10 Mart 2010 Çarşamba

ANDROMAK



VİTRİN

(01.10.2013)
Boğulmuşların En Yakışıklısı diye bir öyküsü varmış Marquez'in, içinden şöyle bir ima geçtiğini söylüyorlar; sahile yakın yüzenler madalyalara boğulurmuş, kıyıdan açıkta yüzenlerde denizde!.. Bilgisayar oyunlarıyla oyların alap çalap, yönelimin değiştirildiği bir 'Otopia' varmış, bir yetkili gizi şöyle açıklamış, Fahrenheit 451, Marduk, Orwell, Asimov, çağ atlamışlar ama bilincinde olmalılar!.. Düstursuz Frenk hayranlığı içinse, Baudelaire, en fahiş şair, Deleuze en büyük deli, gaddarda Guattari derlermiş. Abstrak ritüeller, erkin nağmeler!..
Sanat her zaman yalan söylemez mi, kobay sanatçı çağındayız, denek ol, misyonu yerine getir, sonra sil. Büyük grado! Ama hız ihaneti geride bırakır!.. İletişim o denli hızla yayılıyor ki, betikler anılarda kalacak, tabletler sayısız yapıtları indirecek ve artık saman rulolarını değil, göz alabildiğine uçsuz bucaksız bir Babil Kitaplığı'nı taşıyacaksınız, hem de kendi Don Kişot’unuzu yazarak, hem de ona hükmedip, bin bir biçimde yapı-söküm yaparak!..


Geçen gün ölüme gidenlere oh çekmiş bir dize canisine, kızgın bir Asena ah çekti Eriha Kulesi'nden; Şiirsel deha, ölüme fetva vermekle olur mu, sanat ki ölümsüzlüğü aramaktır çün!.. Yaşam yaşananın ayrılmaz bir parçası değil ki, hepimiz Tuba’nın nazenin birer dalıyız, kim ki o daldan bir filiz kırar veya onun kırılmasına izin verir, kul hakkını bir daha ödeyemez. Bundandır ki ey reşit, iman tabutunun mücevheri camdandır ve kırılırsa bir daha sükut-u ummana eremez ve dahi marangozdan yalvaç olurda, mizantrop kulundan ehl-i beyt olmaz. Mekruh olan ve günaha girene bulaşmayınız, cennet bağının gülü misk gibi kokar, bülbülünün sesi, çağrı şahikasının ninnisi gibidir ama ve lakin ruh bağışlayıcıdır ey kul, yine de o gülden bir umutsuzluk ıtırı yayılsa ve bülbülde bir çerağ-ı çığlık tufanı kopsa ve naçar kılıp da kaplasaydı eğer gönül bahçesini, biz o gönlü almak için nice zamanlar çabalar ve o kulağa bihakkın musikiler yaymak için de, nice gayretler içinde olurduk. Bu reva mıdır!..

Elbette insan kere bin kere, Baba Mukaddem’in deyişiyle, ölü sözlerinden mafevkler yaratan bir candır ve elbette biliriz ki, içimizde en günahsız olan, ilk taşı atacak olandır. Ama harp yarası geçiyor da kalp yarası geçmiyor işte dostum!.. Bir günah çıkartma katedralinin içine girsek, Dillerin Kulesi gibi, format amiplerinin erkin olduğu çağlardayız desek, siy'ak delikler, tüm maddeyi içine çekip, öbür uçtan püskürterek, sürekli yeni evrenler yaratıp, sürekli eskil olanı yok etsek ve görünmeyen yansılara dualar eyleseydik, elimize ne geçerdi diyorum!.. Melekler denli duru, tan atımı denli diri ve gün batımı denli üzünçler verir miydi ruhlarımız ölmüş olana!..
Hiç diyorum gayrı sana hiç!..

Tanrımız kütle çekim, sirenler deniz ineklerimizdi şu ölümlü dünyada; eğer güneşimiz aşırı sıcak olsaydı, bize mavi görünürdü dostlarım!.. Öyküye öykünecektim değil mi, anlatayım... Bundan bir süre önce Haramidere’de oturur idim, bir süre sonra Çırağan’a taşındım, sonra Papazın Çayırı’nın yakınlarına taşındıysam da, şu an Atışalanı’nda, Fil Damı’nın arka sokaklarında, Gizli Bahçe Semti’nin aralarında oturuyorum... Yedikule surlarına yakın. Bulamazsanız telefon edin, olmazsa mail atın, msnden, twitten, faceden ulaşın. Burada Manol adında yaşlı bir Rum taverna şarkıları icra ediyor, bazen de rebetiko söylüyor. Geçen gün ikimiz lafa dalmışken, birden şu şiiri okumaz mı;  ‘Denize yakın mağaralarda / bir susuzluk duyarsın / bir aşk / bir coşku. / Deniz kabukları gibi sert / alır avucuna tutabilirsin. / Denize yakın mağaralarda / günlerce gözlerinin içine baktım / ne ben seni tanıdım / ne de sen beni’.
Adam pek coşkulu ama sonbaharda aşkı arıyor sanırım!..

Çok yer değiştirdiğim için köksüz ve de mutsuzum ben, hem de gazaba kapılmış çöl Arapları ve bir Hint mihracesinin yanağından süzülen göz yaşları gibi... Ne ki yeni komşular, yeni tanışlar edinmek için yapay bir gülecenlik, göstermelik bir neşe ve sanal bir yücelimle tavırlar edinip, yaşayıp gittiğimde vakidir, ama kimseler bilmez!.. Yalnız yaşıyorum gerçekte, tinim yalnız, tenim yalnız, bedenim yalnız benim, çocuklar hep okulda ya da internet yurdunda, başı bağlı zevcem ise hep işde, beni ne görür, ne de duyar, duyarsız bir iman aşığı işte, ben de sürekli evdeyim, bir Asimov sevdalısı neyse oyum ve hep düşünür ve yinelerim; ‘İnsan en güzel seyahati usuyla yapar’. İri harfli kitaplar karıştırırım konsolun önünde, odamdan hiç çıkmam, çayım semaverle gelir ve eARTh’ım içimdedir. Dışa hiç kapanmadım!

Vitrin dediysem oratoryosu şu; Geçen gün gene büyük yalnızlıklarımın içinde yüzüyordum ki, kanalların birinde, ünlü bir adamın yalısını gösteriyorlardı, programın adını anımsayamıyorum, devasa salonunu gösterirken, antika, göz alıcı bir vitrin çarptı gözüme, bizim iman aşığının vitrinine baktım bende, Tv’nin hemen yanındaydı zaten, çok cılız ve zavallı kalıyordu antika vitrinin yanında... Aristophanes'le çağdaş bir komedyayı karşılaştırmak gibiydi, komplekse kapıldım evet ama, dalıp gitmişim vitrinin karmaşasına... Birden eşyalarında bizler gibi yaşayıp gittiğini, bir yaşamları hatta yaşam biçimleri olduğunu düşünmeye başladım. Tv’deki yalının sahibi yaşamını kaybettiği için, yalıda boşaltılıyormuş meğer, özel habermiş. Bizim gibi toplumlarda ciddiyet birden parodiye, parodide ansızın, onulmaz bir ciddiyete dönüşebiliyor. Vitrindeki kristallere, el işi armağanlara, fincan ve eşyalara bakarken düşünmeye ve giderek de ürkmeye başladım, Poe değilsem de, Simenon ya da Lüpen olma hevesinde misin Hektor dedim kendi kendime!..

Neyse gelecek çağlarda sanat, edebiyat o denli boyut değiştirecekmiş ki, insanlık bir Sümer tableti, bir Çivi Yazısı gibi, geçmişin birikimlerini salt saklayabilir, şiir sözcüklerle yazılmayabilir, öykü kavramsallaşıp-okunmayabilir, roman bütünüyle biçim / biçem değiştirerek anlaşılmazlığa, bir Braveheart ya da burlesk veya pitoresk, lüks ve saltık bir Brüksel lahanası olmaya doğru savrulabilirmiş.
Her şey olabilir küçük Sezar her şey olabilir...
Saraya Viyana, Bağdat'tan daha yakın olabilir, İllirya'da yazınerleri kartellerin uyruğundan çıkarak Microsoft'a katılabilir, tutsaklık ve özgürlük katlanarak artabilir, gelecekte biçimini tanımlayamadığımız Aratür'ler olabilir.
İşte bakın vitrindeki eşyalardan, kulpu kuğu boyunlu, kupası çinili, minyatürsü ve rengarenk cinler ve perilerle dolu; etekleri av sahneleriyle süslü, çığlıklı sülünler ve ince belli tazılardan geçilmeyen, püsküllü avcıların at koşturduğu, koşumlu atların hendekten sanki evin içine atlar gibi olduğu, içi sırlı bir fincancık anlattı şu davlumbazları; Ganem bin Eyüp El Mutim El Maslup söylermiş, delice zevkler bahçesi varmış ülkelerin birinde, ayn göz demekmiş, ayna gözebakan, felfel ve daülmekan ne imiş bilmem, evrenin işleyişi adlı özlü  bir söyleşide bile, tüm filozof ve peygamberlerin dünyayı anlamaya çalıştıklarını sezdim ben. Ozanların tüm dizemleri de böyle!.. Zaman yaşamdan daha değerlidir desem, kavrayan olur mu, Farisi şahı Ardeşir mi dediniz, anladım…

Buridan'ın eşeği paradoksuna göre, eşit uzaklıkta iki saman yığınının ortasında kalan eşek, hangisine gideceğine karar veremediği için açlıktan ölürmüş, diyesim vitrin dediyseniz konuyu anda virtüe edin, konu konumunuzu belirler, kontağı çalıştırın ve bitirin.
İranlı hokkabaz tüccarların, Yemenli simsarların, ateşli susuzluğunu aşkla gideren Hicazlı bezirganların, bedeninin endamını Arap çöllerinin kıvrımlarından alan bir cariyeyi, Bağdatlı aksak ayak bir amaya sattıkları çağlarda, Kıpti bir tecimenle, Habeşli bir tacirin, İbrahimi bir büyücüyle, gece rengindeki cariyeyi; amanın görmezliğinden yararlanıp paylaşamadıkları için, kambur ama tambur çalmasını bilen sağır bir Giritli’ye emanet ettiklerini söylemişler. Adamın adı Saleh Savvap Bukait’miş, neden derseniz, Girit, Grek, Rumi, Helen, İyon, Yunan bütün dünyaya yayılan kült demekmiş. Adam göçmenmiş ama cariye arı gibi ince belli, güneşte yanan zambak gibi ateşli, içli aydınlık yüzü;  ışık gibi parlak, göz alıcı, bedeni; akarsuların köpüğü gibi arzulu ve coşkulu, dünyaya doyurulmuşluğu ise gecelerin dinginliği ve ayın gökteki durgunluğu gibi deruniymiş artık. O çağlarda Bağdat’ta sınırları çöle vuran hurma bahçeleri, kokuları aya varan gül bağları, bir ok gibi göklere yükselen hisarlar, kuleler, sayılması ağızları yakan minareler, kubbeler, saraçhaneler, hanlar, hamamlar, kemerler varmış. Abanoz gözlü hadımağalar, bülbül ötüşlü kızlar kızanlar, insan sesini yansılayan ardıç kuşu ve boyunları ak gerdanlıklı güvercinler varmış. Taç yaprakları bulutlarda gezer yasemenler, papatyalar, göz alabildiğine bağlar, bostanlar ve onların Kevser şarabı, Mecnun ve kelebekler, Baalbeki giysiler, erguvani harmaniler, İskenderani subaşılarla, gözünü budaktan sakınmaz, kamaları hilal kıvrımlı bekçiler varmış... Ey benimle ağlayıp, benimle gülen, ömrünce göğüs kafesimin ardında ve kaburgalarımın içinde,benim için çırpınıp, benim için yüzen kalbim; Efendim ol!.. Gecenin kanatları Semi’na ve Ata’na daim seni koruyacaktır.

Ama her harfiyat alıntıdır diyorum şu dünyada, gerçekten; bir sarhoşun narası, anneciğim demek, senin bakışın, bütün sorular... Ama alıntılar ayrıştığında kuşkular çoğalıyor, ikilemler türüyor durmaksızın, büyük babamın savaş anıları, Ece’nin şiiri, küfür ve sövgünün görkemi, yazılası tüm yapıtlar, bataklığın gizemi, sıradanlığın elemi, karmaşanın şatafatı, yalınlığın yüceliği, sessizliğin derinliği, paradoksların büyüleyiciliği, sürekli yanıtlar doğuruyor, yanıtlar da soruları!.. At hırsızları ve sunaklardaki kurbanlar, kanın onulmaz tadı, zulmün dayanılmaz çekiciliği…
Aşkın biricik umarı gene aşkmış... Geçen yüzyılda Doğu Roma’da hamam böceği yarıştıran Kafkacılar, örücüler bükücüler, ey canlı bir zambak gibi gördüğüm, argo'notlarını canım gibi sevdiğim, bakışlarının nazarı, gülüşlerinin gamzesi yüreğimi delen, Tuğrul kılıcım, gövdesi altın bir dal olan, gelişinin meltemi can alan ve öyle ki sinesine 'Tanrı seni özlemle bekliyordur' dediğim…

Vitrinde kim bilir kimin verdiği bir kâse var, Murabba Sokak'ta yaşayan Safiye Fikret'in düğün sonrası ziyaretinden kalma olabilir, İsa’nın kâsesi mi, Harun'un tası mı ya da Lale devrinden kalma bir haseki kupası mı bilemem, üzerindeki kufi yazılara bakılırsa İsa ile ilgisi yok... İsa illa, Arabi yazıdan uzaklık demek değildir ama kâse şu meseli biliyor;  Midyan ırmağının ötesinde yaşayan bir kral, Dara gibi biri varmış, Çin putuna benzer bir adammış, amber kokusu sürer, Belh ülkesini gezer ve üç başlı köpek beslermiş. Musul’un zift yağıyla, payitahtın sokaklarını aydınlatırmış, sarayında parıldayan avizeler ve gece gündüz tüten meşaleler varmış. İksirler, büyüler korurmuş sarayını, dev ayı postlarıyla, av ganimeti geyikler süslermiş  duvarını.  Deylamit mahpushanesi derler bir kaleye, Asya kaplanlarıyla yan yana atılırmış prangalı suçlular!.. Karanlık günahlarımızın örtüsüdür, sözü onunmuş. Şattülarap kıstağında zamanın öteki şahlarıyla pars peşinde gezip, satranç oynarmış, gecenin kanatlarına biner, iyi kişilerin kızlarıyla, haremde hasbıhal edermiş. Binbir Gece Masalları'nın davetiyle peydah olmuş bir fert, orman marallarıyla, zarif karacaların övgüsüne mazhar olmuş bir civanmertmiş. Sarayın avlusuna topladığı onca sefil, tahtı tahta olmuş nobran, dullar, mekkareler, gönlü yaralı, kalbi incinmiş, kötülük ve ihanete uğramış, felakete gark olmuş cümle divanelerle dillere destan eğlenceler düzenlermiş.
Göğün gözleri gibi parlayan gecede naralarla alaylar gelir, atlılar geçer, tavuslar, sülünler sarayın avlularında çığrışıp, yolsuzlar uğursuzlar oyma kapılardan nevale alıp, sakalardan su içer, satrap mı, nemrut mu bilemediğimiz bu esrarlı zat, her geçen gün ve her devrilen gece içinde vallahi ve billahi çok güzeldi dermiş… Gözleri de Elam'dan gelen kan içici bir despot, kanlı tapınaktan  ilk kez gün ışığına çıkar bir rahip gibi parlarmış, ayaklarını rüzgara teslim eder, kadife serili merdivenlerden geçer, menekşeler, çiğdemler, sümbüllerle kokulu tepelerde uçar, ırmaklarda yüzer, mersin tarlalarına uzanır, burçakların, ketenlerin hasadına dalar ve kendine Zehr Şah, anlamı şu ki Çiçek Şah adını da layık görürmüş. Memlükler, kölelerle eğleşir, yıldız falcılarıyla dalaşır, doğuda savaşmayan hükümdara dar gözüyle, barış dolu yıllara da zul gözüyle bakılır dermiş...

İnsan ölüyor.  Hakan mı, sultan mı olduğunu bilemediğimiz, adını söyleyemediğimiz şeyhin şahımız, gün gelmiş, veda busesini çekmiş ve sultası son soluğunu vererek, kalp vuruşları kemale ermiş. Mesel buymuş, şaşırtmaz, incitmez, dersler vermez, bir meselmiş bu da işte...

Anmayı unuttum vitrinde minicik bir maskta var, veren kişi ağzı laf yapan ekabir bir kişi sanırım, eşinin ölümünde parmağı olduğu ileri sürülen, Platon’un akademisini bitirmiş bir kişi… Mask bir konuya değindi, belki de ölenin ruhu konuşuyordur!..  Beckett’in Godot’yu Beklerken adlı oyunundaki Godot, god; tanrı ve not; 'değil' olumsuzlamasının  bileşimidir. Oyunun asıl adı Tanrı’yı (Godot) Beklemezken olması gerekir. Olmayan Tanrı’yı Beklerken, Tanrı Olmayan’ı Beklerken demek pek uygun değil sanırım. Tanrı’yı Ummazken demek en uygunu olsa da, çevirenler çevirmiştir demeliyiz artık!.. Maskta  anlatılanlar anlatılmıştır deyip sustu zaten. God-not, Godn’t, demektense Godot demeyi daha gizemli bulmuş olmalı Beckett, zaten hiçliği kutsayan, absürt, sonu ikircikle biten, sıra dışı, ironik ve sıkıcı bir oyun gerçekte… Mask, maskara demek değildir herhalde!..

Kılıç kılıca vurdu, çimenler ışıldadı, sevgilimin kalçaları denizin dalgaları gibi sarsılıp, yükseldi ve sanki göklerde bir çift dolunay parıldadı!..  Gül nektarını içen arı, Musul'un nefti yağı ve Petra'daki kuşlar gibi parladı gözleri... Aysel söz dinler, çünkü dinler uyutucudur, tanrının doğal lütfuyla yaşayan toplumlara, gölgelerin özgürlüğü adına diyorum ki; nüfus nefesten gelir ve soluk alan var mı demektir ama her şey bir yana, yârin gözleri dünya tarihini anlatır gibidir!..
Çalımlı belagata, süslü diyaloglara aldanmayın, saygıdeğer uzuv, kutsanmış vulva filan ne demek ki, düş gücü gerçekleşmiş olanın büyüsü bunlar! Efrengi dermiş Araplar Frenklere, Meydan Lazarus'un incileri, Scapin'in silkinmeleri!.. Bokas diye bir öykücü, Cedran ırkının da atları varmış, Rum kağanı Afridonyas’ın ahı tutarmış ve Bukefalos öküz baş veya iri başlı demekmiş.
Sint ülkesi diyecektim ama aniden, vitrindeki kartpostalda, Füssli’nin o meşhur, ecinnili resmi gözüme çarptı, Cenevre'de mi, Zürih'de mi yaşar bir hısım-hasım göndermiştir belki ya da Orşelim Kızları'nın Suzanna'sı ekin başkalaşımı (kültür metamorfozu!) adına kurnazlıkla gönderilmesini istemiş olabilir, belki de Anwers’ten İbrahimi olan Jale'sine göndermiş, aşkı bitince de meraklı camekâncınıza verilmiştir, kim bilir. Zaman sadece bazı şeyleri unutmaya yarar...  Füssli'nin resmi şu kaotik anıştırmaları sunmuştu bize, hem de Elem Denizleri'ne  sürükleyerek…

Yaşamın düşünülemeyecek ölçüde uzak bir geçmişte, düşünemeyeceğimiz bir biçimde, cansız bir varlıktan doğduğu gerçekse, o zaman bizim varsayımımıza göre amacı bir kez daha yaşamı yok ederek nesneleri inorganik duruma dönüştürmek olan bir içgüdünün de bulunması gerekir. Bu içgüdüde, varsayımımızdaki kendi kendini yıkmayı da bulursak, o zaman bunu her türlü canlı sürecin içinde bulunan -ölüm dürtüsünün- belirtisi olarak kabul edebiliriz.

Bunun yanı sıra düş gücü, karmaşık, fantastik ya da başkalarının düşünemeyeceği şeyler düşlemek değildir. Düşlediğini, hangi sanat yoluyla aktarmayı seçiyorsan, o sanatın inceliklerini ve estetiğini tümüyle yerine getirebilmek, yansıtabilmektir.

Diyesim kötü bir dil, iyi bir şiire kaynaklık edemez, tek boyutlu bir müzik, Tarkovski'nin Solaris'ini bayağı bir yapıma dönüştürürdü. Binbir Gece Masalları argoyla dolu, ama Decameron, Canterbury Öyküleri ve Marki de Sad'a yol gösterecek denlide incelikler barındırıyor. Füssli'nin resminde atın bir an için, gözlerinin veya burun deliklerinden birinin unutulduğunu ya da bir kulağının kısa olduğunu düşünelim, hemen komik ya da ironik yapıtlar müzesini boylayacaktır!..
 

Niçin unuttum anlayamıyorum; İnsan, barbarlık ve trajedinin anası oldu, vandalist kozmolojinin de kaçınılmaz biçimde atası olacaktır, tanrıya özenirken, yazık ki kendi benliğini ve tinini yadsıyacaktır diye mi bilemiyorum!.. 
Vitrinde doldurulmuş bir kuşta vardı, baktım nasıl bir şey diye, inanmayacaksınız ama  'Akbabalar, havada kendi kendine döllenirler!' diye ötmesin mi, ürktüm tabi ve hemen yerine koydum. 'Arzuludur yarasalar' diye mırıldandığımı anımsıyorum!.. Belki düş görmüşümdür, belki bipolarımdır, belki de kuşun ne demek istediğini anlamamış, uydurmuşumdur!.. Us kendini aldatabilir sonuçta, tanrının biricik estetisyen olduğunu anlasa da...
Neyse ellerim öylesine gezinirken vitrinde bir de mektup buldum, gizlenmediği için olsa gerek, açıp okumamışlar bile, içinde karmakarışık şeyler, sanki aşk mektubu değilde, öyle şeylere öykünen garip birinin terennümleri var, salt satırlarda kalmış olması, üzünç verici gibi geldi bana…

'Sana iman ettim, boyun eğdim, ey ruhu revanım, sen ki güllerin yurdusun, sümbüllerin, yasemenin ruhusun, irem bağının kokularına şan veren sensin, sen ruhumun tabibi, kalbimin habibisin, sana rağm olan gözler yanacak, sen bakılışı güzel ceylan çeşmelerinin çağlayanı, güz yapraklarının ah-ü figanısın, sen kalplerin taht-ı revanısın ey sevgili!.. Geçmişin ruhlarına saadet veren, aşıklar maşuğu, yüceler yücesi, sevenlerin ecesi geceler boyu sarıldığım Layiha...
Başka bir satırda ise yakınıyor ve diyor ki; Hep aynı şeyleri yineleme, çenekli birer bitki olarak köklerimizi yakınlaştırma olasılığının, yeryüzü kurallarına göre, kosinus hesaplarına uygunluğu ve köprüde çuvallar içindeki mazlumların, Hülagü atlılarının üzerinden geçmesiyle, kaçta kaçının canını kurtarabileceğini düşünelim, birde yatarken insanlar birbirini gerçekten sever mi diye ortaya bir soru at ve klişeler uzak durun benden diye bağır! Gene de düşlerinin efendisi olmak, yaşamak için değer bir şeydir, bilinmez...
Sen beni içine düştüğüm karanlıklardan kurtarabilir misin Layiha, ben durgun bir deniz ve sakin bir atom bombasını kulübesi yapmış, inançlı bir kul arıyorum, yemek yapıp, bulaşıkları yıkayabilmeli; Saçlarına, sırf benim için fön çekmeli ve de zamanı gelince ölmeli!
Ben seni istiyorum Lotüs çiçeğim, bunu hoş karşılayabilecek, erenler bucağı bir Asa'nın ülkesinden misin sevgilim...
Layiha, bir gün inançsızlığı dene, başka bir gün uluyan bir canlıya iman et, başka bir gün yıldızların yollarını yinelemesinden coşkuya kapıl, başka bir gün ölmüşlerden annenin ruhunu ara, başka bir gün huşuyla, tüm insanlığın cani olduğunu duyur. Belki o zaman gerçeğe yaklaşabileceğiz!..
 Layihacığımmmmmm; M çok uzadı ve anlam değişti! Alışkanlıklardan uzak dur, onlar da değişir, geceler gırtlağımızın tadına bakacak ve yüce olan, küçük yeşil bir ışık gibi son iç çekişimizi aydınlatacaktır!
Aşkın, esin ülkelerinden gelen bir ışık, ferah verici bir pırıltı gibi... Yazgımız gizlenir, ama yaşam alabildiğine sürer, siz kader mührünü aşikar biçimde vurmak istiyorsanız kullarınıza, buyurun ey sevgili... Bilinir ki gül, gül bahçesinde koklanır!.. Konosso kapısında bekliyorum seni!..

Sevgilim geçen gün bir rüya gördüm, yaşam mı düş, düş mü yaşam bilemedim (artık iyice içli dışlı olup aşkı unutmuşlar). Topkapı sarayı, Sultanahmet camii, Ayasofya ve at meydanı surlarla çevrilmiş ve sarayında ikamet eden halife III. Abdülmecit hazırlık yapıyor. Çünkü, Mart ayının 21. günü -yeni doğan günde- Sarayburnu'nda kendisini görmek için belki de binlerle ifade edilebilecek bir kalabalık kendisini bekliyor.
Eski zamanlarda olduğu gibi, halife sarayın altından kazılmış ve mazgallarla ayrılmış tünelin içinden, koşumları elmas ve zümrütlerle parlayan, siyah bir ceylana benzer atı, sorgucu yakuttan kırmızı, alev alev yanan serpuşu ve güneşte parlayan, Zülfikar aşkına yanıp sönen kılıcıyla, meydandaki Acemi, Batıni tüm  kalabalığın üzerine, düşlerin içinden  süzülür gibi, birdenbire çıkıyor!..
Meydan uğultudan geçilmiyor ve halife yarı anlaşılır, göksel ayetleri andıran baş döndürücü bir konuşma yapıyor... Ardından vecd içinde kendinden geçmiş kalabalığın üzerine nedimeler, altınsı parıltılar yayan mecidiyeleri saçıyor!..
Ve yine yeryüzünde adaletin savunucusu, yoksulların koruyucusu ve mazlumlara kol kanat geren bir kanatlı, müjdeci bir mehdi gibi birden kayboluyor!..

Binbir Gece Masalları gibi, İngiliz kraliyetine taş çıkartan, landon faytonu ve tolgası ve sorguçları güneşte parıldayan muhafız alayıyla, bir düş alemindeymişçesine geçen halife ve refikasının kozmikomiklik değil, estetizm anlayışımıza katkı da bulunacağını varsayıyorum!.. Renklerden, ritüelden uzaklaşınca elimize ne geçti, saçı süpürge olmuş bir kadıncağız, derisi eprimiş koltuk, bir de karşılıksız çek defteri! 
Ayrıca kavranılmaz bir yoksunluk...
''Doğu Roma'' İstanbul'da Vatikan gibi, sur içindeki bir bölge halifenin bağımsız yurdu olarak bağışlanırsa, onun dönüşüyle elem duyacak, ne kadar günahsız varsa  rikkate geçer. Bitti.

Aşk nedir ki; lumbar pleksus, birer çift gangliyon, ensefalon sinir, kranial kızgı, endonöral görü ve Mers sayrılığı!..

Sona doğru yaklaştıkça, gerilim artar ama öyle biri değilim... İnanın, şimdilerde vitrinin dünyanın ve belki de evrenin gizil, minicik bir yansısı olduğunu düşünüyorum, dikdörtgenler prizması tv nin yanından çoktan uzaklaştırdım onu... Çünkü her baktığımda usum darmadağın olup, rüzgara tutuluyor, korku ve dehşete kapılıyorum ya da dizginsiz bir neşeyle kucaklıyorum mereti!..
Dahası vitrinin içindeki, adını anamadığım bazı eşyalarda, hala ne ürkütücü anıların saklı olduğunu bir bilseniz… Ama her sözüm bıktırıcı bir saplantı, önü alınmaz bir yinelemeye dönüştüğü için zor tutuyorum artık kendimi...
Vitrine bakar bakmaz odanın içi seslerle doluyor ya da öyleymiş gibi bir duyguya kapılıyorum. Gerçeği ayırt edemez oldum ve onlarda  konuşmamı istemiyorlar sanırım. Yaşam gizemdir diyorlar!..
Vitrinlere artık büyük bir saygıyla, kutsanmış bir fetiş, ulu bir totem, bir pilgrim gereci gibi bakıyorum. Tahta birer tabutluk değil onlar artık gözümde... Ve vitrinin içindekileri, her seferinde aile efradının olmazsa olmaz bir parçası, dile gelmez bir anısı, bir sazlık Altınbaşı gibi kucaklayıp öpen eşimi de artık anlıyorum... Lepidoptera gibi geçen şu ömrümde, elbette bir gösteriş fenomeni, palyatif bir sanat çarı veya Krezüs hayranı değilim ama erinç içindeyim artık. Yıllarımı bir önyargı, vitrini de gelin güvey için  'Zampok eyin pi', duvakla frak el ele diye, bir komprador öksesi, bir kartel filikası, haince para tuzağı görmek gibi bir yanlışın peşinde koşmaktan kurtulduğum için inanın göz yaşı döküyorum ve diyorum ki; Kimbilir  eşim bu vitrini görünce ne düşlere ne anılara  kapılıyordu da, anlamazlıktan geliyordum yıllardır! Bir gün, sırf bu yüzden günahkâr ilan edilmişi de dinlemek isterim, hem de özür dileyerek!.. Ayrıca bir vitrin bu kadar imgelem armağan ettiyse, belki de bu kırkambar inanın; duyulmamış bir kuartet, bilinmemiş bir risaledir derim.


Ama  anlattıklarımın, anlatılmak istenenin çok uzağında olduğunu biliyorum. Pampaların ruhu da geziniyor diyen var mı bilemem!.. Onların şu dizeleri okumalarını isterim; 'İnsan, insanoğlu, insanlar, insancıklar / Ki hepsi de bir acı yudum / Ana avrat, kız kızan, Merkür, Venüs, ay, yıldız / Bütünü benim uydum / Niçin kendini düşündün ey Neron / Puvatya, bil Vaterlo ve de Miryokefalon / Cihat için ey İslam, sonra da bahtsız haçlı / Karın için ey adam / Fistan, sütyen, sonra don!..'

On üç, on dört yaşlarının içtenliği...

Ve biliyorum ki artık evren bir döngüden ibaret ve yine biliyorum ki bizim sen dediğimiz; şu an şu satırları yazmakta olan bendir gerçekte... Ben ise; şu an şu satırları okumakta olan sensin artık!..
Sonsuzluk bir ardışıklık ve bir dönüşümdür...

Vitrinin bir dünya, dünyanın da bir vitrin olduğunu sezemeyişimiz gibi, bunun anlaşılmazlığındaki gizem, yaşama tansıklar bağışlıyor ve bizi ona durmaksızın bağlıyor!..





*





MAHZUN
(10.04.2013)

''Arap tarihini yazan bazı kâhinler, bir tarihte Cidde'de bir koyunun konuşacağını yazdılar. Çin tarihinin kâhinleri, Pekin'de, dört gözlü bebeğin doğacağını yazdılar. İsrailoğulları'nın kâhiniyse, günün birinde; Hayfa'da bir kurdun şiir okuyacağını, sonra da kusacağını yazmışlardı.''

Bir zamanlar güneşin doğduğu  yerde, belki Eleşkirt, belki Erbil’de, bereketli hilâlden gizil bir yurtluk, bir cihan toprağında; Geceleri mehtabın yükseldiği, yıldızlara doyurulmuş dağların arasında; Kendince akan pınarların, servilerin, kavakların; Acem kılıcı kaşların, hançer kıvrımı kirpiklerin süslediği, ceylan bakışlı gözlerin nazar eylediği, kızıl ışıklar saçan, bulutları buğular yayan ulu bir konakta; Avlusu iman sümbülleriyle dolu, baygın reyhanlardan görünmez yolu, İrem güllerinden kokulu; nice odalardan birinde, Mahzun adında bir köle yaşarmış.
O zamanlar Tanrı, aydınlığı karanlıktan ayıran, ışığın yüzü, Harun-ür Reşit’de her iki cihanın, eşi bulunmaz bir cihangiriymiş. Kinayeli öngörüler nedimi bir sufi, dildar mesellerin vakanüvisi Eba Müslim-el Veli kaleme alırmış bu sözleri…
Mahzun, Moritanya’dan mı, Kordofan’dan mı; balta girmemiş ormanlardan, susuzluktan kavrulan çöllerden mi bilinmez; güneşin hiç batmadığı, karanlığın hiç gitmediği bir toprağın vatanındanmış. Öyle aç, öyle susuz bir dünyanın gurebasındanmış ki, ne anası, ne de babası varmış. Dağın, taşın, uçan kuşun, ıssız geçitlerle, haramilerin boyundan; şişeden cin çıkaran Ali Babalar’la, berduşların; düşmüşlerle, eşkıyaların soyundanmış.
Ah ki o zamanlar, Dünyazat’la, Şehrazat’tan güzelliğini almış, bir zülf-i yar için bağışlanmış Bağdat’da; Bir diyarlar diyarı, şehirler şehrinin anasındanmış ve sürçü lisan etmeyelim ki, Harun’da, gün batınca kapısına kilit vurulan, surlarının gölgesinde aşka durulan bu şehriyarın, halifeler halifesi bir hükümdarındanmış.
Gelgelelim adını her zikredenin ağızlarını yakan, bir bakışta mil çekilmişçesine gözlerini kavuran bu Abbasi Sultanı'nın sarayındaki köleler, halayıklar; sakilerle, sabiler, muhafız ve hasekiler tüm Bağdat’ın nüfusundan da çok imiş. Ama o yine de sih'r içinde ‘Binbir Gece’, ayağı halkalı bir köle, ilahi gövdesinin gereksinimlerini dindirecek cariye, büyülü bir kuşbaz, düzenbaz, gözbağcı bir hokkabaz arar imiş.
İşte Mahzun’da bunlardan biri olacakmış ki, Nil Suyu civarında bir gece yarısı, mahdumu olduğu bir kervanın peşinde, ayın yoldaşlığında dolaşırken, toz fırtınasından zayi mola sırasında, yazgısını paylaştığı Faris adlı candaşıyla, İbni Hakan'ın -cenbiyeli muhafızlarınca yakalanıp- dillere destan sarayına götürülesiymiş!..

Anlatının burası pek sakıncalı, serap gibi düş karıştırıcıymış. Mahzun ve Faris tam menzile varıp, ey yaşam; işte kölelerin kölesi olduk, belki de dünya-ahret kurtulduk diye mesrur olacakken, şeytana uyup yine kaçasılarmış ve öyle bilisiz, öyle bir ehliyetsizlik içindeymiş ki bu iki arkadaş, nereye doğru kaçtıklarını bile bilemezlermiş; yağışlarla beslenmiş timsahlı sulara; Ramses ırmağına mı, cennet mevsimlerine inat, Eden Bahçeleri'ne nispet, cirit atan Anadolu toprağına mı, Dofar ya da Bağdat tarafına mı, Şam ilinden, Halep-Sur yollarına mı, bir türlü karar veremezlermiş.
Mahzun ve Faris pare pare olursan, sonunda görünmez olursun darb-ı meselince, yollarını ikiye ayırasılarmış. Mahzun bilisizce (öykümüzün başında olduğu gibi), Eleşkirt'teki konağa varmış, binlerce büyük baş hayvan, dağların, ovaların, ırmakların efendisi, Mazdek Ağa diye bir tımar sahibinin, malsız, mülksüz marabası; Faris’te nasılsa oralarda, bir yol geçen hanının, üç kaşlı eşkıyasına kul olasıymış.

Mahzun bu yeni yurtlağında, zamanla balta girmemiş ormanların tinini, çayırların yeliyle birleştiresi, saf bilisizlikten, sonsuz boşlukların bilgeliğine eresi, 'Ezel Nakkaşı'nı güz dilinden anlayarak, yakıcı vesveseden kurtulası ve pek çok ağıt, mersiye, risale, kaside, gazelle, naat ve methiyeler üretesiymiş... Düş kitabında; dünya gailesine zihin yorası, cehalet denizinden, sefalet çöllerine savrulası, bin bir düşüncelere kavuşası ve bellek defterine olan-biteni kopyalayasıymış.
(Mahzun, konakta Arabi yazıyı sökmüş, cumbalar arasından kumru ötüşlerini ayırt etmiş, hangi halayıkların sesi Kurani’dir bilmiş ve envai çeşit bülbül ötüşünün, hangisinin Cezayir’den, hangisinin Adalar’dan ya da Boğaziçi’nden şakıdığını anlar olmuştu!.. Ama bir de her şeyleri unutup, hay huyla ve zamanın hızıyla geçen şu yaşamında; dünya ahret gönül verdiği, karşılıksız sevdiği bir halayık varmış ki; aşkla döktürdüğü, yürek burkan nice gazeller yazmıştır ona....)

İşte Bir Sungu; 
''Ey Rabia... Sen rabbimin lütfu, göz alıcı bir süsü, gönül bağlarının ele geçmez bir gülüsün.
Senin bakışın görmeyen gözleri açıyor; dokunuşun canlara can, dillerin dermansızlara dermandır.
Sen sevenlerin maşuğu, sevilenlerin aşığısın.
Sen dünya ahretliğinden bir can, muhtaçlara, zayıflara canan, günahla taşından toprağından geçtiğimiz, suyundan içtiğimiz şu aleme, şanlar-şerefler bağışlayansın.
Karşılıksız sevene kalbini açan; yaralı ruhlara şifa ve seçilmişlerden bir zişansın...
Rabbimin gözdesi sensin. Senin salınışın yeri titretiyor. Bakışların kalpleri eritiyor.
Senin geçtiğin yollar, ağaçlar, dallar; huşuyla önünde eğiliyor.
Sen kullar arasında yürüyen, adı rağm olmuş, yeryüzü insanlarının kalbinden geçensin...
Düşler timsali, gönül çağlarının, kalp evlerinin kapısından süzülen, hanlar hanı bir cihanın nihanısın sen.
Sen cennetin tubası, bahtsızların duası, küsmüşlerin figanısın.
Kalbin bütün n'isyanların kalbidir.
Onlar ki sana emanet.
Her kim sana sığınacak, mahzunları, masumları elest aleminin bu bal gözlü, bereketli sultanı koruyacaktır.
Senin kalbin, yalnız ruhların evidir.
Senin ruhun, yalnız kalplerin tesellisidir.
Sen rabbimin müjdesisin. Üzülmüşlerin Kâbe'sisin. Meleklerin cariyesi, o güzel ayetlerin bildirenisin.
Onları gümüşlerden alımlı, zambaklardan çalımlı, kuş seslerinin hanı duyumlar evine; O fısıldıyor.
Sen çilelerimizi kucaklayan, sevinçlerimize kanat geren, umutlarımıza yol gösterensin...
Rabbim seni imtihan ediyor. Güzelliğin acılarıyla sigaya çekiyor.
Sen müjdelenensin, yürüdüğün yollara güller serpilecek ve O seni kullarına, haberci tayin edecektir.
Sen sabredensin.
Ey güzellikte eşi bulunmayan.
Gülüşleri şifa dağıtan.
Ey periler divanı. Canlar alıp, canlar sunan.
Ezelin ebedi, bir gül-ü gonca...
Armağanlar armağanı, Mahzun'un sühanı,
Sultanlar sultanı,
Rabia...''

Derç edip, başkaca merak edenler vardır bu deruni köleyi, bu çılgın hergeleyi, imrenti ve kindarlıkla gözleyenler, ibretle yolunu bekleyenler olur deyu; elbette kanaat rehberine düştüğü tarikte vardır diyerek ve işte gerçekte, ötüşen tropik bir kuştur o deyu, bir demet akil-baliğ, bir tutam mücevher sunulur, bereket ve misk-ü amber niyetine, bir dirhemde olsa akıtılır, adı Mahzun olanın katmerli dünyasından…
‘‘Esirgeyen, bağışlayan rabbimin adıyladır. Hayy olana... Göklere ve sessizliğe iman ederim. Zambak boyunlu kızla, efendinin buyruklarına boyun eğerim... Keşişler, dervişler sevgilim oldu. Vaatleri Vaat Edenlerin Vaadiyim. Bilirim ki; Dünya boşluk üzerine kurulmuş, büyük bir boşluktur... Bilgelik edinilebilir mi? Reşit'in çalar saati ‘Digito ergo sum’ a çoktan geçmişti.

Cem olan, dijifreniydi!.. Ve engin gün batımlarının Fas Sultanı'da çalar saat istemişti. Tanrı’nın gözlerini göremeyiz ama; O bizleri görüyor!.. Sultan el Malik üz Zahir El Bundukdari bir gün dedi ki; 'Şu dünya belki de, başka bir dünyanın cehennemidir...'. Sanat, gerçekte sanat değildir. 'Karmatiyiz, Karmatisin, Karmati!..' Fizan ne işe yarar ki... İmla imleri, bir kaosun notaları değil mi?.. Fırtınanın gözüne bakabilmeliyiz!.. Sonsuz kumların sayısı nedir? İsa'ni ve insaniyiz...
Sabah köpüklü dalgalar yüzünü karaya döndü, geceleyin ay çıktı ve deniz söndü.
Ekron ilâhı Baalzevuv ne idi? Güzel dizlikli Akhalar savaşçıl idi! Babil'in Asma Bahçesi, Asurlu Sanherib'indir!.. Sultan Sencer, Alamut kalesini kuşatmaktan neden vazgeçti!.. Onlar ki hançerle öldürendir!.. O,  'Biz üzüm kanı içeriz, sense insan kanı / İnsaf et, hangimiz zulümdar, hangimizin masum canı' beytini vermiş ve Sabbah ‘Eyleme dönüşmeyen arzu, ölümcül bir sayrılıktır’ demişti. 

İşte gelecekteki, peykani levhanın, El Yazması kodeksi; 'Fatih, Vadisseyl savaşını yitirir mi, Avusturya-Macaristan arşidükü şaşırır mı, İlteriş Kağan ortaya çıkar, Küfî yazı mürekkebi kurutur mu... İblis bu dünyanın Hakan'ı olacaktır. İçtihat ve fıkıh ilmi bizdendir. Tus, Keykavus'u barındırdı!.. Rey'in, reyi olmadı ama; Alamutlu elini kaldırdığı an, fedailer kendini uçuruma bırakırdı.

Dünyanın örfü budur!..'

Rab olan şiiri aradı; insan-ı kâmili yarattı. İnsan-ı kâmil şiiri aradı; Rab olanı yarattı. Çağlar geçti... Nedir Peştuca'nın gizi?.. 
'El Cezeri, büyük yeteneği ile önceleri hiç bir akım kullanmadan, hiç bir yardım almadan, otomatlar, mekanik parçalar yapmış bir dehhaniydi. Romalı öyle büyüktü ki, ateşli silah olmadan, semada kurşun görmeden; Kudüs'ü dize getirmiş ve İkizler'e yeni utkular vaat etmişti'. Ey Vedûd'u, ey Mecid'i, kader mührü kapalı, çaprazi bir eseme bu!.. 
(Hayyam'ın, Pascal üçgeni der ki; En büyük heykeltıraş Tanrı'dır, biz sonsuz güzellikte Havva çocuklarıyız; Ne ki, iki paralel doğru gibi, erdem ve ifrit sonsuzlukta birleşir, belki de Şeytan, Tanrı'nın kötü yanı ve kaprisleridir. Günah ve masumiyet bizimdir ama, 'Yüce Olan'ın terazisi göklerdedir. Ulysses, diyesim Uluses bir sözlüktür. İnsan, sair hayvanat gibi münferiden yaşamayıp bast-ı bi zatı medeniye ile yek diğerine muavenet ve müşarekete muhtaç olduğundan, akıl hanelerinde adil bir nizamdan haleldar olması için bir takım kavanin-i müeyyide-i şer'iyeye muhtaç olur. Saltık susku erdemin doruğudur...)

İşte Rufai'nin Lubiyat'ı; Binbir yüzlü El Gûhel, gecelerin cini ve çöllerin kumu, bizi sıcak tutsa da, çağlar boyu ikon para birimi Bitcoin'i tanısa da; Adem Oğlu yine 'Kanatlarına Sığınacak' ve yine 'Kendi Bütününün Bir Parçası' olacaktır. Bugün insanlık birbirinin kölesidir!.. Alem için, gerçek olan arayıştır. Arayışın ruhunu yakalayamayan, özgür olamaz. Cennet bir kusurluluk, dahası bir kusurdur. 'İrem Bağı' arayışın özüdür ve ‘Kendisi’ olmalıdır. Yaşadığımız dünya, kalabalıklar ve katmanlaşma, Havva'dan doğanı, köleye ve sürüye dönüştürdü… Yeni ülküler ve yeni düşlerin olmayışı insanlığı dermansız dertlere koyacaktır; Onulmaz sayrılıklara bulayacaktır.
Zincirleme çemberler içindeyiz, tüm gailelerimizin devasını bulsak, tüm gereksinimlerimizi gidersek de; Demir zırhın içindeki insan; Sayrı bir insandır. Ve o 'Demir Kafes', dünyadır!..
Vaazlarla yücelten o ki; Musullu İshak-ül Nedim, ta oralardan Mazdek’in toprağına geldi; öyle bir Kuran okuyor ki, kıraat sırasında odalar kumru sesleriyle doluyor, uzak diyarlardan duymaz denilen bizonların, çığlıkları duyuluyor. Tinlerimiz huşu ile göklere savruluyor ve ey inananlar, kuşlar kurtlar mest oluyor ki; İşte o an; O buyurmuştur; 'İnanın!..'

Yeni bir ülkü, bir düş, bir gelecek, bir arayış, bir ufuk ve bir demet umuttur bizleri ayakta tutan… Sayrı bir düzlemde, sapkın düşlerin esiriyiz. Yeryüzündeki her tür yaşam biçimi, her tür dalgasız deniz, bizleri nevrozlu olmaktan sağaltamaz!.. Arayış zamanın gizidir; bizi yaşama bağlayan tutku, ruhlara sinen cevher bulutu işte bu!.. Saksağan otu, su sumağı, deniz börülcesi ve şeytan minaresi yenir mi? Varsıllıklar, kafesine kıvrılandır. O da tutsak; O da esir!.. Defneleri koklayamadığımızda, dünya ahretinin köleleriyiz!.. Meyvesi insan olan ve altın bakışlı kuştan başka dünyalar var mıdır?.. Tanrı’nın, Tanrı olduğunu kim bilebilir? Bedenimin ülkesi dokunulmaz olmalıydı ve yine de diyorum ki onlara; Bedenlerimizi ele geçirebilirsiniz ama 'Ruhlarımızı' asla!..’’
...

(Faris, bir zamanlar yaşanmış bir olay yüzünden Mahzun’a minnet borçluydu. Bir gün Sudan civarından Mısır ırmağına doğru giderken, kervanın hız aldığı bir sıra, çöl rüzgârında sarası tutmuş, kervancı başı, tam Ticaniler gibi prangasını söküp yüzüstü bırakacakken, Mahzun onu sırtına alarak ölümden kurtarmıştı. Gecenin ifritinde, bir zaman yol almış ve bir vahada, o güne dek tek bir yaratık görmeyen; ağaçlarla alay eden ve sürekli parmaklarını sayan bir kabileye varmışlardı!.. )

Mahzun konakta yıllarını geçiriyor, giderek aydınlanıyor, içi içine sığmadığı günlerde; Benliğinin eridiği gecelerde, derin bir elemle, dünyanın alabildiğine erdemden uzak, korkunç bir makine, kan suyuyla çalışır, vahşi bir mekanizma olduğuna inanıyordu. Çağatayca bilmenin, alizeler görmenin, bir tür umarsızlık olduğunu düşünüyordu. Bir gece çektiği ıstıraplar, ruhunu pare pare eden yaralar, dayanılmaz bir  hal alıp tüm benliğini kaplayınca; kafesinden bir an bile dışarı çıkamadan, yaşamın tevlit ettiği acılar katlanılmaz olunca; Bilgeliğin yüceliğini, köleliğin alçaklığına yeğ tutmayı bırakmış ve konakta canlı namına ne varsa; hepsini can kafesinden ayırmış, deyim yerindeyse boğazından budamış, gırtlağının tadına bakmıştı.
Yalnızca beyaz bir ata kıyamamıştı!..
Nasıl bir dünya idi ki bu, eli bile titrememiş, gecede tek bir çığlık bile duyulmamış, canhıraş tek bir feryat bile sessizliğe karışmamıştı.
Mahzun büyük sırrıyla, gecenin sessizliğinde, konağı ve ölüleri geride bırakmış, günahlarından arınmak istercesine, beyaz ata binerek, önce Semerkant’a ulaşmak istemiş, artık bu dünyaya ait olmayan acayip bir yaratık, bir Tepegöz gibi dağlardan, tufeyli ovalardan geçerken, yönünü yitirmiş, kuş uçmaz, kervan geçmez yollardan, suskun, göz gözü görmez illerden uçarak ta Dofar’a, sakinlerinin balık yemeyi bile bilmediği bir kıyı kasabasına ulaşmıştı. Orada gizlenmiş, Meryemina adında, azizeler azizesi yaşlı bir kadına, bir anaya kulluğa durmuş, yıllar yıllar içinde, kalbur saman içinde; gün gelip uçan kuştan bile haberdar demir zırhlı halifenin peşine düştüğünü öğrenince, bir gece yarısı ahaliyi üzmeden, uyuyan analığının elini öpüp, gözyaşlarıyla helallik isteyerek, Cihangir'in askerleriyle, Bermeki'nin pençesinden kurtulmuş ime time karışmıştı!..

Her maceranın bir bitişi, her ruhun bir 'Son İç Çekiş'i vardır. Günü gelince Bağdat’ta cezasını çekerek asılacağı, amel defterinde alnına yazılmış olan Mahzun, kan çekercesine Bağdat çarşılarında, aşka aşık olanları buluşturan ‘Dört yol ağızlarında’ bir serseri gibi dolaşırken, artık yaşamı kavramış ama uyanık bir subaşı tarafından bir çeşme başında yakalandığında; kimi zaman yaya, kimi zaman sabi sübyanla, yerdeki karınca bile görsün bu azgın caniyi diye; devrin ucubesi devasa, hörgüçlü bir devenin sırtında meydana getirildiğinde; zamanın alemine düstur veren Mehdi'nin Oğlu, onun önce idamını, sonra da boynu vurularak kanının akıtılmasını istemişti. Bu 'Kerrat' cezasının belki de bir kölenin asi ruhunun, isyanını durdurabileceğini düşünmüş ve gerçekte kendi içindeki gemi azıya almış şiddeti avutup, dindirebileceğini sanmıştı.

Varsağı bitmemişti!.. Cellat, 'Yatağanın Tanrısı' adına Mahzun’dan son isteğini sorunca, Mahzun hiç çekinmemiş ve yakıcı bir dille, Dofar’da, kıyı kasabasında yaşayan analığına son bir kez sarılmak ve gören gözleriyle bir kez daha helâllik almak istediğini belirtmişti. Tanrı’nın yeryüzündeki elçisi, yüceler yücesi, bağışlayıcı cihangir; Bağdat'ın Ulu Hünkârı'da, üç vakit izin vermiş, lakin yerine candan öte bir arkadaşını rehin bırakmasını istemişti!.. İşte o an Mahzun, Faris’in hiç yoktan idamına neden olabileceğini; hiç düşünmemişti!.. Ve ama minnet borcuyla yıllardır yanıp tutuşan Faris, sorgusuz sualsiz onun yerine geçmiş ve Dofar’daki kıyı kasabasından iblisten önce döneceğine antlar içerek, bağıtlar vermişti!..
Evdeki hesap çarşıya uymadı! Mahzun, azize Meryemina’sının ellerini öpmüş, son bir kez sarılmış, bir kez daha helâllik istemiş ve gözyaşlarıyla uğurlanarak Bağdat’ın yolunu tutmuştu ama; yolda haramilerle, uğrular aman vermemiş, ıssız dönemeçlerden, dağlardan geçip, zehirli sulardan içmiş, bataklık ve ırmaklarda boğuşmuş, başıbozuk çeriler yolunu kesmiş ve tam gün batımına yakın, umudu tükenip, mühlet-i devriyesi sona erecekken; Hak adına kalkan el, Faris için (Yaratan'ın Buyruğu gibi) inmek üzereyken; ‘Yettim yâ Harun’ diye ortalığı sarsan bir nara atarak, Faris’in asılmasının, heman önüne geçmiş, 'Melik Olan'ın keyfini kaçırmış ve ahalinin şaşkın bakışları arasında bu zalimce ve yakışıksız faciayı engellemişti. Cellat Mansur hasır tabureyi tepememiş, maktulün yakınları bir gün olsun bayram edememiş; Cani solucanlar gibi debelenmemiş ve Faris ne idüğü belirsiz bir yaratık, batan güneşte sallanan bir yaprak, ipe dolanmış bir mısır koçanı gibi titrememişti!..
El Reşit öylesine şaşırmıştı ki, Mahzun’un sözünün eri olmasına, neredeyse kekelemiş, küçük dilini yutarak, bir şaşkınlık ve buğu içinde, ölüme yemin ve sadakatla bağlı bu iki köleye dönerek; ‘Bana arkadaşlığın, ne olduğunu öğrettiniz, bundan sonra ikiniz değil, üçümüz arkadaşız’ demiş ve büyük bir bahtla ve kara ruhuyla, nihayet bağışlarla beslenen 'Erdem Irmağı'nın suyundan içmişti!..

Her yolun bir sonu var. Zamandan ve mekândan Azade Tutulmuş Tanrı; Pagan çağlarını yarattı. Sezar'ın geçtiği, garibin su içtiği, çaşıtın at koşturduğu yollarda; O'nu yadsımak için inançsız olmanız istenmiyor!.. Ameliyle ademin naturasını görmek ve faturasının nelere yol açtığını bilmek, kul için yeterlidir!.. Şirk koşmak ve rabbe layık olmak nedir ki… Anısı kalmayacak olanlar, Isparta’daki zayıflar gibi, hep ezilmeli mi?..
Meltemler yine esmeli!.. Karanlıkta günahlara gark olan, aydınlıkta dünya gailesine savrulmamalıdır. Ve bahçeler yine güllerle dolmalı; O sonsuz sükun, yeryüzüne inmelidir!..
...

Bahar dalıyla süslenmiş odaya, bahar dalından güzel, bir genç kız girdi. Avludaki kumruların sesiyle aydınlanan kitaba dalmış; 'Ak Sakallı' adama; 'Ne okuyorsunuz efendim dedi?..’ Adam başını kaldırmadı, bezginlik ve keder içinde; ‘Klişeler, klişeler, klişeler!..’ dedi.

Halik’in sitareden aldığı cevher, Yunus’un midesindeki inci midir?.. Göz nuru; O'nu arayanların üzerine olsun!
...

Belki başka bir yerde de okunmuşluğu vardır.
 



*




AZINLIK RAPORU

Az gelişmiş toplumlar hep bir kurtarıcı bekler, bir diktatör, bir paratör, beyaz atlı prens ya da prenses… Kurtarıcı hiçbir zaman gelmez, zaten kurtarıcı diye bir şey yoktur; Onun için az gelişmiş toplumun, yüzü gülmez, naturası sevimsiz, suratı asıktır. Kurtarıcıdan kurtulmak diye bir şey var sonra; Kurtarıcı hep beklenecektir bu yüzden, sonsuza dek.

Samuel Beckett, psikanalistik düzeyde, beklemenin anlamsızlığını, boşluk ve hiçliği yinelemekten başka bir işe yaramayacağını bildiği için, gerçekte; Salt bekleyişin bir eylem olduğunu, beklenenin gelmesi durumunda bile, hiçbir şeyin değişmeyeceğini, kozmik skalada kavrayıp, sezinlediği için, salt bekleyişi kutsayan bir oyun yazmıştır. Tanrısal olan kurtarıcı değil, bekleyiştir yani!..

Gelecek olan, beklenen, bekleyişin kendisi kadar önem ve değer oluşturmayacağı için, ‘bekleyişle’, onun salt kendisiyle sınırlamıştır oyununu… Ama bunu anlamak o denli belirsiz bir iz düşümdür ki, Beckett bunu açıkça belli etmeye bile gerek duymamış ve anlamsız bir boşlukta bırakmıştır oyununu… Dileyen belki tam tersini bile ileri sürebilecektir, çünkü bekleyiş özünde her olasılığı barındıran bir edimdir ve Beckett haklıdır!..

Az gelişmiş toplum, sürekli bekler bu yüzden, ama bunun anlamsızlığını ve hiçbir işe yaramayacağını kavramak istemez, anlamamakta ya da kendini bu oyuna kaptırmakta direnir. Örneğin sosyal medyada, sürekli kurtarıcı olarak, o işe uymayacak, uzaktan yakından ilgisi olamayacağını düşünebileceğimiz kişiyi, gerçekte yaşamın bir parodisi sayabileceğimiz insanları, komedyenleri, oyuncuları, neredeyse sirkte çalışmış bir jonglör veya bunca yıllık yaşamında bir hara bile görmemiş ‘seyisleri’ paylaşır!..

Bu şunu düşündürüyor, karikatürsel olarak veya toplumun bilincinde diktatör; sürekli alay edilen, taklidi yapılan veya hakkında küçültücü hurafeler üretilen biri olmuştur. Acaba bu yüzden; Toplumun bilinçaltında yer eden bu görüngü yüzünden mi toplum, sürekli popüler, komik ve belki bir kokteyli bile yönetemeyecek, bir komedyeni, yankıdan ibaret bir figürü ya da bu konuda deneyimi olması düşünülemeyecek kişileri paylaşır.

Bilinçaltındaki kurtarıcı, gerçekte bir diktatör olduğu ve bu kişiyi, hep komikleştirdiği, bir gülüte dönüştürdüğü veya Stockholm Sendromu -burası önemli- uyarınca, gerçekte bağımlı olduğu, özlemini çektiği kişiyi, spritüel olarak çağırdığı, eğretilediği için mi genellikle komedyen türünden insanları paylaşıyor.

Düşündüğümüzde demek istiyor ki öznemiz; Bir diktatör yok mu bizi kurtaracak, süblime ediyor istemini… Psişik olarak şunu düşünelim artık, az gelişmiş toplumda, neden ülke sorunları üzerine söyleşiler hep aynı tümceyle bitiyor, şöyle; Gerçekte bize bir cellat, bir ali kıran baş kesen gerek! Bu tümcenin, elbette sayısız versiyonları vardır!..

Ama Beckett bunun hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini ama toplumun düzeyini ve demokratik formasyonunu anlamada yardımcı bir veri olabileceğini söylüyor.

O zaman paylaştığınız kişiler bizi kurtarmayacak, bunu biliyoruz, ama bilinçaltımızda totaliter, güdülmeye alışkın, emir komuta zinciri içinde, pederşahi bir toplum ve bireyler olduğumuzun tanımı ve gizil özlenci yatıyor bu paylaşımlarda… Bu gün gibi açık, ne acı demeyi gerektirmeyecek kadar, çünkü gerçel olan var olanın kendisidir ve bir açımlamayı gerektirmez!..


*


SODYUM

Anılarımız tanrılar gibi soyut
ve moleküllerimi görüyorum.
Kara madde, tanrı parçacığı
yürüyerek geliyorlar
ve hologramda beliriyor görüntüm.

Evren, onlar ve ben
ve ikili sarmal
bir bilgi yongasıyız.

Uzamsız matriks yığını.

İşte planörlerimiz uçuşta,
zeplinlerimiz yeli bekliyor.
Oksijen yurtlukları, dijitifreni
ve kampüslerimiz,
nitrojen ülkeleri,
Sealand ve devletlerimiz…

İşte, İsa Reis gambotu bulutlarda,
on knot hız yapıyor,
kıç taret yuvası; uz evrende yaralı.
Genoalı leventler, Utarit’te yüzüyor.

Beş sigma sayısal anlamlılık,
durgunluklar denizi
ve ağların akışında,
dönüp duran Pön incisi

Ebabiller çekirge ayağı getiriyor Sultan’a
Kırlangıçlar su taşıyor Süleyman’a, DNA.

Ve işte ölümsüz Soğdlular bakıyor;
Birgün ve Monark kelebeği
Buran yeli, buzağı, tuz ve buz.

Ve beyazın değişik tonlarıyla,
Merton’un bilgeleri.

Ve işte soruyorum onlara
ve işte böyle, işte göründüğü gibi, böyle;
çorak ve susuz

Mutsuz muyuz!..


*



ANTİTEZ


‘İki kuğu karşı karşıya gelince, kalp işareti oluşurmuş, demek ki tanrı var.
Savaşta iki taraf, aynı tanrıya yakarırmış, demek ki tanrı yok.’

Bir kanalda Friedrich Nietzsche’nin resmi ekranı kaplamış, filozofun burun altı tüyleri çenesine dek sarkmış, görüşleri okunuyor, düşünceleri dile geliyor, artarda aktarılıyor.

Bir oda da beş kişi var, tümü de büyük bir sessizlikle dinliyor filozofu…

Nietzsche, yeryüzünü, yaşamı, evreni, varlığı, yokluğu, tanrıyı; onun doğumunu, ölümünü yorumluyor. Her bir şeyi, usa sığmaz, büyük bir ağırbaşlılıkla kurgulayıp okuruna sunuyor.
Ama devasa burun altı tüyleri öyle dikkat çekiyor ve öyle ilginç geliyor ki insana, yüzünün bir yarısını, -ağız ve dudaklarının- tamamını, bütün bütüne örtmüş, ekranın büyük bölümünü neredeyse kapsıyor!..

Beş kişi var odada ve tümü büyük bir dikkatle dinliyor Friedrich’i…

Sonra içlerinden beş yaşında olan en küçükleri, birden çınlarcasına bozuyor sessizliği;
‘Bu adam nasıl yemek yiyor?..’


*


PARODİ


‘ Delia Elena San Marco’ya’

Çocukluk çağlarından birinde karşılaşmıştık.
Yokuşu çıkarken sana bakmak için dönmüştüm;
sen de dönmüştün, ‘Kalplerin görebileceğini söylüyordun’
ve bana el salladın.
Aramızdan zamanın duru tadı ve bir insan ırmağı geçiyordu,
Yakup’un Düşleri’nden bir gün batımıydı.
Bu anın sonsuz bir ayrılık olduğunu, hepimizin birer
‘Araf Yolcusu’ olduğunu nasıl bilebilirdim.
Birbirimizi bir daha göremedik ve bir yıl sonra ölmüştün.
Şimdi o anıyı arıyorum ve bir yanılsama olduğunu,
küçük bir elvedanın ardında, sonsuz bir ayrılık olduğunu düşünüyorum.
Bu gece ‘Elem Denizleri’ni kucaklamak istedim,
olanları anlamak için Attar’ın ustasının, dudağına yerleştirdiği
öğretiyi yeniden okudum.
Bedenin öldüğünde, ruhun özgürleşebileceğini okudum.
Şu an gerçeğin bu yakıcı melankolide mi,
yoksa o sonsuz elvedada mı olduğunu bilemiyorum.
Ruhlar ölümsüzse, ayrılıklarında sessizce olması iyidir.
Elveda demek ayrılığı yadsımak, yine görüşeceğiz demektir.
Bugün ayrılır gibi yapıyoruz, ama yarın yine bir araya geleceğiz.
İnsanlar, ayrılığın oyunlarını bilemediler, çünkü ölümsüz
olduklarını sanıyordular, her ne kadar kendilerini sıradan
ve gelip geçici sanmış olsalar da; Bunun için üzünçle
ve özlemlerle dolular.
Gönül; Bir gün yeniden görüşeceğiz ve şu belirsiz söyleşiyi
sürdüreceğiz ve ‘Sonsuzluk Irmağı’nın kıyısında, bir zamanlar
Fatih ve Gönül’müydük diye birbirimize yine soracağız.



*


NOVAK KİM


Onlar buluttur, gökteki hilâl.
Onlar Grek tanrıçası, yıldız tepeleri, kuş yumurtaları.
Onlar yeryüzünü kucaklar, kanatsız kuşlar, flüt sesleri yayar.
Onlar tanrılardır. Süzülen sfenks, bir kutsallık.
Onlar burçağımız, buğdayımız, kumruyu kıskandırır.
Onlar Nefertiti, onlar ceylanlar, onlar aylar!..
Onlar kilittir, altın anahtarla açılır, gül bahçeleri…
Uçsuz bucaksız cennet, tinlere yayılır.
Onlar manolyalardır. Onlar özlemler.
Sonsuz yazgımızdır, arılar, kelebekler.
Ağaçlardır onlar, dallar, korular.
Onlar nektarlar, ballar.
Onlar ipektir, mavi kadife…
Yürekten sevişmektir, arı soylar.
Onlar odalar, yataklar.
Onlar kızıl gonca, ölümcül dudaklar.
Onlar sandıklar, yüklükler.
Onlar dünya ayrısı!..
Cennet yuvakları, yarlar, koyaklar.
Onlar çöl serabıdır, açıl susam açıllar.
Onlar düşler atlası!..
Onlar kapılar.
Onlar us kıran, döşler, ayaklar...

Onlar ki aşka aşık; sevdalıydılar.


*


HOMOHOME

Uzay boşluğundaydık. Mauritia ve Rodinya'dan geçiyor; ‘Cogito ergo sum’dan ‘Digito ergo sum’a doğru gidiyorduk. Otofazi artıyor, Triangulum yanıyordu. Çen Guangbiao oksijeni piyasaya sürmüş, Amele Birlikleri Miklagard’a kanal açıldığını görmüştü.
Kuarklar eşliğinde Satürn’deki ofisimize geldik.
Neandertal klonluyor, lemmingler ve kar tavuğu üretiyor, binlerce rüzgârla, bağırsak florası ve biyo yakıtlar gezegeni süslüyordu.
Tanca'da, manolya bahçelerini gördük, günbatımı Petra Vadisi'nden geçtik, mor külhani yeleleriyle Berberiler fener alayındaydı, eseme ve farmakoloji düşkünlüğü vardı.
Tartus'da onu arıyor, Flotilla 13'ü soruyor, Osirak nükleer reaktörü, Al Kibar plutonyumunun üvey kardeşi mi, diye hipotezler üretiyorduk.
Negrilisin’in hükmü sonsuza dek sönümlendi, anlağı kaotik Joyce, Hiçkimbaba, Cellatnemrut ve Numançiçeği diyor, fasit bir dairede Lübnan selvileri, kokularla bulvarlarda yürüyordu.
Işığın menisi, kurşun deposu penisler, Nepal biçemli uterus, egomenler ve küskün Sumatra, kent denizlerinde bir Grek vazosu gibi duruyordu.
Trigonometri ve tiktaklar dizisi yer değiştiriyor; Kato senatoda, tanrı ve insan türü kendi yarattığının yarattığıdır diyordu.
Kapitole yağmur yağdı ve Lord Harry yerde yetişen yonca yeşil olur diyerek gerçeği vurguladı.
Işıltılı çehre, Hint sümbülü ve havlayan kedi aramızdaydı.
O an, Büyük Brother, Düşler Atlısı ve stronsium bir ortaklık kurguladı.
‘‘Papa Peter her gece yatağına işer
Ayrımız gayrımız yok, böyle de olsa beşer’’
Fosfor yanığı merdivenlerin yarısına kadar geldi, eğildi ve medüzünden sıyrıldı, birden o tuhaf şey göründü, yarı karanlıkta, ölü deri parçasını yoklar gibi arandı ve kör hançeri güç bela derinliğe saplandı, sönmüş bir galaksi gibi hiçbir yaşam belirtisi yoktu, ikili sarmalda yaşlı siborgun çığlıkları yankılanıyordu.
Erdemliler ve meşaleciler gruplara ayrılıyor, çenesiz Çinliler ve tavus benliler çoğalıyor, Cem'de dünyayı Mars'a benzetiyorum, yaşam belirtisi var ama yaşam yok diyordu.
Göl kedilerinin soyu tükendi. Ranvier boğumları hız sınırını geçti. Galanthus -karga soğanı- güneşte de açıyor, kuvarsit ve arduvaz kayaçları, güz ertesinde sabır çiçekleri gibi patlıyordu.
Kambriyen dönem ve mastodontlar enzimi kendini yeniliyor, uzaklarda kabaran Tetis denizinde nautilus yüzüyor; San Andreas fayı açılırken, hydromeller ve puhuların gözleri saf karanlığı görüyordu...
Her izm biraz faşizm barındırır dedi Tarık, mineral yiyen ve elektrik içenlerin ülkesine geldik, Melkisedek ayini parıldıyor, Anka kuşu yumurtluyor, etekli bir İskoçyalı geçerken, kuzeydeki kulübelerinden el sallıyordu İskandinav köylüleri!..
Karanlıkta kuğular gibi esiyordu horoz rüzgârı.
Güney Haçı yanıp sönüyor, Karaağaç'tan herkes kaçıyor, tek bir insan oraya doğru koşuyor, Kız Kulesi’ndeki betikler bir şiire dönüşüyor ve sonsuzlukta 'Sayrılar Evi’nin kapısı özlemle açılıyordu.

Üç ayaklı keçi, uzun boylu masmavi tazılarla altın kapıdan süzülerek geçti ve O; hışımla kükreyerek ‘Pendafrodit’ olanınız kim dedi!..
Öne çıktım.
‘Tanrımız sizi görmek istiyor!’
Başımı öne eğdim ve ‘Şiir, insanın sonsuz yolculuğunda gizençli, eşsiz bir kanat sesidir’ dedim.


*


YAKARIŞ


(Rebilüevvel ayının on altıncı, 2 Temmuz 622 tarihinde, bir Cuma günü, Selman kölesi bulunduğu bir Yahudi’nin bahçesinde, Yesrib dolaylarında yüksekçe bir hurma ağacının tepesinde bulunuyorken, efendisi olan Yahudi’de, öğleye doğru bu hurma ağacının gölgesinde oturmuş dinleniyordu. Tam o sırada bu Yahudi’nin bir amcası oğlu gelerek, son derece kızgın bir şekilde şöyle demişti; ‘Şu Evs ve Hazreç’in Allah belalarını versin, şu anda onlar Kuba’da, Mekke’den gelmiş ve peygamber olduğunu söyledikleri birisinin etrafında toplanmışlardır.)

I
Ey insanlar arasında O’na benzeyen. Ey seven, ey sevilen. Ey Kureyş’i deniz köpeğiymiş zanneden. Ey yabani mantarım. Yer elmasım, papatyam. Ey Yesrib yamaçlarında, sütleğenler gibi parıldayan. Kum tepelerinin ardındaki ürkek ve narin ceylan. Ey yağmur göletlerinin siyah balığı. Hanzala otunun güneşli çiçeği. Ey jerkovem.

II
Ey kar ve ateşi birleştiren, berhudar ol denilen. Ey çobanlık yapan yalvacım. Ey iki kaşı arasında yüzlerce yıl yol gidilen. Cehennemde giydiğim ateşten pabuç. Ey düşler kaynatan. İnanç kılıcım. Keder yılım. Ey Kureyş ulusu. Ey firavunların iman ettiği putlar. Yaban yağmurlar.

III
Ey kefensiz ayakları ishir otu ile örtülen. Ey mahzun kalplere okla yürüyen. Ey Tihame kabilesi. Ey deve karnındaki sülbünden oğlak. Altın buzağı. Ey kızıl keçim. Kulaksız at. Ey Vakkas’ın oku ve ey Buvat. Ey sırattan sırat. Ak gerdanların incileri gibi dökülen gözyaşlarım. Ey Arami dilim. Hicaz tüccarım. Sevgilim!..

IV
Ey Mekke’nin gölgesiz ağaçları. Umeyye oğulları. Medine hacıları. Ey yol ayırtlarının su dağıtıcıları. Ey sürahiden alımlı. Ey bal yapan arı kovanım. Büveyhi hükümdarım. Ey genç kızların sivri sözlerinden delici. Ey İbrahimî olan. Ey Semud kavmini çıldırtan.

V
Çölde kumlar şarkı söyler!.. Bir udun tellerindeki nağmeler gibi. Ey esrarlı ninniler. Cinleri perileri ürküten!.. Rüzgârları deli divane eden ey.

(Bazen bu tacir kafileleri, kendilerine gülüp onlarla alay eden ve korkutan cinlerin seslerini işitirim korkusuyla, bazı garip vadilerden geçerken develeri süratle koştururlardı. Eyle şehrinde, Yahudi kabileleri, aşırı şirke daldıkları, cumartesi yasağına uymadıkları için mesh edilmiş yaşlıları domuz, gençleri de maymun kılığına sokulmuştu!..)

VI
Ey Suriye hududunun Busra ili. Siyer kitabım. Ey meleklerin kanat gerdiği Ficar savaşım. Ey Ukaz panayırı. Kusem dilim. Ey Baraklid’im. Hevazin kabilesi. Ey haram ayları. Ey bereketli hilal. Ey Mekke’de parıldayan dolunay. Ey Necid çölleri. Medyen vadileri. Halep muhacirlerim. Ey Avrupa şehrine şan olmuş bağlar. Ey Taif. Acem elim. Ey gökyüzünde gezen yıldızlar. El Emin'im ey..

VII
Ey Kabe’nin sütresi. Hubel putum. Ey Huzaa Emiri’m. Ey baksı oklarının yakut uçları. Ey Kezzabe güneşim. Suya atıldığında ağlayan taşlar. Ey Hacer’ül-Esved’im. Hira dağım ey. Ey insanların enyarı, eryarı. Ey utkun olan. Ey inançsızları en iyi anlar imam. Ey sevdacı, tan sözcüsü. Kavimleri kavuşturan.

VIII
Bedenleri yarı çıplak çobanlar!.. Çölün sarı tozları. Ey Ebu Kubeys dağları. Güneşin ışıkları. Ey ürperen ağaçlar. Mekke taraçaları. Ey karanlık yıldızlar. Ey su kuyuları. Çöl kapıları. Çadırlar. Ey ateş çemberleri. Gönül hırsızları. Ey narin hilâl. Bedr'in aslanları ey. Ey gecelerin yıldızı Tarık. Burçlarla dolu göklere andolsun ki; O kalplerin ziyaıydı!..

IX
Ey simgeler simgesi. Gölgelerin ötesi. Ey kayalar. Uçurumlar. Ey hiç değişmeyen, hiç değişmeyecek olan!.. Ey yoklukları var eden kan pıhtısı. Ey Ebu Kuhâfe. Ey gönül yelpazesi. Mushaflardaki risaletim. Ey Ebu Leheb’in kuruyan iki eli. Ey Mekke delileri. Saçaklar ucunda yükselen toyrak. Ey kanla sulanan dikili taşlar. Ey hamurdan putlar. Herat kapıları.

X
Ey sağ elinde güneş, sol elinde ay olan. Ey Mardin kapılarını şiddetle çalan. Ey göğsün üzerinde kayalar. Herakleion!.. Ey Hüsrev Perviz. Ey pervaneler, viraneler!.. Ey karanlıklar evi. Işıklar kümesi. Ey Şiruyeh. Semur ve kunduz. Ey parsı gemleriyle tutanlar!.. Ey tazılar. Ey Şiraz. Ey halılar!.. Ey Medine illerinin demir lalesi... Köleler!.. El İsra ey. Ey gecede günahlara garkolan.

XI
Ey Yakup kayalığı. Ey Azrail. Ey dünya gailesine savrulan. Bakır yüzlü öç meleği. Ey devrilen testilerin dökülmez suyu. Ey Cebrail kanadı. Dehşet veren dağlar ey. Ey kavruk kayalar. Mina Çiçekleri. Kurak vadilerin Yesrib gülleri!..

XII
Ey mağara ağızlarının dişi kuşu. Lav sahraları. Ey çağıran güvercin. Ey Necid bedevileri. Şam entarileri. Ey mavi atlar. Ey Habeş Necaşisi. Ey kılıç gölgesinde uyuyanlar!..

XIII
Ey cennet sülbünden narin keçiler. Ey Bulak'ın ıssız mahallesi!.. Ey zırhlara bürünmüş. Ey göğsünde kuş tüyleri gezdiren. Ayakları kum lalesi ey!..

XIV
Ey putlar önünde eğilmeyen. Ey lekesiz. Ey veçhesi nur olan. Ey azaları parıldayan. Hazreçliler!.. Gatafan kabileleri. Ey kayadan yontulmuş beden. Baalbek kâhinleri. Ey Uzza. Ey avreti gözüken. Ey yalancı peygamberler. Ey kaya yarığından çıkan. Ey hörgüçlü develer. Ebabiller!.. Ey Müseylemetü’l-Kezzab. Hayır ve şer. Ey Ren dağlarında gerçek, ötesinde batıl olan. Ey Hicaz çöllerinde dolaşan. Ey Hadramut. Ey sahra hırsızları. Ey hurma şarabım. Arı su. Ey ashab, ey ensar, ey muhacirler!.. Ve ey velemyekûnlehû!..

XV
(Ve bunun üzerine o ashabtan bir grup arkadaşı ile birlikte aniden Medine’den çıkıp Necid bölgesine doğru geldi. Ama sıcak son derece aşırı idi. Her tarafı kasıp kavuruyordu. Ve develere de sıra ile binebilmekte idiler. Ayakları üzerine bezler ve hurma lifleri sarıyor, kumların yakıcı sıcaklığından ve taşların keskinliğinden korumaya çalışıyorlardı. Hatta Ebu Musa’nın bu yolculukta şiddetli sıcaktan dolayı ayak parmakları düşmüştü... Ama onların son soluğuna da tanığımdır. O sıra yanımda bulunan ensardan bir arkadaşım da tanıktır. Gerçek tanığın kim olduğunu da, yalnızca Allah bilir. Eğer tanık bensem, Rasulullah (sav) dan sonra insanların en hayırlısı olan Hamza İbn Abdulmuttalip’in de, insanların en şerlisi olan Müseylemetü’l-Kezzab’ın da imanımın indinde; Solgun bir gül olmaları benim yüzümdendir!..)

Ey iki cihanın efendisi, sonsuz göklerin büyük yargıcı; Şu fani alemde, sülb-ü Adem'den de olsa; Kul hakkını ödeyen, güneşler önünde müjdelenenler var mıdır!.. Varsa kim?..

İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi Raciûn.




*




PROFİL

Hermes mavisinin, ay beyazı uyluklarını, kutup ışıklarıyla parıldarcasına süslediği gecenin sabahında, Mesih’in saçlarını sıvazlayıp kanala çıkan genç kızların, defnelerden çelenklerle gönendiği, İsis’in vergi memurlarına bir cebirle aşkı belletip, Yakup’un, ırmak ötesi sularında gezindiği, sunaklarda yazılı buyrukların, yeryüzü halklarına, o mutlanlı günlerin yaklaştığını bildirdiği, konsüllerin kara gölgelerinin surlarda gezinerek, ada çayları gibi kokulu; Sumatra köylülerinin, ortaçağ derebeylerinin, ayak uçlarında zambaklar açan Türkmen kızlarıyla, kentleri yıkan azgın suların, bentlerden aşarak, deltalara kavuştuğu, Hicret’in 23. yılının Bermahat ayında, şol yüzünü gösterdiği, içinden ateş geçen gül fidanlarının, Hemedan’da toprağa kavuşup; Tanrıların tapınmaya durduğu gezegenlerde, meleklerin yakarılarıyla, kuş arabalarıyla, göklerin cennetine ulaşınca, kementlerle boğulan cariyelerin, son iç çekişinde; Yakut gözlerinde yanıp sönen nurlar gibi, ilâhi bedenlerinden yayılan ve insanları çıldırtan yalımlar gibi; İman diyarlarında açan sümbüller ve Venüs gibi peçesinden sıyrılarak, gizem dolu ülkeleri tutuşturan yaseminler gibi!..

...

Sevmiştim seni!..



*



BİR GÜZ ÖYKÜSÜ

Değirmene gitmek için; tan atımında yola çıkmak gerekir!..
Alacakaranlıkta köylü, çuvalları, ak benekli eşeğine yüklediğinde, haneyin dip köşesinde yığılı buğdaylar, küflü, ıslak kokularını, ürperen esintide; önce ağaçlara, yaprak aralarına, oradan da ovalara, dağlara, uzakta dağ diplerindeki köylere taşıyorlardı.

Köylü, dolaşık, bayırlı yola düzüldüklerinde, şöyle bir geriye dönüp baktı; kümesi andıran evlerin hiç birinde, tek bir ışık, tek bir pırıltı yoktu. Bir kuşun, çınlayarak başının üzerinden geçişiyle, ileride bir ışığın göz kırpması bir oldu. El büyüklüğündeki delikten, bir ışık çıngıdı bir an, iki, üç ve bir daha görünmedi. Köylü ne demek oluyor bu diye hiç sormadı.

Köyden iyice uzaklaştıklarında, Meandros ırmağına yaklaşıyor ve yolları üzerindeki derenin ötelerinde, keçi yolundan aşağı düze iniyorlardı. O güne dek hiç düşünmemişti, ağaran yeryüzünde eşek, bayırdaki yoldan, nasıl da dengeli, nasıl da bir güven içinde iniyordu.

İç güdüsel bir sesle mırıldandığını duydu, katık torbasını ilk kez unutmuştu bu sabah serinliğinde, eşeğin yamaçtan inerken gösterdiği özen, yaşama sevincinin usuna düşmesine ve katık torbasını unuttuğunu anımsamasına yol açmıştı. Şimdi dereye dek inmişlerdi ama; akan suyun kıyısından, incecik yola süzüldüklerinde, güneş hâlâ doğmamıştı.

Tan aydınlığının ürpertici sessizliğinde, titreşen servi yapraklarına bakıyordu köylü, bayırın yukarısında, -en uçta- akçıl bir tavşanın, gizençle hoplayıp zıpladığını gördü, düş mü görüyordu ne; tan alacasında, -yamacın tepesinde- yapayalnız neden oynasındı ki bir tavşan!..

Bastıran uykunun tatlı esiniyle bir kez daha baktı, evet ikiydiler! bir satirle el ele danslar ediyordu tavşan. Dikkatle bakınca, minicik boynuzları olan, mask gibi bir yüze sahip olduğunu gördü satirin (tavşansa iki ayağı üzerinde, öylesine eskilerde kalmış insanlığına bir özlem duyar gibi dans ediyor ve sanki onları uzaktan süzen tanrısını da ürkütüyordu)...

Filizlenen gün ışığında, -çiseleyen yağmurun- kar topu gibi kabarttığı mantarları toplayarak yürüyordu köylü, giderek açılan gökyüzünde, serin ağaçların altından, akıp giden dereye, kız böceklerine, suda kayan minicillerle, başları kıpırtısız, öylece duran kurbağalara bakarak uzaklaşıyordu.

Yarı uykulu, ne denli yol aldığını bilmeden, gözleri ak halkalı eşeğinin ardında yürüdü durdu, sonra bir an; içinde sinik bir ürküntünün büyüdüğünü duyumsayıp, kalabalık ağaçların arasından izleniyormuş gibi bir duyguya kapıldı ve görküyle gözlerini ağaçlara çevirdi!..

Zeus izliyordu onu; gök tanrısı! bulutlardan gür sakalı, yıldırım gözleri, Jüpiter başıyla, örgün, kuyruksu saçları kuzgun tüyü gibi yerlere serpilmiş ve sanki tanrı yanı başına gelmiş ve sanki göz gözeydiler!..

Köylü bir an, göğün tümüyle yittiği -hiç görünmediği- sarı salkım iğde kokularıyla dolu bir yola girdi! taç yaprakların, alaca yumruların, -düşsü çakımlarla parlayıp- buruk kokular yaydığı, gün eriminde, kuşların kısa kısa uçuşup ötüştüğü, zarif bir koruluktu burası.

Tanrı peşini bırakmış, yukarıda göğü kızıla boyayıp, ayaza karşın altınsı oklarını saçmıştı artık!.. İğdelerle örülü yolun; daha önceleri bu denli uzun sürmediğini anlayan köylü, birden ürperdi ve az sonra, dallardaki kertiklerden sızan ışığın, bu bulantıyı canlandırarak dağıttığı, yarı karanlık yolda, yıllar ve yıllar önce düşlerinde gördüğü, -prizmaya benzer- üçgensi bir tünele girdi!..

Mağaramsı tünel; -gitgide hızlandıkça- kararıyor, geride bıraktığı yol, ışık demetlerinin patlayarak aydınlattığı, erinç veren geniş boşluklara dönüştüğü halde, bir türlü geriye dönüp kurtulamıyordu.

Uyku sersemiyle ayılır gibi oldu, bir parça gözlerini oğuşturdu.
Son bir cesaretle geriye dönüp baktığında, güneşten parlak, ışık saçan bir cismin, alüminyum dev bir kapağa dönüşüp, tünelin ağzına geçtiğini gördü ve hızla kendilerine yaklaşan ipliksi bir diskle, karanlığın içlerine doğru akmaya başladıklarını sezince: Eşeğin gözleriyle, alevsi, kızıl bir çıngı olup -tuhaf uçumda- hızla yanından geçip gittiğini fark etti!..

Eşek ve kendisinin bir düş olduğunu anladı!..

Ve her ikisi de, gitgide sıvışan bir oluğun içinde, sölpüleşip sığışarak, algı kapılarından, gerçeğin yurduna doğru yitip gittiler...

(Ta ki, soluk bir lambanın ışığında, biri onları düşleyinceye dek!..)




*




MİTUS

"Bir ozan gördüm güle siz diyen
Ve bir sözcük otluyordu çayırlıkta
Ay ışığı sönüyor şafak sökerken
Ne mutlu onlara ki aşıktılar ışığa"

Milattan önce yedinci yüzyılın sonlarında, Kilikya'nın aşağı yörelerinde, denize komşu kayaların ve ormanların içinde, dev bir sedir ağacının gölgesinde geçti çocukluğum...

Boğanın Dağları yay gibi bir kavisle uzanır, güzel atlar ülkesi Kappadokia atlarına biner, o yamaç senin, bu yamaç benim, umursuz ve çırılçıplak, keçi yollarında, dikenli dağ yamaçlarında dolanırdık. Koyakların koynunda uyur, Finikeliler, Likya ve İyonyalılar ve her zaman gülünç işlerden başını kaldıramayan Friglerle, adı sanı belirsiz Alai, Smyrna, Kydrara kim varsa herkeslerle, hep birlikte yaşar giderdik. Günün bir yarısında inci damlaları düşer, diğer yarısında güneşler açar ve çılgın sevinçler eşliğinde bağrıştığımızda, kurtlar kuşlar bize eşlik eder, çengilerle yankılaşıp öterlerdi. Yosunlu, yeşil yamaçlarla süslü tepelerde, sütunlarında altın renkli ışıkların, gizil dehlizlerden, incecik ışıltılarla ovaya uzandığı ve yolcuların iremlere kavuştuğunu sanıp, günahlarının bağışlandığı, tabanlığında aynaların parıldadığı, bal renginde çakımlarla görklü, eteklerine gölgelerin yaslandığı, som mermerden tapınaklar boy gösterirdi.

Ve yaşamımız, sevişmelerle dolu, ete, eteğe düşkün, çılgın deveranlarla örgün, kösnüllükler içinde geçerdi. Buralarda o zaman tanrıça Selene'ye öykünen bir Selene daha yaşadı ama lahitinin taşları belkide Port-Said limanının girişini süslüyordur artık. Tabutundan lavanta şişeleri sarkar, mavi sürmeliği yanı başında dururdu. Cesetine dokunduğumuzda bir kar tozanı gibi dökülüvermişti. Yaşarken yosunlardan eli boyanır, çiçeklere parmakları bulanır, kasık vadisi de dallarda oyalanırdı.

Ah bakın sepetleri değiştiren Kythera otların arasında koşmaya başladı, çıkrıkla eğirmek için koyunların yününü kırkıyorduk. Gölgeler okeanosu kapladığında, bir düğün akşamı, flütlerin sevdalı, santurların uyumlu sesleriyle, büyük alaylar halinde Floksera'yı alıp götürdüler. Üç kese zehiri de yanında götürdü çılbız!.. Pabuçları toza bulandı giderken, sandallarının altında menekşeler ezildi, burçaklara basıp, keten çiçeklerinin mavisine gömüldü. Dağdaki kör adamı da götürdüler, su perilerini gördüğü için gözlerinin ışığı sönmüştü, girdikleri su dizlerine dek geliyor diye haykırırdı bazan. Tırnakları ağustos böceği kanatları gibi ince, göğüsleri sümbül çeneği gibi kokuluymuş. Nilüferler koparıyor, ayrık kalçalarında sular halka halka oluyormuş...

Ölülere yakarı amacıyla, kaval çalıp, tütsüler yakmak için sazları kesiyoruz, ağıtlara durulacak. Kızlar öpücükler atıp avuç avuç üfleyecek bizlere, akrep yanığı gibi ahlar vahlar edip yanıp tutuşanlar var şimdiden. Aşağıda keçilere ot veriyor, kuyulardan su çekiyor Omera, ak memeleri yavrularla beraber soğurup emiyor, öpüp seviyor, bütün gün diliyle yalayıp yutuyor sanki çilli uçları. Bahar yağmuru eşikleri ıslatırken, çisentiyle ağırlaşan dallarda havayı baygınlaştırıyor çiçekler. Bal sinekleri vızıltıyla saklanacak yer arıyor. Salyangozlar sürünerek ilerliyor, iri güllerden sıçrayan damlalar, ellerimi, boynumu ıslatıyordu. Embriyo gibi akışkan isteklerimize eşlik et, ey Kıbrıs kuşu; coşkuyla ötüver, kırmızı zambaklar, sürmeli gözler gibi güller açsın, kaya yosunlarından belime bir kuşak yaptım, su perilerinin uyluklarında dolanıyor ellerim. İnci bilekli, gümrah karacalarla ot döşeklerde geceliyoruz. Kimi zaman tepenin ardından ötekilerin boynuzu görünüyor. Bir gün batımı Sart'a düştü yolumuz, Liduyen kalçalar sardı çevremizi, gül goncası yüzüklerimiz parmaklarını, defne kakmalı kolyelerimiz ak gerdanlarını süsledi kurtulmalık olarak.

Sazlar çamurlar içinde yüzen bir kervan, benekli sığırlarını, oğlak ve koyunlarını dereye indiriyor. Elleri arkasında, hayvanları izliyor kahraman Perseus... Ölümünü anlatıyor; Truva'nın öyküsünü... Yan tarafta, Melisa'nın bir erkeğin karşısında ilk soyunuşunu dillendirip, aşkı öğrendiği geceyi betimliyorlar. Mavi gözlü ay yürüyor. Çiriş otlarının içinde çekirgeler sıçrıyor. Kovuklarda balsinekleriyle, sarıcalar vızıldıyor. Sakallı keçiler, tekeler kızışmış, köpekler gölgelerde bekleşiyor. Perge'den gelen yün eğiriciler, sessizlikle tuhaf tılsımlı bir düşe yatıyorlar. İşte Persefone, yeraltı tanrıçası, yüzü gülmeyen kısır tanrıça, üç siyah dişi koyun verdik ona... Gölgelerin karanlığında yitip gitti. Ksantippe bile sevincinden sarardı, çünkü çaldığımız flüte bir o dudağını yapıştırıyordu, bir ben. Nasıl da korkuyorduk ölümden, afyon çiçekleri topladık öğle boyunca...

Karanlık bastığında, yeryüzü bizim ve tanrılarındır. Alçak dalların arasında ceylanlar uyur. Geceleri ormanın içinde yalnız ikimizin gittiği gizemli bir yer var; gizemli bir gül fidanlığı. Gece gül kokusu öyle güzel öyle tanrısal ki, bir ay görür sevişeni, birde güller, başka kimsecikler görmez yeryüzünde. Aşığım yine de, ah ne karanlık gece derse, gözlerinde süzülen samanyolunu göstereceğim ona, taşlar ve yıldızlar candaşımızdır diyeceğim ve gecenin koynunda sessizce, eriyip gideceğim!..

Kardeşlerim benimle alay ettiler. Denizlere arpa ve buğday ekilir mi, çayır yeli esti, kar yuğumlarından çiçekler açıyor sanki, çatal ayakların izi var karda, ortalığı saltık karanlığın satirleri bürümüş, tanrıların yüzü sulara yansıyor, buzlar içinde bedenlerini arıyoruz utançla...

İyonya'da ağaçların, meyve yüklü dallarında sincaplar var. Bir atlet gibi kesilmiş saçlarıyla Zefirus ve ben kutsal şaraptan içiyoruz. Çinko mavisi saçlarıyla gece, tanrılar doğuruyor. Doğu sularından güneş çakmakta. Sular üzerinde binlerce ışıktan dudak titreşiyor. Varsıl adalı Sakinas'ın gemisi meşalelerle geceyi aydınlatıyor.

Endymion'la sarmaş dolaşız gece boyunca, ışıltıda, ak kolunu yavaşça kaldırdı ve sanki birden parmakları aya değdi. Aşıklarımdan Sicilyalı kadın yemeğimi pişiriyor, Finikeli dul, gelincik tatlısı yaparak gönlümü alıyor, Trakyalı fahişe, gece pınarları gibi gürleyen manolyamı okşayıp özlemlerimi dindiriyor. Rahibeler gününde, midye kabuğu kupa arabamla, bulvardan geçerim, alaylar beni selamlar, utkulu servilerin süslediği yoldan, tapınağa gelip binlerce gül yaprağının yumuşattığı sedirime çırılçıplak uzanırım. Halk beni izler...

Altın pabuçlarım parlıyorken, günnük yakıyor, saçlarımdan aşağı gül yaprağı serpiyorlardı. Küçüklerin omuzları kanatlı, gençler teke boynuzlu, halk uğultuluydu. Buhurdanlardan yükselen lavanta kokularıyla yüklü esrik dumanlar hareler oluşturuyor, çırılçıplak tenimin küçük adasında; yeşim kapısında, kanatçıklar kıpırdaşıyordu. Kadife entarili iki kız çalgıyla eşlik ediyor, ditramboslar, Sakız bükolikleri söylüyordu. Küçük bir güvercin gibi nazlı uçuşlarla dans ediyordu Nitole... Öldü ve şimdi küçücük bir gölge... Yattığı mermer kederli kokulara bürünmüş, amfiteatrda yaslar tutulmuş ve doğa öyle çok üzülmüştü ki... Irmaklar, kayaların üzerinden aşmaya başlamıştı köpürerek, kin ve kızgınlıkla koşturuyorlardı ayrılmamak için!.. Ah yüreciğini çırpa çırpa uçtu gitti, ölüm bu; bir düşünce aldı beni, ne üzülmüş, ne sevinmiştim; ne yapayım, gece yarıları tek başıma çiçek tarhları arasında gezinmiştim.

Yaşam güneşin alevi adına sevinçle haykırırken, ölüm de, Hades'in güneşi adına bizi çağırıyor sanırım!.. ve ben Mellerope, ta İllirya'dan Bythinya'ya yaşam güneşi uğruna gönüller doyurmuş, yeşil gözleriyle ünlü kutsal fahişe, işte o günleri böyle geçirmiştim...
...
Milattan önce yedinci yüzyılın sonlarında, Kilikya'nın aşağı yörelerinde, denize komşu kayaların ve ormanların içinde, dev bir sedir ağacının gölgesinde geçti çocukluğum...



*



ANDROMAK
I
Andromak, tırmandığı tepeden, hafif yelde karların uçuştuğu çam ormanına baktı. İçinden geçtikleri köylük, uzaklarda karın altında uyukluyordu. Keşiş Rusalem, üç gün önceki panayırdan kalan son ekmeği çıkardı heybesinden ve ikiye bölerek yarısını Andromak'a verdi. Andromak, ikiye bölüyorsak, biri sana biri bana kalmaz mı dedi! Keşiş ya üç kişi olsaydık nasıl paylaşırdık diye yanıtladı. Andromak, dörtlü sistem, onlu sistem diye mırıldandı. Keşiş onlu sistem kimbilir nasıl aşılacak diye düşündü.

Önlerindeki gök suyu geçtiler. Buz öbeklerinin yüzdüğü kolu geride bırakıp, karlı vadide iki yanı yüksek kayalarla çevrili boğaza geldiklerinde, ilerde, sürüyle akbabanın guğuldaşarak birbirlerinin üstüne çıktığını görünce, oraya yönelerek, ölen şeyin ne olduğunu anlamak için hızlandılar. Bir genç kız ölüsüydü bu ve cesetin yalnızca güzel başı kalmıştı. Güzel baş keşişe dönerek: Adım Hippolyta dedi!..

Andromak boğazın derinlerindeki ilk sapaktan döndüğünde, gümüş gibi parlayan yüzüyle, ak başlı, balık vücutlu, yüzüyormuşcasına kıvrılıp bükülen bir yaratık çıktı karşısına; yaratık onları görür görmez, topuklarındaki minik kanatları birbirine vurarak, tepedeki koruya doğru uzaklaştı.

Keşiş yürüyordu ve Andromak'a çok uzaklardaki sessiz tanrılar ülkesinden, orada bir adadaki kız kulesinden ve kulenin dibindeki iğde ağacının altında uyuyakalan prensesle, insan başlı keçiden, içerideki küçük mabetteyse, sese tepki verebilen altın bir buzağıdan söz ediyordu...

II
Perilerin uyluğundan dökülen pullar gibi yağan karın altında, tatlı bir yorgunlukla uykuyu özlüyordu Andromak, Akheron'un kıyısında, palamut gözlü, kıvırcık saçlı yarı tanrılara el sallayıp -gülüşerek, kuş avlayabilen örümceklerin bulunduğu mağaranın ağzına geldiklerinde yavaşça içeriye girerek, uyuyakaldılar...

Düşlerinde, sayısız kır hayvanıyla, inci bilekli, ceylan ayaklı nymphalar elele dansediyorlardı. Ortada yanan ateşin içinden, birer birer fırlayan, gözleri maskeli, Apollon gibi erkek güzeli satyrler, hemen oracıkta nymphalarla birleşiyor ve garip iniltilerinin süslediği, betimlerle dolu kıvrak danslarının gölgesi, duvarlarda tuhaf salınımlarla gezinerek, bir süre sonra ansızın yere düşüyorlardı.

Andromak ve keşiş sabah uyandıklarında, mağaranın taş zemininde, hâlâ genizleri kavuran bir dumanın hâleler çizerek tavana yükseldiğini ve incecik bir külün, yosunlu taşlara sinmiş belirsiz lekesini gördüler... Andromak cesaretle adım atıp, Marsyas dövmeli ayakkabısıyla küle bastı ve tiz bir çığlıkla, minik bir kırlangıç fırladı külün içinden. Mağaranın ağzından sızan ışığa doğru yaklaştıkça büyüyen kuş, geniş kanatlarıyla havalanıp, renkten renge dönüşen gövdesi ve duvarlarda yitip giden sesiyle 'bir Anka gibi' sağa sola çarpa çurpa uçtu gitti.

III
Çamların dallarında, yanıp sönen karların, kış güneşiyle bezeli oyunlarına bakıyordu Andromak... Keşiş, kar kürelerinin, değişen yer çekimiyle, dallarda aldığı biçemin geometrisini arıyordu bilincinin derinlerinde. Çamlarda ipek ötüşlü, iricil kuşlar dolanıyordu. Metalik bir parıltıyla uçarak, gökte yer değiştiriyordu kralın sincapları. Sihirbaz demirci, her on dört günde, taş ve demir aksamlı uçabilen sincaplar armağan ediyordu krala!.. Andromak demek ki Epir'e yaklaşmışız dedi. Uçan sincaplar ülkesiydi Epir. Keşiş, ikindiye doğru, baygın kokulu, gür sarı çiçeklerin dolup taştığı bir bayıra gelince, Zeus'un amansız kışında, çiçeklerin nasıl açabildiğini sordu Andromak'a... Andromak, gökte parlayan yıldızı göstererek, düş görüyorsun dedi keşişe, çiçek yok, kar var ve karın ışık rengindeki yabanıl dökülüşleridir bunlar. Keşiş inandı ve uzaklardan gelen bir atlıyı işaret etti ona... Gelen bir tanrıydı, balina gövdeli bir yarı insan, yarı attı. Tanrı hışımla, kırbacını gösterip gülerek, tümüyle som altından olduğunu kanıtlarcasına parıldayıp, kırmızı kuyruklu yüzlerce sülünden oluşan ordusuyla, fener alayı gibi geçip gitti.

Andromak yorgun ve şaşkındı, ilerdeki koyağın arkasına dolanıp kayalara yaslanarak, düşüncelerinin derin uykusuna daldı. Keşiş uzaklara bakıyordu...

IV
M.Ö 600'de, Andromak, Epir'e geldi. Kentte demircileri dolaştı, varoşlara girip çıktı, agoraya uğradı. Delphoi'de uyuyakalan çocukların meselini dinledi, odeonun taş merdivenlerinde izleyici oldu, Atena'ya geçerek, Akropol sırtlarında, liriyle mürenleri çağırdığı söylenen çobanı alkışladı, kentin ortasındaki ünlü bulvardan Melankoia'ya doğru yola çıktığında, keşişle birlikte sekiz yüz yıllık gezilerinin sonuna geldiklerini anladı... Masallarda anlatılan altın yolun bitimine kavuştuklarında, yalnızca oturan, sessiz tanrı Uranos'la karşılaştılar. Bedensiz ve ateş gücünden başka bir şeyi olmayan Uranos'u görünce, ikisi de biricik ve sonsuz olan 'tek gerçeği' bulduklarını düşündüler; Uranos, düşlerin varlığıydı ve devinimsizdi!.. Titreyerek; (varlıkların düşüymüşçesine) "Zaman yok, hiç birimiz yaşamıyoruz" diye haykırdılar...

V
Kız, doksan dördüncü sahifede gözleri ağırlaşınca kitabı kapattı! Kandili üflemek için ayağa kalktığında, o ana dek sessiz duran öteki de kalktı!.. (çift gölgeli başı göründü) ve birbirine bağımlı ama aynı zamana bakışan, iki ayrı gerçeklikle kandile üfleyerek, uyuyakaldılar...




*




KRİPTO

‘Nötrinonun sabahı / proton aydınlığı yayıyor cumaya / göz kırpıyor fener! / Ulysses’çe çınlıyor ortalık… / Su içen tanrıların tazıları / kucaklıyor kuarkları!.. / Sararan gözlerin sarısı, demiryol / geçiyor dekovil sessizliği bükerek. / Elektronik orağı baştanrının / biçiyor otları. / Tepegöz ağlıyor tepede / nicedir…’

Yüz yıl sonra insanlar solumayacak!.. Metalik gözleriyle, el ve ayakları parlak birer çubuk olan Erkufo, yanındaki Dişufo’ya böyle söylüyordu. Su yılanı yılından tam üçbin yıl önceki bir masalcık: Adem’in biri Kapadokia’da, Kaisera adlı kasabanın taşlı yollarından birinde yürürken beşgen bir kutu bulmuş, tırnağıyla açmaya çalışırken, kutu elinden fırlayıp taşlara çarparak açılmış ve içinden kırmızı pullu, uzun bir yılan çıkmış. Yılan, adama beni sonsuz tutsaklıktan kurtardın ama tıynetim gereği armağanım seni zehirlemek olacak demiş. Kaiseralı, sabırlı ol, yolumuza çıkan üç yaratığa soralım, onlarda uygun derlerse yap yapacağını deyip düşmüşler yola, önlerine ilk olarak bir akarsu çıkmış, ey belleksiz yaratık, ey akarca, sen ne dersin bu mesele diye sormuşlar ki su; evet, zehirle ademoğlunu, onların us dedikleri kör bir değnektir ve öyle nankörlerdir ki, bağrımda yunup arınarak pirüpak olurlarda, tam işlerini bitirip gidecekken, yüzümün ortasına, hak deyip ‘Tû!’ diye tükürürler, ceza yerindedir diye yanıtlamış. Yürürken, bu kez dişi bir kaz çıkmış önlerine, kaz haklısın demiş yılana, bunlar vahşidir, havada uçsan, denizde yüzsen, karada koşsan, gene de acımayıp avlarlar bizi, zehirlemelisin demiş. Derken son bir umut tilki çıkmış karşılarına, tilki soruyu duymazdan gelip, imrenircesine yılanın bu küçük kutuya nasıl sığabildiğini sormuş, yılanda başlamış becerilerini saymaya ve sonunda bundan daha küçük kutulara bile sığabilirim diyerek bitirmiş sözlerini. Tilki de, yüce dostum hele bir gir de şu kutuya, becerine bir tanık olalım diyerek yılanı kışkırtmış, yılanda kıvrıla büküle başlamış kutunun içine çöreklenmeye ve girer girmez, tilki aniden kutuyu kapatarak, oradan geçen dereye fırlatmış ve adama dönüp: Nankörlerden kurtulmak için onlar gibi davranmak gerekir demiş!..

Yazacağı uzun öykünün girişini okuyan Taler, Almuso’ya sarılarak uzay boşluğunda hareketsiz gibi duran aracından dışarı baktı, sayısız ateş böceğinin ışıldadığı büyüleyici karanlıkta, içinde bulunduğu görkemli yalnızlıktan ürpererek titredi ve eğer yıldızlar birer gözse, benim gözlerim de birer yıldız olmalı diye düşündü. Ama ‘Yalnızlık Çağları’nda yıldızlar ne kadar uzak ve uzay ne kadar da sonsuzdu!... Uzayın ve evrenin oluşum teorileri çoktan kanıtlanmış birer formüllere dönüştüğü için korkusuzca ayakta duruyor ve içiçe boşlukların helezonik havasını soluyarak yine de duygulanmaktan kendini alamıyordu. Evrenin oluşum bulamacı: Ateş böceği teorisiydi. Bir güneş, çevrenindeki diğer güneşleri çekerek güçleniyor ve kozmik gübre ile ışınladığı parçaları geri tepkimeyle salarak gölge yaşamlar oluşturuyordu. Yaşam zincirleme bir reaksiyonun değişkenler demetiydi. Reaksiyonun belli anlarında değişik türde yaşam biçimleri oluşabiliyordu, birbirlerini algılayamayan milyonlarca yaşam... Reaksiyondaki bir anın diğer bir anı algılayabilmesi için zaman boyutunun eşdeğer yani aynı olması gerekiyordu ki bu olanaksızdı. Bunun için herhangi bir yaşam, kendisinin dışında bir yaşam biçimini algılayamaz, bilir ama göremez ve ancak kendini üreterek başka yaşamlar oluşturabilirdi.

Güneş+İdi=Yaşam, bu oluşumun aritmetiğiydi. İdi (İde) her defasında başka bir şey olduğu için, onların karşılaşması olanaksız, algılaması ise daha bir olanaksızdı. Bu bakımdan her yaşam ancak kendisiyle karşılaşabilir ve oda ancak bir kopya veya ikiz olabilirdi. Ayrıcı İdi’nin ne olduğu çözümlenebilseydi, onun kendisi olunabileceği için, yaşamın gizi de belki öğrenilebilirdi ama sonraki töz, maddenin ilk haline dönüşümünün olanaksızlığı nedeniyle hiç bir zaman önceki olamıyordu. Olabilseydi başlangıç ne sorusu, artık soru olmaktan çıkacaktı, bu yüzden işin felsefesiyle yetiniliyordu, oda her başlangıcın, başka bir başlangıcın sonu sayılmasıyla geçmişinde sonsuz olduğuydu.

Kimilerine göre şimdi, sonsuz bir geçmişin, sonsuzdaki bir geleceği, sonsuz bir geleceğin, sonsuzdaki bir geçmişi sayılacağı için hepsinden daha ilginç ve çözülmeye değer bulunabiliyordu, yani evrendeki herhangi bir an sonsuz bir geçmiş ya da sonsuz bir geleceğin ilkini sayılarak en az ötekiler kadar bilinmeyen, gizemli bir şey kabul ediliyordu. Yine de yaratılışın ve yazgının başlangıcı, bir tetikleme ve elektrikleme olarak görülüyordu. Manyetik rüzgarlar, kuantum çalkantıları, kozmik toplar oluşturuyor, kozmik toplarda bildiğimiz lahana bahçelerine dönüşüyordu. Herhangi bir kuşun gözlerinde bile evrenin oluşumunu görebilirdiniz. Özellikle ölmekte olan bir kuşun gözlerinde evrensel oluşum anı yineleniyor, saydam perdenin içinde, evrenin oluşumu, -duyan- gözler için sergilenebiliyordu. Bir dizi dönüşüm, başkalaşım, yok oluşumdan sonra yine kozmik rüzgarlara dönüşüyordu yaşam.

Hep varız, yoksa nasıl varolabiliriz ki, boşluk kendini üretir, yokluk, yokluk tanımaz. Evrensel gecede, kozmik karanlıkta, yaşam, evrenin bir yüzü, öteki yüzü de; karşı yaşamdı ve bir yarış içindeydiler, varlık, yok oluşu bir gün ortadan kaldırdığında, yokluğun -yok oluşun- gerçekte bir tür varoluş olduğunu anlayacak, yok oluşta yine varlığı kemirerek bir gün silip gittiğinde, artık varlığın bir tür yok oluş olduğunu anlayacaktı. Diyelim ki, sonuçta bir tür yokluğuz. Tüm bunlara ne gerek var diye de düşünebiliriz, varız ve hiç bir şey gerekmiyor. Bir kere varlık kadar yoklukta gereksizdir, algılama biçimimiz bu bizim.


Neden varız sorusu bir anı işaret ediyor, varlık anın yalnızca bir parçası, soru neden varız değil, neler olmakta (oluyor) biçiminde sorulmalı, neden varız sorusu bizi dar bir alana hapsetmektedir. Algılama biçimimiz değişseydi bile, gene bunları sorabilirdik, şu var; bu soru Judas gibi iki yüzlü, varlığın arka yüzü yokluk, yokluğun arka yüzü de varlık, görme, varolanı algılama beynimizde gerçekleşiyor, körlük ya da görme diye bir şey yok, algı kapılarının farklılığı var. Beynimiz var oldukça bir biçimde görecektik, gözde, bu biçim odaklanıyor, göz başka bir şey olsaydı, olmasaydı, görü fizik değiştirecekti; solucanın kör olduğunu söyleyebilir miyiz.

Varlık, yokluğun bir türevi mi? İnsanın olmadığını düşünelim, soru olmasın, bizim için yokluk bu işte. Varlık soru, yokluk bu sorunun karşıtı... Hiçlikte bir tür varlık, sonsuz yokluktan ne anlaşılıyor, anlamsız bir boşluk, peki boşluk neden var, boşluk yokluk demek mi, öyle olsaydı biz yokluğu, boş bir hiçlik biçiminde algılayamazdık.
Yokluğun biçimi olur mu... O zaman geriye bir şey kalıyor: Biçim! Varlık ve yokluk bir tür biçim. Gerçek olan, biçim. Görmeyen köstebeğin varlığı, direysel güvenliği herhangi bir insandan hiçte aşağı değil. Çünkü varolmak için yok oluyoruz. Sonuçta varlık dediğimiz şey bir tür dirim. Dokunulabilirlik, algılanabilirlik. Peki, bilinç olmasa yokluk mu olacak, birde şu söylenebilir mi: Sonsuz yokluk yoktur. Şey, varolmak zorunda olan yokluktur. Yokluk, varolmak zorunda olan bir varlık. Ve şey; varolmak zorunluluğudur. Hiçliğin kendisi bile, hiçliğin kendisini barındırdığına göre, onun hiç bir şey olmadığı söylenemez. Bir söz var, doğa boşluktan nefret eder. Gerçel soru: Dönüşüm neden... Niçin ve nasıl biçimleniyoruz. Yokluğun amorf, yani biçimsizlik veya hiç, hiç bir şey olduğu düşünülürse, o, neden bir biçime sahip oluyor, örneğin bir ‘nokta’ neden patlıyor, gülde bir sabah patlıyor, bigbang doğada da var, tohum patlıyor, magma patlıyor, cenin patlıyor. Bir sığmazlık var, biçim arayışı...
Sonuç: Yokluk yok. Varlık, yokluğun biçimlenmiş dönüsü, gerçek yokluk olanaksız, yokluk belki de yokluk nedir diye sorulamamasıdır, oysa biz sorabiliyoruz.

Şu ki, varlıkların dilinin olmayışı, neden varım diye soramayışları tuhaf, en görkemli karadelik, usa sığmıyor ama, neden varım diye soramıyor, korkunç bir alçakgönüllülük var bunda, doğada öyle. Tanrı yoksa bir ‘karadönü’mü diye düşünüyorum. Evrenlerin anası, bana bunca ışık yılı uzaktan dalgalar yayan varlığın gücü neredeyse sonsuz, ama bir sorusu yok... Öteki, yani ben, aya uzanabiliyorum, gücüm sınırlı, ama sorum var, soru sorabiliyorum. Ben bir ışık bileşeniyim. Işık tüm yanıtları biliyor, içinde barındırıyor, bende tüm soruları biliyorum, soruyu çözebildiğimde, soru olmaktan kurtulacağım, oda bir yanıt olmaktan kurtulacak, çünkü ben bir yanıt olacağım.

Soruyum ben, yanıt olduğumu kavrayamıyorum, algılayamıyorum, soru aşamasındayım ve soruyu da aşamıyorum, oysa yanıt olduğum gün, evrenin tüm soruları bende toplanacak ve bir yanıt olacaksa, o ben olacağım. Bu karanlık odada, ışığın gölgesinde, soru olmanın kozmik görkemini taşıyor, tanrıya ve evrene baş kaldırıyorum. O ise kızmıyor, küsmüyor, dahası duymuyor, çünkü o benim, ben yanıtım, yanıtın kendisiyim. O bunu biliyor, ama ben bilmiyorum. Yanıt benim ama, ben bir soruyum.

Evrenin çiçeklenmesi, yani insanı oluşturması, bu ikilemin doğmasına yol açmış. Tanrısal töz dünyayı ve insanları yaratmış. Ölüyoruz ve sonsuz evrenin varlığında, yokluk sorusunu artık soramıyorsunuz ve evren var. Çünkü yokluğu yaratan sensin, yokluğa, varlıkmış gibi biçim veren, onu karşına koyan sensin, oysa evren vardı, varoluşunun gerekçesi sensin ve evrenin kendisi, yokluğun kendisi, yokluk gördüğünüz evrenin ta kendisi, ölünce yokluğa karışıyorsun, evren oluyorsun, ama hiçlikten uzaksın, hiçlik senin soyutlaman, bir algılama biçimin, yokluk anlamsız, öyleyse nasıl içinden çıkılmaz, anlaşılmaz, kavranılmaz bulursun onu.

Bitin Söz: Büyük patlama yok, yokluk patlama öncesi, kavramsal varlık patlama sonrası, hepsi biçimsel bir değişiklik ama ‘kavramsalda olsa’ gerçek olan varlık. Yani varoluş. Bir tür yokluğun ta kendisi. Olanaksız olan hiçlik, ama savlar güçlendiğinde; yanlışlar çoğalıyor. Yokluk zamanın uzaması, varlık ise birime dönüşmesi, algılanır olması. Yokluk kaos, varlık kozmos. Yokluk diye bir varlık oldukça, yokluktan söz edemeyiz sonuç olarak. Ve sizler ölünce yok olacak, adınız unutulacak ve bir daha hiç gelemeyecek, dönemeyeceksiniz.
Ama ne mutlu ki ölümsüzsünüz ve hep var olacaksınız. Öyleyse, acınmak, hayıflanmak boşuna. Çünkü bir biçimi geçiştiriyorsunuz, bir yılan gibi deri değiştiriyorsunuz, evrensel saatin küçük bir diliminde, deniz feneri gibi ışıyorsunuz, ay ışığında planktonlar gibi parlıyorsunuz. O denli sıradan ve değer bilmezsiniz ki, bir tanrı bile çok size, üstüne üstlük ölümcülsünüz. Oysa ışık yayan bir cisim, minik-manik bir evren olarak çok şaşırtıcısınız. Bir evren modelisiniz, bir dininiz var ve ne yazık ki tanrı içinizde ve ne yazık ki prematüre bir bebek; primitif bir cesetsiniz. Keşke bu soruları bir güve sorsaydı bize. Yokluğunda varolma hakkı var, varlığın yok olma hakkı olduğu gibi. Varlık, yokluk bir düşünsü yöntem, yokluk varlık diye bir şey yok, öyleyse varlıkta yoklukta, yok = Aynı.

Son bir şey, yokluğun varlığa dönüşmesi -ilkin olarak- çok ilginç. Yokluk, varlığın soyut bir güzellemesidir. Saf estetiktir. Varlık pürüzdür, ilkel bir yokluktur, kaba, amorf ve eşitsizdir. Yokluk, sonsuz güzel, biçimli ve eşitçidir. Salt güzellik, sonsuzluktur yokluk. Biz, varlık olmak nedeniyle ilk basamaklarız. Yokluk mutluluktur. Varoluş sorunsalına yönelebilen bilinç yok olduğunda, varlık sorgulanamayacağına göre, varoluş soyut bir uslamlama ve indirgemedir diyebiliriz. Bu anlamda yok oluşta soyut bir paradokstur. Bir file niçin varız diye soramıyoruz, öyleyse varoluş sınırlı bir kavram. Biz bir kurguyuz, fil ise hiçliğin bir an’ı olarak daha saf. Öyleyse yokluğun yokluğuna gelebiliriz, yokluk ve varlık içiçe yani ikisi de var. Ama yok oldukları için. Yokluğu zorla yaratamayız ki, yaratırsanız o artık var demektir. Yokluk uydurma bir sözcük oyunu, neden olsun ki, düşlenebilen her şey bir varlık. Yokluk, varlığın anasıdır, kavranamayanın adıdır, bir tanrısı olmayacak denli sıradandır o. Ve ‘Çünkü yanılgıda tıpkı gerçeklik gibi usun kendisine aitken, göreceli us dışı ise, gerçeğin ve yanlışın ötesidir, yanılgı terimi ile onurlandırılamayacak bir saçmalıktır’ diye kozmikomikliğin nedenini açıkladı...

Erkufo, bizim düşüncelerimiz eninde sonunda, can sıkıcı bir yanılgıya dönüşüyor, onun için ölümlüyüz diyerek Dişufo’nun boynuna sarıldı ve ona polen kokulu bir kolye takarak, arkaik bir dille, ‘Thelis ena louloudi, ya tin aghapimeni sou’ dedi. ‘Sevgilin için bir çiçek ister misin?..’ Uzay boşluğundaki kuşlar, aracın penceresinden süzülerek geçiyorlardı. Yalnızca dönen bir hiçlikte, uçan kuşların varlığı, onları nasılda mutlu etmişti…

Bitti mi dedi Dişufo, Erkufo’ya, oda bitti dedi. Araçlarının gözetleme boşluğundan evrenler arası kozaya baktılar, larva yıldızlar, krizalitler, bebekler, ataparlar, dişiller, eriller, insansılar, uscul bir okyanus, besleyici bir plazma gibi serin-derin boşlukta yüzüyorlardı... Dişufo metalik gözlerinden süzülen bir damla yaşa engel olamayarak, söylediklerin öyle yetersiz, öyle kısıtlayıcı ve öyle komik ki, üstelik usanç yaratan çelişkiyle, ürkütücü yineleme sende de var dedi. Yine de yokluk diye bir şeyin olamayacağını ve kendi bilincinin de kısır bir döngüden başka bir şey barındıramayacağını düşünerek ağlamaya başladı...

Uzayın sonlu olduğunun anlaşılması üzüntülerini daha bir artırıyordu. Varlık, yokluk, atomlar, bileşenler, parçalanış, yokoluş, çözüm, çözümsüzlük tüm her şeyin, kaygılı, derin bir umu-umusuzluk çırpınışında tükendiğini düşünerek, boş gözlerle Erkufo’ya baktı, umut bir yöntem olabilir miydi. Şimdi bir larva yıldızın içinden geçiyorlardı, bir toz yığınıydı, ateş topuyken çözülmüş ve çökmüş, sonra bir toz yığınına dönüşerek, yoğunlaşmaya yüz tutmuş ve larva halini almaya başlamıştı. Üçyüz parsek ötede kurt deliği yöntemiyle evrenin 4. halkasını geçmişler ve 7 kat olduğunu tasımladıkları evrenin gerçekten de masallardaki gibi olabileceğini düşünmeye başlamışlardı. Dünyayı terk edeli neredeyse bin yıl olmuş ama uzay boşluğunda dolaşmak dışında, kendilerine benzer hiç bir uygarlıkla karşılaşmamanın üzüntüsü içinde 987 yıl geçirmişlerdi. Bu koskoca evrende, havlayan bir köpek, pire dolu bir maymun, kıvranan solucan ya da Willi Frich gibi bir babik oğlan daha yok muydu, varlık-yokluk ikilemi taşımadan; iki ayaklı, tek burunlu, basbayağı bir insan...
Taler, 900 yıldır gözlem penceresinden bu soruya yanıt aramak için çalışmalar yapıyordu. Sonunda yerküreye dönecekler ve yapayalnız olduklarını, tüm bunların budalaca bir oyun, ahmakça bir aldatı olduğunu ya da alaycı bir kuşun ötüşmesinden başka bir şeye benzemediğini haykıracaklardı. Vega yılının Septum (Severus) ayında, evrenin sıcak su akıntıları içinde, bin yılın dolmasına 9 ay 10 gün 6 saat kala, uzaktan başıboş denilebilecek, tuhaf, eskil bir plaka, kozmik bir disk göründü. Çok hızlı hareket ediyordu, hemen peşine düştüler, tam 4,5 ay sürdü kovalamaca, korularda kanat süzen çalı horozu gibi kaçıyordu disk, uzun süre avlarının izini dahi göremediler, disk canlıymış gibi, yaklaştıkça hızlanıyor, uzaklaştıkça da yavaşlıyordu. Bu kaçıp kovalamaca, evrenin 5. Kat içlerine doğru sürüp gidiyordu ki, Erkufo, umutsuzluktan, yorgunluk ve siber bozunumu belirtileri göstermeye başladı. İşte metalsi kar yuğumlarının ölüm şarkısıdır ki bu, varlığın ve yokluğun onulmaz dehşeti, çılgın ve ürkütücü masallarıyla dolu gecenin belkemiğinde, gökadaların çarpışmasından oluşan, devasa yurtluklar, yörüngesiz, başıboş güneşlerden doğan helyum yuvaları ve körpe gezegenlerle, kara kıtalar ve binlerce, binlerce aylarla... Bitimsiz güzelliklerin, us uçuran barış şarkılarıyla sarhoş, sanal savaş için haykıran kalabalıkların, altınsı ordular ve pamuksu, ipek böceğiyle doldurulmuş bulutsuların... Tanrısal bir an bu, bu diskle karşılaşmamız kutsanmış bir sunu! İşte başka dünyaların, uzak uygarlıkların varoluşunun anıtsal imi, bir görkemli kanıt!..

Dişufo, titansı karışımsa, 5 milyon yılda çözünür dediği diski yakaladığında, gerçekten toz olup dökülüvermişti, ama yinede böyle bir çakışım için, evrensel bir muştunun kucaklayıcısı onlar olmuştu. Almuso küredeki evrensel almanağa adımızı yazdırdık ne mutlu dedi. Disk toz gibi döküldü ve içinden hologram gibi gene diske benzer sanal-saydam bir kutu, disk içinde bir disk daha göründü ki, havada asılı duruyordu. İletişim ağını kurmak zaman aldı, laboratuar incelemeleri aylarca sürdü ve Taler, raporunu güneş sistemindeki, tanrılı gezegenlerin üçüncüsüne bildirmek için düğmeye bastı.


Sanrılar butonundan çıkan raporda şunlar yazılıydı: 3 Bilyon yıllık acı bitti. Evrende yalnız değiliz. Başka uygarlıkların var olduğu kanıtlandı, büyük olasılıkla Berenis zamanında onlarla karşılaşmayı umuyoruz. Bir öngörü olarak, şimdiye dek katedilen yol kadar uzakta olabileceklerini formüle ettik. Diskte bulunan, sanal platin kutudaki verilerse şunlar: Sesli biçimler var, düzensiz bir takım bindirmelerle kotlama yapmaya çalışmışlar, son derece ilkel olabilirler, yok olma olasılıkları söz konusu olsa da, diskin elemanter gruptaki sıralaması bu olasılığı azaltıyor. Sesli biçimlerde, bizim ele geçirebildiğimiz tek algı biçimi, Ronuld Reagon çıkarımı oldu!.. Sesin aldığı biçim bu, diğerleri yüzbin yılda yayvanlaşıp, tahrip olmuş, yalnız bu, -Ronuld Aralığı- geçiş veriyor. Bir yıldız ulaşım formülü diye düşünüyoruz. Ama kendilerince pek önemli, gizil dünyalarında bizlere sunmayı düşündükleri melankolik bir imde olabilir.
Görev bitti.
...
Taler, Poler’in (Almuso şimdi Poler formatındaydı) yorulduğunu görünce öyküsünü okumayı bıraktı. Uzay boşluğunda düşündükleri, anında elektronik yazıya dönüşüyor ve birbirlerine okuyarak oyalanıyorlardı...
Az sonra Dişufo sıkıldığını ve kitapçığın içinden çıkarak, bir uzay yürüyüşü yapmalarını önerdi Erkufo’ya, o ise ‘Kum tadındaki yemişler / Flamalar gibi yayılmış / Çıplak ve kırılmaz bir sevi / Adı olmayan kuşlar / Ve orda içinde bir sünger taşın / Uyuyor tatlı Dişufom’ diye mırıldanıyordu.

Onlar, bundan sonraki yolculuklarında evrenin sınırlarına ulaşma ve araştırma görevlerini sürdürdüler. İkiyüzellibin yıl sonra öngörülemeyen bir şey dışında, gize ulaşmayı ve onu elde etmeyi başardılar!.. Ayrımında olmadan başlangıç noktasına dönmüşler ve aşağıda onları karşılamak için merak ve sabırsızlıkla bekleyen ‘kendilerini’ bulmuşlardı.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder