11 Mart 2010 Perşembe

PRİAMOSOĞLU HECTOR'UN ÖLÜMÜ


EXODUS

İsa'ni bir dilek olarak diyorum ki, dünya tarihi soykırımlarla doludur, eğer Arşipel'i ululayacak olsam, demokrasi ve barış kültünün dünyaya oradan yayıldığını söylemem gerekir.
Hepimiz günahkârız...
İsa bile!..
Geçmişte, dünyanın efendileri Kuzey'de, Kızılderilileri sonsuzluğa yollayan Pershing'in adını, bir 'Ateş'e vererek onu ölümsüzleştirmişti.
Normandiya'da gün batmadan önce onlar; son kez içini çekmişti.
Hellespont'da, Hint elinden, Canberra'ya, Orion'dan, Moritanya'ya alışılageldiği üzere, insanlar ölmüş ama yeryüzünün efendileri, bunları utku ya da cihat adı altında geçiştirmişti.
Bizler nükleer soykırımın atalarıyız.
Ne ki, insanlık tarihi, Birmanya'dan Makedonya'ya, Habeş topraklarından, Orlando'ya benzeri olaylarla doludur.
Belirtmeliyim ki, güçlü olan barbardır!..
Yeryüzündeki topraklara egemen olanlar vandallığın ve neden böyle bilemiyorum; söylemesi güç ama 'Jenosid'in efendisidir.
Yüzyılımız, mülteci kampları ve krematoryumlarla geçti.
Ne yazık ki adımız; 'Hatırlamıyorum Ülkesi!..'.
Bizler günah çıkartmak için masumları suçlamayı, Aşil'i Hektor'a yeğ tutmayı, kurtuluş için can vereni aşağılamayı alışkanlık edindik.
Önce kendimizi suçlayabilmeliyiz ki, Tanrı'nın indinde masum olma payesine erişmeyi hak edebilelim.
Biliyoruz ki başkaları da günahkârdır, onların da suçu vardır ama yüce yaratanın terazisi göklerdedir.
Bağış ve iffetin dağıtıcısı biz olamayız.
Buna hakkımız olmamalı...
İlk taşı atacak olan en büyük günahkârdır.
Hepimiz biriciğiz ve öylece de kalmalıyız.
Tanrı, o gün geldiğinde hepimizi kucaklayacak...
Bizler annemizin yuvağından çıkıp, Tanrı'nın yuvağına girenleriz.
Gelirken umutlarını dışarıda bırakan yeryüzü çocuklarıyız.
Günahlarınız benim olsun demek isterdim ama; günahlarımı kim kucaklayacak!
Sevgi ve kardeşlik damarlarımızdaki yoldur.
Umudumuz gene de göz yaşlarımızı aşıyor, elemlerimizi geride bırakıyor ve bebeklerimiz, elbet bir gün gülümseyecektir diyorum...
Var olduğunuz için varım ve yalnızca o yüce bağışçının değil, onun Oğlu'nun değil, tüm insanlığın, tüm yeryüzünün ve evrensel barışın papasıyım.
Sonsuzluk biziz.
Tanrı hepimizi bağışlasın...




*





UROS

Geyik kokusuyla yüklü yele özlem duyduğumu biliyorum. Karla dolu yamaçlara ve vadilere koku yayan çiçeklerle, ağaçlara. Kentlerden biri ateş altında, kucağında çocuk taşıyor biri, dudakları kan içinde ve mitralyözler ötüşüyor, kuşlar gibi. Tapınaklardan doğru biri çıkıyor, çok sakin, çoluk çocuk ardından koşuyorlar ve çok mutlular. Kuzey Buz Denizi’nden, bir gemi yaklaşıyor dönenceye, el sallıyor güvertedekiler, kıyıdaki balinalar yunusları karaya sürüyor. İzlanda’da bir gelin ağlıyor, papyonlu biri koluna giriyor ve ikisi geceyi ateşler içinde geçiriyor. Bir besici var güneyde, sığırları çamurun içinde uyukluyor, köpeğini seviyor adam ve mutsuz olduğu gözlerden kaçmıyor. Bir yelkenliden, tuhaf çığlıklar geliyor Çin Denizi’nde, bir kalabalık var ve ‘Gangnam Style’ oynuyorlar. Silah sesleri arasında Filistin diye bağırıyorlar ve bir haham ağlama duvarına alnını dayıyor ve Tel Aviv’de yankılanıyor elem denizi. Akvaryumda dönüp duruyor balıklar. Alacakaranlıkta bir araba devriliyor. Zigana Geçidi'nde belirliyorlar olay yerini, içindekiler sıkışmış, konuşamıyorlar. Helikopter eşliğinde, bir uydu iniyor uzak bir yere, birileri çıkıyor içinden, beyaz giysileriyle. Cayman adalarında yapayalnız samanyolunu gözlüyor biri, Arizona yakınlarında, kayalar üzerinde sevişiyor iki kişi. Ve Yeni Zelanda’da gazete okuyorlar parkta. Ağaçlarda bir saksağan çınlıyor ve büyüleyici sessizlik bozuluyor. Bir yer sıçanını izliyorlar Amazon’da. Malaya’da esmer bir kadın, güvenli adımlarla yürüyor kulübesine ve timsahların olmadığı Haliç’te bir tersanede -son iç çekişle- nargile tüttürüyor biri.
O an Göklerin Tanrısı'nın umarsızca bizleri düşlediğini düşlüyorum.
Ve gelecek çağlar boyunca, onun bildiklerini bilemeyeceğimizi biliyorum.



*



KRİTİK

Şiire girmeyecek sözcüklerden şiir yaratmak... 'Büyük Yeltenme…'  İşte 'Şair' böyle olmalı!..
Ayrıca underground, nisyan ve isyan, sevda acısı ve postmodern küfrle içiçe, dölyatağının sükünetinden, kargışlanmış bir dünyaya doğmaklığın gizençli kederi ve dizginlenmez üzüncüyle ağulanmış, umarsız bir şiir...
Ve üstelik üniseks, karizmatik değil, krizmatik bir yapı!.. Hep böyle sürerse iyi ama zamanla her şey değişiyor, rayı değiştirmeden varyantı değiştirse iyi olur derlerdi!..




*




GÖRÜ


Victorya çağının sinonimi romantik bulgulara yol açıyor, Mohs sertlik skalası maddeyi sararken, kovalent bağlar dna’yı aydınlatıyordu.
Tungsten ve molibden altın çağı başlatıyor!..

İncir sineği tanrımız ve kutlu zamanlardayız.

Riyolit sunaklarda mental törenlerimiz, Sümer su tanrılarını çıldırtıyor, konodontlar ışıyor ve Harut ve Marut’un çığlıkları tüm kanyonları, buzulları aşıyor…

Rüzgârın ıslığı, bilgiyi kozmosa yayıyor ve bulutlar soyut imgelemin sığınağıyken, atmosfer ansiklopedik ve barış içinde artık Davut ile Goliath…

Gülümsüyor mutlanla onca boylar, budunlar ve ne güzel diyoruz Pavese, ne güzel Betelqeuse ve Berenices’in Saçı, Scapin’in Dolapları!..

Çok sesli evren ufuklardan taşıyor, paralel anlak görünür, keşişleme adalar yaklaşıyor ve periferi ayaklarımızın ucunda artık…

Gerçellik el değiştirirken, yitiyor melankoli, yitiyor yenilgiler, yengiler ve utkular taçlanırken doruklarda, haykırıyorum sana ve birden seni görüyorum orada…
Görüyorum seni ve işte sevi, işte barış diyebiliyorum artık.

Ve elveda diyor sanrılarımız ve yılların düşlerinden uyanıyoruz ve sönüp gidiyor işte illüzyonlarımız!..



*



TRANSKRİPSİYONLAR

Evren dışındaki ilk evrenimiz Cartagena’da yaşıyoruz.
Cosinus kovukları yeni yuvaklarımız.
Uyap mernis kimliğimiz.

Biz epifitleriz.

Etrüsk kedisi, mağara porsuğu ve ‘Süt Yolu Girifti’ biricik soylar.
Zebra balığı, Adelhanovlar, ıspanak ve Spanish yerküredeler.

Somon gözelerinden, solucan deliklerinden geçtik, eşey hücreleri eşleştirdik…

Nodal akım ve morfogenler, pluripotentler, aksonlar ve dendritler.
Siber kablolar, nöronlar ve vektörler; uzaydaki tözlerdir diyorum!..

Schrödinger gelecek ve kuantum kaosuyla yüzleşecek.

Fermi, güneş yelkenlileri neye benzer, folyolar buz denizlerinde nasıl ilerler
Geri dönüşümlü mü Titanicler diye garip bir bulamaç attı ortaya!..

Düşünce deneyleri yapıyoruz, sinapslar, almaçlar, siller…
Salt düşüncelerle yaşıyoruz, saman yıllarından el sallıyor ölüs tanrılarımız!..

G proteinleri, fibroplastlar, deniz teresi, küstüm otları, zoofil ve biyofil; Centaury’de lektörler!..

Dişil preparat, esin larvaları, uzplanet,
Yeni energiumlar, yeni kumru yuvalarıdır.

Geçen zaman karanlık ve Kuran'lıktır diyorum...

İşte göstergeler, işte transkripsiyonlar, işte lucifer!..

Sonul Policins Evren.

İlkinsil barış, ilkinsil seviler, ışık yıllarıdır diyerek bitiriyorum!..




*




DÜŞLER DÜŞÜ

Sesimizin giderek yükselmesi kardeşliğimizi artırıyor. Doğuya özgü bir durum!.. Taşıtta, telefonla bir saat boyunca konuştu biri...
Bağırarak!..
Motor sesi, hoşgörüsü engin toplumun, ses çıkarmayışını katlanılır kılıyor!..
Bu gece uyuyacağım evin yanında pazar var!..
Yüksek sesle saatlerce çağrışıyorlar!
Yirmi birinci yüzyıl değil, ya birinci yüzyıldayız ya da bin...

(Susmak, en derin konuşma biçimidir...)

Pazarın, bir an sonsuz bir sessizlik içinde olduğunu düşleyelim!..
Gölge gibi süzülerek dolaşanlar, düşsel, tuhaf hayvanlar, us dışı meyveler; lahananın aldığı biçim...
Ananasta ki, renk ve desenin düş kıran büyüsü, görüntünün rükuşluğuyla çelişen olağanüstü kadınlar, düşlerini bir siyahlığın altına gizlemiş olanlar, bu gezegende konuk kaba saba insanlar!..

Sonsuzluğun içinde, akarak geçiyorlar...

Bu sessizlik tam ve bir an görünebilseydi...

Tanrı'ya inanırdım!..


*



ÖLÜ

Tan ağarıyor...

Sağ elinin parmakları,
Bileğine dokunmak istercesine kıvrılmış,
Öylece yatıyordu.

Ürkütücü  havada,
Tuhaf bir koku yayılmıştı odaya.

Konuşmak istemiş ve sanki susmuş
Düşünmek istemiş ve sanki uyumuştu...

Neler bilmez, neler anlatmazdı
Söyleyip, yazamadığı...

Ve artık karanlığın bestelediği
Ve kimseler duymadığı için

Yarıda kalmış, bir gece müziğiydi...



*


BASİC SANRI

Metronun Mecidiyeköy çıkışında tanrıyı gördüm.
Aşırı giderler sorunsal; cennet ex olacak dedi!..

Moravya’da kalkışmalar olmuş,
Uranus’a taşınmak istiyorlar.

Dunkirk’te benzer şeyler oluyor,
Rutin gösteriler, proletarya yürüyor!

(Ah, evrimin kritik noktasında durakladık,
siborglar insan ırkından ilerde,
belki de, yeni bir Bakire Meryem gerek!..)

Manyetik kastlar, manyetik odaklar, manyetik alanlar var.
Para, ufukta panorama!..

Vaniköy’de Midas oturuyor, yine saklıyor kulağını...
'Aurum' düşkünü Krezüs, yüzünü güneşe dönüyor
ve ekrandan çıkarak; gecede kırları geziyor.

Dün Freud’u getirdiler, Çin denizinden,
Tin için projeymiş, başarırsa dönecek.

Gün batımı, cennetin bayındırlığı için ihaleler,
Varlık düşkünleri ölebilir diyor yüce peder!

Akitanya’dan geldiler mi, tuhaf donanımlı gladyatörler?..
Neofizik bir tutkunun afyonlaşması için...

Ah, Şems’de geliyor işte,
Yengeç dönencesinden, bulut rengi semazenler!

Uzakta, ölüm-yaşam ağı, dağları, ovaları, ırmakları
Ve sonsuzluğu...

İşte ‘Büyük Brother’, işte 1984, işte Orwell bu!..




*



ACINÇ

'In girum imus nocte et consumimur igni'

Gecenin içinde dönüyoruz ve ateş bizi yutuyor.
Kobold evrenimizde, her şey tersinir.

Membranlar, hasancıklar, avurtlaklar yaşıyor.
Marmotlar, laglar, burunlu yarasalar kardeşimiz!..

Para bellum; Savaşa hazır ol! Bellekteki tek ilkemiz.

Evrenin boşluklarında gözyaşlarımız dinmiyor.

'Qualis artifex pereo'
Ne güzel ölüyor o!

Ve siyah güneşimizi fenerler göstermiyor.

Elektronik etler, sıvı metaller, cüce gökparlar
geliyor işte!..

Koah türü sayrılıklar, Afgani çarşılar,
Alzheimer ve Neronlar sonsuzca var.

İşte yeşil kan, su denizi ve balık doğuran robotlar!

Anılarda kalan tek mottomuz;
Kabil ölüm severdi,
yaşadı.
Habil yaşamdan yanaydı,
öldü!..

Bulutlar biçim değiştirdiğinde biz de değişeceğiz.
(Uçurum uçurumu çağırmayacak)

İnanmak istiyorum;
Yıldızlar boyu gezmek, gökyüzü değiştirmekmiş.

Venüs'e kim dokunabilir ki!.. Semipalatinsk soğuyabilir mi?..

Kreon! Yaşam neden illüzyon?..

İşte oraların toprağından geliyorlar,
Sindirimin, simbiyozun aksadığını gördüler
İç organlarımız işte dışarda!..

Halojenler aydınlatıyor neonik dünyamızı
Yamaçlarda organik makinalar
Epsom tuzu, kapibara,
Vatka-votka kardeşliği
Viyadükler-varyantlar...

Ve dolambaçlarda ürkütücü hangarlar!..

Her molekülün karşıtı var.
Her yapıtaşının ikizi aristokral.

Paralel evrene göre;
Geri dönebiliriz.

Ve atalarımızın kanıyla ıslanan topraklarda,
Onları kurtarabiliriz

Ama ne kendimizden kurtulabiliriz,
Ne kendimizi kurtarabiliriz artık...

Son iç çekiş işte bu!..



*



33

Kervan sahibi idim. Diyarbekir elinden, Tebriz diyarına, Semerkant kentinden, Halep iline, Kudüs yurdundan, Dimaşk yollarına, Isfahan dağlarından, Galile toprağına dolaşır idim. Tecimen ve simsarlık, tacirle, bezirganlık mahlasım idi. Zencefilden, hurmaya, kehribardan, elmasa, zümrütden, baharata, binbir çeşit zuhuratla dolanır idim. Çöl gecelerinde deccal çıkardı karşıma, iblisle, mehdi, şeytanla, mesih ve nice hileler, desiseler görür idim. Şimdi vahalarda mı, Merv'de mi, Şiraz'da mı bilemiyorum, İsa ile Yahya'yı da görmüşlüğüm vardır. Bir gün Şinar diyarında oyalanır iken, nefrit dalından güzel bir mesel işittim, belki Keşmir'de, belki Belh'de, belki Astarabat'da vukubulmuştur.
Şöyleydi; O, Yahya'ya gülümsüyorken, Yahya, O'nu görünce kaşını çatarmış. Pazar yerinde dolanıyor idim, adını bilemem; Arkansas kedisi derler bir şey satılır idi, o sırada önümden bir şey geçti, anda Meryem'in oğlu, Yahya'nın bakışına mazhar oldu, öğle güneşinde ötüşen tavus görmüşçesine bir vaveyla koptu!.. Çarmıhını sırtında taşıyan; Yahya'ya, neden öyle bakıyorsun, rabbin rahmetinden, ebedi himmetinden ümidini kesmiş gibisin dedi. Kesikbaş; Mecdelli'nin mür kokulusuna -ayakları saçlarıyla kurulanmışına- heman yanıt verdi; Ahiret divanından değil misin, onun azabından, dile gelmez gazabından ders almamışsın dedi. İki cihanın bir yarısı, adına dünya derler viranelerden, dikilitaşlarla dolu mezarlıklardan geçer idik. Cin Denizi'nde, yataklarına uzanmış ölüler çayır yeşili ve bedensiz idi... Sarı ışıkta iki at, bir ağacın altında, yelde dökülen elmaları yer idi...

Burası bir Kabristan ülkesiydi. Kulakların görmüşlüğü, gözlerin duymuşluğu vardır. Kablettarihte kalplerin, ahit sandığına ermişliği vardır. Bir gün, gümrah yeşillikler eşliğinde, deruni diyarlar içinde, aziz ve celil olan, mübarek ölülerden elan birini diriltsinde; sonsuz uykuya dalanlardan, heman bir duyum getirsinler, bir ulak uyansında, medyun-u ilahilik etsinler dedik. Dualara kapılmış vecd içindeyken, kapkara gözleri parlayan, iki kaşı arasında, secde izi bulunan, muttasıl bir alın sahibinin başı, ulular ulusu birinin naaşı gibi fırlayıverdi!.. Ve rabbime dualar ediniz ki, iki büklüm dile gelip, ben kendime dönebileyim, ben yine kendim olabileyim diye çığlık atarak, günah terazisini yakma vakti gelmiştir, rüzgarların gümbürtüyle esme vakti gelmiştir diye hıçkırarak, inledi!.. Ve aynı kelamı kerahat kere kerahat söyledi, başkaca da bir şey demedi. O sırada, tinceğizi yedi cihanın irfanına sahip, her azası altından, bal arısı gibi kanatları açılan Cebrail aleyhisselam ortaya çıkıverdi ve koluna girip melekler eşliğinde, mevtayı yine geldiği yere götürüverdi. Sonra nurdan bir deniz, sonra karanlık bir deniz, sonra ateşten bir deniz, sonra yağmurdan bir deniz, sonra buzdan bir deniz göründü ve ölü her birinin içine girip, yunup yıkanarak ve kıvılcımlar saçarak sudan çıktı ve düş müdür bilemem, o da kırmızı kanatlarını açarak, gaipler alemine doğru yitip gitti. Yolumuzun üzerinde bir toz bulutu belirdi ve içinden, kapkara koşumlu atıyla, Abdurrahman el- Kasrî çıkıverdi. Algeria Konstantiniyye'sinde kabirlerden yılan çıktığını söyledi ve ilk kabire insan koyma adetini başlatan Kabil'in Habil'i öldürdüğü kavgadır dedi. Yol üstündeki karga da gülüverdi!.. Ve bir kadın, civardaki fasık bir zatın mezarı üzerine defnedilmiş idi. Halbuki salihat-ı nisvandandı kendisi, beni toprak edecek Ferniciyr'den başka yer bulamadınız mı dedi ve sûr üfürüldüğünde, alemler rabbine doğru koşacaktır, lisanımız Süryanice olacaktır ve yaşınız Zülkarneyn'le, Mesih'in vuslatına yakın duracaktır, o 33'dür ve kıyamet günü, Gehenna çukuru yetmiş bin yularla bağlı olarak mahşer yerine yedilir, her bir yularla beraber Gehenna'yı sürükleyip çekmek için, yetmiş bin melek bulunur dedi.
Unutulur mu, Erivan'da ya da Isfahan'da, belki de Nuşirevan'da bulunur idim. Bir hatunum var idi, üç sabiiye sahip idim. İkindi inmiş, mal mülk telaşı bitmiş, haneme döner idim, eşikten adımı mı atar idim ki, Azrail derler melaike karşıma çıkmaz mı, ne eyledim dersiniz, dal taban yollara düştüm, yayan yapıldak çölleri geçtim,  anadan üryan kervanlarda uçtum, hanları, hamamları, şadırvanları geride bırakıp, sahrada mı, vahada mı bilmem, sanki asudenin Leyla'sına kavuştum ki, arzuların kıblesi sönmüş, melek aleyhisselam peşimden düşmüş deyu, eşikten şol adımı mı atacaktım ki, Deli Dumrul'un musallatı, aniden peydah olup dedi; Ruhurevanım, gül-ü ruhsarım, aya(k)cığını boş yere yordun, bu diyarda buluşacağımızı söyleyecektim ki, bana fırsat tanımadın dedi ve ruh-u mihmandarım diye ekledi; Bir kıssa olarak, her ahirde, her mekanda ve her zamanda, defaat kere yinelenmişliği vardır, asıl hata anmamak, sürmeli ceylanıma bir kez bile olsa varmamaktır dedi.

Şaşkınlığım sürüyor!..

Bebek Musa ortaya çıktığında, Ahit Sandığı bulunduğunda sonsuz sulh, diyesim ebedi sükun gelecektir diyen bir meczup geçti yanımızdan, düşler içinde düş mü görüyoruz dedim, bir manastıra vardık, rahip Barsis geçti yukardan, direk üstünde yaşar Simon'u gördüm, üzerinde minik bir bulut vardı. Bir gün eski Mısraim'de gene böyle bir düş görmüş idim. Ben, ben'i yanlış anımsayabilir. Tebriz'de bir caminin avlusunda define var dediler, bir geceyarısı avluya vardım, ne kadar uğru, sayılmaz şaki varsa halı çalıyor imiş, kargaşada bekçi sade kulunuzu yakaladı, dedi ki; belli ki mahzunsun gayri anladık, lakin senin hanende, avlu içinde bir ayva ağacının altında, define var deseler, Kahır eline (Kahire!) gitmemiz mi gerekirdi deyip, can tenimi fena hırpaladı, etmediğini bırakmadı. Bin bir meşakkatle evceğizime döndüm ki, avlu içinde ki, ayva ağacının altında bir dolu altın!.. Hırsız, harami, eşkiya, bekçi, cümlemizden keramet sahibi idi. Düşümü bitirdim, Filistin eline vardım, Gehenna derler ateşden havuzu gördüm. Münker ve Nekir'in suallerine cevap verdim, mülkün sahibi Allah'tır, kul kullanıcıdır dedim. Haşa, Allah-ü teala Şam tarafından soğuk bir yel estirdi, mahşer arazisi tarumar olup cehennet'e dönmüş idi, kahhar olan melikin yüzü toprağa düştü. Zümrütler, kaknuslar, sülünler var idi. Karanlık gecelerde görünüyor ki, yaşam ipliğim artık gerildi, sen beni hep ölmüşler arasında görüyorsun, halbuki işte o sensin. Ben seni hep göçmüşler arasında görüyorum, halbuki işte o benim!.. Son soluğumu verdim, ruhum şad olmuştur belki ve dedim ki; "Sen uyanıklığa değil, önceki bir düşe uyanmışsın. O düş, bir başka düşle sarmallıdır, o da bir başkasıyla ve bu böyle sonsuza kadar sürer, sonsuz da denizlerden damlayan ve dünyayı keşmekeşle, sayrılığa doyuracak olan kumlardır. Geriye dönerken izlemen gereken yolun sonu yoktur ve sen bir daha gerçekten uyanmadan öleceksin.''

Ne diyordum ben!..

Ne diyordum dedim de, sıkıcı gelebilir ama, bir gün meczubun biri, şöyle bedduaya benzer  bir laf etti, Allah varsa, olmayan ne, günah taşına elini sokmayan var mı, halife cenbiyeli değil mi, kozmik formasyon aksıyor, iç organlarımız halojenik görünüyor ve biz onun oğlunu çarmıha germedik mi, Torino Kefeni'ne girmedi mi, kahhar olan melikin yüzü de toprağa dönmedi mi, bir dirsek boyu kılıçlarla, delik deşik edilmedi mi, okyanus denizi zalim olur, otlaklar daim yakıldı, yatağanın zehiri yağmur gibi yağdı.
Rum meliki, Büveyhiler, Sebüktekin geldi geçti, geyik etiyle, kulübeler ve cümle kuleler yandı, şol sedir ormanları tutuştu da, vandallık ve barbarlık bitmedi, Barabbaslık yetmedi ve serap, hiç bir zaman şaraba dönmedi!.. Cûzcanan beyi, Aras suyu kıyısız denizlere düştü. Berkyaruk, Buşeng el-Abâdi ve Hâcibi diye biri vardı, abstrak ve melanj, kırk hadis ve Mevlana'yı bitirdi. Hutame kapısına geçildi, hatunluğa Holifar seçildi, Mârikalah denilir bir yerde, Nuhistan diye başka bir yer var idi. Kubâdiyân, Semerkant hakanlarından biri idi, Berdea Dizi toplumu, hak ister köyü, Hulvân hududu...
Emir Kafaut der ki, tanrı kapris yapıyor olabilir, onun da egosu olabilir. Kötülük, iyiliğin aksi midir, Malazgirt gibi, Yâvekiyye fırkası Bizans'a kaçmış idi, Kazak hatmanı, Kirmanşah ocağı, Velvâlec beyliği hüküm sürdü bu cihanda, Akitanya, İberik'le, Frank eli arasında değil mi!.. Serhas'la birliktik de, sabun yokluğundan tifus yayılınca, cenkleşmeden kaybettik!.. İrrealisttik, çatı yılanı evreni yarattı ki, onu sorgulayalım diye dedi mi, ruh devrimi ve popovizm nedir ki... Ve döndüm de ona yüzümü, aşk cebirdir dedim. Siyaset seyisten gelir, at bakıcılığı, terbiyeciliği!.. Yönetilenler ahır canlısı, yönetenler mal sahibi, tavuk göle düşerse ne olur peki? Yüzemez mi dedin! Bir körün Venüs'e dokunması gibi, dokundum ona ve ben karanlıkların ölümüyüm dedim, ya hüdâ, Hanibal kim ve;

Ne diyordum ben!..

İçmiş paraşüt gibiydi, para maskeler yaratır dedi, bin yıl sonra dijital cehennem, sanal uçurum ve sessizliğin kanatlarıyla, mavi gökte uçuyordu, o zaman o ölü dedim. Hicret'in 479. yılında Cumâde'l-âhire ayında, Sultân Isfahan'dan göç ederek Rama Zilhicce ayının dokuzuncu günü Tekrît hisarına ulaştı. Emirler, hâcibler ve ileri gelenler karşıladı onu, sonra Soylu Su, İşkodra seferine çıktı. Hicretin 480. yılının Muharrem ayında halife Sultân Melikşah'ı sarayına davet etti, binmesi için üzerinde siyah yastıklı Çin demirinden eyeri bulunan, süratli bir at gönderdi. Kıyamet günü tüm ölüler toplanacak ve sorgu başlayacak, öyleyse ölmüşlerin bütün cennetlikleri toprağın altında, arafta dahi değiller dedi.
Getsemani zeytinliğinde can çekişen, Ürdün ırmağında Mesih İsa'nın vaftizi ve Mesih İsa'nın Efkaristiya'yı kurması, Meryem'in kuzeni Elizabeth'i ziyaret etmesi, Kana Düğünü'nde kendini açıklaması, tövbeye daveti ile Allah'ın krallığını ilan etmesi, Bizans liturjisi, üç katolik patrikliği, Süryani, Maronit ve Melkit ve Neccar adında bir dağın eteklerinde zaman satıcıları lülekanlar, Mesih ve İnanlılar'ın Kutsal Ruh'ta Baba ile olan birlikteliği ve her şey evcilleşebilir ama dil asla dedim, o öldürücü zehir, dinmez kötülük ve İsrail ülkesinde İsrafil'i aradım, Sargonof imparatorluğu diye bir yerde Sargon ve kilise Yunanca eleksia, dışarı çağırma, çağırma anlamına gelirdi. İsrail, İsa dili demekti. İvrea Rahibeleri, diyakoz papaz yardımcısıydı. Hıristiyan tanrıbilimciler bu kutsal çağrıya vokasyon derlerdi. İlteriş Kağan, evrim tanrıyı yarattı. Meyyâfârikin, Kirman, Arran ve Rebia'da hüküm sürdü, üryan, anadan üryan, giyitsiz, yalıncak, çıplak, çırılçıplak, yalınayak, başı tabak, çulsuz, Adembaba kılığında, aç, açık, aşkta yaşanan, iç yakıcı bir h'üzünç ve giderek yaklaşan ufuktaki yalnızlık ve keder beşeri umutsuzluğa sürükler dedi!.. Emir kipi gibi bir melankoli, Sulla ve Neron, Zencan'da çadır kurdu, zamane iktidarı, rüzgar insanları, İskender'i savaşta bir filin hışmından kurtaran köpeği Peritas, kaçıncı yaz!.. Kelebek ateşe yaklaşınca ateş aydınlanır. Kabil ölümden yanaydı yaşadı, Habil yaşamdan yanaydı öldü. Bulutlar biçim değiştirince evrende değişecek. Düşenle düşersen sen de düşer misin, sonsuz evrenin anlağımızda yarattığı boşluğu, onu karşılayacak sonsuz bir tanrı duyusu doldurabilir, akşam için bir parça elektronik et verir misin, ya Koah hastalığına ne dersin, tanrı biz onu yadsıyalım diye yaratmış olabilir, tutsağın tanrısı, efendisi olabilir mi, yoksa yok denir mi ki, karadeliklerin zıttı, maddeyi yutmak yerine kusan ak delikler, karadelik ve akdeliği birbirine bağlayan Einstein-Rosen köprüleri, evrenimizin başka bir evrende bulunan bir karadeliğin içinde olduğu, evren bir karadelik içindeki patlama sonucu oluştu, karadelik oluşurken eş zamanlı olarak, Einstein-Rosen köprüsünün diğer ucunda bulunan akdelikten, başka bir evrenin oluştuğu öngörülüyor. Bu evren modeli ile kozmolojideki bazı problemlerin, örneğin karadeliklerdeki bilgi kaybının ortadan kalktığını belirtiyor, ancak model iç içe geçmiş evrenlerden oluşan bir evren silsilesi olduğu için maddenin başlangıcı sorusu yine yanıtsız kalıyor. Bir evrenin karadeliği içindeki bir evrende yaşıyoruz. Elektronik balık yiyen robotlar olacağız. (Portföy, kantitatif, Silezya, fortuna, Hubyar sultanı, Hubutor, Jüpiter, Namorti, Nmerut -ölümsüz-
Huma kuşu, Hacer-ül Esvet, Samsat, Potamya, Knik -köpeksi- yaratır maske para).

Yaşasın saçmalık, yaşasın yalan!..

Siz A'dan B'ye 200 dakikada gittiğinize, arkadaşınız ise B'den A'ya 160 dakikada geldiğine göre, hızınız arkadaşınızın hızının 4/5 idir. Köprüye aynı anda ulaşıp, siz arkadaşınızdan 1 dakika sonra çıkıyorsunuz. Buna göre köprüyü 5 dakikada geçtiniz, arkadaşınız ise 4 dakikada geçti. Sizin A'dan köprüye gitme süreniz AK, arkadaşınızın B'den köprüye gitme süresi BK ve köprüden A'ya gitme süresi KA olsun. AK = t  dersek, arkadaşınız sizden 30 dakika önce yola çıkıp, sizinle aynı anda köprüye ulaştığına göre BK= t+30'dur. Arkadaşınız B'den A'ya 160 dakikada ulaştığı için BK+4+KA=160 olması gerekiyor. t+30+4+KA=160'dan KA=126-t bulunur. A ile köprü arasındaki uzaklığı siz t dakikada gittiğinize, arkadaşınız ise 126-t dakikada gittiğine ve hızlarınızın oranı 4/5 olduğuna göre t (126-t)=5/4 den t=70 dk bulunur. Köprüye ulaştığınızda saat 10.30+70=11.40'tı.
Peki şimdi ne oldu!..

Apelasyon ve enolojisini sordu. Yaratılan bir şey varsa, yaratan da vardır ve ama oda yaratılan bir şeydir. İlkel evrenlerde, lazerle gökyüzü taranarak yağmur yağdırılabilirse, kimbilir ileride el lazerleriyle yağmur duasına çıkan gruplar görebiliriz. Echidnalar (karınca yiyenler), keseli sıçanlar (Opossum), çayır faizleri (fareleri) marmotlar (bir tür kemirici), yedi uyurlar, hasancık, cüce avurtlak, toros sincabı, nal burunlu yarasa, saçaklı yarasa, kobold evrenler, saman uğruları, eşizler, membranlar... Cep tel çaldı, arayan Ural'dı, merhaba Gülsün Hanım dedim, ben Ural deyince, vallahi sesin Gülsün Hanım'a kendisininkinden daha çok benziyor dedim ve metroda Homeros'u gördüm!.. Herkesin bir cenneti, herkesin vaatleri vardı. Cengiz Han bisiklete biner, İskender Mars çöreği yer, Atilla org çalardı. Çocuk Muhammet sala okur, Halifeler nota çalar, Beethoven beste yapardı (Arabi-Kurani yazılar nasıl da notaya benzerdi). Soyuttu her şey. Ferkadeyn, Küçük Ayı, Pencap prensi, Zanzibar ve Asturias vardı. Ölçüsüz terzilere uymayan kumaşlar vardı. Muhammet evrenin notalarını Kurani yazıya dökerken, Kurani'yi evrenin notalarına döküyordu Beethoven!.. Tanrı ne görkemli bir imge, Surabaya limanı, kuşku dolu sorular, Truva pabuçlarıyla gelen Helen, Hindenburg faciası, Gücerat hükümdarı... Bedeni üzerinde kumar oynadığım nisalar, Vaslui savaşını kaybeden Fatih, Büyük Stephan, 5. Adam, Adem'in tacirliğinden üreyen varlıklar. Terra Nova'da, Kitap ve Resûl'den habersiz insanlar, yabanlar, üç ayaklı, köpek yüzlü, başları göğsünde olanlar. Enif çölü, Deştikebir şehri, süt yolu, fil yağmurda yıkanır ve kaçıncı damlada boğulur, eşizler, kobold hırkam, neye gerek membran!.. Sanat kuşkulanmaktı, Mozart kuşkucu, Salieri güvençliydi, Adem, Allah'ın halifesiydi, her Aleksander, Bicornis değildi, beşikten beşiğe gidiyoruz, tenimizin rengi ayrı ama içimiz aynı, ırkçılık komedi değil argomedi, matematik bilimleri arasındaki musiki, tanrı bizi ışınlayabilirse de dokunamaz, biril, ikil, üçül gibi!.. Nahcivan'da dinlediğim fil soneleri, polisapiensler, karınca su içer mi, işte sese benzeyen biri geldi, sorularla soru soruyor, Mazarin ve Çernişevski, Urartu kuşu, beş taşınabilir muraldan oluşan sergi, çarmıha gerilen ve yaşayan, Emevici erat, yüzü kederle bakan, Carbos olayı, beyni peynir markalarıyla dolu adam, Arakanlı müslümanlar, Rey şehri, Horasan, lümpen zühtçülük, Bizantik islam, güvey kandili duran, bezirgan islam, virgül koy, bu kaçıncı Holifar, karşı koymak bile bir çeşit işbirliği sayılabilir de ki virgülü kaldır, aristokral, fasık devlet, zındık Ravendî, kendine güvenen insan, Cebrail aleyhisselam, resullere vahiy indirirdi, şimdi işsiz mi, kendine güven tümlük, sanat kusurdan, eksikten doğar,  kuşkuculuk kuşu, hiç bir şeyin şiir olduğu bilinemez, Solaris ve Stalker'de, bedensiz ölülerimiz ortak keder, sanat bir köprü olduğu kadar, insanın kendine, ötekine yabancılaşmasıdır, şiir kıyamet midir, tanrısal son, kozmik alev, sonsuzluğa, ölüme, yok oluşa kucak açmaktır, hiçliğin arı güzelliğine ulaştığımızda, şiiri de yaratmış olacağız, başarmış olacağız. Şiir, yaratan!..

Ne diyordum ben!..

Yaşasın saçmalık, yaşasın yalan!..


*


PROXİMA

Berenice'deki provamızı bulamıyorlar.
Sonsuzluk artık somut, ölüm ise kavramsal.

Minerva'nın öngörüleri lineer mi?

Geçen gün Larissa'dan geldiler
Opossumlar, gardenyalar, kediler;
Bulut kentler, yapay güneş, deniz kolhozlarının
formülünü istediler.

Gökyüzü anıtlarla dolu, stratosfer kapalı, anayurtlar antrepo.

İşte Virgo, ulular ulusu, son sanrımız
Plantasyonlarda geziyor,
Sıfır ötesi bağımız.

Asal sorun; kara delik, ak delik, kurt deliği!

Platon; yazılı bilgiyi
Sokrates; bellekte tutmayı önermiş
iki ayaklılara...

Yazı sonsuz bir tembelliğe evrilirmiş.

Orada
Zamansız zamanlarda dişlerimizde elmiş.
Uydular uydusu Terazi'de, üç ellilermiş ilk parola!

(Formatörlerin geliştiği çağlarda, ışınlama istasyonlarında yığılmalar olurdu. Yaşam formasyonlarının alabildiğine değişeceğini düşünemezdik. Cinsiyetlerde azalmalar olacağına, çandırların çoğaldığını görüyorduk. Fiziksel özelliğimiz ise usa sığmaz boyutlarda, kimimiz kanatlıyız, kimimiz ayaklı, kimimiz de kulaklı!.. Öngörülerimizin tümü doğru çıktı. Yaşamın hiçbir tansık barındıramayacağını anlamış bulunuyoruz artık...)

Sonsuz yanılsamayı yine de çözemedik
Kesintilerle dolu uzaysıl periyodumuz.

Eksenel ve radyal optiklemelerle
Yoksanan medulla ve granürlerimiz
Sıvıcıl formaldehitleri bitirdi.

(Spica ve Regulus'ta ki yelkenlilerde pruvalar yenilenecek, Pallas ve
Vesta'da tarıma geçilecek, Ceres'teki popülasyonlar devredilecek.)

Galileo çevren dışındaysa da, Averroes sızlanıyor.

Urasil ve guanin, doğal fotonik yapılar
Hipopotam; şu bizim ırmak atları
Rejenerasyon ve dijitalizm, eğimsiz yaylar çiziyor.

Rezonanslar ve Grover algoritması saltık umar
Sirrah'tan atonal sesler geliyor
Bireyler birbirini siliyor; ufukta spinler atıyoruz.

Ve istersek ölüyoruz artık, dilersek yaşıyoruz!..
?..


*



ÖLDÜRÜM

O,
Bu gece;
Elini kaleme buladı!


*


ROBOTİA


Burada, gerçekliğin en yalın söz olduğunu biliyorum.
Tinlerimizin protez olduğunu, yüreklerinse sönük.
Burada, ateş hortumlarıyla, yangın şeytanlarıyla, onları yıkıyorlar!
Ah, bilmemek değil, bilmek özgürlük...

İşte kaplan postuyla geliyor yarıtanrılarımız diyorum.
Ve bilmiyorum gözlerim gerçekten kimin.
Diller başkasının, düşler başkasının…
Salt ayaklar mı benim.
Ve işte sabahları arya ile uyandıran Alyoşam.
Çılgın kardeşim!..

Burada, hidrojen ve titanyum siloları yeterli mi, soruyorum?..
Karbonier canlılar, robokoplar, abaküsler geldi mi?
Siborglar, simulakrlar, Merküroomlar var yukarda…
Soruyorum, buradaki ilk komşumuz Cindy, kül kedisi mi?..

Masalı şövalyeler akredite ediliyor burada
Köşeli levhalar hazırlanıyor durduraksız
Ovaryum yüzler, küremsi gözlerle!..
Bu gece, her şey yolunda mı acaba Mısraim’de?..

Rana, salt general mineral, ak metal yorgun.
Kanını görebiliyor musun totolojik karanlıkta!..
Paralel evrenler, karanlık maddeler, karanlık enerjilerle, haykırın işte!
Kurt deliğinden geçebiliyoruz artık!..

Yine de soruyor Isadoram, o kırmızı gözlerle!.
Bir zamanlar burada, bu gezegende,
Gerçekten yaşadı mı;
Afife Jale?..



*



YOKLUK

Kabil içeri girdi ve Habil'i öldürdüm ama kimse bilmiyor dedi!..
Ve O vahyetti;
Toprağa düşen kanın sesi, gerçeği bana iletiyor!..


*


ANTİTANIM

Öğrencilik, başı boş atlara eyer vurulup, bağlanmasıdır dedi!..

*

ÇAĞIMIZ

Bir peri, yaş günü kutlamasına yetişemediği için, arkadaşları dağılmak zorunda kalmışlar!..


*


H GEZEGENİ

Harappa gezegenindeydik
Metroda Homeros’u gördüm!..

Avicenna, Langone Tıp Merkezi’ne gidiyordu.

Sol Cadde’de
Camille Claudel önüme çıktı!

Üzülme diyebildim;
Sevi soyuttur ama, somut bir şeymiş gibi, onu ararız!..

Biruni, dil üzerine konuşuyor
Kristalize güneş içimizi ısıtıyordu.

Vertebral arterlerin, Kırmızı Sokağı döndüğünü söylediler.

Monterey koyu oradan iyi görünür,
Su fırtınaları, büyük akıntılar yaratır.

Giovanni’yle yamaçlarda gezinen Borges’e
Giverny Bahçesi’ne gidelim dedim
Pangolinlerle, Monet gelecek!

Abisal ovalara bakıyordu, fitoplanktonlara,
Süzüldük…

Deniz dağlarını aştık, Maguari tepesine vardık,
Aykura kanyonunun içine girer girmez
Giverny göründü!..

Cennet ve cehennemin efendisi,
Sepsis şeytanları,
Ve rengin preparatlarıyla

Üç ölümlü,
Güzel bir gün geçirdik!..



*



REDOKS

Thuban yıldızının içlerinden, Tukan’a doğru gidiyorduk. Malagalı İbn Baytar, üç boyutlu manifoldlar ve tropik kuşlar yanımızdaydı. Kapsülde bir elektrik parlaması oldu. Kobaylardan üreteç sağlayan Faraday geldi. Çarpmayan elektrik kuramına çalışıyordu. Sorun bitti.

Bir süre sonra ışık tayfı çözüldü. Ekranda Kserkses’i izliyorduk. Parıldayan ovaya bakarak, yüz yıl sonra bu savaşçılardan geriye hiç bir şey kalmayacak dedi. Ortaçağ’a gelmiştik. Eriugena’yı, kalemiyle öğrenciler öldürüyor, yapraklarına dokununca esinti veren ağaçlar yürüyordu.

Katalizörler devreye girdi, redokslar hızlanınca uyku saati geldi. Bin ışık yılı öncesindeydik.

Düşlerimin bahçesinde, bir sinema vardı, sardunyalar begonviller arasında... Arka sıralardan Tarkovski geldi, kabinden bir arkadaşıyla, Behlül Lodi ve sonsuz kere doğmuşları soruyordu.

Yunusî bir dil konuşuluyordu. Bazı eşyalar yosun tutmuş, dış surlar çürümüştü. Genomlarımızı yıkayan bir güneş vardı, yağmurda yeşilimsi bir çamur akıyordu.

Sandalyeler işaretleşince dışarı çıktık. Uçsuz bucaksız kozmos bulut rengindeydi.

Gerçekleşen şey bilisizce olamaz, öylesine bulunamaz!..
Barbiana okulunun önünden geçiyorduk.

Fil soneleri ve Hendel düetleri başlamıştı. Tepelere doğru yürüdük. Federatif Metropoller dönemi kapanıyor, Bağımsız Kent Devletleri dönemi başlıyordu. Konstantinapolis, Tokyo, Paris!.. Beklenen çağlar ve kozmopolit yurtluklar…

Merdivenlerden söylenerek, Kabil içeri girdi, Habil silindi ama kimse bilmiyor dedi!
Ve o vahyetti; Toprağa düşen kanın sesi, gerçeği bana iletiyor!..

Solventler, aldehitler, ketonlarla yıkadık onu...
Sarah, ''İşte böyle yapıldı, tarlaları iyi süren Habil'in cenaze töreni'' diye haykırdı!
Böyle geldi kardeşliğin sonu…

Yine de ‘Songün’ gerçekleşmeyecek, çünkü bu Tanrı’nın sonu olur dedim!

Polisapiensler Cern tünelini ele geçirmişti.
Onlar ki, modern monarşistlerdi!..

İşte orada saklandıklarını biliyorduk!
Günah volkanlarından geçerek bakıyorlardı!
Ayakları buzağı ayağı gibiydi!
O tuzsuz Gomoralılar diye çığlıklar attık!..

Akıntılar içinde masalsı zamanlara
Düşler ötesi, bambaşka dünyalara
Us dışı, o sonsuz boyutlara doğru gidiyorduk!..




*



YENİ HAYAT

Ayda bir kuş ölüsü bulunduğu bildirildi.
Bir flamingo olduğu belirlenen kuşun, fırtınada yönünü şaşırarak aya yöneldiği ve bir süre sonrada, orada açlıktan öldüğü sanılıyor.


*



UTARİT

İşte atalarımızın toprakları
Yosun tutan gövdelerimiz, bedensiz ölüler.
Orada bereketlerin aylası Khairon
Ve uzaklarda parıldayan Darvaza...

İşte özerk yörelerin krallığı Asturias

Ses telleri sonelere öykünen zürafa
Vaslui, tanrılar tanrısı Osiris
İşte Göktürk’ün ilk sabahı, bulutlar.
Özgürce dolaşan kompütürler, paralimpik zebra...

Orada şeritlerin içinde spinler atıyor Lucien
Kedi matematiktir diyen bilgemiz Heidegger.

Bütün denizler ırmak, bütün ırmaklar deniz
Lav akıntılarında dolanan, dirimcil besinleriz.

Yankılanıyor Malay dilinde söylenen şarkılar
Ezel sabahı Asterion’un, ay rengi kürkü
Ve hilkati bozulmuş Slav kaşlarıyla
İki kez doğan ve öksüz büyüyen larvalar...

Geliyor aşk tanrının tuzağıdır diyen Alemdar
Çöl melekleri ve toz şeytanlarıyla el ele
Süzülüyor işte Pasadena, andezit blokları, kölecil surlar
Ve konservatörler, restoratörler, acımasız ‘Hacker’lar

Pygmalion, likenler, Adem’in üç acunu
Elsiz ayaksız uçuyor kemancı yengeçleri, tün kuşu

Kuşkuların kuşluk vakti, geziye çıktı tanrılar
Fener alaylarıyla, ezgilerle kutsanıyor Pantheon
Ve son iç çekiş köyü, imitasyonlar, illüzyonlar, sanrılar…


*



HERMES ÇAĞI

İşte ölü tenlerimiz ve toz olan fosillerimiz
Ölümden önce tanrı, ölümden sonra hiçlik
Her canlı kevseri tadacaktır yazıyor balbal taşlarında!..

Geçmiş ve gelecek anılarımız
Erendiz’den dökülen yapraklar gibi
Ay ışığında parıldayan haçlar gibi
Paralel evrenlerde yüzüyoruz artık.

Sıkılmaktan sıkılıyorlar orada işte
Her şey aramızda olup bitiyor işte

Zühre’nin zamana dokunuşu neyse
Tarihe ve atlasa dokunuşu neyse
Çipler belleğimizde yer değiştiriyor

Ara çağlar ve gekkolar
Dakotalı zenci ve Viktoryalar

Titansı gövdesiyle yükselen Sharp dağları
Ve dorukta Godzila’nın ırmaksı anıları

Sıkılmaktan sıkılıyorlar orada işte
Her şey aramızda olup bitiyor işte

Atların üzerinde görkemle duran Marslılar
Uranos’un Venüs’e sevdası gibi
İnsan başlılar, okyanustan öylece çıkıyorlar

Pluton’un ak tolgalı hakanı
Neptün’ün güneş börklü kağanı

Alkışlıyor onları saz bülbülleriyle, martılar

Merkür’le Zuhal işte kol kola;
Ve zehirli çiçeğimiz; elektronik yamaçlar.

Sıkılmaktan sıkılıyorlar orada işte
Her şey aramızda olup bitiyor işte

Mojave çölünde uçan Kızılderili
Krallar, majesteler, Louis’nin soylu kanı
Kum elejilerine döktüğümüz gözyaşı

Paratonerler, Teslalar, On Emir ve Franklar
Ve gökdelenlerde parlıyor Mesih’in Vatikan’ı

Sıkılmaktan sıkılıyorlar orada işte
Her şey aramızda olup bitiyor işte

Ve kavimler geçiyor; Godot’da geliyor artık
Melekler, şeytanlar, yakutlar ve elmaslar
Anti tanrımız Anubis’de geldi işte, en önde
Her canlı seviyi tadacaktır öyleyse

Her şey başladığı gibi bitiyor Sekendiz’de
Hiç kimse, hiçbir şey bilmiyor gerçekte
Herkes, her şeyi biliyor belki de

Sıkılmaktan sıkılıyorlar orada işte
Her şey aramızda olup bitiyor işte.



*



BEKLEYİŞ

                                                        ''Ona dil verildi, şu yalan yani
                                                        Ona et verildi, toz olan...''


‘Bugün uzaktan, seni geçip giderken gördüm ve bir buzulun parıltılı yüzeyi sessizce denize kayıp gitti. Cumberlands’de antik bir meşe ağacı bir avuç dolusu yaprağıyla yere kapaklandı ve tavuklarına mısır atmakta olan yaşlı bir kadın bir saniye yukarıya doğru baktı. Gökadanın öbür yanında güneşimizin otuz beş katı büyüklüğünde bir yıldız parladı ve yüreğimin üstü açık kubbesinde anlatacak hiç kimsesi olmadan duran gökbilimcinin retinasında küçük ve yeşil bir nokta bırakarak kayboldu.’

'Toprağa düşen kanın sesini, toprak bana getiriyor.'
Gardenyalar ve parabellumlar aydınlık saçarken, paratonerlerin Feynman gösterimleri sürüyor ve karşıdan İmparator Januskas geliyordu. Gauss’un çan eğrisi ve cenin mikrokimerizmi, ellerinde petunya, dimetil sülfoksiti döllüyor ve elektronik tortuları silip süpürüyordu...

Gluonlar ufuktan kıskançlıkla indi!.. Metaforal güç garlarda dolaşıyor, peşrevler çekerek redoks tepkimesine uyumsuzluk gösteriyordu. Opportunityler, törene katılmak için kortejin sağını izleyerek alkışlar alıyor, Nieptolemes simulagları denetim altında tutarak, Rajastan çölünün gönlünü almaya çabalıyordu.

Sirderya gülmek istedi! Çipler belleğimizi ele geçirdiğinde, biyolüminesanslar -soğuk ışıklar- defne ve çelenklerle, panspermialara yaklaşarak, denizin derisini değiştirdiler. Ve düşleyen akbabalar grubu, mavicil tüylerini kabartarak tenhalara doğru çekildiler.

Spirit titriyordu!.. Us ve düş sınırsızdı, o sırada Filyos geldim diye bağırdı. Biyolojik süreçlerin tetiklenmesi, yıldız algılayıcılarına alabildiğine bir parlaklık sağladı. Polimerler yukarı çıkarak, Sulla adına egemenlik söylevlerine başladı. Yapıtaşları alkışlandı. Antenler ve sayısız paraşüt sit alanını geçerek, Antonin’in ısı kalkanına yaklaşmasını önledi ve entegre modüller tüm güzelliğiyle, civan perçemiyle süslü gerdanlarını kaldırarak halkı kışkırttılar... Ardından papatyalar, radyoaktif plutonyum, nükleer et yığınları ve elektronik donanım sahne aldı. İbrahim Karay yıkıntılarda süngü aradı, alüminyum döneçler tahtın önüne geldi ve eğimli arazilerden uçarak yaklaşan hoplitler, görsele çıkıp boyut değiştirerek, manyetik holuz, yelek ve kalburlarını giyinerek, uyuyan melekleri uyandırdılar!..

Topolojiler grafitasyonla esti, denizler köpürdü ve navigasyon-oryantasyon çalışmalarına işaret verildi. Sütunların arasında spektrometreler hızlanarak, fungus cinsleri ve fitoplanktonlarla bir olup profillerini değiştirdiler ve Orion’da spinler yine başladı.

‘Bir gaz devinin yörüngesinde dönen Pandora isimli bir uyduda yaşayan, mavi renkli insanların ve ışıldayan canlıların, ekrandaki görüntüleri gerçekten büyüleyiciydi.’

Lektörümüz Titanius elini kaldırdı ve ışık saçılımları, ölüm akrobasilerine dönüştü. Zebra balıkları zırhları deldi ve ağaç lambaları görkünç biçimde yolları aydınlatarak, zincire bağlı Andromak'ı getirdiler. Toryum rezervleri, yeşil güneşlerin çıldırmasını sağlayarak ve su kendisini parçalayarak sarı maddelerin yükselmesini ve dillere destan tartımını başlattı.

Bildiler ki sanal ötesi evrende günahların ağırlığı değişkendi. İsraf günahtı, boş gezegenlerin varlığınca, israfkâr olan tanrımızdı ve simulaglar, kadife çiçekleri ve Maniaklar her işe karışıyordu. Tam o sırada binlerce deniz maymunu önümüze çıktı. Sesleri at sesiydi!.. Törenin sonuna doğru alg patlamalarına yetişmiş oldular, atılan konfetilere tanık oldular. Akua kültürler ve okyanus yarıkları uygarlığımızı selamladılar. Canhıraş gösteri ve tutsağın sabır çiçeklerini usandıran azabı, güneşin batımına doğru bitti!..

Rossby rüzgarları yeniden esti. Coriolis etkisi, kendini yeniden gösterdi ve olup bitenler radyo dalgalarınca tüm evrene iletildi. Bahar yine geldi, dört bir yanda sümbüller açtı, çığlıklar arttı ve doyumsuz yamaçlar tavus renklerini yine giyindi.

Halktan biri olan Akhalı’nın ölümü, pleplere göre hafif bir yenilgiydi!..



*


YAZACAK DEĞERDE BİR ŞEY YOK!

Yıllar önce bir arkadaş, edebiyat adına yazacak bir konu yok derdi, ona göre dünyada yazılabilecek her konu ele alınmıştı, sonraları bunun pek anlamsız bir yaklaşım olduğunu öğrenecektim, dünyada o kadar çok konu var ki yazmaya kalksak ölümsüz olmamız gerekir.

III. Ahmet vakanüvise bugün ne yazdın demiş, vakanüvis yazacak bir şey bulamadım deyince, mızrakla dürterek
yaralamış ve bunu yaz demiş, o sıralar 16. Lui ise anı defterine, yazacak değerde bir şey yok notunu düşmüş ama ertesi gün 14 Temmuz'muş, yani Fransız Devrimi olmuş, iki pederşahide gaflet içinde olabilir ama, doğulu olanın vakanüvisi var, batılı olanında vardır belki ama kendisinin bir anı defteri mevcut, fark şaşırtıcı olsa da, olmasa da yalnızca bu!..

Eğer III. Ahmet in kendine has bir anı defteri olsaydı, adı gibi Üçüncü olarak bir sıralamanın neferi olmaz, bugün herkesin merak ve saygıyla okuduğu gerçek bir edebi kişilik sayılabilirdi. Cem Sultan, Kanuni şiir gibi, rezil ve vezir olma tehlikesini rakipsiz biçimde içinde barındıran tek bir edebi alana yönelmeyip, tarihçi ya da saçma bile olsa bir şeyler karalama yoluna girselerdi, belki Montaigne veya Gongora ya da Moliere bizim padişahlardan birinin adını taşıyabilirdi!..

Batıda bu var mı bilinmez ama, onlar sanatı ve sanatçıyı öyle koruyor ki Medici ailesi diye bir şey var, bizde aile var mı, onu bile bilen yok, örneğin büyük babanın, babasının adını bilen babayiğit var mı, belgeli olacak ama, Murat Belge nin dediği gibi, tarih belgeyle yazılmaz deyip, işin içinden çıkmayacaksınız...

Osmanlı'nın çöküşü, yalnızca kapitülasyonlar veya toprakların fiziki ve beşeri yaşlanmasından kaynaklanmıyor, toplumu dinamik ve diri tutacak, kültürel ve sosyal olguların atıl ve batıl hale gelmesi veya bu konuların atığa dönüşür olmasından kaynaklanıyor, yazmayan, düşünmeyen, resim, heykel ve müziğe ilgi duymayan, bir felsefesi olmayan, yapıt yakan, kıran, sanatı durağan, sosyal yaşamı yasaklar ve sınırlamalarla sürüp giden topluluklar zamanla aksamaya başlar ve Lumiere kardeşlerin filminde olduğu gibi, perdedeki lokomotifin üstüne geldiği zannıyla kaçışır!..

Çağının gerisine düşmek işte budur, bilinmeyenler çoğaldıkça toplum arka sıralarda uyuklamaya başlar... Onun için yasaklarla bir toplumu yönetmeye kalktığınız zaman ya da tek tip, alternatifden uzak yaşamlara daldığınız zaman, çınar gibi içten çürümeye başlarsınız ve yıkılacağınıza dair dışardan hiç bir emarede görülmez, ta ki yeri göğü inleten bir gürültüyle devrildiğiniz ana kadar!..

Batıda yaşam daha özgürlükçü olduğu için toplum birbiriyle kutuplaşarak zaman kaybetmiyor, bizde her gelen geçenin yaptığını bozuyor, her geçende gelene bir şey bırakmıyor ki tekrar kendisi gelebilsin, bunun adı mazohizm ve senin acılarından ben zevk alıyorum, sıra bana geliyor ve bu kez sen zevk alıyorsun ve yıllar böylece geçip gidiyor ve korkulu rüya görmeye alışan toplum sanıyor ki yalnızca korkulu rüya vardır!..

Toplum ve insan alışkanlıklarının esiri olabilen bir can / töz taşıyor ne yazık ki... Bu bakımdan yazmak, üretmek toplumsal belleğin çeşitliliği ve enginliği toplumu ayakta tutar ve sürekli bir gençlik ruhunun aşılanmasını sağlar, her yerde her zaman devinim coşku yaratır ve bir yaşam sevinci üreterek, hoşgörünün, ilimin ve bilimin temelleri üzerinde yükselmesini sağlar...

Ne yazacağım korkusu, az gelişmişlikle doğru orantılı bir tutum, çağımızda bir roman yazmak için bir duyum bile yeterlidir, Tarkovski filmleriyle dinlenen adam demek, kimileri için beklenmedik bir açılım ve ufuk ardılı dünyalara giriş sayılabilir, Salah Birsel'in 'Orijinal adam kendini yedi' gibi postmodern denemelere yol açacak bir aforizması bile esin kaynağı olabilecek mercan balıklarından biridir belki de, sanat bize başlangıçta saçma gelecek öngörü ve çoğalımların aynasıdır, telefon için abd nin başkanı ilginç ama yan odadaki insanla, neden böyle konuşayım demişti!..

İşin esprili yanı Borges gibi roman yazmaya, bu kadar zahmete ne gerek var diyenlerde çıkabilir, ama sanat elektrik prizine parmağımızı sokmak kadar sarsıcıdır ve öncüler bataklığa at sürmekten çekinmezler!..


*


MUHAFAZAKÂR SANAT OLUR MU


Muhafazakâr sanat olur mu?.. Doğuda, muhafazakâr sanatın temsilcisi, söz alır; muhafazakâr sanat olmaz!.. Belirtelim ki, muhafazakâr sanat olur!.. (Sanatın felsefesiyle hükümran Gazali’nin, her şey Allah’tandır, kaderde yazılıdır, düşünce gereksizdir diye nitelenebilecek mottosu, çoğunluk İslam bilginlerince İslam’ın batı karşısında geri kalışına kaynaklık ettiği konusunda ortak yargıya vardıkları bir argümandır. Gazali kötü sonuçlar doğursun diye değil, bir estet amacıyla ileri sürmüş olabilir, ama sonuçta muhafazakâr anlayışa yol açan ya da açacak hiçbir diskur ben muhafazakârım demez ki! Sanat ilericidir mottosu da gereksizdir bu yüzden.)

Ars longa vita brevis, yani sanat uzun hayat kısa, sanat sonsuzdur, bu nedenle, tutucu, deli, us dolu, beş artı beş, boş, her tür sanat olasıdır, beğeni düzeyleri, soyutlama standartları, yürürlükteki, o sanatın yeryüzündeki (cihanî) konumunu belirler o kadar!..

Sonra sanat o kadar muhafazakârdır ki doğuda, salt yapıtı, ürünü muhafazakâr mı, değil mi diye bağdaşıklık ararlar! Oysa öncelikle ölçüler, belirleyiciler, kriter odakları ve hatta tüm sanat düzenlemesi içindeki kanatlı-kanatsız kuşlar bile muhafazakâr olabilir ki çağdaş, modern, statik, skolastik ayrımının veya Afganistan’ın resimde sınıf atlayamayışının nedeni budur!..

Doğu henüz Marki de Sade’a izin vermedi, Sodom’u yoktur, dolaşımda değildir, neden; ahlak (etik) sorunsalı vardır, peki araştırmalara göz atın, konuya ilişkin oranlamalara bakın, karşı cinse şiddet, yaşam güvencesi gibi mesellere bakın! Batıyı kim bilir kaça katlar, çünkü sanır ki, yasakla, muhafazakârlığa indirgenmiş sanatla toplum düzelecek… Oysa tam tersi, gerçeklerle ne kadar geç yüzleşirseniz, o denli yara-bere oluşur, ayrıca bu durum, sanatta bir iç sansüre yol açar ki, sanat-sanatçı kendi kendisinin celladı konumuna sürüklenir, ayrımında olmadan… Muhafazakârlık açıkça görünmez, hiçbir şey açıkça görünmez toplumsal yaşamda, yaşam biçimleri ve sonuçlarıyla ortaya çıkar ve ancak algılayabiliriz bu görüngüyü...

Sözel ya da eylemsel deyişlerle tavır alarak, muhafazakâr sanat olamaz demek o kadar kolay ve inandırıcı gelir ki kişioğluna, somutun bile bir tür soyutlama olduğunu unuturuz, oysa resimlerimize bir bakın, Rönesans çağının sanatsal değişkenliği, halihazırda biz de var mı, ucube diye nitelediğimiz heykelin yıkımı, binlerce tutucu anlak (zihin) yaratabilir, artık iç dünyalardaki sanat anlayışı ister istemez (az ya da çok) bu tür gelişmelerle biçimlenecektir. Sanatla iç içe olmak kaçınılmazlıkla, tutuculuğu ortadan kaldıracaktır ha!

Sinemamıza göz atalım, muhafazakâr İran’ın ele aldığı konuların düzeyine ulaşabildik mi!.. Yol göstericimiz hala Hollywood bizim, müziğimizin evrensel skalası nerede durmaktadır düşündük mü, tiyatronuz; komedinin iktidarların en büyük düşmanıdır safsatasıyla iş gören işbirlikçilerle dolu… Heykel, mimari, çadır dimensiyonunu aşmaya çabaladığımızı görmek için, sanattan anlamaya bile gerek duymayabilirsiniz artık!.. Yazık ki bu konuda bir Avrupa ülkesi görmemiz yeterli, dünyanın kaç bucak olduğunu anlamamız için!..

Sonuç; muhafazakâr sanat olmaz demek, bilisizliğimizin, tutuculuğumuzun üzerinde, yalan rüzgarıyla kanat açıp, yelkenle yükselerek, eşik atlamaya benziyor!..

Muhafazakâr sanat mı olur… Gerçekte top yekun muhafazakâr olabileceğimizi göremeyen; parçalı bir algıyla, gerçeği peçenin ardına gizleyip ve tam bir soyutlamayla aslında sanatın evrensel anlamda muhafazakâr olamayacağını demek istiyor ama, pratikte bunun böyle olmayabileceğini anlamak istemiyor, çünkü aksi zülfü yare dokunuyor. Yanlışların üzerinde yükselen doğrular! Kendi lambasının gölgesinde devleşen ‘Alaattin çalımı.’ İşte bu anlayış mı muhafazakâr olmayacak… Ey Musalar, bizi daha beterinden koru!..

Unutmayalım ki, muhafazakâr sanmadığımız sanatçımızda muhafazakârdır aslında, çünkü sanatın boyutlarını, o ülkenin zaman ve zemin perspektifi belirler, tıpkı tren gelecek, şehre üç günde değil üç saatte gideceksiniz artık dediğiniz köylünün, istemeyiz kalan zamanda ne yapacağız biz demesi gibi!.. Sanatımız gizemli bir karanlıkla iç içe, ayrımında olmaksızın ve de duraksayarak ilerler, bu kusurumuzmuş değilmiş önemi yok, sanatımız tutucu kulaçların köreltisinde, dünya ile baş etmek konusunda, hep gelecek Godot’yu, diyesim treni bekleyecektir artık, tren gelir elbette ama başkası da artık göklerde uçuyordur!..

Ülkemizde bunlara benzer pek çok durum vardır, örneğin biricik eleştirmenimiz, Mekke’den Medine’ye, Toronto’dan Dakka’ya resim, roman, şiir, şehir tüm konularda bilirkişi olarak boy gösteriyordur, peygamber bile resullüğünün tadına bu denli varamamışken Kenan illerinde, değişmez eleştirmenimiz, ürünleri incelemeye, yargı vermeye, 'Agoraya sürmeye' dur duraksız hazırdır. Yanında bir gölge gibi, mahalli ağızla hitap etmeyi sadakatten sayan, el etek kübralığına hazır, şükürdan bir Pancho’suda vardır!

Bu kimin kusurudur ya da kusur mudur, önemi yoktur, doğu öncelikle tutucudur. Ruhunda değişimin naturası bulunmaz, suyu avucuyla içmekten, saydam camlara evrilmesi yüzyıllar alır, mekruhtur, günahtır, bir kınkanat konmuştur! Olmadı, gelenek duygusu uyanır, yer sofrasına özenir, Ferududdin Attar’ın ruhuna rahmet okunur!..

Doğuda eleştirmenler, değişmez vesikalıklarıyla boy gösterir, Tarlabaşı sakalıyla artık yarım asır bile yaşamayan çınarlara nazire yapar, hükümranlık ederler. Bir benzeri, dükalıktan uzaklaşır, oyuna Smyrna’dan katılır ve bazen bir tansıkla, aynı ‘At’a oy atarlar!.. İzmirli şövalyenin, adındaki gizemli H'nin, 'tutuculuk izlenimi bırakacak!' Halil ( rabbin dostu!) olduğunu vefatından sonra öğrenirsiniz. Doğu gizemlidir, bilinmezliklerle doludur; arı sokmaz, sinek bal yapar, köpek miyavlar! Ama pir-ü melalimiz budur. Doğu açıkçası tutucudur, öyle ki, tutucu sanatçısı ortaya çıkıp, bu durumu açıkça ileri sürmesi, görüşler eklemesi gerektiği yerde ‘Muhafazakâr sanat olmaz’ diyecek denli tutucudur doğu!..

Oysa her tür sanat olasıdır ve teknik, bilim her tür gelişim, paralellik gösteremiyorsa, sanatta tutucu olmak istemese dahi, eşdeğerlerinden, komşularından geride kalır. Herşey birbirini tümeller, her düşünce, her eylem, bir önceki düşüncenin, eylemin varyasyonu, türevidir. Örneğin, teknik ve bilim sanatınıza katkıda bulunacak, belirleyecek estet ve modernliğini biçimlendirecektir, biri olmazsa öteki de aksayacak, boyunuzun ölçüsüde tüm bunlara göre verilecektir.

Salt muhafazakâr sanatla yetinsek şükür!.. Ama hepimiz, şikir, şikr, şirk koşacak kadar, maziye doğru koşan ‘Âti’yizdir!..




*




FLYNN EROL


Zeytinburnu’nda, kamuya ait bir işyerinde, insanların pabuçlarını boyuyordu. Yaşı belirsizdi. Bunun nedeni, aşırı zayıf, sırım gibi diyebileceğimiz, yarıkara bir adam olmasıydı. Dikkatle bakınca yaşı ilerliyor, öylesine bakınca küçük, çelimsiz bir çocuğa dönüşüyordu.

Binanın içinde Furkan diye bir arkadaşım vardı, yalnızca ona uğrardım, zemine yönelen, daracık merdivenleri inip, geniş boşluğa çıkacakken, merdivenin altında, Binbir Gece Masalları’nın sahne aldığı, viraniyer, loş bir çayhane vardı. Küçük pencereden sızan ışık yeterli olmadığı için, kör bir lamba sürekli yanardı. Gülüşmelerin eksik olmadığı anıştırmalar, kırık dökük söyleşiler yapılırdı orada…

Erol oracıkta, çayhaneye kıvrılan aralıkla, koridora çıkış noktasındaki eğreti boşlukta beklerdi. Ayakkabımı boyattığım olurdu. Ücreti de ne verirsen oydu!.. Normalin üstüne çıkmaktansa, sık sık boyatma alışkanlığını edinmiştim. Aramız iyiydi. Bir gün kaç çocuğun var dedim. Üç dedi. Biri sahil yolunda karşıya geçerken, biri askerliğini yaparken, diğeri de alkolden öldü!.. Olmadı diyecektim ki; sözüm yarım kaldı, başını eğerek, çalışmasam olmaz, evde ne pişecek dedi!..

Günün birinde, şimdi Hades’te yaşayan çocuklarının annesi gelmiş zemin kata… Mars ufuğuna bakar gibi baktım kadına, dev gibi bir insan, roman diyebileceğimiz türden, bir film karesi gibi geçip gitti gözlerimin önünden…

Aradan bir süre geçti, öğle üzerleri, gerçekte Leviathan’a ait bu binanın yemekhanesine gelen, bayramda, seyranda küçük bağışların verildiği, devlet dersinden sınıfta kalmış, bir gecekonduda yaşadığı söylenen adam gözden yitiverdi… Gelip geçerken umarsızca sordum; Öldü!.. Aldığım yanıt oldu.

Olaylar hızlanıyor!.. Bir süre sonra, eşinin yaşama karşı onurunu koruyabilen tek güzelliğinin; birinin alındığını, bunun çözüm olmadığını, acılar, pembe gözlü soluk torbalarına sıçrayınca, Erol’unu izleyerek, aynı yere götürüldüğünü duydum.

Kimdiler?.. Kardeşleri var mıydı, arayan soran olur muydu bilemiyorum!..

Yaşamda bir köle kadar yüzü gülmeyen, eldiveniyle boya yaptığı için ‘İşsizm’ taallukatının ‘Flynn Erol’ dediği, kırmızı sakallı Adem Baba’mızın, bu dünyadaki rolü böyle bitti...
Avatar sahnesinden böyle çekildi!..




*



MESEL


Küçük Meryem rüyasında İsa'yı  görüyor.
Mesih bir çeşmenin başında durmuş, Meryem'se testisine su dolduruyor. Testi dolduğunda, İsa, Meryem'den testisini istiyor...
Meryem şaşkınlıkla bakıyor ve İsa; 'Susadım' diyor.
Çaresiz veriyor.  Mesih testiyi ağzına götürürken, içinden çayırların arasına dökülen bir çeşmenin şırıltısı geliyor ve suyun başında, dünyanın en güzel kuşlarının ötüşü duyuluyor...

Küçük Meryem, İsa Mesih sudan içerse çeşmenin suyu bitecek, kuşların da sesi kesilecek korkusuna kapılıyor ve birden rüyasında O'na, 'İçme' diye bağırıyor... Ama o kadar bağırıyor ki, yazık ki kendi sesine uyanmak zorunda kalıyor!..

Kenan ilinde, neden her güzellik yarım kalır diye insanlar birbirine sorduğunda; bu mesel anlatılırmış...



*



YOĞUM

Parabenler, fitalatlar, sulfatlar yola çıktığında, östrojen reseptörlerini denetliyorduk. Metabolitler, sürfaktranlar, titanyum dioksitler yardımcıydı. Formenler vardı. Bozon spin atıyor, Hubble parametresinin ölçerlerini gözlemliyorduk. Dietil fitalat geldi dediler. Leptonlar foton çağını başlatsın dedik.
Kserografi azgınlaştı ve Planck zamanına doğru uzaklaştık. Elektronik saçılım devreleri kişniyordu. Wien yasasını devreye soktuk. Yıldızsılar parıldıyor ve epidermiyoloji altın çağına yaklaşıyordu. Melanopsinin yine de bekleneni veremediğini ileri sürdüler, sirkadiyen ritmi bozuktu. Modern Prometheus araya girdi. Gigaelektronvolt düzeldi, gluon ve bozonlar verimini artırdı, algıçlar gemi azıya aldı ve o yıl tau nötrinosu bire bin verdi. Bu ilk kez oluyordu. Yer çekimi retoriğine alışan tüm varlıklar mutluydu. Taykonotlar gülüyor, kozmopolitizm tüm evrene yayılıyordu.
Doğumlar artınca kolektor tabakası bulutlandı ve irem bağlarıyla utkunun ayağımıza kadar geldiğini gördük. Rutherford bazına göre, lityum-iyon karışımları tam dört yüze katlandı. Ateş karıncaları titanik evrenini yutuyor, fermiyonlar, Quasimodo sinekleri ve parazitoitler kurt deliklerinde saklanan tüm varlıkların önünü kesiyordu, ta ki ipliksiler vonoz balıklarına dönüşene dek! Anavaşi, katavaşi diye bağırana dek!..

Zodiyak tümelleri tüm bu zahmetlere ne uğruna katlandı dersiniz?..
Beş sigmalık sapmanın önüne geçebilirsek, anne karnında büyüyen bebeğim pentürist olacak!..



*


AFORİZMALAR


II

1) Hiçbir zaman ilerlemeyiz, örneğin batıya doğru herhangi bir noktadan koşmaya başlayan biri, belli bir süre sonra aynı noktaya gelecektir. Bu değil ileri gitmeyi gerçekte geriye doğru koştuğumuzu gösterir!..

2) Düşüncelerinizi değiştirmekten çekinmeyiniz. İnsanın dışında düşüncesini değiştiren bir canlı yoktur.

3) Düşünceler ayırır, sevgi birleştirir. Gerçekte her düşünce, ötekinin türevidir. Sen bensin, ben senim. Sevgiyi esirgemeyelim.

4)Kedi matematiktir.

5) Denizin derisini değiştirdiler.


6)''Ne okuyorsunuz efendim?
Klişeler, klişeler, klişeler...''

7) Doğa çiçek açar, insan ölümsever!

8) Aşk, soyut bir şey, ama biz onu somut bir şeymiş gibi ararız!..

9) Kurt aya ulurken, çoban düşler görür.

10) Gerçeklik, en yalın sözdür.

11) Yalnızca dil evcilleşemez.

12) Şair denilmez kimseye, çünkü şiir olanaksızdır.
Ve hep bir sonrasını düşler.
13) İnsanın insanı koruduğu bir dünya, özgür olamaz.

14)Sanat karın doyurur mu diye soruyor? Sanat beyin (kafa) doyurur!
Karın doyurmak canlılara özgü bir içgüdüdür.
Beyin (kafa) doyurmak insanlara!..



*




PRİAMOSOĞLU HEKTOR'UN ÖLÜMÜ

Ayağı tez Akhilleus, mızrağını yüreğime sapladığında
-bir sevda öldürümü-

Rüzgâr, hafifçe esiyordu
ve Manet rengi kırmızı bir kan yayıldıydı göğsümde,
sıcak.

Zakkumların oraya doğru koştum,
-anımsıyorum-
kumsala
gölgeler vardı orda
ve kırmızı zehir gibi çiçekler
ağaçlarda...

Uzandım güneşli gökyüzüne doğru
iyileşecektim
saatlerce gözümü ayırmadım
bakıp durdum
yukarıda
solgun kırlangıç yıldızlarına! ..

Tüm atlıların sesini duyabilirdim o an:
Akhalardan yaklaşan
tüm atlıları!
ve bu öğle vakti
sağda ova
bir Ağustos böceği sessizliği
-ne garip-
öyle bir sessizlik vardı işte

Üzünçlü gibi geldi bana herşey o an
geniş, mavi, bulutsuz bir gök
yalnız gibiydi

Re teline dokunduğum bir mandolinin
pencerede sesini dinler
bir kız gibiydi
içli, beklentili...

Kızoğlankızlığı havanın
arı ve sıcak oluşu işte böyle
-pamuk gibi-
yüreğimin gözyaşlarını unutturdu bana

Mutlanlıydım doğrusu
ağaçların dibinde
usun kökleriyle yıkanmak
yalnız başına
ve göğsümde saplı bir mızrak yorgunluğu
ve senin sonsuzluğun o an ki...

Erinçsiz ölebilirdim artık,
şaşılası şeydi
dağ bayır dolaşmadan
yaşamak varken
hiç bir şeye kavuşamadan yani
kapanan gözlerimle

Neden böyle düşündüğümü
çok iyi anladım sonra
-özenle koruduğum-

sırf seni düşünmek;
kavuşmanin en gelişmiş biçimiydi
aslında

ve göğün bunaltısında
ak güvercinlerin kanat sesi
ve bir sevda şarkısıyla artık
-ölü-
yükseliyordum...



*



REBETİKO


I
Döneceğim bir yer yok
Yatacağım bir yatak yok
Ne anlatayım ki sana
Hüznün annesi Yunanistan
Kemanla santurla
Şeytanlar bile oynar...


Bir mayıs günü
Yürüyecek ne yolum
Ne mahallem var
Bana büyük yalanları
İlk sütünle söyledin
Sen eski süslerini satıyorsun
Yunanistan ana...


İncil kadar değerli gözlerinde
Yemin ettim
Bana verdiğin bıçak yarasına
Yemin ettim
Cehennemin derinliklerinde zinciri kır!
Eğer beni yanına çekersen
Kutsanmış ol...


Yanıyorum yanıyorum beni ateşe at!
Boğuluyorum boğuluyorum
Beni derin denizlere bırak...


II
İnsan doğduğu vakit bir dertle doğar
Savaş şiddetlendiği zaman
Kan ölçülemez olur


Yaşamda yol aldığın sürece
Gözlerini sabah akşam açık tut
Çünkü her zaman üzerine bir ağ serilir
Bu ağın damgasız kitapta
Yazılmış adları vardır





III
Dört kılıcım olsa bir de ateş ve mum
Seni de beni de terkeder
Bu ateş dolu dünya!..


İlk yılan, ilk yalandı!
Çok sefalet, çok soğuk vardı Yanni
Melekler çiftetelli oynasın
Al beni, al beni, al beni!..


Savunmanın şapkası Venizelos'u getirdi!
Kralı kovdular!..
Ah! baban öldürecek seni
Yorgo'nun arşesi soluğunu kesecek
Göz kırpacak Toma'nın yayı
Gel de gör, göklere dek
Ateş saçan kılıçları!..


IV
Bu gece Toma'nın yanına gel
Sana bağlama çalayım.
Melekler dans etsin
Şeytanlar oynasın
Kemanımın hoşuna gitsin!..


Çocuğu Efterpi'ye bıraktım
Annem Yunanistan!
Sense Marika!
Yorgi'yi sana yollamışlar...


V
Benimle gel Adriana!
Korkuyorum!..
Neden korkuyorsun?
Kaderimden!..
Kaderin benim Adriana!
Çok uzaklara gideceğiz...


Bir zamanlar, bir şehir varmış
Adı Smyrna!..
Kraliçesi Adriana
Prensesi Marika'ymış!..


'İzmir'in kavakları
Dökülür yaprakları
Bize de derler Rebeto
Yar fidan boylum...'


Efsunlar, sihirbazlıklar bitti Marika
Pire'de bir gemide çalışacağım...


VI
Bir bir daha iki eder
Mihal'e bir güle güle yeter!


Mihail'in soluk kafası
Çekmeceye at sakladı!


Amfibi'de bir akşam üstü
Mihail faka bastı


Truba'da akşam geçerken
Atmışlar onu köprüden!


Nice kalp ağlamış anneciğim!..
Yordanis'le, bir ben vardım cenazede...


VII
Yorgi
Yedi kilitli kitap!
Panayi
Ne anlatayım ki dost!


Anla işte, sevgili Rosa
Dört kılıcım olsa
Bir de ateş ve mum
Seni de, beni de terkeder
Bu ateş dolu dünya!..


VIII
Georgakis çaldığında, saçını başını yolardın
Marika'nın tamburuyla, baştan çıkardın!

Rebetiste kalmadı artık
Herkes hafif müzik istiyor!..


Çok kişi aşık olurdu Roza'ya
Çok kişi yandı onun için!..


Yanıyorum, yanıyorum beni ateşe at
Boğuluyorum, boğuluyorum
Beni derin denizlere bırak!..


IX
O kadar ezildik, o kadar çalıştık
O kadar uğraştık anneciğim
Çok kan, çok kan,
Her şey de yalan!..


İnsan doğduğu vakit, bir dertle doğar
Savaş şiddetlendiği zaman
Kan ölçülemez olur!..


Yanıyorum, yanıyorum beni ateşe at
Boğuluyorum, boğuluyorum
Beni derin denizlere bırak...


X
Ototi
Ototi
Ototi
Neden gerekti bu!


Opa
Opa
Opa
Etrafına bakıp sus!..


*


HALKİDİKYA ŞARKISI

Bir gün geleceksin
böyle mavilikler içinde
güneş sularda erinip duracaktı.
Ağlayacağım
hep bir geçmişi yaşadım
burada
denizin derinliklerinde.

Halkidikya nerede
İyonya’da geçti mi hiç günlerin
artık sormayacaksın bana.
Ağlayacağım bir kez daha
şurada
yosunların dibinde
yan yana, koyun koyuna.

Yaşlı Diyonizos gelip çalacak kapımı
-bir sevda elçisiydi-
iyi zamanlarda.
Ama ben çıkmayacağım kulübemden
ıraklardan gelen o kırmızı balıklar
girene dek cennet bahçeye
ağzımı bıçak açmayacak.

Rüzgârlar uğuldayıp,
denizin sesi, gürlese de göğsümde
dalgalar okşayıp, yalasa da saçımı
gitmeyeceğim artık
ilk hayatlardaki ışığın peşinden.

Umarsız
köpükler içindeki
cansız başımı
vurup dursa da su perileri
denizdeki şu kabrime
son dileğimdir;
Seni ağzından öpmek isteyeceğim
-son kez-
ve artık hep uyuyacağım
sonsuza dek,
gülümser
aydınlık içinde olacağım…



*



DÜŞ

Pencerem,
önünde kedi

Dışarda müjdeli
bembeyaz bir kar yağıyor

Ve ben seni seviyorum!..


Kimbilir ilk önce,
hangi şair
hangi tarihte;

Pencerem,
önünde kedi

Dışarda müjdeli
bembeyaz bir kar yağıyor

Ve ben seni seviyorum
dedi...




*




HERAKLES'İN AĞLAYIŞI

Arian'da gelmedi
aşağıda sümbüllerin olduğu yerde özlence yatar
buz gibi eserdi rüzgâr bayırda.
Renkli geyikler tırmanırdı göğe çatal boynuzlarıyla
ak bulutlar arayıp dururdu, düşler ülkesini...

Zehirli çiçeklerle doludur dünya
altın rengindeydi sular ama
çığlıklarla geçerdi aralarından Ferhat!
soluksuz ve nar çiçeği göğsüyle
uzak bir doğuda...
-kahredip gitti Marat!-

Uzun güneşler batardı orda,
-durmaksızın-
aldatan ve batan uzun güneşler
ve solup giderdi büyük arayış.

Saydam sunaklardaymış barışın senfonisi
öte gezegenlerdeymiş şol cennet dünya

Ama gene de düşerdi tozlu yollara
sevinin dağlıları
süsenli Nereidler
-yılgınlık yoktu-
Düşerdi tek başına 'asasız Odysseus'
büyük sabrıyla
ak alnında kara yazısı
uzakta Lesbos adası parıldasa da! ..

Tenyalar, tirişinler dolardı inanına en güzelimizin
her biri Yunus'tu ki
ufuklarında çıyan
ağular Abydos'ta
bıkmadan Lethe'yi aradılar.

Ve eridi giderek Pan'ın flüt sesinde çağıldayan sesleri
öldü sevileri
tenleri
yürekleri
yitip gitti İkarus'lar
sağır uçurumlarda
kül olup gitti hep Zümrüd-ü Anka...

Ülküsüzdü şafak kuşları orda
kanat çırpmazlardı
asmalarda yalan çiçeği
uyuşurdu salyalı salyangozlar

Bir yurtluk ki;
kırmızı tavuslar öterdi durmadan
kırmızı sesler, kırmızı horozlar
tümü çok uzaklarda...

Ve artık
çıkagelirdi ormanlar içinden bir zalim çocuk
radyo getirirdi kucağında
sorardı peltek diliyle amansız:
Nerede düşler ülkesi anne?
Hani nerede?

Metal aynaysa
-Maçetaları çalardı!-
çalardı gök bir ayışığında
kara bir Gabriel Garcia Marquez'i
Kan sızardı durmadan '..tiago Nasar'lardan
yürekleri apaksa da
Kuzeydi Amerika!
'Çanteist kiliseler genositli sayrıdır'

Ve konçitalar, diz kırarak sorardı yeni urbalılara
Hani 'Yürüyen Ayı' nerede?
Nerede Mohikanlar?
Nereye gitti onlar?
Hani nerdeler şimdi? ..

...Baybars askeri mi çiğnedi
Hani Kanula şehri?..

Ve derdi ki:
Meme versek bir öküze
dirilir mi artık güneşin çocukları
dirilir mi Amon-Ra
dokununca toz olurdu mermer kolları...

Yüzyılın çocukları:
kül oldu Guernica!
-Heinkeller görünmez-
Tepelerin demir kuşu
o görkül cadı
köy üstünde bir karış yerden uçardı!..

Eyy erenler, erendizler, ermişler:
Götürün!
kartalların tünediği kayalara gömün beni
-ışık görsün gömütüm!-
uzaktaymış güneş ülkesi
uzaktaymış ütopyalar
Campanella!..

Götürün!
'iri gözlerimde keder kılıcımda hüzün'
Nedensiz cesetimle yatarım orda
Kaplansız
Novasız
Sevisiz!..
Uyur kartallı kulede
Uyur yılanlı burçta
kendini
uyur.
Uyur sonsuzluğunu...

Arian'da gelmedi!
seviyi öldürmüşler
öldürmüşler seviyi diyordu.

Ve bir zamanlar İda'da yaşayan
Mavi atlaslı Herakles:
Şimdi Bergama'da bir lâhitin içine sığmış
-ruhu uçmuş-
Hades'e iniyor
delik deşik tahnitli ölüye ışık sızmış
sessizce
ağlıyordu.




*




KSANTHOS KORULUĞUNA AĞIT

Defnelerin olduğu yerde, yaşam bitmişti artık,
sonsuz bir ölü doğa uzanırdı kırda.

Eller üzerinde yükselen koruluğu,
yakmıştı gizil bir güç, yoketmişti sanki.

Dut ağaçlarda uçan kelebek, nasıl da salınırdı yelde...

Yağan kar bile, usul usul üşütürdü böcekleri,
usul usul üşürdüler toprağın altında

Döl yatağı gibiydi ırmak, Zuhal Yıldızı gibi yağardı kar!..
Lâgünler, meşeler, ardıçlar;
tavşanlara, arılara, avcılara
-Paydos demişlerdi!-

Ama çok ağlandı, Sapho kız, çok ağlandı!..

Kimbilir bir zamanlar burada,
kimbilir kaç kişi birbirini sevmiş
sevişmişlerdi...



*



JORGE LUİS BORGES

*

ELHAMRA

Hoşnutluk veren suyun şırıltısı ki
Kimi kumları kararmış bunalmış gibi.
Zarif bir el yol açtı ona
Özenircesine sütunlardaki oyuklara.
Şimdi su dolambaçlarla bir dantel gibi
Geçip gidiyor ıhlamurların arasında.
Onun içli bir şarkı olduğunu
Yalnızca bir sevda bir dua olduğunu
Tanrı’ya sunulduğunu, Tanrı'nın bildiğini
Yaşamın bir yasemen kokusu olduğunu.

Kıyıcı yatağanlar, umarsız mızraklar,
Sürüler, yağmacı kalabalıklar.
En iyi olmak için boşuna uğraşırlar.
Bütün bunların ayrımındadır güvensiz kral,
Tüm inceliklerin toplamı bir veda etmez,
Geçersizdir anahtarlar,
Haç ötekilerin olur ay tutulurken,
Ve öğle sıcağında konuklar yalnızca tanıktırlar.



















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder