29 Kasım 2013 Cuma

OLBRZYMYZ














Kozmik romanın içlerinden geçerken, sonsuz karanlığın Iapetus’u karşımda duruyor, Pythagoras megawatt hesapları yapıyor, homoheidelbengensis plazmada yüzüyordu!..
Preeklampski zehirlenmesiyle kıvranıyor Hypatia, gangliyon duraklarını sorgulayarak, kan içici Sekhmet’i anlamak istiyorlar.  Ekvatoral çizgiler silindi, kurbağa prens gelmiyor, random mutasyon ağları ve cinbönler güneşte ısınırken, Hekate’yi onarıyor, sevişme makinesi. Escher, Escherler'in kardeşi!..  Haiyan tayfunu sırtında, mavi türbülans gerinirken, kapsülde savruluyordu. Leiden şişeleri düşük sayıda, partenogenez –eşeysiz doğum- erteleniyor, integraller doğuşurken, paumari dili yamaçta, Quadrantidler’in evinden çıkarak, Ison yıldızı, Hurri ve Luvileri uğurluyordu. Waldeyer halkası soluk borularından geçip, agoranın ortasına kadar geldi... Uzaklarda Doppler kaymasını gözlüyor, genom dizimleri ve Denisovan’ın sevgisine sarılıyordu Aldairliler!.. Feldspat çağları ve sima insanları konuk gelecek, lenfoma ve Fantoma anıtlarını süsleyin, Isfahanlı ve Derrida’yı çağırın. Druidleri salın Utarit’e, blokajlar ve Fordlandia plantasyonuna göz atsınlar. Gösterin, kim payanda oluyor bu yaşlı gezegene, kim?.. Amuriler ve osilatörler anılarımız bizim!.. Heptakometler ve hiperbolik ağlar ulu kanatlarımız.  Biliyor musunuz, Ebers papirüsü denizlerde yuvalandı, tarpon balığını geride bırakmış geçen gün, Lovejoy kuyruklusundan iyi koşuyor.  Berenice’le kol kola Nahl suresi!.. Ruh ikizim diye beni yanından ayırmıyor. Peteğin geometrisi, yüreğin aritmetiğini geçmek üzere ve Tetis denizi tümüyle sanal.  Kapaisin ve jüpon, fermiyon ve bozon gölgelere dönüştü...  Tripofobiden kaçan mizantroplar, Rinjani-İshak kuşuna yakalandılar.  Atalarımız siyah arılar, hınçla kutluyor yer insanlarını!.. Balıkçıllar kuyruklarını sallayarak darmaduman olmuşlar. Ufuklar ötüşerek, ateş sarısıyla tutuşuyor ve karanlık yavaşça bastırıyor. Yamaçlardan sessizce yitiyor yaşlı gezegenimiz, yükselen ayetlerle Gunnes doğuyor ve işte birden beliriyor Olbrzymyz!..
(09.01.14)




*
 
 
 
 
VİRÜS

Sinüs bahçelerinde geçirdiğimiz günler
Elektromanyetik ray topları

Ve orada
Güz sonunun rengârenk yağmurları.

Savoke Company cadıları
Origami robotlar....

Ve sonsuz Heartbleed çağları
Kendibeslek Başak yıldızı
Lorentz gücü
Ve Gökkuşağı Savaşçıları

Konvansiyonel akımlar yurdu
Klunder ve Velocitas eradico.

Ve Mesih'in çocuklarına
Hızlıyım kaç uyarıları.

Onu aradım, neredesin baba dedim,
uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan
başka bir şey göremedim yalvarışları...

Işık savaşları
Jack'ın manyetik rezonansı.

Gün boyunca ekranda göründüğümüz gün!
Kulakları sağır eden gümbürtü

Frekanslar ve boyutlar
Lenf hacimleri.

Ve oralarda
Usların dışında
Yükselen faz diyagramları.

Ve bizden sonrakilerin eyer ve derisi!..

Ve uzaklarda ışıldayıp duran
Sonsuzluk ve gölgesi.

Tanrının tahtı ve ötesi!
Genetik kombinasyonlar
Risperidone fetişi
Ve cuvier gagalı balinalar.

Geo dataları
Denis Villeneuve
Urban çağları
Delirium trans

Ve maniheizmin
Yosunlu atlas halatları.

Ve yukarda
En yukarda
Bütün görkemiyle dikilen
Friedrich Barbarossa!

Ve aşağılarda Göksu deresi.

Ve tözler anlamakta zorlandığımız şeyler
Formatif tümceler söylenceler lejendler

Ve Kolombiya ve Tuncalar
Ve bourgeois downland
Ve kıyı boyunca sarin depoları
Uzay formasyonları
Ve coşkuyla koşarak yürüyenler

Ve öylesine uçuşan sinek
Ve kendi halinde yüzen destroyer
Ve uzay dolmuşları yelkenliler

Kahkahalar, çılgınca dönen balerin
Havada!

Ve ayaklar altında ve yamaçlarda
Sessizce dolaşan karınca!..
 
 
 
 
*
 
 
 
 
 
KENDİM

Sabah sokağa çıktığımda ilk gördüğüm kişi kendimdi.
Köşeyi döndüm, gene kendim.
Durağa geldiğimde gene!..
Otobüse bindim, baktım, gene kendim.
İşyerine geldim, çevremde sayısızca kendim, kendimler...

Koltuğuma oturdum, işte gene kendim.

İşlerini yapmamı isteyen, zorluklar çıkaran, kolaylıklar sunan bir sürü kendim!..
Öğle tatili; gene öyle...

Yemekte, çay molasında, işbaşında...

Bir sürü kendim.

Akşam paydosunda, dışarı adım attığımda; ilk karşıma çıkan şey, gene kendim!..

Otobüse iniş biniş, sağa sola bakış, galeriler, mağazalar,

Cetvelle, pergelle oyulmuş mağaralar, evler, alanlar hep kendimle dolu!..

Dün, bugün, yarın, sonsuzca bir kendimler çoğunluğu!..

Bıkmadan, usanmadan, sürgit kendim.

Aşağı, yukarı, önü, ardı, eni, sonu bir kendimler kalabalığı...

Birden kavradım olan biteni!..

 O gün, kendimi yok ettim...
 




 

 
KURS


 Assos’ta, tepedeki o altın tapınakta, kanatlı bir gladyatör duruyor. Altın yayını güneşe doğru tutuyor ve ucunda Merkür nişanı bulunan oku; Helios’a fırlatıyor. Lesbos adasında, sirenler çalarak, kıyıya doğru kalyonlar, filikalar, kadırgalar yaklaşıyor ve Hektor gökyüzünden ağarak; Truva savaşının başladığını haykırıyor!..

Güneşin yalazında alev alev yanan tapınak, Aşil’in topuğunu tutuşturuyor...

8 Kasım 2013 Cuma

GÖRSELLER

                                                     ''eARTh''
                               19EkimDünyaRenklereSaygıGünü


















VİTRİN

(01.10.2013)
Boğulmuşların En Yakışıklısı diye bir öyküsü varmış Marquez'in, içinden şöyle bir ima geçtiğini söylüyorlar; sahile yakın yüzenler madalyalara boğulurmuş, kıyıdan açıkta yüzenlerde denizde!.. Bilgisayar oyunlarıyla oyların alap çalap, yönelimin değiştirildiği bir 'Otopia' varmış, bir yetkili gizi şöyle açıklamış, Fahrenheit 451, Marduk, Orwell, Asimov, çağ atlamışlar ama bilincinde olmalılar!.. Düstursuz Frenk hayranlığı içinse, Baudelaire, en fahiş şair, Deleuze en büyük deli, gaddarda Guattari derlermiş. Abstrak ritüeller, erkin nağmeler!..
Sanat her zaman yalan söylemez mi, kobay sanatçı çağındayız, denek ol, misyonu yerine getir, sonra sil. Büyük grado! Ama hız ihaneti geride bırakır!.. Gutenberg Sendromu bekliyor dünyamızı, iletişim o denli hızla yayılıyor ki, betikler anılarda kalacak, tabletler sayısız yapıtları indirecek ve artık saman rulolarını değil, göz alabildiğine uçsuz bucaksız bir Babil Kitaplığı'nı taşıyacaksınız, hem de kendi Don Kişot’unuzu yazarak, hem de ona hükmedip, bin bir biçimde yapı-söküm yaparak!..


Geçen gün ölüme gidenlere oh çekmiş bir dize canisine, kızgın bir Asena ah çekti Eriha Kulesi'nden; Şiirsel deha, ölüme fetva vermekle olur mu, sanat ki ölümsüzlüğü aramaktır çün!.. Yaşam yaşananın ayrılmaz bir parçası değil ki, hepimiz Tuba’nın nazenin birer dalıyız, kim ki o daldan bir filiz kırar veya onun kırılmasına izin verir, kul hakkını bir daha ödeyemez. Bundandır ki ey reşit, iman tabutunun mücevheri camdandır ve kırılırsa bir daha sükut-u ummana eremez ve dahi marangozdan yalvaç olurda, mizantrop kulundan ehl-i beyt olmaz. Mekruh olan ve günaha girene bulaşmayınız, cennet bağının gülü misk gibi kokar, bülbülünün sesi, çağrı şahikasının ninnisi gibidir ama ve lakin ruh bağışlayıcıdır ey kul, yine de o gülden bir umutsuzluk ıtırı yayılsa ve bülbülde bir çerağ-ı çığlık tufanı kopsa ve naçar kılıp da kaplasaydı eğer gönül bahçesini, biz o gönlü almak için nice zamanlar çabalar ve o kulağa bihakkın musikiler yaymak için de, nice gayretler içinde olurduk. Bu reva mıdır!..

Elbette insan kere bin kere, Baba Mukaddem’in deyişiyle, ölü sözlerinden mafevkler yaratan bir candır ve elbette biliriz ki, içimizde en günahsız olan, ilk taşı atacak olandır. Ama harp yarası geçiyor da kalp yarası geçmiyor işte dostum!.. Bir günah çıkartma katedralinin içine girsek, Dillerin Kulesi gibi, format amiplerinin erkin olduğu çağlardayız desek, siy'ak delikler, tüm maddeyi içine çekip, öbür uçtan püskürterek, sürekli yeni evrenler yaratıp, sürekli eskil olanı yok etsek ve görünmeyen yansılara dualar eyleseydik, elimize ne geçerdi diyorum!.. Melekler denli duru, tan atımı denli diri ve gün batımı denli üzünçler verir miydi ruhlarımız ölmüş olana!..
Hiç diyorum gayrı sana hiç!..

Tanrımız kütle çekim, sirenler deniz ineklerimizdi şu ölümlü dünyada, hafniyum gibi kolayca eğilip bükülebiliriz, eğer güneşimiz aşırı sıcak olsaydı, bize mavi görünürdü dostlarım!.. Bir tarihte bir dilenci sadakaları bu iş için eğittiği bir kuşa toplatırmış, bilgenin biri doğum günü için davetiyeleri, bir sonraki gün göndermiş ve zamanda geriye dönüş olsaydı; davetliler gelirdi demiş! Korkup, denize saklanmışlardır belki!.. 'Ölülerinize yas tutulmasını istiyorsanız ozanlarınızı sevin' diyesiymiş Horatius!..  Öyküye öykünecektim değil mi, anlatayım... Bundan bir süre önce Haramidere’de oturur idim, bir süre sonra Çırağan’a taşındım, sonra Papazın Çayırı’nın yakınlarına taşındıysam da, şu an Atışalanı’nda, Fil Damı’nın arka sokaklarında, Gizli Bahçe Semti’nin aralarında oturuyorum... Yedikule surlarına yakın. Bulamazsanız telefon edin, olmazsa mail atın, msnden, twitten, faceden ulaşın. Burada Manol adında yaşlı bir Rum taverna şarkıları icra ediyor, bazen de rebetiko söylüyor. Geçen gün ikimiz lafa dalmışken, birden şu şiiri okumaz mı;  ‘Denize yakın mağaralarda / bir susuzluk duyarsın / bir aşk / bir coşku. / Deniz kabukları gibi sert / alır avucuna tutabilirsin. / Denize yakın mağaralarda / günlerce gözlerinin içine baktım / ne ben seni tanıdım / ne de sen beni’.
Adam pek coşkulu ama güz ortası aşkı arıyor sanırım!..

Çok yer değiştirdiğim için köksüz ve de mutsuzum ben, hem de gazaba kapılmış çöl Arapları ve bir Hint mihracesinin yanağından süzülen göz yaşları gibi... Ne ki yeni komşular, yeni tanışlar edinmek için yapay bir gülecenlik, göstermelik bir neşe ve sanal bir yücelimle tavırlar edinip, yaşayıp gittiğimde vakidir, ama kimseler bilmez!.. Yalnız yaşıyorum gerçekte, tinim yalnız, tenim yalnız, bedenim yalnız benim, çocuklar hep okulda ya da internet yurdunda, başı bağlı zevcem ise hep işde, beni ne görür, ne de duyar, duyarsız bir iman aşığı işte, ben de sürekli evdeyim, bir Asimov sevdalısı neyse oyum ve hep düşünür ve yinelerim; ‘İnsan en güzel seyahati usuyla yapar’. İri harfli kitaplar karıştırırım konsolun önünde, odamdan hiç çıkmam, çayım semaverle gelir ve eARTh’ım içimdedir. Dışa hiç kapanmadım!

Vitrin dediysem oratoryosu şu; Geçen gün gene büyük yalnızlıklarımın içinde yüzüyordum ki, kanalların birinde, ünlü bir adamın yalısını gösteriyorlardı, programın adını anımsayamıyorum, devasa salonunu gösterirken, antika, göz alıcı bir vitrin çarptı gözüme, bizim iman aşığının vitrinine baktım bende, Tv’nin hemen yanındaydı zaten, çok cılız ve zavallı kalıyordu antika vitrinin yanında... Aristophanes'le çağdaş bir komedyayı karşılaştırmak gibiydi, komplekse kapıldım evet ama, dalıp gitmişim vitrinin karmaşasına... Birden eşyalarında bizler gibi yaşayıp gittiğini, bir yaşamları hatta yaşam biçimleri olduğunu düşünmeye başladım. Tv’deki yalının sahibi yaşamını kaybettiği için, yalıda boşaltılıyormuş meğer, özel habermiş. Bizim gibi toplumlarda ciddiyet birden parodiye, parodide ansızın, onulmaz bir ciddiyete dönüşebiliyor. Vitrindeki kristallere, el işi armağanlara, fincan ve eşyalara bakarken düşünmeye ve giderek de ürkmeye başladım, Poe değilsem de, Simenon ya da Lüpen olma hevesinde misin Hektor dedim kendi kendime!..

Neyse gelecek çağlarda sanat, edebiyat o denli boyut değiştirecekmiş ki, insanlık bir Sümer tableti, bir Çivi Yazısı gibi, geçmişin birikimlerini salt saklayabilir, şiir sözcüklerle yazılmayabilir, öykü kavramsallaşıp-okunmayabilir, roman bütünüyle biçim / biçem değiştirerek anlaşılmazlığa, bir Braveheart ya da burlesk veya pitoresk, lüks ve saltık bir Brüksel lahanası olmaya doğru savrulabilirmiş. Her şey olabilir küçük Sezar her şey olabilir...
Bilgi daha doğrusu düşünce, gerçekte bir kalkışma, bir başkaldırıdır!.. Saraya Viyana, Bağdat'tan daha yakın olabilir, İllirya'da yazınerleri kartellerin uyruğundan çıkarak Microsoft'a katılabilir, tutsaklık ve özgürlük katlanarak artabilir, gelecekte biçimini tanımlayamadığımız Aratür'ler olabilir, İncil'deki Metuşelah,  imajinörsüz Nil Sultanı kisvesine bürünebilir...

İşte bakın vitrindeki eşyalardan, kulpu kuğu boyunlu, kupası çinili, minyatürsü ve rengarenk cinler ve perilerle dolu; etekleri av sahneleriyle süslü, çığlıklı sülünler ve ince belli tazılardan geçilmeyen, püsküllü avcıların at koşturduğu, koşumlu atların hendekten sanki evin içine atlar gibi olduğu, içi sırlı bir fincancık anlattı şu davlumbazları; Ganem bin Eyüp El Mutim El Maslup söylermiş, delice zevkler bahçesi varmış ülkelerin birinde, ayn göz demekmiş, ayna gözebakan, felfel ve daülmekan ne imiş bilmem, evrenin işleyişi adlı özlü  bir söyleşide bile, tüm filozof ve peygamberlerin dünyayı anlamaya çalıştıklarını sezdim ben. Ozanların tüm dizemleri de böyle!.. Zaman yaşamdan daha değerlidir desem, kavrayan olur mu, Farisi şahı Ardeşir mi dediniz, anladım…

Belleğimin olur olmaz yinelemesine; Buridan'ın eşeği paradoksuna göre, eşit uzaklıkta iki saman yığınının ortasında kalan eşek, hangisine gideceğine karar veremediği için açlıktan ölürmüş, diyesim vitrin dediyseniz konuyu anda virtüe edin, konu konumunuzu belirler, kontağı çalıştırın ve bitirin.
İranlı hokkabaz tüccarların, Yemenli simsarların, ateşli susuzluğunu aşkla gideren Hicazlı bezirganların, bedeninin endamını Arap çöllerinin kıvrımlarından alan bir cariyeyi, Bağdatlı aksak ayak bir amaya sattıkları çağlarda, Kıpti bir tecimenle, Habeşli bir tacirin, İbrahimi bir büyücüyle, gece rengindeki cariyeyi; amanın görmezliğinden yararlanıp paylaşamadıkları için, kambur ama tambur çalmasını bilen sağır bir Giritli’ye emanet ettiklerini söylemişler. Adamın adı Saleh Savvap Bukait’miş, neden derseniz, Girit, Grek, Rumi, Helen, İyon, Yunan bütün dünyaya yayılan kült demekmiş. Adam göçmenmiş ama cariye arı gibi ince belli, güneşte yanan zambak gibi ateşli, içli aydınlık yüzü;  ışık gibi parlak, göz alıcı, bedeni; akarsuların köpüğü gibi arzulu ve coşkulu, dünyaya doyurulmuşluğu ise gecelerin dinginliği ve ayın gökteki durgunluğu gibi deruniymiş artık. O çağlarda Bağdat’ta sınırları çöle vuran hurma bahçeleri, kokuları aya varan gül bağları, bir ok gibi göklere yükselen hisarlar, kuleler, sayılması ağızları yakan minareler, kubbeler, saraçhaneler, hanlar, hamamlar, kemerler varmış. Abanoz gözlü hadımağalar, bülbül ötüşlü kızlar kızanlar, insan sesini yansılayan ardıç kuşu ve boyunları ak gerdanlıklı güvercinler varmış. Taç yaprakları bulutlarda gezer yasemenler, papatyalar, göz alabildiğine bağlar, bostanlar ve onların Kevser şarabı, Mecnun ve kelebekler, Baalbeki giysiler, erguvani harmaniler, İskenderani subaşılarla, gözünü budaktan sakınmaz, kamaları hilal kıvrımlı bekçiler varmış... Ey benimle ağlayıp, benimle gülen, ömrünce göğüs kafesimin ardında ve kaburgalarımın içinde,benim için çırpınıp, benim için yüzen kalbim; Efendim ol!.. Gecenin kanatları Semi’na ve Ata’na daim seni koruyacaktır.

Ama her harfiyat alıntıdır diyorum şu dünyada, gerçekten; bir sarhoşun narası, anneciğim demek, senin bakışın, bütün sorular... Ama alıntılar ayrıştığında kuşkular çoğalıyor, ikilemler türüyor durmaksızın, büyük babamın savaş anıları, Ece’nin şiiri, küfür ve sövgünün görkemi, yazılası tüm yapıtlar, bataklığın gizemi, sıradanlığın elemi, karmaşanın şatafatı, yalınlığın yüceliği, sessizliğin derinliği, paradoksların büyüleyiciliği, sürekli yanıtlar doğuruyor, yanıtlar da soruları!.. At hırsızları ve sunaklardaki kurbanlar, kanın onulmaz tadı, zulmün dayanılmaz çekiciliği…
Aşkın biricik umarı gene aşkmış... Geçen yüzyılda Doğu Roma’da hamam böceği yarıştıran Kafkacılar, örücüler bükücüler, ey canlı bir zambak gibi gördüğüm, argo'notlarını canım gibi sevdiğim, bakışlarının nazarı, gülüşlerinin gamzesi yüreğimi delen, Tuğrul kılıcım, gövdesi altın bir dal olan, gelişinin meltemi can alan ve öyle ki sinesine 'Tanrı seni özlemle bekliyordur' dediğim…

Vitrinde kim bilir kimin verdiği bir kâse var, Murabba Sokak'ta yaşayan Safiye Fikret'in düğün sonrası ziyaretinden kalma olabilir, İsa’nın kâsesi mi, Harun'un tası mı ya da Lale devrinden kalma bir haseki kupası mı bilemem, üzerindeki kufi yazılara bakılırsa İsa ile ilgisi yok... İsa illa, Arabi yazıdan uzaklık demek değildir ama kâse şu meseli biliyor;  Midyan ırmağının ötesinde yaşayan bir kral, Dara gibi biri varmış, Çin putuna benzer bir adammış, amber kokusu sürer, Belh ülkesini gezer ve üç başlı köpek beslermiş. Musul’un zift yağıyla, payitahtın sokaklarını aydınlatırmış, sarayında parıldayan avizeler ve gece gündüz tüten meşaleler varmış. İksirler, büyüler korurmuş sarayını, dev ayı postlarıyla, av ganimeti geyikler süslermiş  duvarını.  Deylamit mahpushanesi derler bir kaleye, Asya kaplanlarıyla yan yana atılırmış prangalı suçlular!.. Karanlık günahlarımızın örtüsüdür, sözü onunmuş. Şattülarap kıstağında zamanın öteki şahlarıyla pars peşinde gezip, satranç oynarmış, gecenin kanatlarına biner, iyi kişilerin kızlarıyla, haremde hasbıhal edermiş. Binbir Gece Masalları'nın davetiyle peydah olmuş bir fert, orman marallarıyla, zarif karacaların övgüsüne mazhar olmuş bir civanmertmiş. Sarayın avlusuna topladığı onca sefil, tahtı tahta olmuş nobran, dullar, mekkareler, gönlü yaralı, kalbi incinmiş, kötülük ve ihanete uğramış, felakete gark olmuş cümle divanelerle dillere destan eğlenceler düzenlermiş.
Göğün gözleri gibi parlayan gecede naralarla alaylar gelir, atlılar geçer, tavuslar, sülünler sarayın avlularında çığrışıp, yolsuzlar uğursuzlar oyma kapılardan nevale alıp, sakalardan su içer, satrap mı, nemrut mu bilemediğimiz bu esrarlı zat, her geçen gün ve her devrilen gece içinde vallahi ve billahi çok güzeldi dermiş… Gözleri de Elam'dan gelen kan içici bir despot, kanlı tapınaktan  ilk kez gün ışığına çıkar bir rahip gibi parlarmış, ayaklarını rüzgara teslim eder, kadife serili merdivenlerden geçer, menekşeler, çiğdemler, sümbüllerle kokulu tepelerde uçar, ırmaklarda yüzer, mersin tarlalarına uzanır, burçakların, ketenlerin hasadına dalar ve kendine Zehr Şah, anlamı şu ki Çiçek Şah adını da layık görürmüş. Memlükler, kölelerle eğleşir, yıldız falcılarıyla dolaşıp dalaşır, doğuda savaşmayan hükümdara dar gözüyle, barış dolu yıllara da zul gözüyle bakılır dermiş...

İnsan ölüyor.  Hakan mı, sultan mı olduğunu bilemediğimiz, adını söyleyemediğimiz şeyhin şahımız, gün gelmiş, veda busesini çekmiş ve sultası son soluğunu vererek, kalp vuruşları kemale ermiş. Mesel buymuş, şaşırtmaz, incitmez, dersler vermez, bir meselmiş bu da işte...

Anmayı unuttum vitrinde minicik bir maskta var, veren kişi ağzı laf yapan ekabir bir kişi sanırım, eşinin ölümünde parmağı olduğu ileri sürülen, Platon’un akademisini bitirmiş bir kişi… Mask bir konuya değindi, belki de ölenin ruhu konuşuyordur!..  Beckett’in Godot’yu Beklerken adlı oyunundaki Godot, god; tanrı ve not; 'değil' olumsuzlamasının  bileşimidir. Oyunun asıl adı Tanrı’yı (Godot) Beklemezken olması gerekir. Olmayan Tanrı’yı Beklerken, Tanrı Olmayan’ı Beklerken demek pek uygun değil sanırım. Tanrı’yı Ummazken demek en uygunu olsa da, çevirenler çevirmiştir demeliyiz artık!.. Maskta  anlatılanlar anlatılmıştır deyip sustu zaten. God-not, Godn’t, demektense Godot demeyi daha gizemli bulmuş olmalı Beckett, zaten hiçliği kutsayan, absürt, sonu ikircikle biten, sıra dışı, ironik ve sıkıcı bir oyun gerçekte… Mask, maskara demek değildir herhalde!..

Kılıç kılıca vurdu, çimenler ışıldadı, sevgilimin kalçaları denizin dalgaları gibi sarsılıp, yükseldi ve sanki göklerde bir çift dolunay parıldadı!..  Gül nektarını içen arı, Musul'un nefti yağı ve Petra'daki kuşlar gibi parladı gözleri... Aysel söz dinler, çünkü dinler uyutucudur, tanrının doğal lütfuyla yaşayan toplumlara, gölgelerin özgürlüğü adına diyorum ki; nüfus nefesten gelir ve soluk alan var mı demektir ama her şey bir yana, yârin gözleri dünya tarihini anlatır gibidir!..
Çalımlı belagata, süslü diyaloglara aldanmayın, saygıdeğer uzuv, kutsanmış vulva filan ne demek ki, düş gücü gerçekleşmiş olanın büyüsü bunlar! Efrengi dermiş Araplar Frenklere, Meydan Lazarus'un incileri, Scapin'in silkinmeleri!.. Topoğrafik spritüalizm ve Barsottelli!.. Bokas diye bir öykücü, Cedran ırkının da atları varmış, Rum kağanı Afridonyas’ın ahı tutarmış ve Bukefalos öküz baş veya iri başlı demekmiş.
Sint ülkesi diyecektim ama aniden, vitrindeki kartpostalda, Füssli’nin o meşhur, ecinnili resmi gözüme çarptı, Cenevre'de mi, Zürih'de mi yaşar bir hısım-hasım göndermiştir belki ya da Orşelim Kızları'nın Suzanna'sı ekin başkalaşımı (kültür metamorfozu!) adına kurnazlıkla gönderilmesini istemiş olabilir, belki de Anwers’ten İbrahimi olan Jale'sine göndermiş, aşkı bitince de meraklı camekâncınıza verilmiştir, kim bilir. Zaman sadece bazı şeyleri unutmaya yarar...  Füssli'nin resmi şu kaotik anıştırmaları sunmuştu bize, hem de Elem Denizleri'ne  sürükleyerek…

Yaşamın düşünülemeyecek ölçüde uzak bir geçmişte, düşünemeyeceğimiz bir biçimde, cansız bir varlıktan doğduğu gerçekse, o zaman bizim varsayımımıza göre amacı bir kez daha yaşamı yok ederek nesneleri inorganik duruma dönüştürmek olan bir içgüdünün de bulunması gerekir. Bu içgüdüde, varsayımımızdaki kendi kendini yıkmayı da bulursak, o zaman bunu her türlü canlı sürecin içinde bulunan -ölüm dürtüsünün- belirtisi olarak kabul edebiliriz.

Bunun yanı sıra düş gücü, karmaşık, fantastik ya da başkalarının düşünemeyeceği şeyler düşlemek değildir. Düşlediğini, hangi sanat yoluyla aktarmayı seçiyorsan, o sanatın inceliklerini ve estetiğini tümüyle yerine getirebilmek, yansıtabilmektir.

Diyesim kötü bir dil, iyi bir şiire kaynaklık edemez, tek boyutlu bir müzik, Tarkovski'nin Solaris'ini bayağı bir yapıma dönüştürürdü. Binbir Gece Masalları argoyla dolu, ama Decameron, Canterbury Öyküleri ve Marki de Sad'a yol gösterecek denlide incelikler barındırıyor. Füssli'nin resminde atın bir an için, gözlerinin veya burun deliklerinden birinin unutulduğunu ya da bir kulağının kısa olduğunu düşünelim, hemen komik ya da ironik yapıtlar müzesini boylayacaktır!..
 

Niçin unuttum anlayamıyorum; İnsan, barbarlık ve trajedinin anası oldu, vandalist kozmolojinin de kaçınılmaz biçimde atası olacaktır, tanrıya özenirken, yazık ki kendi benliğini ve tinini yadsıyacaktır diye mi bilemiyorum!.. 
Vitrinde doldurulmuş bir kuşta vardı, baktım nasıl bir şey diye, inanmayacaksınız ama  'Akbabalar, havada kendi kendine döllenirler!' diye ötmesin mi, ürktüm tabi ve hemen yerine koydum. 'Arzuludur yarasalar' diye mırıldandığımı anımsıyorum!.. Belki düş görmüşümdür, belki bipolarımdır, belki de kuşun ne demek istediğini anlamamış, uydurmuşumdur!.. Us kendini aldatabilir sonuçta, tanrının biricik estetisyen olduğunu anlasa da...

Ah şimdi anımsadım, geçende bir Anadolu parsı ve bir vaşak öldürüldü... Kimseden tepki yok. Hayvan severlik ne demek; her tür evcil veya yaban hayvanının doğal yaşam alanını korumak ve bu uğurda çabalamak. Pars öldürülür mü, öldürmek!.. Tanrı ne der diye sormak geçiyor içimden, ama?.. Gerçek bir dünya, faunasını korur!.. Kürk simsarlığı, kutup azrailliği ve Berlin'de aslan beslemek, hepsi köleci anlayışın uzantısı ve bir vahşetin temsilciliği.  Bahçedeki bir aslan daha uzun yaşayabilir ama bu dondurulmuş bir canlının yeniden uyanması gibi bir şey. Godot gibi, kafesinde bekleyerek geçen bir ömür, yaşam olabilir mi... Edimlerimizin tümü, Orwellci hayvan çiftliklerini kutsama alanları ve kurban ritüelinin uzantıları... Her şey bir çeşit tanrı olan para için. Yüzyılımız pars öldürmekle, sergilemekle ve olanları izlemekle geçiyorsa, çağımızda ne hümaniteden, ne can severlikten ne de moderniteden söz edilebilir!..

Neyse, ellerim öylesine gezinirken vitrinde bir de mektup buldum, gizlenmediği için olsa gerek, açıp okumamışlar bile, içinde karmakarışık şeyler, sanki aşk mektubu değilde, öyle şeylere öykünen garip birinin terennümleri var, salt satırlarda kalmış olması, üzünç verici gibi geldi bana…
'Sana iman ettim, boyun eğdim, ey ruhu revanım, sen ki güllerin yurdusun, sümbüllerin, yasemenin ruhusun, irem bağının kokularına şan veren sensin, sen ruhumun tabibi, kalbimin habibisin, sana rağm olan gözler yanacak, sen bakılışı güzel ceylan çeşmelerinin çağlayanı, güz yapraklarının ah-ü figanısın, sen kalplerin taht-ı revanısın ey sevgili!.. Geçmişin ruhlarına saadet veren, aşıklar maşuğu, yüceler yücesi, sevenlerin ecesi geceler boyu sarıldığım Layiha...
Başka bir satırda ise yakınıyor ve diyor ki; Hep aynı şeyleri yineleme, çenekli birer bitki olarak köklerimizi yakınlaştırma olasılığının, yeryüzü kurallarına göre, kosinus hesaplarına uygunluğu ve köprüde çuvallar içindeki mazlumların, Hülagü atlılarının üzerinden geçmesiyle, kaçta kaçının canını kurtarabileceğini düşünelim, birde yatarken insanlar birbirini gerçekten sever mi diye ortaya bir soru at ve klişeler uzak durun benden diye bağır! Gene de düşlerinin efendisi olmak, yaşamak için değer bir şeydir, bilinmez...
Sen beni içine düştüğüm karanlıklardan kurtarabilir misin Layiha, ben durgun bir deniz ve sakin bir atom bombasını kulübesi yapmış, inançlı bir kul arıyorum, yemek yapıp, bulaşıkları yıkayabilmeli; Saçlarına, sırf benim için fön çekmeli ve de zamanı gelince ölmeli!
Ben seni istiyorum Lotüs çiçeğim, bunu hoş karşılayabilecek, erenler bucağı bir Asa'nın ülkesinden misin sevgilim...
Layiha, bir gün inançsızlığı dene, başka bir gün uluyan bir canlıya iman et, başka bir gün yıldızların yollarını yinelemesinden coşkuya kapıl, başka bir gün ölmüşlerden annenin ruhunu ara, başka bir gün huşuyla, tüm insanlığın cani olduğunu duyur. Belki o zaman gerçeğe yaklaşabileceğiz!..
 Layihacığımmmmmm; M çok uzadı ve anlam değişti! Alışkanlıklardan uzak dur, onlar da değişir, geceler gırtlağımızın tadına bakacak ve yüce olan, küçük yeşil bir ışık gibi son iç çekişimizi aydınlatacaktır!
Aşkın, esin ülkelerinden gelen bir ışık, ferah verici bir pırıltı gibi, seni çok seviyorum, bu ne demek dersen 1+1=1 gibi!.. Yazgımız gizlenir, ama yaşam alabildiğine sürer, siz kader mührünü aşikar biçimde vurmak istiyorsanız kullarınıza, buyurun ey sevgili... Bilinir ki gül, gül bahçesinde koklanır!.. Konosso kapısında bekliyorum seni!..

Sevgilim geçen gün bir rüya gördüm, yaşam mı düş, düş mü yaşam bilemedim (artık iyice içli dışlı olup aşkı unutmuşlar). Topkapı sarayı, Sultanahmet camii, Ayasofya ve at meydanı surlarla çevrilmiş ve sarayında ikamet eden halife III. Abdülmecit hazırlık yapıyor. Çünkü, Mart ayının 21. günü -yeni doğan günde- Sarayburnu'nda kendisini görmek için belki de binlerle ifade edilebilecek bir kalabalık kendisini bekliyor.
Eski zamanlarda olduğu gibi, halife sarayın altından kazılmış ve mazgallarla ayrılmış tünelin içinden, koşumları elmas ve zümrütlerle parlayan, siyah bir ceylana benzer atı, sorgucu yakuttan kırmızı, alev alev yanan serpuşu ve güneşte parlayan, Zülfikar aşkına yanıp sönen kılıcıyla, meydandaki Acemi, Batıni tüm  kalabalığın üzerine, düşlerin içinden  süzülür gibi, birdenbire çıkıyor!..
Meydan uğultudan geçilmiyor ve halife tepede, yarı anlaşılır, göksel ayetleri andıran baş döndürücü bir konuşma yapıyor... Ardından vecd içinde kendinden geçmiş kalabalığın üzerine nedimeler, altınsı parıltılar yayan mecidiyeleri saçıyor!..
Ve yine yeryüzünde adaletin savunucusu, yoksulların koruyucusu ve mazlumlara kol kanat geren bir kanatlı, müjdeci bir mehdi gibi birden kayboluyor!..

Binbir Gece Masalları gibi, İngiliz kraliyetine taş çıkartan, landon faytonu ve tolgası ve sorguçları güneşte parıldayan muhafız alayıyla, bir düş alemindeymişçesine geçen halife ve refikasının kozmikomiklik değil, estetizm anlayışımıza katkı da bulunacağını varsayıyorum!.. Renklerden, ritüelden uzaklaşınca elimize ne geçti, saçı süpürge olmuş bir kadıncağız, derisi eprimiş koltuk, bir de karşılıksız çek defteri! 
Ayrıca kavranılmaz bir yoksunluk...
''Doğu Roma'' İstanbul'da Vatikan gibi, sur içindeki bir bölge halifenin bağımsız yurdu olarak bağışlanırsa, onun dönüşüyle elem duyacak, ne kadar günahsız varsa  rikkate geçer. Bitti.

Aşk nedir ki; lumbar pleksus, birer çift gangliyon, ensefalon sinir, kranial kızgı, endonöral görü ve Mers sayrılığı!..

Sona doğru yaklaştıkça, gerilim artar ama öyle biri değilim... İnanın, şimdilerde vitrinin dünyanın ve belki de evrenin gizil, minicik bir yansısı olduğunu düşünüyorum, dikdörtgenler prizması tv nin yanından çoktan uzaklaştırdım onu... Çünkü her baktığımda usum darmadağın olup, rüzgara tutuluyor, korku ve dehşete kapılıyorum ya da dizginsiz bir neşeyle kucaklıyorum mereti!..
Dahası vitrinin içindeki, adını anamadığım bazı eşyalarda, hala ne ürkütücü anıların saklı olduğunu bir bilseniz… Ama her sözüm bıktırıcı bir saplantı, önü alınmaz bir yinelemeye dönüştüğü için zor tutuyorum artık kendimi...
Vitrine bakar bakmaz odanın içi seslerle doluyor ya da öyleymiş gibi bir duyguya kapılıyorum. Gerçeği ayırt edemez oldum ve onlarda  konuşmamı istemiyorlar sanırım. Yaşam gizemdir diyorlar!..
Vitrinlere artık büyük bir saygıyla, kutsanmış bir fetiş, ulu bir totem, bir pilgrim gereci gibi bakıyorum. Tahta birer tabutluk değil onlar artık gözümde... Ve vitrinin içindekileri, her seferinde aile efradının olmazsa olmaz bir parçası, dile gelmez bir anısı, bir sazlık Altınbaşı gibi kucaklayıp öpen eşimi de artık anlıyorum... Lepidoptera gibi geçen şu ömrümde, elbette bir gösteriş fenomeni, palyatif bir sanat çarı veya Krezüs hayranı değilim ama erinç içindeyim artık. Yıllarımı bir önyargı, vitrini de gelin güvey için  'Zampok eyin pi', duvakla frak el ele diye, bir komprador öksesi, bir kartel filikası, haince para tuzağı görmek gibi bir yanlışın peşinde koşmaktan kurtulduğum için inanın göz yaşı döküyorum ve diyorum ki; Kimbilir  eşim bu vitrini görünce ne düşlere ne anılara  kapılıyordu da, anlamazlıktan geliyordum yıllardır! Bir gün, sırf bu yüzden günahkâr ilan edilmişi de dinlemek isterim, hem de özür dileyerek!.. Ayrıca bir vitrin bu kadar imgelem armağan ettiyse, belki de bu kırkambar inanın; duyulmamış bir kuartet, bilinmemiş bir risaledir derim.


Ama  anlattıklarımın, anlatılmak istenenin çok uzağında olduğunu biliyorum. Pampaların ruhu da geziniyor diyen var mı bilemem!.. Onların şu dizeleri okumalarını isterim; 'İnsan, insanoğlu, insanlar, insancıklar / Ki hepsi de bir acı yudum / Ana avrat, kız kızan, Merkür, Venüs, ay, yıldız / Bütünü benim uydum / Niçin kendini düşündün ey Neron / Puvatya, bil Vaterlo ve de Miryokefalon / Cihat için ey İslam, sonra da bahtsız haçlı / Karın için ey adam / Fistan, sütyen, sonra don!..'

On üç, on dört yaşlarının içtenliği...

Sanat gözlerimiz ve ellerimizdir. Birbirimizi kucaklayıp, anlayabildiğimiz biricik yol... Geriye ne kalıyor, ayrılan yolları birleştirmek!.. Düşlerimizle el ele, paylaşarak çoğaldığımız; özlemlerle dolu insanlığımızın o eşsiz 'Otopia'sı bu!..
Bir gün güneşin yedi rengini aşıp sonsuzluğa koşacak ve ellerimizin barışın kanatları olduğunu göreceğiz...

Ve biliyorum ki artık evren bir döngüden ibaret ve yine biliyorum ki bizim sen dediğimiz; bir zamanlar şu satırları yazmış olan bendir gerçekte... Ben ise; şu an şu satırları okumakta olan sensindir artık!.. Sonsuzluk bir ardışıklık ve bir dönüşümdür...

Vitrinin bir dünya, dünyanın da bir vitrin olduğunu sezemeyişimiz gibi, bunun anlaşılmazlığındaki gizem, yaşama tansıklar bağışlıyor ve bizi ona durmaksızın bağlıyor!..

























25 Ekim 2013 Cuma

GÖNÜL




Çocukluk çağlarından birinde karşılaşmıştık.
Güneşe doğru giderken sana bakmak için dönmüştüm;
sen de dönmüştün, ‘Kalplerin görebileceğini söylüyordun’
ve bana el salladın.
Aramızdan zamanın duru tadı ve bir insan ırmağı geçiyordu,
Yakup’un Düşleri’nden bir gün batımıydı.
Bu anın sonsuz bir ayrılık olduğunu, hepimizin birer
‘Araf Yolcusu’ olduğunu nasıl bilebilirdim.
Birbirimizi bir daha göremedik ve bir yıl sonra ölmüştün.
Şimdi o anıyı arıyorum ve bir yanılsama olduğunu,
küçük bir elvedanın ardında, sonsuz bir ayrılık olduğunu düşünüyorum.
Bu gece ‘Elem Denizleri’ni kucaklamak istedim,
olanları anlamak için Attar’ın ustasının, dudağına yerleştirdiği
öğretiyi yeniden okudum.
Bedenin öldüğünde, ruhun özgürleşebileceğini okudum.
Şu an gerçeğin bu yakıcı melankolide mi,
yoksa o sonsuz elvedada mı olduğunu bilemiyorum.
Ruhlar ölümsüzse, ayrılıklarında sessizce olması iyidir.
Elveda demek ayrılığı yadsımak, yine görüşeceğiz demektir.
Bugün ayrılır gibi yapıyoruz, ama yarın yine bir araya geleceğiz.
İnsanlar, ayrılığın oyunlarını bilemediler, çünkü ölümsüz
olduklarını sanıyordular, her ne kadar kendilerini sıradan
ve gelip geçici sanmış olsalar da; Bunun için üzünçle
ve özlemlerle dolular.
Gönül; Bir gün yeniden görüşeceğiz ve şu belirsiz söyleşiyi
sürdüreceğiz ve ‘Sonsuzluk Irmağı’nın kıyısında, bir zamanlar
Fatih ve Gönül’müydük diye birbirimize yine soracağız.

MAHZUN




''Arap tarihini yazan bazı kâhinler, bir tarihte Cidde'de bir koyunun konuşacağını yazdılar. Çin tarihinin kâhinleri, Pekin'de, dört gözlü bebeğin doğacağını yazdılar. İsrailoğulları'nın kâhiniyse, günün birinde; Hayfa'da bir kurdun şiir okuyacağını, sonra da kusacağını yazmışlardı.''

Bir zamanlar, güneşin doğduğu  yerde, belki Eleşkirt, belki Erbil’de, bereketli hilâlden gizil bir yurtluk, bir cihan toprağında; Geceleri mehtabın yükseldiği, yıldızlara doyurulmuş dağların arasında; Kendince akan pınarların, servilerin, kavakların; Acem kılıcı kaşların, hançer kıvrımı kirpiklerin süslediği, ceylan bakışlı gözlerin nazar eylediği, kızıl ışıklar saçan, bulutları buğular yayan ulu bir konakta; Avlusu iman sümbülleriyle dolu, baygın reyhanlardan görünmez yolu, İrem güllerinden kokulu; nice odalardan birinde, Mahzun adında bir köle yaşarmış.
O zamanlar Tanrı, aydınlığı karanlıktan ayıran, ışığın yüzü, Harun-ür Reşit’de her iki cihanın, eşi bulunmaz bir cihangiriymiş. Kinayeli öngörüler nedimi bir sufi, dildar mesellerin vakanüvisi Eba Müslim-el Veli kaleme alırmış bu sözleri…
Mahzun, Moritanya’dan mı, Kordofan’dan mı; balta girmemiş ormanlardan, susuzluktan kavrulan çöllerden mi bilinmez; güneşin hiç batmadığı, karanlığın hiç gitmediği bir toprağın vatanındanmış. Öyle aç, öyle susuz bir dünyanın gurebasındanmış ki, ne anası, ne de babası varmış. Dağın, taşın, uçan kuşun, ıssız geçitlerle, haramilerin boyundan; şişeden cin çıkaran Ali Babalar’la, berduşların; düşmüşlerle, eşkıyaların soyundanmış.
Ah ki o zamanlar, Dünyazat’la, Şehrazat’tan güzelliğini almış, bir zülf-i yar için bağışlanmış Bağdat’da; Bir diyarlar diyarı, şehirler şehrinin anasındanmış ve sürçü lisan etmeyelim ki, Harun’da, gün batınca kapısına kilit vurulan, surlarının gölgesinde aşka durulan bu şehriyarın, halifeler halifesi bir hükümdarındanmış.
Gelgelelim adını her zikredenin ağızlarını yakan, bir bakışta mil çekilmişçesine gözlerini kavuran bu Abbasi Sultanı'nın sarayındaki köleler, halayıklar; sakilerle, sabiler, muhafız ve hasekiler tüm Bağdat’ın nüfusundan da çok imiş. Ama o yine de sih'r içinde ‘Binbir Gece’, ayağı halkalı bir köle, ilahi gövdesinin gereksinimlerini dindirecek cariye, büyülü bir kuşbaz, düzenbaz, gözbağcı bir hokkabaz arar imiş.
İşte Mahzun’da bunlardan biri olacakmış ki, Nil Suyu civarında bir gece yarısı, mahdumu olduğu bir kervanın peşinde, ayın yoldaşlığında dolaşırken, toz fırtınasından zayi mola sırasında, yazgısını paylaştığı Faris adlı candaşıyla, İbni Hakan'ın -cenbiyeli muhafızlarınca yakalanıp- dillere destan sarayına götürülesiymiş!..

Anlatının burası pek sakıncalı, serap gibi düş karıştırıcıymış. Mahzun ve Faris tam menzile varıp, ey yaşam; işte kölelerin kölesi olduk, belki de dünya-ahret kurtulduk diye mesrur olacakken, şeytana uyup yine kaçasılarmış ve öyle bilisiz, öyle bir ehliyetsizlik içindeymiş ki bu iki arkadaş, nereye doğru kaçtıklarını bile bilemezlermiş; yağışlarla beslenmiş timsahlı sulara; Ramses ırmağına mı, cennet mevsimlerine inat, Eden Bahçeleri'ne nispet, cirit atan Anadolu toprağına mı, Dofar ya da Bağdat tarafına mı, Şam ilinden, Halep-Sur yollarına mı, bir türlü karar veremezlermiş.
Mahzun ve Faris pare pare olursan, sonunda görünmez olursun darb-ı meselince, yollarını ikiye ayırasılarmış. Mahzun bilisizce (öykümüzün başında olduğu gibi), Eleşkirt'teki konağa varmış, binlerce büyük baş hayvan, dağların, ovaların, ırmakların efendisi, Mazdek Ağa diye bir tımar sahibinin, malsız, mülksüz marabası; Faris’te nasılsa oralarda, bir yol geçen hanının, üç kaşlı eşkıyasına kul olasıymış.

Mahzun bu yeni yurtlağında, zamanla balta girmemiş ormanların tinini, çayırların yeliyle birleştiresi, saf bilisizlikten, sonsuz boşlukların bilgeliğine eresi, 'Ezel Nakkaşı'nı güz dilinden anlayarak, yakıcı vesveseden kurtulası ve pek çok ağıt, mersiye, risale, kaside, gazelle, naat ve methiyeler üretesiymiş... Düş kitabında; dünya gailesine zihin yorası, cehalet denizinden, sefalet çöllerine savrulası, bin bir düşüncelere kavuşası ve bellek defterine olan-biteni kopyalayasıymış.
(Mahzun, konakta Arabi yazıyı sökmüş, cumbalar arasından kumru ötüşlerini ayırt etmiş, hangi halayıkların sesi Kurani’dir bilmiş ve envai çeşit bülbül ötüşünün, hangisinin Cezayir’den, hangisinin Adalar’dan ya da Boğaziçi’nden şakıdığını anlar olmuştu!.. Ama bir de her şeyleri unutup, hay huyla ve zamanın hızıyla geçen şu yaşamında; dünya ahret gönül verdiği, karşılıksız sevdiği bir halayık varmış ki; aşkla döktürdüğü, yürek burkan nice gazeller yazmıştır ona....)

İşte Bir Sungu; 
''Ey Rabia... Sen rabbimin lütfu, göz alıcı bir süsü, gönül bağlarının ele geçmez bir gülüsün.
Senin bakışın görmeyen gözleri açıyor; dokunuşun canlara can, dillerin dermansızlara dermandır.
Sen sevenlerin maşuğu, sevilenlerin aşığısın.
Sen dünya ahretliğinden bir can, muhtaçlara, zayıflara canan, günahla taşından toprağından geçtiğimiz, suyundan içtiğimiz şu aleme, şanlar-şerefler bağışlayansın.
Karşılıksız sevene kalbini açan; yaralı ruhlara şifa ve seçilmişlerden bir zişansın...
Rabbimin gözdesi sensin. Senin salınışın yeri titretiyor. Bakışların kalpleri eritiyor.
Senin geçtiğin yollar, ağaçlar, dallar; huşuyla önünde eğiliyor.
Sen kullar arasında yürüyen, adı rağm olmuş, yeryüzü insanlarının kalbinden geçensin...
Düşler timsali, gönül çağlarının, kalp evlerinin kapısından süzülen, hanlar hanı bir cihanın nihanısın sen.
Sen cennetin tubası, bahtsızların duası, küsmüşlerin figanısın.
Kalbin bütün n'isyanların kalbidir.
Onlar ki sana emanet.
Her kim sana sığınacak, mahzunları, masumları elest aleminin bu bal gözlü, bereketli sultanı koruyacaktır.
Senin kalbin, yalnız ruhların evidir.
Senin ruhun, yalnız kalplerin tesellisidir.
Sen rabbimin müjdesisin. Üzülmüşlerin Kâbe'sisin. Meleklerin cariyesi, o güzel ayetlerin bildirenisin.
Onları gümüşlerden alımlı, zambaklardan çalımlı, kuş seslerinin hanı duyumlar evine; O fısıldıyor.
Sen çilelerimizi kucaklayan, sevinçlerimize kanat geren, umutlarımıza yol gösterensin...
Rabbim seni imtihan ediyor. Güzelliğin acılarıyla sigaya çekiyor.
Sen müjdelenensin, yürüdüğün yollara güller serpilecek ve O seni kullarına, haberci tayin edecektir.
Sen sabredensin.
Ey güzellikte eşi bulunmayan.
Gülüşleri şifa dağıtan.
Ey periler divanı. Canlar alıp, canlar sunan.
Ezelin ebedi, bir gül-ü gonca...
Armağanlar armağanı, Mahzun'un sühanı,
Sultanlar sultanı,
Rabia...''

Derç edip, başkaca merak edenler vardır bu deruni köleyi, bu çılgın hergeleyi, imrenti ve kindarlıkla gözleyenler, ibretle yolunu bekleyenler olur deyu; elbette kanaat rehberine düştüğü tarikte vardır diyerek ve işte gerçekte, ötüşen tropik bir kuştur o deyu, bir demet akil-baliğ, bir tutam mücevher sunulur, bereket ve misk-ü amber niyetine, bir dirhemde olsa akıtılır, adı Mahzun olanın katmerli dünyasından…
‘‘Esirgeyen, bağışlayan rabbimin adıyladır. Hayy olana... Göklere ve sessizliğe iman ederim. Zambak boyunlu kızla, efendinin buyruklarına boyun eğerim... Keşişler, dervişler sevgilim oldu. Vaatleri Vaat Edenlerin Vaadiyim. Bilirim ki; Dünya boşluk üzerine kurulmuş, büyük bir boşluktur... Bilgelik edinilebilir mi? Reşit'in çalar saati ‘Digito ergo sum’ a çoktan geçmişti.

Cem olan, dijifreniydi!.. Ve engin gün batımlarının Fas Sultanı'da çalar saat istemişti. Tanrı’nın gözlerini göremeyiz ama; O bizleri görüyor!.. Sultan el Malik üz Zahir El Bundukdari bir gün dedi ki; 'Şu dünya belki de, başka bir dünyanın cehennemidir...'. Sanat, gerçekte sanat değildir. 'Karmatiyiz, Karmatisin, Karmati!..' Fizan ne işe yarar ki... İmla imleri, bir kaosun notaları değil mi?.. Fırtınanın gözüne bakabilmeliyiz!.. Sonsuz kumların sayısı nedir? İsa'ni ve insaniyiz...
Sabah köpüklü dalgalar yüzünü karaya döndü, geceleyin ay çıktı ve deniz söndü.
Ekron ilâhı Baalzevuv ne idi? Güzel dizlikli Akhalar savaşçıl idi! Babil'in Asma Bahçesi, Asurlu Sanherib'indir!.. Sultan Sencer, Alamut kalesini kuşatmaktan neden vazgeçti!.. Onlar ki hançerle öldürendir!.. O,  'Biz üzüm kanı içeriz, sense insan kanı / İnsaf et, hangimiz zulümdar, hangimizin masum canı' beytini vermiş ve Sabbah ‘Eyleme dönüşmeyen arzu, ölümcül bir sayrılıktır’ demişti. 

İşte gelecekteki, peykani levhanın, El Yazması kodeksi; 'Fatih, Vadisseyl savaşını yitirir mi, Avusturya-Macaristan arşidükü şaşırır mı, İlteriş Kağan ortaya çıkar, Küfî yazı mürekkebi kurutur mu... İblis bu dünyanın Hakan'ı olacaktır. İçtihat ve fıkıh ilmi bizdendir. Tus, Keykavus'u barındırdı!.. Rey'in, reyi olmadı ama; Alamutlu elini kaldırdığı an, fedailer kendini uçuruma bırakırdı.

Dünyanın örfü budur!..'

Rab olan şiiri aradı; insan-ı kâmili yarattı. İnsan-ı kâmil şiiri aradı; Rab olanı yarattı. Çağlar geçti... Nedir Peştuca'nın gizi?.. 
'El Cezeri, büyük yeteneği ile önceleri hiç bir akım kullanmadan, hiç bir yardım almadan, otomatlar, mekanik parçalar yapmış bir dehhaniydi. Romalı öyle büyüktü ki, ateşli silah olmadan, semada kurşun görmeden; Kudüs'ü dize getirmiş ve İkizler'e yeni utkular vaat etmişti'. Ey Vedûd'u, ey Mecid'i, kader mührü kapalı, çaprazi bir eseme bu!.. 
(Hayyam'ın, Pascal üçgeni der ki; En büyük heykeltıraş Tanrı'dır, biz sonsuz güzellikte Havva çocuklarıyız; Ne ki, iki paralel doğru gibi, erdem ve ifrit sonsuzlukta birleşir, belki de Şeytan, Tanrı'nın kötü yanı ve kaprisleridir. Günah ve masumiyet bizimdir ama, 'Yüce Olan'ın terazisi göklerdedir. Ulysses, diyesim Uluses bir sözlüktür. İnsan, sair hayvanat gibi münferiden yaşamayıp bast-ı bi zatı medeniye ile yek diğerine muavenet ve müşarekete muhtaç olduğundan, akıl hanelerinde adil bir nizamdan haleldar olması için bir takım kavanin-i müeyyide-i şer'iyeye muhtaç olur. Saltık susku erdemin doruğudur...)

İşte Rufai'nin Lubiyat'ı; Binbir yüzlü El Gûhel, gecelerin cini ve çöllerin kumu, bizi sıcak tutsa da, çağlar boyu ikon para birimi Bitcoin'i tanısa da; Adem Oğlu yine 'Kanatlarına Sığınacak' ve yine 'Kendi Bütününün Bir Parçası' olacaktır. Bugün insanlık birbirinin kölesidir!.. Alem için, gerçek olan arayıştır. Arayışın ruhunu yakalayamayan, özgür olamaz. Cennet bir kusurluluk, dahası bir kusurdur. 'İrem Bağı' arayışın özüdür ve ‘Kendisi’ olmalıdır. Yaşadığımız dünya, kalabalıklar ve katmanlaşma, Havva'dan doğanı, köleye ve sürüye dönüştürdü… Yeni ülküler ve yeni düşlerin olmayışı insanlığı dermansız dertlere koyacaktır; Onulmaz sayrılıklara bulayacaktır.
Zincirleme çemberler içindeyiz, tüm gailelerimizin devasını bulsak, tüm gereksinimlerimizi gidersek de; Demir zırhın içindeki insan; Sayrı bir insandır. Ve o 'Demir Kafes', dünyadır!..
Vaazlarla yücelten o ki; Musullu İshak-ül Nedim, ta oralardan Mazdek’in toprağına geldi; öyle bir Kuran okuyor ki, kıraat sırasında odalar kumru sesleriyle doluyor, uzak diyarlardan duymaz denilen bizonların, çığlıkları duyuluyor. Tinlerimiz huşu ile göklere savruluyor ve ey inananlar, kuşlar kurtlar mest oluyor ki; İşte o an; O buyurmuştur; 'İnanın!..'

Yeni bir ülkü, bir düş, bir gelecek, bir arayış, bir ufuk ve bir demet umuttur bizleri ayakta tutan… Sayrı bir düzlemde, sapkın düşlerin esiriyiz. Yeryüzündeki her tür yaşam biçimi, her tür dalgasız deniz, bizleri nevrozlu olmaktan sağaltamaz!.. Arayış zamanın gizidir; bizi yaşama bağlayan tutku, ruhlara sinen cevher bulutu işte bu!.. Saksağan otu, su sumağı, deniz börülcesi ve şeytan minaresi yenir mi? Varsıllıklar, kafesine kıvrılandır. O da tutsak; O da esir!.. Defneleri koklayamadığımızda, dünya ahretinin köleleriyiz!.. Meyvesi insan olan ve altın bakışlı kuştan başka dünyalar var mıdır?.. Tanrı’nın, Tanrı olduğunu kim bilebilir? Bedenimin ülkesi dokunulmaz olmalıydı ve yine de diyorum ki onlara; Bedenlerimizi ele geçirebilirsiniz ama 'Ruhlarımızı' asla!..’’
...

(Faris, bir zamanlar yaşanmış bir olay yüzünden Mahzun’a minnet borçluydu. Bir gün Sudan civarından Mısır ırmağına doğru giderken, kervanın hız aldığı bir sıra, çöl rüzgârında sarası tutmuş, kervancı başı, tam Ticaniler gibi prangasını söküp yüzüstü bırakacakken, Mahzun onu sırtına alarak ölümden kurtarmıştı. Gecenin ifritinde, bir zaman yol almış ve bir vahada, o güne dek tek bir yaratık görmeyen; ağaçlarla alay eden ve sürekli parmaklarını sayan bir kabileye varmışlardı!.. )

Mahzun konakta yıllarını geçiriyor, giderek aydınlanıyor, içi içine sığmadığı günlerde; Benliğinin eridiği gecelerde, derin bir elemle, dünyanın alabildiğine erdemden uzak, korkunç bir makine, kan suyuyla çalışır, vahşi bir mekanizma olduğuna inanıyordu. Çağatayca bilmenin, alizeler görmenin, bir tür umarsızlık olduğunu düşünüyordu. Bir gece çektiği ıstıraplar, ruhunu pare pare eden yaralar, dayanılmaz bir  hal alıp tüm benliğini kaplayınca; kafesinden bir an bile dışarı çıkamadan, yaşamın tevlit ettiği acılar katlanılmaz olunca; Bilgeliğin yüceliğini, köleliğin alçaklığına yeğ tutmayı bırakmış ve konakta canlı namına ne varsa; hepsini can kafesinden ayırmış, deyim yerindeyse boğazından budamış, gırtlağının tadına bakmıştı.
Yalnızca beyaz bir ata kıyamamıştı!..
Nasıl bir dünya idi ki bu, eli bile titrememiş, gecede tek bir çığlık bile duyulmamış, canhıraş tek bir feryat bile sessizliğe karışmamıştı.
Mahzun büyük sırrıyla, gecenin sessizliğinde, konağı ve ölüleri geride bırakmış, günahlarından arınmak istercesine, beyaz ata binerek, önce Semerkant’a ulaşmak istemiş, artık bu dünyaya ait olmayan acayip bir yaratık, bir Tepegöz gibi dağlardan, tufeyli ovalardan geçerken, yönünü yitirmiş, kuş uçmaz, kervan geçmez yollardan, suskun, göz gözü görmez illerden uçarak ta Dofar’a, sakinlerinin balık yemeyi bile bilmediği bir kıyı kasabasına ulaşmıştı. Orada gizlenmiş, Meryemina adında, azizeler azizesi yaşlı bir kadına, bir anaya kulluğa durmuş, yıllar yıllar içinde, kalbur saman içinde; gün gelip uçan kuştan bile haberdar demir zırhlı halifenin peşine düştüğünü öğrenince, bir gece yarısı ahaliyi üzmeden, uyuyan analığının elini öpüp, gözyaşlarıyla helallik isteyerek, Cihangir'in askerleriyle, Bermeki'nin pençesinden kurtulmuş ime time karışmıştı!..

Her maceranın bir bitişi, her ruhun bir 'Son İç Çekiş'i vardır. Günü gelince Bağdat’ta cezasını çekerek asılacağı, amel defterinde alnına yazılmış olan Mahzun, kan çekercesine Bağdat çarşılarında, aşka aşık olanları buluşturan ‘Dört yol ağızlarında’ bir serseri gibi dolaşırken, artık yaşamı kavramış ama uyanık bir subaşı tarafından bir çeşme başında yakalandığında; kimi zaman yaya, kimi zaman sabi sübyanla, yerdeki karınca bile görsün bu azgın caniyi diye; devrin ucubesi devasa, hörgüçlü bir devenin sırtında meydana getirildiğinde; zamanın alemine düstur veren Mehdi'nin Oğlu, onun önce idamını, sonra da boynu vurularak kanının akıtılmasını istemişti. Bu 'Kerrat' cezasının belki de bir kölenin asi ruhunun, isyanını durdurabileceğini düşünmüş ve gerçekte kendi içindeki gemi azıya almış şiddeti avutup, dindirebileceğini sanmıştı.

Varsağı bitmemişti!.. Cellat, 'Yatağanın Tanrısı' adına Mahzun’dan son isteğini sorunca, Mahzun hiç çekinmemiş ve yakıcı bir dille, Dofar’da, kıyı kasabasında yaşayan analığına son bir kez sarılmak ve gören gözleriyle bir kez daha helâllik almak istediğini belirtmişti. Tanrı’nın yeryüzündeki elçisi, yüceler yücesi, bağışlayıcı cihangir; Bağdat'ın Ulu Hünkârı'da, üç vakit izin vermiş, lakin yerine candan öte bir arkadaşını rehin bırakmasını istemişti!.. İşte o an Mahzun, Faris’in hiç yoktan idamına neden olabileceğini; hiç düşünmemişti!.. Ve ama minnet borcuyla yıllardır yanıp tutuşan Faris, uçarcasına gelmiş, sorgusuz sualsiz onun yerine geçmiş ve Dofar’daki kıyı kasabasından iblisten önce döneceğine antlar içerek, bağıtlar vermişti!..
Evdeki hesap çarşıya uymadı! Mahzun, azize Meryemina’sının ellerini öpmüş, son bir kez sarılmış, bir kez daha helâllik istemiş ve gözyaşlarıyla uğurlanarak Bağdat’ın yolunu tutmuştu ama; yolda haramilerle, uğrular aman vermemiş, ıssız dönemeçlerden, dağlardan geçip, zehirli sulardan içmiş, bataklık ve ırmaklarda boğuşmuş, başıbozuk çeriler yolunu kesmiş ve tam gün batımına yakın, umudu tükenip, mühlet-i devriyesi sona erecekken; Hak adına kalkan el, Faris için (Yaratan'ın Buyruğu gibi) inmek üzereyken; ‘Yettim yâ Harun’ diye ortalığı sarsan bir nara atarak, Faris’in asılmasının, heman önüne geçmiş, 'Melik Olan'ın keyfini kaçırmış ve ahalinin şaşkın bakışları arasında bu zalimce ve yakışıksız faciayı engellemişti. Cellat Mansur hasır tabureyi tepememiş, maktulün yakınları bir gün olsun bayram edememiş; Cani solucanlar gibi debelenmemiş ve Faris ne idüğü belirsiz bir yaratık, batan güneşte sallanan bir yaprak, ipe dolanmış bir mısır koçanı gibi titrememişti!..
El Reşit öylesine şaşırmıştı ki, Mahzun’un sözünün eri olmasına, neredeyse kekelemiş, küçük dilini yutarak, bir şaşkınlık ve buğu içinde, ölüme yemin ve sadakatla bağlı bu iki köleye dönerek; ‘Bana arkadaşlığın, ne olduğunu öğrettiniz, bundan sonra ikiniz değil, üçümüz arkadaşız’ demiş ve büyük bir baht ve kara bir ruhla, nihayet bağışlarla beslenen 'Erdem Irmağı'nın suyundan içmişti!..

Her yolun bir sonu var. Zamandan ve mekândan Azade Tutulmuş Tanrı; Pagan çağlarını yarattı. Sezar'ın geçtiği, garibin su içtiği, çaşıtın at koşturduğu yollarda; O'nu yadsımak için inançsız olmanız istenmiyor!.. Ameliyle ademin naturasını görmek ve faturasının nelere yol açtığını bilmek, kul için yeterlidir!.. Şirk koşmak ve rabbe layık olmak nedir ki… Anısı kalmayacak olanlar, Isparta’daki zayıflar gibi, hep ezilmeli mi?..
Meltemler yine esmeli!.. Karanlıkta günahlara gark olan, aydınlıkta dünya gailesine savrulmamalıdır. Ve bahçeler yine güllerle dolmalı; O sonsuz sükun, yeryüzüne inmelidir!..
...

Bahar dalıyla süslenmiş odaya, bahar dalından güzel, bir genç kız girdi. Avludaki kumruların sesiyle aydınlanan kitaba dalmış; 'Ak Sakallı' adama; 'Ne okuyorsunuz efendim dedi?..’ Adam başını kaldırmadı, bezginlik ve keder içinde; ‘Klişeler, klişeler, klişeler!..’ dedi.

Halik’in sitareden aldığı cevher, Yunus’un midesindeki inci midir?.. Göz nuru; O'nu arayanların üzerine olsun!
...

Belki başka bir yerde de okunmuşluğu vardır.
 


(10.04.2013)



AŞİL




























6 Ağustos 2013 Salı