25 Kasım 2021 Perşembe

 




BÜYÜKADA ÖYKÜLERİ

MARTAY

‘Yaşamın sessizliğinde, alacakaranlıkta, sabaha yakın martıların ötüşmelerini dinliyorum. Nedense bize pek hoş gelmeyen, pes seste, gürültücü haykırışlar, uzaktan uzağa anlaşılmayan melodiler.

Ama ikisi var ki, o sınırsız, pek çok ötüş arasında, sanki konuşuyorlar, yatağımda kulak veriyorum onlara... Tartışır, dedikodu yapar, sitem eder, öykünür hatta zaman zaman kızar gibiler. Ne konuştuklarını bilmiyoruz, belki dillerinin sırlarını çözebildiğimizde, acaba evrenin sırlarını da ele geçirebilecek miyiz?..

Kimiz, neyiz, nereden geldik, nereye gidiyoruz ve ''Ne olacağız'' konusunda, küçükte olsa bir düşünceye, bir aydınlığa ulaşabilecek miyiz?.. O seslerde ve daha bilinmeyen nice şeyde, ötüşte, bakışta, uçuşta bu sırrın gizlendiğine inanıyorum. Ne var ki, kendi dilimizi bile henüz çözemediğimizi biliyorum. Ne yazık ki...

Denizin gürüldeyişi, eşsiz çağlayanlar, tanrının düşüncesi rüzgâr, öğle sıcağındaki inilti, doğadaki ''Hişt, hişt'' sesi, ormanın çıtırtısı, göklerin gürültüsü, yağmurun pencerelerdeki izi, bizlere hep bir şey söylüyor, bir şey anlatmak istiyor. Bu sonsuza dek sürecek haykırışlar, iniltiler, ağlayışlar, gülücük ve kahkahalar bizlere ne söylüyorlar, hiç bir zaman bilemeyeceğiz, bilemiyoruz...

Buda bizim ne denli ileri gitsek de, molekülü keşfetsek, atomu parçalasak, nükleer güce erişsek, yıldızlara ulaşsak da, dünyanın hep yerli yerinde durduğuna, bir adım bile yerinden oynamadığına işaret ediyor. Biz henüz kumrunun yalvarışlarını bile göremiyor, doğanın dilini çözemiyoruz.

Nereye gitsek, nereye koşsak-kaçsak, evrenler evreninin sırrına, galaksilerin, kozmolojinin ötesine bile kavuşsak, hiç bir zaman bilemeyeceğimiz, dilini çözemeyeceğimiz, sırrına eremeyeceğimiz bir şey var... Bizler kimiz, nereden geldik ve nereye gidiyoruz?.. Hiç bir zaman bilemeyeceğimiz ve hiç bir zaman öğrenemeyeceğimiz bir şey belki de...

Biz ileri doğru gitmiyoruz, derinliğine de inmiyoruz, iniyor da değiliz, yalnızca enine doğru, anlaşılması güç de olsa, bulunduğumuz noktaya paraleller çizer gibi, keşişleme ve kesişmelerle yan yana,  belki sonsuz bir hızla, belki de yavaşça ilerliyor, ezgilerle, naralarla, alaylarla genişliyor, çoğalıyoruz.

Bu bizi ölümcül kılıyor, parçalayan ve yok edici, cılız ve korkak, saldırgan ve ürkek kılıyor ne yazık ki... Belki bir adım ötesini bile göremiyoruz biz ve daha korkunç, yıldırıcı, yıldıran bir şey daha var.

Sanki bütün çabalarımız boşuna...

Doğuyor, yaşıyor ve ölüp gidiyoruz biz!..’

 

Karanlığa övgüler olsun çünkü o bize düş kurmasını öğretti!.. Uyku tutmadığı için martı sesleri melankoliye sürükledi sanırım, ama sabah uyandığımda, baharla buluşma yerimiz lunapark meydanındaki kafeye doğru yola çıktım,  çünkü menekşeler, çiğdemler, kırmızı, beyaz, envaı çeşit çiçekler renklerini yavaşça, güneşe, dünyaya, hayata meydan okurcasına serip serpiştiriyordu artık adaya, sabah çiyinde adı bilinmedik nice çiçekler, gizil ara sokaklarda, minik tümseklerde, el değmemiş çukurlarda, duvarlardan sarkan sarmaşıklarda sevdalanmayı, aşka aşık olmak değil, yaşama aşık olmayı bellemiş garip kulunu sevindirmek için boy gösteriyordu artık.

 

Kırağının kapladığı çayır, çimen sabah sisinde, üzerinden yükselen buğunun güneşli ışıltısında, sanki her gelip geçene hoş geldin demek ister gibi başını uzatıyor, boyu posuyla gökyüzüne doğru erişmek istercesine doğrulup, sonrasında narince eğilip bükülerek, kuşluk vaktinde, kutsal yaşamın içinden gelip geçen, sabah yelinin hışırtısına, güneşin yeryüzünü kaplayan ışıltı dolu mırıltısına, evrenin sabah serinliğinde insanı ürperten, iliklerine dek sızan, coşku dolu kutsal ayetine, o büyülü notaların, görkemli tımbırtısına  selam duruyordu... 

 

Adanın başıboş köpeklerinden biri geliyordu uzaktan, sanki selam verir gibi geçip gitti yanımdan, bir kedi yavrusu duvarın dibinde gölgesiyle oynuyor, baharın ilk kelebeği bir çarkıfeleğin üzerinde, o esrarengiz aylasını arar gibi uçuşuyordu.

O gün anladım ki evrenin bir kokusu, bir ruhu vardı. Çiçeklerin, yaşam sevinciyle dolu canların, meleklerin ve sonsuza dek bizden gizlenmeye ahdetmiş ama gümrah kokularının yanında kendi nurunu ve kendi tanrısal tılsımını bizlere bahşetmiş tanrının ıtırıydı bu burnuma dolan afsun, bir türlü tanımlanamaz o büyülü, sonsuz hülya!..

 

Lunaparka kadar kuşlar, böcekler ve çiçeklerle el ele, kah durarak, kah koşuşup, soluk soluğa kalarak, bir sarhoş gibi yalpalayıp durdum.

O vecd halinden, o kuytulardan, tepelerden, hişt hişt diye beni çağıran şeylerden, görünmez meleklerden, belki de tanrının nimetlerinden yarı baygın, kendinden geçmiş halde lunaparka geldiğimde, kimsecikler yoktu…

Beni bekleyen kimseler yoktu. Issız ve ime time karışmış gibiydi dünya, Birden kendi soluğumu duydum. Uzak yağmur yağan bir ülkede, umarsız bir boşluk gibi bakıyordu gözlerim.

 

Dikkat kesildiğimde, uzaktaki minik korulukta, sahipsiz, gölgesiz, belli belirsiz bir at, ikide bir kuyruğunu sallıyor, başını oynatıyor ve çok uzaklardan bir vapurun düdüğü çalıyor, Aya Yorgi gökyüzüne doğru ellerini açıyor ve derin bir melodi,  ulu bir armoniymiş gibi;  yerin altından mı, göğün üstünden mi geldiği bellisiz bir sala; tüm dünyaya yayılıyordu…

 

O zaman çocukluğumda, yapayalnız bir dağa tırmanırken, kim bilir kaçıncı kez kulağıma yankıyan, o türküyü tutturarak, aşağılara doğru yürümeye başladım ve sanki bir anda tüm ada ardıma düşmüş türküye eşlik ediyor ve yaşamın sevincini, o eşsiz, tanrısal güzelliğini, o erişilmez tınısını, dizginsiz bir fener alayı; yaratan ve yaratmış olanın, kutsal çağrısı gibi haykırarak, göklere yükseliyor ve artık tüm bir ada, hep birlikte, Yeni Bir Maceranın Eşiğinde, tüm dünyayı sarsan bir dua, çıldırtan bir ilahi eşliğinde,  güneşin içlerine doğru, sonsuza dek yitip gidiyordu!..

‘Ne büyük mutluluk dağın kutsal yalnızlığına tırmanmak / -tek başına, o temiz dağ havasında, ağzında bir defne dalı, kanının topuklarından hızla dizlerine, beline yükseldiğini,oradan boğazına ulaşıp bir ırmak gibi yayılmasını ve aklının köklerini yıkamasını duymak! / "Sağa gideyim", / "Sola gideyim," / demeyi düşünmeden aklının yol kavşağında dört rüzgârı birden estirmek, /ve tırmandıkça her yerde Tanrı'nın soluduğunu, yanı başında güldüğünü, yürüdüğünü, çalı çırpıyı ve taşları tekmelediğini izlemek; / dönmek ve şafakta orman tavuğu arayan bir avcı gibi dağın tüm yamaçlarında kuş sesleri yankılansa bile / ne bir canlıya, ne de bir kuş kanadına rastlamak havada. / Ne büyük mutluluk toprağın bir bayrak gibi dalgalanması sabahın sisinde, / ve ruhun bir atın sırtında kılıçtan keskin, başın ele geçirilmez bir kale, güneşle ay birer muska altın ve gümüşten, göğsünden sarkan! / Ardına düşmek o yükseklerde uçan kuşun, geride bırakmak tasalarını, hayatın hırgürünü ve mutluluk denen o vefasız yosmayı; / veda etmek erdemli yaşamaya ve uyuşturan sevdaya, / geride bırakmak kurtların kemirdiği küflü dünyayı / genç kobralar nasıl dökerlerse dikenlere incecik derilerini. / Alıklar meyhanelerde güler, kızların rengi solar, kadife külahlarını sallar mal sahipleri gözdağı verircesine / ve senin kanlı ayak izlerini kıskanırlar, ey ruh, ama uçurumdan korkarlar, / oysa sen bir aşk türküsü tutturur, dimdik yürürsün / yalnızlığa doğru bir güvey gibi elinde yüzgörümlükleri. / Ey yalnız insan, bilirsin Tanrı sürülere karışmaz, / ıssız çöl yollarını yeğler, gölgesi bile düşmez bastığı yere, / sen ki her türlü ustalığı edindin, ey insanların en kurnazı, / artık ne Tanrı'nın ne de insanın ayak izleri döndürür seni yolundan; / sen bilirsin orman cinslerinin yemek yediği orman köşelerini, / bağrındaki hayaletlerin su içtiği kuyuları bilirsin; / bütün silahlar aklındadır senin, avlamak elindedir dilediğini; / pusu kurup, büyülerle, tazılarla, uçan oklarla. / Şafakta tırmanıp gün aydınlanırken yürüdüğün gün, iki avucun da karıncalanmıştı, kurnaz gözlerin ışımış, şimşek gibi çakmıştı bakışların çalılıklarda / bu insansız dünyanın tanrısı renk renk tüylü o vahşi kuşu ürkütmek  için. / Dağlarda serin saatler boyunlarında çanlar / kayalıklarda sıçrayan çevik oğlaklar gibi geçti; / güneş göğün ortasında durdu, gün kurtuldu boyunduruğundan / ve yavaş yavaş mavi serin bir sis içinde alacakaranlık çöktü.’