını öptü bu hayvancık...

Hacıumar'ın büyüleyici yanı, arabaya canlı bir varlıkmış gibi davranmasıydı kanımca ve öyledir de, Hacıumar'ın arabaya dur, dur, dur diye bağırdığı bile vakidir, ne ki bu bile şaşırtıcı olamazdı derebeylerin geleneğinde, yaşamda ve bilgi dolaşımında, çünkü onlar hayvanlarla, bitkilerle iç içeler, onlara göre araba bile söz dinler, çünkü yaşamları çok büyük oranlarda, doğanın büyüsüyle sürüp gidiyor, bademler çiçek açıyor, kiraz meyve veriyor, arıyı severse sokmayacağını düşlüyor, köpeğe ekmek verirse ısırmayacağını, atın gemlerini kastığında duracağını biliyor ve işlerin geceye kalmamasına inanıyor ve gün ışığının romatizmalarına iyi geleceğini sanıyor. Öyledir ama...

Arabada bu durumda, çüş dediğinde neden durmasın, durmaması da şaşırtmayacaktır ilginç olanı, atı her zaman söz dinlemiyor ki, ama duracaktır araba, durdu da zaten, mezarlığa yaslandı ve inanın sözünü dinledi sahibinin... Ve müjde, dilekleri de gerçekleşti aslında Hacı Umar'ın, ne ölen var ne yaralı, her şey masal ve her şey yazılı!.. Biz aksini bekledik evet ama Hacıumar onu bekleyemez, başına bir belanın gelmesini kim ister ki, onun için büyü, sihir, mut verici gerçek güzellik, olacak olanın, hiç olmamış gibi gerçekleşmesindedir doğallıkla ve öylede oldu...

Hacıumar, kayan arabanın arkasından koştu, kimse saçma bulmadı bu davranışını, ama düşünün ki daha hızla koşsaydı, yetişseydi ve eliyle itseydi bu tarafa arabayı, arabanın yatacağına ve o zaman içindekilerin, ölümle burun buruna geleceğini söyleyenlerde çıktı, yani koşmasının da bir sınırı ve yararı olmalı, yetişmesi işi bozabilirdi, oda ölçülü olmalı, bir dokuncaya, bir edime olanak vermeyen koşma ya da hiç koşmaması, köylünün psikolojisinde olmaması gereken bir şey inanın, ayıp ya da utanmazlık ve günaha giden bir yoldu belki de, hiç koşmazsan tabi ki ölen olur, sen ilgini göster, çabala, koş, gerisini tanrı bilecek, söyleyecek, uygulayıp gösterecektir nasıl olsa...

Bu felsefenin, korkunç ve haklılıklar üreten bir mantığının olması, her şeyden şaşırtıcı gelirdi bana... Her şey o kadar olağanüstü bir biçimde cereyan etmişti ki o gün, peşinden koşmasa araba belki de daha hızlanacak ve mezarlığı bile aşacaktı, ama koşması, eşyanın ruhsal momentumunu tetikledi ve araba hızını keserek, bir ortalamaya dönüştü ve tam tamına hiç bir belacıl sonuca varmaksızın durdu...

Olayın gerisi sizin düşlerinize kalmış, ilkelliğin saltanatı işte böyle bir şey diyemem, iletişimin böyle olması çok doğaldır bu hallerde, görülüyor ki, bir olanaklar cehennetinde geliştirilmiş yöntem bunlar, dualar, yakarışlar, dur deyişler, çüş naraları, koşanların ruhsal bir yıldırımla arabayı yavaşlatması, elektromanyetik dünyaların, eşyaların, abanoz ve kehribarların aşkınlığında, nesnelerin, et ve kemiğin ruhsal yapısında, iletişime geçmek, tüm koşmacalar, çabalar ve tanrı aşkına dur diye bağırmalar kesinlikle yapılması gereken şeyler...

Hacıumar koştu, Kavasamat şaştı bu işe ve iş tanrının hikmetiyle, kazasız belasız yaşandı işte... Konu kapandı gitti. İşte bütün mesele bu!.. Köy o gün yaşanan olayların çokluğu, yerel fantezinin önem sırasında, evrenselin önüne geçtiği için, tavuk karanlığından, bilgi kirliliği ve ışığın isinden, ambar fareliği ve uçkur magazininden uzak kaldı, kendi içine gömüldü, akşamla beraber uyumadı yatağında, döşeğinde düş görmedi, kandillerin, fenerlerin pırıltısında, güne özgü dedikodular aldı yürüdü, köylüler bir felaketin eşiğinden dönmenin, bir şaşırtı yaşamanın, bir çarpınca uğramanın, düşünce ve eylemin karmaşası, azgınlaşan korku ve heyecanla günü geçirmenin, sıradan yaşamlarına mitoloji katmanın zevki ve coşkusuyla, yaşam dolu bir gün geçirdiler, yaşıyor olmanın mutluluğunu tatmak, herkese nasip olan bir şey değil, bunun ne Paraugay'ı var, ne Uruguay'ı, ne de Teksas ya da Kremlin'i...

O gün sıra İsabey kasabasındaydı ve hep böyle olacak, sırayla tadına bakabileceğiz yaşamın!.. Neden, bugün şaşkınlığımız hala sürüyorsa ve bu denli belleğimizde canlanıyorsa her şey, olanların ve olacakların tümünün böyle gerçekleşeceği olgusu kaçınılmazlıkla doğrudur kanımca!.. Böyle gerçekleşmesi gereği ve inancı da son derece yerindedir, çünkü İsabey'de bir tanrı var ve görüyorsunuz ki her şeyi de o bilir!.. Mutlu bir gün geçirdi köylüler. Bir felaketi atlattılar, ama bir kaç kişi ölümcül bir sonuçla karşılaşsa bile, mutlu olabilirlerdi olanlardan ötürü, çünkü ölümde yaşamın gereklerinden biriydi, gerekçeler olaylardan önce gerçekleşiyor onlar için, olay ufku sonra beliriyor, asıl olan yaşamı yaşamanın zorluğu onlar için!.. O gün ne olursa olsun, onlar için makbuldü kısacası, olacaklardan önce sonuçları görüyor ve sonuçlar eylemlerden önce oluşuyordu onların bilinç evinde, ak beyninde, düş ve düşünce çemberinde...

 Sonuçta, kış döngüsü, ilk kez şenlenmişti o gün köylüler adına, kovuklarından çıktılar ve bir tilki gibi hayatla oynaşıp, bağırıp çağırarak, sahnede rol aldılar ve yaşama bağlanmanın dayanılmaz hafifliğini, kuduzcul zevkini yaşadılar. Daracık bir ovanın çekip çevirdiği, dönüp duran dünyalarında... Ertesi gün güneş açtı. İnsanlar neşelenirse eğer, unuturlarsa her şeyi, bir olayın sonrası, iyi veya kötü, kesinlikle güneşte ayak uydurur sonuçlara, görünür ya da kaybolur, sürçü lisan ettikse af ola, her şey birbiri ardı sıradır!..

11 Şubat 2018 Pazar

KISA BİR ÖYKÜ / Toplu Öyküler


   
LORTOP / 70. Bölüm

Ama dünya gariptir, şuna şaşıyorum ben, esti birden bana doğru bu düşünce, Stefan Zweig oldukça varsıl bir aileden geliyormuş, güçlü ve son derece varlıklı bu adam, bir artı değer bankatörü, hümanist, çevreci ve barış perisiymiş dünyasında, pek çok yapıtlar vermiş, ama bir tür elitist sonuçta bu, tüm zadeganlar her tür erkin tepesinde değiller mi, peki dünya neden değişmezde, erk el değiştirir yalnızca, işte düşünüyorum ki, karşı koymakta bir çeşit işbirliğidir sözü artık doğru gibi geliyor bana, Zweig kederinden canına kıymış diyorlar, kederden eleştiri çıkarmak güç ve utanılasıdır, istemez kimse ama, hazır sayfaların arasında saklanmışken söyleyeyim, kendime söyleyeyim üstelik önce... Kurgular, dünyamızın sürüp gitmesine yarar bir ninnidir, kutuplar ortada birleşmek için; veronalın tetiği olmayabilir belki ama resmi tarihin var ve düzenlemeler hepimizin iyiliği içindir!..

Zweig için çok insaflı ve insani bir yaklaşımda bulunamıyorum ben, önce karısının ateş etmesini istiyor, tersini duyan var mı 'İntihar'ın romanlarında, farmakolojik bir tavırla bile olsa son yolculuğu, davet bile göz hapsidir bu dünyada, canına kıymak için ha ve öyle de oluyor, birinin ortadan kalkmasını öncelemek, ermişçe bir dilenti olsa bile; inanç dolu bir çağrı, yaşamın Rus ruletinde, ne kadar göksel bir davranış olur, yaşamın, yaşama arzusunun kutsallığında, bir düşünceden dolayı, kendini yok edecek denli bir inanca saplanmışsan, dürüst olmak gerekirse, öncelikle kendin özveride bulunmalısın ve bir başkasından hiç bir şey ummamalısın, adını bile anmamalısın, bilinir ki, kararlar ve önermeler, erkin gösterileridir ne yazık ki bu dünyada, hele o anda, son andaysa, kesinlikle, artık bir yararı yoksa da; karısı bir zorlama ya da uzun süren bir birlikteliğin, karşı çıkmayı olanaksız hale getirmesinden -bunun nedenlerini ve zorbaca yanlarını, önermesiz  duyumlarını hepimiz biliriz-, kendine ateş etmiş olabilir diye düşünüyorum ben, 'zehirbilim'le bile olsa da... Ve daha kötüsü ardından, Zweig'ın kendine aynı şeyi yapabileceğini görmeden yitip gitti bu dünyadan, birinin ölümünü yoklamak onursuzluk sayılmaz mı o anda, o anda bile boşlukta dönüp duran dünyamızda, -benzeri bir edim için bile olsa- ona göre Zweig ölmedi bilin ki, bu olgu bana hakçası, erdemlice gelmiyor, bizim gözümüzde ikisi de yok oldu evet, ama karısının gözünde söylemesi güç ama bir ikircik, bir kuşkuyla ayrıldılar bu dünyadan, birbirinin tıpatıp eşdeğeri bir düşünce yoktur ki bu dünyada.

Onlar bizim gözümüzde kahraman olabilirler, ikisi arasında son anda bir kırılma da yaşanmış olabilir, -ölülerin bildiğini kim bilebilir; kim bilebilmiş ki-, bu da dürüstlüğün göreceli olduğuna bir örnek, gerçek aranıyorsa, Zweig öncelikle gerçekleştirmeliydi eylemini ve sonra düşüncesi aynı noktadaysa, ömür sürdükleri eşine de salık vermeli, dilemeliydi, hayır kendi adına ne düşündüğünü söylemeliydi yalnızca, onu etkilememeliydi insanlığın sayfalarında. Ölümün önerildiği yer, düşüncenin yadsındığı yer olmalıdır, düşünce saltıklıkla yaşamsaldır ve ölüm mikro sonsuzluk -içine kapanan bir sonluluk- olmakla, hiç bir düşünce barındıramaz, öyleyse karısının ölümünü önermekle onun düşüncesini yadsıyan özne, dolayımla -veya aynı düş yapısının insanı olmakla- kendi düşüncesini de yadsımıştır gerçeklikte. Hiç bir şey söylenemiyorsa, şunu bilin ki, tersinir bile olsa, iki kişinin öldüğü yerde, ne bir tekil irade ne de bir özkıyımdan söz edilemez... Öncelikle karısından, bu kişisel -oto- kararını uygulamayı beklemesi, agnostik gerçek, gölgenin anayurdunda kalsa bile, evrensel skalada hiçte uygun bir hümanitenin kapısını açamaz ve bir ölüm söz konusu olduğunda tersi de insani olamaz, öyleyse Zweig karısını buna zorlamakla, öncül olmak ya da geriden koşmakla, führerin milyonlarca insanı ölüme götürmesinin bir parodisini gerçekleştirmiştir, tanrı indinde sayının önemi yoktur, bir kategoridir, eylemin varlığı yeterlidir ve ikisi de anlamdaş günahlar işlemekle... Tanrının gözünde, Zweig=Führerdir.

Özkıyım tek kişiliktir, birden çok kişinin öldüğü yerde, toplumsal bir davranış vardır ve edimin öznesi bu katliamın ne yazık ki içindedir, dahası söylemesi yakıcı, dillerimizi tutuşturuyor olsa da, belki de bir katildir... Bu trajedinin görüngüleriyle dolu dünyamız, savaşlar çağlar boyunca sürüyor, barış çağlar boyunca dile getiriliyor, arada Aristolar, İskenderler, Fatihler, Napolyonlar ve Zweigler geçiyor, kimseyi karalamak değil amacımız ama biz bir düşünceyiz, kadük olmaktan kurtulamayan bir düşünce ve daha acımasız olanı da bir yinelemeyiz biz ne yazık ki... Çünkü bunu söylemiştim...

Sanat dediğimiz şey de bir ejderhadır zaten, kolay ulaşılır bir şey izlenimi verse de, vermese de, olsa da, olmasa da... Birileri Avrupa denen şehirde ölüyor diye, önce uzaklaşıp, sonrasında yas tutarak, başka bir kıtada ya da ayda, ölümün kaderini elinde tutmak isteyecekse, bunu önceden düşünmeli ve aynı sonucu, ötekilerle bir arada yapabilmeliydi demek bile utanç verici artık bu noktada. Çünkü insanın insanla ölümü öyle kaçınılasıdır ki, orada asla bir düşünceden söz edilemez.  Zweig bu cinneti insanlık için, bizim için yaptı, bize ders verdi diyelim, bakış açılarının cehennetinde, führer için ne diyelim, içini açıp bakalım ha... Ne diyecek, ne söyleyecek, acı ya da acımasızca gelebilir belki ama, evet belki de; içinden Zweig çıktı ha, olsa olsa!.. Bunu ayrıştırmak benim ruhumu paralıyor, bizi yazgımızın baş tacı yapıyor ve kaderim hayatın ve ölümün baskılarında, bana doğru eğilirken, benim tanrıcığım hepimizi ölüm severlikle suçluyor. Emin değiliz, değilim!..

Zweig bir insanı ölüme sürüklemekle, sürek avından kaçtığını söylediği öznesinin kimliğine bürünmüştür, paralel dünyalarda, makro ve mikro bir türdeşliğin kurbanı olmakla, diğeri gibi bir hiçliğin içine yuvarlanmıştır ve göksel terazide eşdeğerinden hiç bir ayrıcalık taşımamakta ve yazık ki celladıyla aynı kefede yer almaktadır. Ama işte soru bu... Acımasızlık ve körgörü kavramlarda kendini gösteremez, o saltıklıkla eylemlerdedir. Tarih ve deneyimlerimiz, bunu biliyor. Bir ruhun olmadığı her şey ölüdür bu dünyada, Zweig'de, führerde... Ve kanılar, sanılar ve ölümler, yaşanmış bir seviden hiç bir zaman değerli değildir...

Zweig kendi öz iradesiyle ölüme gitseydi Petropolis'de veya dünyanın her hangi bir yerinde, elveda bile demeseydi Lotte'ye, romantize etmeseydik bir yanılsamayı ve görmezlikten gelmeseydik bir yadsımayı, Kleist'in yaptığıyla süslemesiydik davranışını, belki biraz anlayabilirdik onu ölümün kaçınılmazlığında; ama zamanın darmadağın ettiği perişan ruhlarımız, dile getiremese de yeryüzünün labirentlerinde, günahlarımızın çekiciliği ve çekincelerinde; Tanrı O'na diyecek ki şimdi, siz ikinizde aynı kişisiniz ve führeri işaret edecek ona; Günahların yol açtığı bir elvedayı, başkasını ortak ederek, nasıl başarabildiniz!..

8 Şubat 2018 Perşembe

KISA BİR ÖYKÜ / (Toplu Öyküler)





 Gümüş Ülkesi'nin büyük yazarı Borges, ilginç ama trajik bir yaklaşımda bulunur; Köpeklerin bir tarihi olmadığına göre, bugüne dek bir tek köpek yaşadı diyebiliriz. Bu yüzdendir ki 'insanlık' hep bir -varoluş biçimi- aradı. İşte -Yazın- bir arayış ve varoluş biçiminden başka bir şey değildir ve bir amaç değil, bir araçtır yalnızca... Ama onun sınırları evrenin sınırlarından daha geniştir, bir metafor olarak evren dediğimiz uçsuz bucaksız bir hapishanenin içinde yaşıyoruzdur belki de... Bizi olasılıksız biçimde kapsıyordur belki de evren; ama işte düşlerimiz onun sınırlarını aşar, çünkü düşlerin sınırı olamaz ve sonsuzluk onun yanında yaya kalır. İnsan için yazıklanası, tuhaf bir paradokstur bu, çünkü insanın sonsuzluk kavramı, içkin olmasına karşın, evrenin sınırlarından daha geniştir!.. Mutluluk beni kederlendiriyor, çünkü varoluş biçimlerimiz kimi zaman çok acımasız... Günoğulcu ya da etkileyici olmakla, yaratıcı olmanın sınırlarında çatışabiliyor insanlık...
  Bu kitapta işte böylesi öyküler var, birer öykü olabileceğinden kuşkulandığım metinler de var, ne var ki sınırların parçalandığı bir dünyanın içindeyiz diyerek geçiştiriyorum bu tasaları... Bir çok öykü dışarda kaldı, yazmaktan başka bir varoluş biçimi bulamayanlar için elim bir şey.  Yaşama karşı bir tavır belirleyemedikçe, ona karşı bir duruş, bir sunu, bir verim geliştiremedikçe, bir soyutlamadan öteye gidemeyeceğizdir belki... İşte onu başaramadığını düşünen Kaan Romero'nun trajik öyküsü bu kitapta, onun gerçek yaşamda ki yansıları Sosyal Ekinci ve Orhan Talat Şalcıoğlu'nun yaşamlarından bir esin ve onlara bir adayıştır belki de...
Çocukluğumda bir sabah köpeğimizin olmadığını gördüm, babam ölüme gitmiştir o dedi. Yazmak için unutamayacağım bir olaydı benim için, Lortop onun öyküsü, kinik bir açınlama... Ada öykülerini bir çırpıda yazdım, sondan başa doğru sıralandılar. Diğer öyküler zaman içinde dile gelmiş olsa gerek. Kimileri kendisi için yazdığını söyler, kimileri için okur dilden düşmez bir aşk öyküsüdür; Hiçkimse, diyesim 'Odysseus' için yazdığımı söylesem bilmem ne derler, 1001 Gece Masalları bile öyledir gerçeklikte...
Yaşam sevinci okuyanın üzerine olsun. Hayy-u la yemut, ölmeyene aşk olsun!..

29 Ocak 2018 Pazartesi

BASİL


Tih çölü nerede bilen var mı, bezirganbaşını da, kedi gülü gibisin, boşluğa sevdalanma, çünkü yakında kötülük salt ruhani bir kavram olacakmış, ölenle ölünmez teyze, babam obstrüksiyoncuydu, işleri iyi gitmiyor, bir gün okunmuş kağıtlardan muska yaptılar ve dediler ki, git şunu deli dereye at gel, o günden beri işleri düzeldi, berekete doydu valla...
Bak ara ver burda, yaltırık Osman, bir şey diyeyim sana, kulağının sesini kıs, belki duyamazsın, gelir dağılımı kadar, beyin dağılımı da sorun, dinle, balıkların karalara deniz dediğini biliyor musun, bir şey daha, güzellik erişim olanağı sunmadığı için kötülük yayar, bir şey daha, içinizde baba mesleği kral olan kaldı mı, et değil ceset yiyor insanlık ha, komşumu geçen gün köşede kıstırıp Sırp sındısıyla öldürmek istedim
ama bir düşünce bu...
sakatlar tanrının özel yaratıklarıdır, termik kirlilik de bir şey mi, kirlilik kutsanacak yakında, paratorizmin patronajlığında iş ara, hiç bir şey yapmazsan zaman uçup gidiyor da...
valla Augustinus gibiyim, iyisin dediğinde kötüyüm, kötüsün dediğinde iyiyim, ha bir şey daha, piramitlerin biçimi, işçilerin ilk çağda bile çalışmaktan nefret ettiğini göstermiyor mu, para parasızlığın verdiği mutsuzluğu giderirmiş yalnızca, tepelerinden birine çık Roma'nın, oradan bak Roma'ya, savaş öldürdüğümüz keçilerin bizlerden öç alması olmasın, geçen gün yerde yürüyordu bir keçi, havada uçan yarasaya, aaa bir melek dedi, baksana tanrı komitrajik biri, sara nöbetiyle orgazmı birbirine karıştırmış, keder ve neşeye bulayarak, bizi de hiç iplemediğini göstermiş janım, meni mürver çiçeği, manolya böbrek suyu gibi kokuyor, bak Aguenon koyunda güneş batıyor, ayın bahçesinde güller açıyor, hepsi tepsi büyüklüğünde, fesleğenler çalı gibi, cadı fındıkları kavak kadar, körlük yaşayan ölülüktür diyor varoluşçu beyzade, balıkçıllar gökte S biçiminde uçar, sonsuzluk anlamına gelirmiş bu, kutsal kitabı metroda okuyamayışımız inananların sayısını azaltıyormuş, ejderhanın kanında yıkanarak ölümsüz ol, unutma yetisine sahip olanlar ölümsüzmüş ama, eee dağ kırlangıcı yere düşerse bir daha havalanamaz, sandal ağacı kendini kesen baltayı kokuya boğar, bilgisayar ayna televizyon dünyadır yani...
ama bir düşünce bu...
varyete dansözü Gabor'un üvey evladı değil miydi o, herkes gibi toprak işler, un öğütür, tavuk öldürürdü, kör mezarlık bu mu, güneşin köz gibi parlayanı nerede, Macar kralıyım deyip kundura tamircisi olan, Yahudi düşmanlığının nedeni şuymuş, çoğunluk azınlığın oldum olası düşmanıymış, suçtan suç çıkarma uygarlığında yaşıyormuşuz hazret, Judas İsa'yı ispiyon etmiş, İsa çarmıha gerilmiş ve her ikisi de suçluymuş o günün berinde, oysa birinin suçlu olması yetmeliydi, biri hain Judas, diğeri baş kaldıran İsa değil mi onların, ah inantılara göre Yahudiler Arap Hıristiyanlardır gözümüzde, ayırtmaçlar iyi midir ki...
Samoyedler geldiğinde, beynim beyaz kanatlı bir kuş gibiydi, bir vulva vadisinin içinde penis ormanı sanki
amcam Tebernuş dedi ki, insanlık tarihinde devrim için kan dökenler, bir önceki devrimin kahramanlarını öldürenlerdir, ölüm meleği onlarında kapısını çalacak, gırtlağının tadına bakacaklar bir gün, yamyamlığın kardeşliği diyebiliriz miyiz buna, çıra meşaleye, meşale, avizeye, avize lede, led fotona, foton nötrona döndü diye kim kimi öldürüyor yahu...
ama bir düşünce bu...
ben şunu söyleyecektim gerçekte sana
''Otuz yıldır her sabah işe koyulmadan önce angaryaya boyun eğip, masamın üstünde beni bekleyen onca gazeteyi açarım, sütunlara bir bir bakarım, pespaye şeyler, onur kırıcı meseleler, fütursuzca iftiralar, aşağılık vakalar, cinnet ve cinayetler, bir ilaç gibi yutarım onları ve gün boyu düşünürüm, ben bütün bu utanç verici olayların sentezinden ibaret bir hayvan olmayayım, bu düşüncelerle günümün geçtiğini kimseler bilmiyor ama...
ben, Emile Zola!..''

19 Ocak 2018 Cuma

BİLGİ KÖLELİĞİ -Çağımızın Yeni Trendi-




Emeğin köleliği, kol işçiliği ve proletarya çağları kapandı. Çağımız artık -düşünce köleliği çağı-, diğer bir deyimle; -bilgi proletaryaları- çağındayız. Örneğin kimse Afganistan'a gitmek istemiyor, her tür sivil toplum kuruluşları orayı can güvenliğinin olmadığı, özgürlükten yoksun bir dünya, bir cehennem gibi tanımlıyor. Norveç halkı oraya gitmem diyor, bütün modern kitleler aynı görüşte, oysa Norveç kürk üretiminde dünyanın belki de birincisi, hayvan sever görünümlü bir zombi işletmecisi bu Polyanna ülkesi, bir silah üreticisi ve tüm dünya biliyor ki -bilmezlikten gelerek-, Norveçgiller, refahını daima Afganistangillere borçlu...


Çağımız artık -düşünce köleleri çağı- ve -bilgi proletaryası çağı-, her tür bilişim, sınai ve silah üretimiyle barbarlığı körükleyen kuzeyliler, doğanın ve primitif yaşamın uzantısı güneylileri, iç savaşla, özgürlük ve barış yaygarasıyla,  hakkaniyetten uzak görüşlerini savunan light, liberal, yüzeyde yüzer, yeşil kuşakçıların, bildik görüşlerini savunan, azılı işbirlikçilerin  gözaltına alınmasını, düşünce düşmanlığı niteleyerek, insanlığın tüm bir çağını ipotek altına alıyor ve kendi bekasına iman eden sivil ya da militer birlikler kurarak, ekonarsist, ben merkezci sermaye öbekleriyle, kartel ve tröstlerin cehennemi metropolleriyle, manipüle bir dünya misyonerliğini yaratıyor. Sıradan dünyalılar, niceliğin katları, ucuz bir romanın sayfaları ve azrailin yedekte beklettiği  'homohome' (kafes insanları) silolarıdır artık günümüzde...


Bütün bunlar, sömürü ve eşitsizliğin gönüllü kardeşliği anlamına geliyor. Az gelişmişlerden ne kadar çok kitleyi, bu kategoryen üst bakışın içine çeker, bilgi yağmuruna bulayıp boğarak, düşünce yapılarının omurgasını, genlerine dek sızarak, işler biçimde, acımasızca değiştirirseniz, dünyanın istediğiniz biçimde dönmesi işten bile değil artık. Barış, kardeşlik ve eşitlik adına sadistik bir sömürü, şiddet ve emperyal bir egemenlik uygarlığıdır artık yeryüzü...


Az gelişmişler daima terörle iç içe ve asıl şaşılacak şey teröre destek veren dünyalılar konumunda, oysa onlar Filistin'de sapanla savaşıyor,  sözde silahları belki de yalnızca çığlıkları, ölümü ve acıyı kutsamaktan başka bir şeye yaramayan -arabesk- şarkıları, ağıtları ve işte silahları gökyüzünü parçalayan bir haykırış ve şehadetleridir  yalnızca onların...


Güçlüler ve emperyaller silah satarak özgürlük pazarlıyor, anarkokapitalizm tanrısını böyle yaratıyor, o özgürlükçü, sevecen ve yoksullara el uzatıyor daima, silahla, terörle, ölümle...


Güçlüler oralara ayak basıyor, oyuncak dağıtıyor, şeker çuvalları yığıyor, topraklar ve yeraltı suları, madenler yağmalanıyor ve tarihi, geçmişi ve geleceği sömürülüyor zayıfın...


Zayıfın ne nükleer silahı var, ne balistik bir ateşsavarı!..


Kitleler ya sessizlik içinde ya da sürülerin anarşizan-kakofonik kalabalığında, seçilmiş bir kurban olmaklığın hazzı içinde!..


Kendi ülkesinden kaçan, sürgün olan yığınlar, cennet sinemasının sanal toprakları batıya sığınıyor umarsızca, onun gerçeklikte barbarlığın ve vahşetin uzaktan kumanda ofisleri, yönetim masaları, komuta merkezleri olduğunun bilincinde bile değil,  özgürlüğü ve refahı bulduğu sanısıyla, bir ütopyaya sığındığını sanıyor, oysa sanal ve aldatıcı bir düzen bu, çünkü gelişmişler, gelişmemişleri bir denek ve bir laboratuvar canlısı gibi görüyorlar öteden beri, sınıfsal katmanlar mavi kan ve tapınılan beyaz teni yarattı biliyorlar ve ötekiler nerede olursa olsun sömürülerek bir illüzyon içinde, bir kobay, Pavlov'un bir deneği gibi yaşayıp gideceklerinin bilincinde bile değiller ya da yazgılarının kahramanı olmak yapabilecekleri en iyi şey belki de, acınasıda olsa bir rolü var şu hengamede, avunmak az şey mi, ne yazık ki...


Güzelliğin en estet biçimi, güçlüden yana olmanın verdiği tatlı huzur ve huşu içinde damarlara nüfuz eden görkem duygusudur belki de: Tanrı katında özünü kandırmanın aşağılık bir yöntemi bu ve derinde sadomazohistik bir trajedi!..


Onların tek avuncası, gösterişli sarı peruklar arasında, siyah peruklarıyla dolaşmalarına izin verilmesi, aykırılığın cinnetini; sanal bir cennete dönüştürmekte ustadır egemenler nasıl olsa... Ne ki program önceden hazırlanmış ve tüm detaylarıyla işleme konmuş ve korkunç bir Frank/şeytanlıkla sürüp gidiyordur, denek bunu bilmiyor, bilse bile ağlar, o denli sarıp sarmalıyor ki artık onu, gönüllü bir fareciktir artık o. Artıklarla, retrolarla beslenerek ömür tüketse bile, bir kredi kartına sahip olması onu mutlu etmeye yetebilir hem de çılgınca, her şeye ulaşmanın yolu o, sanalite bir şey ama ulaşılabilirlik önemli, varsayımlar dünyasında... Sen batılısın işte hominid, bundan büyük mutluluk var mı ki!..


Primat sürüleriyle dolu bir dünyada yaşıyoruz biz, hepimiz. Sömürü ve vahşet, barış çığırtkanlığından besleniyor, sınıflar kardeşlik söylevlerinden, kategoriler, katmanlar ve görünmez kaleler, denizel kovuklar, silah ve terörle güçleniyor görüyor musunuz...


Suçlu kim, suçlu kim, suçlu kim...


Yoksullar, güçsüzler ve silahsızlar!..


Ne yazık ki...


Bilgi soyut bir kavram, günümüzde bilgi ve enformasyon, vahşetin ideolojisine de dönüşebilir, cennetin yol göstericisi de olabilir. İnsan kendi soyuna yönelik iki yüzlülüğü bırakmadıkça, kıyamet-apocalypse gerçek olacaktır, dinsel bir söylem değil.


Belki de insanlık bir kıyamet provası yaşadı ve genlerinden süzülen kriptolarla yaşamakta ve haklı olarak uyuyup, uydurarak beklemektedir kıyameti. Bilinmeyen gerçeklik; belki de gerçekten gerçekliktir artık!..


Dünyamızda emek köleliği çağları kapandı, bilek ve pazu arasındaki vodvil bitti, düşünce köleliği çağındayız; bilgi proletaryası çağı ve esaret, kölelik, bilginin esareti ve bilginin köleliğidir artık.


Pavlov'un kobayları, bilginin yeryüzüne yayılmış Kunta Kinteleridir günümüzde...


Nükleer silahların imhasından söz edemeyen büyük insanlık, Afganistan dağlarında arayabiliyor özgürlüğü, ne büyük bir gaflet, ne fantastik bir ekspresyonizm!.. Homosapiens dediğimizin, en gelişmiş varlığın ulaştığı; düşünce kırıntısı adına kavuştuğu nokta, bu olsa gerek.


Dünyanın bu düşünce yapısını değiştirmesi, uygarlığın kendini yenilemesi, bir yeniden doğuşla, her şeyin değişmesi gerekir. Çünkü onlar, vahşetin simsarları ve 'akıl oyunları'nın baş tacı modern krallarımız, dukalarımız ve de tanrılarımızdır ne yazık ki... Dünya hiç olmadığı kadar bir matriks oyununun içine sürüklendi çağımızda, modernlik cehennemin adı oldu, bugün beynimiz kanatlı bir kukla ve bir kumanda merkezidir yalnızca, düşüncenin evi değil. Oysa özgürce düşünebildiğimiz gün, -eARTh- tanrının bir sanat perisi gibi işlediği bu dünyamıza, barış gerçekten gelebilecektir, ama bizler başlangıçtan beri köleyiz ve Afgangiller değil Norveçgillerdir problem ne yazık ki...


Tanrılarımızın yarattığı Katmandu işte bu!..


Maymundan ve su aygırından daha ilerdeyiz, onlardan çok daha iyi düşünebiliyoruz diye övünen bir yaratığın, düşünce sistemine hayran olunamayacağı, gıpta edilip, imrenilemeyeceği, büyülerle, tazılarla ve uçan oklarla bir yere ulaşılamayacağı açıktır. Böylesi bir yaratığın geleceği için öngörülerde bulunmak, o denli zor olmasa gerek, biz bir yanılsama ve yadsıma içindeyiz. Kendimizi yüceltiyoruz ama bu bir yanılsama, gelecek adına toplumsal gerçelliği ve yaslandığımız tanrısal öngörüleri eleştiremiyoruz; bu bir yadsıma!..


Düşünmeyi öğrenebildiğimiz gün kurtulacağız, yeni bir dünya, ancak düşünebilmekle özdeş bir varsayımdır ne yazık ki, yeni bir özgürlük ve o sonsuz barışla.


Ölümsüzlük işte bu...


Kendi varlığına düşman, ikincil bir varlığın yaratılmadığına inanıyorum evrende, tanrının pişman olabileceğine, hatta kusuru kendinde arayabileceğine de inanıyorum ama bu onu bize benzetiyor ve onu seviyor ve dahası tapıyoruz  doğallıkla, bu denli vahşi ikinci bir yaratığa gerek duymadığı için, her şeyi bize layık gördüğü ve...


Biricik olduğumuz için!..



***



ANOMALİ

Geçmiş çağlarda din ve bilim ayrılığı yoktu, laisizme gerek duyulmuyordu, okul demek medrese ve rahip okulları anlamına geliyordu, galile katıksız bir din adamıdır ve skolastik eğitime baş kaldırmıştır, hatta dünyanın döndüğünü ileri süren de galile değildir, dünyanın yuvarlaklığı ve döndüğü biliniyordu ama resmi ideoloji ki -hala bu sorunlar sürer-, bu görüşlerin egemen görüş haline gelmesine karşıydı, tek seslilik galile ile bitti. fransız devrimiyle laisizm ve cumhuriyet anlayışı ortaya çıktı ve din ve bilim ayrı birer kategori haline geldi. bugün din adamının yeri ilahiyat, artık onların tanrı parçacığını keşfetme olanağı yok, çünkü bilim üstleniyor bu işi ve bilim bazen geçmişin dini gibi egemen görüş tutuculuğuna soyunabiliyor, örneğin abd ayın karanlık yüzüne yapılacak bir keşif uçuşunu rafa kaldırdı, bu bir tutuculuk, gerekçesi ne olursa olsun, üniversite kürsüsünden eşcinsel bir profu atabiliyor senato veya mütevelli heyeti, bu da bilimin karanlık yüzü, ama engizisyon yok artık, göreceli bir ilerleme var, Einstein atom bombasının yolunu açtı ve kıyamet söylenini meşrulaştırarak koyu dindar bir kalpazanlığa soyunabileceğini gösterdi, şaka bir yana bilim bir soyutlamadır, özgürlük engizisyon ve din baskısının sonunu getirmiştir diyemeyiz, insanlık bugün engizisyon döneminden daha vahşidir anlayan ve düşünebilen için, insanlığın kurtuluşu laisizm ve dine yönelme ile olamaz, yeni bir uygarlık anlayışını ortaya koyabilmemiz gerekir, atom bombasının gücü güneşin kinin milyonda biri bile değil, biz yeni bir şey bulmuyoruz var olanı keşfeden bir -homohome- türüyüz bugün ve kendimizi yok etme gücünün önüne ne laisizm geçebilir ne tanrılarımız ne de annelerimiz. Yeni bir düşünce ve uygarlık sistemine gerek duyan canlılarız biz. Onu başaramadıkça dinin buyurduğu kıyamet kaçınılmaz ve laisizme bel bağlayanların da bir Bremen mızıkacısı olmaktan öteye geçemeyeceği kesin.Örneğin bugün laiklerin önemli bir bölümü, kesif dindarlara taş çıkartan tavırlar gösterebiliyor, gözlemleyin anlarsınız, çünkü geçmişten ve 'ben ötesi' genlerinden gelen bir inanç mozaiği esir almış onları, ruhumuzun karanlık odalarında akıl almaz ritüeller saklı, onlarla iç içeyiz ve bazende boğuşmaktayız biz ne yazık ki. Gerçek bir uygarlıkta bu tür ayrımlara gerek dahi duyulmaz, üzücü belki de ama insan kendine güvenme noktasında gelişmemiş bir hayvan türü, bir canlı düşünün laik karıncalar, dindar karıncalar diye ikiye ayrılacak ve birbirini ve her türlü türevlerine karşı ölüm (katliam/soykırım) yıl dönümlerini bayram ilan edecek. Tanrımız kusurlu, peygamberlerimiz umarsız, bilim dünyamız ise çaresiz bu nokta da, çözümse, genlerimizdeki şiddet duygusundan arınmak, yaşama hakkının ebediyetine sevdalı olmak bu yolda primitif canlılar gibi birbirini öldürerek, çareyi cennet ve cehennemde hesaplaşmaya götürmek aczinden ve bu vahşetin hedonizminden uzaklaşarak -tanrıinsan- kavramına geçiş yapabilmektir. Yoksa geçmişin diğer türleri gibi insan türü de kolaylıkla yok olacak ve evren sonsuz sessizliğinde bu hatalı deneyinden ders alarak bir yenisini üretmek için -zamanı- kollayacaktır. Dünkü gazetede İngiliz kraliyetinin şempanze eti yediğini, gerekçesininde en pahalı et olup, şeceresi kayıtlı zadegan türünün bu tür ayrıcalıklara hevesli bir canlı olduğunu ileri sürüyordu, düşünün bu canlı türü sakınmasızca kanibalizme yönelemez mi, çünkü geçmişte kanıtları var bunun, alın size kamil dediğiniz mahlukun, ayrıcalık adı altında geldiği nokta... Bizi ayetler değil, bilim değil, düşünmeyi öğrenmek ve bunu gerçek anlamda kozmik ve tanrısal bir noktaya taşıyabilmek kurtaracaktır. Kozmik özümseme!.. Teori ve pratik arasındaki sırat köprüsünü geçebilme yeteneğinden yoksun mahluklarız biz hali hazırda!.. Düşünün yüzyılların akışında hala din ya da bilim ekseninde var oluşunu arayabiliyor insanlık, üçüncü bir yol bile bulamamış daha, yollar belki de sonsuz halbuki, şimdi soruyorum, bu canlı türünün düşünebildiğinden söz edebilir miyiz, yoksa henüz emekliyor mu diyeceğiz, yoksa hiç bir umut taşımadan yaşama mı küseceğiz, yoksa yollar sonsuz evet diye gülümseyecek miyiz... Deliller tablonun kara bir noktadan ibaret sayılması gerektiğini gösteriyor, yanılmış sayılabilmemiz için, en kutsal gerekçemiz bu olsun!.. Yaşama sevinci diye adlandırabileceğimiz 'aşk' gerçekten vardır belki de!.. Tanrılarımız da, insanda, diğer tüm canlılar ve evrenin varoluş envanteri de kesinlikle acemice bir deneyin ürünü, insanın tek avantajı bunun farkında olabilecek emareler göstermesi, ama paradokslar sonsuz ve peşimizi bırakmıyor, evren alevden bir tekne, insan birbirini yemesinde ne yapsın, tanrı ipin ucunu kaçırdım diyebilir pekala ama tüm yadsımacılar da şunu diyecektir haklılıkla, ne haliniz varsa görün, ama insani söylemden bir adım ileri gidemiyoruz gene de, ikide bir tanrı deyip duruyoruz, çünkü hiç bir şey bilmiyoruz ve korku sığınaklar üretiyor, kendinden ve her şeyden korkan bir yaratık bu, gerçeği korkularının ürünü olan bir yaratık da anomaliden başka bir şey olamaz, evrende anomali ama, öyleyse umut var, eksiyle eksinin çarpımının artı olduğunu keşfedebilmiş bir yaratıkla karşı karşıyayız, insanın erişebildiği tek gerçek budur belki de, ölüm yaşamı besleyecektir demeye benziyor, ama bu formül ilkel ve hepimizi perişan ediyor, biz salt ölüm değil, yaşamaktan da ıstırap duyabilen yaratıklarız, bu gerçeği ve bizleri yıldıran, diğer tüm paradoksları, ortadan kaldırabilecek ikinci gerçeği bulabilir, yaratabilirse insan, sonsuz boşluğun bir anlam kazanması yolunda adım atabilen tek yaratık unvanını alabilir, tanrı, din ve bilim üçgeni de geçmişin anıları arasında kozmik müzedeki baş köşede yerini alacaktır!.. Düşüncenin hazzı buna el veriyordur belki de!.. Çünkü insan gerçekte bedeninden değil, ruhundan -düşünsel yapısından- ıstırap duyan bir varlıktır.