10 Mart 2010 Çarşamba

KESİRKREP

 














KESİRKREP

Yüz yıl önce Lübnanlı İsevi kendini Suriyeli görmeye, Suriyeli Mekke'de kral bulmaya, kutsal toprak Yahudisi Filistinliyim demeye hazırdı. Büyükbabam Botros'ta bir Osmanlıydı. Tren, karanlık tarafından yolu kesilmiş gibi durdu. İşte o anda Turfanlı bir Türk buhar oldu. Ortaparmak, tanrıparmağından kayar ve onun avuçla birleştiği yere-tümseğe hızla çarpar, parmağı şaklatırken çıkan ses, o anda çıkar. Kuzenim Köknar'la, Persî atlara bindim, Agra'da Babür İmparatorluğuna gittim. Mekanik tarım yapılıyordu. Yirmi üç bin yılında, Ejderha'dan Tuban yıldızını geçtim. Yıldız çapulcusu idik, troykayla gidiyorduk, yanımdaki Hannoverliye, sürücü bir an dönüp “Çok benziyorsunuz, kardeş misiniz?” dedi; “Hangimiz, ötekine daha çok benziyor?” dedim, güldü. Yüzü Venüs çarığıydı. Afrika'da yaşamış parazitin Londra'da, Fleming'in penisilini buluşuna, Sarayburnu çamlarında öten böceğin, Selim'in, Nigâr yerine Suzidilâra'yı keşfine, inanın yardımı olmuştu.

Hâkem, gökyüzünün koyu mavi bir testiden süzüldüğünü ileri sürdü. Cam binaların doruğu saç biçimindeydi, elleri bağlı ışıkların içinde periler ve çöl sıcağında krizantem koklayan bedeviler vardı; gotik tavanlı bir odada kadril dansı yapıyorlardı. Onları işlevlerinin başında gördüm; yolculuktan bitkin dönerler ve ölümlerine yol açan basamaksız bir merdivenden söz ederler. Evren, bağışlanmış soylu rafları, giz yüklü ciltleri, uçsuz bucaksız bölmeleri ve oturgan kütüphaneciye sunduğu tuvaletleriyle ancak bir tanrının elinden çıkmış olabilir. Arı kaplanları, tanrının tüyleri ve post açı böyle buyurdu demek. Meğer La Regence Kahvesi'ndeki Voltaire, Louvre'da oturan Prusya kralı Frederik'le uşaklar sayesinde satranç oynarmış! Ve onlar biyoenerjilerinin sömürülmesi için küvözlerde büyüyen hayvansal bitkilerdi. Biz matrikste yaşıyoruz, simülasyon programımızı yapan siberzekâ kim ve nerede! Et ve metalin sembiyozu, oluşan sosyal entropi, her şey ve herkes sahte. İnsanmakina ve makinainsan hibridleri, çiftliklerde Habil üreticiliği yapıyor ve düşler tanrısı Morpheus'a taparcasına tapıyor.

Gezegende kopyasının kopyası insanlar yaşıyor. İsa, kırmızı taş üzerinde. Ayın bölünerek Mekke'deki evlere pay edildiğini ve sonra toplanarak kendi evine girdiğini gören, bunu kime anlatıyor... Ki onlar, peygamber asasını gönderen Habeş Necâşisi gibi nükleer silahlara tapıyordur. Ve inanın ki, öteki tanrıların arkasına gizlenen, sonsuz ve maskesiz tanrıyı o anda gördüm. Kanatlı arabasıyla göğe yükselen, Keykâvus gibi alımlıydı. Yıl 1795, Eli Whitney, Amerikan İç Savaşı'nın çıkmasına neden olacak çırçır makinasını buldu. Ve o güldü, kızdı, güneş kuşuyla, Venüs atlasını ve betimlenen manzarayı görsünler diye çamurdan doğanı ortaya sürdü. Yaratılansa anda onu düşledi ve manzarayı pay etti... Gözünde İngiliz peyzajı, Malaya gemisine şimdi bindi Vahdettin. Uskurluyla, maltızlar arasında Malta'ya gittim. Telomerinin uzunluğu kadar konuşacaksın azizim; İ o a, a o i, sanki soğuk şiirsin... Ama Godot'yu Beklerken, Lord Dunsany'nin, The Glittering Gate adlı oyunundan esinlenmedir. Bu oyunda, kapısında cennetin çeyizlenmesini bekleyen iki serseri vardır. Beckett, soluk alıp vermekle biten, üç saniyelik bir oyun daha yazmıştır.

Hayvanlar, ahırın tavanındaki mavi delikten süzülen, solgun, sünük ışıltıda gözlerini kırpıştıran, ağızları sıkıldıkça samanları dişleyen ve uykularında samanyolunu düşleyen umursuz canlılardır! Horasan tazısıyla, Pers diyarından gelmiş bir satraba pars saldırdı diyorlar, satrap onu yakalamış ve beslemiş. Vaka siyah güller kenti Halfeti'deymiş, Eftalit Birliği olayı görmeye gelmiş, kehribardaki amnion sıvısında, Ankol sığırıyla çelikten yağmur, silisyum karıyla argon buzulu, sodyum fırtınasıyla nitrojen bulutları varmış... Katullus çeşmesinde, kanıyla abdeste duran Haydar ve kozmosta, uzak bir yıldızda, kaplanlar, kunduzlar birbirine kükrer, şakalaşırlarmış. Führer girmiş araya, Japonya'daki altın madenlerini ele geçirmek için savaşmayız, Japonya'daki altın madenlerini ele geçirdi desinler diye savaşırız, demiş. İstanbulluların zürafaya deve-leopar dediği, Busbecg'in anılarında geçermiş. Atasal örneklemle, burçak demetlerinde, eski Avrupanın bengi özeği Roma parıldar. Demek ki, kırlangıç otları, mineşşeytanirracim, postmodern kinizm de var... Suyu kırıştıran gemiler ve tecim tanrıları, bir İranlının hançerlediği Hölderlin'le, Hitit yayı ve Karluklar bir arada, Hint kökenli ticaret tanrısı, servetengiz katır Mullo'ya giderler, Afrika kökenli doğurgan tanrıça Tule, bitki tohumlarını taşıyan örümcek olarak kervana katılır, Mısır tanrıçası ve çocuk doğuranlara yardım eden kurbağa Heket gelir, Kıpti tanrıça Bat, bereketi simgeleyen bir inek ki bolca süt verir. Şu dağa bak; hiç kıpırdıyor mu sevgilim... Uyumlu keman sonoritesi, yaratıcı arpejler, okları ve yaylarıyla pek bir anlama bürünmeyen tüylü postlardan oluşan bir dünyadır bu Marilyn!.. Hera'nın sütü gibi aydınlık ova. Mandaların çektiği bir kağnı, Cebrail sularında gölgeler, Ars Archanum Archanorum Omnium derler. Genç kadın kendini çıplak kolla manastıra almayan rahibe, “Ne o yoksa tanrı kendi yarattığı kolları beğenmez mi oldu?” diye söylenmeler, ırmağın süzülüşüyle, utangaç söğütlerin altında, Emevi elması yerler. Çavdar mahmuzu, Delaware ırmağı, kısrak gözü bakışlar, Tatar ceylanı gibi, kanbuğusunun içinde ışıldayan köpük, kopmuş el. Dandenong yolundaki feci kazada iki ölü, bir bayanın kuyruğu kopmuş, bir de kolu. Kanguru ve balinaların anılardaki yolu... Uzaydan dünya üzerine bir kitap sarkıtılsa, kopan çığlık, hepimizin çığlığıdır derdim. Kulağı lir tellerinde oyalanan benekli kedim. Çöl dikeniyle ağlaşan, Keats'in bülbülünde atıyor kalbim.

Sen gölgelerin üzerinden atlayamazsın ama, şair ölümün üzerinden atlar, sen bilinçsiz olunacak yerde bilinçli; bilinçli olunacak yerde bilinçsiz olansın. Sen her şey gibi eni sonu estete dayanansın, sen bakışını ölümden alansın, sen us dışına kayıp, anlamadığından heyecan duyansın. Sen yaşamla başedemeyen, kolayca okuduğunu kolayca yazamayan, güzellikteki töz gibi gerçeklikten kaçansın. Tanrı amacını şiirde bulur, sen sonsuzlukla yoğrulan ve yeryüzünün varlığını ölerek kanıtlayansın, sen Atina'da böcekler gibi yaşayıp, hiçlikte yok olansın. Sen şairlerin Roma'sındansın. Sen demiurgossun. Soyutu somut, somutu soyut yapansın. Ne kadar yaklaşırsan o kadar yakansın sen. Şiir, şeriat ve arş aynı kökten, ey Karpatlar şahini, geçmişler boyu arlanıp utanmadan, anlamlara anlam katansın sen. Ey kaos, bir an için dur; sonsuz+1 gerçek midir, ki gerçektir ve ağzımız diş evidir; öyleyse sonsuz yoktur! Sen, Tschuang-Tsu'nun içinde uçtuğu bir bahçe, bizzat kendisinin olduğu sarı ve hareketli bir üçgen görüp görmediğini asla öğrenemeden, öylece ölmeyi seçip, öylece de sönüp gideceksin sen!..

Askerlerinin ayaklarını Hint Okyanusu'nda yıkamak istedi İskender. Komşum, Hırsız Saksağan Uvertürü'nü dinler, ağaçlarla alay eder ve sıkça parmaklarını sayar tanrım, Eltâk kapısından gir, Abuzer tahta semerli bir devenin üstünde, Yesrib'e varmadan yolda ölmese; bergamodi mor, galibarda sarımsıdır... Atamız Ksenephon, yağmur atmacasıyla, kedi ve Montherland'ın Pasiphae'sindeki üç kişi, hep birlikte şöyle söyler: Düşünce ve ahlakın olmazlığı hayvanları, bitkileri ve suları bizden daha soylu kılmıyor mu... Ve aşırı içtenliğin küçültücü alçaklığı, duyumsanır yapaylığın tiksindiriciliği gerçek midir... Gerçek; nesneyle, us arasındaki uyum mu, Keyhüsrev'in, Babil'de ki Kunaksa savaşında büyük kardeşi Ardeşir II'ye yenilmesiyle çocukları ortada kalır mı... Vladivostok, Neptün'e bağlı köy müdür... Beethoven'in çekiçli piyano sonatında, dizanteri yeşiliyle... Basübadelmevt; ey bakılışı güzel, gerisini sen söyle!.. Notaların do, re, mi gibi adlarla önerilmesini öne süren ilk kişi onuncu yüzyılda yaşamış bir Milanolu keşiş olan Guido d'Arrezo'ydu. Bu adları da bir ilâhinin her bir satırının ilk hecesinden almış. "UT queant laxis, REsonare fibris, MIra gestorum, FAmuli tuorum, SOLve poluti, LAbii reatum, Soncte Iohannes. UT yerine bugün kullanılan DO, sonradan Giovanni Bononcini tarafından eklenmiş. Gereksiz Bilgiler Ansiklopedisi'nden derlenmiş. Elektral kompleksler, Londra kışa Rus manzaralarıyla giriyor, insan yaşamak istediği şey için ölür, cennette saf güzellikten başka bir şey olmadığı için insan güzellik kavramını algılayamayacağını bilir!.. Ney, nayistan kamışlık demek... Cahiliye döneminin Muallaka şairlerinden biri olan Kaab bin Zuheyr, Allah resulünün affına mazhar olup onu övdüğü "Banet Suad" kasidesini okuduğunda, peygamber bürdesini çıkarıp Kaab'a vermiş. Aliye Berger'in Giritli olan annesi ölü kelebekleri perdelere dikermiş. İsa'nın babasının, gökyüzünü temizlesinler diye gönderdiği kuyruklu yıldızlara, insanlar Havari Süpürgesi dermiş. Budha buyurur ki, geçmiş ve gelecek yoktur, sonsuz bir şimdiki zaman var. "Bütün günahlar kusurlar senin diyorsun / Bunca kandan, gözyaşından alınmıyorsun / İnsanı sen yaratmadın mı ey güzel tanrım / Eh o zaman benim kadar, sen de kusurlusun." Umberto Eco, üç tür bellek var diyor, biri organik bellek ki bu et ve kandan oluşur, insan beynidir. İkincisi mineral bellek olup, eski çağlardan beri kil ve taş tabletler ile günümüzde elektronik belleği taşıyan silikon bu sınıfa girer. Üçüncüsü de bitkisel bellektir, bu da bir zamanlar papirüste görülürdü, şimdiyse kâğıtta saklanır. Gümüş Selçuk parasının üstündeki aslan anırır, hortlaksı ağaç kökleri, İskender annesinin mektubunu sessizce okur, askerler dehşete kapılır, okuma o zamanlar sesli yapılır. Korku ve şaşkınlıkları bundan.

Diderot'nun karısının depresyonu atlatması kitap okuduğundan. Kaç kere söylenirse de belki umar var. İstanbul "eis ten poli" den geliyor, şehir içi, iç şehir demek. Samuel Clemens, Mark Twain'miş, Farsça sam (ateş) ve enderun (içinde) sözcüklerindendir semender. Uyak olsun, İskender babasının düşünü gerçekleştiren demekmiş! Kuşşara kralı Anitta'nın laneti "Şehri geceleyin yaptığım saldırı ile aldım. Yerine yaban otu ektim. Benden sonra her kim kral olur ve Hattuş'u yeniden bayındır ederse gökyüzünün, fırtına tanrısının laneti üzerinde olsun." Barış mı; bir manolya şarkı söyler kendi kendine... Ağla, ağla Selene. Bir gözlemci karadeliğin yuttuğu bir tonluk kütlenin kurşun levhalardan mı, kuş tüylerinden mi, yoksa bir uzay aracından mı olduğunu bilemez. Öklidyen yol integrali, Cervantes, Don Kişot'u İnebahtı dönüşü Dalmaçya kıyılarındaki Curzola Adası'nda yazdı. Abd Yeğuş El Harşi, atlı şairlerdendi, at üstünde öldü. Şiirlerde yalın gerçeğin, mistifize edilerek anlakta sorgu pencerelerine dönüşmesi, soyutlamaların ipek örtüler ve gizemle ruhanileşerek, bireyin arayışı, mutsuzluk ve umutsuzluğun; uyumsuzluğa varan kapsantılara bürünmesi; sinik bir imge anlayışından dolayı yadırganan, anlam ötesi diye nitelenebilecek yapıtlar, şiirselliği düşüncenin buğulu yerlemlerinde ararken, anlamsızlığa, hiçlemeye varmalar, öyküleme öremli, düzyazınsal betimler, monolog ve diyaloglar... Zamanımızın umutsuzluğuna en iyi tanıklık eden şiiridir diye yazılması, bütün aydın insanlar için bir uyarı sayılmalı, kalabalıkların ölgünleşmesi ve yergisel bir erdişiliğin acı alaylara konu olması da metafizik şairler için dramatik bir lirizm gibi kabul görmelidir... Hapsikord, piyanonun atası imiş, mış, muş. Siirt, Bingöl. "Aqui, se queda la clara / la enteranable transparencia / de tu querida presencia / Comandante Che Guevara..." Sartre olmak Sartre olmayanları okumaktan geçermiş. Denizben hep aynı şarkıyı söyler, Hektor Kültigin. Su teresi yiyin. Diri cesetler. Mardin Madrid arası kırmızı geveze, Bitinya kralı, Belh emiri, mavi dağ kedisi gibi, naif bir soyutluk var evde. Elektrik yükü taşımayan nötron, cinsiyet değiştirerek, pozitif elektrik yüklü protona, küçük bir bölümü de bir elektrona ve bir elektron antinötrinosuna dönüşüyorlar. Mukata'da toprağa verildi Arafat. Fakat, Mısır soyundan, yağmacı Sostrat ordusu erlerinin burunları öyle uzundu ki, suya ağızlarından önce burunları değerdi, ölüm tanrısı Menat ve eşleri kavga edenin ayırıcı sözleri amcam Musa, babam Aaron diyen güvenilir unvanlı Zobat'tı. Gözleri görmeyen karanlığı bilemez der. Avernus (kuşsuz) çıldıran bir elma ağacı, Schoppenhauer; sahip olduklarımız bizi mutlu etmeyebilir, ama sahip olamadıklarımız kuşkusuz bizi mutsuz eder. Ahh, gözyaşlarından bir akvaryumun kapağını süslediği, bitki örtülerinden derlenmiş yaprakların sayfalarını oluşturduğu, inek dışkısı, kan, bir dürbün fotoğrafı ve insan derisinin ayrıntılarını içerdiği kalınca bir corpus geleceğin romanı olabilir mi, aşkolsun Kato, gene söyle...

Yokluk o denli büyük bir yer kaplıyor ki, varlık belki de, ondan kalan bir artık, belki de bir birikinti... Elektronik çöp. Asıl yokluk araştırılmalıydı. Zaman kavramı olmadığında, insan insanın tanrısıydı. Helikon dağında oturur Aedon, oğlu Itys'i öldürdü, Zeus onu bir bülbüle çevirdi ve sonrada Itys Itys diye acı acı ötmeye koyuldu. Bir fizik kuramı matematiksel güzelliğe sahip olmalıydı, Paul Dirac amcanız mı, maskenin maskesini çıkaramazsın Chesterton, Sirakuzalı çoban Bourbon'lara kahya durdu!.. Venüs geçişi, derler ki baldıran zehiri hazırlanırken Sokrates flütle, yeni bir ezginin notalarına çalışıyormuş. Lethe ırmağının suyundan içenler yeryüzündeki yaşamlarını unuturlarmış. Leda çok eski totemik bir kuğu, Myrmidon karınca, Arkadia ayı, diyesim kutsal hayvan adlarıydı. Theogonoia, Tanrıların Yaratılışı, Erga kai Hemaria, İşler ve Günler, Hesiodos... Bak şiirin adı İkinci Ders; "Üst kattaki kadın dövülüyor. / Tıp Fakültesi'nin sınıfları / bir bir boşalırken / onun çığlıkları sokağı dolduruyor. / Öğrenciler Rathmines'teki, Ronelagh'daki evlerine, yurtlarına dönüyorlar. / Ortalık süt liman / bir tek / hiç bir anatomi dersinin akıl erdiremeyeceği / o çığlık dışında." Leland Bardwell, İrlanda! Sanma ki, periler de cahildir. Yaşam; annenizin vulvasından çıkıp, tanrının vulvasına girdiğimizdir. Merdivenli sütundaki perimsi yüzlü heykelin yılda bir kez çığlık attığı ve yeryüzü kuşlarının çevresinde dolandığı, Tekfur sarayındaki, tunç ifrit heykelinde ateş saçtığı, kıvılcımdan tutabilen kişinin de genç kaldığı belleğimizdir. Zeyrek'teki Hazreti Yahya kilisesindeki mağaradan her kış "koncoloz" denilen cadıların çıkıp arabalarına binerek şehri kolaçan ettiği de söylenir. Onun tabletik ve levanten bir ruhla gözleri kamaştıran şiiri yabanıllıkta uçarının şiirine belki benzeyebilir.

Psampetik, insanın belleğini tembelleştireceği düşüncesiyle yazının derhal yasaklanmasını buyurdu. Firavundu. Neogotik yaklaşımlar, dekoratif kolonlar caminin içinde fiktif bir strüktür imgesi yaratmakta, diyagonal köşe lentolarının eğrisel konsol öğelerinin desteğini de görebilirsiniz havada!.. Susa'yı ateşe veren Kserkses'de geçip giden zamanı bu kadar gizemli kılan şey der ve ekler, yeryüzünün çatılarına çıkıp bakışlarını Persepolis'e çevirirsen, güneşi bekleyen ufkumuzu görebilirsin. Geçmişi görmekte olanak dahilindedir. O zaman uzam içinde uç bir noktaya doğru uzaklaşıldığında, orada Büyük Basra'nın ötesinde öncenin öncesini ya da sonranın sonrasını görmek hiç de zor olmaz. Standart model teorisi dünyayı, kuark, gluon ve lepton olarak tanımlanan yapıtaşlarından oluşan hareketli bir yapı olarak tanımlıyor. Kuarklar sadece ikili ya da üçlü gruplar halinde bulunuyor ve bünyelerinde gizemli renkler taşıyor. Gluonlar ise proton ve nötron gibi parçacıkların içinde hüküm sürüyorlar. Hepsi bir araya geldiğinde, nedense aşırı çekingen bir yapı sergiliyor, insanın onu gözlediğini fark edince yapısını değiştiriyor; düşünüp konuşuyor sanki mübarekler. Uzayda dün'ün saklı olduğu bir kovuk barınıyorsa eğer, insanoğlu sonsuzdan vazgeçerek bunun peşine düşmeyecek mi... Batıdakiler dün'ün ipini koparmış bir uçurtma gibi gezinmesini izlerken, Doğu'nun gezgin ruhlu bilgeleri bu ipe daha sıkı sarılmış gibi görünüyor. Hayal hududunda Moğol ülkesi, Silvia'nın ikizleri, bebeklerin nereden geldiğini soran çocuğumu Munch sergisine götürdüm, Karasuk kültürü, çelik dikenler ve Bullet galaktik kümesi rüyamda üstüme doğru geliyor!.. Ölmüş kadında "labia büyümesi", erkekte "angel lust" görülebiliyor. Otuzu aşkın uydusuyla Satürn'ün çevresinde minyatür bir güneş sistemi var gibidir... Ve ey anılar, subay ölüsü yiyen erguvan renkli kuşlar, yıldızların örümceği, ışık ısıya dönüşür, ısı ışığa dönüşmez, vaiz Salamo tam da bunu söyler. Bir güneş altındaki, soyut bir algılama organıyım sanki, belirsiz bir korku, bilgiye bulanmışlık, metafiziğin duruluğu ve koyuluğu, sevdiğimin sürgün gecelerine benzeyen saçları, antilobu utandıran, söğütleri gücendiren kalçaları, ay ışığını andıran göğüsleri, yaşam ölümsüzlük için, çokça yoksul demek sevgilim, üzülme; zamanın yönünün geçmişe ya da geleceğe doğru aktığı, aynı şey... Aydan bakarsak gökyüzünde gördüğün bir dünyadır, gündoğumuna, gün batımına, her iki şafağa da gönülden bağlıyızdır. Gün batımımız, uzaklardakinin şafağı... Ey meymenetsiz söyler, düstursuz Maymonides, ilk çocuğumu melekler aldı, küskünlüğüm bundan ve ey ölmüş ozan...

(Sevgilim, törelerimiz aldatmaların boyunduruğundaki prangalarımız, rüzgâr söylemediği, kuş sazlıktan görmeyip kulak vermediği sürece, bu öyküyü sana kim anlatacak? Meşeliklerin arasından geçer, boruları çalıp beklerler, bir karatavuğun sesi çınlamaktadır, birden derisinin benekli olduğu söylenen Kharon çıkar karşılarına, insansı yelesiyle bembeyazdır, meşe yaprakları da bize benzeyen yerini örtmektedir. Atinalı devlet görevlisi küreklere asılır, yelken direklerinden, beyaz köpüklere atladıklarında, Argonotlar uzaklaşmıştır. Ve karanlığın mucidi olan gözkapakları ağırlaşır, yine de şafak sökerken gün ışığına engel olamayıp uyanırlar. Ovidius'a göre sirenler kızıl tüyleri olan kadın yüzlü kuşlar!.. Rodoslu Apollonios'a göre vücutlarının yarısı kadın yarısı kuş birer aydırlar, ama bütün nesneler, gemiler, dünya, yıldızlar tanrının bir (sanat) yapıtı olduğu için yapaydırlar. 13. yüzyılda bir denizkızı, bir su bendi boyunca Haarlem'e gelmiş, kimse onun ne olduğunu anlamamış ve ona yün eğirmesi öğretilmiş, içgüdüsel olarakta, haça tapmıştır.16. yüzyılda yaşamış bir tarihçi yün eğirebildiği için balık, suda yaşayabildiği için de kadın olamayacağını söylemiş onun... İyi ki gökkuşağından geldiğini yazmamış! Biz onmaz bir maddeden oluşan, yitik bir tanrısallığın, günahkâr ve kabına sığmayan bir doğaçlamasıymışız...)

"Ve sen uyanıklığa değil, önceki bir düşe uyanmışsın. O düş, bir başka düşle sarmallıdır, o da bir başkasıyla ve bu böyle sonsuza kadar sürer, sonsuz da denizlerden damlayan ve dünyayı keşmekeşle, sayrılığa doyuracak olan kumlardır. Geriye dönerken izlemen gereken yolun sonu yoktur ve sen bir daha gerçekten uyanmadan öleceksin. Salt tanrı kalacak geriye, toz olan yalnızca gövdelerimizdir... Ey süsüne adandığım ışıltı, anılardaki dost, ey gökte erinç içinde olanlar, ey boşluklarda salınan, ey karanlıklarda koşuşan, yokluklarda kavuşanlar... İnananlara vaad edilmiş olanı gören sensin!.. Ey yazgıyı yok eden derviş, sonsuzca sürecek füru... Sen ki küllerinden doğdun, gene doğarsın, gene doğacaksın!.. Ölüm-yaşam, ikisi bir ya Hayyam. Birinden diğerine geçmek... Ve Sen O'sun! Hayy-ı Lâyemut. Ölmeyene, ant olsun!..''


***


KIRIK TABLET


I
"Hüthüt kuşunun dibinde borusunu öttürüyor İsrafil / Üflüyor rüzgârı da, Thika'nın ateş ağaçlarına doğru / Kenan Yurdu; Ahdî Atik ve Tekvin'e bölünmüş orda / -ayırıpta kasığını- / oturuyor. / Ham, Sam ve Yafet paralıyorlar kendini / ataları Nuh'a lânet yağdırıp / döküyor bir leğenden / içiyorlar irini!.. / Karısı; Sara ve Hebron yöresini takas ediyor / -bir başka kavim- / ötede / sığınıp pazar yerine / tozlu bir Kur'an'ı da kucaklayıp / Gazza, Askod, Aşkelon, Gat ve Ekron'u sayarak / boynunda gümüş, Beyta'nın evlerini yakıyorlar / Araf!.. Ayn Hil kampı toz oluyor karanlıkta / büyüyor gagasındaki kin / -ışıktan kılıç- / Ve Salang tünelinde bitiyor büyük çekilme / ve bir toplanıp bir parçalanıyor gene Nil!.. / Araf: Son değil... / Orada: / Tavus tüylü, kartal gözlü melikeye soruyorlar gene de / bu tarih öncesi bitmeyecek mi..."
Vidinli Hüseyin Tevfik Paşa, Linear Algebra’sından, Apollonius konik kesitleri, El Haitam ve El Cebr’i yazan Ömer Hayyam ölünce, sıvı demir, gürz, üşüyen Karya kuşu, ebru ve yılan hüyük içine saklandı, Meşhed’e kesik başlı bir hacı geldi dedim, develer toz içinde. Savruluyor Nişabur, Hayyam mezarına ilenç için uğrayanlar, öyle gürültü patırtı çıkardı ki; o uyandı ve mezarım Belh’te mi diye sordu. Rübailer sillogizmler halinde mantık dersi verirdi, masum bir evi vardı, nautilus gibi ilginç bir mimari, ürkütürdü Meryem'i... Altın oranlı, tuhaf işte bak Pisalı Fibonacci gibi, saçıntısı say; LSLLSLSLLSLL, bu bitkilerde yaprak sayısı, arı ve tavşanların yavrusu, kansız üreme ve kötü kokan çürümüş leylak gibi sonuçlar verir, bir pankreas içim, kardiya, yaş kılıçlar üzeri gezdik, sonra su sevisi nergise kan akıttı şorlayarak bir cengâver. Gece geldi işte, güneş çıktı! Sabbah ağlamasın mı, -tron uykusundaymış ay, bu gece benim yerime nöbet tutar mısın, surların dibine gelince elimize topuz-gürz verdiler, yüzünün revnakı kaçtı; gözleri nefrite döndü, yağışlarla besili Mısır ırmağından cesetler geldi, ama utanın yahu nedir bu dedim, bir ölü cinayet, bin ölü istatistik, hep gülüyorlar efendim. Uçta ki güneş koronası, ucu kırıldı kızma, kendi yaptığım teleskop bu, böylecik gösteriyor, cüceler ordusuyuz, Vienna Tonkünstler Orkestrası 9. Senfoniyi çalıyor, Hayyam hiç requiem görmemiş, ölüm marşı, gene de allah allah deyip saldırdık. Sonra Marx geldi, gözyaşlarıyla, burnunu çekti ‘Corruptio optimi pessima’ (Aldatıcı iyimserlik, gerçek kötümserliktir) demesin mi... Ben karanlıkların atasıyım, ben aydınlıkların ölümüyüm ya; Hallac'ta uyandı, kaos; uçak pistte sorun çıkarmaz, taksi yapar ve üç yüz ölüyle kurtuluruz bu kuşatımdan diye bağırdım. Muhasara bu dedi! Güney cephesi rift kuşağına girsin, Tatarlar saf değiştirsin, hasekinin birini kısrakla kaçırdılar, somya getirsinler yaralılara diye bağırdı konkistador. Diaz yelkenleri indirmiş meğer, Vikingler İstanbul’a Miklagard dermiş ama cesetler gene de koktu, mezarın birinde kedi unutulmuş, biri ölmeden gömülmüş, şimdi ikisi bir yaşıyor, biri miyavlarken öteki çığlık atıyor, listede ölü görünüyor deyip mezarın açılmasına izin vermediler (paralel evrenler de yinelenenler!), oluyor işte Hernando de Soto kılıklı bey!.. Karşına çıktı göl, günahtan arındıran suya yakalandın. Viscount St. Albans Francis Bacon, Elizabeth ve Novum Organum'da (Yeni Alet) bu cinayeti dile getiriliş biçimi berbattır, şimdi sırası mı, olağan dışı ölümler hep birbirini izler öykülerinde, dizimler kuru ve sıkıcıdır, Alamut kalesinde öyle ki, afyon içer fedailer ve elini kaldırırsa, hepsi uçurumdan atlayacak denli ölüme bağlıdır, burçlardaki Haşhaşinler'in. Sylvia’da can sıkıcı, ciğeri parça parça bulut, taksi yapar striptizle, Allah’ın gölgesi üzerinize olsun. Hanbalık Pekin, Meholalı Barzillahoğlu Adriel’e beş çocuk, Saul kızı Mikal ki, aygır, kısrak, taşıl, Velpecule (Tilkicik yıldızları) tümü atılırlar bize doğru, konuşmayı yarıda kestik çünkü; "Tanrının göklerde oturduğunu ve yeryüzünde işlerin yolunda gittiğini söylemek yanılsamadır" dedim. Karargâhın yan tarafında bir eşek var çalıya bağlı, düşündüm ki, kendisinden eşit uzaklıkta, gerek nitelik, gerek nicelik bakımdan, eşit iki ot yığını arasında kalan eşek, hangisini yiyeceğine karar veremez ve açlıktan ölür! Buridan eşeği! eh istenç mi özgür! Hadi yürü bırak şimdi dediler, elime mızrak verdiler. Güzel sanatların bir dalı olarak cinayet artık, Haccac-ı Zalim'e, Safevi Hatayi İsmail'e, tahtacı, demirci veya öbürü herkese görünür, olmadı Chesterton, Yakup düşlerden çıkıp gelir. Yaşlandım, Pluton karesine girdim, canıma kıymak düşündüm yenilince, ama özkıyım-özkıyınç kırmızı, atım değiştim son anda, yerime geçen Kıpçak yaver öldü, bunun üzeri bir orakl sınadı beni, Kinzalı adamına, Kadeş krallığına geldik dedim. Babam tanrı olunca (öldü...) tahta kardeş Arnuvanda geçti dedim, hazırlıksız yakalandık bu yüzden. Bebeklerdeki Moro refleksi gibi, her şeyi iten ve dış dünya gerçekliğini kanıtlayacağım diye her önüne gelene, elin kolun gösteren George Moore'un ölümü de kendi elinden oldu ne olur ki dedim. Bebek gülümseyerek, ellerini uzatınca kılıca, asker geri çekilmiş, böyle duyunç sahipleri de var, savaş alanında, o an, gözlerimden kan aktı inanın, bin yıldır ilk kez.böyle, delphoist olalı beri yüzüm gülmedi, düşüncelerimiz hep ağlıyor, doğal nedenlerden ölen feylesof yok filân diye lafa karıştım...1919 yazı çok sıcak aman, sabah yapacak iş olmuyor, güneş doğar, çoğu zaman papaz okulu damına çıkar ve Ludwigstrasse’de yaşamın uyanışını görmek için otururdum, bir gün yanıma Platon alayım dedim, az buçuk Yunancamla, Timaios’u okumak için. Yunan atom felsefesini temel kaynağından öğrenmek üzere; Yunan feylesoflar maddenin sonsuz küçük ve bölünmez parçacığını niçin arar ki... Platon'un, Timaios'ta savunduğu görü, yani atomların gerçemli cisimler olduğu görüşü, doğrusunu isterseniz benim için bir olut sergileyemiyor (dilim de dönmedi ya), atomları gösteren o ünlü gravürü yapan ressam da ölmüş, bir de ölmeyin bir kez mi desek, bunu yapmadan önce Sokrat'ın öğrencisini okusa çok iyi olurdu ama bakın aynı tarihte, başı dertte olan Türkler'in önderi Samsun’a çıkıyor, Kurtuluş’u arıyordur, bu savaş, zamanın göreceliliğine en iyi örnektir. Aman, filân feşmekân deme, biz ne, onlar ne biliyor musun?..
Kara kan akıttılar, İranî (siyah) atlara binip güneye doğru kaçtılar, hançerler; hançeresinin ve diyaframının rüzgârını aldı ve yere kapaklanıp, secdeye geldiler dostlar ve sultanlar sultanı Büyük Süleyman'ın yüzü gene güldü kronosum, aman be allahım!.. Ama İlyas yüzünü kapadı, Şam yolunda gözü kör oldu Saul'un ve Halit, Ayanlar sokağından kahveye doğru yeltek yeltek yürüdü... Hayyam şarap içiyor boyuna, hiç dinlemiyor beni, derbeder olmuş adamcık, kızamıyorsun ki, Keops, piramit için çalışıyor, arada laf yetiştiriyor bize, Giza platosunu seçmiş kabir diye, ölmek için kâfir. Sultan Höyüğü Tekfuru geldi bu arada, başında Yemen hilâli gibi şapka, acayip, ikindi güneşi gibi de gölgesi uzun, ne oluyor sana dedik. Daha ne olsun sözcüklere taşçık diyor ve prosodisi çok iyi, eğitimli biri belli ki. Tayga leoparı gibi adımları kararlı yürüyor şamakon, deniz narı gibi kahkahalar salıyor sağa sola, yaban armudu kovuğunda saklanır gibi de sinsi, bir çuval incir bitti, herif hemen kötü oldu, uyuyun, sakin ve dingin olun, yaşam çok kısa, değmez dedi, bellemi çok kuvvetli belli ki! "Çoban yıldızı / seslenir koyunlara / İçiniz / Beni gölden / Size yansıdığım" dağlarca dedim, garip garip baktı. Öyle gez öyleyse, Küba'nın yemyeşil latifundiyaları, zarif dansçıları, Ancor’un gizemli tapınakları, Sakkara, aşınmış mastabanın kumlu katmanlarını dolaş dur, bir Dünyazat olsun yanında, Capricornus Boynuz, Auriga, Triangulum, Camelopardus, Merkür Geçidi, Venüs Zambağı, Uranus Keçisi ol. Gezi yazınının ilk örnekleri, Batı Hun imparatoru Attila filân, gönderilen elçi Priskos ve Klikyalı Zemarkos, Göktürkler'e elçi olarak gelip yazdıkları ve Hoca Gıyasüddin Nakkaş, Acaibül Letaif adlı yapıt, Türk gezi türünün en eski örneğidir diye konuşurlar. Molla Gürani odaya girdi. Zülfikâr, çatal dilli Şahmaran'a özendi dedi. Silezya sürahisi, kozalak, 1632 Lutzen savaşında ölen Kral Gustav, Sadalmelek, aha Paris yakın işte saçmalamasan allasen, Arlington’da bir mezar taşı, ölüyü dinle şimdi, Auguste Comte kızıp dedi, ufukta Koçgiri belirdi ama;
“Burada / İki ninenin yanında iki kız torunu / İki kocanın yanında iki karısı / İki babanın yanında iki kızı / İki ananın yanında iki oğlu / İki bakirenin yanında iki anası / İki kız kardeş yanında iki erkek kardeş / Yatıyor ama topu topu altı kişi gömülü / Hepsi de meşru doğmuş, hiçbiri fücur işlememiş / Bilin bakalım bu nasıl olur”.

Hatem Tai bilir dedim. O da ölü. Isıl salınımlarının etkisiyle, Tereza adında bir Lehli geldi. Bir kaç kuşağı boğabilecek derin gölcükler, düşünde nalın giyip Arapların, semiz kara otların, helezonik adamların, saltık karanlık ve çocuk İsa’ların hafakanlar bastığı toprakta elbette nekrofilizm yeşerir canım kardeşim. Arı şahini gibi odaya geldi ve Hayyam döndü mü peki dedi, Taptuk Emre'ymiş, onu çağırın, geldi evet, bilim tarihçileri Pisa deneylerine önem verir, Galilei’nin Aristotelesçiliğe karşı, skolastiğe halk önünde saldırısını başlattığı andır bu. Baştan çıkarıcının günlüğü, minima moralia, Benjamin, yok Adorno yahu karıştırmayın diyorum, bir şeyi de iyi yapsak, nüfus, ölüm, kaza oranı bırak şimdi, kaç kişiye bir kitap, ahiyak, Teks mi, Kinova mı, Libra, iye kemiği, Lepus, Oğul Davut, Cancer, Corvus, Crus, Carina, metal tayt, ant, Taurus, Cetus, Hydra, Volans, Pisces, Serpens, Caput ve Gemini, kalabalık geldiler billahi. Dimetoka’da kumpanyadan dönen Shakespeare, yanan Reischtag ölülerine bakarken, Murat'ı, Miloş Obronoviç derler bir narodnik öldürmüş tam bu sıra duyumun aldık, Hallac-ı Mansur'da öyle, öyle mi. Molotof kokteyli atın, kalabalık çabuk dağılır o zaman. Kin gibi tohum ekeceksiniz, gördel olsun epeyce, sayıltılı, koşuntulu, kaplamı itinç dolu diyesim, onun soyu senin başın ezecek, sen onun topuğuna basacak filân diye master yapıp, tez hazırlasın, o sıra yargıcı yargılamak üzere bir yargıç getirdiler, elinin parmaklarını sayıp duran, ağaçlarla alay eden bir deli, tan sökümünde geri gitti. Ey budunum, Endülüs halifesini çağırdılar yerine. Klossowski’nin (Baphomet) romanı Nietzsche’nin sonsuz dönüş kuramıyla yola çıkarak, bedenlerinden ayrı ruh, soluksuz varoluşu sürdürmeleri ve bu soluğun içine girecek ölümsüz bedenleri arar dedi. Gongora konuyu değiştirmek için laf attı işte, ama karıncanın adı Latince 'formica' olduğu ve ondan elde edilen asite 'Formik asit' dendiği, benzer biçim Latince adı 'Acetum' olan sirkeden elde edilen asite 'Asetik asit' denirmiş ve bir de Pelagonik asit varmış, bu herhalde Devonyen devirde içilir artık, cromagnonlar içmiştir Maral! konuyu iyice karıştırdılar bence. Yaşlı bir kadın geldi çadıra, yüzü kalp biçimli ve kemikli, sanki ölümle seviştim, nemfomanmış, cariyeleri arasında böyle garipçiller var. Kambur Rigoletto, Mantua Dükü kız kardeşini kurtarabilir mi beni ondan, Çek köyü Nazilerle işbirliği yapan ‘oportünist Sekal’ın ölümü hak edip etmediği derken, Hector Berlioz ve Dvorak parçaları dinledik karışıklıkta, Roosvelt gelecek dediler sonra, El Bruz soğuk, her daim buzlu dayanamaz, radyoyu kapattım söyledim, ayağı aksak, Soğdça, Beluci ve Avesta dilini iyi bilir, deniz ifriti gibi bir adam, çekinir mi oda girdi, dağdan gelmiş önümüze çıktılar, ‘Araba Camı Yıkayıcılarının Baladı’nı okudu bize, annesi yokmuş çocukluğunda, ağladı hep, belki yalandır, herkes günü geldiğinde yalan söylüyor, Koçi Bey’in Risalesi, R ayaklı, Paşa’nın mal varlığı, Anemas zindanına doldursan sığmaz, boş ver dedim: Bin yedi yüz köle, iki bin dokuz yüz savaşçı at, bin yüz altı deve belki de gebe diyor şehzade, yedi yüz bin sikke-i hasene, beş bin dik kaftan, urba, bin yüz adet üsküf, altı yüz gümüş eyer, beş yüz bin altın eyer, bin beş yüz gümüş at başlık ve yüz otuz çift altın üzengi, ayrı kalıp altın, nakit altın ve gümüş karışık altın, gümüş eşya, mücevherat, ziynet... İyi de, ben bir hırsızım demektir bu yahu!
“Ben bir hırsızım ve bu da yaptıklarım, / Toledo’daki bu antika kitapların odasında / ölü profesörlerin yapıtlarını karıştırıyorum, / onların kutularını inceliyorum. / İş şuna geliyor; sağlam bir kutu; / içinde de son dekanın küllüğü, kisvesi, / mührü, piposu, / golf kupası ve sigara keseceği. / Amin.”
Allah'ta işini biliyor deyince, odaya von Braun girdi, sen aslında bir Mekke tanrısıydın demesin mi, ifrit gibi sarı ve gösterişli. Ne demek istedi anlamadım ama, anlamakta istemem, bu yaştan sonra, zamanla yarışıyor insan, küçük bir imza yüzünden yaşam boyu tutsak kalmaktan iyidir, o ölümle nikahlı demek, ah Paris belki, mitik bir şeydi unuttum şimdi, duydun mu kuzeyde barbarların dilini öğrenen ahır köpekleri varmış... Çal Peckinpah durma! Bağdatlı Cüneyt, Sana Çölü'nü gezerken kocaman bir köpek getirmiş, Delhi surlarının önünden ç/alıp getirmişlerdir, çok önce, gülüyor almışlar diyor, iyi kalpli işte. Vakti av peşinde geçmiş, yelden hızlı koşar köpeğin dişleri dökülmüş, tüyleri kırçıl, bedeni ağırlaşmış; eskiden gazal sektirmez, kanat açtırmaz, soluk aldırmaz av köpeği şimdi yerinden kımıldayamaz olmuş, Cüneyt hayvana bir lokma ekmek verdi, sonra da: Köpek! yarın hangimiz çıkar bilinmez ama sen iyisin dedi... Hayvan dile gelmiş: Neden? Cüneyt; Bugün yarın imanımın ayağı kaysa tökezler doğru cehenneme giderim, oysa senin başında böylesi kötücüllük yok. Köpekler de ahret anlayışı yok imanım! cenneti beğenmez, cehenneme de yüz vermez onlar dedi Theodor, hayret Cüneyt'e ilgi gösteriyor. Çadıra bir ölü girmesin mi! Işık ve yaşam aydınlatılmış karanlık, gece ve ölüm karartılmış aydınlık diye bağırdı Bohr!.. Zale'ye Leopar'daki av sahneleri Olguin dedim, Arjantin'e geçti birden yani işte... Peki ne olacaksınız; kaymakam, sonra; vali, sonra; vekil, daha sonra; başvekil, en sonunda; hiiiç... İşte, ben O'yum yahu...

II
"Çarmıha gerildim. Haçım, çivilerim var./ O kâseden sundular, içmedim. Özümü kilitledim. / Düzen kuruldu. Bir mite çevirdiler. / Canımı acıttılar, yaktılar. Tamuya döndüm. / Ben övülmüşüm ve mutluyum, zaman acılarını verdi. / Olanları, olmuşu sineye çektim, ben seçilmişim. / Evren kutsanmış, tözü, tartımı, belli. Sevinçler aşağılayıcı. / Haklıyım, yaralıyım, yoksulların tansığıyım. / İlâhları, sözcüklerle kargışlarla yıldıranım. / Ben ozanım."
Esperantodan volapüke her dilden konuşur Mor Afrem tragelaphos keçigeyik der İskitlerin flütçü kızı var mıydı diye söylenir şunu anlattı Lenin'in kolundan çekiştirip III. Ahmet'te kulak kesildi gizlice gördüm dedi ki ayağı çakşırlı Zapata öldürüldü ama can çekişirken yanındaki adamlarına çabuk bana güzel bir söz bulasınız büyük adamlar ölürken güzel bir söz söylermiş filân dedi saf devrimciye gülümsedi oradakiler İsa soluğunu verdi ama bu sözde güzel Bolivar nasıl da destek çıkıyor sonra Biruni geldi kimden duymuş bilmem kadın ‘Ben en güzelim’ derse gerçeği ne kadar yansıtır bir belitsel sistemin ‘Ben tutarlıyım’ demesi midir gerçek söz konusu kadının en güzel olduğuna kendisi değil başkası karar vermeli ama o başkası evrensel estetik değere sahip olmayabilir dolayısıyla o kararın doğruluğuna gene bir başkası karar vermeli o bir başka kararın doğruluğuna gene bir başkası bu sonsuza dek sürer söz konusu kadının en güzel olup olmadığına karar verilemez Werther'de (Genç Werther'miş) üzülme kızlar prenses ki göğüs uçları sert minyatür bir et kulesi fallik bıçak girip çıkar vajinal ve klitoral orgazm ilk kez gözyaşlarını tut durup gökyüzü ötesi bak gene gökyüzü mırıldan ‘carpe diem’ filân dedi leylakla gezen ruh Hades'se görünmeyen Lerna bataklık Nemea aslan Pallas kız sihirli tolga Odysse on iki bin dize Herkül dünya batı ucu tanrı bahçeleri Hesperid altın elmalar çal Atlas yardım et inek göz Hera kamçılanan hardseks hala Bach hep ölüm fa majör prelüd hep prelüd Voyager uzay sondasıyla uzak dünyalara doğru yol alıyor Macar suyu sür Beni Kaynuka savaşı yahudi ve müslüman ister 1300’de Karakurum yola Moğol ve Tatar Çuçi Han komutası Rusya yani Kıpçak stepleri girer bir kol kuzey Alaska oradan Amerika geç Siyu ve Apaçi kızılderili kabileleler Son Mohikan Katerina II sıcak denize açılmak ister boğazlar ve Ege'yi Çeşme’de yaşanan savaş Kont Orlov'un isteği üzere Rus bir ressam tarafından resmedilir ressam gravürü gerçekçi yapabilmek için St Petersburg kıyısı Rus kalyonları özel olarak savaş gösterisinde bulunur çirişli elleri görünüm ürkütücü Offili'nin fil gaita üzeri yerleştirdiği ‘Kara Meryem’ tablosu gibi puhu kuduzumsu kavranası kireç ocağı kımıldar cenin birlikte Moğolistan kırlarına bakar bir çığlık ve yüksek bir su çarpma sesi ileride bir yer göle bir kuş konmuş kapı önü geçip vitrin bakmak için iki blok öte yürü parktaki ördeklerden biri onu acımasızca yuhalar vitrin camında ise Mart kırağısı buzdan çiçekler açmaya başlamış tüm sorun tepeye bakan kolonadlı tapınakları tavaf etmekte mağara ve mağaza‘Yaşamak öldüğünü görmektir, / Yaşlanmak budur işte’ elindeki kâğıttan okudu durdu iyi mi kim o dedi Paulhan biri Voznesenski dediler biri de Ginsberg filan dedi bıraktılar sonra Kraliçe Elizabeth II yeryüzünde bir ağaca prenses tırmanıp kraliçe olarak aşağı inen tek kadınmış dedikoduya bak şimdi tırmandığı ağaç Kenya'da bir incir ağacı adı Treetops olan bir ağaç ev 5 Şubat 1952 gecesini o ev de geçirdi şafakta prenses aşağı inip hayvanlarla film filân çekti ve güneşi izlemek için yine tırmandı aşağı indiğinde kraliçe olduğu söylendi bir önceki kraliçe ölmüş yani basın asıp kesti hemen politik düşünceleri şu mu Baktria nerede deniz kandili ne ilerde insanlar kentlerde toplanacak teyze Eltâk kapısın kırıp içeri girebiliriz Bağdat bütün taş ve demir sanayi baş parmağımın emrinde felsefe yazın boş hünerler anlağın becerdiği filânca şeylere ödenek ayrılmayacak suyun tansıdığı yalan aynanın küstüğü gerçek El Afrun'da terk bir un fabrikası var üç kaşlı yaşlı kadının kemikli kollarından un yapılacak uyuşuk havaları severim Turing geldi çadıra günün birinde hanımlar bilgisayarlarla birlikte yürüyüşe çıkacak ve birbirlerine o sabah bilgisayarın ne gülünç şeyler anlattığını anlatacak 7 Haziran 1954’de siyanüre batırılmış bir elma yiyerek yaşamına son vermiş o çağırdık geldi maniak kırk bir yaşında bu gün okurken geceleri uykusuz köle arayan Agrippina'yı düşünmüş serçe yağmuru kır çiçeği ve sessizliği severmiş sözü bir adama verdiler hiç tanımam atım hayvan yelesini sallar güneşe doğru yüksek sesle konuşur kişner Bukephalos Organist orgu flajoler ve diğer hafif sesleri çal ve ilerde meşenin budak deliğinin yanında bir baykuş guruldar su çölü üzeri yayılan gece demiri öp ayı aydınlat denizde boğulmuş bir kaç beyaz koyun iskelet oraya nasıl gitti bir türlü anlaşılamayan bir at kuşun cam güzeli göğsü var kuşkonmazlar turunçkuşak bir Araf zili tamu kokusu ötede ak ve uzun kafatası iskeletin göz çukuru ay ışığı atın Hürmüz tarafında beğenilen yüzü etsiz yüzü bir çift ateş sarı göz ve bakar yamaç serçesi eşinir eşlik eder çınlar tozlu araba gelip geçer keçi yolu sönük ay Kanopus gezegeninin de ayı var ve ne yaparsanız yapın orada su kaynamaz Gufran ve mağfiret günü bugündür bâlâ bu İskender dedim şaşırtmak için böyle yapıyor sonra Cem geldi kasvetli gece de rüzgâr gören kuyruklu yıldız gibi karanlık koyağın pürüzsüz bedeninde yatan kelebek ölüsüne vurgunum vahşi deniz avcıları peşine düşmüş karides larvasının ölümsüzler kentindeki gizil gücün büyülü tınısına Hades'in gizil gücüne metal bacaklı saylonların kobol tanrılarından öç alışına siyah benekli leoparın Haçlı ordusu gibi yavru geyiği kovalayışına bronz yapraklı zeytin ağacına gecenin flüt çalışına ve kasvetli melodiye halkalı Satürn'de fare kovalayan kedi sürüsüne kriminoloji laboratuarın da neon saçan ışıkların ürküsül yanışına karanlık baykuşun düşüncemde ötüşüne kırmızı Pluton gezegenindeki soyut saplı kiraz ağacına solgun kaldırımda kendini yavrulayan siyam kedisine karanlık baykuş ötüyor yine düşünür düşünceyi deyişime uçsuz bucaksız vadide kâbus gören çiftçi ölüsüne sarışın matruşkanın matrut uzaylıyla ironik hurma ağacında çiftleşmesine selam olsun dedi ne bileyim dedi işte Cem dedi Ezra ise vortilizm herşeyi makina ve sanayi filân sonra Cem sus ben söylüyorum dedi ve evet ne yaparsın b

III
"Zeus bile dolambaçla örülü, bu boğucu / taş ağı çözüp bir yol bulamaz. Ben geçmişimi / ve tüm kimliklerimi unuttum; İç sıkıcı / duvarları çınlayan dolambaçları izlemek / yazgımdır benim. Geçen yılların sonunda / hangi gizil bükeyler büküntüler / şiddetin galerileridir ki. Zamanın / tefecileridir bu çatlak köhne duvarlar. / Süprüntüler içindeki solgun işaretlerin / ayrımındayım. Büklümlü gece / bana doğru kükrüyor ve de / ıssız ulumaların yankısını taşıyor. / Ben gölgelerden bilirim ki Öteki hep orada, / nasıl bir alınyazısı sonsuza dek kendisini taşımak / bu dokunmuş ve belki de dokunmamış Hades / bitmez kanım ve cesetimi sömürmek içindir. / Herbirimiz diğerini ararız. Ama katıksız bir / bekleyiştir bu ve o bir hesap günüdür."
Ben içinde zehr olan bir pınarım Züleyha hala, Potifarlara mı sordun. Ukaz panayırı ‘yaklaşıyor, yaklaşmakta olan!..' derse, Kus b. Saide'nin sesi ıssız düzlükte yankır. İbrikten su iç, hacılar getiren at inlemeden, kişneyip gelmelerine bir elem, Mavera ses duy ve Fussilet 34 ne söyler ki bir araştır. Araba plakası gibi. Ölüleri kör kuyuya at, üzerini örten bitey bir zaman sonra direyle sarışır, dünya olur filân. Zürefa bahsi: Bu hayvanın başı ile ayağı, deveye benzer ve boynuzu öküzdür, derisi kaplan, kuyruğu geyik. Bu hayvanın yapısı böyle; bir yaban öküz, bir Habeş deve evlenir. Bu evlilikten hayvan doğar ve hayvanla geyik evlenir ve bu evlilikten zürefa doğar. Geyik bahsi. Geyik hayvanlar içinde insandan en çok kaçar. Bu geyik iki tür olmakta, biri doğru geyik, diğeri misk geyik. Bu misk geyik Hindistan. Gözeğinde kan, taşlar üzeri misk olur. Ama bir düve örnem olsun, zulüm, zındıklık ve sapkınlık bilmez. İnsan bilir, yalana sarılır, yalancı peygamber Gulam (Ahmet) Kadiyani var ve emr-i maruf ve nehy-i münker. Daniel, Kaldeli büyücüler sayesi iyi bir düş yorumcu. Aristofanes’in pazuların övdüğü Mısırlı hamal bile böyledir. ‘Tanto monta, monta tanto İsabel como Fernando’ 'Taht üzerinde eşit hak sahibi olmak' gibi. O insanı yalnız öldürmekle kalmaz değerli suyun akıtır, kanallar boşaltır kurur. O ara Peygamberin Ravzası yemyeşil kubbe görünür. Bakara 246 komutan Talut için Melik ifadesi kullanır. Palanga ve Arşimet vida. I. Murat bir anlaşmaya avucunu mürekkebe bulayıp ‘pençesini’ vurarak onaylar, tuğra bundan ilham alınıp düşünülür der. Temeşvar, Şerezöl, Aps ve Gulet hükümdar Osmanlı'dır. Medine, daha önce Yesrib. Tolunoğulları var. Kezzap çok yalancı demek ha... Selanik dönmesi ve Kuba’ya yerleşense Ömer'dir. Çadırdan uzaklaşan Suad, Müzeynî oymağının Hanif ulularından 'Yedi Askı' şairi Züheyr'dir. Darius, Hindistan'a gitti hû, tek ettiği, arısız bal veren kamışlar buldu! Mandarin diliyle Mazdak öğretisi mi, dinozorları asteroitler içmeseydi, us yorucu yaşam bir başka yöne evrilebilirdi, yarı balık yarı amfibik Tiktaalik gibiyiz henüz teyze. Yazgılarımızın derinliği, ufuklardaki düşler gibi, geminin pruvasından Truva'ya el salladık, Sevil’le Sevilla'ya gittiysek iyi mi, diri cesetlerin arasından Sofu Bayazıt'ın yanına vardık, sanatçı dediğin bir zaman avcısıdır, açığı; ‘Sanat bir ırmak ya da aşk gibi kapılıp ama en başında yolunda ki nakisalar kuşkusu gizli bir tohumu yürekte taşıyan bir ergenleşme büyüsüdür.’ Ama kuşkuların rengi yönlendiriyor beni, geyik kanıyla, metal zar. Vampir beslerim içimdeki inde, yüzü kuzeye dönük ağlar durur, titiz övünçle, lanete hasredilen ve söz dinleyen kılıçları severdim... Eh, neyi buldun ki arar durursun eseme köyünde!..
Halid bin Velid, Ecnadeyn bozguna uğrattığı Bizans ordusu için, Ürdün'e yakın Fihl’de toplandı. Müslimler başkumandanlıktan alınıp bir savaş birliği başına gelen Velid kumandasında bunları izledi, Beysan geçidini aştı ve Fihl’de Bizans ordusunu gene yendi, Dimaşk’a çekildiler. Aynı zamanda kuzey Hims üstüne başarılı baskın yaptı. Halid ilerlemesini sürdürür, Kinnesrin’i aldı ve karargâh durumuna girdi. Şurahbil Beysan ve Ürdün’ün fethi gerçekleşti. İran kumandanı Behmen, Nersi ve Calinus yenilgiye uğradı. Bu sıra Behmen yeni bir orduyla Fırat'a yakın konakladı. Mantı yiyen mantıkçıyla tillahi, Mer İran’a gidecek orduya Bad bin Ebi Vakkas’ı başkumandan etti. Sad ordu ile Kadisiye'ye girdi. Savaş oldu. İran ordu başkumandanı Rüstem öldü. İranlıların düşman eline geçmez bayrağı Derefsi Gavyan ellerine geçti... Küfe, Basra kuruldu ve Halife Ömer emri Mısır, Fustat şehri kuran Amr ibn ül As yakını Ukbe bin Nafi el Fahri, Kuzey Afrika'yı fetihle görevlendirildi. Ve sıkılıp dedim ki: ‘Sonsuza dek yatabilen ölü değildir / Ve tuhaf uzak zamanlarda ölüm bile ölebilir.’
Dağın doruğu, aşağıda kalan göğe baktım. Gök dölü, gökyüzünün döllediği, kirli köpük yüzer şeytani kalyonlar, kamburumsu gök, uzak zaman sisler arasında zardan kanatlar açıp uzaklara, güneş gibi karanlık bir koyuluk. İşte ki gök hafif bir tan ve Muhammet ifritten hoşlanmaz. Kara kedi, kanatlı Mısır tanrısı yanımdan geçip gitti, dağları ölümsüz öndere borçlu. Sönük ay, can çekişen yeşil akrep. Aynaya bakınca ölen insanlar ülkesi, yaşlı biri yok, bir kirpik bile yaratmayan insana gönül Kabe’si verilir mi. Tağutlarla canciğer muhabbet geçinip giden dindar müselman. ‘Men lâ yerham, lâ yürham’ 'Acımayana acınmaz'. Gök çiçeği, ten çiçeği. Ay sarısı, sarıcıl. Cebrail’in altı yüz kanadı, ikisin hiç açmamış. Kadir Gecesi açar. Kadir gecesi zaman Allah (c.c) Cebrail’e buyurur. Süvari meleklerle yeryüzüne iner. Elinde yeşilsi sancak bezi, Kabe üzre dikerler. Can alıcı güzelliğin monarkı, is yapan telaş, hiçsel bir uluma, ‘Sağapo / Yeti ise esa’ ‘Seni seviyorum / Çünkü sen sensin’ derdi çünkü; La ilahe illa Ente / Subhaneke İnni / Kuntû minez zalimin.'
İslam donanması ve ordular, Hint’de İndüs kıyısında, Çin’de Kanton limanı ve Büyük Yunanistan’da Napoli’de görüldü. Çünkü oruçlunun kuruyan dudağı, kıyamette iki göz arası nur olacaktır. O, Kur’an’da soyut ve çok genel postülaları ile ilim gerçeklerine feyz veren İlm-i Ledün’dür. Ve günde on üç kez Rabbena Âtina duası okur. Hz. Peygamber İbn Revaha’yı zekat toplamak üzere Hayber’e gönderdi. (Cassas, Ahkamu’l Kur’an, 1.507-508). Üzgü, kör yılan Tiber kırları, sönük ay, öğle sıcağında kısık sesiyle öten kuş. Çınlayan ova, Muhammedî bir neşe yayıyor. Onun, Züheyr’in oğlu şair Kâab’a verdiği hırka gibi değerli.Yusuf gömleğinin kokusunu Mısır’dan duyan Yakup, Kenan kuyusunda onu nasıl göremez. Dervişlerden biri öyle yoksul ki evi Medine’nin iki kara taşlığı arasında.Yusuf sonra Mısır’a sultan oldu. Çöle kurulup deniz yolunu gözleyen sfenksin gücü, minotaur böğürtüsü, deşilen sol böğür. Ebu Davut’un Sünen’inde, Beyhaki’nin Sünen-i Kebir’inde, Hakim’in Müstedrek’inde, Ümmi Varaka’nın ev halkında. Örülü saçlar ay ışığı kuş kanadı parlar, sütunlar devrilen gölgeler arası şahin başlı ve kanatlı adamlar, kara mermerden iri kediler, bağırlarda irinli kan, fışkıran pıhtı, sümbül büklümleri kokan. Düğünler, toyraklar, suyun öz, Ficar savaşı ve çiğle kaplanmış ot. Yaşamını iç içe yer alan sonsuz sayısız biçemde iç içe yer alan sonsuz sayıda dairenin birbirinin içinde yer alan sonsuz sayıda dairenin, birbirine olan göre’liliği üzerine şaşırtıcı araştırmalara adamış. Sonsuz sayıda iç içe yer alan sonsuz sayıda dairenin birbirine göre olan sonsuz göreceliliği üzerine birbirine olan sonsuz sayıdaki konumunun birbiriyle oluşturduğu sonsuz görecelilik üzerine şaşırtıcı bulgular elde etmeye adamıştı (Dizgi hatası). Çok çekmiş Mecnun o gün, Necit dağında bağdaş kurmuştu, çevresinde, kurtlar, kaplanlar, ejderhalar vardı, tutuşturan çölde, ufuktan bir toz bulutu yükseldi, toz aralanır gibi oldu, sanki bir nur parçası görünüp kayboldu, yarı tanrı, yarı insan bir süvari geliyor sandım, havada dörtnala, uçarak Mecnun'un yanına kadar geldi ve sülün kızılı başlığı, gözalıcı harmanisi, yakıcı koşumlarıyla düşler içinde, atından indi. Mecnun onun iyi biri olduğunu sandı, vahşi hayvanları itti, atlının göğsünde ziynetler döşeliydi. Ey Yemen Yıldızı nereden bu geliş dedi. Harmanisinin altında ayımsı altunî bir parça belirdi. Bu oydu. Bu aydı. Bu hilâldi. Ben Leyla'yım diye bağırdı. Ve Mecnun karalardan bir gölge, yenilmişlerden bir ölü gibi ayağına serilip, bayıldı. Bütün bunlar günah defterinde yazılıdır.

IV
"İthaka'nın patikalarında hep birinin izlerini ararım / ve onun unutulmuş kralını, yıllar önce Troya'nın / kurnazlıktan ötelenmiş kimsesizini; / umarsızca bastığı toprakları düşünürüm, / sabanlarla gölgelenmiş ve yitip gitmiş evlâtlarını, / yazık ki başlıca övüncemdir bu benim. / Yeryüzü yaşamının elvermeyişine karşın, ben, Odysseus'um, / köklerimin derinliği Hades'in karanlıkları arasında / Tiresius'un Thebes'in gölgelerini gösterir / boğuntuyla dolu sevdanın kıvrımlarını açarak / Hercules'ün silüetini karşıma çıkaran / düzlüklerde aslan hayaletleriyle boğuşan / ve Olympus'un doruklarında tanrılarla çatışan. / Bugün -Şili, Bolivar- caddelerinde sürtüp duruyorum / belki üzünçler içindeyim, belki mutluyum / Artık 'Hiç kimse' olmak istiyorum."
Issız yolda yürüyordum, ova yalnız ve çırılçıplak, kuru bir ağaç, en uçtaki incecik dal, tek bir kuş, totem gibi duruyor, yapayalnız. Transilvanya Prensi Kont Drakula gibi kalakal. "Uzak yıldızlarda / füzyonlar içinde; / ufuklardan ışık saçıp / kavuşulan ne..." dedim. İnsan, zaman ha... Ve Obsessif kompulsif krizler, karanlık hırs, Seram adasının Masohi kenti, Aceh eyaleti, Halmahera adası, O affeden, o çok seven (Büruc14). Din kardeşlerim Uhud harbinde şehit düşünce Allah-ü Teala onların ruhlarını yeşil kuşlar halinde yarattığı bir takım biçimlere koydu. Şimdi onlar cennet ırmaklarına varıp sulanır, cennet meyvelerini tanır. Arşın gölgesinde, altın kandillerle aydınlanır. 'Kaladan indirdiler / Kır ata bindirdiler / Üç günlük güvey iken / Yemen'e gönderdiler.' diye de ağlar, lar, lar. Pakistan’da Hunzalar bölge insanı uzun yaşar, Jules Verne’in Keraban'ı Osmanlı zamanı Avrupa yakasından Üsküdar’a geçen biri, devletin yüklü vergi istediğini görünce, inat bu ya bütün karadeniz kıyısını dolaşıp üç yılda Üsküdar’a gelmiş, Bulgaristan, Romanya. Rusya, Kafkasya'yı geçip; işte bu Keraban taktiğidir. Peçevî bir adam, can çekişen köstebek ve tavşanları göstererek, söğüt gözyaşı döker, hayvanlar ölür der. Öküz başlı minotaur, Latincem iyidir mi, 'Risus abundat in ore stultorum' 'Gülmek aptalların ayrıcalığıdır' diye ekler, şimdi bu, neyse. Matematikçi Apollonius'un Konika adlı kitabı, Amarna kralları, Ay arlı firavun der ki, sanki Uhuru (Klimanjora) zirvesine çıkmış gibi sevin. Ölmeyeceğim diye diretsem rabbim beni öldürür, ölüyorum artık desem, elinden bir şey gelmez, alın terim, keder ırmağım benim... Eşikte ağlıyordu, niçin ağlıyorsun dedim, gözünde bir alakuşak (Meryembağı) belirdi ve sözel alışverişten, yazından başka bir güzellik kaldı mı ki dedi!..

Ve Mecmeul-Bahreyn'i geçip Finikelilerin 'Kurtarıcı' dediği Yuşa'ya geldik. Ebu Hureyre ise; kedi dostu idi, bir gün kedinin biri giysisinin üzerinde uyuyakaldı, uyandırmamak için giysisini kesti. İsa ise çamurdan kuşu uçurdu, doğuştan görmezlerin gözünü açtı, gökten sofra indirdi, mezarda ölüler diriltti. Lazarus. O ara uzayda parçacıklar tanrısı Higgs'i aradık, gökteki Kış Üçgeni gibi. Araç 1.4 güneş kütlesi olan Chandrasekhar sınırı aşılınca patlayan kütleler gibi patladı. Serçe ışını yayıldı buzların arasına, Anadolu'da Çiftaslan ayaklanmasını gördük, erojen yöreleri dolaştık. "Nasıl da kızıldır tan sökümü / ıslak ovalar da bir karaltı / bir pegasus yürür gelir; kanatlı..." filân dedik, sonra kütle olmasaydı, evren içinde parçacıkların ışık hızıyla sağa sola uçuştuğu delice, çalkantılı bir denizi andırırdı be yahu diye ekledi... Ciğerlerine kanatlı karıncalar yuva yaptı, kasıklarına veba girdi çıktı. Bağırdı; 'Körler göremese de yıldızlar vardır...' İskenderiye'de bir Akhalı yazdı bu dizeleri; Batlamyus Lathyros'un krallığının yedinci yılında ve Narsay geldi, İsa'nın babası tanrıysa, Meryem hepimizin anası olur, üçgensi yeşil, piramitsi örüntü, prizmatik, konik nesne, devasa şeyler feşmekân. Çamlardan küçük bir kuş ürküp kaçmasın mı, tarihi saptırdık, Gangaumela'da (deve ağılı) olmuş savaşı Erbil'de olup bitmiş gibi yazdık. Sonra Kazancakis, Yılan ve Zambak dedim. Burada kaldık, beslediğim armadillo cüzzama yakalandı. Alevler aç gözlü bedeni yalıyor gör ki, mavi güneşin göründüğü sahne siyah beyaz olabilir Solaris'te dedi, düşünde görmüş, baksı açtırıp, bin yıl bir M sesiydim aşağı Mısır'da çünkü, çünkü Kulikovo Savaşı'na istemeyerek katıldım, kolum iki yerden kırıldı, ormanın kıyısında bir melek görmüştüm, teknolojik buluntular insani ve ahlaki konulardan temel alıp, onların üzerinden gelişir ya Sem-Ra dedi.
Gece düşer gözlerime, uyku ok gibi dizilir, Ölüm düşer sözlerime, Serviler çoktan gözükür kuzenim... Sin Kalan'da, orayı gören ya da göreni gören tek kişiyle karşılaşmadım. Sözcükler, sürgün edilmiş, sakatlanmış sözcükler, başkalarının kullandığı sözcükler, saatlerin ve yüzyılların verdiği tek sadakaydı ona. O zaman, Aurelianus Cennet'te, Ulu Tanrı'nın gözünde kendisi ve Pannonyalı Yohannes'in (Ortodoks ve sapkının, nefret eden ve nefret edilenin, suçlayanın ve kurbanın), aynı insan olduklarını anladı demek daha doğru olur dedim, bu demir paranın turası da, yazısı da, Tanrı biliyor ya, aynıdır, tenim korkabilir ama; ben korkmuyorum ve kendisine inanmaktan caydığım anda Averreos'te uçup gidiyor kardeşceğizim. Belki de o paranın ardında Tanrı'yı bulacağım. Hayy-ı Lâyemut, -Ölmeyene and olsun-. Tam bu büyüyü sürdürecekti ki, patlayan piştol yok etti onu, parçalanmış gövdeyi ahırların orada buldum, aradan geçen yıpratıcı yılların etkisiyle Beatriz'in belleğimdeki yüzünü çarpıtıyorum ve yitiriyorum babacığım. Korkunç kurtarıcı Lazarus Morell'in suçlu ve göz kamaştırıcı varlığı, halkın eğilimleri tek kaygısıydı; "Kör onlar" diye açıkladı maskeli adam, "çünkü yüzümü gördüler". Ve ilâhi gövdesinin gereklerini dindirmekle görevli cariyeler, "Mutluluk, hayatta kalıp, sınırsız Bağışlama ve sonsuz Ceza'nın iki anahtarını elinde tutan kişi ile beraber olsun." diye haykırdık, haykırdılar halacığım. Ve dinginlikle, alçalmayla, korkuyla, kendinin de bir görüntü olduğunu, bir başkasının onu düşlediğini anladı artık, bundan büyük bir mutluluk yoktur belki de. Ey yetersizlik, düşlerim asla arzulanan yırtıcı hayvanı yaratmayı başaramaz. Kaplan belirir, ama ya parça parça, ya kırılgan, veya gülünç biçimsel değişimlerle veya kabul edilmez bir boyutta veya son derece kısa ömürlü veya köpek ya da kuş görünümünde ki; Oğul kavramına, kötülüğün ve bahtsızlığın çapraşıklıklarını eklemiştir. Yeryüzünde bir geleceği yoktur, Hunlar atları üzerinde Manastırın bahçesini yerle bir ettiler, sunakları ve kutsal çanakları çiğneyerek, kütüphaneye girdiler, anlamadıkları kitapları lanetlediler, paramparça ettiler ve ateşe verdiler, belki de yazılarda demir bir yatağan olan tanrılarına sövülmesinden korkuyorlardı. Tiksindirici mitoloji örneği gibi konuşmayı sürdürdüm ve çekinmem ben dedi mavi gözlerini gözüme dikip, sonra ağlayarak; Aramızdan bir taşıt ve insan ırmağı akıyordu, herhangi bir akşamüstünün saat beşiydi, bu ırmağın aşılmaz, kasvetli Akheron olduğunu nasıl bilebilirdim. Bir gün yeniden buluşacağız -hangi ırmağın kıyısında- ve şu belirsiz söyleşiyi yine sürdüreceğiz dedim, dedi. Ve onu öldürürler ve bir sahne yinelensin diye öldüğünü bilmez, olayların gerçekleşmesi için unutma gereklidir. Başlangıçtan beri bekleyen ova, gölgelere sarılı ağaçların ötesinde, sulara yakın, gözleri uykulu bir at, sabahı doldurur gibi. Bir İran minyatüründeki gibi boynu bir yay çiziyor, yelesi ve kuyruğu burgaç burgaç. Duruşu dik ve güvenli, yapısı uzun eğrilerden oluşuyor. Chaucer'in tuhaf dizesini anımsıyorum: a very horsely horse. Hiçbir şeyle karşılaştırılamaz ve yakında değil, ama çok uzun boylu olduğu belli. Şimdiden, öğle olmasından başka bir şey yok. At burada ve şimdide, ama onda farklı bir şey var, çünkü aynı zamanda Makedonyalı İskender'in düşündeki bir at o. Uyku ölüme dalmak isteyip de ölüme dalamamaktır uzatma artık abla dedim. Çatışkıya bak. Öğle sonunun düşleri arasında kumrular aşıklar gibice uysallık ve taşkınlıkla mırıldandılar. Çok felsefi bir şey okuyordum, ev arkadaşım bağırdı, biliyor musun, Fulya'da bir arkadaşım vardı, evine hırsız girmiş, bütün altınlarını, bileziklerini, eşinin takım elbiselerine varana dek her şeyini çalmış, alabildikleri ne varsa hepsini, ayakkabısını bile götürmüş dedi. Duymayan kaldı mı, beyazlar geldiğinde topraklar bizim, kutsal kitap onlarındı, gittiklerinde kutsal kitap bizim, topraklar onların oldu. Dünü Etrüsk mezarlarında metal dedektörle hazine avına çıkıp bulduklarını çalan emekli bir amiralle geçirdim. Kendimi yakılmaya, fırlatılmaya ya da demir çubukla ölünceye kadar paralanmaya adıyorum... Seneca'ya göre Gladyatör yeminidir bu dünür. Dönüşte Lagrange noktasında Troyalılar'la karşılaştık, onlarda dönüyordu, Dianne Odell gibi demir ciğer içinde yaşardık. Sanat ve sanatsal yaratıcılık sonuçta katıksız metaforsa, o zaman şiirsel olan her şey sözde metafor olmaktan öteye gidemez. Kötülük çiçeklerinin çanı çalınca, Beykoz'un havarisi, ölüler ülkesine geçip gitti mi dedin... Çocukluğunun geçtiği yerlerde Pan gibi kırları dolaşan, Bozcaada'da şaraplar içip ditramboslar çağıran bu zamansız peygamberin, her biri birer kozmik haritayı andıran kemik rengi şiirleri, kaotizm yüklü, fantastik öğelerin ağır bastığı, matematik birer formülden bileşikti. Bin şiiri bir şiir yapıcısı, kozmik şiir ustası ozanımız, tanrının bile görünmediği alanlarda kalem oynatmış, bilemeyeceğimiz, göremeyeceğimiz bir antikozmostan seslenmişti be Tatavlalı Ismayıl... Karşıdünyanın bu anlaşılmaz reaksiyonerlikteki ozanı, şiiri öylesine olağandışı buluyordu ki anlaşılmayı hiç bir zaman arzulamadı, bunu göze alabilmek, insanın kendisini hiçleyebilmesi; sevilmeyi istemek, kitleleri etkilemeyi arzulamaktan çok daha içrek ve insanın trajedisi adına çok daha tansık barındırabilecek bir tutumdur belki de... Ürkütücü ve gizemlidir de, çünkü, kendilerine cennetin çeyizlenmesini değil, cennetten kovulmuş olmayı lâyık gören ve aslında salt başkaldırıdan başka bir şey olmayan şiire, böylelikle daha çok yaklaşmayı deneyenlerdir onlar. Yalvaç olmayı değil deccal addedilmeyi göze alanlardır. Onun şiirini sevebilmek, kolaylıkla katlanılabilecek bir tutum değildir, çünkü anlak içi değildir. Ve ozan öncelikle kendini kurban seçecek kadar da gözü pektir. Bir kurban olarak, ilk taşı günahsız olanın atmasını da beklemez, o ilk taşı özüne; daima kendisi atar!.. Şiirlerinde yalın gerçeğin, mistifike edilerek anlakta sorgu pencerelerine dönüşmesi, soyutlamaların ipek örtüler ve gizemle ruhanileşerek, bireyin arayışı, mutsuzluk ve umutsuzluğun; uyumsuzluğa varan kapsantılara bürünmesini dile getirdi. Sıralım halinde geçen deniz kedileri, engerek otları gibi. Sinik bir imge anlayışından dolayı yadırganan, "anlam ötesi" diye nitelenebilecek yapıtlar verdi. Şiirselliği düşüncenin buğulu yerlemlerinde ararken, anlamsızlığa, hiçlemeye varan bir yöntemi benimsiyordu. Öyküleme öremli, düzyazınsal betimlerden, monolog ve diyaloglardan yararlanıyordu. Çağdaş şiir akımlarındaki gelişmelerle birlikte, bir düşünce ozanı olarak benimsendi. Sonuçta çağın ve insanlığın görünmeyen acılarını, umutsuzluğunu, sefih ya da şaşaalı diye nitelenebilecek her tür yaşamın bir çıkmaz ve sığmazlık gerçeğiyle evrensel bir karayazgıya dönüşecek oluşunu, içrek bir titrem, felsefi bir yansı, buğulu-buruk bir sezgi ve ikonal bir seslemle anlağa varan melodisini şiirleştirmiştir. Halt ettin be sabahtan beri, ne demek bu şimdi. Şu demek günahın çok mu cehenneme, sevabın çok mu cennete gideceksin, ama günahın ve sevabın denkse allahülelazim nereye gideceksin... Büyük ışık üçgenleri, şu ki ve iyi ki düşümde bir inek gördüm, başı Aysis, boynuzları harp gibi, gözleri insan... İnsan düşünen sazdır bizimoğlan. Aynı ırmağa iki kere giremeyiz ama girende aynı insan olamazmış artık, demiş miydim dedim. Hız arttıkça, zaman azalır (yoğunlaşır, yutulur), hız azaldıkça, zaman artar (çoğalır, genleşir-genişler). Yaratıcı varsa, onunda bir yaratıcısı olmalı mı, bu bir çember o zaman, yaratılan ve yaratan... Boş şeylere adanmış üst düzey ustalıklar filân, ikide bir deme lan-tan elementi! Özgür iradeye inanmıyorum. Bu nedenle, kurgulamıyorum. Eğer siz özgür iradeye inanıyorsanız, bu kavram gerekli bir illüzyondur. Ancak geçmişim söz konusu olduğunda, yaptığım her şeyin dünya tarihine, daha önce gerçekleşen tüm evrenin ilerlemesine bağlı olduğunu kabul edebilirim. Ancak şu anda özgür olmadığım söylenirse, kendimi uzaklaştırırım. İşte burada iki elim de duruyor. Masanın üstüne hangisini koyabileceğimi söyleyebilirim. Şu anda buna eminim. Ancak şimdi sol elimin düşmesine izin verdim, bunun yönlendirilmiş olduğunu ve sağ elin düşmesinin olanaksız olduğunu nasıl kabullenebilirim? Ama geçmişi kastettiğimizde, kötü bir davranışta bulunduğumu düşünün, pişman olmak için herhangi bir nedenim yok çünkü zaten karar verilmiş bir hareketti. Her şey önceden belirlenmiş olduğundan, ceza ve ödül düşüncesinin her ikisi birden yanlış olabilir. Özgür irade yoksa, her şey belirli koşullara bağlı demektir. Ancak bu durum bireyin kişiliğine göre değişiklik gösterir. Belki siz erkençler daha özgür duyumsuyorsunuz. Ancak, buna inanmak oldukça zor görünüyor. Mazurka ilâhı Chopen, Brejnev gibi bir dudak öpen! Burkas'ın çerileri, Amuderya, Sirderya'dan çıkarsa, Gundişapur'a gelirse, yetiştirdiğimiz Arabisantlar bizi anlar ve Allelopati stratejisi geliştiren bitkiler çoğalırsa filân, Hey Krıçmarov "Bana doğru uzatıyor sağ elini İsa / ve yıldızları görüyorum / çividen kalan o yaman yaranın arasından." Ah bulutlardan yağan kan damlaları ki, evrenin tutsağıyız, çün göz açıkta duran tek iç organ ve ölümsüz olsak ölümü arardık vb, neyse; Nihil humani mihi alienum demek en iyisi...
Yeni açan ceviz yaprakları, ne buruk ne esimli koku yarabbim... Zarya modülüyle gezi, ölümseyen bakışlar, gem vurulmaz duygular, kül sesli insan. Resul-i Kibriya uzakta durur. Talut’un yasak sudan içmeyen erleri, tüfekyan ve silahşöran savaşı, biri Emirdağ Lahikası’nın kırk ikinci sayfasındaki gibi savaşın bağırın der, tepede kadın usdışı bir erotizm görüntüsü, dans, kalçalar bulut. Savaşan küçücük çocuk, anasız babasız ölüp, boşluğa karışıyor, yanımda cenkçi, onlar boşlukta sönük yıldızların olduğu yerdedir, biz göremeyiz, orada küçük kuşlar gibi kolları açık uçuyorlar ve sonsuz bir düşte gibi uyuyorlardır. Ve sonsuza dek bizimle kalacak tek şey ölüm der ağlamaklı. Bu sıra Annabalı bir yiğit haykırır, silsilelerle atlarız. Bir keçi damının içinde uyanırım, başımda duran köylü bir dağ suyu gibisin bre der. Örüntü yeşillikte, külsü hava, kül sesli biri, plazma, atın dizginleri elim, ortaç, üçgenler ve kazak konuşuyorduk. Gravürdeki dişi domuz bir çocuk öldürmüş ve 1386’da Falais’te asmışlar. Bir adamı öldüren at, 1389’da Dijon'da asıldı. Bir batında doğurduğu yedi yavruyu beslemekte olan domuz da Savingy’de bir çocuğu öldürdüğü için idama mahkum oldu, ama domuz yavruları suç ortaklığının kanıtı olmadığı için suçsuz sayıldı. İris çiçeği, Çin atlı gel, Paul Celan’ın Ölüm Oluğu’ndan müjdeleyen, muştulayan şeyler. Köye gelen hasırcı, göl ifriti ya da piranhamsı dingin yeşil örüntümsünün bağ evi. Barış için sorguç ve öküz kuyruğu sallar. İmparator ırmağı geçip batı yönüne, atlarını Hua dağının eteklerine sürer. İnekler çam ormanlarının boşluklarına dağılır. Arabalar ve zırhlı giysiler kana bulanır, yeraltı odalarında saklan, kalkan ve mızraklar kaplan derisi ile sarılır. İşte paradoks, mızrağım bütün kalkanları deler, ama bak ki kalkanım en iyi mızraklara bile dayanır, işte bu iki nesne aynı anda aynı yerde bulunamaz, çünkü önermenin biri yanlışlanmak zorundadır. Önderler derebeyi olarak atanır. Silahlar kılıflarına konur. Bundan sonra tüm yeryüzü Wu Wang’ın silah kullanmayacağı ve asla savaşmayacağını öğrenir. Ekinlere bit ve kırmızı örümcek kenesi dadandı. Lekeli hummadan Narlıdere'de öldü atalarımdan biri, adı İlyas.
Çölün kıyısında kervancılarla ufuktan gelecek tansık için bekleşiyorduk ve doğudan kara bir güneş belirdi... Taftazan’da dünyaya gelen Sa’d. Can çekişen, çiğli, çirişli otlar, söyleyip durma yesene. Galile, Taberiye gölü, Kızılağaç ormanlarında küçük çulluk ve domuz avı. İran-Turan, Kayrakan dağında, Gobi balığıyla, kör karidesin ortak yaşarlığı gibi dost, pars gözü gibi parıldayan göl, güneşe bakabilen kuş kartal. Ağaç perileri. Dudakların dişi bir keçi kanının akmış olduğu nazik ezik çiçekler gibi eşyA. Kaplanların sevdiği yatağına aldığı kadın, at irisi, arı gövde. Orada tanrı sol topuğu üzerine oturmuş düşünüyor. Dağ kekiğiyle kuşatılmış su köpüğü. Antep ki Küçük Buhara. Havrani kürkü, çuha, ferace ve elvan boğası renk. Denizaltı inleri, Galile denizi, Lut göl, Gor çukuru, balık gözü. Yengeç dönencesi kuzeyinde kutsal Medine kent o gece ay kaçmış. Sydney gribi, uzayın hiçselliğinde havlayan kedi, ağlayan köpek. Hz İsa’nın şakirti bir köpek ölüsünün yanından geçti, dedi: Ne fena kokuyor. İsa: Ne kadar beyaz dişleri var. O ise köpek için halis siyahını, iki noktalısını öldürmeye bakın o şeytan dedi. Boşnak tüfekçilerle Fas çayı kaynatıp içti. Kötü zamanda fasık ve dinsiz olan saygılık gördü, gıybet ve bühtan çoğalmıştı. Güneş batıdan doğar, Mehdi zuhur eder, Dabbetü’l arz adında bir hayvan yeryüzüne, Ye’cüc Me’cüc çıkmış, doğu batı ve Arabistan’da üç yer batmış! Kabe yıkılmış. İnsanlar kafir olup Kur’an, mushafların, sayfa ve insanların kalplerinden silinmiş... Songün geldi. Ashab-ı Kehf mağara arkadaşımdır. Kehf suresi anlatılır. Bir takım gençler devrin inkarcı kralı Dikyanus’un zulmünden bir mağaraya sığınacak. Kıtmir adlı köpekleri orada üç yüz dokuz yıl kalacak.Yalancı peygamberlerin yalancılıkları onlara bir zorum bırakır. Müseyleme’nin tek gözlü birinin gözü açılsın diye gösterdiği çaba sonucu adamın iki gözü de kör olur. Kinâne kabilesinin Arap’ı gibi. Ben Gıfar’dan bir kimesneyim. İlk Hicret Bi’set’in, peygamberliğinin beşinci yılında bir ağaç kovuğunda canı alınan Zekeriya. Mute savaşı. Suraka geldiği yere geri döndü. Zehirleniriz diye Acve hurmasının dibinde oturup yerler azığını. Asyut’ta (Mısır) doğdu. Nahle vadisine gel. Tanrının sağ topuğunu kaldırırsın, göreceksin ki taş kırıktır. Kumrular adanmış. Kalp rikkati kalmamış ve aramızda dünya sözleri geçmiş. Cabir (r.a) anlatıyor. Zâtu’r-Rikâ Sav(l)aşımı olduğu gün Rasulullah (s.a) ile birlikte idik. Soluk, gölgecil bir ağacın yanına geldiğimizde, onu Rasulullah’a (s.a) bırakırdık. (Burada da öyle yaptık) Derken müşriklerden bir adem çıkageldi. Rasulullah’ın (s.a) kılıcı hurmada asılı idi. (Hemen Hz. Peygamber’in (s.a) kılıcını alarak) kınından çekti ve Rasulullah’a (s.a) ‘Benden korkuyor musun' dedi. Rasulullah (s.a) 'Hayır' dedi. Müşrik; şimdi seni benden kim koruyabilir! Efendimiz ‘Allah’ buyurdu. Ebû Bekr el İsmail’in Sahih’inde rivayet ettiği hadiste Müşrik: Seni benden kim koruyabilir Peygamberimiz (s.a) Allah... Ravi diyorki: Bunun üzerine elinden kılıç düştü. Bunun üzerine Rasülullah kılıcı aldı ve 'Şimdi seni benden kim koruyabilir' dedi. Müşrik’de ’Yakalayanın hayırlısı ol' dedi. Tan yerlerinin sülbü ve sası kokular geldi. Öyle rüya görmüş göklerin nur serpen aydın ayı süzülüp kendi üzerine inmiş ve ışıksıl, öylece parlamıştı. Rüya zevcine anlatıp Sekrân şöyle dedi; Ya Sevde! Şayet rüyan sadık ise, ben yakında öleceğim sen de benim vefatımdan sonra evleneceksin. İşte o an Sevde’nin gönlü acılarla dolmuş, gözleri çiğ paresi-şebnem katresi gibi yaşlar akıtmış. Kısa zaman sonra Sekran ölmüş. Ve gündüz ve geceler sonra Allah’ın sevgilisi ol zaman ve mekanın bütün mahlukâtın peygamberi ona talip olmuştu. Sevde Hazretleri, gökten ayın kendi üzerine inmesi manasın şimdi daha iyi anlamış oldu. Işık altında tatlı bir ömür sürdü. Takvâ ve verâ sahibi, ömür ırmağı kevserleştirip cennet gölüne akıtmasın bildi. Mekke kumları üzeri Habbab’a işkence görev, Siba İbn-i Abdilüzza ve kabilesin düşmüştür derler. Kaside; İman sahipleri, tanrının dikkatini şu sözcükleri dizen sağ elden bir an bile çekmesi halinde elin o an, sanki alevsiz bir ateşle tutuşmuşçasına hiçliğe gömüleceğini düşünürler. Yeryüzünde olası bir cehennem tohumunu içermeyen hiç bir şey yoktur; usundan herhangi bir şeyi bir türlü çıkaramayan birini düşünün; bir çehre, bir sözcük, bir pusula, bir malın tanıtımı, onları unutamadığı takdirde kişiyi çıldırtabilirler. Gece gündüz, Ren ırmağını ya da Bolşevik Devrimini ah ki kalkışmasını usundan çıkaramayan bir adam çıldırmaz mı. Bu ilkeyi kampımızda uyguladım 1942 de Jerusalem aradığı çıldırıya kavuştu ve 1 Mart 1943'de kendini öldürmeyi başardı. Acıma duyguma son verebilmek için onu ortadan kaldırdığı mı anladı mı bilemiyorum. İbni Rüşt, dediklerine pekte güvenmeden, kendi kendine aradığımızın çoğu kez yanı başımızda olduğunu söyledi. İbni Sina kör müydü. Ve öğle sonu uykusunun derinliklerinden aşık kumrular, boğuk ötüşlerle bir kez daha seslendiler, görünmeyen bir avludan bir fıskiyenin sesi yükselirken dedi; meyvesi yeşil kuşlar olan bir ağaca inanmak, Hindistan'da ölümsüz bir gül türünün kan kırmızı yapraklarında 'Tanrıdan başka yoktur tapacak' yazısı okunan bir gül ağacının varlığına inanmaktan yeğdir. Rüşt, balkona asılı kafesin çubukları arasından avluda oyun oynayan, çığrışan çocuklara baktı. Odaya şair Abdülmelik girdi, yeşil kuştan meyveler veren bir ağaca inanmak, hatlı güllere inanmaktan daha az zorlayıcı hakçası, somuttan, soyuta geçiş yok bir kez! Başka bir konuk, Kur'an'ın (Kitabın Anası) yaratılıştan önceye dayandığını ve cennette saklanıldığını anımsatarak yazının bir sanat türü sayılmasına öfkeyle karşı çıktı ve Kur'an, insan ya da envai mahlûkatın kalıbına girebilen bir tözdür diyen Basralı Şahiz'den söz açtı. Sonunda Farah temel öğretiyi açınladı; Kur'an tanrının niteliklerinden biridir. Tanrının, meleklerine seslendiği dil olan Arapça'nın ve Arap şiirinin erdemlerini övdü ve Bedevi ağzına bozuk çalarak, gözlerinin önünde Guadalkivir uzanan birinin, kuyu suyunu yüceltmesini gülünç bulduğunu söyledi. Zuhayr'ın yazgıyı kör deveye benzettiğini de ekledi. İbn-i Rüşt, onlara değil kendine söylercesine konuştu; Bir yanılgıdan kurtulmak için önce ona düşmüş olmak gerekir. Ve anladım artık, -ikide bir söyleme ey ölümlü- kendisine inanmaktan caydığım anda Averreos'de uçup gidiyor! Ölmek aykırılığında bulunuyor. Sonra akşam oldu, Oxymoron oynadık, bir benzetme türü, sözcüklerin önüne onun karşıtı olan bir sözcük koyarak, yeni bir sözcük üretmek, kara ışık, bakar kör vb... Veronal içtim uyumak için. Ha o mu, düşleriyle burgu gibi övünen, kayaların kaburgasına tutunup, akciğeri kelebeğe dönüşen biri... Önce, kılıcım yakında boğazının tadına bakacak diye Lives'e mesaj çektim. Yaşamım boyunca ağız temizliğinden çile çektim, böyle angarya görmedim. Genlerimizde olmayan tek iş bu-şu, Darwin kuramını destekleyen bir oluşum, insan, maymun mu...

V
"İnsanlığın tüm günlerinden bir gündü / yaratma gücü olanın, zamanın / o ilkinsil gün, biçimleri yoğururken / Günlere ve acılara biçemler veriyordu tanrı, / zaman görünmezliklerle geçerken / ıslak ırmaklar yeryüzünü sarıyor, / dolambaçlı, sancılarla dolu akıntılar, / öncesiz, sonrasız, geçmiş ve gelecek-sönüp gidiyordu. / Tıpkı benim gibi, tan atımından karanlıklara doğru / evrilip gidiyordu yeryüzünün öyküsü / gecenin derinliğini ereksizce adımlıyor Musevi, / Kartaca'nın ruh göçü, cennet, cehennem, göksel karmaşalar. / Tanrı baba, ey yaratan, görkem ve güzellik, dirimle cesaret ver / Ulaştığım dorukları salt görebilmek için tam da bu gün."
Su vermez ve çıplak gövdeye demir zırh giyerlerdi. Başını kızgın demir dağlardı. Dağlamanın verdiği acılardan baş ağrılarını unutmuştu. Habeşistan ve Urbanistan’a gittik. Matese'de ki komşusunu gezdi. Atalarımız ökaryotlarla, kuzenlerimiz bitki ve mantarlarla kol kola, hayvan sevdi. Seni atının kuyruğuna bağlayacağım, güneş Sulieyka tepelerini aşacak, arkasından ormanlarda dörtnala dolaştıracağım dedi. Kanatlı at, Maya tekerleği, su, göçer kent ve... Tepeyi aşınca çölde bir tavus çıktı. Tavus konuşuyor, çölde bir tavus, o an anlaşıldı ki konuşmak insana özgü değil. Selefkoslara doğru yürü paramızda Erbil profilin var. Otrar’dan Curcan’a gittik, sonra Urfa yakınlarındaki Edessa’ya, Zengîlerin egemen olduğu, Hipparion’un ansızın ata dönüşmesi gibi garip ve Hintli Kahraman, gökte, Herkül süper kümeler yerde göründü... Ne mavildir ama. Hyksosların hükümdarlığı zamanında başkent Avaris'di. Bir zamanlar Bizans eşkiyaları, kozmonotlarla Mars’ta öldü mezarları oradadır şimdi. Umru dalı gibi. Ne diyorsun sen! Somali’de kızlara İstanbul adı verilirdi, İstanbul’da bir incir ağacına Yavuz Sultan Selim dendi. Fırat vadisindeki Bandola ovası yakınları tutsak düşer, önce Moskova sonra kuzeydeki Vetluga kasabasına götürürler Kim’dir adı. İslam, kız çocuğunu hurma ağacına asıp ok talimi yapan vahşi Arap’ı insanileştirdi. Valsler, polkalar, galoplar, kadriller besteledi, Arseni çok çile çekti. Strauss, Tunus gülü koklardı, yel gibi gider Fars kısrağının üzerinde uçardı. Bir Yehova oğlu kavgada, ‘Samson seçimine’ geldi dayandı iş dedi, yani eğer beni öldürürsen, sende öleceksin ve cehenneme birlikte gideriz oyunu. Üç ülke arasında (Benelüx) geçmişte ki Delos Birliği öyküsünde olduğu gibi para; bir para küpünde toplanır, giderler oradan karşılanırdı. Plevne’nin sonu şöyleydi, 1879’da bir Bristol gazetesinde haber: ’Otuz ton insan kemiği Plevne’den Bristol Limanı’na getirilmiştir.’ Ufacık bir Balkan kasabasını ele geçirmek için yaşamlarından olanlar, İngiliz topraklarını gübrelemekte kullanılıyor. Maveraünnehir’den gelen Kapisa Kiyonitleri Bamyan’a göçetti. Heftalitlerin geçişinden sonra Baktriyadan, Pencab’a kadar barış geldi ki, yılan gibi kıvrılan yol Taganroglu Anton Pavloviç’in ölümünü duyuruyordu. Çehovvv! Duvardaki tüfek ateş aldı. Hiçte inanmam öyle şeylere Mao Çe. Ve öyle iştahla silip süpürüyordu ki adam eti, bir an köpek görüyorum sandım. Bütün bunlar anın sölpük tutkusu. Roma’nın kösnül ecesi gibi gözümü uyku tutmuyordu. Lambayla buldum önümü. Firavun Snefru gelmiş, bir öbek adam ve öldürmeye odaklanmış kirpikler mi desem, ok gibi işte görsene, iyi ki elimde Alef vardı, tüm dünyanın ve senin yüzünü gördüm o an ve sonsuzca ağladım durdum ama öcümü nasıl alacağımı da buldum; kırlar, açık hava ve sessizliğin en iyi sağaltan olduğunu söyledim ve sokağa çıktığımda, gördüğüm yüzlerin hepsi tanıdıkmış gibi geldi, artık yeryüzünde hiç bir şeyin beni şaşırtmayacağından korktum, bir kaç uyukusuz geceden sonra, unutkanlık yardım sever ellerini uzattı ve İbni Haldun, göçebelerin kurduğu devletlerde duvarcılıkla ilgili her konuda yabancıların yardımı kaçınılmazdır diye söyleyince ve ay uluyunca uyudum...

‘Şimdi yokuş çıkıyorum / Ama bunu herkes söyler.’ dedim. Sezar tam bir katışıksız, tam bir kreoldu, yalan bütün insanlık saf ya da melez, Kenan ilinin keçi çobanları gibi kaç kere söyledin ama, kaç kere söyledin amayı da. Pinar ağacının gölgesinde, berkliydi, ipekten, isfandan, iskalarya, ispenç ve isfendiyari, ebabil kanadından hızlıydı. Ebrehe kinli. Son bir soluk verdi Dorian. Gençlik elden gidiyordu. Gallipoli. Bulamaç yedi, Öklit sarımsağı dikti, var mı bu dünyada avazat kuşu, çık şu yokuşu işte. Zambak özlemli çocuksu, tepişir gibi sevişirdi. Sümbüllü dere. Evdemonist türkülerdi dinlediği. Telgraf çiçeği ve Merkep köprüsü teoremini öğrendi. Trake solunumu kurbağa, bu denizde bir zamanlar Bakha’ların dansettiğine inanılır, uzayın derinliklerinde çatırdayan kalkanlar, yükselen füze sesi, sığırların gözyaşlarını içen böcek, kedi penisi gibi kıvrık gündüzleri Hz. İbrahim’in çadırından sızan ışık, şafakta bilmediği bir şeyden gelen çıtırtılar, avlanan insan, yalnızlık, kuşun alevli tüyleri süzülüp gelir çalıdan, Stevens, Tebeşir türküleri söyler, Eflatun cini ağlar...
‘Yirmi karlı dağın arasında / Kıpırdanan tek şey / gözüydü karakuşun.’

Filizlen ey ilkel yürek, ahşap yol, güneş, soğuktan kaskatı, eve ulaşıp yatan bedenlerle dopdolu olan oda, iki kişi arasında hendeğe çırılçıplak uzan... Haiti'ye geldik birkaç Arawak çıktı karşımıza, evin sahibi lambayı söndürdü, karşı duvardaki rafta; Beyaz Leydi’nin gölgesi göründü... Çatışkan, bir titreyip bir yanarak, bir imge uyumaya çalışır orada. Tam o anda, uzaktan küçücük görünen Sharon Gülü iniverir, bulut gibidir ve yanına yaklaştıkça canlanır gibidir. Siyah Adam öldüğünü sezer. Utanç içinde yattığı yerde çivilenmişken Bakire'nin adını seslenerek yanına diz çöker. Bakire onun, Beyaz Adam'ı öldürdüğü elini öper. Çocuğuna kıyılmasına dayanamayarak ağlar, mermere, balmumuna, tahtaya, fildişine dönüşen Bakirenin öç almak için, onu öldürmesine yardım ettiğini öğrenir. Bakire Tristan’ı ödüllendirmek ister; kendi üstündeki giysileri çıkarması konusunda adamı zorlar. Bizans’a Azap askerleriyle Fener tarafından saldırır. San Romano kapısından Urban ateşiyle içeri daldık der, onlarda Grejuva ateşiyle karşılık veriyor. Adada aslanlar, kara tüylü tavuklar yün giyer, balıkların kanatları, kuşların pulları vardır, taş yüzer, tahta batar, kelebekler büyüleyici bir güzelliğe bürünür, gecedir, sular içildiğinde baş döner, bir keklikle bir kedi alt alta üst üste sevişir, Adem ve Havva manil oynar. Bikaner'de, tuzlu Ceiba ve Hülagü oğlu İlhan bir şiire girişir, İlhanlı imparator. Bir karbon göğü, bir karbon denizi, bir karbon ölüsüyüm der. Tüm bunlar zehir dolu sütleğene övgü, övv, ööö, ööp!..

VI
"Once Meydanı'nın köşelerinden birinde vedalaştık. Karşı kaldırımdan bakmak için döndüm; sizde dönmüştünüz ve bana el salladınız. Aramızdan bir taşıt ve insan ırmağı akıyordu; herhangi bir akşamüstünün saat beşiydi; bu ırmağın aşılmaz, kasvetli Akheron olduğunu nasıl bilebilirdim? Birbirimizi bir daha görmedik ve bir yıl sonra, ölmüştünüz. Şimdi, o anıyı arıyorum ve bakıyorum ve bir yanılgı olduğunu ve basit bir hoşçakalın ardında sonsuz ayrılık olduğunu düşünüyorum. Bu gece, yemekten sonra dışarı çıkmadım, bu şeyleri anlamak için Platon'un ustasının dudaklarına yerleştirdiği son öğretiyi yeniden okudum. Gövdenin öldüğü an ruhun kaçabileceğini okudum. Şimdi, gerçeğin sonraki uğursuz yorumda mı, yoksa arı hoşçakalda mı bulunduğunu bilmiyorum. Ruhlar ölümsüzse, vedalaşmalarında taşkınlık olmaması iyidir. Hoşçakal demek ayrılığı yadsımaktır, yani: Bugün ayrılır gibi yapıyoruz, ama yarın yeniden görüşeceğiz. İnsanlar vedalaşmayı icat ettiler, çünkü bir anlamda ölümsüz olduklarının bilincindeydiler, her ne kadar kendilerini öylesine ve geçici sansalar bile. Delia: bir gün yeniden buluşacağız -hangi ırmağın kıyısında?- ve şu belirsiz söyleşiyi sürdüreceğiz ve düzlükte yitip giden bir kentte, bir zamanlar Borges ve Delia mıydık diye soracağız kendi kendimize."

Her şey bir yinelemedir ya da eşsiz; biriciktir. Balık, gök içinde izliyor, bir soprano çınlatır cehennemi, balığın ağzı açılıp kapanır, balık ışık yılı, balık beyaz, gümüşlü, bir şiir değişkesi, dilsel birim. Çekirgeler, ateş üfleyen ejderha, berbat hava, fırtına, yel, iri, ceviz büyüklüğünde dolu, pusatlı insanlar, kurt sürüleri ve deprem... Her gün bir tabak yumuşak mamut eti ve uzun azı dişli kaplan ciğeri, az miktarda fok yağı, bizon beyni ve kemik iliği, kucak dolusu lifli, yabanıl sebze, türlü yemiş ve buruk tatta meyve ama ekmek ve tahıl yok. ‘Sticklgruber’ Hitler’in asıl adı. Prag'ın tarihi yapılarından ötürü yıkılmasını istememiş, bak şimdi işte duyunç sahibi!.. Çarmıha gerilmişçesine uçan ilk yarasaların dışında kimseyi görmedim mağarada, bir keçi tutuyor boynuzunu. Ölüyor, deniz gökyüzü, dağ, adalar yanaştı ve iyice abandılar üzeri, sonra güçlü bir kasılmayla uzayın uzak uzaylarına, uzak uzay adalarına çekildiler dedim. Ne dedin dedi. Boğaziçi’nin en dar yeri olan Asomaton (Bebek) köyünde Rumeli Hisarını yaptırdı. 13.Yüzyılın Selçuklu Konya’sı, Renaissance’ın beşiği olarak karşımıza çıkar. Varoluşçuluk’un Herakleitos’dan sonraki ilk ve gerçek temsilcisi 1200’lerin ortalarındaki Anadolu’nun Mevlana’sı. Yüzyılın başında Gabriel Marcel’in “sen, ben’in karşısında oturan ben’dir” şeklindeki mottoyu ortaya koymasından sekiz yüzyıl kadar önce, Mevlana, ‘benimle senin aranda ne ben, ne de sen vardır’ demiştir. Sufi kimdir, Fatih şarap içer mi ki, Hançer-i Dahhak nedir. Başta at nalı taşıyan rakip midir, çengel çiçeği, baba ve oğul arasında ki mektup mudur, çılgın aşıklar ve serhatlar, Galata, sultanlarla aşık atan şair'hoşlar, at ayağına serilen kumaş, kâğıt sunan, başta ateş yakan, bayramî ve onun ertesi, hat geldi işte konuş!.. Kanuni'nin emriyle idam edilen oğul şehzade Beyazıt. Kuran Mekke’de inmiş, Kahire’de okunmuş, İstanbul’da yazılmıştır canan.

Şimdi Dulkadiroğulları denilen Türkmenlerde kadınların erkekler kadar yiğit savaştığını, böyle otuz bin kadın savaşçı olduğunu söylüyor. Dulkadiroğlu demek anası savaşta ölmüş yetim (Kadir) demektir. Sertrandon, Halep civarında sekiz atlı Türkmenle karşılaşıyor, bunlardan biri kadın ve bir kalkan taşıyor. Bizantik, Tekfur sarayı ve Artukoğulları, Grieg’in Solveig’in Şarkısı’nı söylemeye başladı. Dil ve iletişim dört bileşendir, bu dört bileşen şunlar: Sözcük Bilgisi, Gramer, Prozodi ve Kinesis. Orta Anadolu’da keçi güdenler ve deniz kozalağı. Değişkeler ve beyaz giysiler içindeki bir piskopos, harabeye dönmüş antik kentten geçerek, üzerinde haç olan bir tepeye vardı. Haçın önünde diz çöktü. Bu sırada askerler, oklarıyla ve ateşli silahlarıyla piskoposun sesini fezaya iletti, Arap renkli keçi gözü gibi, deli incirlerin sırıttığı yoldan, kente girdik ve insan yazık ki ölümsüzlüğü değil ölümü aradı. Yaşamda ki en büyük tansık ölüm. Allah’ım, kalbime bir nur ver, önüme, arkama, sağıma ve soluma nur ver. Üstüme ve altıma, kulağıma, gözüme, etime ve derime nur ver. Kanıma ve kemiklerime bir nur. Madde bir bulutun bulutunun bulutunun bulutu gibi bir şey ama, bigbang'dan önce ne oldu, insan bu soru için, kuzeyin kuzeyinde ne var der, aynı aynı aynı elbette. Boyuna der. Yazgımız, fatale abladır değişmez ki. Tuhaf bir İnka kuşu. Hermon dağından geçerken yılan kuşu aldı çevremi, renkçil, çağırtı, böğürmeler, çanak yapraklar, yüz milyon yıl önceki Gondwana kıtası ve Protestanların I960’da Protestan Oranga tarikatı lideri olan William’ın, Katolik kral II. James’in ordularını yendiği Boyne savaşının yıldönümünde, kutup zambağı, orada kral Antiochos’un tanrıyla el sıkışırken ki anın işareti aslanlı horoskobu görmüştük. Tümce bile kuramıyor. Başkırtça, Kırgızca, Yakutça, Kazanca, Altayca ve Özbekce gibi diller. Gün ağarır, firavun öyküleriyle, dağlarda yaşayan cüceleri anlatır. Gökleri ateşe veriyor, insanları toprakta yetiştiriyoruz. Boşluğa övgü, hiç, eros. Babil ırmağı kıyısında Sion’u görüp ağladık, Katakulli, kadrajlı dom!.. Kızıl ağaç ormanı. Nostromo... Tukan yıldızı, Rigel yıldızı, yeşil saçıntı. Sığır keneleri, yeleleri rüzgârda sallanan Korsika atı. İris çiçeği. Denizler firavunu, Nemrut...

“Zifiri karanlıkta / Kurbağanın ağzından / Çıkıyor ay”
Atina’da Altis korusu olimpiyatları, tanrı hızıyla koşan Rodoslu Leonidas. İris ki ölülerin çiçeği. Judea dağının karları gibi beyaz bir yüz. Onlar balığı, balık maymunu, maymun seni, sen robotu yarattın, efendin benim artık, her yaratılan yaratanın efendisi olmuyor mu, sen hayvansın güç, erk, bende artık. Bundan sonrası mı, o’nu tanrıyı yaratacağım ve o hepimizin efendisi olacak. Osmanlıda piyale ve piyadeyken bile Copland’ı dinlerdi. Grieg’in Ağıtsal Melodisi ve Bartok Efendinin divertimentosunu dinlerdi, gariptir Zenofobisi vardı, uysal Leandro, savaşcı gezgin Odysseus ile sonsuzluk antlaşmasının giyitlenmesi felsefe, düzlem, cisim, algı biçemi, soyut emek, yaşamak gibi bir takım zırvalar söyledi, derinlerdeki boş mavilikten bir uçan daire gelip aldığında, otantik düşün bunda katkısının ne çok olduğunu düşündü yekpare plakalar ve Solaris gibi. Öyle ki Hipokrat’ın mezarının üzerinde arılar yuva yapmıştı ve ürettikleri balda çocuklardaki pamukçuk hastalığına iyi gelen şeyler vardı. Karanlıkta dört yüz parça gemileriyle limana yaklaşıyorlar, limandaki yeryuvar ölüm uykusunda, bekçilerim hayal gördüklerini sanıyorlar ve liman ateşe veriliyor. Ukaz panayırı usunu almış. Mısır koçanı, kundağı, kapçığı. Omurgalılarda C değeri olarak bilinen genom boyutu, foto galvaniz, parabolik oluklu santral, yakıt peteği, ay ağırlığında kondritlerden oluşan ek kaplamalar, kantonlar, Kelt destanlarında ve büyük Frederik’in saklandığı mağarada örümceğin ağ ördüğü yazılıdır, onun görünmeyen bir tepeden iner gibi garip ve önemli bir yürüyüşü vardı, bir uzak doğu pagodasında tapınırdık der durur, Netanya’da, Ürdün gölü kıyısında otururduk. Sıkıcı bir öğle üzerinde ne tür bir ölüm hangi renkte gözyaşı döküyordur acaba, hobi yerine sevit derdi, incir ağaçlarının dibinde cinler, karadut dibinde eşek arıları olur, Pribilof adaları mı var, kilise kulelerinin haçlarına konmuş kuşlar. Villon’un Asılmışların Baladı’nı okur gibi. Çünkü şiir isterdi, hipokondriyal, gecikti, veremedi, sordu neden, şiir vermek söz vermeye benzemez ki dedi. Kim bu olutları okur ki iç yakıcı bile olmayan kişneme, bilinmez anırtılar bunlar be... Öff.
‘Körbilim boş toprakları sürer / Çılgın inanç kendi tapınağının düşünde yaşar / yeni bir tanrı yalnızca bir sözcüktür. / İnanma da, arama da; herşey saklıdır’

VII
"Hiç kimse açık ya da kapalı o yekpare kapıdan / bana boyun eğmeden geçemez, kim görebilir ayrılan yolları, / kapılar kılavuzdur. Kasırgalı denizler, sakınımsız karalar / ufukların karanlığı benim görkünç gözlerimden okunur./ Benim bir yüzüm geçmişte yüzer, öteki geleceği kavrar, / sanki avuçlarında tutar. Ben tüm alanları tüm olanları görürüm, / çekilmiş kılıçları, uğursuzlukları, günahla uyumsuzlukları; / sahip olan olanaklara uygunluk tanımalı, yenilmişlerden / bir ölü gibi izin vermeli. Her iki ellerimde yitiktir benim. / Ben sütunları (ve hayası) yerinden olmayanım. Ben tüm olguların / gerçekleşeceğini söylemeyenim. Benim gördüğüm gelecekte ki tartışmalar / geçmişteki kanlar çekişmelerdir, ben hiç bir şeyin olacağını diyemiyorum. / Yıkıntılarıma bakıyorum ben: yerle yeksan basamaklar, ordular, / bir anlık bakışlarında yazgılarıyla başbaşa çehreler görüyorum ben."

(Zavallı Kaan Romero bu şiirde ne buldu acaba!) Ama Janist rahip diyor ki: ‘Bu vücutların içinde ne işimiz var / Belki de içlerinde yolculuk ediyoruz' Kendine özgü Kantemir notası yaratmış. Ben Marco Polo, Alamut yani Akbaba yuvasını gözlerimle gördüm. Piranhalar takımı gelince de savaşı kazandık. Asaf Cemil’in Düş Tutanaklar’ını yazarken mistik bir süreç içinden geçtiği. Bu soruyu onu daha iyi tanımamın yanı sıra, roman ile profan aydınlanma arasındaki ilişkiyi hidayete kavuşma, ermişliğe erme! daha açık bir deyişle, irdeleyebilmek için sor. Uzayda ki kuşların varlığı üzerine besteler var. Dünyada ki tekçil-monist düşünce yapısı, Antartika’da ki Vostok gölü Omega, Erboğa, Küresel Yıldız Kümesi, Balık kemiğinden korsesini çıkaran koyunlar harabelerden geçerek aşağıya indi, sürüye karıştı. Kraliçe Puduheba, Tanrıça Kibele tüccar karısı Lamassi, Karya kraliçesi Ada. İlk kadın tarihçi Anna Komnena ve kalinikhta, Eski Mısır’da İbis tanrıların habercisi Hermes’i simgeleyen kutsal kuş, Golgotha, solsuz solfej, Medine’deki mezarsız yalvaç, çarmıh kanadını açmış kuş İblis? 13. Yüzyılda Artukoğulları sarayında er-Rezzaz el-Cezeri adlı bir mühendisin yaptığı otomat, insanlara ibrikle su, havlu ve tarak sunardı, eh demiştin, Dekabrist ruhum, sifilis sayrısıdır. Karadelik güneş sisteminin içinden geçse, tüm gezegenlerin yörüngesini değiştirir, böyle bir durumda yeryuvar ya elips bir yörüngeye çekilerek şiddetli iklim değişiklikleri yaşayabilir ya da güneş sisteminden kovularak uzayın dondurucu boşluğunda yitip gider, dünyamız ölür ablacığım.

Emir ki et yerken kaplanın dişleri arasında öğütüldüğünü hissedebilir, iki kez gelse, arkadaşım, şüphesiz yüzü insana benzeyen biricik hayvan köpektir ve yalnızca onların yüzlerinde keder sevinç ve sıkıntının pırıltıları, iz ve esinlerini görebilirsiniz, bu başka hiç bir hayvanda yoktur. Sirte körfezi, hologram, doğurgan olmayan dölevi akıntısı, Kız kulesinin antik çağdaki adı Damialis, Dana Yavrusu'muymuş ve Mercidabık. Muhammet Haydar, Salamis harabeleri, Riminili katır tüccarları, ahiret, argonot, üç köstek taşı nedir bilen var mı, betonda çiğnenen badem çiçeği, Angloma nedir ki aman çok soruyorsun. ‘Kasırgalar iblisin salladığı oraktır’ Gut hastalığı yani nikris yani damla hastalığından ölmüştü, ölümüne doğru Hubyar Kadın'la görüştü, Samur ve Amber devriydi, hidivlik verdiler. Wilson’un Yalnızlık Çağı dediği, Parnassos dağında. İçinde triptofan bulunan yiyecekler yer ve kendini hep iyi sanır. İnsansı deyip Zagros dağları adını verdiği. Öyle seçilen bir politikacı halkın özlemlerine yanıt verebilen biriydi ki cenazesinde kalabalık arasında biri hiç unutmam 'İnsan, güle güle!..' demişti. ‘Akan suda ikinci kez yıkanabilmişti Eflatun’. yine dağlarca dedi. Bilim adamıydı, atom bombası atılırsa, atmosferin tutuşabileceğini söylüyordu. Örümceğimsigillerden migallerde trake bulunmaz! Merihli’lerin ağaç yazıları gibi, Tiberius, Capri adasına da öyle çok köleyi uçurumdan aşağı bırakıp ölümüne yol açmıştı ki, kemikler yığılarak siyah bir kayalığın oluşması- ve Curzio Malaparte o kara kayalıkların üzerine sayfiye evi yaptırasıymış, yani kölelerin kemikleri üzerinde oturuyormuş Malaparte. Anghiari Savaşı adlı duvar resmi yarım kalan, da Vinci gibi, kitap bastırmak zordur, bir keresinde yayıncıya Tevrat’ın fotokopisini götürdüm, ilk yüz elli sayfa fena değil, tuttum ama adını Kızıl Deniz Haydutları olarak değiştirirsen basım için üç yıl sonraya gün verebilirim dedi, Eco evet, Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgalinde mermiler boşa harcanmasın diye ülkelerinin ele geçmesine karşı direnen Mısırlıların ensesine basarak Nil Irmağında boğuşları gibi. Hidrojellerin doğaları gereği etkili bir biçimde toksik metal iyonlarını sulu ortamlardan uzaklaştırmalarına karşın, kül ve partikülün, feodal lordlu toplumlar için, İngilizceye en yakın Hollanda ve Almanya kıyılarında konuşulan üç Frizye dili içinde tehlike çanları çalıyordur.

Nietzche Sifilis hastasıyken genç bir eros kapısını çalar, elinde iris çiçekleri, Sahaf'ın keçisi yanındadır, Venüs kalyonu gibi, Perseus, kötü niyetli kral Polydectes tarafından Gorgonlardan biri olan yılan saçlı Medusa’nın başını kesmekle... Bu hiçte kolay bir iş değil, Medusa’nın görünüşü o kadar korkunçtur ki ona bakanlar anında taşa dönüşür. Bunu bilen Perseus tanrılardan yardım ister, Athena ona görünmez olmasını sağlayan bir kask verir ve Medusa’nın yalnızca gölgesine bakması için uyarır. Haberci Merkür’de ona kanatlı ayakkabılarını ve sihirli kılıcını. Perseus, Medusa’yı uykusunda yakalar ve kılıcıyla başını... Görevi bitip geri dönen Perseus, prenses Andromeda'nın çığlıklarını duyar. Deniz canavarı prensesi bağlamıştır ve yemeye hazırlanır, etini koparır. Prenses çantasından Medusa’nın başını çıkarır ona bakan deniz canavarı anında taşa dönüşür. Perseus prensesi kurtarır, Perseus ve Andromeda birbirine aşık. Kahraman Perseus’un başını kestiği Medusa hala gökyüzünden bize göz kırpar durur... Davut, Fırat yakınındaki Hamat’ta Tsoba kralı Hadarezar’ı yenilgiye uğrattığında bin cenk arabası ve yedi yüz atlıyı tutsak etmişti ve yürümesinler diye ayaklarını kırdırmıştı. Harun Reşit oğlunun düğününde yağmur gibi inciler serpmiş tüm davetlilere birer misk topu dağıtmıştı ki armağanlar ayrıdır. Doğada eriyen plastik üretecek bitkiler vardı, maymunlar düşünmeyi düşünebilselerdi değişebilirlerdi, parçacıklara kütle kazandırdığı söylenen Higgs bozonunun peşindeydik her yerde, yukarıda burada, çok söylerdi evet, en çok dikkatimi çeken şey kapının mandalına tüneyen kuğu. ‘Quo vadıs, domine?’ Nereye gidiyorsunuz, efendimiz?.. Keçi penisini andıran bir tepenin üzerindeki, ufak mavicil bir yıldız. Osmanlı Ahılkelek kalesini alınca savaşı kazandığını sanır. Ahılkelek kalesini alınca savaşı kazandığını sananlar gibi sanır. Et neden pişirilir ki mikrobu ölsün diye mi, iki kere iki, gene iki... anlaktaki bir işlemle, mezar zambağı, iris kokladım, sanki ölümün kokusunu içime çektim, peder gider öteye, bir galaksi saniyede sultanım ve românım...
Redif; Tarabia, sağaltan demekmiş, öyle deme bir gün işe yarayabilir, Byron'un Donjuan'ında 'söyleyebileceğim tek şey varsayımı var say' diye bir satır vardır, sanalite bir durum, yağmuru haber veren ayın çevresinde ki kırmızı halkadır, Spinoza, taş taş, kaplansa kaplan olmak ister der. Borges yaşı yarım yüzyılken, bir arkadaşı ona, bugün Arjantinli yazarlar almanağında, tıpkı senin adında, aynen senin yaşında biriyle karşılaştım diye gülümsemiş, Arjantinli'nin yazın heveslisi bayanların kitaplarına yazdığı övgü dolu önsöze, tartuelada 'ölüm öpücüğü' denirmiş. Seni yitiriyor olmak, seni sevmiş olmanın sürekli acısını çekmekten, seninle yaşlanmanın, ölüme gidiyor olmanın utancıyla yaşamaktan yeğdir sevgilimmiş. Aslanın vücudu yediği hayvanlardan mürekkepmiş, ama Valery demiş. Her gün bir önceki güne göre, usumu daha iyi kullandığı mı düşünüyorum, öyleyse bugüne değin usumu iyi kullanamamışım demekmiş! Ravel için konserde bir izleyici, deli demiş, Ravel işte beni anlayan tek adam deyip düşüp bayılmış. "Surların üzerinden ilerleyen Akhalar'a bir kez daha baktım. Akhilleus birliklerinin başında güney kapısına doğru ilerliyordu. Güneş batıyor, ay karanlıkların içinden bronzdan bir tanrı gibi yükseliyordu. Kuzeyden ordularıyla, Büyük Romulus'la, Dürrenmatt geliyordu. Gerçek o denli değerlidir ki yalanların koruması altında olması gerekirmiş! Voyvoda Drakula kentin ortasına altın dolu kase bıraktı ama korkudan kimse çalamadı. A.Reyes yazdıklarımızı sonsuza dek düzeltmemek için yayınlarız demiş. Dydk be kardeşim, söylemene gerek yk. Sonra önünde sonunda değil, eninde sonundadır. En, yatayı, uzamı, son; dikeyi, zamanı imler ve sözüt zamanda ve uzamda anlamını içeren bir tümlüğü barındırmak için dillenip, deyilenir dedi, demiş.

VIII
Geçenlerde ikide bir ölmüşlerden kalan bir monologdan söz eden arkadaşımın evine gittim. Monoloğu sizlere, öykünmenin öyküsüymüş, aktarmak isterim. Truman'ın haberi var, Rabialar da iyi bilir.
"Somut (duyularla algılanabilen, konkre), gözle görülüp, elle tutulan, varlığı / gerçekliği üzerinde (artık) tartışma götürmeyen, eğretilemeye (metafora), varsayıp-yoksamaya bu anlamda olanak tanımayan bir bütünsellik ve bizler için tartışmasız olarak nitelendirilebilecek bir belirginliği içeren, nesneler, olgular için ileri sürebildiğimiz bir kavram ve anlamsallıktır. Bundan ötürü tinsel şeyler üzerine somutlama, felsefi anlamda belki olasıdır ama yaşama ilişkin böyle bir tasım ya da us yürütmede (olasılıkla pratik yararsızlık ve bir değişke yaratmayacağı görüsüyle) bulunamayız... Soyut bir somutlama olamaz diye düşünebiliriz belki ama; somut bir soyutlama göreceliliği nedeniyle olanaklıdır diyebiliriz (dediklerimize de çokça bel bağlamadan). Somut, som kökçüğünden geliyor, salt anlamına yakın bir parçacık, arı, saf anlamlarına da yakın. Bu dolayımla da somut, salt kendisi, artık başka bir nen barındırmayan, katışıksız gibi anlamlara da bürünebilir.
Konuyu sürdürecek olursak, soyut (duyularla algılanamayan, abstre), nasıl bir şey... İlk bakışta, göreceli, algıladığımız gibi açımını çağrıştırıyorsa da, gerçekte o da somut gibi; bir arılık barındırıyor, tümel-kök, soydan geliyor, insan soyu değil, çıplaklık, üstündeki örtüleri at gibi, az birazda yüceltici / yücelimsi bir çağrışımla, emir kipini andırıyor. Nedir ki soyut olan, saltıklık içeren bir bileşen olması gerektiğine karşın, anlaksal işlemde birden göreceli, düşündüğünüzce, nasıl algılıyorsanız gibi yürütmelere alan bırakan bir gerçelliği de kapsıyor, çünkü ve ayrıca sözün kapsantısı, kesenkes yüklendiği anlam bütününe bağlılık gösteriyor, söz yükleyici(si)nin tutsağıdır.
Rönesans ardılı, İspanyol ozan Gongora, modernizmin kurucusu sayılırken imgeleri; somuttan soyuta geçişi sağladığı, yalnız anlaktaki bezeklere indirgediği, olup bitenin salt tinsel kapsamda algılanacağı, yersel yaşamda bir karşılığının aranmayacağına ilişkin bir yaratı (yazınsal) eşiğine getirdiği için; estet olanı bu yönüyle de yeni bir algılar kapısına-gelişime açtığı için, sanata yönelik bir yenibiçi'm (postmodern) ve kuşatımdan dolayı kendisine; bu niteleme öngörülüp bağışlanmış olabilir.

Borges 'in konumuza ilişkin bu ikicilliğe karşın (somut-soyut) 'Averroes'in Arayışı' (İbn-i Rüşt) adlı öyküsünde; açınlayıcı, ilginç diyalogları var, örnekçe şu; öykünün bir yerinde, anlak yıkıcı, anakronik esinler veren aşağıda sunacağımız bir eşleyiş görülüyor.
"Farah'ın evinde konuşma döndü dolaştı, valinin bulunmaz erdemlerinden kardeşi emirin erdemlerine dayandı, sonra bahçede, güllerden söz edildi. Güllere bir kerecik olsun bakmayan Ebülkasım, Endülüs'ün kır evlerini süsleyen şu güller gibi gül olmayacağına yemin etti. Farah kendini övgüye kaptıracaklardan değildi; İbni Katiba'nın Hindistan bahçelerinde yetişen ölümsüz bir gül türünün kusursuz bir örneğinden, kan-kırmızı taçyapraklarında "Tanrı'dan başka yoktur tapacak ve Muhammed Tanrı'nın Elçisi'dir" harfleri okunan bir gülden söz ettiğine değindi. Ebülkasım'ın o gülü gördüğünden kuşku duymadığını da ekledi sözlerine. Ebülkasım, onu kaygıyla süzdü. Evet dese, çevresindekiler, hem de haklı olarak, düzenbazların en tezcanlısı, en gönüllüsü sayacaklardı onu; hayır dese, kâfir olacaktı. Uzun uzun daldıktan sonra Tanrı'nın bütün gizlerin anahtarını elinde tuttuğunu, yeryüzünde O'nun Kitabına geçmemiş bir tek bahar ve güz ürünü bulunmadığını söyledi. Bu sözcükler Kur'an'ın birinci bölümünde yer almaktadır; çevreden bir hoşnutluk mırıltısı yükseldi. Sergilediği tartışma hünerinden başı dönen Ebülkasım, tam Tanrı'nın yaratılarında eksiksiz ve us erdirilmez olduğunu ileri sürecekti ki Averreos, sorunsalı günümüzde de süren Hume'un gelecekteki tanıtlarını öngörerek dedi ki: "Bilge İbni Katiba'nın ya da hattatların yanılgısını kabul etmek, bana yeryüzünde inanç-sözcüsü güllerin bulunduğunu benimsemekten daha az güç geliyor." "Doğru, büyük, doğru sözler bunlar" dedi Ebülkasım. "Gezginin biri" diye anımsadı şair Abdülmelik, "yeşil kuştan meyveler veren bir ağaçtan söz ediyor (*). Ona inanmak hatlı güllere inanmaktan daha az zorlayıcı geliyor bana hakçası." "Kuşkuların rengi bu tansığa ışık tutuyor zaten," dedi Averroes, "Hem meyvalarla kuşlar, doğal dünyanın parçalarıdırlar, oysa yazı, bir sanattır. Yapraklardan kuşlara varmak, güllerden harflere varmaktan kolaydır elbet."

'Meyvesi yeşil kuş olan ağaçlar' (Vaka-i Vakvakiye'yi anıştırıyor, ne ki cehennemde yetişen ve meyveleri insan başından, adına da Vakvak denilir bir ağaç varmış) veya 'Tanrıdan başka yoktur tapacak' sözütüne ilişkin parçadaki konuşum, gül, yazgı, zorumsu ve caydırıcı gibi inanlarla sürüyor ve dönüşüyorken, burada demek istenilen şu ki diyor (öyküde) Ebül Kasım; yeşil kuşa inanmak, tanrıdan başka yoktur tapacak, iminden (gülyaprağında belirmesinden) daha kolay, daha insansı ve kabule yönelik; çünkü somut diyor. Doğrudur ve inandırıcı olanda budur ilk bakışta, çünkü somut olan ağacın, gene somut olan yeşil kuştan meyveler vermesi, bir soyutlama olan yazının, bir gülün taç yapraklarında belirmesinden çok daha yaşama yönelik (yaşamsal) olabilirmiş gibi geliyor usyoran insanoğlu (Kabil'e) için!.. Durul biçimde düşünmeye çalışırsak, ağacın, yeşil kuştan meyveler vermesi, doğanın bir tansığı ya da olutu gibi algılanacağı için öylesine ve olanaklıymış gibi gözüküyor ama; bir gülün taç yapraklarında, bir insan bulut'u olan yazının; tümüyle imgesel bir şeyin belirmesi, doğrucası olanaksız geliyor insana...
Ne ki gerçeklikte ikinci deyinin olanaklı olduğu savlanabilir, çünkü somut olan seçenek barındırmayacağı için üzerinde durulması güçlükler, zor(un)luklar içerir. Soyut olan seçenekler ve vaatler bütünüdür, sonsuz bir çölde ya da denizde yüzer gibisinizdir, bu bakımdan soyut; olmayana ergi gibi, olmayana varmış gözüyle bakmaktan başka bir açın değildir, biz yer insanlarının gözünde...
Bu sorunsalı irdelemeye çalışalım... Bir illüzyonistin eğdiği kaşık için bilim, eğilen kaşık değil, anlağımızdır diyor. Ama konumuzun ikilemine gelecek olursak öyle görünüyorsa da ve gariptir; meyvesi yeşil kuştan olan ağaçların, somut bir düzlemde gerçekleşmesi; yapraklarında 'Tanrıdan başka yoktur tapacak' gibi bir hattın görüldüğü gül türünden kanımca daha olanaksızdır. Çünkü soyutlama göreceli olduğu için ve salt tinsel algılamaya yönelik olduğundan, biz tanrıdan başka yoktur tapacak imgesini anlağımızda pekala canlandırabiliriz ve bu durumu bir sav olarak öylelikle ileri sürebiliriz. Nedenine gelince, burada artık sorun bizlere diyesim, algılayıcı objeye kalmaktadır, algılayıcının sırf kendisine bırakılmaktadır savlanan, dilerseniz öğesiyle hareket edi(li)yoruzdur, istenildiğinde bunu o gülde gördüğümüzü de ileri sürebileceğizdir. Ötesi şu ki bir soyutlamayla karşı karşıyayız, görenler görmeyenlerin ola ki gönül gözüne sahip olmadığını, dahası konumuz dışı bir meselle; günahkâr olduklarını bile söyleyebilecektir, bu tür tansıkların benzer yönelimler içinde oluşabildiğini de düşünebiliriz. İnsanoğlu bir inancanın (gerçekte bir soyutlamanın), iyi veya kötü, doğru ya da yanlış bir gerçekliğin peşinden -içtenlikle- sürüklenebiliyor. Yıllar öncesinden anımsanan, Guyana'da Halkın Tapınağı inananları topluca özkıyımda bulunuyor, Hindu gruplar inanılmaz gelen şeylere katlanabiliyor, hatta kıyametin (songün) kopacağına ilişkin öngörüsü, sanrısal bir kuşatıma dönüşen kitleler bir an önce öbür dünyaya ya da beklentilerine kavuşmak için ölümü ya da başkaca bir sonluğu göze alabiliyorlar, çünkü ortada salt bir soyutlama var ve artık bu dilersen kabullenebilirsin mottosuyla hareket eden (esemeyi çökerten) bir savsöze dönüşebiliyor.
Ama bakın meyvesi yeşil kuş olan ağaç, soyutlamaya izin vermiyor çünkü somut; ötekiyse varsayım, yeşil kuş üzerinde sav geliştirmek neredeyse olanaksız, burada anlağımızın eğilmesi oldukça güç... Ama tanrıdan başka yoktur tapacak yazısında eğriyi, elif diye savlamamız, algılamamız bir olanak içerebiliyor ve bu durumda inanca yerini değiştirerek o alana kayıyor, böyle bir sunu tansıması var. Dolayısıyla her soyutlama, seçenek dolu (sonsuz) açılımlar alanı yaratabiliyor, kitleler böyle bir algının peşine düşebiliyor, görecelilik ne denli artarsa, o denli inandırmak olası, dahası kanıksamaya yönelik olanaklar elde edebiliyorsunuz. Salt inanmaya dayalı, benzer türden yaklaşımlar böyledir; algılanım inanırsan var boyutunda, kabul buyurmanız yeterli, değişmezliğin pi sayısı gibi, vargılar ancak onun kılavuzluğunda olanaklı, pi sayısı; bir kabul, bir vargel açımının dayanağı sayılıyor artık.
Soyutlama bundan dolayı tehlikeli bir alan, yüzyılımızda inanca yönelik gelişmelerin baştacı edilip, modernizmin gelişimine ortak olacağı olasılığına inanmayanlar için şunu söyleyebiliriz, inanç bir soyutlama alanı, acunda her tür gelişim, her tür gerçellik elde edilse de, insanlar bir bağlanımın ya da benzeri her türden, soyutlama ağırlıklı bir algı biçiminin peşinden şaşırtıcı biçimde koşabileceklerdir. Çünkü soyutlama sonsuz bir alan ve göreceli olan herşeye bitimsiz olanaklar tanıyor. Gerekçe salt bu değil veya bununla sınırlı değil ama, görgül durum bu özünü kapsadıkça, buna olanak tanıyan gelişmeler de sürgit olabiliyor / olabilecektir.
Başkaca düşünmeye çalışırsak; somut bir vaatte bulunmak soyut bir vaatte bulunmaktan her zaman daha zor. Senin için ölürüm demek (imgelemde soyutlamaya yönelik bir tümceye dönüştüğünü biliyoruz), senin için bir dilim ekmek alırım demekten daha kolay. Ölürüm demek varsayımın sularında kulaç atmak. Oysa bir ekmek alırım demenin işlevi; sonsuz uzayda yer değiştirmeye yönelik, devasa bir edim. Ama bizler, ölürüm demek yerine, bir ekmek alan aşığımız için yapacağın bu muydu diye küçümseyebiliyoruz. Üstelik insan hep ölürüm diyeni seçiyor / onu seviyor ve onun için gözyaşı döküyor. Çünkü kanmaya, öyle görmeye, varsaymaya olan eğilimimiz bir tarafa, kuramsalda olsa, büyük bir vaadi, küçük bir gerçelliğe karşı öndelik tanıyacak masalsı bir tinsellik barındırıyoruz içimizde, özlemimiz; düşlenmez, ulaşılmaz (olanaksız) olandan yana...
Söylemesi güç ama, gerçek dışı / diyesim yalan bile olsa; ekmek alan sevilmeli oysa, çünkü o sizin için (evrende) varoluşsal bir adım atıyor, değişke (değişkenlik)sağlayan (sağlayıcı) bir edime; bir eyleme başvuruyor. Ölürüm diyen dumanlı bir vaatte bulunuyor ve ama hep dumanlı vaade kapılacak bir yatkınlığı benimsiyoruz Havva çocukları olarak, belki bu tanrısal bir yaklaşım bizler için, ama aynı zamanda tuhaf bir paradoks da (bir ayrılık içereni olarak sevgimizi de tartışılır kılacaktır böylelikle) olanaksızlıktan başka bir şey barındırmıyor ve yanılsama amaçlı, ondan öte bir şey değil.

Somut alanda her şeyi ileri süremiyorsunuz, ama soyutta, tanrı var ile, tanrı yok demek arasında bir ayrım salt gönüllerde ve algılama seçeneğinin önermeler bütününde neye bağlı kaldığınıza ilişkin bir açından öte bir şey değil artık. Soyutlamada, tanrı varsa nerede gibisinden bir yaklaşımı ısrarla somuta indirgediğinizde (Borges, bunun bir soyutlama olduğu gerekçesiyle somuta indirgenemez olması gerektiğini söylüyor) uzlaşım dışına sürüklenecek ve belki de bir yol ayrımı songörü'süyle (önermesiyle) başbaşa kalacaksınızdır. Oysa meyvesi yeşil kuş olan ağaç, somutlamadan öteye geçmediği için, inandırıcılık noktasında olanaklar alanını geniş tutamıyor ve ayrımlar kesin sınırlara dayanıyor, bu bakımdan gerçellik üzerine düşlenim alanı geniş barınaklar sunamadığı için, ola ki inağa veya tabuya dönüşecek bir soyutlama, onun üzerinden yürüyemeyecektir. Ötekiyse salt bir soyutlamadır, tinseldir ve ister istemez seçeneklere de kapısı sonuna dek açık olacaktır. Oysa meyvesi yeşil kuş olan ağacı Hindistan'da göremediğiniz de gerçeklik yerini anında bir kuşkuya bırakacak, yürüyüş güzergâhı bozunup dağılacaktır. Soyutlama dile getirmeye çalıştığımız gibi geniş bir görecelilik olanağı sunuyor.
Şöyle bağlayalım sözümüzü, (çağımız sanalite, başka bir deyişle varsayımı varsayma çağı) meyvesi 'yeşil kuş' olan ağaçlar var ne yazık ki... Çünkü düşünceye dalma ya da ruhanilik, çürüme veya bayağılık olağan gidişi ve esemeyi öylesine etkiliyor ki, insanın da maddi değil gerçekte tinsel bir yaratık olduğunu ve var ile yok'un aynı şey olduğunu ve varlığın yok olmak, yokluğunda var olmayı arzulamaktan başka bir şey olmadığını anlıyorsunuz artık. Sonsuz değişim ve dönüşümdür her şey samanyolunda (evrende), biz de minicik bir kuşkanat, küçücük bir göz kırpmadan başka bir şey değiliz. Olumlu ya da olumsuz sonuçları bir yana, dogmatizm (yanılsama güdüsü, soyut kabullenim) ve vandalizm de (yoketme güdüsü, özyıkıcılık) mayamızın içinde var ve ayrılmaz bir parçamızdır ne yazık ki...
Son sözümüz şudur ki; soyutlamalardan uzak durun diyemiyoruz, soyutlamalara bağlanmayı sürdüreceğiz diyebiliyoruz ve birgün tanrı yanıbaşımıza gelse bile, salt inançlara ya da benzer olgulara dayalı zamansallık, etkinliğini yeni varsayımlar, yeni başkalaşımlar biçiminde sürdürecektir. Buradan ulaşılabilecek başka bir olum ve gerçellikse; sevginin, barışın, yazın'ın ve 'şiirselliğin' de birgün yeryüzünden silineceğini düşünenlerin, bir yanılsama içinde olduğunu, sakınımsız ve neredeyse bir kesinleme olarak (diyalektik / eytişimsel bir aşkınlıkla), ileri sürebiliriz. Çünkü onlar da soyut...
(*) Hindistan'da uzun kuyruklu yeşil papağan kolonisinin ağaçlarda çığlıklar atarak cıvıldaşması, dallara tutunarak sağa-sola, yukarıya-aşağıya sarkmaları bu eğretilemenin söylenceye dönüşmesine yol açmış.

IX
"Narkissos öldüğünde, zevk pınarı bir tatlı su havuzundan tuzlu gözyaşı havuzuna dönüştü; Oreas'lar pınara şarkılar söyleyip teselli etmek için ağlayarak ormandan çıkıp geldiler. Pınar'ın bir tatlı su havuzundan tuzlu gözyaşı havuzuna dönüştüğünü görünce, yeşil saç örgülerini çözüp pınara seslendiler, "Narkissos için böyle yas tutmana şaşırmadık, çünkü o çok güzeldi," dediler. "Narkissos güzel miydi?" dedi pınar. "Bunu senden iyi kim bilebilir?" diye cevap verdi Oreas'lar. "Bizim yanımızdan geçip giderdi hep, ama seni yalnız bırakmazdı, toprağa uzanıp sana bakar, senin sularının aynasında kendi güzelliğinin aksini seyrederdi." Pınar şöyle cevap verdi: "Ama ben Narkissos'u, toprağa uzanıp bana baktığı zaman, onun gözlerinin aynasında hep kendi güzelliğimin aksini gördüğüm için severdim."

Şunu da söyle Wilde Oscar teyze, hangi kral Akitonyalı Eleanor’la evlendi? Henry II, Arabistan çiçeği, Horgörü, Bedevilerin, İblis Vapuru dediği develerimizin üzerine, diril gece indi ve gölgeler gölgelere girdi, avunç, büyüleyici kırlar, yorgun çiçekler bürümüş. Diğer mimari ilginçlikte alınlıkta yer alan üç küçük kapının ilahi bir olay için varlığı. Bu kapılar yılda bir kez kutlanan İsiteria Bayramı’nda “Epiphanie” olarak adlandırılan ve “tanrının kendini göstermesi, varlığını kanıtlaması” olarak yorumlanan olayın sembolik olarak yinelenmesi amaç. Magnesia Artemis gece tanrıçasıydı. Dolunaylarda Artemis Tapınağı’nın tam karşısına, alınlık, orta kapı ve Artemis heykeli ile bir doğru oluşturacak biçimde ve belli bir açıyla. Bu dolunaylarda altın kaplama heykel, ay ışığı ile aniden aydınlanarak, kendisini tapınağın dışında bekleyenlere gösteriyor, bu olayda izleyenler açısından gerçek bir ‘Epiphanie’ olarak algılanıyordu. Erivan’da yoksullar kültürle doyabilirmiş...
Bekir’in babası Ebu Kuhafe, annesi Ümmü’l Hayr Selma binti Sahr’dır. Dölleyerek çiçek açımlarını uçuruyordu arı, Saturnus çağındaki yaşlılar. Uranus’un oğlu gibi görkem, yaşam ve ölüm sağrağını sundu ona, ay İris yayı gibi yükseldi başımız üzerinde, İris’in sessiz yayı (gökkuşağıydı). Anahtar deliğinden giren bir Arap atı, suları, vadileri doyuran Türk ırmağı, kana kılıç suyu der ama Gorgonlar diye bir şeyden söz ediyor. Sekizinci Yüzyılda Tang Hanedanı döneminde cırcır böceği olarak yaşamış bir Japondan söz ediyor ve onyedinci yüzyılda Çin’de yaşayıp ruhu otuz ayrı isme bölünen Şitao’dan sözediyordu. Şitao’nun Portekiz’deki reenkarnasyonu da Pessoa. Talut ve iman edenler ırmağı geçti ama Calut askerlerine karşı koyacak güç kalmadı. Triangulum yıldız, güneş kızdönümüne girdi. İnsan, Kant’ın yaklaşımı uyarınca, öz istencinin nedenselliğini sadece özgürlük idesinde aramalıdır, çünkü özgürlük duyular dünyasının belli nedenselliklerinden bağımsız. Bu yüzden özgürlük idesi ile özerklik kavramı ayrılmaz bir biçimde birbirine bağlı. Özerklik kavramı ise usçu varlıkların eylemlerinin temelini oluşturan etiğin genel ilkesi ile bağlantılıdır. Kant, ulamsal bir buyrum nasıl olanaklıdır? Sorumu bağlamında özerklik (otonomi) ve bağımlılık (heteronomi) kavramlarını açımlar ve şu saptamaları yapar. Usçu varlık, kavrayış dünyasına girer, onun kavrayış dünyasına girmesini sağlayan nedenler bütünü ya da nedensellik ‘istenç’dir. Etiyopya ile Hindistan’ı hep birbirine karıştırdık, hayır Habeşistan'ı. Xeroderma Pigmentosum sayrılığından derbeder yani güneş ışığına çıkınca deride derin yaralar oluşur. Hindueli ve Srinagar, helezonik bir gizlemle, halk sözcüleri, uzayın yüzde doksan dokuzunu kapsayan karanlık bölge.

‘Emir erlerinin tarihi bu güne kadar neden yazılmamıştır anlayamam’. Yazılmış olsaydı, Toledo kuşatması sırasında açlıktan gözü dönen Almavira dükünün, emir eri Fernando’yu açlıktan nasıl hapur hupur yediğini öğrenmiş olurduk. Dük hazretleri, anılarında, emir erinin yumuşak, körpe etinin tavuk etiyle, beyaz eşek eti arasında bir tadı olduğunu anlatır. 1890’lı yıllar, Avrupa, Strauss ve Schönberg’in yeni ritm ve ses renkleriyle tanışıyordu. Zola gerçekçilik akımını, Dostoyevski Slav demonizmini, Rimbaud lirik söz sanatının ince örneklerini göstermiş. Nietzche felsefede devrim yarattı. Klasik, süslü mimarlık, yerini işlevsel biçeme bırakmak üzere. O dönem yazın sanatının eleştirmenleri, her türlü yeniliği, bir kargaşalık, bir gerileme olarak algılar. Araya girme ama tarih boyunca böyledir bu. Bir sanatçının ün salması için, orta kuşak tarafından denenmiş olması gerekir. Bugüne benzeyen keskin, hiyerarşik bir ilişki var. Öte yanda gençler, Gerhart Hauptmann otuzunda Alman sahnelerinde söz sahibi olmuş. Rilke yirmi üç yaşındaydı ve arkalarından başkalarını da sürüklemiş. Kaşla göz arasında ‘Genç Viyana’ grubu ortaya çıkmış. Ancak Hofmannsthal, tam bir fenomen olarak, o kuşağın güçlü tutkularını dile getirmekle kalmamış, on altı yaşında bir genç için büyük bir yazın olgunluğuna ulaşmıştı. Bu sanat hayatında süregelen usta-çırak ilişkisinin o kasvetli, uzun yolculuğuna tuhaf bir karşı yanıttır Hofmannsthal’in yaratımı. Loris takma adıyla gönderdiği şiirler, dergi editörleri tarafından usta bir ozanın yeni bir üslubu olsa gerek diye düşünülmüş ama, karşılarına, sıska, soluk benizli, ince sesli, bir erkek çocuğu çıkmış.

Şimdi de tiranımız Sulla girdi içeri, kızı sultan onun sultasında yaşar, çok gecikti ama, bölük pörçük konuşmaya dalmışız, absurt Camus yüzünden, adama hoşgeldin diyen bile olmadı, uyku sersemiydi, bin yıl uyumuş gibi, boşuna okumadınız diyor, çünkü; belki bu bölüm iyidir, belki bu bölüm, belki bu, belki, belki, belki dedi... Dikkat edin bunlar yalnızca vaat ederler! ve sabır taşını çatlatırlar. Ve bakın; "kara tavukların kırları bırakıp kentlerde yuva yapmaları, yüzyılımızın en önemli olayı gibi gelmiyor mu size, etobur hayvanlar caddelerde uyumakta, cinayetler sokaklarda geziyor, ırmaklarda ölü balıklar yüzüyor, sular can çekişiyor, kozmik yıkımlar, tufan yağmurları, altınsı, aldatıcı, sapsarı sisler ve sürüyle, uğultularla gelen bulutlar yollarımızı kesiyor..." İlk vaazlar dönemindeyse; Yahudi halklara yönelik, songün tehdidi olmasaydı, Hıristiyanlık ayakta kalamazdı... İsa, Sodom ve Gomore'deki sefih yaşamın, songün fobilerini çoğaltan dinsel yıkımlarla süslenen korkulardan dolayı, ahalinin, Hıristiyanlığa geçişini hızlandıran uygun koşullarından yararlanmıştır. Bir yandan da, songün gelmediği sürece, zamanın düşündüğümüz gibi bizlere cimrice dağıtılmadığı görüşüne de alışırız Pavlus Efendi... Ölürüz ve Tanrı yaşamına ulaşırız.
Ama inanın ki, Ata'yı at üstünde Voltaire okurken görmüşler Damascus yollarında, Midyat ayna demekmiş ama insanlık Dandanekan'sız yaşam düşünemiyor hâlâ, pardon, dikkat edin zaman olmasaydı tanrı da olmazdı ve Napolyon uzun görünmek için ayaklarını uzatarak oturur, yaverlerini de uzun boylulardan seçermiş kurnaz. İnsanın yetmiş yıl yaşadığını düşünelim (diyesim şu an yaşayanların tümünü tek bir insan ve yetmiş yıllık ömür dilimi var diye düşünelim), on kişi, yedi yüz yıl, yüz kişi, yedi bin, bin kişi, yetmiş bin, on bin kişi, yedi yüz bin, yüz bin kişi yedi milyon yıl yapar, insanın iki yüz bin yıldır var olduğu söyleniyor, gelip geçenler bir kolezyumu bile dolduramamışlar henüz, yorum sizin... Canım semazenim, tuğlu paşam zaman tek boyutlu olduğu için geriye dönemeyiz, zamanın oku geleceği gösterir. Temel parçacıklar dışında her şey yaşlanır. Bir biçim eskidiğin de parçacıklar özgür kalır ve kendilerini yeni bir serüvene hazırlar. Parçacık zaman dışı olup, bu nedenle büyüleyicidir, sonsuzdur ve gözlemlenebilir maddedir, ne ki 'gerçeksilik' bu düzeyde ulaşılmazlığını korur. Temel maddenin -parçacığın- oluşturduğu cisim, zaman içinde tek bir yöne taşınır, geleceğe, ama öz madde, parçacık bu durumdan etkilenmez. Zaman da oluşmuş madde de; geriye dönmez, döndürülemez, tersinemezdir. İleride, büyük babalarımızla, çocuklarımızın, çocuklarının, çocuklarını tanıma olanağı bulacağız. Biz varsak ölüm yok, ölüm varsa biz yokuz bayım yani Epiktetos demiş yeni mi duydum yallah şimdi yani yoksa, aaaaa!.. Bilincine varamadığımız, zaman içinde konumumuzu değiştiren devinimlerin tümüne zaman deriz. Bitimlenmez, dev bir palimpsest üzerinde yaşıyoruz kısacası, ayrıca çağımızı yargılayamayız, aynı anda hem yargıç, hem tanık olunamaz yücebey filân bıktım ...

Ablacığım, sonra Cioran geldi şunu dedi, bunlar hiç yorulmaz, flaneur, aylak dandiler, kaplumbağa yürüyüşlü, görüşlü, boşgezerler, işe yaramaz şeyler kısacası... 'Bu sabah banyodayken, radyodan (tv'den nefret ediyormuş) bir gökbilimcinin yüz milyonlarca güneşten sözettiğini duydum. Traş olmayı hemen bıraktım. Artık traş olmak neye yarardı?..' Eh, Demirci Umar'da (Ömer) sonsuzluk cesaretimizi kökünden yok edebilir dedi. Oh oh oh... Çin'e yürüyerek gitmek isterim, aya uçarak, Attar meğer selam yollamış, göz ve güneş aynı kökten gelir, söyleyin onlara, ama ışığın çevresini sonsuza dek bir karanlık sarmalar, peki sonsuz olan ne!.. Çok biliyorsun Vlad! Gölgenin olağanüstü esnekliğine, Krişna, yani karanlığa sonsuza dek bağlıyız. Güneşin atomu, gözün atomuna ışığın diliyle seslenir. Attar artarda selam yolluyor! Lenk Halit geldi, şimdi şu an, Van Kulu'dur kendisi, dünyanın fethi bitince, evrenin merkezi olmaktan ancak kurtulmuştur dedi. D, güldük buna. Heraklit, sakallı büst geldi şimdi, girip çıkmış daha önce, ama belki konuşmamışmış, aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz dedi ama Buda, güzel bir şey ekledi, yıkanan da aynı kişi değildir, bin kez söyle yine boşuna kardeşim, Buda ağlıyor, ne sıkıcı bir durum. Bir Orta Çağ köylüsüyle, Sümbülzâde Vehbi geçti. Tanrı dünyayı yaratmaması gerektiğini bir anlasaydı. Ölümün ölümüyüzdür belki de. Zaman rüzgâr gibidir, oynayan dalları, kalkan tozları görürsünüz, Aynaroz kadılarını, siber peygamberlerini, ama işte onu; rüzgârı göremezsiniz. Vahiy bir öfke değil, bir beklenti kitabıdır sonuçta. Sonra bir gün grafikerime, bilgisayarla eski bir vazo yapmasını ve sanal projektörle aydınlatmasını istedim. Sonra onu İsa'dan önce, üç bin yılında yapılmış bir Sümer vazosuna dönüştürmesini söyledim. Grafikçi bana vazo denizde mi karada mı bulunmuş olsun dedi, soru hoşuma gitti, vazoya bakarken, sıradan uzamdan çıkmış, boyut değiştirmiştik, uzam sanaldı, zamansa gerçek... Zamanı bilincimiz yarattı dedim ama duymadı. Mahâbhârata'da şöyle bir öykü vardır, usta ve çırağı kırda yürüyorlardır, bir ağacın altına gelip otururlar, hava sıcaktır. Usta, orada bir kuyu görüyorum, bana biraz su getirebilr misin der. Çırak kuyuya varır, bir genç kızla karşılaşır, konuşmaya başlarlar, aralarında bir sıcaklık doğar, çırak kızın testisini taşımayı önerir, köye kadar giderler, kız onu ailesine tanıtır, evlenirler, çocukları olur, kızın anne ve babası ölür, saçlarına aklar düşer derken, delikanlı günün birinde su getirmek için gittiğini anımsar, köyü terk eder ve aceleyle bir çanak su alıp ağacın altında bekleyen ustasına götürür. Ustası; neyse der, beni bekleteceksin sandım! Çünkü her şey genç kızla bakıştıkları anda olup bitmiştir. Odaya Selçuklu veziri Süleyman Pervane girer, ölüyordur, çocuğuna der ki gel sana yaşamda mutlu olmanın sırrını söyleyeyim, çocuk gelir, Pervane, şimdi de git, söylesem de nasıl olsa anlamayacaksın der ve ölür...
Kim geldi ki!.. gelir gelmez, kuyruklu yıldız iki başlı inektir dedi, erguvansa İsa ağacı, insan öleceğini bilen hayvandır, belki evrende; bir can ya da tek bir mineraldir, son dediğimiz de; sonsuzluğun bir parçasıdır. Son insan işidir halacığım, doğada son diye bir şey yoktur. Biliyor musunuz Napolyon, Louisiana'yı satmasaydı Amerika'nın dili Fransızca olacaktı. Söyleyen Danton mu, değil!.. Uygarlık tarihi, sonsuzca bilginin yok olduğu, birbirine açılan sonsuz sayıda uçurumlardır. Ama şimdiye değin kimse yeni solfej kuralları önermiş değil, telefonda Wyoming'den gelen sesle, mastürbasyon yapanlar var. Yunan ve Romalılar da, gerçekle kurguyu karıştırdılar, ırmaklarda, çağlayanlarda su perileri, orman cinleri görüyorlardı. Orta Çağ insanları ormanın kuytularında, kırların ıssızlığında, tek boynuzlarla (Unicorn) karşılaşıyorlardı, düşsellik sanal dünyalar yaratır ve gerçeğe sanal, sanal olana gerçekmiş gibi davranılır, Ornitorenk kuş mu, ensestlik, tanrının bir kaprisi olabilir mi, Voltaire son derece hoşgörülü biridir ama servetini köle ticaretine yatırmıştı. Pampalar, tundralar, taygalar, sığır gözlü ay, bir cismin hızı ölçülmüşse, durduğu nokta belirlenemez, durduğu nokta belirlenmişse hızı ölçülemez, ıvır zıvır anlatırsan böyle olur, cansızdan, canlıya, oradan da, düşünen (belleği olan) maddeye geçmişiz eşyA hatunum.. Düşünceyi kullanmayı Tutmosis zamanından beri biliyorduk dedi Tutmosis, şimdi girdi içeri! Ama bilgi de cehaleti getirir yani... Aa doğru değil, buna katlanamam işte! İyi de Anday'dan gelen telgrafa göre, insanoğlu usu aşabilmeliymiş, yoksa sonunda, usta bir dogmaya dönüşebilirmiş...

Barba Vasili paltosuna girdi uyudu kaç kere uyudu, yer mantosunda! Pelion dağı, Fars dünyası, Meotis gölü (Azak denizi), rüya tanrıçası Serapis, Vitzliputzli (Meksika tanrısı) Talokan’da, Hint Kerala’sında... Şiir umarsız Penolope’dir. Emanuel von Froben; Büyük Seçmen Prens Friedrich Wilhelm’in ahır yöneticisi. 1675’te Fehrbellin savaşında kendi atını prensin atıyla değiştirerek efendisinin yaşamını kurtarmış ancak kendisi yaşamını yitirmiştir. Her yerde her şeyde aynı şeyler oluyor. Lizbon’a Lizboa diyorlar. Vasco de Gama’nın Mekke’den dönen Hintli hacı dolu bir gemiyi içindekilerle birlikte yaktığından söz ediliyor. 17. Yüzyılda bir rahip, denizin yuttuğu yüzlerce Portekizliyi kastederek, ‘Tanrı Portekizlilere küçük bir ülke verdi ama, dünyayı da onlara mezar etti' demiş. Portekiz’in en meşhur ozanlarından Sa de Miranda’da ‘bir kimyon kokusu için halkını yitiren krallık’ diyor ülkesi için. Keltler, Fenikeliler, Vandallar, Kartacalılar, Romalılar, Yunanlılar, Gotlar, Moritanyalılar, hepsi gelip geçmiş o sahillerden. İber yarımadasında beş yüzyıl kalan Müslümanlar balkonda o kadar eğlenememişler, Portekiz’in ilk kralı Alfonso Henriques’in İngiliz, Fransız, Alman ve Flaman haçlı birliklerinin desteğiyle Lizbon’un tepesindeki kaleye bayrağını çekince, çekilip gitmek zorunda kalmışlar... İkinci Dünya Savaşında, Hitler’in Alman general Rommel’i zehirlettiği söyleniyor, Portekiz’deki ormanlık ve yeşillik Cabo da Roca’da, yüz kırk metre yükseklikteki bir kaya üzerine çıktığınızda, hava açıksa Newyork’un bile görülebildiği biliniyor. Portekiz’de yerli halkın kökü İberyalı’dır. Selahattin’in iskeletleri, ardıçların tepelerinde ölüyor, ötüyor av borularının boğuk sesi. El Greco ya da Toledo’nun gizi. Kara evren. Bulut allahsı dumanlar, Isfahan ki dünyanın yarısı, Buhara mı yasaklı kent. Olanaklarım arttıkça, arzularım yavaşlıyor, bitmez tükenmez bir can sıkıntısı... Buraya kadar gelebildin mi!.. Eeeh! salt şu şiiri anlayasınız diye yaptı görümcem bu ka(la)balığı!.. Bu kadar zahmete değer mi? Sizi incitmek istemez ki, suflörüne, baldızgönülle, cehennem kolay kazanılmıyor diyor!..
"Bir bıçak saplı durur göğsünde, / Hangi su tasına uzansan boş; / Hangi pencereye koşarsan koş / Aynı siyah güneş gökyüzünde. / Aynı siyah güneş, aynı siyah, / Aynı susayış, aynı koşuş, aynı... / Of... hep aynı şey, aynı şey, aynı şey, / Aynı, aynı, aynı, aynı, aynı... "

Ölüs bir dostun.


***


HİÇ


‘Bakın işte bu Sezar / Nötrinomun akışında su / Alçaklığın boşluğunda Jüpiter / Kimononun içinde bir kuğu / Geliyor kırmızı at Borjiya / Po ovası kalçası Bükreş bu / Duasını saçıyor bir Efes / Fanus Jiyal içindedir durduğu / İşte şu gördüğün bir müon / Satürn tutmuş saçın döllüyor / Düşlerinde orakl bir nöron / Dişler iken kıyametin koptuğu’

Sözcük, hiçlikten yapılmış, dal boşlukta asılı duruyor, kanat var kuşu yok, uçuş var, kanadı yok, yörünge, çıplak odağı imgelerden soyunmuş, ışık, bin bir surat ama yansıtamıyor görünür olanı. Kuzenim Valente bir güz sabahı böyle söylemişti. Gylippos’un uşağı da ona üstü kapalı sözlerle kiremitlerin altında daha bir çok baykuşun yatmış olabileceğini bildirmişti. Lakonialılar gibi az konuşurdu Valente, az konuşana Lakonik derler bilirsiniz. Euripides’in, Telephos adlı tragedyasındaki ‘Kurnaz olan yalnızca Odysseus değildir.’ dizesine bayılırdı o. Bu tragedya kayıptır ama, Valente bu dizeden Homeros’a da öykünülebileceği gibi bir umar çıkarırdı kendine. Valente değilse de Vanina’nın evlenmek istememesinin nedeni ise Sulla’nın yönetimden vazgeçme nedeninin aynıydı: Romalıları küçümsemek. Sulla elini gözlerine siper yaparak, katırıyla, tam Appia yolu ayrımında, güneşin koronasına bakıp; ‘Napoli prensi hayvanların özel deyimle mobilyadan sayılamayacağını söylerdi ama düşes, hayvanların mobilyadan sayılması gerektiğini kanıtladı ve ileride başka bir karar verilinceye dek bunları kullanması kararlaştırıldı’ dedi. Bu karar şehirde yarasanın uçuşu gibi hafif bir gürültüye neden olmuşsa da, uygulamada hiç bir değişikliğe yol açmamıştır. İnsanlık tarihi sözde çok zaman alıp, uygulamada hiç bir yarar sağlamamış oyalanmalarla doludur. Vanina siyah sever demek olan melankolik deyimine karşı ‘faust’u, ‘neşeli’ sözcüğünü severdi. Dalgın Valente ise yine aynı sabah; fosforlu gaz çuvallarının üzerinde, bir drahmi, ‘avuç içi kadar’ Dorian Gray’de, ise su seneğinden iki çalgı var demişti bana... Miyaav!..

II
Ne, nedir?.. Yaban bir güneşte parıldayan İyon gemileri midir, Panoramik Pan ya da Peri Perikles midir, Eflâk neresidir?. ‘Bayraklar durup dururken tahta saplarından ateş aldı ve güçlükle söndürüldü, üç karga yavrularını yolun üstüne getirip yedi, artan parçaları da yuvalarına geri götürdü. Tapınağın birinde fareler altın armağanları kemirdi, hizmetliler kapanla bir dişi sıçan tuttular, bu da hemen kapanın içinde beş yavru doğuruverdi, ama bunlardan üçünü yedi. Hepsinden önemlisi duru ve bulutsuz bir günde bir trompet sesi çınladı uzun süre, acı acı öttü, bu ses o kadar şiddetliydi ki herkesin usu başından uçarak, kartalın karşısında umarsız kalan tarla faresi gibi, büzülüp kalmıştı.’
Nesnel bak kanser hücresinin güzel olduğunu kabul edeceksin, sürünerek geziyorsun kırmızı granüllü Mars toprağı üzerinde, genişleyip patlarken narin sporlar, taç yaprakları gibi ağlıyorsun. Her cenin erbezlerinden sinyal gelince üretilen erkek hormonuna batırılmazsa dişi olurdu, çocuğum yok diye üzülme, sırf bunun için Aziz Augustine, ‘Dışkı ve sidiğin arasından doğduk’ diyerek (bu olayı ve) kendini küçümser (ve) Apolenyen bir kültür yaratmaya çalışırdı. Ama gök çalkandı, erimiş bakıra döndü, kitap gibi dürüldü, dağlar yürüdü, eriyip toz oldu, atılmış yün gibi ak oldu. Güneş dürülüp toplandı, yıldızlar toz olup döküldüler. Atina’nın ilâhları ve sofistler ağlıyordu. İşte ki bunun için Sulpicius hançerli 3 bin kişi besler ve her şeye hazır bir genç atlılar topluluğunu çevresinde bulundururdu. Kente acısın, Sulla ile anlaşsın diye yalvarmaya gelen toyunları ve Bule üyelerini okla vurdurarak başından savmıştı. Gene de ölümden kaçamadı geceleyin boynunu ve yüz kaslarını parçalayan hançeri tutmak isterken avuçlarının da dilim dilim olduğunu gördük, böğrünü ve karnını da kuru bir ağaç dalıyla oyup, deşmişlerdi. Titus, Sulla’yı severdi. Onun bir karısı vardı, her Frigya öğlesinde, her İyon ikindisinde, çorbayı ölü bir erkek eliyle karıştırırım derdi. Saçlarından asılan Apşalom nasıl Davut’un oğlu olup Joab öldürdüyse, bu kadında bir öldürmendi.
Tanrının ruhu suların üzerinde hareket ediyordu der Tevrat ama, gene de bir ölüler kitabıdır. Nasıl III. Auguste, (I696-I763 Polonya ve Saxe elektörüydü) kendini ölümsüz sanıyor ve Yedi yıl savaşlarında Saxe’ı ve onu kaybediyorsak, ölüm yürek atışlarında saklı olup, alnımızın şakında yazılıdır. Ölüm törenleri, boynuzlu yılanın boynuzlarıyla işlenmiş Sardeis taşıyla bezeli koşumlar, yollarda parlak bir maddeden yapılmış pek süslü arabalarla doludur. Bu arabaları, Endülüs’ün, Tetuan’ın ve Mequinez’in güzel atlarını geride bırakan iri kırmızı koyunlar çeker. Sarmat kralları (Avrupa) Transilvanyalı prensler, Kıbrıs kızanları ve Urfa okulu kapanınca Kuzistan’ın Cundişapur’una sığınan Nesturiler bile içinde yolculuk eder. Ölüm sofralarında, özlem bitiren, ülkü yatıştıran, Lombardiya kekliği, Sisam üzümü, Girit geyiği, Ephesos tandırı ve mersin balığı yumurtası bile vardır (gerçekten menü budur). Korfulu keşişler, Cizvit eczacıları, İspanyol çeteler, Peru’dan getirilen ötücü kuşlar, İsa’dan yüzyıl önce Suevlerin reisi olan Ariovis’te, insan kemiğinden yapılmış flüt eşliğinde konukluk ederler. Sarı şallı, durgun görünüşlü Tunuslular ve bu dünyalı herkes, Chopen’in üzgünlükleri eşliğinde Ben-i Ahmer’in Guadalkivir’i gibi sessizce kederlenir ve gözyaşı dökerler. Bizler ölüyüz. Cennet ve cehennem dünyadır. Dünyadan gidenlere çılgınca gözyaşı döküşümüz, kahrolası bir ölü olduğumuzu anımsadığımız ve anladığımız için ölümümüze ve gidenin artık: ‘Gerçel anlamda yaşayacak oluşuna’ duyulan bir imreniş ve bir çıldırtı hummasıdır...
Övgüler sana gecenin ruhu, övgüler sana karanlığın tini
Ravendi’nin ölümü 9I0, İhvanü’s Safa toz oldu gitti... Mööö!

III
Herşena kalesindeki mezarlarından aşağılardaki kenti izleyen krallar, güneş tutulunca Küsuf tapınmasına durdu ve sakin biçimde Gustav Holst’un Gezegenler Suiti’ni dinlediler. Semiz Ukrayna beygiri besleyip, Litvanya köpeğine binerek yaşlı doğan ve çocuk olarak ölenlerin yurduna varmak için yola çıktıklarında; güneş ışığının demeti içinde titreyip duran kelebek, çölde oturup her şeyi bilen kendisi de dünyayla yaşıt Sfenks, iri yayvan yaprakların üzerinde yüzerek her zaman kelebeklerle savaşan Yecüc Mecücler, altın tüylerle kaplı, buz hakanının ülkesiyle karşılaştılar. Durgun yaz havalarında papazın bahçesindeki bostan kuyusunun başında, yığılı ekinlere buğu getirir diye, inek ahırında bile yatamadan kışı geçirdiler. Tolgasının üzerinde kanatlı bir aslan kabartması olan defne yüzüklü vandalla karşılaştıklarındaysa, hanın köşesinde yanık kilden yeşil küpler dizili ve ortadaki vazoda mor haşhaş çiçekleri vardı. Sayısız küflü ekmek yiyerek, fincanlarla acı su içiyor; göz bebekleri, deliğinden kızıl bir kor gibi parlıyordu. Kaçarken çalılar dikenler çarpıyor, ısırganlar dağlıyor, deve dikenleri baldırlarına batıyor ve amber gözleriyle, devasa kenelere benzeyen jelatinden tankerlere binerek, yıldız yurtlarının içinde, tragedya diyesim teke şarkıları söyleye, söyleye yol alıyorlardı. Kurrig kurrig!..

IV
Yemen valisi Ebrehe, San’a kentinde yaptırdığı kiliseye, Kinane kabilesinden bir Arap’ın yaptığı hakaretin öcünü almak için 570’de (peygamberin doğum yılı) Mekke’ye bir sefer düzenledi. Köpek yıldızının büyük çocuğu, insanın ölümlü bir bedenden başka yitirecek nesi var ki diye kendine kıydı. Lübnan dağındaki kule gibi düzgün burnuyla, Arap denizindeki incileri saklayan mercan, Seylan tarçını dudaklar... Diyesim: “la consolation des arts” -sanatın avutması- bütün bunlar.
Sadık, Belzora’dayken Merih dinini araştırdı, Sadık’a batan güneşin denize dalmadığını bildiklerini söylediler. Ölülerin ağızlarına pembe inci koyan Zigangular (Japonlar) gibi soluk kırmızı incili sofradaki Keldani ant içerek Tanrı Teutas ve meşe yaprağından başka konuşmaya değer konu olmadığını söyledi. Tidor ve Delhi baharatları gibi koku yayan saçları vardı...
İşte diyorum, asmalı kahveden bir insan gelip geçiyor, ne değeri biliniyor, ne bir vahiy iniyor, ne dünyanın haberi var, ne bir yaprak kımıldıyor. Yaklaşırsanız çok çekingen, sanki her şeyi sessizlikle yönlendirebilen bir yalvaç, suskunlukla yaşamış bu ahali. Kendilerini sessizliğin tadına bırakmışlar. Tembel krallar gibi başını çevirse, ötüşen kuşlarla, kırları görüp afallayacak! Vraak!..

V
Anadolu’nun limanları, körfezleri, iklimi, sınırları, ayazmaları, kiliseleri, panayırları, mandıraları, kantaronları (kentauros) fesleğenleri, lahanaları, Yunancadır. Arabistan geyiğinin yüreğindeki panzehir taşı vebayı iyi ederdi, ay taşı, ay ışığında büyüyüp küçülür, meloceus hırsızları bulur, üçgenin iç açıları toplamı yatay bir düzlemi işaret eder. Şeytan taşı cinleri püskürtür, akik öfke yatıştırır, yakut uyku getirir, zebercet ayın rengini soldurur... Vaktiyle çölün ortasında unutulmuş bir kum tanesi yazgısından yakınırdı, yıllar sonra elmas olmuş, şimdi Hint hükümdarının tacını süslüyor. Şşşt!

VI
Herkesin bildiği ve büyük Zind kitabında yazıldığı gibi insan ayrılmak için birleşir. Kirpiklerin büyücüsüyle Memphis’e gittiler, büyük hekim Hermes, ‘Sol göz yaralarını iyileştirmek olanaksızdır’ derdi. Bantu dillerinden biriyle konuşuyordu. Sur kumaşı kırmızısı gibi soyu tükenen kaplan, sonsuz evrenin hiç bir yerinde, sonsuz zamanın hiç bir anında, bir daha var olamayacağı için son bir kez içini çeker, yıldızlara bakar ve sahranın ortasındaki granitten ceylanı düşlerdi. Çekiç başlı köpek balığı durdu, Anka kuşu avlamayı yasaklayan bir Zerdüşt’e bakarak, tavşanlar toynak ayaklı olup, sineklerin kondukları eti çürüttüğü, iyilik için fırsat çıkar mı, kötülük içinse her an çıkar, bir suçsuzu cezalandıracağına, bir suçluyu salıver diyerek bana baktı. Horeb çölünde bir Tuareg demişti ki, Aşkı güzelleştiren onun yitirilişidir. Irmağın sisi gibi uçuk, sabahın ayağı gibi soluk, ak gecenin kanadı gibi sönümlüdür aşk. Kız makaraya mavi bir ipek sarıyor, sarı kedisi de ayaklarının dibinde yatıyordu, yüzü melek yüzü gibiydi. Avcının tuzağına düşmüş bir faun gibi inliyordu. Ağaç şeytanlarının keçi çobanlarına lavtalarıyla büyülü ezgiler çalışı gibi ağlıyordu. Bu ara (şimdi) yaban eşeklerine binmiş üç Arap peydah oldu, havadan uça uça bir kadın geldi, akbaba iskeleti uçar mı uçar, Afganlıların kurban ettiği kara buzağı gibi. Rus prensi Finlandiya’dan altı Ren geyiğinin çektiği bir kızakla gelmişti. Kızak kocaman bir altın kuğu biçimindeydi, kanatlarının arasında da prensesin kendisi vardı. Uzaklarda, kar sarayında otururdu, kara haşhaş çiçeği, Adonis’in çehresi, Hadrian’ın, Bithnyalı kölesinin sıcak dudakları gibi alışkanlık yaratırdı.
Annenin kutsal gölgesi altında yaşama karşı duyulan eziklik gibi, kente dokuz kapıdan girilirdi, her kapıda dağdan bedeviler indikçe kişneyen tunçtan bir at vardı. Kulelerde eli yaylı okçular durur, gün doğarken okuyla bir gonga vurur, gün batarken de boynuzdan bir boru çalardı. Solgun çehresiyle bir Çerkez bana bakıp gülüyor. Saray yolunda yaşlıca olan, bir kez daha bana bakıp korkunç korkunç gülümsedi, dehlizin ortasında Hakan ağza alınmayacak bir söz söyledi, tunç bir kapı ardına kadar açıldı, gözleri kamaşmasın diye elleriyle gözlerini kapadı, bir sirke küpünün yanında bir çocuk gördü, ayakları Havva kızlarının ayaklarından daha güzeldi (bir kardeşi vardı), genç bir bahadır palayı üstüme indirdi, çelik içimden vızz diye geçti ama bana bir şey yapmadı. Hakan silahlıktan bir mızrak çekip üstüme attı, daha havadayken kapıp iki parça ettim, beni okla vurmaya kalkıştı, ellerimi kaldırdım, ok havada yarı yolda kalakaldı, sonra Nubyeli bu utanılası olayı başka bir yerde söyler diye beyaz deri kemerinden bir hançer çıkarıp boynunu vurdu, adam ezilmiş yılan gibi kıvrandı, dudaklarından kızıl bir köpük geldi. Melek yani Haberci demek olan İncil tam ortamıza indi. Aşk böyle bir şey miydi… Kukurikuu!..

VII
Dinyeper ırmağının oralarda uzam yitince zamanında yittiği bir kuyu vardır, gökbilim / astroloji Batlamyus devrinin bilimsel dini idi, Stanpoli zehrinde yaşıyorum diyen ve üzerine Dakka tülleri ile Şam ipeklisinden fistan giyerek şan dersleri alıp Kalyoncu Kulluk sokakta yürüyen güneş apsisler hattından geçerken aya en yakın ve uzak olan bu noktalarda, göklere yükselen bu kutsal süngüler şehrengizi İstanbul diye haykıran su sülükleri vardı. Arabistan geyiğinin yüreğindeki minicik ak taş vebayı iyi eder, gökyüzünün kaygan salyası uzaklarda yüzerken, yıllarca kendi kabuğunda kozasını örerdi. Patrona Halil hamamının ilerisi Süleymaniye dedi. Kutsal gölgenin hafif Kafkaesk, birazda melankolisi altında başlayıp, içsel akışlarla süren roman sonunda bir hiçlikle karşı karşıya bırakıyor sizi, annenin kutsal gölgesi altında yaşama karşı duyulan ezikliğin dile getirildiği trajik roman, ana rahmine dönüş özlemi gibi, ‘Bekle anneciğim geliyorum’ demek istercesine, ‘Yakında, anne, yakında’ sözleriyle bitiyor. Ölmüş annenin ardından, ölüme duyulan özlem tam bir karayoru, yaşama karşı yaşamı hiçe sayan bir iç çığlık olarak alçakgönüllü bir aforizma. Bekle geliyorum anne! Ölüm sen bir hiçsin! Çünkü yaşam bir hiç! Hiçliği hiçlikle yanıtlayan bir betik. 145 sayfa ve bir hiç. Bu muydu diyeceksiniz? Yaşamın hayhuyu ve denetsiz akışı içinde, zamanın sizi yaşadığı yaşama karşı gerçek anlamda hiçlik duygusu uyandırıp, bunu gerçek anlamda algılamamıza yol açabilecek bir betik bulsaydım ‘Kutsal Kitap’ gibi ona sarılırdım. Çünkü görmek için anlamak gerekir. Çünkü gerçek anlamda bir hiçlik duygusunu kavrayabiliyor ya da yaşayabiliyor, algılayabiliyor olsaydık, yaşam böyle olmazdı... Tarihte ölümün yüceltilmesinden çok daha başka bir şey olurdu. Guguuk!

VIII
Sürülerini mağaradan mağaraya sürüp, küçük buzağılarını omuzlarında taşıyan deniz ahalisini Girit karidesiyle besleyerek, yıldız denizinden gelip, kanatlarından buzlar sarkan balinalarla çoğaltır, gemilerin omurgalarında dünyayı dolaşan şeytan minarelerini, uçurumların dibinde yaşayan kapkara uzun kollarını açıp istedikleri zaman geceyi getiren mürekkep balıklarının yelkeni ipekten, güneş gözü taşından oyma kalyonlardan, arp çalarak deniz canavarlarını uyutan denizcilerden, kaypak domuz balığının sırtında dünyayı dolaşan çocuklardan, kıvrık dişli deniz aslanları, uzun yeleli deniz küheylanları, keyifleri yerinde keçi ayaklı şen faunlar, kızıl altından lirleriyle deniz kızları, öyle ki yaban baldıranı yiyenler, kara kurbağa etinden çorba içenler, mavi bir kuş yuvasından çığlıkla kalkıp kum dalgaları üzerinde taklalarla dönüp dururken, iki benekli kuş karşılıklı ortaya çıkıp göğüs göğüse vuruşarak ıslık çaldı, önüne çıkan kara bir köpeği söğüt dalıyla kovaladı, keçinin boynuzu üzerine yemin etti, çiğ kömürde mine çiçeği yakıp dumanının dolambaçlarını göz süzerek içine çekti, sarı kükürt tüylü garip bir kuş öttü, aşağıda deniz gümüş bir kalkan gibi uzanıyordu, koyda balık kayıklarının gölgesi kıpırdıyordu, aşağıda, gece yarısı yarasalar gibi uçarak cadılar geldi, bir kuş kanadını değdirip suyu güldürdü, yüzü erguvan ağacının çiçeği gibi kül kesildi, sesi kısık ve bir flüt sesi gibiydi, bir mağaradan üç çakal çıkıp arkalarından dehledi. Tatarların ülkesinden ayı sevenler ülkesine geçtik, ulu göğün altında aya uluyan mağaraların pullu ejderleri uyuyordu, ağaçların kovuklarından ve hendeklerden geçerken Yecüc Mecücler ok atıyordu, geceleyin yaban adamları davul çalıyordu. Rahibe, bana tanrıyı göster yoksa seni öldürürüm diye bağırıp elini yakaladım, birden eli kupkuru kesildi, üstünde sıvama tavus gözü işli sırmalı bir giysi vardı, zıplayınca kırmızı pabuçlarının tabanı göründü, derken dörtnala koşan bir atın nal sesleriyle çınladı ortalık, ama ortalıkta at görünmüyordu, insanların vücudun gölgesi dediği şey tinin gövdesidir dedi. Köylerde oturanlar kuyuları zehirleyip dağ tepelerine kaçtılar. Magadealarla, ölülerini ağaç tepelerine gömen tanrıları güneşten korkup karanlıkta hüküm süren Aurantelerle, attan hızlı koşan at bacaklı Sibanlarla dövüştük. Bir taşın altından boynuzlu bir kara yılan çıkarıp kendimi sokturdum, bir şey olmadığını görünce korktular. Geceleyin İllel’e geldik, ay akrep burcuna girmiş ve ortalıkta, bulanık sıkıcı bir hava geziyordu artık. Haavv!

IX
Tekne kazıntısı olmam sıfatıyla hep hor görülmüşsem de büyüdüğüm de kır serdarı olarak herkesin imrendiği bir yaşam sürmüşümdür. Ama kırklı yaşlarda hizmetten azat edilince, sıkıntıdan balık beslemeye başladım, iki küçük balık, iki ayrı kavanoz içinde, aylarca iyi baktım, öylece yaşadılar, bir gün kavanozlarındaki suda bol oksijen olsun diye onları kurnanın altına tuttum, basınçla dalgalanıp aşağı yukarı çıkıyorlardı, hoşlanacaklarını sandım. Sabaha ikisi de sersemleyip yorgunluktan öldüler. Kulakçıklarından kan sızıyordu. Sonra anımsadım, katil balinalar, küçük balıkları, ringa sürülerini, bir araya toplayıp kuyruklarıyla denizi döverek onları önce sersemletiyor sonrada yem yapıyorlardı. Benim kurnalardan kavanozlara basınçlı su sıkmam, balinanın oyununa yani aynı sonuca yol açmıştı. Sonuç olarak: Ben bir katil balinayım... Tüit tüit!

X
‘Nuh efsanesi bir tahta kurdunun bakış açısından anlatılacak olursa ortaya nasıl bir yorum çıkar.’ Bir deniz canavarı, dalgıcın Şah Firuz’a getirdiği inciye aşıkmış, hırsızı öldürmüş, inciyi yitirdiği içinde yedi ay yasını tutmuş. Hunlar kuyuda tuzağa düşürdükleri zaman, şah, inciyi fırlatıp atmış. Bu öyküyü Prokopius anlatır. (Prokopius’un yaşadığı gezegenle ve halkla arasında sudan bir gölge duvarı varmış, bir tür perdeymiş, duman parabollerinin içinde kuş ve kuşku içinde yaşarmış, karşı elektron yüklenerek ağırlığı sıfıra indirilmiş tayy-i mekânlarda görünürmüş, hasılı öyle ya da böyle -söylentiye göre- bu Bizanslı epeyce bir hikmet sahibiymiş ) İmparator Anastasius bulana 500 kental altın vereceğini bildirmişse de inci bir daha bulunamamış. Lehistan kralı Sobieski’nin hükümdar yatağı, üzerine tellerle, firuzelerle Kuran’dan ayetler işlenmiş, İzmir ipeklisindendi. Bu yatak Viyana önlerinde Türklerden alınmıştı, daha doğrusu elektron yuvası gibi Osmanlıdan çalınmıştı! Cibinlik kubbesinin titreyen yıldızlarının altında eskiden Muhammet’in sancağı dururmuş. Hayfa müslinleri, Dakka tülleriyle dokunmuş aralıkları varmış. Rodos kamışları, Knidos sazları gibi ince uzun leventlere çok yakışırmış. Tiberius’un çevresinde cüceler, tavuslar övünerek gezinirler, sirenler zil çalar, patikalardan havalanan, ipek siyahı kuşlar-gürültücü kuzgun sürüleri havayı çınlatırken, tepelerin kavalcısı kolcunun kırbaç atmasına öykünür ve; sabırlı altın el, ‘Çıt yok koskoca ovada / Yapayalnız üzümler tütünler’ dermiş.
Nalları gümüşten atları vardıysa da, VI. Charles’e bir cüzzamlı deli olacağını söylemişti, öylede oldu, aşk, ölüm, delilik, resimleri bulunan Arap kartları gösterilince yatışıyordu. Güneş Kova burcundayken, Kova çağında, Kosova sorunu vardı. Güneş tutulumuna, Vietnam’da kurbağa, Paraguay’da jaguar, İskandinavya’da bir çift kurtun neden olduğuna inanılır. Yahudiye kralı Hirodes zamanında Abiya takımından kahin Zekeriya’nın karısı Elizabet, Harun kızlarındandı. Dionizos, hayır Lysandros çocukları aşık kemikleriyle, büyükleri de antlarla aldatmalı derdi. Ey Lysandros, gürültülü Hoplites’ten ve arkadan gelen toprağın oğlu kırmızı yılandan uzak durun buyurur. Kyros’un öldüğü Kunaksa savaşında. Yenilgiyi kışlağından kaçan sarı kanatlı bir ejderha ulaştırmıştı, çatılmış kalkanların sükünet dolu adasına, denizi turkuazdır. Çınıltısından su perileri kulaklarını balmumuyla tıkarlar. Ama bu garip gezegende dolaşırken, bir kum çölü gibi görünüyordu ortalık, gündüz bitip güneş batınca da gecenin denizlerine dönüyor çöl, birden okyanus olup ortalık balıkla doluyordu, en yakın yıldız (Tarık) görünür görünmez yine çöle dönüyor ve güneş batınca yine deniz çıkıyordu ortaya, orada bir yeraltı kemerinin gölgesinde suları sürenlerin türküsünü dinlemiştik… Şarkı, bu topraklarda herkes savaştı ve öldü, ölenlerin Allahları ve topraklarından başka ortak hiç bir yanları yoktu diyordu. Şarkıcının üzerinde balina kemiğinden bir etek, altında da çelik bir korse vardı. Zamanın modasıydı ve canlıya da benzemiyordu ama hareket edip ses çıkarabiliyordu. ‘Ejderha / (alabalıkla çiftleşmiş / fil doğuruyor). Bu bir şiirdi. Sanki bebek ağlaması gibi. Ikra! Ikraaa!..

XI
Işık saçsın ve inan olsun ki, Larende ve Gördes gibi avlaklarda, sekbanlar, samsuncu ve zağarcılarla birlikte cem’an 17000 kişi ava çıkardık. Padişahımız, ‘Kadın doğurur, erkek öldürür.’ der ve hiç bir zaman dişi faun avlamazdı. Bir gün Tavşanlı korusunda dolaşırken, yaban leylakları üzerinde, sanki fil kulağı, sanki lahana yaprağı cesametinde mor bir kelebek yakaladık, kelebeğin atmaca güvesi kanatlarında, Hering yanılsamasına benzer, baykuş gözü gibi iki göz vardı, öylesine ürkünçtü ki kelebeğe Elenlerin kinci, hırçın ve fesat tanrıça, uğru ve uğursuz kraliçe, kıskanç Hera’nın adını verdik. Av esnasında öyle açılırdık ki, kimi zaman Midilli önlerine bile düştüğümüzün ayrımına varmaz, açıkta balinalarla, deniz kırlangıçlarının sevişmesine tanık olur, sekban başı coşkuya kapılıp, gayetle ve gayretle havaya güvercinler, tavuslar, tellim sülünler salar yer gök tören şenliğine döner, bin bir renkle bezenir, hava kanatlar ve kuyrukların feykleri, dönüş ve taklalarıyla bir hareket ve renk cümbüşüne, coşkulu, usa sığmaz konfetilerle dolu bir irem bahçesine dönerdi. Avlaklarda neler bulunmazdı ki, çiftleşen erkeğini yiyen, serçe avlar örümcekler, kurbanını zehirleyen topuz (gürz) gibi böcekler, el büyüklüğünde, kuş kanatlı kelebekler, hayaleti andıran yusufcuk, ölü taklidi yapan çekirgeler, sayısız balıkçıllar, keşiş kuşları, kaşıkçılar...
Padişah, denize kaşalot gölü, lagünlere, dalyanlara, levrek yurdu derdi. Ava eski Bizans’tan ve sisler ülkesi Trabizes’ten, Pontus’dan kimi reaya ve keşişlerinde katıldığı olurdu. Konaklar terk edilip yaylaklara çıkıldığı zaman, yollarda kimi haseki ağası, dalkavuk veya cin fikirli maskaralar padişaha hoş görünmek için, pislikte oturur Eyüp’ten kıssalar, Sezar ordularının yolunu değiştiren Kaledonyalılarla ilgili gülünçlük ve tuhaflıklarla dolu anekdotlar, bin bir gece öyküleri anlatır, Homeros’dan ağıtlar, kör ozan Tamiris’ten (tilmizi) orfeler, epopeler okunurdu. Lundenburgh’dan, Romeburgh’a kimi atla, kimi kalyonla, kimi yayan yapıldak giden ve yolculuğu Tsargorad’da biten bir gezginin başından geçenler ve Apeninli Dante’den dizeler, ölüler ülkesi Ellis ovasına gittiğini savlayıp padişaha us dışı ‘Gehenna Öyküleri’ anlatan hünerli bir prens, düşünde kovaladığı tavşana havlayan tazıya ilişkin av masalları, sandal ağacıyla ırmağı geçip Atahualpalıların yanına varan, Akheron’da inançsızların ölüleri su yüzüne vurdu deyip dilbazlığıyla ilgi çeken bir serüvenci, avlanmaya giden erkekler ne avlayacaklarını mana duvarına yumuşak bir taşla çiziyor ve resmi çizilen hayvan taşın içinden (canlanarak) çıkıp hepsine saldırıyordu diyen bir fabl ustası ve güneyden gelme bir dengbej hepsi hepsi vardı doğrusu av sırasında...
Cehennemde yalnız Sarpens ve Lacerda adlı gök cisimleri parlıyordu derler ama burada da Erendiz ve Sekendizler parlardı hep. Adı söylenmemiş Yusuf ve onun kuyusu kadar derin bakar zebaninin bekçilik yaptığı ormanlarda avlanırdık. O ve bütün alem güzeldi doğrusu. Saksonyalı askerler Dankirk’e çıkarken bellerine kadar suya gömülmüşlerdi, şimdi cesetleri de öyleymiş. Bizde atlarla yarı belimize kadar bataklıklara girer, sazlıklarda kaybolur, sazan göllerinde gün ikindiye vurduğu zaman uzun gölgelerimizle dağlara vuran heyulalar olurduk. Deliktaşlı Ruhsati, Hayali, Kul Mehmet, Bağdatlı Ruhi, pişmanlık ve hata dolu yaşamından dolayı Hatayi mahlasını seçen Şah İsmail’de bizimle olur, neşe verip, şenlikli varsağılar, methiyeler, av kasideleri okur, patırtılar arasında kahkaha çiçekleri gibi açılıp saçılıp-bağırıp çağırarak, gürlenir, mutlanla dolardık. Bir de Knidos’ta evinin damından yıllar boyu Kanopos yıldızını gözetleyen Eudoxos vardı avcı kullar arasında. Kraliçe Elizabeth’in Sultan III: Mehmet’e armağan olarak sunduğu orgu, I699, 25 eylülünden beri çalan bir ticani vardı, gökte Fomalhaut’la, Güney Balığı’nın oralarda bir yerde oturur bize seslenirdi. Yalnız avlanmakla kalmaz, şifalı otlar, acımıklar, aylandız, şerbetçi otu, karamuk ve yemlikler toplayan kimi hekim ve meczuplarda bize katılırdı. Uzak eyaletlerden bir sayrı, ender bulunur ve yalnızca Gediz’de yetişir terafik otunu yiyerek akıl baliğ olmuştu, gene bergamot otu yiyen bir sametin dili çözülmüş, lavanta koklayıp, önermeyle sedir ağacının dibinde sabahlayan av katarından bir mefluç da şifa bulmuş, hatta ağır aksak yürür değil koşar olmuştu. Bu adam öyle ki 17 yıl boyunca atla gezdirilmiş ve ama iyileşince ömründe bir daha binit üzerine çıkmadığı söylenmişti. Apolyont gölünün oralarda Afrika’dan gelme tropik çiçeklerle dolu bir Habeş bahçesi vardı, kimi dermansızların eczasıyla, sarilerin sağaltımı buradan temin edilirdi. Avda hepsi işlentili 4000 havlu, 1100 yorgan, 800 çadır, 600 güğüm ve daha sayısız zerzevat katırların sırtında bizlerle yolculuk ederdi. Sonra bulut gibi sinsi yaklaşır Hilal-i Ahmer’e benzer bir cisim gökte belirdiğinde av ancak biter ve cem yolcu yurtluğuna dönerdi. Semipalatinsk, Astrahan, Novaya Zemlya’da acayip ışıklarla dolu nükleid zindanlardan hayırsız haberler gelip ahval düzelinceye dek; avın ikizi için dahi 4 yıl beklendiği olurdu. Avlara ışık ve ark dokunağı gibi atılan oklar öyle parlardı ki; ah, ah, diller nasıl anlatır...
Ama her şey ve her şey, o padişahlar, o avcılar, avlaklar, o yaratıklar, halayıklar hepsi bir gün geldi, yok oldu gitti ve her şey, her şey bitti. Her bir şey sisler arasında eriyip tükendi... Ölenler için, o incecik bedenler zamanla bir siluete, o sıska siluetler, bir hayalete, o zarif hayaletse, gökyüzünü kaplayan bulutlara karışıp, silinip yok olmakta derler… Platon’un ruhu, Afrodit’in bedeni, sonsuza dek Hellas’ın güzel gözlerine çekildi, baykuşla, cırcır böceği, kertenkele ve fare yedi dostlarım. Uyuuuu!..



XII
Zaman var, ölüm de var dedi. Kuzguni ve güneş başlı yılan, kapılara üç kez vuran ve eşiklere gölge düşüren zamandır... Ve zaman, sırtlan tüyü mezarlarda sessiz gülüş, sönmüş kor, kör kar ve ‘son iç çekiş köyüdür’ artık . İşte o köyden bir şarkı; söyleyen Agi Mishol, Macarlı!..
‘Esirgeyen, bağışlayan, tanrının adıyladır...’
...
‘Hepimiz buradayız- / Yeryüzündeki sıcak ve canlı herkes, / soğuk olanlar şimdiden / yerin karnının altına / saklanmışlar- / mutluluk avcıları, acının kaçakları, / kaprisli melekler kristal bir an bağışlamış onlara, / bizi birden şaşırtan bir okşayış- / birbirine sarılmalar, / kucaklaşmalar, / aşkın aşka akışı.
Ve birbirimize bakıyoruz, / her yüz tek ve benzersiz, / birbirimize dokunuyoruz / parmakların şaşkınlığı ve bilgeliğiyle; / yelkenleri indiren gülümseyişlerimizle / düzgün ve barışçı / dişlerimizi / gösteriyoruz birbirimize / heyecanlı, sıcak, / çekingen dokunuşlarımızla / (çünkü başka türlüsü her zaman dayanılır gibi / olmayan / ve karşındakinin gözlerinin aynasında / yanıtı pek belli olmayan bir bilmecedir).
Ve sevgi- / evrende esen o sıcak soluk / eritiyor gergin tenimizi, / çekip çıkarıyor derinlere gömülü göz yaşlarımızı- / bir şey seyrediyor içimizdeki bir yarıktan, / orada her zaman gören / bir şey / acıyor bizim insan oluşumuza, / acıyor uçmayı özleyen / zavallı kürek kemiklerimize.’
...
Hayıııırrr!..


***



OKEANOS

‘Ülkem diye bağırdım düşleyen okyanusa, / geldi lagoslar kanat çırparak / Lamia’mıydı o, bir çayır denizinden, / süzülüveren işte, aslan ağızlı yolda / Kaosun gezegeninde işler yolunda, / defne kokularıyla taçlı, ikizler sokağı. / Eridanius’un ırmağı bastı geceyi, / ölümsüzlüğü gördü Orion, / indi güneşten bir paraşüt; karaca. / Magnesia’daydık sonraları, / dolunay parlıyordu partiküller arasından; / gizençli hiçbir şey kalmadı artık. / Uykulu mırıltılar geliyor korudan…’

Melek balığı okeanosun içinde yüzüyor... Gezegenin suları içinde, planetin gölcüklerinde. Kaplan tüyü gibi dalgalanıyor okeanos. Mavi göklerin renginde bir Poseidon suyu, perilerin yurtluğu. Binbir gecenin Arabistan’ı, işte mercanların, atollerin içindeyim, irem dolu renkler biçimindeyim, salınarak dans eden gönül hırsızı ahtapotlarla. Ve işte ah, dünya ne güzel!.. Bir flandra balığı geçiyor yanımdan, yüzgeci uzun, ipliksi, nasıl da yüzüyor kelebek gibi, ne ilginç güzelliği var. İşte fiyortlara dalıyorum, rengârenk süngerlerin, ışıklı, mavi yosunların içinde dolanıyorum. Arada denizin göklerine çıkıyorum, yurtluğumuzun yücesine; tavanına vuruyorum. Buraya çıkabilen elçi balıklardanım ben. Sonra aşağılara inip, gökte olanları anlatacağım onlara, bir ay var diyeceğim tepede, belki onunda denizleri, belki onunda balıkları var diyeceğim. Sonra güneş tanrıdan söz edeceğim, yaşamı bağışlayan taçlı Helios’tan ve bulutlardan, onun göğül yağmurlarıyla okeanosun oluştuğundan, bulutların annemiz olduğundan... O da ne, yüzeyde, kayalıkların bittiği yerde, bana doğru geliyor biri, her yanı kıllarla kaplı bir vahşi, budaklı bir ağaç dalını suya vurup duruyor, güçlü kolları inip çıkıyor. Elinde bir üzgün balığı, kayaların arasına doğru gidiyor sonra. Yurtluğun dışında, demek ki gizil, korkunç düşmanlarımız var. Aşağıda bu canavardan onlara da söz edeceğim.
Denizin çalkantıları arasında, mavi suların içindeyim...
Güneş doğuyor, zaman geçiyor, bir mavilik içinde yüzüyor melek balığı... İskorpitlerin, tilapiaların, kiklaların, lapinlerin arasında. Beyaz gelinlikten yüzgeçler, salına salına gidiyor, gılyanuslar, remoralar, gularyalar, horozbinalar. Şimdi bir vatoz yaklaşıyor, ürkünç güzelliğin dehası, gök balığı kuşların okeanostaki akrabası, görkemli bir dengeyle, frak giymiş bir soylu, süzülerek geçiyor, melek balığı gülüyor. Okeanosun üzerinde bir sandal görüyor melek balığı. Cıvıltılar arasında, peri güzelliğinde, fiyonklar, kurdeleler eşliğinde bir Havva, sarıbaşları okşuyor, boncukburunlara onu gösteriyor, onun güzelliğini, tatlılığını... Çocuklar ellerini uzatıp dokunmak istiyorlar ona, ama o suların üzerinde gezinen, büyük, tuhaf biçimlerden korkmayı öğrenmiş ve diplere dalarak uzaklaşıp gidiyor. İşte bir cerrah balığı geliyor, yanında cennet balığı, arkalarında benekli pisi. Ve denizler tanrısı balina. Çok uzaklardan kornasını çalarak, suları yara yara, kuyruğunu vura vura, küçücük gözlerinin dev cüssesine verdiği görkül edayla süzülüp gidiyor.

Okeanos duruldu...

Ortalık tam teleskop balığına göre; sevişen balıkları gözlüyor o, denizin tüm gizlerini aralıyor keskin gözleriyle! Çiftleşen utangaç yengeçleri, küskün barakudaları, minicik larvaları ve deniz dibini karman çorman edip eşeleyen, birbirini yiyip yutarcasına sevişen ahtapotları gözlüyor. Teleskop balığının yanından melankoli timsali bir üzgün balığı geçip gidiyor, çünkü bütün balıkların bir sevdiği var, ama onun yok. Küskünlüğü ve üzgünlüğü bundan... Nuh, gemisine bütün balıklardan bir çift alacakmış, üzgün balığının eşi yok diye almamış ve oda tufanın tam ortasında kalakalmış. İşte bir folya balığı geliyor. Ben ki melek balığı ve bir fener balığı geçiyor yanımdan, ışıklarla yıkayıp denizi! Yine yukarıya çıkıyorum, güneşli, güzel bir hava, suların üzerinde oynuyorum, kıyıya yaklaşıyorum, kumsalda gezip dolaşıyorum. Ama ah! koskoca bir at balığı nasıl da çırpınıyor, daha önce gördüğüm kara adamlar çoğalmış, nasıl da çekiyorlar balığı, gözlerimin önünde paramparça ediyorlar ve bitiyor çırpınması. Yüzey çok tehlikeli, bunun öğretilmesi gerek, aşağıda herkese anlatıyorum, eski güzel günler bitiyor.

II
Bir levrek geçiyor yanımdan, kendi dünyasında ne mutlu bir balık. Kırmızı tüylü uzun kuyruklar, sığır başı biçeminde uçuklar, ölüs gözlü, boynuzlu, tepecikli, çıkıklı, sarı çiyli, benekli, binbir renkli, yapraksı, akcıl, karacıl, mor gerdanlı, saydam, tüysü kayarcaların arasında doyasıya geziyorum. Eriha surlarından eskil bakışlı, arboletsi balıklar, gastropodlar, çavdar mahmuzu gibi keskin, zehirli çiçek gibi küskün, ürkücül canlılar, gül ve kılıcın tarihe karıştığı bu uzak zamanlarda nasıl da yaşıyorlar. ‘Carpe diem’ -günü yaşayın- diyorum onlara. İşte türlü inak ve inançlar; insan küçüğü güneşler, sini gibi dünyalar, dölevsiz dağlar, kız sünnetleri, Hint elinde kadın ateşleri. Melek balığı olarak ne yapabilirim!.. Güneşin ağırlığını ölçerim, gündüzün gücünü tartarım, kumdan koni yaparım. Kilden şato, su kabarcığından perde, ipekten beşik, sedeften ağ, mumdan saray ama, Vaterleo’yu önleyemem, Pearl Harbour’u kurtaramam, Hitlersi paranoyaya karşı duramam. İşte kadırga gövdesinde bir salyangoz, kalyon küpeştesinde deniz minaresi, hangi kötülükten haberleri var ki... Başak burcuyla dolu ovalar var, şemsiyeyle risinlenen Markov’larda... Kaffa kuşatmasında, mancınıkla fırlatılan vebalılar, Golgota’da ‘Beni neden bıraktın tanrım’ diyen marangozu ve Amidli kimsecik ozan Öngören’i unutmasam da; Prokaryat ve ökaryotlu karbonifer dönemlerini ben de yaşıyor ve ben de ağlıyorum. Batı şakirt, doğu batıl, kuzey vandal, güney sofu. Ne yapabilirim ki... Ölümün birbirine bitiştirdiği o küçücük ayaklara üzülüyorum. O minik çehrelerin bahtı hiç bir zaman gülmüyor. O buğulu, mercan gözler durmaksızın ağlıyor. Kanat ne canlı şeydir. Ölü bir kuştan daha üzücü ne olabilir ki... Yüzgeçler hüner dolu, haz dolu, hız doludur, ya ölü bir balık...
Gene de en kötüsü, avdan sonra, sularda, ormanlarda, sazlıklarda, hendek ve çukurlarda, başıboş, ağlamaklı ve sonsuza dek karşılıksız kalan çınlayışlardır diye düşünüyorum. Ağaçların eteğinde, ırmakların ötesinde, sığınakların, barınakların içinde, kimselerin duymadığı sonsuz çığlıklar. Ve sonsuz uykular. Denizler, ormanlar, ırmaklar, ovalar... Uyuyan deniz, uyuyan orman, uyuyan ırmak, uyuyan ova... Lagünler, meşeler, mercanlar arasına sıkışmış ölüm tuzakları. Hendeklerin içine, ekin demetlerine gizlenmiş, çelik elli, ateşten oklar, adanın ortasındaki ağaç kümesinde umarsızca yankıyan kuş sürüleri!.. İşte okeanos!.. Firavun Akhenator gibi, elimde defne çileğiyle tebaama şunları söylemeliyim: “İster karada olsun, ister denizde, ister balık olsun, ister kertenkele, ister düşünsün, ister düşünmesin, ister ırmakta dolaşsın, ister doruklarda, ister doğuda doğsun, ister batıda, ister derinlerde yaşasın, ister kumsallarda hepimiz biriz. Çünkü barış, önce barış!..” Bu belki benim en güzel şarkım. Güneşin tutulacağını söylüyorum. Athena’nın flüt eşliğinde güzelleştiğini biliyorum. Ölümümüz bir ses, bedenimizde küçük bir cırcır böceği olacak, başka ne istiyorsunuz diyorum. ‘İnsanlara acı veren dertler, tanrılara da acı verir. Derinlerde ne oluyorsa yükseklerde de o oluyor.’ Islak kum tepeciği üzerinde yürürken amacım, fırtınanın kıyıya fırlattığı deniz kuşlarını ve ayı balığı ölülerini toplamaktı. İçimdeki kertenkeleye en acılı soruyu sormaktı. Daha ne olsun, daha ne olsun, daha ne olsun...

III
Melek balığı okeanosun içinde yüzüyor, ırmaktan yukarıya somonlar tuhaf bir şarkı söylüyor. Çok uzaklardan, bulutların ötesinden, garip bir cisim, kanatlarını aça aça, kuyruğunu saça saça, döne dolaşa okeanosa iniyor ve içinden acayip adamlar, astromanlar, kozmodamlar çıkıyor. Yakalarında dülger balığı profili ve giysileri beyaz dolphinden. Az sonra bu görüntünün Puvatya ya da Navarinleşmeyeceğini kim bilebilir... İçinde tüm dünyanın gizlendiği bir çarşı varmış, insan değil en iyi deve bakarmış. Geçmişten; ölü böcek, gerekçeli hayvan, saf hidrojen, kötülerden kötü bir dost, kart, Dekart, kantar, Kant, Neptün ve altın atlarıyla Poseidon kalmış. Neptün’den bakıldığında güneş yalnızca ışık saçan bir nokta kadarmış... Varlık soruya açılır, soru zamana, zamanda yokluğa diyorum. Semender, çipura ve üzgün balığı? Kolkola girmiş bana doğru geliyorlar, bu denizin, rengârenk, masal bahçesi gibi görüntüsü içinde, bu olağanüstü betim karşısında, dilim tutuluyor. Bir kayış balığı geçiyor yanımdan, sazanlar, mersinler, güneş balığı, kum balığı hepsi geçiyor. Kaya balığı, deniz akrebi, deniz kedisi, berber balığı, orkinos, uskumru, palamut, yelken balığı, kılıç, atlantik, kalkan, ay balığı, zargana, uçan balık, deniz atı, deniz iğnesi, baltık pisisi, kırlangıç, marina, fener, ördek, tirsi, yılan, mığrı, murana, dil, som, piranha, turna, kedi, kızılgöz, inci, mumya, tekir, ringa, çekiç balığı, sarıgöz, kaşıkçı, deniz kedisi, mahmuzlu camgöz, testere, iğneli keler, latimerya, beluga, anaspis, kaşıkçı ve folya balığı; geçiyor, geçiyor, geçiyor, geçiyor, geçiyor, geçiyor...

Ama:
“Sırılsıklam ıslanmış, ıslak bavullardan kişiler seçiyordum. / Eğri bir düzlükte durduklarını görüyorum, rüzgara yaslanmış, / eğri yağmur altında, belirsiz uçurumun kenarında. / Hayır, ikinci bir yüz değil. Havanın suçu / böyle solgun oluşları. Uyarıyorum onları sesleniyorum / örneğin; / yol eğri bayanlar, uçurumun kenarındasınız. Onlar, / doğal olarak, / soğukça gülüp, cesurca karşı bağırışa geçiyorlar: / Teşekkür ederiz size de / Gerçekten de bir kaç düzine olup olmadıklarını soruyorum / kendi kendime / yoksa tüm insan soyu muydu orada asılı duran, / tıpkı belirsiz bir müzik gemisindeki gibi, hurda / ve yalnız bir tek amaca yönelik, yani batışa? / Bilmiyorum. Gözümü kapatıp dinliyorum. Zor söylemesi, / bu insanların kimler olduğunu, her biri bir bavula, / açık sarı bir uğura, bir dinozora, bir defne çelengine sarılmış / Güldüklerini duyuyor ve onlara anlaşılmaz sözler / sesleniyorum / Kafasında yaş gazeteler olan, tanınmayan kişinin / K. olduğunu sanıyorum, yolcunun işi peksimetcilik; / şu sakallının kim olduğundan haberim yok, boyalı bastonlu / adamın adı Salomon: durmadan hapşıran kadın / Marilyn Monroe olmalı / beyaz elbiseli adamsa, şu elinde siyah yağlı kağıda sarılı / notlar olan, mutlaka Dante’dir. / Bu kişiler umut dolu, ürkütücü bir erk dolu! / Bardaktan boşanan yağmurun altında dinozorların ipinden / çekiyor, bavullarını açıp sonra gene kapatıyorlar, / ve koro halinde şarkı söylüyorlar; “I3 Mayıs dünyanın / sonudur, / artık daha fazla yaşayamayız,, yaşayamayız daha fazla.” / Kimin güldüğünü söylemek güç, bu çamaşırhanede kimin / beni saydığını yada kimin saymadığını ve / uçurumun ne genişlikte ve ne derinlikte olduğunu söylemek. / Yavaşça nasıl battığını görüyorum kişilerin ve onlara / şunları sesleniyorum: / Nasıl yavaş yavaş battığınızı / görüyorum. / Yanıt yok. Uzaktaki müzik / gemilerinde, donuk ve cesur / orkestralar çalıyor. / Çok üzülüyorum, hiç de hoşuma / gitmiyor, / öyle hepsinin ölmesi, ıpıslak, bu çiseleyen havada, yazık, / ağlayabilirim, ağlıyorum: “Ama kimse bilemedi”, diye / ağlıyorum / “hangi yılda olduğunu ne hoş.” / Ya dinozorlar nerede kaldı? Ya bu / ıpıslak bavullar, / binlerce ve binlerce, bomboş ve sahipsiz, / suyun üzerine nereden sürükleniyor? Yüzüyor ve ağlıyorum. / Her şey, diye ağlıyorum, istendiği gibi, her şey yalpalıyor, / her şey denetim altında, her şey yolunda, insanlar eğri / yağan yağmurun / altında boğuluyordur herhalde, yazık, neyse, ağlamak / için, o da iyi, / belirsiz, söylemesi güç, neden, hem ağlıyor hem yüzüyorum.”

Suyun suya damlaması gibi, melek balığı göz yaşlarımı görmüyor, geçip gidiyor.


***


ACENTE


I
‘Gerçeğe peçe vuruluyor burada / Panama ayı süslüyor geceleri / mavisini sallayan engerek otları / eter tabakası boyunca / yıldızları yalayarak uzaklara / taşıdı onu. / Balçıktan atalarımız / doğum kaşıkları / ve deniz sazlarından kılıcımız / öğle güneşinin üzerinde / acımasızca yüzen / ışıktan toplarımız. / Derin ve sonsuz gecede / kara urban atlılar / ve ağlaşan çocuklarla / matriks ve Gödel öğretileri / kuşku duyuyorum yine de / insan figürü onlar ruhları sakallı / ve Balancar’dan sürülüyorken işte / yine de gülümsüyor o. / Elinde fenerler uçuran papağan / yol gösteriyor sana / kükürte doyurulmuş yamaçlar / dikenli teller ormanlar ağaçlar / samandan taçlarıyla inliyor işte / Adversus annulares’in son sayısı / ve bir gece önceki çisenti / ıslak alevler siyahsı küller / çözülmez bir dil Yunancalar kodeksler /
iki sol bacak hep kendini gören yüz / yine de gülümsüyor o / Tırnaklardan fırlayan oklar / geriye doğru uçabilen o şey / demir yüzler demir gözler devinimler / bir yalağın yanı başında uluyan mutant / çürüyen zaman dönerek çöken çark / ve damarlarımızdan akıp giden çağlar / ufukta beliren aynalarda yansımalarda / kargaşalar ve kaosların belirişi / ve akıntılarda süzülen denetsiz / bir tek ve yalnızca görebildiğim işte / yine de gülümsüyor o… / (Söyle bana bütün bunlar yetmez miydi…)’

Olanlar 1960’lı yılların kapsantısı içinde olup, bir rub-u asır öncesinde bitmektedir. Ademoğlu nasılda yaşlanıyor, şu dünya bir gözyaşı şişesi, ağlama kulübesi, ne derlerse desinler; mutluluk geçici, üzünçse baki. İnsan ömrü bir kuş gibi, bir süre yiyor, içiyor, gülüyor, ağlıyor; arada bir hindi gibi düşünür yapıp, sonunda da yuvadan uçup gidiyor, bir daha bul bulabilirsen, az önce Ritsos gibi kibirli ve soylu bakışlarla çevresini süzen adam, bir bakıyorsunuz; virgüllerle dolu bir bezin örttüğü sandukanın içinde... Bir gün fırsatını bulup o sandukaya bakacağım, diyeceğim ki insan bir kuş ve bu sanduka boş, isterseniz açıp bakın!.. Eğer düşüncem doğruysa, tam diyemiyorum ama, ruhu uçmuş cüruyflara toprak serpmenin usla bir ilgisi olmamalı... Sezar, İsa, Atilla, İskender, Kleopatra hepsi öldüler, bir kuş gibi uçup gittiler. Biri çıkıp hepsi bir şakaydı, hiçbiri yaşamadı dese, inanmamak elde değil, bir düşünün kabullenmekle ‘varsayımın’ kanıtı olur mu... Ama bu duruma bazı gece cinleri hemen tanıyı koyuyor: İşte boşluk duygusu, dizginsiz keder ve tutuşturucu aylaklığın perişan ettiği bir insan!.. Sanki fallara, burçlara bel bağlamışız; dinsiz, imansız diyenlerde cabası, halbuki yaşamım boyunca iyi bir izleyici oldum, kötü alışkanlığım yok, gereksiz risk almadım, kavgam hiç yok, yararlı olmak düşüncesindeyimdir, olgunlardan hoşlanır, günahlarıma ortak aramam, iyiliği de satmam ve en güzeli -belki de en kötüsü- ‘düşüncede’ yaşarım. Ama herkesin söylediğini bende söylüyorum; kimseye de yaranamam! (Kimseye yaranamayız ve hep yakınır dururuz, bundan tuhaf dert var mıdır?) İyisi mi, bu bahsin sonu gelmez, ben yine de ‘Amarcord’uma döneyim...

İsabey kasabası, Çökilyas dağının eteklerindedir, tıpkı Dedeköy’ün, Beşparmaklardaki, Tınaztepe’nin eteklerinde oluşu gibi, her iki dağın düzünden ve her iki köyün dibinden susa yolu geçer. İsabey’deki susadan, Çal, Bekilli, Hançalar, Selcenli, Zeyve ve Süller’e, Dedeköy’deki susadan yanılmıyorsam Hadım, Meler, Çıtak, İcikli, Kıralan ve Çivril’e gidilir. Müstakbel gelinine yüzgörümlüğü olarak çinili ibrik alan zahire tüccarı gibi, bir gece Kütahya’ya gitmek için Dedeköy’den geçerseniz, karanlıkta İsabey’in ışıkları Alaattin’in Lambası’ndaki çaydanlık gibi yanıp söner. Bozkırın durağanlığında felekten bir gece çalmak için Denizli Gar gazinosundan, Işıklı Gölü’ne, oradan da Uşak’a gidecek olursanız İsabey’den geçerken Dedeköy uzaklardan karaya vurmuş bir yunus balığı gibi kıvranıp titreşir. Yaşamınızda hiç deniz görmemiş bile olsanız, bu yolcuya malum olur. Acıklıdır bu dünya!..
Bu durumu bilenler çevre köylerden İsabey’e gelip, Yunus aleyhisselamla özdeşleştirdikleri bu balığa yas tutarak dövünüp ağlaşırlar, arada aslı astarı olmayan şeylere ne zırlıyorsunuz diyenler olursa da, Havva’nın çocukları oldum olası böyle şeylere gereksinim duyar. Zaten karanlıkta yunus balığı giderek sevişen kadınla erkek biçimini alınca kahkahalar arasında gülüşüp kaçışmalar olur.
İşte çocukluğum İsabey adındaki bu Alaattin Lambası’nda geçti... Köyde, iki kamyon vardı, düşlerimizin masalsı taşıtı, çıktığı seferlerden aylar sonra gelir, D/emirler avlusuna bir canavar gibi girer ve ileride sinyal lambaları yanıp sönen yarı canlı bir uzay yaratığının, amansız soluyuşlarını andırır biçimde dururdu. Biz arkasından koşar mazot kokusunu doya doya ciğerlerimize çekerek, arka tekerleklerin çamurluğundaki gergide yazılanları okurduk Sağ çamurlukta “Acele giden ecele gider” “Ömür biter yol bitmez” sol çamurluktaysa ‘Sevenin Allah’ı var’ ve ‘Sollama ağlama’ yazardı. Kamyon sürücüsü başka alemlerin ademi gibi gelirdi bize, boyumuz ancak tekerleklere yetişir, ön farın üstündeki flamaları okşar, içerde incecik minelerden dizilmiş ‘Maaşallah’ yazılı muskayı görebilmek için kapılara tırmanırdık. Kamyonların markası De Soto ve Fargo’ydu ama en hızlı kamyonlarda buymuş, bizde bu yüzden sempati duyardık onlara. ‘Oho! geçen De Soto’ bunun için söylenmişti.

Bütün kamyonlar için deyimler uydurulurdu ama benim duyup bildiklerim; ‘Ford olursun bir lord’ ‘Thames trader yol ver birader’ ‘Austin alayından üstün’ biçimindeydi. Köyün ikinci kamyonu Kara Süleyman İlyas’ın oğlu Faik’indi. O bir gitti mi altı ay gelmezdi, onun için biraz uzaktık ona, pek sempati duymazdık, köylümüz ama bir eloğluydu sanki. Yaban ele yakın duruşu ve Halep’e, Şam’a gitmişliğinden ötürü, özel hayranları da vardı kuşkusuz. Burunsuz yüksek bir kamyonu vardı, kapısına tırmanılmazdı, tıpkı sürücüsü gibiydi, önündeki “Ford” amblemini okşamaya çalışırdık. Sonraları esmer ve yakışıklı sürücüsü Faik’in kahve kaçakçılığından yakalanıp, kamyonunda yakıldığı duyumunu aldı köy. Çocuklar olarak Ford’dan ayrılışımız ve ona duyduğumuz hayranlığın yerini dolduramayışımız nedeniyle, gizli gizli onun susadan kıvrılarak köye girişini, görkemli homurtularla yokuşu tırmanışını ve köyün kiremit damlı tek evi olan Esrik Bekir’in evi önünde, köyü bu dünyaya bağlayan gurur verici, biricik bir alet gibi duruşunu özler olmuştuk. Ama çocukluğum boyunca ne Faik hapisten çıkabildi, nede Ford’un yakılmadığı muştusunu verecek bir garip yolcu geldi köye. Sadık köpeklerin kuduz olunca ime time karışması gibi, kahve kaçakçılığıyla suçlanan Ford sanırım utancından bir daha köye dönemedi. Damgalandığı için, eski soyluluğunu yitirecek, çocuk gözlerimizin duru bakışı kirlenecek ve girdiği günahın vebalini kaldıramayarak düşlerimizden çekilecekti. Ford bu duruma katlanamayacağı için bir daha köyümüze dönmedi sanırım. İşte acente sözcüğü de bu kamyonlar yüzünden çıkmaktaydı.




Köy kahvelerinde yan yana oturduğumuz alçak sandalyelerin, kırık taburelerin üzerinde çayı dökmeden içmeye çalışırken konuşulanlara kulak verirdik. Kapısız Hüseyin kamyon almış, yok yahu acente miymiş, evet! Kız gibiymiş. Öte mahalleden Karacık Halil İbrahim De Soto almış, acente miymiş, evet, yok yahu! Gâvurum öyle dedi. İzmir’deki acenteden almış, kırmızı, kayış gibi akıyor. Bu acente sözcüğü öyle hülyalı bir sözcüktü ki, acente demek, lastikler simsiyah, kaportalar kıpkırmızı, kasalarda tanrının tüm renklerinin harmanlanarak, gökkuşağıyla, tavusun, deniz kızıyla, Hz Ali’nin kılıcının bile resmedildiği, taze boya kokan, renk cenneti bir dünya demekti. Gün boyu kamyonu elleyip okşasanız gene de doyamazdınız. Kasadaki boya kokusu, kaportada yüzünüzün uzayıp kısalarak, düşlere karıştığı bir dünyada kendinizi arayışınız, tekerleklere uzanıp küçük iplikçikleri koparışınız, sonsuz hazlarıydı çocukluğumuzun. İşte bu kahvede duyup, düşlerimi süsleyen acente sözcüğünü, yaşamım boyunca unutmadım. Acente, el değmemiş, parlak ve düşsel demekti. Güneşle eşdeğer, ay parçası gibi bir eşyanın sahibi olmak demekti. Aslında bir dikiş makinesi, bir radyo, bir el fenerinin de acentesi olurdu tabii, yeter ki metalik olsun, yeter ki göz kamaştırsın.
...
Geçenlerde bir eleştirmen çok sevdiğim dört film diye beğendiği filmleri sayıyor, hatta onlar için ‘Mahşerin Dört Atlısı’ diyordu. Casablanca, Rüzgar Gibi Geçti, Kwai Köprüsü ve şimdi adını unuttuğum John Ford’un filmiydi bunlar. Bu acente sözcüğü, bakmayın asıl o zaman düştü usuma, çocukluğumu bu nedenle anımsadım. Sonra kendi kendime dedim ki; senin acenten hangileri, bir kare asın var mı, maroken koltuklarını sayabilir misin...
I969’da köy yaşamım kesildi, artık ara sıra köye uğrayacaktım, çocukken bunun onulmaz bir özlemler demetine dönüşeceğini bilemiyor ki insan, bir düştesin sanki ve her şey akıp gidiyor, en ufak bir yönlendiriş söz konusu olmadan. Bu durum aslında çok acı, ama ne gariptir ki gene de çocukluğumuz ‘alıcı bir düş gibi’ eşsiz bir söylence, sanki büyüdükçe, diyelim insanlaştıkça, yabanlaşıyor ve saldırgan moronlara dönüşüyoruz, ama övgüyü de onlar topluyor, homofaber, yüzyılımız insanı gibi...

İşte büyüme çağında Denizli’ye taşınmıştık, orta okulu orada okuyacaktım, büyükler ne derse o olur, kurbanlık koyun gibi gittim. Denizli ılıman iklimde, insanlarının miskinliğe bulaşmadan tek düze bir yaşam sürdüğü, buna karşın hal-yol olmuşluğun verdiği erinçle son derece batıcıl bir yaşamın sürüp gittiği, yinede hayranlık vermeyen (işte bu yüzden övgüye değer) bir anklav -denize kıyısı olmayan!- küçük bir kentti. Öyle ki Denizli neden deniz kıyısında değil diye bir kez sormaz insanlar, işte o öylesine kabul görmüş, sıradanlığın hükümranlığını taşıyarak yaşar gider. Tam da dediğim gibi, bu sinik şehrin hem de 60’lı yıllarda sayısız sinema salonu vardı. Anımsadıklarımı unutulanlarla birlikte sayayım, İncilipınar’daki İncili sineması, Delikliçınar’daki sırasıyla Yeni Sinema, mitik Venüs Sineması, adını çok sevdiğim Cem Sineması, gene düşsel Işık Sineması, Gar Sineması, Ferah, Pamukkale (Kydrara), Çamlık sinemaları. O dönemde harita toplamı altmış, yetmişbin olan bir kent için bunlar olağanüstü bir şey sayılır. Ama mahşerin dört atlısı önem sırasına göre şöyledir; Yeni Sinema, Venüs, Cem ve Işık Sineması...
Dünya aslında nasıl bakarsanız öyledir. Şimdi düşünüyorum da bu dört sinema, dört ayrı insan ve dört ayrı kimlikmiş. Bunların nasıl bir insan ve nasıl bir ıraya sahip olduklarını anlatacağım. Bir kez Yeni Sinema, Denizli kentinin göz bebeğiydi, asortik, sosyetik, estetik ve realistti. Asla önünde uzun süre durup oyalanamaz ve asla koltuklarını tahrip etmek gibi bir cesarete sahip olamazdınız. Unutmadan söyleyeyim, bu sinemanın Cem’le birlikte açık ve kapalı bölümleri vardı. Söylediklerim Yeni Sinema içindir, açık hava bölümünde, sandalyelerin yerini değiştiremez film başladıktan sonra giremez ve her zaman usturubunca gülüp, ola ki ağlayacak ya da bağıracak olsanız sesinizin frekansını ölçecek, taşkınlığa kendiniz bile izin vermeyecektiniz. Yeni Sinema bir okuldu, hem de üniversite cinsinden. Bu sinemanın ülkenin en iyi dört sinema salonundan biri olduğu söylenirdi. Dördüncü denmezdi, birincide denmezdi ama ben ikinci dendiğini kulaklarımla duymuşumdur. 1973’de İstanbul’a gelerek, Harem iskelesinde kaplan tüyü gibi dalgalanan denizi ilk kez gördüğümde, içtenlikle söylüyorum gizil amacım sinema salonlarını dolaşarak gerçeği gözlerimle görmekti, başka kentleri bilemem, İstanbul’da Yeni Sinema’nın lüksünde bir sinema salonu göremedim, bana İstanbul için Fitaş birinci demişlerdi, oysa gören gözler bunun böyle olmadığını bilir, günün birinde başka bir tanıkta elbette bulunacaktır.
İşte bu Yeni Sinema sanki bir rönesans timsaliydi, 1966’dan, 1976’ya onbir yaşından yirmibir yaşına dek batının en gözde filmleri oynadı, belki algılama gücümüzün üstünde filmler bile vardı. İzleyiciyle dolup taşardı ama sinema zevki gelişmemiş olanların ya da vakit geçsin diye, öylesine büyülü perdeye bakanların gireceği bir yer değildi. Anımsadığım filmler şunlar ki, biri benim mahşerin dört atlısındandır; Poseidon, Kristal Kanatlı Kuş, Siyah Lale, Sonsuz Ölüm, Kızıl Güneş, Yağmurla Gelen Adam, Fantoma, Arabistan Macerası, Ceset ve Ustura (adından daha nitelikliydi), Köpekler ve batının elle tutulur daha nice filmleri. Yeni Sinema’nın gözde aktörleriyse şunlardı; Maximilien Schell, Jean Paul Belmondo, Alan Bates, Terence Stamp, Alain Delon, Romy Schneider, Charlotte Rampling, Charles Bronson, Jill İreland, Charlton Heston, Klaus Kınski, Bekim Fehmiu, Tony Musante, Dustin Hofman...
Yeni Sinema, güneşin sarı boynuzlarını üzerinde taşıyan ve barışçıl, gerçek bir şövalyeydi, onunla yaşamı sevdik, üstelik yalnızca ona, tiyatro grupları da gelir, zamanın müzik konserleri orada verilirdi. Gogol’ün ‘Bir Delinin Hatıra Defterini’ orada izlemiştim, tek kişilik ve çıplak başlı bir oyuncunun el üstünde bir gösterisiydi diyebilirim. Tanrı beni bağışlasın, hayal mi görüyorum bilemem ama, ‘Godot’yu Beklerken’ide, hem de ondört, onbeş yaşlarında, orada izlediğimi anımsar gibi oluyorum.
Venüs Sineması ise adı üstünde Venüs gibiydi. Sandokan, Masist, Herkül ve Samson’u çağrıştırır mitik filmler, bütün Anadolu’yu bulaşıcı bir sayrı gibi saran Raj Kapoor’un Avare’si türünde melodramlar hep orada izlenirdi, çevre binaların balkonları salkım saçak dolar ve ant olsun ki yıllar boyu, değil en ufak bir kavga bir tartışma dahi çıkmazdı. Guy Madison, zamanın Schwarzenegger’i Gordon Mitchel, Kabir Bedi, Helmut Berger ve Sean Connery, Venüs Sineması’nın Raj Kapoor’la birlikte floş ruvayeliydiler.
Venüs, sinemanın pop-arkaik bir okuluydu, Yeni Sinema yaşamın ciddiyeti ve lüksünü göstererek, kendimize önem vermemizi sağlamış, Venüs’se yaşamın bir o kadar düşsel ve renkli olabileceğini duyumsatarak onu sevmemizin yolunu açmıştır. Cem Sineması ise ülke sinemasının yüreği demekti. Bütün yeni filmler Cem Sineması’ndan geçerdi, Erikler Çiçek Açtı, Buzlar Çözülmeden, Hıçkırık, bütün Yılmaz Güneyler ve unutulmaz, Bir Dağ Masalı. Cem Sineması her kesimden gelenlerin, ortak Kabe'siydi. Ufak tefek kavga çıktığı olurdu, çünkü filmlerde olduğu gibi, mahallenin Tamer Yiğit, İzzet Günay ve Ayhan Işık’ları hep oraya gelirdi.
Ben Cem Sineması’na pek gidemedim, kavga benim için her zaman varoluşun ironik bir dışa vurumu olmuştur, hoşlanmazdım böyle şeyden, oysa Tilki Selim, Koçero ve benzeri avantürler geldi mi, arastada çalışan tüm yeni yetmeler sinemayı doldururdu, sigara içerler, bilet kuyruğunda itişip kakışırlar, benim yanından bile geçemeyeceğim, bıçkın, yakışıklı ama nedense yine de bir eksiği olduğu duygusunu uyandıran delikanlılara kafa tutarlardı, yıllar sonra o eksikliğin, oradaki çocuklarla aynı yazgıyı paylaşmak, yani co-starring Yılmaz Köksal’ın bir filmini birlikte izlemek tutkusu olduğunu anladım, küçüklerle bir şey paylaşıyorsanız, o şeyin üzerinde söz sahibi olmakta küçük çoğunluğun hakkı olduğu için, askerliğini bitirmiş büyükler, bu sinemalarda azınlıkta kalıyor, eksiklik duygusu da gecikmiş avantürlük ve Clark çekme hakkının yaşanmamışlığından kaynaklanır olduğu için, bunun bir sorum gibi onlara yüklenmesine neden oluyordu. Seri görünüşlü, yanık yüzlü bir çocuk, ağzında sigarada varsa herkesle kavga edebilirdi, bu durumun pişmanlığa yol açtığını hiç görmedim, çoğunluk haklı oluyor ve bu çoğul kesim içinde, alış verişteki velinimet kuralı işliyordu.
Bende Ayhan Işık’ı severdim, kavga etmek yaşamım boyunca beceremediğim bir şeydir, buna benzer ve alışamadığım şeylerde hep rol yapmış, hep böyle davranmışımdır. Ayhan Işık zorda kalmadıkça kavga etmezdi, kötünün iyisiydi benim için, Yılmaz Güney’i hiç sevmezdim ama bütün çocuklar, haylazlar, bıçkınlar, yaşının üstünde racon kesenler, sportif bir şey gibi onu tutarlardı. İzzet Günay kavgacı değildi ama onu da sevemedim, kavga etmemek, en iyiye düşkün olmamak, ya da yarı gülüt, sonuna dek ısrar etmeden, vazgeçici, erden ipeksi ve kıyıda kalmayı kabullenmek demekte değildi benim için, bu bakımdan Vahi Öz, Hüseyin Baradan ve Kadir Savun’lu komedi filmlerine de asla bağlanmamışımdır, mizah da istemediğim ortamlarda yaptığım bir roldü benim için, sonraları bu duygudan çok zor sıyrıldım, istemediğimiz ortamlar o kadar çok oluyor ki, insan kendini tanıyamaz hale geliyor. Sonradan iyi filmler yapan dönemin Yılmaz Güney’ini, Seyyit Han filminden sonra affetmiş ve de hep savunur olmuşumdur, o sanatçı anlamında idol olmayı hak eden bir çizgiyi yakalamıştır.
Cem Sinema’sında toplam yirmi filme gittim mi bilmiyorum ama Yeni Sinema’da epey film izledim, arkadaşlarım sinemaya ilişkin önerilerime saygı duyarlar, önerdiğim filmlere de birlikte gittiğimiz olurdu. Bir keresinde Maymunlar Cehennemi’ni (Yeni Sinema’da) izlerken ruhsal dengemi yitirip sarhoşlamış, evde kızkardeşim kendime gelmeme yardımcı olduğu için bu dünyanın gerçekliğine ve olağan yaşama ancak dönebilmiştim. Charlton Heston’un filminde Newyork Zafer Anıtı’nın yıkık ve terk edilmiş hali yaşadığımız dünyanın somut değil soyut olabileceğine ilişkin ilk dürtüleri uyandırmıştı bende, o günden sonra yaşama tutkum biçim değiştirdi, daha görece alışkanlıklara sahip oldum, varlık, yokluk, din, toplum, insani ve felsefi anlamda gözlenip sorgulanması gereken şeyler haline geldi. Ama başkalarınca asla hissedilmeyen gizli uyumsuzluğumun cezasını çok çektim diyebilirim, bunu da ötekiler gibi yalnızca ben bilirim.
Konuyu değiştirmeden, Işık Sineması’na geleyim, bu sinema Cem Sineması’na bağlı bir tarikat, onun bir dergâhı gibiydi, yani aynı türün değişik versiyonları oynardı burada, biraz daha özel ve belki türünün alt örnekleri gibi. Tugay Toksöz, Tanju Korel veya yardımcı aktör olup da tek bir filmde başrol denemiş oyuncuların filmleri oynardı bu sinemada;Yedi Dağın Aslanı (beğenmiştim), Çakırcalı Efe, yeni parlayan Kartal Tibet ya da ‘Sarı Jön’e uyum sağlayamayan izleyicinin üzerinde denenmekte olan antistarların filmi oynardı. Bende bu ayrıksı ortamı sevemedim, bilet kesen adamı bile hoşgörüsüz, aksi biriymiş gibi düşünürdüm, sevmek ya da bir şeye uzak kalmak olumsuz anlamda zincirleme etkilere yol açabilir.
Şimdi düşünüyorum da Işık Sineması yalnız ve sevgiye gereksinir bir yermiş gibi geliyor bana, ama ne yazık ki geçmişi değiştiremiyoruz... Bir de dikkatimi çeken şu oldu, bu filmler hep kavgalıydı, acaba diyorum toplumun 1970 ve 80’lerde anarşi ve başıboş bir ortamda sürüklenmesi tasarlanmış bir oyun muydu, ama benim aradığım ani evet ve hayırlar değil, gerçekten derinliğine inilmiş sosyopsikolojik yanıtlar.
Tüm bu olanları özetledikten sonra benim için ‘Mahşerin Dört Atlısı’na gelelim; unutamadığım ilk film Bir Aşk Yetmez’di, hala unutmuş değilim o kır menekşesini. O zamanlar filmlerin, yönetmenlerin incisi olduğunu bilmediğimiz için yönetmenini hiçbir zaman öğrenemedim. Film yaklaşık kırk yıl öncesinin, ama oyuncularının tümünü adım gibi biliyorum: Terence Stamp, Julie Christie, Alan Bates ve son yıllarda ölümünü duyduğum için, yine bana o doyumsuz kır kokusunu anımsatan Peter Finch. Bir Aşk Yetmez’in yönetmeni Joseph Losey olabilir mi bilmiyorum. Ama Julie Christie’ye göz koyan ‘köy ağası’ Peter Finch, çoban Bates’in için için kıza aşık oluşu, düşlerimizden yakışıklı subay Terence Stamp’ı seven Julie’nin aşkının karşılıksız kalıp, umarsızca içine kapanışı, beni canevimden vurmuştu.
Roller değişse de, bende Gönül’ü seviyor, evlerinin önünden geçerken aynı Julie’ nin duyduğu heyecan gibi Gönül’ü görürüm düşüncesiyle kalbim nicesine çarpıyordu. İnsanın aşkını gölgeleyen her zaman güçlü ve duygusuz bir şeylerin varlığını o film bana öğretmişti, bunu duyumsayabiliyordum. Bir Aşk Yetmez pastoral bir senfoni, sarsıcı, dramatik bir filmdi, çocukluk aşkımdı o benim. Filmdeki gibi bende, hiç bir zaman o aşkı yaşayamadım, hiç bir zaman sevdiğime kavuşamadım. Yıllarca demir köprünün ilerisinde, susa yolunun ötesinde, iki servi ağacının dibinde beni bekleyen hayali gözledim. Yıllar boyu yanıp içime gömdüm sevdamı, hala düşlerime girer, o sevdanın, arı duyguların özlemini ve geçen yıllarımı yitik bir hayal dünyası gibi anar dururum. Biliyorum, ömrüm ilk aşkıma döktüğüm gözyaşlarının, dizginsiz kederiyle geçecek, ilk ve son aşkımın arı hayaliyle avunup, bu dünyayı terk edecek, yeşil bir daldaki, düşlerden güzel altın elmaya, tam ulaşacakken hep uyanacak, onun yokluğuyla kalbimin bir yanı hep kırık, zaman beni tüketecek, silinip gideceğim...
Özdekçi bir hırsızın çalıp, ökçesiyle bir elmas gibi paralayacağı yaşamımda, beni etkileyen diğer film Carlos Saura’nın Av’ı olmuştur 1987 yılında izlediğimi sanıyorum, tam 32 yaşında Bir Aşk Yetmez’den belki de 20 yıl sonra, Av filmi bana, değil aşkın, yaşamın bile olanaksızlığını bir gölge solgunluğuyla anımsattığı için çok etkilenmişimdir. Av’da dört arkadaş, ıssız bir dağda, öğle güneşinin vızıltısında ava çıkarlar, dağın çoraklığı ve sıcak, ölüm duygusu veriyordur insana... Arkadaşlık dediğimiz şey; iç dünyalardaki önlenemez, gizil düşmansılığın, dışa vurumsuz, sarsak temeli üzerinde duruyordur. Aslında dostluk dediğimiz şey bastırılmış bir öç alma duygusudur ve insanın iç güdüsü şiddetten başka bir şey barındırmıyordur ve sanki yaşam, görünmeyen ürkütücü bir periyodun, uyumlu bir gösterisi gibi algılanmaktadır, gerçek sonunda ortaya çıkar, herkes birbirini en vahşi biçimde yok eder, öğrenilmesi gereken tek gerçekte budur. Diğer her şey sonu şiddete varacak bir dizilimin, gizemli bir izdüşümü, bir yol verişidir, o kadar.

Bir zamanlar kızıl tanrılar vadisi varmış... Allah’ın kızı meleklerin yazdığına göre, sevdiğim üçüncü filmde Tarkovski’nin Stalker’(İz Süren)idir, İki saati aşkın süren bu filmi şimdiye dek dört kez izledimse de, içinde bulunduğum atmosfer gereği, ne yazık ki tam olarak algılayabilmiş değilim. Ama ne gam, la minör sonatı bir kez duymaya görün, Stalker’de bir tür Av’dır. Orada da insanın umarsız yalnızlığı, evrensel şiddetin varlığı içten içe sezilir. İnsan bir bilgedir ama sonuçta teknoloji ve ulaşılan her serim, korkunç bir parçalanış ve yok oluşun panoramik görüntüsünden başka bir şey değildir. Yalnızlık ve evrensel şiddetin bir ucundan her zaman görkünç biçimde tutuyor oluş, hep bir bitiş, yok oluş çağrısıdır. İnsanın uzaysıl yalnızlığı, uçsuz bucaksız bir yok oluş duygusu ve bir o kadar kapalı ve karanlık bir kozmolojinin kümesinde yaşıyormuşuz sanısı Stalker’in ana temasıdır. İnsanoğlu, nereden geldiği belirsiz, nereye gittiğini bilmeyen kozmirajik bir yolcudur o kadar. Ama durun, Stalker için sözü uzatmak güç ister...

Son film ise Fellini’nin Satyricon’udur. Bu film geçmiş çağların ve mitolojinin çağımız insanı tarafından ne denli ustaca ve düşlerden de düşsel biçimde dile getirilebileceğinin çok iyi bir kanıtıdır. İnsan bir filmde, bu denli eski çağları yaşayabilir, bir film bu denli geçmişin bir yaprağına dönüşebilir. Aslında sanılandan daha zor olan şey geleceği değil geçmişi düşleyebilmektir. Gelecek size sonsuz alternatifler sunar, her yaptığınız insan anlağının serbest dolayımından ötürü, uygun bir betime dönüşebilir. Ne kadar insan varsa o kadar gelecek vardır. Ya geçmiş; öyle midir? Bir yandan geçmişe ilişkin elemanter öğeler vardır elde, bir yandan da ortak düşlerimiz. Sözün özü Satyricon’da geçmişe bu denli görkemli, bu denli uyumlu, bu denli masalca bakabilmenin, insanın düşüne ve sonsuzluğuna bir örnek olarak algılanması dileğinden sonra, denilebilecek olan Napoli’yi değil, Satyricon’u görmeden ölmedir! Ama görüşler farklı ve ayrı ayrı dünyalara bölünmüştür gezegen o başka!..

II
Dikdörtgenler prizmasının önyüzünden bakıyorum Aias söylenine, beygiri kunnayan trampacı Osman’ın yüzü gibi dünya, çirişli ve faylara bölünmüş. Diyor ki o dibek başında ‘Taş olarak öldüm, bitki oldum, bitki olarak öldüm hayvan oldum, hayvan olarak öldüm, insan oldum. Hiç kötüye dönüşüp alçaldığım görüldü mü, bir gün insan olarak ölüp, ışıktan bir yaratık, düşlerin meleği olacağım, ama yolum bitmeyecek. Tanrıdan başka her şey kaybolacak. Hiç kimsenin görüp duymadığı bir şey olacağım. Yıldızların üstünde bir yıldız olup doğum ve ölüm üzerinde parlayacağım’. Gül parmaklı şafak dağlara değdiğinde, kaburgaları ışıyan Troya atları gibiyim... Ovada çekirge tulfuklarını topraktan söküp atarken bulgu ve algı sınırlarının dışına çıkmış gibi söylemişti bunları.
Sonra yine dedi ki, firavun Psambetik bir gün tanrının, samed, kimseye muhtaç olmayan ama herkesin ona muhtaç olduğu bir varlık olabileceğini düşlemiş, ilerde meleklerin, Hz Adem’in, kıblenin ve halik olan Allah’ın göründüğünü anlamış. Su perileri ve orman cüceleriyle beraber avlandığı bir sırada, pelvise sevdalanmanın incecik yolları ve Ermeni mutfağına ilişkin demir bir kitap bulmuş, demir kitabı açtığında, iki zarif kelebek uçmuş yaprakların arasından, kelebekler ormanda ıhlamur ağaçlarının en tepesine ulaştığında, korkunç birer ejderhaya dönüşmüşler, ejderha ön ayaklarıyla, Apollon’un kalkanı gibi bir kalkan tutuyor, ağzında alevden kılıçlarla orman cinlerine saldırıyormuş. Firavun ateş püsküren tunç ayaklı boğayı boyunduruğa koşup, ejderhaları yenmiş ve dişlerini bir tarlaya ekerek, dişlerden dev adamların olduğunu görmüş, onlarla da savaşmış ve yenmiş. Kharitlerden üçü bütün bu olup bitenlere tanıkmış, güvercin ayının yirmibirinci günü, defne bayramında her şeyi anlatmışlar, kimseler inanmamış, yalnızca Kınalılardan İbrahim ve Araplardan Hayriye, düğün ve ölüm zamanlarında kayalıklarda ki kiklopların bile insana dönüştüğünü söyleyerek her şeyin olabileceğini söylemişler.

Zaten Araplardan Hayriye’yi, Frig prensesi kılığında megaradan çıkarken görmüşlermiş site halkı, onun için hak vermişler Hayriye’ye, çoban Paris gibi mutlu -atlet gibi çevikçe- erkekleri tutsak eden yüreği tez nymphalar gibide, ipince olup, kutsal korulukta avlanırken yakaladığı erkekleri -tepegöz gibi bağlayıp- bikrlerini bozarmış o.
Yapraklara yürüyen su bahar tanrıçasının gözyaşlarıdır. Bir bahar ayininin dişil mayısı, soğuk bir kasım gecesi evin, Astrid halanızın ölüsü sayesinde ısındığını bir düşünün. Her tan vaktinde Hayriye’nin lagünün sisleri arasında kuşlarla koşuşup uçuştuğunu biliyorsunuz. Su sinekleri ve yeşil kaplumbağalar eşlik ederdi onlara ve kaplumbağalar ile minicik sinekler parkuru şaşırıp çarp! diye çarpışırlardı. Yüz bin kalp atımı yaşayan sinekler ölür, yüzlerce yıl yaşayan kaplumbağalar sağ kalırdı. Kınalı İbrahim olayı duyunca, yanına aslında bir malta haçı olan İskariyotlu Yahuda’yı alıp Hayriye’yi aramaya çıkardı.

Mecdelli Meryem, uzaktan akraba olduğu Hayriye’ye yardım duygularını esirgemez, İbrahim‘e yol gösterirdi. İbrahim, Yahuda’ya Hayriye’yi aradıkları böğürtlenli suların, taşların üzerinde şırıldadığı yollarda, modern çağ, mitoloji, engizisyon, maden devri, gelecek ve uzaya ilişkin meseller anlatır, yanlarından üvendiresiyle öküzlerini güden bir çiftçi geçerdi. Maria Magdelena’nın infaz edileceği gün, İbrahim, Hayriye’yi ne kadar aradıysa da bulamadı. Paris’te o yapının önündeki Greve Alanı o gün çok kalabalıktı, öyle çok insan gelmişti ki infazı izlemeye, tiyatrolar izleyicisiz kaldı ve Fransız tarihinin yapraklarından birinin, başı gövdesinden ayrıldı.
Sularla sevişme vaktinde Hayriye kendiliğinden köye dönüp geldiğinde, o kadında; Marilyn Monroe dudakları ve Caligula’nın gözleri var diyerek infazı ilençleyenlere katılmadığını belli etti. Oysa Maria’nın kabrine gelen Münkir ve Nekir melekleri ‘Jesse James’ide vurmuştuk’ diyerek infazın dünyevi değil uhrevi olduğunu, yazgının değişmeyeceğini Magdelena’nın kulağına üfleyerek anlatmaya çalışmışlardı. Hayriye bunu duymuştu ama, yalan böyle şeyler: Beethoven caddesindeki ölü güvercin desem de la Cerna’yı öldüren tetiğin hareketini durdurabilir miyim, bir sap buğday tesellisi bunlar dedi. Örnek mi: Bir gün her şeyi yok edecektir ama o yine bakidir. Ne demek bu, aya tapan Sabiilerin dediği Haniflerden Kuş b. Saide’nin Ukka panayırında Arap halkına söylediği ‘risaledeki’ gibi, Perikles perilidir mi diyeceğiz. Klonlama yöntemi ile koyunlar kopyalandı, erkeklere gerek kalmadan türlerin varlığını sürdürebilmenin yolu açıldı, mikroçiplerle beyin birleştirildi, biyonik insana, biyorobota ilk adım atıldı, bir maymunun (thesusun) kafası diğer bir maymuna nakledildi, başsız hayvanlar üretildi ve insan için yedek parça deposu olarak kullanılmak üzere bazı canlıların üretilebileceği (günahkar bir bedende birleşen dindar bir kafa) anlaşıldı... Ama cennete mi cehenneme mi gidecek bu yeni beden, kimin ruhu kimin bedenine egemen olacaktı, belli mi!..

İnsan ruhu dediğimiz aslında beynin fiziksel fonksiyonlarından başka bir şey değil ki. Bir kadının bedeniyle, bir erkeğin kafası birleşince olabilecekleri anlayabiliyor muyum derken İbrahim, ‘İnsanların tanrıya inancını belirleyen bir nokta varmış beyinlerinde T noktası deniyormuş buna dedi.’ Hayriye konuyu değiştirdiğini anlayıp, gencecik ama yinede varisli bacağındaki kanı emen sülüğü eli ile çekip kopararak, kamışları sallaya sallaya geçen akarsuyun içine fırlattı. Sülük aniden değişen konumuyla buz gibi suyun içinde açılıp büzüldü ve epeyi bir şaşkınlık geçirdikten sonra akar suya ayak uydurup parıldayan taşların arasından, süzüle kıvrana yaşamının yeni yolculuğuna başladı.
Hayriye, sülüğün kutsal sıvının içinde, kemankeşlik yapan bir sipahinin bedenine girebileceğini, guy-çevganın hünernamesinde, Kantemiroğlu edvarına karşı savaşan bir kılıcın moleküllerinden sayılarak, Moldovya boyarları arasında yer alıp, bilisizliği bilgisinden ileri gelen bir adamla, Ulah beyleri arasında yer alan bir tartışmada yere düşebileceğini, tüvid, flanel, kanvas ile koton ve yünlüler arasında polarize olarak, Boğdan voyvodasının, Dacia (Romanya) dan gelen ve zengüle peşrevi ile karşılanmasında yer alan atların kuyruk sokumundan girebileceğini söyleyip, görünmez ve bilinmez gücü karşısında sülükte bir tanrıdır aslında dedi. En son 2121 Temmuzundaki Huş geçidi barışından sonra Meksamerika diye bir ülkenin varolacağı gün, şifa niyetine şişe içinde, esir pazarında da sülük satılacak diye bir de kahkaha atmıştı ki İbrahim ;
‘Kim senin yaranı çiğnemedi ki söyle? / Günahsız bir ömrün tadı ne ki, söyle? /
Yaptığın kötülüğü, kötülükle ödetirsen sen, / Sen ile ben arasında ne fark kalır ki söyle?’
diyerek kederli kederli güldü. Güldüğünü gördüm. Sonra Hayriye, Kerguelen’de ayağına halka taktığım albatrosu Şili’de bulduk. On sekiz bin kilometre uçmuştu, birde cismaninin ruhanisi var, artık aynı bedendeki albatros, on sekiz bin kilometre sonraki albatros mu sayılır. İnsan bile her saniye başka biridir. Ve ama biz, birimiz; tüm insanlarız, insanlığız. Ben tüm insanlığım, tüm insanlıkta ben dedi. İbrahim, albatros gibi deniz kırlangıçlarının da göç ettiğini, göç etmezse masallara göre ya aya gideceğini, ya başka bir hayvana dönüşeceğini, ya da göllerin dibindeki peri kızlarından olacağını söyledi. Hayriye ortalığı biraz daha kışkırtarak varlık sorulabilen şey dedi.
Ve İbrahim‘e dönerek garip bir öyküde, bir hükümdarın İbrahim adında sihirbazı olduğundan söz ederek, işte onun avucunun içine mürekkep dökerek oluşturduğu aynada, tüm alemi görebildiğinden, geceleri hükümdarın; giderek savaşların, cellatların ve kanlı infazların tiryakisi olduğundan söz edip, bir gün yüzü peçeli bir caninin başını, baltayla uçuracak olan bir celladı izlerken, hükümdarın İbrahim’den peçeyi açmasını istediğini, İbrahim’inde, tanrının hikmetine karışılmaz, kefaretini taşıyamam diyerek buna karşı çıktığını ve hükümdarın olacakların vebalini kendisinin taşıyacağına dair ant verdikten sonra; peçe açıldıkta caninin, ol hükümdarın ta kendisi olduğunu gördüğünü ve celladın baltası iner inmez, sapsarı, cansız başının, İbrahim’in yanıbaşına düştüğünü söyleyerek... Ve işte hükümdar sordu ve o kendisi olduğunu anladıkta, bir varlık olarak sorunun yanıtını aldı dedi ve erinçle gülümsedi...
İbrahim, Gentile Bellini diye bir ressamın bir doğu hükümdarıyla, bir tabloda kanın akış biçimini tartışırken, hükümdarın hiddetle bostancı başını çağırarak, hemen oracıkta başını vurdurup, işte kan böyle akar dediğine tanık olduğunu, ressamında hemen ertesi günü korkudan tasını tarağını toplayarak Venedik’e döndüğünü belirtip, varlık yok olabilen şeydir dedi. Ve ‘Bütün ırmaklar denizlere dökülür, bütün denizler birbirine açılır, öyleyse herhangi bir denizde suya giren kişi; Ganj’da yıkanmış sayılır dedi’.
Hayriye ise mürekkep aynasında, Avrupa ve ordular, Vandallar ve Vizigotlar, Alarik ve baltalar, rahleler ve figürler, freskler ve suretler, geceler ve usa sığmaz şeyler var dedi... Ay ve gece, ütopya ve tambur, okyanus ve Merkür gibi.

İbrahim, yalnızca sesine aşık olduğu bir kızı görmeden, yıllarca onun aşkıyla avunan bir ademoğlunun varlığından söz ederek, Ecnadin muharebesinde de Heraklius’un hiç görmediği bir haç için savaşarak, binlerce insanın ölümüne neden olduğunu söyleyip, suya düşenin yalnızca düşlerin olması gerektiğini belirtti ve ‘bir haç düşüyordu suya’ diyerek, bakın birden anımsadığım bir şey var anlatıyorum dedi: ‘İlkel komünal toplum çağında, klanların, ataerkil yada anaerkil öbekler halinde yaşadıkları zamanda, baskıyı sistemli olarak uygulamak için kara bir cihaz, devlet adı verilmiş demir bir aygıt yoktu. Elbette bazı uygulayımlar, önderin benyönetimi, onun özgeliğine ve erkine duyulan saygı vardı, ama özel olarak salt öteki insanları yönetmekle ilgili ve bunun içinde sürekli olarak donanımlı bir gücü buyruğu altında bulunduran insanlar yoktu. İnsanlar yoktu...
Demek ki devlet eşittir insan demek kökte. Ve devlet yok edici ise eğer, bilin ki sizi yok etmek isteyen insanlar var karşınızda! Ama kitleler, özellikle yoksullar onu o derece soyut, bir öteki anlamıyla tüzel yüklemlerle var sayıyorlar ki, ömürlerimiz geçiyor uyanmıyorlar, uyanmıyoruz. Tanrı da karışmıyor buna, hiç bir şey demiyor, çünkü devlet baskısını, kıyıcılığını bir Leviathan gibi karabasan oluşunu, çoğunlukla tanrısal bir erkle süslüyor, öyle sunuyor!.. Tanrı bu oyuna alet oluyor... Ve ama hiç sesini çıkarmıyor! Tanrı yoksulları sevmiyor!.. Yoksulların tanrısı yok! Çünkü tanrı sınıflı toplumların ürünü! Sınıflı toplumlar var oldukça tanrıda var olacak! Sınıflı toplumlar var oldukça yoksullar ezilecek! Yoksulların kurtuluşu tanrının yokluğuna bağlı giderek’ diye bitirdi.
Hayriye, ama o Melik’dir, Kuddüs’tür, Selam’dır, Mü’mindir, Müheymindir, Azizdir, Cebbardır, Mütekebbirdir, Halikdir, Baridir, Musavvirdir, Esma’ül Hüsna’dır, Hakimdir dedi. İbrahim ise sütunlara oturmaktan sıkıldığını belli eder gibi veya yakuti bir zamanda akan bir girdabın fısıltısı gibiydi.
İşçi arılarla dolu bir kovana girip çıkıyorum, girip çıkıyorum, kılavuz bir gün soluk benizli kuzeylilere, kuzeylilere, saraydaki yakut kabzalı bir kılıcı överken, överken, bakmak ile görmek arasındaki ayrımı kavrıyor, kavrıyor ve arkadaki duvarda fışkıran kanı görüyor, görüyor, o günden sonra bir kılıcı anlatırken, anlatırken, onu tutan elide, elide, kesilen gırtlağı da, gırtlağı da anlatmaya başlıyor.
Rus prensi (knez) İgor tüylerle dolu papağıyla yanımdayken, Toledo çeliğinden kılıçlarımızla önümüze geleni ekip biçiyorduk der. Hayriye: Varlık işte ancak böylelikle insanda zaman ve özgürlük olarak kendi alınyazısını belirler ve insanoğlu ‘hiçliğin vekili’ sıfatıyla ‘varlığın çobanı’ olur. Tüysü ve içrek algı. Öyle ki tanrı yok diyorum, anında bir dogmaya dönüşüyor. İşte bir soyutlama!.. Korsan gemisi Akdeniz’in dibine gittiğinde, o artık Romalı bir savaş gemisinin malıydı. Romalı kaptan Suriyeli bir kervancıya kumar borcunu onunla ödedi. Suriyeli kervancı üç deve parasına onu Sudanlı bir esirciye sattı. Sudanlı esirci onu asla satmak istemiyordu, aşırı sarhoş olduğu bir gecede kaçarak, aşk tanrıçası Afrodit’in tapınağına sığındı. Yaşlı ve bilge bir baş rahibe onun öyküsünü dinledi ve onun kişiliğinde, tanrı katında düzenlenmiş bir tansık ile karşılaştığına inandı. ‘Sudan öcünü alan küfler, zamanı yemekte olan küller ve granit pençesi göklerde yüzen küpler gibidir’ diyerek, şimdi bu ne anlatmak ister dedi.

İbrahim; bilinmez çocukların ölüm çığlıklarını yüreğine kaydeden katiller, katil Myra’nın binlerce çocuğun elinden oluşan portresi, kasap dükkanını aratmayan parçalanmış inekler, ağızdan, kulaktan cinsel organlar fışkıran ikizler, dev boyutlarda sergilenen kurşun yarası, tüm insanlığın öyküsünü içeren çadırlar, ağızdan anüse dek iç organlarda yapılan videotik yolculuk, sebze meyvelerle cinsel organlara göndermede bulunan erotik enstalasyonlar, Quinn’in içini kendi kanıyla doldurduğu büst, inek leşi ve canlı karasineklerin yarattığı yaşam-ölüm zıtlığı, Mueck’in gerçek boyutlarını küçülterek yarattığı silikon ölü baba, çifte ırmakların çizdiği yaylar, funda yapraklarıyla kaburgalarını kırbaçlayanlar. Adanın toprağından çıkardığımız kadın yontusu, kızışmış çiftleşme mevsimleriyle, yavan tövbe törenleri, kör ayna, dağ tepelerindeki sunaklarda bilenen taş, balta, metal yağmurlar, kralın gözdesi Sadalmelek, muska, dişi keçi, Galiçya, Markap yıldızı, Kevser denizi, Haris yıldızı, sulafat, Şehak gökparı, Samanyolu-Hacılar yolu, Mirfak (dirsek yıldızı), atın omuzu, Kaf, Segin parıldağı, Şeytan-Algol beşgeni, Erboğa, Pompa, Mizan (terazi) yıldızı. Pluton yani Hades...
Hayriye: Çiçero Roma’sının önemli ziyafetlerinde tavus kuşu yendiğini, İsa’dan altmışyedi yıl önce, tavus kuşu yetiştiren bir Romalının bazı bilginlerden fazla para kazandığını, Kelatakan dağını çevreleyen yağmur ormanlarını, meleklerin kanat çırparak döndürdüğü dünyayı, yıldızlararası kıskançlık olaylarını, kelebek dişli kadını... X. Yüzyılın İranlı başveziri Abdül Kasım İsmail kitap koleksiyonunu öyle severmiş ki, geziye çıktığı zaman tam yüz on yedi bin cilt kitabını dört yüz develik kervanla ardından taşıtırmış, hatta bu develere alfabetik sırayla yürümede öğretilmiş, böylelikle aklına esen kitabı bulması da kolay olurmuş. Mısır kralı III. Ptoleme, İskenderiye limanına yanaşan her gemide bulunan kitapların bir kopyasının da kütüphaneye verilmesini zorunlu kılıyormuş. Kopya, elyazma oluyormuş. Allah, İsa kılığında otuzüç yıl yaşamış. Kumpas kuzeytacının olduğu yerde, evet, Tukan yıldızı da var, tenor uykusu da, Adıge dili lehçeleri ise, Natuhac, Sapsığ, Hak’uc, Bjeduğ, Hatıkuay, Kemguy, Yecerakoy, Mamhığ, Mehoş. Doğu Adıge lehçeleri ise, Kaberdey, Mozdok Kaberdey, Kuban Kaberdey ve Besleney’dir. Kontes du Barry, Brissac dükü ile yaşadı. Fransız devrimi sırasında dükün başı kesilerek kontesin penceresinden içeri fırlatılmıştı, bir süre sonra kontes de yakalanıp idam edilmişti.
Hayriye ve İbrahim aynı anda dedi ki: Dünyada gerçekleşen ölümden başka ne var. Uzaktan uzağa, eflatuni, aşık olurlar, İsa’nın dikenli tacıyla süslü arsalar alırlar, kesinlemeden uzak yüklemlerle felsefe yapıyoruz sanırlar. Görüyorsunuz işte; Ilion köknarları ve Lübnan sedirlerinin arasında, elimde Venüs çiçeğini koklayarak dolaşırken Haberci Merkür geldi ve canımın (ruhumun) alındığını bildirdi. Enoch’un kitabı gibi, hangi geyiğin dili bu suya değdi. Vikingler parayı sayarken öyle dalgın olurlarmış ki, düşmanın kılıcı tam parayı sayarken vururmuş Viking’i. Ben düşüncenin kendisiyim, bir örümcek başka bir örümceğin ağına yakalanabilir mi, Cem diyor ki; ikinci üçüncüyü geçerse ne olur. Sayılar sonsuzda birleşir her şey gibi, uzamdır zaman...
Çocuk, suskunluğu bozarak, hipermetrop uzağı, miyop yakını görmezmiş, peki yaşamda birini yeğlemek zorunda kalırsak, hangisini yeğlemeli dedi, adam, yakını göremeyen uzağı hiç göremez, hipermetrop yeğdir diyerek güldü. Çok saçma dedi çocuk. Adam, boş ver, yazın dediğimiz şey ‘Acente’ tutkusundan başka bir şey değil, hoş görmeliyiz diye yanıtladı...
...
Durgun kasabada, kız elindeki kitabı bırakıp pencereden dışarı bakmaya başladı, bir adam at üzerinde geçiyor, at kuyruğunu sallayarak sıcak öğlede sineklerin zulmünden korunmaya çalışıyordu. Kızın yüzü ergenlik sivilceleriyle doluydu. Bir tepside çayla odaya giren arkadaşı, ‘Camdan Kalbi’ izledin mi dedi. O da ‘cenaze arabasıyla pikniğe giden kız kurularına’ taş çıkartırcasına, evet ama beğenmedim dedi, ötekisi okuduğun meretten iyidir deyince, tamda şu tümcelerden gözünü ayıran kız; sende mi dedi!.. Çıkarken güldü öteki: Oda öykümü be! Erik kurusu desen daha iyi!..
(Kızmamak gerek, belki izlediği filmler bu hale getirmiştir onu! Beyaz perdenin suyundan içenler, yeryüzündeki yaşamlarını unuturlarmış).


***


GORGONLAR


I
Bir kış ayında, tinsel ve fiziksel olarak, azgın bir yorgunluğun sabahında, gün doğarken, daha gözümü açmadan çıktık yola, elimizde Ortelius atlası vardı. Olimpos (ölümsüz) dağının ardından dolanarak, düşmanın karşısına çıkmayı tasarlıyorduk, Hz Ali eğer yenilirsek diye kendi tabutunu devesinin sırtında taşıyordu, Ebu Talip’i bakalım yenebilecek miydik. Av tanrıçası da bizimleydi, geyiği ve köpeği arkasından geliyordu, yanında Delos adasından tanıdık, hayalet tanrısı Hekate vardı. Apollon’un hep kötü haber getiren kargasını, bir dağ dönemecinde gene salmıştık, uzak tepelerdeki kulelerden, ikiz kumru mırıltıları geliyordu, Marsyas’ın, Zeus’un yıldırımlarıyla ölmesine yas tutarmış kumrular,
Kirke söyledi. Satirler ve titanlar uçurumlarda bizlere eşlik ederek yürüyor, hoplayıp zıplayarak, takla atıp, el çırparak orduyu eğlendiriyorlardı. Kuyruklu, fil kulaklı, at ayaklı, çenk çalan Apollon’a düşman, glayör düşkünü vahşi yaratıklardı bunlar; küçük orman tanrıları. Ay ışığının altında karlar çıtırdarken, üç bin askeriyle bizlere katılan Lagaş kralı, doru atlara taşıttığı, kanla dolu testilerden, kana kana içerek askerleri coşturdu. Bir Lagaşlı için, ceylan gibi lezzetlidir insan diye haykırdı, askerlerim kral leşi bile yer, sırtlana binmiş cadının getirdiği insan yağını da içerler diye böğürdü… Bu sırada, çılgınca renklerle bezeli, büyücül bir tavus, tepemizden aşağılardaki koruya doğru uçtu gitti. Mikroskobik görülerden bir resim akımı oluşturduğunu duyduğumuz Kandinsky, dur duraksız bakteri yediğini söyleyerek, alt yoldan çarın armağan ettiği atla dört nala geçti…
Krala gülümseyerek, biz insanlar hepimiz et yeriz, kan içeriz dedim. Medineli, zırhlı bir asker güldü ve Reci vakası kanıttır dedi. Akşam üzeri Cathay’ın satsuma dallarından yaptığı kulübenin önünden geçerken, mola vermeye karar verdik. Barbarların ani saldırısından korunmak için nöbetçiler diktik. Onca yol tepmemize karşın, Pan bir kere bile karşımıza çıkmayınca, yakarılar bölüğü ıssız kırların tanrısına dilekler adayıp, bükolikler söyleyerek, okları düşmanlarımıza yön olsun, kılıçlarımız onun gibi tez ayaklı, havada dönüp dursun diye tepinip bağırdılar gece boyunca… Omzuna ıhlamur yaprağı düşen ve ölümsüzlüğe kavuşan askeri yanıma çağırdım, içimizde en şanslımız oydu, tanrının işareti üzerimize olsun diye tan ağarana kadar, baladlar söyleyip, şarkılar dinledik onunla…
Hegelci öldürme güdüsünün tutsağı, kan kokusuyla yanıp tutuşmuş, soluk alıp verenlerin çılgına çevirdiği, Ispartalı komutan; ben, Archimboldo anlatıyor bunları!..
Zaman geçmiyor, biz geçiyoruz diyerek güne başlayan ve evet ölüm var diye haykıran kâhin Nestor’a, görevine son veririm diye tehditler savurarak öğleyi ettik. Vakanüvisimiz Diyakoz, helâk olan Semüd kavmi ve Meyde ile Eyke’nin puta tapıcı halkı Nasranilerle, Harun’un kardeşi Meryem’e eşikte sahip oluşları, hurma ağaçları, müşrik Amelika, El Melikü, El Baki ile ilgili meseller anlatarak bizleri oyaladı, ertesi gün yola çıkmak üzere, gözlerimizi parıldayan yıldızlara verip uyuduk. Dalmadan önce, vakanüvise dönerek bugün ne yazdın dedim, ‘Yazacak değerde bir şey yok’ deyince, en yakın muhafızın mızrağını böğrüne dürterek, ciğerinin görünmesini sağladım ve bunu yaz dedim. Düşüme, Allah nerede, vicdan nerede diye bağrışan inanmışların kılıçtan geçirildiği Sıffin savaşı girdi!.. Musa’nın bedduası ile kırk yıl Tih’te kalan mahpuslar boynuma sarılıyor, yakutî zaman kanı durduruyor mu diyen bir yaşlı kadın ayaklarıma kapanıyordu, korkuyla sabahladım. Sabah tekmil verip yola koyulduk, keçi yollarını geride bırakıp, yamaçlardan sarkarak vardığımız ilk düzlükte, önümüze Delphoi tapınağı çıktı, alnacında ‘Kendini bil’ yazıyordu, tapınaktaki baş rahibin uzun süredir kapıldığı melankoliyle baş edemeyince, boğa kanı içerek canına kıydığını söylediler, türlü gevezeliklerle aşağılara kıvrıldık ve düşmanı en iyi karşılayabileceğimiz ordunatı bulmak üzere, deniz kıyısını izleyerek, köpüklerin arasında at sürmeye başladık. Güneş ortalığı ısıtmak üzereydi ki yoksul bir balıkçı kasabasına geldik, yavaşlayınca belki yaşamı boyunca aradığı fırsatı bulan, kinik bir dervişin, ağaç kovuğundan fırlayarak verdiği vaazı dinlemek zorunda kaldık; ‘Şu dünyada tüketmediğimiz ne kaldı ki?.. Aşkı; nefret ve kendi gururumuzu doyurmak adına tükettik. Bilgiyi, yanlışları benimseme, önyargıları kabullenme ve algılama adına tükettik. Mutluluğu, zevk alma, acı ve herkesin gittiği yoldan gitme alışkanlığı adına tükettik. Gücü; zayıflık, çaba ve yenilgiye uğramış utkular yerine kullandık. Yaşamı; doğup, büyüme ve ölüm olarak anladık. Birliği ve bütünlüğe varmayı ise savaş ve işbirliği sandık…’
Hepimizin, kendisine hak vermesine çok şaşırdı ama avucuna birkaç drahmi bırakmak isteyince, kibirle ‘Kimden aldıysanız ona verin’ dedi.
Ara sokaklarda eğlenerek, tekrar yola düzüldük ve elimizi çabuk tutup, molaları azaltarak, Melankoia’ya doğru ilerledik. Yolda kâhin, bir gece önce gördüğü düşü anlatarak bizleri oyalamayı başardı: ‘İnsan ruhunun zamansal ölümsüzlüğü, yani yaşamasının, ölümden sonrada bengi sürüp gitmesi, hiçbir biçimde güvenilir olmamakla kalmaz, her şeyden önce, bu varsayım, onunla hep elde edilmek istenen çıkarımı da asla sağlamaz. Bengi yaşayıp gitmenle bir gizem mi çözülecek? O zaman bu bengi yaşamda, şimdiki yaşamın kadar gizemli olmayacak mı? Zaman ile uzam içindeki yaşam gizeminin çözümü, zaman ile uzamın dışında yatar.’ Böyle ciddi şeylere ayıracak zamanımız yoktu ama dayanamayıp bende askerlere bir söylev çektim, özü şu: Ölmek, denize doğru kanatlanıp, ufukta yitip gitmek… Ve ayrıca, Lucretius’un yüzyıllar önce, partiküllere bellek yüklersek ışık hızında gidebiliriz dediğini anımsattım onlara, ölüm konusunda bir kez daha ferahlayan askerler, önlerine çıkan türlü zorlukları coşkuyla karşılayıp, engebeli yolları dümdüz ettiler, kıyısından geçtiğimiz uçurumlardan, atlayın desem atlayacaklardı nerdeyse…
O an, tatlı ve makul sözler, dozunda yapılan hareketlerle, dünyada elde edilemeyecek hiç bir şey yokmuş gibi geldi bana, atım bile övgüleyici sözlerle okşanıp sıvazlandığında öyle keyifleniyor ki. Askerlere ertesi sabah: Yeryüzü barışın yükünü kaldıramıyor, güzelliklere katlanamıyor, o vahşetten yana! Bafeus Savaşı anımsansın istiyor, sırtlan gibi korkunca işeyelim istiyor, yeryüzü çok önceleri sularla örtülüymüş; vulva biçiminde adalar, sayılamayacak kadar başka dünyalar var, insan tanrının sureti, bizler konuşurken tanrı konuşur, korkakların başı uzaktan geyik başı gibi görünür, savaşmayanları eziyor bu dünya diye haykırdım… Hepsinin morali üst düzeyde.
Kâhin onlara geçmiş çağlardan meseller aktardı; ‘Odysseus, Makyavel’in antik çağdaki öncülüdür, çünkü güzel karısı Penelope’yi, sarayında bırakıp gittiği Troya Savaşı’nda kenti ele geçirmek için, ünlü tahta at tuzağını kurgulayan kişiydi. Kurnazlığı tuttu ve Troya onuncu yılın sonunda yakılıp yıkıldı. Bu acımasızlığın sonunda, denizler tanrısı Poseidon’un gazabına uğrayıp fırtınalarla oradan oraya savruldu ve sonunda Aia adasında duruldu, burada güneş Tanrısı Helios’un güzel kızı Kirke’yi gördü, Kirke, Odysseus’un adamlarını domuza ve köpeğe çevirdi, ama Odysseus, Hermes’in armağan ettiği sihirli ot sayesinde satir olmaktan kurtuldu ve Kirke’yle uzun bir aşk yaşadı, sonunda adamlarının yine insana dönmesi için yalvardı ve Kirke dileğini kabul etti, oda denize açıldı… İthake’ye varmak için siren kayalıklarından geçmeleri gerekiyordu ama oradan o güne dek hiçbir denizci sağ çıkmamıştı, sirenler alt tarafı kuş, üst tarafı peri gibi güzel kadınlardı ve sesleri öylesine etkileyiciydi ki, onların söylediği şarkıları duyan gemiciler, kendilerinden geçerek dümeni bırakırlardı, gemileri kayalara çarpıp parçalanır ve sirenler onların ölüsünü yerlerdi, kurnaz ve sağlam bir ıraya sahip Odysseus, adamlarının kulaklarını balmumuyla tıkadı, kendisini de geminin direğine bağlattı ve siren kayalıklarından geçerek İthake’ye vardı, sarayda bıraktığı karısı Penelope’ye göz koyan erkeklerin hepsini öldürerek yeniden kral oldu.’
Askerler kendilerini de bu tür maceraların kahramanıymış gibi algılıyorlar, bu çok iyi, onların ruhlarını sağlık ve neşe içinde; uzun süre tutamayız, ama biz bu savaşı kazanacağız. Onlara vuruşurken ölenleriniz, Morpheus’un kollarında, yemyeşil çayırlar içinde, sevdiklerinin arasında sonsuza dek yaşayacaktır dedim. Giderek humma ve çılgınlık veren yolculukta, düşmanı aramayı sürdürürken, uzaktan Odysse’deki gibi, denizin içlerinden, sirenlerin bize el salladığını görmeyelim mi… Evet, sirenler deniz perisidir ama pençeleri olup, döl yatakları verimsiz birer dul akbaba, birer kuş bayandırlar, herkesi ürkütürler, kimse sevmez onları…
Kâhinin, ordunun moral gücünü ayakta tutabilmek için bir şeyler yapması, iyicil duygularla onlara güven aşılaması artık zorunlu gibi, çünkü mırıltıların, sinsi serzenişlerin arttığını gözlüyorum, uzun konuşmalardan sonra, kâhin pek ilginç bir şey daha anlattı, onların us sayrılığını sağaltacak aşağıdaki öyküyü uydurdu: Kastilya krallarından biri, Kastilya krallarından biri, Kastilya krallarından biri, tüm dünyada barışı sağlamakla ilgili, ilgili, ilgili, bir düş, bir düş, bir düş, görmüüüüüüüüüşşş. Tanrının oğlu İsa, bu görevi, bu görevi, bu görevi düşlerinde, ona, ona, ona, vermiiiiiişşşş. Bu düşün sonunda, alnı ak, güvendiği bir elçiyi ata bindirerek, tüm dünyada barışı sağlamak üzere uzak ülkelere, uzak ülkelere, uzak ülkelere yollamııııııııışşş.
Elçiyi İlion’da görkemle ağırlamışlar ve iyi, güzel, hoş, barışı bizde isteriz ama, hele bir Dekkan’a git de onlarda barışı istiyorlar mı bir anla bakalım demişler. Elçi, Dekkan’a gitmiş, bir güzel ağırlamışlar, barışı bizde isteriz, isteriz ama hele bir Ejderhan’a git de onlarda barışı istiyorlar mı, bir bak bakalım demişler, elçi orada da bir güzel ağırlanmış ve biz barışı elbette isteriz, isteriz ama hele bir Yurtlar’a git de, onlarda barışı istiyorlar mı bir anla bakalım demişler. Elçi böylece komşudan komşuya, ülkeden ülkeye, kıtadan kıtaya dolaşıp, Podolya’dan Baktria’ya, Sarmatya Krallığı’ndan Arzava’ya, Litvanya Dükalığı’ndan Samoyetler’e Nogay hanlarından, Turfan’a, Eston şövalyelerinden, Kitan’a, Yemameler’den, Eretna oğullarına, Kızzuvatna’dan, Erdel Beyliği’ne, Masagetler’den, Moskova knezine, Livadian’dan, Fârâb’a, Milavanda’dan, Likya’ya her yeri dolaşıp, sonunda Luristan dağlarını da aşıp Maritium Beyliği’ne geldiğinde, onlarda hele bir şu komşu Kastilya Krallığı’na git de, onlarda barışı istiyorlar mı bir anla bakalım deyince, elçi (Laertesoğlu gibi) yirmi yıl sonra ülkesine dönmüş, birkaç gün önce ölen kralın yerine geçen prens tebaasına gözdağı verip ortalığı kan gölüne çevirerek, tahtını pekiştirmek için, eski kralın tüm elçilerini giyotine göndermiyor muymuş ve hemen Ulah’dan geçmiş, Acem’i görmüş, Otrar’ı aşmış, Hubyar’ı bilmiş ve artık kara kan içip hainleşmiş bu elçinin de boynunu vurdurup cesedini Barca’da gezdirerek; görevine başlamıyor muymuş. Çünkü elçi Maritium adına, kayıtsız koşulsuz barış önerisinde bulunmamışmışmış, belki de ve büyük olasılıkla casusmuymuşmuşmuş…

Sonra sözü ben aldım: Korkularımız yaşamımıza hükmederse, ölümün bir değeri kalır mı, yaşam düşman Likurgları, eril ve patolojik bir kimlikle, yeşil yapraklarda öten angutları öğretiyor diye haykırdım, askerler ayakta alkışladılar. Nerden bilsinler, gece yarılarında Hades: ‘Ölüm kemik bir kahkaha gibi salladı sarı mendilini’ diye düşlerimi kirletir. Bu durumu anımsayınca; ‘Gerçek erdem, ölümden bile yaşam çıkaranlarındır’ diyerek sözümü tamamladım. Bir başka gün kâhin garip sözlerle onları tütsüleyip, gene oyaladı: Kaliforniya’daki banyan ağacının yaşı, lepradan ölenlerin sayısı, burlesk romanlar ve kösnül öd ağaçlarının aşk için yalvarısı var artık Moro’nun adasında… Oysa zaman tanrıdır. Tanrı da zaman. Ölüm ve yaşam bu ikisinin arasında gider gelir. Maya felsefesi ve Rusçuk ayanı, galvaniz denizler, küpeli kulağıma, iniltiyle yalvaran yerliler. Öd ağacına sarılarak dişleri dökülen, yaşlanıp ölen sakallı cinler, balık mırıltılarını duyabilen hecinler…
Bunları söyledi ama onların hoşuna gidecek güzel bir efsaneyle bitirdi sözlerini: Tanrıların sofrasında yer almadığım ve ateşi çaldığım için onların görevlendirdiği Hephaistos tarafından, sürekli büyüyen ciğerimin, her gün köpek başlı bir kartal tarafından yenilmesi için Kafkaslar’da zincire vurulduğum doğrudur. Bedenimi küçük hareketlerle yenilebilecek bir yem gibi gören kartal, özellikle kayalığa bağlı kısımdan yediği zaman, tiz çığlıklar kopardığım için, yediklerini tekrar üzerime boşaltıyordu. Bu dışkı gıdamdı. Kartalın dışkısına bulanarak, kayalıktaki durumum sürdü.
Öyle ki, üç bin yıl sonra kurtarıcım Herakles, bu görkünç dağa çıktığında, kuş pisliğinden oluşan, beyaz bir balçığa bulanmış ve zincire vurulmuş olan gövdeme, aramızda çok büyük bir uzaklık olmamasına karşın, pis kokulu bu duvar geçit vermediği için yaklaşamamış, bir üç bin yıl daha beklemişti. Köpek başlı canavar, prangalı ayağıma aldırmayıp ciğerimi yiyerek, kendi pisliğiyle beslerken, çevremi yoğun bir biçimde kuşatan kokuda öyle artmıştı ki kurtarıcım bile buna alıştı. Eni sonu beş yüz yıl süren yağmur sonucu, üstüm başım temizlendi ve Herakles atış menziline girdi. Bu arada bir eliyle burnunu tutuyordu. Üç kez kartala isabet ettiremedi. Çünkü üzerine gelen koku dalgası onu öyle etkiliyordu ki, yayı germek için elini burnundan çektiğinde, ister istemez gözlerini kapatıyordu. Üçüncü oku sol ayağımı hafifçe yaraladı ama, dördüncüsü kuşu öldürdü. Şimdi bilin bakalım ben kaç yaşındayım. En öndeki asker, kendini epeyce kaptırmış olacak ki: Elimdeki damarlara bakıyorum demez mi… Sanırım onlara bakarak kendi yaşını bulabileceğini düşünüyordu.

Bu gece kâhin, ben ve önemli muhafızlarımdan üçüyle, derin bir söyleşiye daldık, bir ara, sevişmek ve ölüm duygusu tinimden bir türlü çıkmayan Judas’ımdır benim deyince, kâhin, evet ikisi de aynı şeydir de ondan dedi ve beni bayağı şaşırttı. Ona dedim ki; belleğinde tutmuşsun bütün bunları, belki Strabon’dan okumuşsundur, o da Samsatlı’dan, o da Mabeyinci’den, o da Sofistler’den, onlar da kim bilir kimden dedim. Kâhin hiç sesini çıkarmadı. Yalnızca ülkemden bu denli uzaklarda, bizim oraların yemeğini, her şeyini özlemişken, kurnazlıkla, hayranlık verici sofralardan söz etti o kadar…
Akşam oluyor, kızarmış zeytinli ekmekle, saksağan beyni yer misiniz, taratorlu, sülün tüylü, Foça deniz börülcesi, on ayaklı ıstakoz ve radikası bol turp otu, bayıltılmış mürekkep balıklı erişte, üzerinde zeytinyağlı kırmızı biber ve sarımsaklı medüz, mersin karides tava bulunan, denizgüllü tabak!.. Pazılı ve pazulu sirke ve sarımsakla tütsülenmiş havyardan çıkma barbunya salatası… Taze yaprak bezelye eşliğinde, zeytinyağlı Smyrna enginarı ve haseki çanağında aslan sütlü, tavus butlu patlıcan ezmesi.
Kestane içli ceviz ve yer fıstığı kaplama yeşil tavuk köftesi, içli kızartma diri kalamar dolması. Fesleğen sorbe, ayva dilimleri eşliğinde duvaklı levrek; ağzınızda gelin olacak!.. Yeşil bohça içinde kül kedisi gülüşlü, ölü can ahtapotlu Çin pilavı, Ahududu ezmesi üzerinde, sakızlı çam fıstıklı, sütlü börek ve çörek altı lor peynirli adam eti…
Aşkta, yemek ve savaş gibi yok etme arzusu mudur dedim kâhine geceyi kısaltabilmek için, o da; insan bin yıl yaşasa sıkılmaz, bunca yıla yemek zevkini bile sığdıramadım henüz, ama kışkırtıyla beklediğini biliyorum, beden-uzam-zaman bu üç silâhşörün kavgası yaşam, bedeni eğlendirecek, zamanı değerlendirecek, uzam yani mekâna boş yere sığmazlık etmeyeceksiniz, ona estet yükleyerek, yeni anlamlar armağan edeceksiniz filân dedi.
İnsanın yücelttiği şeyler belirsizlik içerir, ülküseldir, agnostiktir. Aşk, kendi benliğimizi boşaltarak, yerine karşı objeyi, diyesim yeryüzünü, evreni ya da başka bir ideyi koymaya çalışmaktır, o simgeler ve soyutlamalar aracılığıyla kavuşmaya çabaladığımız tüme varım, vahdet-i vücut duygusudur. Us bizi denetler, iç güdülerden arındırır; usun karşısında, sanıldığı gibi us dışılık değil duygu vardır ve o iç güdüseldir. Aşkın minimalist objesidir sevgi, salt usla hareket edebilseydik aşk olmazdı, duygularımızdan da arınırdık dedi adam.
Bende az önceki sofranın lezzeti damağımda kalmış gibi, oh denizden deniz kızı çıksa yerim!.. Kibar bir koli basili ve kanibalistim. Karın deşen bir faniyim, bağırsak yemenin zevkini hesaplarım, ‘sapiens düşmanı sapıkaniyim. Etle beslenen etçil, otla beslenen otçul, Frenk kızını yiyen Japon gibi hepçilim. Afiyetle yazıp söylemekte Ben-i Adem’e düşüyor. Gözsüz bir sümüklü böcekle, yemeğimin içinden bir semender çıkıyor, tırnaklarını uzatırsa Hypatiam bir dinozor oluyor!..

‘Ama düşüme inanıyorum, genç kalıyorum, adımdan hisar yapıyorum, oradan kente otuz üç kere bakıyorum, mührüme tapıyorum, bin yıllık kemiklerin koruyucusu ulu ruhlarla Konstantinopl oluyorum. İki denizin savunucusuyum, Müslim olmuş Bizantinler görüyorum, ölü atlar ve askerleri seviyorum, viran toplar ve kalkanlar, delik zırhlar ve mancınıklar, yanık meşe ve kadırgalar, devrilmiş kazan ve üçayakta paşalar görüyorum, can çekişen köpekler ve yaralılar arasında, elimde kırmızı zambak dolaşıyorum, toprağa bakıyorum, tanrıya yalvarıyorum, göçebe nal sesleri, mermer avlularda çınlarken, bulutlardan kulelere çıkıyorum. Surların kapılarını kırdıklarını işittiğimde ve onun atını, tapınağa sürdüğünü gördüğümde, kendimi duyumsuyor ve ölüyorum!.. Kanım mavidir benim, kırmızı bir gölete boşalan kanım. Tepede ay var, hilâl!.. Ben ki Mehmet’lerin ikincisi ve sonuncu Konstantin’im, illâki helâl…’ Bu tirattan sonra, sönmeye yüz tutmuş ateşin çevresinde, kâhin ve muhafızların çılgınca alkışladığını bilmem söylemeye gerek var mı… (O zamanda kethüda başı, Stanpoli’yi alan kahramansa, sunan ne olmalı, Şehirler Kraliçesi Herakl’in şehri için, resulün vasiyeti boşuna mı, o şehri alan kumandan ne güzel kumandan, o şehri alan ordu ne güzel ordu demedi mi, Avni kahramansa Vahdedi ne sayılmalı, Vahdedi günahsızsa Fatih’inkine ne buyurmalı dedi.)

Kâhin etkilenmiş olacak ki; Cebrail’in düşlerinde yeşil renk yokmuş. Cebrail peygamberlere vahiy getirdi, son peygamberden sonra Cebrail işsiz mi kaldı. Demeter, buğday tarlasının içinde uyurdu. Suriyeli şair Ebu’l Âlâ ‘Yaşamak mı, beni döllendirenin günahını çekiyorum, kimse benim günahımı çekmeyecek’ diye buyurdu ki biz de onu alkışladık. En yaşlı muhafızında söyleyeceği şeyler varmış, o da; Arîlerin toprağı İran’da Şah Ahırları’nı gezerken, İskender’e Acem ordusunun, Helen ordularından çok olduğunu söyleyecek oldum da, Zülkarneyn omuz silkip, ‘Benim kaplanlarım yenmek için, Darius’un sıçanları can vermek için savaşıyor’ demişti. Erbil’deki savaştan sonra, yaralılar, açlar, fareler, kargalar, bebekler, yaşlılar ve öksüzler ölmek için, ilâhilerle yalvarıyordu.

Semerkant krallarından biri, herkesin arzuladığı düşü gerçekleştirmek istemiş: Ölümsüzlük!.. Ölümün göklerden geleceği inancıyla, yer altında demir bir saray yaptırmış ve bütün çıkış yollarını kapatmış ve kalan son hazine parçasıyla, her sabah doğan ve her sabah batan ve yeterince yakan, yapay bir güneş astırmış. Vellagrande’de ki mezara benzemeyen bu saray bittiğinde, çalışanların tümü öldürüldüğü için mezar bilinmez olmuş ve hükümdar toprağın yirmi kulaç altındaki sarayın üzerinde, her bir kervan konaklayıp, her bir atlı geçtiğinde yalvarırmış: Ne olur beni kurtarın, ne olur!.. Yarı ölüler gibi.
Cennetteki çocuk adamın babasıymış. Aşksa saltık geçiştir. Bir özne. Aynı ozmos turgor olayı gibi saf süzümü gerçekleştirir ve diğerini yok eder. Aşk dengeyi dışlar, denge ustur, aşk us dışıdır, us aşkın buyruğundadır, aşk usun buyruğundan kesinkes bağımsızdır diyerek, sözlerini sürdürdü ve bizden geri kalmadı.

Uyku gözümüzden akarken uyuklayan birinin: Yeryüzünde faşizm, Emilialı toprak ağalarının asalarından ve Romalı bankerlerin kasalarından geçip, İl Duçe’nin kafasında dank etmiş bir nurdur! Ortadoğu mitolojilerinde, Cem bahtsız bir prens, Tarık gemileri yakan bir Berberi komutandır diye sayıkladığını anımsıyorum.
Konuşmalar dağılıp, olmadık şeylere dal budak salınca, kâhin, ben ve sonradan aramıza katılan Lagaşlı komutan, günün ağarmasına yakın uyumuş kalmışız. Aktardığım şeylerin bir bölümünü belki de düşümde görmüş olabilirim…
Sabah olur olmaz yine yola koyulduk ve az sonra haberciler dört nala gelip Perslerin, Thermoplai’in ırmak tarafına bakan yüzünde, kıyıdan doğru yaklaşmakta olduklarını söylediler, olabildiğince çabuk, arkalara yöneldik: Milâttan önce 423’ün bahar ayında, geçidin yan tarafında, dağın eteklerine yakın bir yerde, ovaya bitişik, kıyasıya bir savaşın olduğunu anımsıyorum.

Bu sayfalar, yazarlığa heveslenen boş gönüllerle, her okuduğuna imrenen, alkışlayan boş kafalara, kulaklarına küpe, anlaklarına ibret olsun diye kayda değer bulunmuş ve Allah (c,c) bilir iyi bir şeymiş gibi de papirüs tabaklarda sunulmuştur. Dinleyene ant olsun. Bir şeyler söyle de ‘zamanımıza yazık’ demesinler bari, şiirsi de olabilir, peki; ‘Ne kokluyorsunuz efendim, / çiçekler / çiçekler / çiçekler!..’ Nestor sen ne söyleyeceksin; nerede okudum bilemem, insan ölü sözlerinden geviş getiren hayvanmış. Sen Lagaş Kralı; Maskenin, maskesini çıkaramazsın. Belki bunu söyleyende ölmüştür. Yaşlı muhafız sen; Derler ki, Sokrates baldıran hazırlanırken yeni bir ezginin notalarını öğrenmeye çalışıyormuş. Bitirelim… Anlaşılıyor ki sonuç her zaman ki gibi miş ve mış. Hepiniz korkaksınız bir kere, salt bellediğinizi konuşuyorsunuz, Diderot’nun karısı bile depresyonu atlatmak için kitap okurmuş.
(Neden, M,Ö 430-702 yazar?.. Hem M.Ö, Mülö yani: Ölüm’mü?.. Ah Solon, ah Sokrates, ah Seneca… Çiçero, Sulla, Ogüst… Ah Antuvan, ah Alkibiades, ah Zeus… Kitaplarda nasıl da pişman durursunuz. Gözleriniz kör, kulaklarınız sağır, yüzleriniz pişmanlığın onulmaz izleriyle dolu, nasıl da bakarsınız kartayan tarih yapraklarından şu evrensel hay huya… Ah teyzem, 1913 doğumlu Zübeyde, adını kimler verdi sana, ah ötekiler, Cennet, Fatıma, Zaliha, Esma… Ah anneciğim, Şefika, nasıl da hepimizin yaşadığı zaman diliminde buluştuk; bilincinde bile olmadan. Hepimiz öldük… Yaşadığımız çağda, yaşam komşusu olduğumuzu bilmeden, nasıl da uzak kaldık birbirimize, sevip sevilmeden. Ya diğerleri, diğer komşular, komşularımız… Nasıl da ölüp, öldürüldüler, nasıl da yok olup gittiler… Nasıl da iki dünya savaşının acılı tanıkları idiniz... Düş içinde bir düş gibi gelip geçtiniz…
Ah Sibirya’daki çobanlar, Hindistan’da ki organ satıcıları, Tibet’te ki savaşçılar, Japon tacirler, Taylandlı çocuklar, Maverick’li siyahlar… Kanada geyikleri, Amazon ormanları, Uruguaylı umacılar, Paraguaylı paracılar, Panamalı hacılar. Afrika kuşları, Güney kanguruları… Perulu periler… Pisarrolar, Diazlar, Cortesler… Hünerli papağanlar, dikenli kaktüsler, tansıklı lotüsler, küsler... Yalnız insanlar, düşler düşüşler… )
Yazıya yazı karışırsa, kimyaya göre saflığın bozulmaması gerekirdi.

Sürüyle gorgon, elleri üzerindeki tabutu sanki göklere doğru yüceltip yukarda, denize bakan tepedeki anıt mezara doğru taşıyorlardı. İkindi güneşinin uzun ve ürkütücü sessizliğinde, bir zamanlar yeryüzünün efendisi, eşsiz bir tanrıkralmış gibi ölüyü yavaşça, mermer boşluğa bıraktılar. Üzerini defne yapraklarıyla örtüp tütsüleyerek geri geri çekildiler ve sonra ilâhilerle yerlere kapanarak gün batımına doğru, güneşin ışıkları içinde yok olup gittiler…
Archimboldo, bir koruluğun içinden, kendisi için yapılan bu cenaze törenini gülümseyerek izliyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder